Bir Çocuk Aleko

Bir Çocuk Aleko
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Bir Çocuk Aleko

BİR ÇOCUK ALEKO
Küçük Ali yorgun uykusundan uyanınca kalktı. Gece yattığı tozlu fundalıklardan çıktı. Ilık, parlak bir güneş her tarafı ısıtıyordu. Bulutsuz hava bembeyazdı. Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu. Kalktı. Bir av arıyormuş gibi tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi. Bir ileri bir geri baktı. Her taraf tenha idi. Durdu. Uzun, kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini yırtık çarıklarına dikti. Düşündü. Sırtındaki tozlu deri torbada yarım ekmekle bir soğandan başka bir şeyi yoktu. Altı aydır Gelibolu’da, bir Rum fırıncının yanında çalışıyordu. Birkaç gün evvel hükûmet, “Muharebe olacak.” diye ustasını diğer Hristiyanlarla Anadolu’ya geçirmişti. Gelibolu’da akrabası filan yoktu. Barınacak bir yer bulamadı. Köyüne dönmüştü ama köyünde de kimseyi bulamamıştı. Evler kapanmış, ahırlar boşalmış, küçük çarşı meydanı at, araba, asker, çadır dolmuştu. “Buralarda muharebe olacak, devlet ahaliyi geri çekti.” diyorlardı. Küçük Ali, işte köyünün geri çekilen ahalisini, anasını, ihtiyar babasını bulmak için iki gündür yürüyordu. Gece açıkta yatmak, gündüz güneşin altında yürümek onu zayıflatmıştı. Zaten esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki! Dayanamadı. Ne olur ne olmaz diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbasından çıkardı. Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına bakıyormuş gibi bu kaba mısır ekmeğini evirdi, çevirdi ucundan ısırdı. Ağzında lokmayı birdenbire yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde eziyordu. Evet, anası, babası, Malkara’ya gitmiş olacaktı. Orada akrabaları olduğunu hatırlıyordu. Acaba bu tenha şoseyi daha kaç gün yürüyecekti? Akşama ne yiyecekti? Bütün bütün aç kalma korkusu ile uyuduğunda rüyada kendini keçilerle beraber çalıları otlarken görmüştü. Tekrar köye dönmeyi, askerlerin arasına katılmayı düşündü. Hâlbuki köye kimseyi bırakmıyorlar, “Yasak! Dön, dön!” diye bağırıyorlardı. Nereden su içecekti? Mutlaka şosenin üstünde han yahut karakol vardı. Oturduğu tümsekten kalktı, yola atladı. Yürümeye başlamadan döndü. Geldiği tarafa baktı. Dalgalı tepelerden geçen yol, parça parça gibiydi; bazen görünüyor, bazen yeşillikler arasında kayboluyordu. Uzaktan bir kalabalık gördü. Yoksa asker miydi? Dikkat etti. Bu kalabalık gayet yavaş yürüyordu. “Bekleyeyim de şunlardan su isteyeyim.” dedi. Tekrar kalktı. Tümseğe oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, çenesini ellerinin arasına aldı. Gözlerini, vakit vakit kaybolup yine şosenin görünen parçasında meydana çıkanlardan ayırmıyordu. Bunlar asker değildi çünkü karmakarışık geliyorlardı. Niçin olduğunu bilmediği bir ümitle sevindi. İki gündür kırlarda yapayalnız kalmış, sanki insanları göreceği gelmişti. Ayağa kalktı. Ellerini gözlerine siper yaptı. Siyah kuşağı, mavi aba saltacığı, gönden torbasıyla tıpkı koyunlarını arayan minimini bir çobana benziyordu. Başında keçe filan yoktu. Sert kumral saçları güneşin aydınlığı ile yaldızlanıyor, parlıyordu.
“Rumlar be!..” diye haykırdı.
En önde, semerli bir beygirin üstünde beyaz sakallı, siyah kavuklu, siyah esvaplı papazı fark etti. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar, siyah aba esvaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu arabaların yanında ineklerle, koyunlarla, keçilerle karmakarışık yürüyorlardı. Küçük Ali, hiç kımıldamadan onların yaklaşmalarına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen bir köy halkı idi. Kendi köyünde komşu Rumların arasında büyüdüğü için çok iyi Rumca bilirdi. Bunların arasına katılıp Malkara’ya kadar gidemez miyim? diye düşündü. Fakat onlar, yanlarında Türk istemezler, bir Türk’e ekmek değil, bir damla su bile vermezlerdi. Kafile yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı. Papaz, onu daha uzaktan gördü. Tam hizasına gelince küçük Ali yine şoseye atladı. Papaza yaklaştı. Rumca, “Rica ederim, bana bir parça su verin.” dedi. Papaz beygirinin yularını çekti. O durunca, kafile de etrafa yavaş yavaş birikerek durdu. Çorap ören kadınlar tığlarını bıraktılar. Çocuklar babalarının bacakları arasından papazın konuştuğu çocuğu görmeye çalışıyorlardı.
“Sen çoban mısın?”
“Hayır.”
“Burada ne arıyorsun?”
“Gelibolu’da çalışıyordum. Ustamı sürdüler. Köye döndüm. Köyümü de sürmüşler, onları aramaya gidiyorum.”
Papaz parlak mavi gözleriyle Ali’yi baştan aşağı süzdü:
“Adın ne?” diye sordu.
Bu manalı bakışı sanki “Türk müsün, Rum musun?” diyordu. Yarımadanın birçok köylerinde Türklerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisanları, dinleri, âdetleri birleştiremeyen asırlar Boğaz’ın bu tarafında esvapları birleştirmişti. Rum çocuklarının Türk çocuklarından farkı yalnız başı kabak gezmeleri idi. Ali, Gelibolu’da ustasının fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başına bir şey alamamıştı.
Kekeledi: “Aleko.” dedi.
“Anan baban var mı?”
“Hayır, ben öksüzüm, kimsem yok.”
Papaz etrafındakilere döndü.
“Su verin şu çocuğa!”
“Teşekkür ederim.”
Hemen eline bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde doğruluyor, arkaya bakıyordu.
“Jandarmalar çok geride…” dedi, “Seni görmediler. Bize karış.
Haydi yürüyelim!”
Kalın çizmeli ayağıyla atının karnına vurdu. Ali, atın uzun kuyruklu al sağrısı yanında yürümeye başladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde örtülmüş kırmızı bir battaniyenin uçları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız çoraplarını örerek, erkeklerin arabaları, yük hayvanları etrafında daima dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açlıktan, açıklıktan kurtulduğuna seviniyor, içinden Kandırdım şunları! Ne vakit olsa köyün nereye göçtüğünü haber alınca yanlarından kaçarım, diyordu. Atın al sağrısından kalkan gözleri, papazın kamburca sırtındaki solmuş siyah cübbeye, hayvanın adımlarına göre bir öne bir arkaya sallanan kadın saçlı başına, siyah, yüksek külahına bakıyordu. Yarım saatten ziyade gittiler. Uzaklarda koyun sürüleri duruyordu. Ali, papazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi gözleriyle sanki gözlerinin içine saplandı. Titredi.
“Aleko!”
“Oriste…”
“Yanıma gel bakayım!”
Birkaç hızlı adım attı. Papazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden kaldırmıyordu.
“Sen benim atımla odama bakarsın.”
“Bakarım.”
“Seni kiliseye hizmetçi yaparım.”
“Teşekkür ederim.”
Öğleüstü küçük bir hanın bahçesinde, asırlık çınar ağaçlarının altında mola verilirken papaz; jandarmalara verdiği buğday ekmeğinden, haşlama etlerden Ali’ye de verdi. Bardağının dibinde bıraktığı şarabı da ona içirmek istedi.
“Teşekkür ederim papaz efendi, içmem.”
“Niçin?”
Cevap bulamıyordu.
“Haydi iç!”
“Alışmamışım.”
“Artık alışırsın. Kilisede şarapsız yemek yenmez.”
Ali durakladı. Eline aldığı bardağın içindeki siyah suya baktı. Köydeki hocanın ramazan vaazlarında, “Bir damlası haramdır. İçen imansız gider.” dediğini hatırladı. Ama… Hayır… O keyif için günah için mi içecekti! Zorla… İçmese bunların arasında barınabilir miydi? Bardağı ağzına götürdü. Zehir gibi bir şey ağzını, boğazını yaktı. Sıcak sıcak karnına indi. Buruşan yüzü ile papaza gülmeye çalıştı.
“Teşekkür ederim!”
***
Kafile üç gün yürüdü. Geceleri Ali, papazın verdiği bir çula bürünerek yatıyordu. Dördüncü gün, akşama doğru içerilerde bir Rum köyüne gelindi. Jandarmalar her eve bir aile dağıttı. Papaz kiliseye inmişti. Burası karanlık, gamlı, kapalı bir bina idi. Bahçenin kaim, yüksek duvarları koyu maviye boyanmıştı. Papazın odası kaygan taş döşeli küçük avlunun ta nihayetinde idi. Ali, kilise hizmetçisinin yanında yatıyor, sabahları erkenden kalkıyor, kiliseyi süpürüyor, sabah ibadetlerinde hazır bulunuyordu. Bir ay geçmeden her şeyi öğrendi. Papaz, jandarma kumandanına hep onu gönderiyordu. Gayet iyi Türkçe bildiğini görmüştü. “Gelibolu’daki ustam Türk’tü.” diyordu. Her sabah kilisede Türklerin perişan olması için dua edilirdi. İhtiyar, genç bütün köy halkının her sabah bu duaları canıyürekten tekrarlayışları, sanki Ali’yi derin bir uykudan uyandırıyordu. Köydeki hocanın “Hristiyanlar da Allah’ın kuludur, onlara fenalık etmek Müslümanlara fenalık etmekten daha günahtır.” diye vaaz ettiğini hatırlıyor, “Acaba yanlış mı aklımda kaldı?” şüphesine düşüyordu. Pazar günleri kilisenin avlusu ağzına kadar dolardı. Efendisiyle eski papaz muharebeye dair köylüye havadisler verirler, Türklerin kış geçmeden bozulacağını, bu sefer İstanbul’un mutlaka alınacağını, ne kadar Türk varsa bir tane kalmamak üzere kesileceğini yana yakıla söylerlerdi. Hâlbuki köyün altındaki şoseden Çanakkale’ye doğru hiç durmadan asker, araba, erzak, cephane geçiyordu. Ali, dinlerine girer gibi yaptığı Rumların bu garazlarından heyecana geliyor, kiliseden kaçarak köyün aşağısından geçen ırmağın başına gidiyor, söğütlerin altına oturarak saatlerce düşünüyordu. Demek kıştan sonra dünyada bir Türk bırakmayacaklar, hepsini keseceklerdi. Türklerin bundan haberleri yoktu. Hatta geçen askerlerin zabitleri yolda papaza rast gelirlerse muhabbetle selam veriyorlar, “Nasılsın papaz efendi!” diye hatırını soruyorlardı. Kilisede edilen duaları bilseler…
“Ben jandarma kumandanına gider, Türk olduğumu söylerim. Bunların konuştuklarını anlatırım!” niyetiyle kalkardı. Daha kendi köyünün ne tarafa gittiğini öğrenememişti. Köyde yabancı görünce mutlaka bunu sorardı. Bir gün yine kiliseden çıkarken ihtiyar papaza rastladı:
“Nereye gidiyorsun Aleko?”
“Hiç, buradayım…” dedi.
“Öyleyse gel, seninle konuşalım.”
Papazın arkasından yürüdü. Külahının altındaki örgülü beyaz saçlarını tutup koparmak, kafasına, suratına kamçı gibi indirmek ihtiyacını duydu. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Papaz, odasına yürüdü. Kapıyı itti:
“Gir!” dedi.
Bahçeye bakan bir pencere vardı. Kahverengi kalın perdesi yarı açıktı. Papaz minderin üstüne, Meryem Ana kandili yanan köşeye oturdu. Ali kapının yanında ayakta duruyordu.
“Otur bakalım.” dedi, “Kapıyı it.”
Ali minderin ucuna ilişti. Papazın gözünün içine bakıyordu.
Sordu:
“Senin anan baban yok, değil mi?”
“Yok.”
“Hayır… Senin anan baban var, kimsesiz değilsin.”
Ali’nin yüreği oynadı. Acaba Türk olduğum duyuldu mu? şüphesiyle titredi. Bozuntu vermemeye çalıştı.
“Hayır, papaz efendi.” dedi, “Benim sizden başka kimsem yok!..”
“Var.”
“Var ama sen bilmiyorsun. Senin anan baban milletindir.”
Ali içinden Oh! dedi. Papazın uzun bir nutkunu cevap vermeden dinledi. Diyordu ki:
“Adam, anası babası için her türlü fedakârlığı etmeli. Hatta canını bile vermeli. Öksüzlerin anası babası milletleridir. Her öksüz, milleti için en büyük hizmetlere hazır olmalı. Öksüze bakan, büyüten millettir. Millet, evladından yardım ister.”
Bu günden sonra ihtiyar papaz her vakit Ali’yi odasına alıyor, ona bazı yerlerini anlamadığı bir lisanla eski Rumların dünyada neler yaptığını, bir Rum kızının yüzerek gidip düşman gemilerini deldiğini, bir Rum kahramanının üç yüz kişi ile bir milyonluk orduları bozduğunu hikâye ediyordu. Ali, elifbadan başka bir şey okumamıştı. Ama bu korkak Rumlar bu kadar yaparsa Türklerin evvel zamanda İstanbul’u, Çanakkale’yi almak için neler yapmış olacaklarını düşünebiliyordu.
Kış geldi geçti. Yine bir sabah Ali kiliseyi süpürmüş, elinde süpürge, yattığı odaya dönüyordu. Papazın açık penceresinden eliyle kendini çağırdığını gördü. Koştu. Süpürgeyi kapıda bıraktı. Kapıdan girdi. Papaz saçlarını tarıyordu. Arkasında siyah bir gömlek vardı. Tarağı yatağın yanındaki masaya bıraktı. Eliyle saçlarını arkaya itti. Mindere ilişti. Kırpmadan bakan mavi derin gözlerini Ali’ye dikti:
“Sana bir şey söyleyeceğim.” dedi, “Otur karşıma.”
“Buyurun.”
“Sen çok güzel Türkçe biliyorsun.”
“Biliyorum.”
“ ‘Ben Türk’üm.’ desen askerler şüphelenmezler, inanırlar.”
“Evet.”
“Sana bir mektup vereceğim. Bunu poturunun içine dikeceksin. Çanakkale’ye gideceksin. Askerlerin arasında bir yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu götüreceksin.”
“Peki.”
Papazın yüzü güldü. Mavi, derin gözleri parladı. Hâlâ Çanakkale Türklerden alınamadığı için bütün köy halkıyla beraber matemdeydi. Her gün sinirli sinirli düşünüyor, şoseden gelen geçen askerlerin yüzlerinden manalar çıkarmaya çalışıyordu. Ali sokakta, evlerde, kilisedeki ibadetlerde bu umumi yeisi görüyor, için için seviniyordu. Papaz gülümseyince o da gülümsedi. Yine uzun bir nutuk dinledi. Zayıf uzun parmaklı, uzun tırnaklı sarı elleriyle beyaz sakalını okşayarak coşan bu ihtiyar, onda sarsıcı bir heyecan uyandırıyordu. Sekiz aydır kilisenin alaca karanlığı içinde elemli gözyaşları gibi parlayan kandillerin titrettiği gölgeler arasında, insana canlı gibi bakan resimlerin karşısında ruhu da değişmişti. “Büyük Yunan, büyük Rumluk” emelini dinledikçe kalbi şişiyor, acı bir azap boğazına tıkanıyordu. İşittiği, duyduğu, anladığı her şey onda aksi bir tesir bırakıyordu. On dört yaşındaki cahil bir çocuk hayaliyle gözünün önüne köyünün camisini getiriyor, daima ahiretten, sırat köprüsünden, cennetten, cehennemden bahseden ihtiyar imamı mihrabın yanındaki yeşil boyalı kürsüye çıkartıyor… “Büyük Türklük” için, Türk düşmanlarının perişan edilmesi için, tıpkı ihtiyar papaz gibi söyletiyor, ihtiyar papazın sözlerini Türkçe olarak ona tekrarlatıyordu. Ertesi gün poturunun ağına mektubu diktiler. Türk sanılsın diye başına bir fes aldılar. Torbası dört günlük ekmekle, peynirle, haşlanmış yumurtayla dolduruldu. Veda ederken papaz, alnından öptü. Eline bir kâğıt uzattı.
“Bu, Atina İngiliz sefirinden evvelce alınmış bir itimatnamedir.” dedi, “Bunu İngilizlere gösterdin mi bizim tarafımızdan geldiğini hemen anlarlar. Şayet üzerinde yakalanırsa ‘Yerde buldum.’ dersin. Bizden aldığını inkâr edersin.”
“Peki…”
“Karşına İngiliz askerleri çıkınca ‘Kıbrıs!’ diye bağır. Bu sene parola budur. Unutma ha: ‘Kıbrıs.’ ”
“Peki.”
“Hiç korkma. Vatan, evladının hizmetini bekliyor. Milletin kalbi seninle beraber, İngiliz kumandanından bize haber getireceksin. Ne vakit bizi kurtaracaklarını öğreneceksin. Bize müjdeleyeceksin!”
“Peki.”
Papaz, Ali’nin tekrar alnından öptü. Yolda yemeği biterse alması için beş tane de mecidiye verdi. Kiliseden çıkınca Ali jandarma karakoluna gidip İngiliz kumandanına iletilecek bu kâğıdı vermeyi düşündü. Ama vazgeçti. Her şey jandarmaların gözü önünde olurken aldırmıyorlardı. Başını salladı, “Ben bunu Çanakkale’de paşaya götürürüm.” dedi.
Şosede hızlı yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek ve hayvan izleriyle örtülü yol yine tenha idi. Bir gün gitti. İki gün gitti. Üç gün gitti. Geceleri yine fundalıklarda yatıyor ama eskisi gibi korkmuyordu. Şimdi ruhu çok kuvvetliydi. Aç kalacağını, yine açıkta kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına getiriyordu. Yollarda rast geldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor, Rumlar arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. İngilizlerin bir adım ileri atma ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. “Daha bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar.” deniliyordu. Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri, tayyareleri, bombaları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kan kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyla âdeta koşuyordu. Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha kalabalık askerlere rastladı. Karşıda, siyah çalılıkların arasında birçok beyaz çadır görünüyordu. Yürüdü, yürüdü… Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üzerinde siyah bıyıklı, soluk kabalaklı, iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu.
Ona, “Paşa burada mı oturur?” diye sordu.
“Hayır.”
“Bu çadırlarda kimler var?”
“Yaralılar, burası hastane.”
“Paşa nerede oturur?”
“Ne yapacaksın?”
Ali ona geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun muharebeye dair olduğunu anlattı. Nefer, “Hangi paşayı istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum. Alayıma gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim.” dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Mekkâri hayvanlarına, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharebe oluyor sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta on beş yirmi kadar çadır vardı. Burası, uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce, ahşap bir köprüyü geçtiler. Nefer, küçük Ali’ye: “Sen burada beni bekle.” dedi. Gitti. İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali’ye döndü. Elini salladı, “Gel!” diye haykırdı. Ali koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı, iri bir adam onu baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:
“Hani mektup?”
“Poturumda dikili.”
“Ya! Kimden getirdin?”
“Papazdan!”
“Bizim paşaya mı?”
“Hayır, İngiliz paşasına.”
“İngiliz paşasına mı?”
Bu adam işi iyice anladıktan sonra, “Gel bunları yavere söyle.” diye onu arkasına taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uzanarak kitap okuyan genç bir zabitin önüne götürdü. Ali, köyünü nasıl bulamadığından, Rumlara nasıl karıştığından, kendini nasıl Rum gibi gösterdiğinden başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar anlattı. Zabit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı. Kendi eliyle Ali’nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı. Küçük bir masanın önünde zayıf bir zabitle oturmuş, sigara içiyordu. Yaver selamladı. Ali’nin söylediklerini kısaca anlattı:
“Mektup da bu…” dedi. Paşa ehemmiyetle tercümana:
“Oku bakalım, ne?” diye uzattı.
Tercüman tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen taburların, topların adedini; Türklerin silahsız ahaliye yaptığı zulümleri, gebe kadınların karınlarını yarıp çocukları, genç kızları kazıklarda ve Rum erkeklerini toplayıp ateşte yaktıklarını uzun uzun söylüyor, “Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için dua ediyoruz.” diyordu. Ali’nin, okunan iftiraları duydukça “Yalan, yalan!” diye haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zabitlerin Rumlara ne kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz, mektubun nihayetinde kendini İngiliz generaline takdim ediyor, “Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan yetiştirilmiştir. Her türlü fedakârlığı, hizmeti yapmak için hazırdır. Kendisine emniyet ediniz. Türkçeyi de gayet iyi bilir. Her ne isterseniz yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz hamiyet olduğunu gösterir.” tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa; köye, papaza dair Ali’ye birçok şey daha sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran zabite bakarak yavere emir verdi.
“Hemen telgrafla bu casusun tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin!”
“Başüstüne!”
Yaver çıkarken ilave etti, “Bu çocuğa da beş lira mükâfat ver.”
Fakat Ali zeki bir çocuk serbestliğiyle, “Ben para istemem.” dedi. Paşa ayağa kalktı. Ta gözlerinin içine baktı:
“Ya ne istersin?..”
“Hizmet etmek isterim.”
“Nasıl hizmet? Küçüksün, muharebe edemezsin. Okuyup yazman var mı?”
“Azıcık okurum.”
“Seni telefoncuların yanına vereyim. Telefoncu ol.”
Ali yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, fedakârlık yapmak, başkalarının yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin altını deldiğini, bir genç Rum’un üç yüz kişiyle yüz binlerce düşmanı bozup vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz mıydı? Rumlarla İngilizlerin parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi.
“Belki bizim taraf için faydalı bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm.” dedi. Paşa bu fikri çok muvafık buldu. “Bak, biz bunu düşünemedik!” diye hâlâ hiç sesini çıkarmadan oturan zayıf zabite döndü. Gülerek Ali’yi okşadı:
“Aferin sana!..”
Yaver, Ali’yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor, yavaş yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu.
***
Sabahleyin erkenden yaverle beraber karargâhtan çıktı. O da bir al ata binmişti. Yaverinki beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı.
“Artık yayan gideceğiz…” dedi. Belli ki buralarda muharebe olmuştu. Ali onun arkasına takıldı. Neferler atların yanında kalmıştı. Yaver önde, o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Birtakım askerlere rast geldiler. Hepsi selam veriyorlardı. Sonra kazılmış yola girdiler. Etraf görünmüyordu. Yürüdüler, yürüdüler… Bir tepenin arkasına çıktılar. Burada in gibi yerler vardı. Yaver bu inlerden birine onu soktu. İçeride üç dört zabit oturuyordu. Ali’yi onlara gösterdi. Paşanın arzusunu anlattı. “Kumandan Bey” dediği uzun boylu esmer adam:
“Pekâlâ.” dedi, “Ama gündüz gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son dirseğin nihayetinde bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık yarı görsün. Gece yardan aşağı iner. İngiliz mevkisine doğru çıkar. Sabahleyin beyaz mendil gösterir. Belki vurmaz, alırlar.”
Telefonu eline aldı. Söylediklerini tekrarladı. Sonra yanına bir emir neferi kattı.
“Haydi çocuğum, korkma…”
“Korkmam.”
Küçük Ali gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe kalbinin sevinçle çarptığını, tatlı bir hararetin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu.
Bugün muharebe olmuyordu. Geri hatları geçti. En ileri hatta erişti. Siperin içinde birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar, gülüşüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlardı. Sanki buraları bir düğün yeriydi. Her hatta birtakım genç zabitlere rast geliyorlardı. Zabitler, Ali’ye birçok şey soruyorlardı. Kumandan beyin “dirsek” dediği sipere gelince emir neferi onu kısa boylu, gözlüklü bir zabite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız kalınca bu zabitin yanına oturdu. Neferin kısaca söylediklerini daha uzun anlattı.
Zabit: “Peki çocuğum, bize misafir olursun, gece salıveririm.” dedi. Sonra onu kum torbalarının arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Funda ormanını, derin yarı gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu yarın etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için iki tarafın da askerleri yoktu. Gece oluncaya kadar zabitin yanında kaldı. Zabitle beraber yemek yedi. Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamıştı. Zabit, kendi eliyle onu siperin üstüne çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki… Siperlerde sanki hiç insan yoktu. Yalnız manası anlaşılmaz, uzak sesler duyuluyor fakat hiçbir aydınlık görünmüyordu. Küçük Ali, gündüzden gördüğü yarın dibine doğru inmeye başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, esvapları, yüzü gözü çiziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağının altından toprak, taş parçaları kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözü karanlığa alıştı. Bulutlar geçtikçe yıldızlar çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu. Yarın İngiliz tarafına tırmanacak bir yer buldu. Belki dört saatte buraya çıkmaya çalıştı. Biraz dinleniyor, bir parça ekmek yiyor, tekrar fundalara sarılıyordu. Bazen çıktığı yere bir kaya dayanıyor, tekrar inerek başka bir taraftan tırmanıyordu. Türk siperlerinin üstü morlaşınca Ali, İngiliz siperlerine iyice yaklaştığını gördü. Sindi. Biraz durdu. Cebinden, karargâhtan verdikleri beyaz bezi çıkardı. Kopardığı bir değneğe taktı. Yukarı kaldırdı. Ufkun üstündeki morluk pembeleşiyor, yıldızlar kayboluyordu. Yüz adım kadar yaklaştığı tepesindeki siperden birtakım sesler duydu.
“Kıbrıs, Kıbrıs!” diye bağırdı. Papazın parolası hemen anlaşılmıştı.
Görünmeyen insanlar cevap verdiler:
“Ela, ela…”
Küçük Ali, sesin çıktığı tarafa doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaların arasında tüfek uçları görünüyordu. Torbaların üstüne çıktı. Bayırı atlayamadı çünkü pek derindi. Kocaman, kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin açılmış kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler anlamadığı bir lisanla ona sualler soruyordu. Ali, derin bir haç çıkardı: “Ben Rum’um!” dedi. Getirdiği mektubu gösterdi:
“Puni general?”
“All right.”
“All right.”
Siperin içinde konuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu bir yer altı yolunda geri götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları ayrıydı. Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbirisi gülmüyor, herkes surat asmış, bir şeye dargın gibi duruyordu. Yer altı yolunun nihayetindeki inde uzun bir sandalyeye yaslanmış İngiliz zabite de Ali, meramını Rumca anlatmaya çalıştı. O vakit biraz durdular. Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu tercümandı. Ali, papazın söylediklerini tekrarladı. Mektup koynunda idi. Çıkardı, zabite uzattı. Zabit tercümanı dinledikten sonra sevinerek kalktı. Ali’nin elini sıktı. Yanındaki küçük masanın üstünde çabucak raporunu yazdı. İki askerle beraber Ali’yi kumandanın karargâhına gönderdi.
Bu karargâh gayet kalabalıktı. Tayyarelerin görmemesi için küçük, sık bir koruluğun içine, siperlerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Her taraf mermilerden mahfuz sanılacaktı. Ali küçük pencereli birçok odanın ta ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi muntazam boyalıydı. Orada oturan yavere, neferler raporu verdiler. Ali’yi gösterdiler. Yaver, yanda bir odaya girdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıdan gözüktü. Ali’yi çağırdı. Ali içeri girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, beyaz, kesik bıyıklı, kıpkırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gördü. Bu, İngiliz paşası olacaktı. Yanında asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca hitap eden bu askerin bir tercüman olduğu anlaşıldı. Papazın söylediklerini, Rumların nasıl dört gözle İngiliz ordusunu beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar İngiliz gülümsüyordu. Sözlerini tercüman naklettikçe kumandan İngilizce bir şeyler söylüyordu. Ali’nin sözü bitince İngiliz askerî kıyafetindeki Rum sordu:
“Papaz mektubunda sizin her türlü fedakârlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız?”
“Hazırım.”
“Buraya geldiğiniz gibi gidebilir misiniz?”
“Giderim. Beni Türkler de Türk sanıyorlar. Çok güzel Türkçe bilirim.”
“Türklerin karargâhlarına da siperlerine de girebiliyor musun?”
“Giriyorum. Onlara satmak için tütün, balık falan götürüyorum.”
“Pekâlâ, pekâlâ…”
İngiliz kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun yorgun yorgun oynayan dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mana çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercüman lafa başladı:
“Kumandan, papazınıza selam ediyor. Biraz geç de olsa mutlaka gelip sizi kurtaracağız. Mutlaka İstanbul’u alacağız. Bunda şüpheniz olmasın. Sana küçük bir saatli bomba vereceğiz. Bunu kurup gizlice Türk paşasının çadırının yanına bırakacaksın. Kurulduktan yarım saat sonra patlar. Hâlbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp kurtulursun!..”
“Kurtulurum.”
Kumandanın yüzü güldü. Hemen zile bastı, içeri gelen askere emirlerini verdi. Tercüman, Ali’ye papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türklerin korkup korkmadıklarını anlamak istiyordu. İki zabit bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şeyler çıkardılar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu, bombaydı. Üç dört kerpiç büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler. Anlattılar. Tercüman kendisine onların sözlerini tekrarladı:
“İşte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi saat içeriden işlemeye başlar. Sen hemen kaç! Yarım saat sonra ne karargâh kalır ne paşa… Hepsi havaya uçar.”
Ali, masanın üstündeki siyah şeye daha dikkatle baktı. Düğme beyaz bir madendi. Zabit İngilizce daha ziyade tafsilat veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu. İngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz adım uzağına bile konsa yine tesirinin müthiş olacağını tercümana söyletti. Küçük Ali, saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan ziyade idi. Tercüman, kumandanın iltifatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece, geldiği yerden gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası ihsan etti. Ali kabul etmek istemedi. “Kabul etmezsen köydeki fakirlere ver!” diyorlardı. Onu yandaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Önüne et, ekmek, tatlılar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta hizmet eden neferlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali’nin torbası yanındaki sandalyede idi. Ali yemeklerini yerken bu adamların alçakça niyetlerini düşünmeye başladı. Hâlbuki Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden Gece, Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin dibine bırakırım. Kendim kaçarım, dedi. Fakat böyle yaparsa siper uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları, büyük karargâhın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün karargâhı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman bir kurşun kerpiç gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu. Azıcık itti. Bir parmak kadar… Tekrar geri çekmek istedi. Hayır… Düğme geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına geldi. Ama nereye kaçacaktı. Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim paşaya götürüp teslim etse ne fayda hasıl olacaktı? Hiç… Yine İngiliz kumandanının kastı cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti. Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendi de beraber… Papaz, “Milleti için ölenler daima yaşarlar.” demiyor muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden, Bir insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil miydi? diyordu. Büyükbabasını, büyükanasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi. Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir darbe indirerek kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek… Gülümsedi. Bu büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağıyla düğmeyi yavaş yavaş ta nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağını yaklaştırdı. Tık… Tık… Tık… Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı. Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani… Artık yemiyor, düşünüyor, vakti hesap ediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.
Bir tepsinin kızaracağı vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver gördü.
Tercüman, “Karnın doydu mu oğlum?” diye sordu.
“Teşekkür ederim. Kumandana bir şey daha söyleyeceğim.
Demin unutmuşum.”
“Bana söyle yavrum, yavere söyleyeyim, o haber versin.”
“Hayır, çok mühim bir şey, ben kendim söylemeliyim…”
Tercüman, Ali’nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali’ye baktı. “All right.” diye başını salladı. Bombayı götüreceği için onu çok takdir ediyordu. Yaklaştı. Omzunu okşadı. Ali, bombanın işlediğini duyacak diye korktu.
“Haydi gel!”
Tercümanla beraber yandaki kapıdan girdiler. Başı kabak kumandan masanın üstündeki gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi. Sonra Ali’ye döndü:
“Ne söyleyeceksin?” dedi.
“Türklerin tarafına gitmeden evvel, bomba patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp köye gidince papazımıza anlatayım.”
Tercüman, kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:
“Bu en dehşetli cehennem makinesidir. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya uçurur.”
“Demek karargâhta ne kadar adam varsa hepsi ölecek?”
“Hepsi… Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargâhlarına yakınsa onlar da ateş alacaktır.”
“Ya bomba ateş almazsa?”
“Mutlaka alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.”
“Bunda hiç şüphe yoktur ya…”
“Asla…”
Ali durdu. Sırtında bombanın tik taklarını daha hızlanmış gibi işitti.
“Öyle ise kumandana söyle. Ben Rum değilim.”
Tercüman afalladı. Gözleri derinleşti:
“Ya nesin?”
“Türk’üm!”
“Türk mü?”
“Evet Türk…”
Gülüyordu. Göğsü kabarıyordu. “Türk” lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı. Tercümandan, Ali’nin ne söylediğini öğrenince yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı:
“Ne cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin!”
“Beni kurşuna dizemeyeceksiniz.”
Ali’nin gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir revolver çıkardı. Bir kasıttan korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu. Tercümana, “Vakit dar, çabuk söyle! O, beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim!” dedi. Tercümanın çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit kalmadı!
***
Türk tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü. Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut zabitleri telefonla kumandanlarına, “İngiliz karargâhlarının bulunduğunu tahmin ettiğimiz yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin, tayyarelerimizin eseri değil, bir kaza neticesi olması ihtimali vardır.” diyorlardı. Bu yangının asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir elemle küçük Ali’yi hatırlıyor, sakin erkân-ı harbine, “O gönderdiğimiz çocuktan hâlâ bir haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında zavallıya bir şey mi oldu?” diyordu.

BİRDENBİRE
“Daha kalkmadın mı Yumuk’um?”
“Görüyorsun…”
“Ee, ne vakit kalkacaksın? Saat on bir!”
“Hiç, hiç kalkmayacağım cicim.”
“Hasta mısın yoksa?”
“Bir şeyim yok.”
“Ee, bu tembellik ne?”
“Bu yatağa, bu yalnız yatağın lezzetine doyamıyorum ki!”
“Haydi deli!”
“Ah bilsen…”
Kapıdan giren saz benizli, narin kadın şuh bir teklifsizlikle tembel arkadaşının karyolasına oturdu. Lacivert baş örtüsünü yeldirmesinin omuzlarına indirdi. İçinde tek tük gümüş aklar görünen kumral, kıvırcık, gür saçları, hayalî bir çiçek demeti gibi meydana çıktı. Gülümseyerek, “Ben o lezzeti bilirim!” dedi. Pencereden, karşısındaki dolabın büyük aynasına aksetmiş gamlı sonbahar semasına bir an daldı. Pek gençken vardığı ihtiyar bir miralaydan yine pek gençken üç çocukla dul kalan bu yaşlı kadın hâlâ güzeldi. Endamındaki o bedii incelik kırkını çoktan geçtiği hâlde, onu yine dinç bir kız gibi gösteriyordu.
Yumuk, yusyuvarlak tombul elini yorgandan çıkardı. Misafirinin donuk bir leylağı andıran solgun eline vurdu.
“Ama Ahterciğim, sen artık bu lezzete doymuşsundur.” dedi.
“Niçin doyayım?”
“Öyle ya, kaç senedir…”
“Evet, dokuz sene.”
“Oh, bir hayat, bütün bir hayat!”
“Evet.”
“Bıkmadın mı hiç?”
“Alıştım.”
Ahter, talihini biraz kendisine benzettiği için Yumuk’u çok severdi. İhtiyar paşa babasının çılgınca muhabbeti içinde lalaların, dadıların kucaklarında şımartıla şımartıla büyütülen bu kızcağız da daha on sekizini doldurmadan abus bir zabite verilmişti. Berlin mekteplerinde tahsilini bitirip tamamıyla Almanlaşan bu adam, ağaçtan, hem de kayın ağacından yapılmış bir manken kadar katı, hissiz, duygusuz, hayalsiz, zevksiz, hasılı tatsız tuzsuz bir şeydi. Zavallı Yumuk’un bir buçuk sene onunla çekmediği kalmadı. O, hayatı tamamıyla romanlardaki gibi bilirdi: Hep aşk! Hep bir aşk etrafında biriken vakaların teakubu… Hâlbuki kocası ona, sevginin lafını bile ettirmiyor, biraz açılacak olsa, “Böyle düşünceler kokotlara yaraşır!” diye susturuyor, ruhunun şevkini daha parlamadan söndürüyordu. İşte hemen hemen altı ay vardı ki boşanmış, artık romanlarına, hülyalarına tekrar kavuşmuştu. Hayalin tadı, acı hakikatlerden sonra ne derin duyulur! Şimdi bütün muhayyilesinin içindeki dikensiz, fırtınasız cihanda yapayalnız, mesut yaşıyor, nihayetsiz tahayyüllere dalarak yatağından çıkmak istemiyordu.
Ahter, “Sakın sen buna alışma.” dedi.
“Sen nasıl alıştın?”
“Benim çocuklarım vardı.”
“Benim de hülyalarım var.”
“Hayır, Yumuk, hayır! Hakikat hülyadan şüphesiz daha iyidir!” Genç kadın doğruldu. Yatağında yan yastıklarına dayandı. Aile içinde herkes, bütün dostları ona “Yumuk” derlerdi. Şişman olmadığı hâlde vücudunda, yüzünde, omuzlarında, kollarında, hatta gözlerinde öyle tatlı bir yuvarlaklık vardı ki… Oynak hareketleriyle güzel, hırçın bir Van kedisini andırıyordu.
“Hakikat, yine birisine varmak mı?”
“Eğer hülya yalnızlıksa… Evet.”
“Mümkün değil Ahterciğim!”
“Demek hep böyle yaşayacaksın!”
“Evet.”
“Benim gibi?”
“Evet.”
“Daha yirmisinde yoksun. Demek on dokuz, yirmi beş, otuz sene… Ölünceye kadar böyle yapyalnız?”
“Evet.”
“Bütün bir hayat!”
“Yalnız bir şartla bu rahat yalnızlık cennetine veda edebilirim.”
“O şart ne?”
“Bir aşk!”
Ahter güldü. Genç kadının şen gözlerine mahzun mahzun baktı:
“Heyhat!” dedi, “Öyle müphem bir şey ki…”
“Niçin?”
“Daha aşkın ne olduğunu dünyada kimse öğrenememiş.”
“Kim diyor?”
“Ben diyorum, Yumuk’um. Senin düşündüğün aşk, bir zümrüdüankadır, ismi var, cismi yok…”
“Evet, bir zümrüdüanka… Yalnız masal! Şairlerin vehmi! Kim ona inanırsa bedbaht olur.”
Fakat Yumuk’un aşka büyük bir itikadı vardı. Koltuğunun altına bir yastık çekti. Karyolanın yanındaki küçük dolabın üstünden bağa bir kutu aldı. İçinden bir sigara çıkardı. Ahter’e verdi:
“Al bakayım şunu.” dedi, “Sana bugün aşkın ne olduğunu öğreteceğim.”
“Öğret bakayım.”
Kendi de bir sigara aldı. Yaktılar. İnce, mavi dumanların şeffaf bulutçukları içinde konuşmaya başladılar. Yumuk ne olduğu bilinmeyen, lâkin var olduğuna kimsenin şüphesi olmayan ruha dair ıstılahsız bir tasavvuf konferansına girişti. O söyledikçe Ahter gülümsüyor, “Bunlar hep laf! Hep kelime, hep kelime!..” diyordu. Yumuk’a göre maddi hayat ne olursa olsun “adilik”ten başka bir şey değildi. Asıl hayatın manası ruhtaydı. Ruhu olan yaşıyor demekti. Uzvi hayatın nebattan farkı yoktu. Ruhun varlığı da mutlaka aşkla kaimdi. Uzviyetimiz havasız nasıl yaşayamazsa aşksız ruhun yaşamasına da öyle imkân yoktu. Fakat insanlar aşkın mahiyetini kaybetmişlerdi. Hürmet ettikleri, acıdıkları yahut alıştıkları vücutları “seviyorum” zannediyorlardı. İşte bu yanlış zan aşkın kıymetini düşürüyordu.
Ahter sordu, “Aşkın doğrusu nasıldır?”
Yumuk, “Ah anlatabilecek miyim?” diye içini çekti, “Aşk, aşk, hakiki aşk… Bu tamamıyla ruhtan gelir. Ruhta yaşar. Uzviyetle, hayatla filanla hiç alakası yoktur. Öyle bir şey ki yıldırım gibi… Birdenbire!..”
“Vay, vay, vay…”
“Evet, birdenbire… Eğer ruhu varsa insan sever. Birdenbire… Sanki deli olur. Hayat, ufuk, gece, gündüz artık hep yüzüncü planda kalır.”
“Âşık Garip devrinde gibi?”
“Hemen hemen…”
Ahter çok yaşamış, çok görmüş, çok duymuş bir kadın tavrıyla sigarasını tablacıkta söndürdü. Tekrar dolabın aynasına akseden sonbaharın semasına bakarak hakiki aşkın ancak “hürmet, temayül, takdir” gibi hislerin tekâsüfünden başka bir şey olmadığını söyledi. Uzun uzadıya yaşanmış bir temayül, derin bir hürmet, samimi bir takdir olmadan aşk doğamazdı.
“Hele o ‘birdenbire…’ nazariyesi, çok saçma!” dedi.
“Niçin?”
“Anlamadan, bilmeden, duymadan, hissetmeden nasıl sevilir?”
“Birdenbire işte! İlk görüşte, yıldırım gibi.”
“Saçma, saçma… Birdenbire sevilemez ama…”
“Ne olur?”
“Yıllarca devam etmiş hakiki bir aşk ölebilir.”
“Nasıl?”
“Tıpkı yılların, mevsimlerin gıdasıyla yetişmiş bir fidana birdenbire indirilmiş bir balta darbesi gibi. Evet, birdenbire sevilemez fakat birdenbire insan soğur. Sevdiğine düşman olur. Ondan nefret eder.”
“Bir balta darbesi! Mesela, ne gibi?”
Ahter bir misal arıyormuş gibi siyah gözlerini süzdü. Parlak alnının ince, görünmez buruşuklukları gölgelendi. Yumuk, aşk münakaşalarında garip bir heyecana tutulurdu. Daha ziyade doğruldu. Arkasındaki yastıkları düzeltti.
Ahter: “Birdenbire aşkın ölümü!” dedi, “Evet, aşk yavaş yavaş doğar fakat birdenbire ölür. Aşkın hastalığı yoktur. Benim bir tanıdığım var. Yirmi beş senedir birini seviyordu. Hem de nasıl? Uzaktan uzağa, son derece samimi, son derece namuskârane…”
“Sonra?”
“Birdenbire bu âdeta manevi denecek aşktan soğudu.”
“Nasıl?”
“Anlatayım mı?”
Yumuk güzel arkadaşına sarıldı:
“Anlat kuzum Ahterciğim!” dedi. Genç kadın gülümseyerek bir masal ahengiyle başladı.
“Bir varmış, bir yokmuş…”
“Ah!”
“Evet, evvel zaman içinde… Ama o kadar eski zamanlarda değil. Şöyle yirmi yirmi beş sene evvel, tenha bir köşkün genç bir kızı varmış ve komşularından bir delikanlı… O vakitler şimdiki gibi değil, kaç göç gayet sıkı! Daha çocukken beraber oynarlarmış. Genç kız bu delikanlıyı uzaktan uzağa sevmiş. Derdini kimseye söylememiş. Zaten o vakit böyle dertlere doğrudan doğruya, ‘Namussuzluk!’ derlermiş. Zavallı kızın kısmeti çıkmış. Kendine sormadan, danışmadan hemen vermişler. Delikanlı da başka bir kızla evlenmiş. Gel zaman git zaman, köşkün genç kızı dul kalmış. Aradan seneler geçmiş. On beş yirmi sene kadar… Dünya değişmiş. İki taraf da eski zenginliğini kaybetmiş. Nihayet dul kadın yirmi senedir gizliden gizliye sevdiği beyin köşküne geçmiş. Selamlık tarafını kira ile tutmuş. Karısının son derece samimi ahbabı olduğu için daha doğrusu yaşları epeyce gecikmiş olduğu için bu beyle görüşmeye, konuşmaya da başlamışlar. Fakat aşk durur mu? Çocukluk hatıratından falan derken… İş aşka kadar varmış. Meğerse o bey de yirmi sene evvel alamadığı komşu köşkün kızını seviyormuş. Samimiyet son dereceyi bulmuş. Aradaki kapıyı da açmışlar. Bir aile gibi yaşamaya başlamışlar. Fakat bir gün bu kadın, ara kapının arkasından birtakım fısıltılar işitmiş. Kulağını yaklaştırmış; sevdiği, yalnızken kendine söylediği sözleri tekrarlıyor:
‘Ah sevgilim! Seni nasıl seviyorum! Seni görünce yüreğim ağzıma geliyor. Ah sen, benim ruhumsun.’ Falan filan…
Merak ediyor. Kapıyı itiveriyor. Bir de ne görsün? Yirmi senedir insan diye sevdiği; evdeki şişman, arsız, hayâsız hizmetçi kızın dizlerine kapanmış, pis eteklerinden öpmüyor mu? Yıldırımla vurulmuşa dönmüş.”
“Sonra cicim?”
“Sonra, hemen ara kapıyı mıhlatmış. Hepsiyle, o beyin karısıyla, ailesiyle selamı sabahı kesmiş. Birdenbire o kadar nefret, o kadar nefret etmiş ki…”
Yumuk, gözlerini Ahter’in gözlerine dikti. Ahter bu parıl parıl parlayan yuvarlak, mavi elmasların ateşinden kurtulmak için başını çevirdi.
“Görüyorsun ya Yumuk’um, hürmet, takdir hisleri kırılınca ideal bir aşk bile bir anda göçüyor.”
Yumuk, “Bu kadın sensin!” dedi.
“Ben mi?”
“Evet.”
“Haydi deli!”
“Hizmetçinin pis eteklerini öpen âşık da Nebil Bey!”
“Haydi deli!”
Yumuk’un neşeli çehresi birdenbire bozuldu. Daha ziyade yuvarlaklaştı. İnce kavis kaşları çatıldı. Ahter’e döndü. Tül perdeli açık pencereye yaklaştı. Yaprakları dökülmüş ağaçların iskelet dallarına, tenha bostanlara, dalgalarının figanı işitilen asabi denize bakmaya başladı. Zavallı Yumuk sinirlenmişti. Üşüyordu, titriyordu. Mor ipek kaplı yorganına iyice sarıldı. Penceredeki donuk sonbahar seması içinde -mesnedinden düşüp yıkık bir cidara dayanmış meyus bir heykelin gölgesi gibi duran- Ahter’i görmemek için gözlerini kapadı. Tekrar, öyle “temayül, hürmet, takdir” gibi umumi hislerden doğup birdenbire ölebilen fâni bir aşkı değil; birdenbire doğan, birdenbire yakan, birdenbire bütün hayata hükmeden ilahi bir aşkı düşünmek istedi. Fakat… Muvaffak olamadı.

HÜRRİYETE LAYIK BİR KAHRAMAN
Sevgili Efruz!
Hayatından şu birkaç levhayı yazarken ihtimal biraz mübalağacı göründüm. Ne yapayım? Bu benim mizacım… Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol ki maksadım seni ne tahkir ne de maskara etmek… Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yazmak isledim. Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar- tanır. Efruzcuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen “hepimiz” değilsen hile ‘‘hepimizden bir parça”sın…

    Ö. S.
Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı.
“Nasıl gördünüz mü?” dedi. Yirmi dört saat evvel Allah’tan ziyade Abdülhamit’ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelememişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu. İçlerinde korkunç bir “şüphe” çarpıyor, soramadıkları bir “Acaba?” Sökülmez bir hıçkırık ızdırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususi bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu, kabardı:
“Yoksa hâlâ haberiniz yok mu?” diye tekrar güldü. Bütün bir kalem ondan bir “Babıali kuşkusu”yla korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla “bâ-irade-i seniyye” gelen bu beyi amirleri hafiye, madunları “Jön Türk” sanırlardı. Kendisinin Galatasaray’dan, Mülkiye’den bazen de aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasıyla altın maarif madalyasının verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu “altın madalyayla diploma” mabeyinde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma Ahmet Bey’in elinde olsaydı hemen Avrupa’ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah… Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Bey’in Galatasaray’dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek, “Hepiniz korkuyorsunuz be!” dedi, “Yoksa haberiniz yok mu?”
Çekirdekten yetişme tam bir Babıali mahsulü olan Köse Mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:
“Neden haberimiz olacak? Ne var?”

Ahmet Bey en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabi bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyiz’e dik dik baktı. Acaba bu bir “istibdat” taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!..
“Hürriyetin ilan olunduğunu daha duymadınız mı?” diye haykırdı…
Kalem halkı, bu zavallı, iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk’ün ceplerinde, boğucu gaz çıkaran küçük küçük müthiş -komprime- bombacıklar var sanıyorlardı. Bazen bıyık altından “Cehennem leblebileri!” dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa… Bir anda Babıali dünya yüzünden silinecek, bir mezar, bir harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk istanbulinli Köse Mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi.
İri -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı, “Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum.” dedi.
Ahmet Bey, yine hiddetle sordu: “Hiçbir şey anlamadınız mı?”
“Ne anlayacağız?”
“Hürriyetin ilanını…”
“Hangi gazetede?”
“Hepsinde!”
Mümeyyiz sarı, sıska elleriyle titreyerek masanın sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:
“İşte Sabah ile İkdam… İlanat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.”
Hürriyetin ilanını ilanat sayfasında aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu Mümeyyiz’in hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir arslan gibi kükredi:
“Siz artık bu devre layık adamlar değilsiniz! İlanat sütunlarında hürriyet ilanı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır… En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyeti ilan ediyor.”

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz, kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı. Taktı. Sabah’ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Bey’e döndü.
“Kanun-ı Esasi hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?”
“Evet.”
“Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.”
“Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-ı Esasi… Kanun-ı Esasi hürriyet demektir.”

Köse Mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın, kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hasıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.
Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.
Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahihti. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşaya dün gece “ubudiyet arz ederken” kendisine, “Yarın hürriyet ilan olunacak.” demişti, “Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek, bu Jön Türk rezillerinin zaptının kabil olmayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin…”
O ana kadar tamamıyla mabeyine mensup geçinen Ahmet Bey, velinimetinin konağından çıkarken o kadar “hürriyetperver”di ki yanında Namık Kemal’le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenhaydı. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı’nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece uyuyamadı. Böyle ali, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikiyet hissediyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye’ye, hasılı herkese karşı bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdi. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giydi. “Tam resmî olmalıyım.” dedi. Beyaz eldivenler taktı Her günkünden daha şık oldu. Gelmesi, hürriyetten daha ziyade şaşılacak bir hadiseydi. Soluğu kalemde aldı. Arabada gelirken İkdam’ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-ı Esasi tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine:
“(…) Kanun-ı Esasi demek kâfidir!” diyordu. Kalemdekiler daha Kanun-ı Esasi tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü… Çünkü… Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, işte tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği Köse Mümeyyiz’e tekrar sordu:
“Demek Mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?”
“O vakitki Babıali zihniyetinden hariç” hiçbir şeye ihtimal vermeyen Mümeyyiz:
“Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam.” dedi, “Kanun-ı Esasi zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye… Asla…”

Mümeyyiz Kanun-ı Esasi’nin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi. Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.
Zira yaz kış Büyükada’da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının süt kardeşine mensup olması sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu.
Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. “Hürriyet” lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeye başladı. Ahmet Bey’e yüzünü çevirerek, “Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim! Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir!” dedi. Maiyetindeki kâtipler müdürlerinin ne mükemmel ne gayur adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek, “İşlerinize bakınız beyler!” emrini verdi. “Ben amirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesini ihmalsiz icrasıdır!”
Haftada bir iki defa, günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Bey’in canını sıktı. Ayağa kalktı, işte hepsi uyuyorlardı. Lâkin yarın… Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık bir asır kaybetmeye müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususi bir ahenk ile sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Başını uzatarak bütün kaleme:
“Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz!” diye haykırdı. Dışarı atıldı.
Babıali koridorları her vakitkinden daha tenha gibi duruyordu. Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıların önünde kalem beyleri dolaşıyolar, “âdetleri veçhile’’ Fransızca konuşuyorlardı:
“Je ne crois pas…”[1 - “Sanmam.”]
“Cet un blague.”[2 - “Bu bir şaka.”]
“Dis done…”[3 - “Vay canına.”]
“Eh bien, ce n’est pas possible.”[4 - “Olamaz, imkânsız.”]

Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor ama pek iyi, yani hiç anlamıyordu. “Hürriyetin Fransızcasını hatırlamaya çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu. “Leblebi” gibi bir isimdi…
“Leblebi, leblebici, labada… Hayır!”
Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken, “kahramanlık, gösteriş” damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden geçerek, sanki kaynamış bir su gibi bel kemiğinin hizasından akıyor, belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çenesi kilitleniyordu. Evet… Şimdi, şurada, “Yaşasın hürriyet!” diye bağırırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıali’de ilk defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak!.. Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Âdeta karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:
“Yaşasın hürriyet!”
Bir an herkes sustu… Kalem kapılarında vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyin tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey, Babıali’de ilk defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkaladelik duydu ki hükûmetin bütün ordusu önüne çıksa “Bir hamlede yere geçireceğim.” sandı.
Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi!
Dâhiliye tarafına, sadarete koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:
“Yaşasın hürriyet!”
Kapıcılar onu delirmiş zannıyla polise gönderiyorlardı. Ahmet Bey’in tutulmadığını, boyuna “Yaşasın hürriyet!” narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmaya başladılar. O coşuyor, deliriyor, bir artezyen gibi şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu.
“Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler! Lanetler olsun…”
Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki… Yarım saat içinde bütün Babıali yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprü’yü geçti. Beyoğlu’nu karıştırdı.
***
Bir saat sonra…
Evlerine kaçan vükelanın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafında müsteşarlar, müdürler, şura-yı devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilan ettiği hürriyetin yegâne failinin kendisi olduğunu sanıyordu. Hem… Bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükûmetin erkânı rükûya yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakiki bir kahraman süsü veriyordu.
Herkes de buna inanıyordu.
Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiçbir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği fedailerle korkunç bir roman uyduruyordu. Meclis odasının içi dışı dolmuştu. Herkes bir defacık olsun onu uzaktan görmek istiyordu. Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul’un otuz senedir hiçbir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Bey’in sesi kısılmıştı.
Meclis odasındakiler, “Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat!” diye haykırdılar.
Ama Ahmet Bey yalnız “hürriyet”lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebitin nasıl Kanun-ı Esasi’yi verdiğinden falan hiç malumatı yoktu. Avrupa’da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta tek bir Jön Türk’ün ismini bile bilmiyordu. Fakat işte herkes, bu binlerce hükûmet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar, kâtipler ona “Jön Türklerin kimler olduğunu” sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı. Hissi, idraki bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeye, hükmetmeye başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen, kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmaya başladı:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/bir-cocuk-aleko-69428746/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Sanmam.”

2
“Bu bir şaka.”

3
“Vay canına.”

4
“Olamaz, imkânsız.”
Bir Çocuk Aleko Омер Сейфеддин
Bir Çocuk Aleko

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв