Kaşağı

Kaşağı
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Kaşağı

KAŞAĞI

    Çocukluk Hatıralarından
Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz, iç çitin büyük kestane ağaçlarının arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu adam, babamın seyisi, ihtiyarca bir Çerkez’di. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la beraber onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek ne doyulmaz bir zevkti! Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, ahırı süpürmek, gübreleri kaldırmak en eğlenceli oyundan ziyade bizim hoşumuza gidiyordu. Hele tımar… Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı tık, tıkı tık… Tıpkı bir saat gibi… Yerimde duramaz, “Ben de yapacağım, ben de yapacağım!” diye tuttururdum. O vakit Dadaruh beni Tosun’un sırtına kor, elime kaşağıyı verir:
“Haydi yap!” derdi. Bu demir aleti hayvanın çıdağusuna sürter, fakat o ahenkli tıkırtıyı çıkaramazdım.
“Kuyruğunu sallıyor mu?”
“Sallıyor.”
“Hani bakayım.”
Eğilirdim, uzanırdım. Lakin atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
***
Her sabah ahıra gelir gelmez:
“Dadaruh, tımarı ben yapacağım.” derdim.
“Yapamazsın.”
“Niçin?”
“Daha küçüksün de ondan.”
“Yapacağım.”
“Büyü de öyle…”
“Ne vakit?”
“Boyun at kadar olduğu vakit…”

At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boynum karnına bile varmıyordu. Hâlbuki en keyifli, en eğlenceli şey bu idi. Sanki kaşağının muntazam tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, oynar, o zaman Dadaruh:
“Höyt, kerata…” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben de bir gün ahırda yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etme hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz, küçük odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok. Yatağın yanında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az kalsın sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta evvel İstanbul’dan gönderdiği hediyeler içinde çıkan fakfon kaşağı, parıl parıl parlıyordu. Hemen kaptım, Tosun’un yanına koştum. Karnına sürmek istedim. Rahat durmadı. Dönüp burnuyla bana vurdu. Öteki atlar da durmuyorlardı.
“Galiba acıtıyor.” dedim. Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim. Yine atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerideki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, ihtimal Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
(…) Babam her sabah dışarı giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Galiba yıkanacaklardı. Babam çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a haykırdı:
“Gel buraya.”

“Çıkar bakayım şunu.”
Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korktum. Dadaruh da şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam bunu kimin yaptığını sordu.
Dadaruh: “Bilmiyorum.” dedi.
Babamın gözleri bana döndü. Daha bir şey sormadan:
“Hasan.” dedim.
“Hasan mı?”
“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.”
“Niye Dadaruh’a haber vermedin?”
“Uyuyordu.”
“Çağır şunu bakayım.”

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının hiçbir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı.
Hasan’a dedi ki: “Eğer yalan söylersen seni döverim.”
“Söylemem.”
“Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?”
Hasan Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak: “Ben kırmadım.” dedi.
“Yalan söyleme diyorum.”
“Ben kırmadım.”
Babam tekrar:
“Doğru söyle, darılmayacağım, yalan çok fenadır.” dedi. Hasan inkârında inat etti. Babam hiddetlendi, üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı!” diye yüzüne bir tokat indirdi. Hasan avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı.
Babam Dadaruh’a: “Götür bunu eve. Sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!” diye haykırdı. Dadaruh ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.
Artık ahırda hep yalnız oynuyordum.
Hasan evde mahpustu. Yalan söylediği için babam yüzüne bile bakmıyordu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe “O yalancı!” derdi. Hasan yediği tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal veremiyordu.
“Acaba aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın!” derdi. Ertesi sene yazın annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderdik, doktor geldi. “Kuşpalazı.” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
“Niye ağlıyorsun?” diye sordum.
“Kardeşin hasta.”
“İyi olacak.”
“Olmayacak.”
“Ya ne olacak!”
“Kardeşin ölecek.” dedi.
“Ölecek mi?”

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük muhayyilem o vakitki dinî terbiyenin dehşetiyle dolmuştu. Yarın ahiret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın hakkını benden nasıl çıkaracaktı? Pervin’i uyandırdım.
“Ben Hasan’ın yanına gideceğim.” dedim.
“Niçin?”
“Babama bir şey söyleyeceğim.”
“Ne söyleyeceksin?”
“Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.”
“Hangi kaşağıyı?”
“Geçen seneki… Hani babamın Hasan’a darıldığı…”
Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni affedecekti.
“Yarın söylersin.” dedi.
“Hayır, şimdi gideceğim.”

“Şimdi baban uyuyor. Yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin. Ağlarsın. Hakkını sana helal eder.”
“Pekâlâ!”
“Haydi şimdi uyu.”
Sabaha kadar yine gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktık. Ben içimdeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Fakat heyhat, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük.
Babamın dışarı çıkmasını bekliyorlardı!

YEMİN
Ah, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı! Yaşamanın, eğlenmenin hoş bir zevki, güzel bir şekli vardı. Kadınlar başka, erkekler başka, ruhlarımız başkaydı. En büyük günahlar bile “din, iman, terbiye, namus, nezaket” perdesi altında hiç sezdirilmeden yapılır, masumluğun mukaddes füsunu asla kaybedilmezdi. Ben o vakitler Doğancılar’daki Hacı Hafız Sıdıka Molla’nın meşhur evine dadanmıştım. Matlûbe isminde bir kızı çıldırasıya seviyordum. Son yangınlarda yanan o kırmızı aşı boyalı viran ev, duvarları hanımelleriyle, sık sarmaşıklarla örtülmüş kûhi bahçe, yeşil çıkrıklı, mermer bilezikli kuyu hâlâ gözümün önünde… Hacı hanım çok sofu bir kadındı. Bütün şişman vücudunu kaplayan kocaman başörtüsünün içinden gök mavi gözleriyle -tıpkı bulutların arasında kalmış ihtiyar bir melaike gibi- bakar, ağzından hiç kötü söz çıkmazdı. Abdest, namaz, oruç en önde gelen merakıydı. Yanındaki kızlardan birisine tutulanı mutlaka ibadete başlatırdı. Sokağa bakan alçak tavanlı odacığı tıpkı minimini bir mescitti. Kıble tarafında mihraba benzer bir girintisi bile vardı. Buraya serili pamuk doldurulmuş yazma seccadesinden, mutfağa, ateşi hiç sönmeyen gusülhaneye bakmak için sık sık kalkardı. Kızlarının da hepsi sofuydu. Hiçbirisine alafranga esvap giydirmez, korse taktırmaz, yüzlerine allık, pudra sürdürmez, gözlerine sürme çektirmezdi. Dört peşli mavi basma entarisiyle, fes rengi oymalı yemenisiyle, tombul Matlûbecik ne şirindi. Ben gelir gelmez, şimdiki zamane kızları gibi hemen boynuma atılmaz, “Haydi gusülhaneye aslanım!” diye, yavaşça yukarı çıkarır; beni yıkar, temizler, abdest aldırtır, çamaşırlarımı değiştirirdi. Sonra, hacı hanımın elini öpmek için odasına inerdim. Ne kadar vakit namazlarını onun odasında yan yana kılmıştık. Hele Ramazanları… Bir sene, bütün bir ramazan, Matlûbe’yle kapanmıştım. Sahurdan bir saat evvel, hacı hanım kapımızı vurarak bizi uyandırıyordu. Suyu ısınmış gusülhaneye koşuyor, soyunup abdestimizi alıyor, sofranın başına, temiz temiz, saçlarımızın nemiyle geliyorduk. Yemekten sonra imsak topunu beklemek ne ulvi bir neşeydi! Bazen sabah namazını kılar, öyle yatardık. Gündüz, öğle namazından sonra hacı hanım kızlarını camiye vaaza götürürdü.
“Matlûbe evde kalsın! Ben yalnız ne yapayım hacı nine!” diyecek olsam:
“Nafile namazı kıl, aşir oku, hiç canın sıkılmaz yavrum.” cevabını verirdi. Benden başka eve gelen erkekler hep hısım akraba, hep süt oğul, ahiret evladı filandı. Matlûbe, benden başka hiçbir erkeğe çıkmıyor, en yakın akrabalarından, hatta erkek kardeşinden bile kaçıyordu.
***
Bir gün, ikindi namazından sonra hacı hanımın odasında oturuyorduk. Matlûbe çamaşır ütülüyor, diğer iki kız, Kadriye ile Firdevs yorgan kaplıyorlardı. Hızlı hızlı kapı çalındı. Matlûbe cumbaya koştu. Sonra birdenbire döndü:
“Hacı anne… Sabri…” dedi.
“Sabri mi?”
“O, vallahi…”


Birbirlerine bakıştılar. Hacı hanım seccadesinden kalktı. Matlûbe sararmıştı. Öteki kızlar da şaşkın şaşkın kapladıkları yorganı topluyorlardı.
“Bu Sabri kim?” diye sordum. Hacı hanım:
“Matlûbe’nin teyzesinin oğlu…” dedi. Sonra afal afal bakan Matlube’ye döndü:
“Haydi git, kapıyı aç…”
“Ee ben…” dedim, “Burada duracak mıyım?”
Hacı hanım:
“Hiç öyle şey olur mu?” diye güldü, “Sabri çok sofudur. Senin burada olduğunu sezerse hiçbirimizi sağ komaz!”
“Ee, ne yapacağız?”
“Haydi şu yüke giriver!..”
“Ya ararsa?..”
“Aramaz.”
“Şüphelenip arayacağı tutarsa?”
“Bana inanır, diyorum, yavrum, haydi çabuk gir. Yalnız öksürme, çıtırtı filan yapma!”
Yerimden kalktım. Öteki kızlar da yorganları, çamaşırları dışarı çıkardılar. Yüke girdim. Burası zifirî karanlıktı. Nefesimi kestim. Şahmeran masalında kuyuya düşen Bülkıya gibi yükün kapısındaki bir budak deliğinden giren aydınlıktan başka bir şey görmüyordum. Bir dakika geçmeden Sabri odaya girdi. Ben hemen uzandım, budak deliğine sağ gözümü uydurdum. Bu, iri yarı, pala bıyıklı, siyah fesli, kabadayı bir gençti. Hâl hatır sorduktan sonra:
“Hacı anne! Matlûbe başka birisine çıkıyormuş! İşittim. Bugün buraya onu temizlemeye geldim!” dedi.
Hacı hanım hiç istifini bozmadı:
“Hayırdır inşallah… Sen rüya görmüşsün. Geçen hafta teyzesinin oğlu geldi de hem süt kardeş oldukları hâlde, ben yine göstertmedim. Sen benim nasıl kadın olduğumu bilmiyorsun galiba?”
“Biliyorum ama…”
“Ee ne?”
“Diyorlar ki seviştiği herif şimdi bile bu evin içindedir.”
“Sen vallahi deli olmuşsun! Kim diyor?”
“Kimse kim…”
“Gözleri kör olsun iftiracıların! İşte sen, işte ev!.. Her tarafı kalk, ara.”
Sabri biraz durakladı. Dişlerinin gıcırtısını duyuyordum. Kırmızı muhacir bezi örtülü boy minderine yan oturmuştu. Sarı şayak ceketinin altından saldırmasının ucu görünüyordu. İçime soğuk bir ürperme geldi. Yanımda toplu iğne bile yoktu. Silahlarımın hepsi Matlûbe’nin yastığının altında idi. Hacı hanım sükûtu bozdu:
“Yook Sabri! Ben böyle şüpheye filan gelemem!” diye başını salladı. “Benim namusum var. Sana darılırım. Yüzüne bakmam. Şimdi seccadeden kalktım. Taze abdestimle sana yemin edeyim. Yalancıların gözleri kör olsun. Sürüm sürüm sürünsünler inşallah…”
Sonra ayakta divan duran solgun, perişan Matlûbe’ye sordu:
“Abdestin var mı kızım?”
“Var hanım nine.”
“Şu duvardaki Kur’an-ı Kerim’i alıver.”
Matlûbe yürüdü. Daima mihrap gibi yerde asılı gördüğüm, yeşil ipek bir bohçaya sarılı Kur’an-ı Kerim’i aldı, öptü, başına koydu. Hürmetten memeleri hizasında tutarak getirdi. Hacı hanım, Kur’an-ı Kerim’i tuttu, öptü, başına koydu. Sonra sol elinin avcuna aldı. Sağ eliyle üstüne basarak:
“Vallahi, billahi, tallahi, bu kitap beni çarpsın; eğer senden başka Matlûbe’nin yüzünü kimse gördüyse…” dedi.

“Nasıl, şimdi inandın mı bana?”
“İnandım.”
“Bir daha müzevirlerin sözüne uyup üstüme gelme, Sabri!”
“Affet hanım nine…”
“Yok… Ben böyle rezalete gelemem.”

Tekrar Kur’an-ı Kerim’i öptü. Başına koydu. Matlûbe’ye verdi. Matlûbe aynı öpme ayinini icradan sonra yeşil bohçalı kitabı duvardaki çiviye astı. Ben yükün içinde yıldırımla vurulmuşa dönmüştüm. Yüreğim çarpıyor, belimin aşağısı uyuşuyordu. O vakit çok dindardım, öleceğim sandım. Sanki beni yalan yere edilen bu yemin tutuyordu. O vakitler yemin çok büyük bir şeydi! Binlerce lira verilse bir yalancı şahit bulunamazdı. Eskiden yalan yere yemin insanı olduğu yerde tutar, hiç kımıldatmaz, öldürüverirdi! Zamanımızın ne İspanyol nezlesine ne tifüsüne benzerdi. Sabri, hacı hanımın yeminine inandıktan sonra kalktı. Elini öptü. Aşağı indi. Sokak kapısı örtülür örtülmez yükün kapısını ittim. Dışarı fırladım. Hacı hanım hâlimi görünce gözlerini açtı:
“Çok mu korktun yavrum?”
“Yok…”
“Ee, o ne öyle… Betin benzin sapsarı!”
“Yemin tutuyor!” dedim.
“Hangi yemin?”
“Yalan yere senin ettiğin yemin!”
“Benim mi?” diye güldü.
“Evet… Abdestli abdestli Kur’an-ı Kerim’e el bastın. Matlûbe’yi kendisinden başka kimsenin görmediğine dair o herife yemin ettin. Hâlbuki her gece, onunla beraber, bir yatakta yattığımızı bilmiyor musun?”
“Sus, sus. Böyle terbiyesiz, hayâsız laflar istemem. Şuraya otur bakayım. O senin ahiret kardeşin…” diye elimden çekti. Sonra kapıdan giren Matlûbe’ye:
“Haydi, o Kur’an-ı Kerim’i getir de yiyelim kızım!” dedi.
“Peki anneciğim!”
....
Ben bu emirden bir şey anlamadım. Aptallaştım.
Matlûbe mihrap gibi yere koştu. Yeşil bohçaya sarılı kitabı aldı. Getirdi. Bu sefer memelerinin hizasında tutmuyordu. Minderin üstüne benimle hacı hanımın arasına koydu. Tombul elleriyle bohçayı çözdü. Bohçanın içinde kahverengi ikinci bir bohça daha vardı. Onu da çözdü. Ortaya çıkan pembe kutunun kapağını birdenbire açtı. İçi, sarı sarı, gayet nefis kuru incirle doluydu. Bir şey söyleyemedim. Başımı salladım. Güle güle bu incirleri yedik.
Hacı hanım: “Ettiğim yeminin kimseyi tutmayacağına aklın erdi ya oğlum.” diye yanağımı okşadı.
“Erdi…”
Sonra Matlûbe’ye döndü:
“Haydi kızım, ağabeyini yatak odana götür. Korku damarlarına bas! Sabri budalasından biraz ürktü galiba…”
***
Heyhat! Artık İstanbul’da ne Matlûbe gibi körpe, temiz, oyasız, masum, süssüz yosmalar kaldı ne de Sabri gibi dostunu kesmeye gelen saldırmalı, yemine inanır kabadayılar!.. Ben bilmem niçin, kutu incirlerinde bile o eski lezzeti bulamıyorum. Ah, evet, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı!

TÜTÜN
Cabi Efendi artık bahçeye çıkamaz olmuştu. Zira mutfaktan geçmek icap ediyordu. Aşçı Şulever Bacı kendisini görür görmez eteklerine yapışır:
“Beni tütünü bitti efendi, tütün ister ben…” diye tuttururdu.
Bu leblebi kadar küçük kafalı, dal gibi ince ihtiyar Arap, Cabi Efendi’nin doğduğunu görmüştü. Parlak, abanoz renkli cildini, geçirdiği yetmiş senenin elemi bozamamıştı. Hâlâ otuz yaşında gibi görünür, hâlâ bir genç halayık gibi dinç, atik, hamarattı, bütün evin yemeğini vaktinde pişirirdi. Ömründe hastalık yüzü görmemişti. Altmış yıldır bu kubbe gibi geniş kemerli evvel zaman mutfağında boğaz tokluğuna hizmet eder, evin içinde doğanlarla ölenleri görmek için senede bir iki defa ocağın başından ayrılırdı. Yalnız tütüne iptilası ailenin canını sıkıyordu. Eğer verilse günde bir okka tütün içebilirdi. Cabi Efendi bu hâline kızar:
“Hınzır fellah! Sigaradan ne keyif duyuyor…” derdi… Son zamanlarda en adi tütünün paketi bile sekiz on kuruşaydı. Ayda altı yedi lira yalnız Şulever’in tütününe gidiyordu. Hem musibet, her tütünü beğenmez, “Bunun içimi fena, bunun içimi zehir gibi…” diye söylenip dururdu. Bir gün Cabi Efendi onu ocağın başında uyumuş gördü. İçinden, Hah,antrevermedengeçebileceğim, dedi. Ayaklarının ucuna basarak bahçe kapısına yaklaştı. Tam açacağı zaman Şulever uyandı:
“Beni tütünü yok… Ne olacak böyle efendi…” diye doğruldu.
“Sokağa çıkamadım Bacı… Yarın alır gelirim.”
“Benim kafa yerinde değil.”
“Canım yarın yerine gelir…”
“Şimdi sizin tütünden verin bir parça…”
“Pekâlâ…”
Cabi Efendi tabakasını açtı. Baktı ki hiç tütün kalmamış. Aç bir hayvan gibi ateş saçan gözleriyle ellerine bakan Arap’a:
“Dur azıcık, sokağa çıkıyorum. İçeri girince yukarıdan sana gönderirim.” dedi. Açtığı kapıdan çıktı. Sünbüli bir hava büyük bahçeyi gölge içinde bırakmıştı. Biraz dolaştı. Kendi ana lisanını unutan, Türkçeyi öğrenemeyen bu Sudanlı ihtiyar, dokuza kadar sayamadığı hâlde nasıl tiryaki, nasıl keyif sahibi oluyordu? Bunu düşündü. Demek keyif yalnız akıllı insanlara mahsus değildi. Düşünürken gözü yerdeki kurumuş patlıcan yapraklarına ilişti. Mesela vaktiyle Avrupa’dan içmek için tütün yaprağı getirilecek yerde patlıcan yaprağı getirilseydi acaba insanlar bunun da tiryakisi olacaklar mıydı? Mihaniki bir hareketle birkaç yaprak kopardı. Kokladı. Hiç kokusu yoktu. Sonra kuyunun yanındaki kanepeye oturdu. Cebinden çıkardığı sedef kaplı çakısıyla bu yaprakları tütün gibi kıydı. Rengi hakikaten tütüne benziyordu. Tabakasından bir yaprak kâğıt çıkardı. Bir sigara sardı. Çakmağı çaktı. Yaktığı sigarayı bir nefes çekti. Azıcık daha öksürükten boğulacaktı. Sigarayı yere fırlattı.
“Hay Allah belasını versin!” dedi, “İşte tam Şulever’e layık tütün…”
Gülümsedi. Kıydığı yaprakları boş tabakasına doldurdu. Kalktı. Mutfağa girdi.
“Bacı sana kendi tütünümden vereceğim, ama her vakit istemeyeceksin.” dedi.
“Niçin her vakit vermeyeceksin?”
“Çünkü çok pahalıdır. Bundan yalnız padişah içer…”
Tabakayı Şulever’e uzattı. Arap hemen bir sigara sardı. Eğildi, maltızdaki tencerenin altından yaktı. Fosur fosur içmeye başladı. Fakat hiç öksürmüyordu. Cabi Efendi gülmekten katılıyordu.
“Nasıl Bacı?”
“Ne gozel, ne tatlı… Padişah tütünü… Ne olacak…”
Ağır koku fışkırtan dumanları savuruyordu… Cabi Efendi tabakasındaki patlıcan yapraklarının hepsini, sevincinden eteklerini öpen aşçısının meşin kesesine boşalttı.
***
Artık birkaç ay geçti. Cabi Efendi: “Hınzır fellahın bir şeyden anladığı yok. Nafile yere para sarf ettiriyor…” diye ona verilen tütünün miktarını azaltmıştı. Ama günler geçtikçe Şulever fenalaşıyor, bütün bütün zayıflıyordu. Nihayet bir sabah yatağından kalkamadı.
Getirilen doktor: “Ayol bu bitmiş! Nabzı yirmi beş atıyor. Yarına çıkmaz!” dedi. Veda için bütün aile zavallının yatağı etrafında toplandılar. Kilerden zemzem testisi de çıkarıldı. Cabi Efendi dalgın yatan aşçısına hazin hazin baktı. Çok üzülen gelinine döndü:
“Ne olacak, yaşamanın sonu hep ölüm işte…” dedi. Sonra ilave etti:
“Herhâlde seksen yaşından ziyade… Ben doğduğum vakit otuz yaşında imiş! Hastalığı ihtiyarlık…”
Bu sözleri işiten Şulever birdenbire gözlerini açtı, ademden aksediyor sanılan keskin, derin bir sesle:
“Hayır, hayır, ben ihtiyarlıktan değil, tütünsüzlükten ölüyor…”
“Tütünsüzlükten mi?”
“Ya…”
Cabi Efendi yatağa eğildi:
“Niçin öyle söylüyorsun Bacı? Sana her gün sekiz kuruşluk bir paket tütün vermiyor muydum?”
“Veriyordunuz. Ama ben o paketleri hep bahçedeki boş kazanın içine attı.”
“Niçin içmedin?”
“Padişahın tütününden içtikten sonra onlar zehir gibi geliyordu. İçemiyordum.”
Cabi Efendi gözlerini açtı:
“Hangi padişahın tütününden?” diye sordu.
“Hani bir gün bahçeden girince bana vermiştiniz…”
“Ayol onlar patlıcan yaprağıydı.”
“Yalan, yalan…”
“Vallahi, billahi Bacı…”
“Yalan, ben tütünden anlar çok. O şeker gibi bir şeydi…”
***
Cabi Efendi aşçısını verdiği şeyin patlıcan yaprağı olduğuna bir türlü inandıramadı. Kızlar koşup bahçede boş kazana baktılar. Hakikaten açılmamış paketlerle doluydu. Doktorun dediği aynıyla çıktı. Ertesi gün Şulever ölüyordu.
Ağzına uzatılan zemzem fincanını kurumuş, pörsük dudaklarıyla itti.
“Bana padişahın tütününden bir parça verin!” dedi. Ev halkının hepsi bu son arzuyu yerine getirmek için bir tarafa koştu ve civar bostanlara dağıldılar. Bir tane olsun kurumuş patlıcan yaprağı aradılar, fakat bulamadılar. Çünkü mevsimi değildi…

EZELÎ BİR ROMAN

Kısa Hikâye
Dibace
Âdem Bey büyük ıhlamur ağaçlarının altında yapayalnız geziniyordu. Ay, mavi, şeffaf bir tülle örtülmüş dargın bir güneş gibi tenha yolu aydınlatıyor, korunun karanlık gölgelerinde henüz uyuyamamış asabi bülbüllerin ağlayışları duyuluyordu. Âdem Bey donuk bir beyazlıkla parlayan büyük mermer havuzun başında birdenbire durdu. Karşıdan gayet beyaz ince bir hayalin geldiğini gördü. Yüreği hop etti.
Kendi kendine: “Bu kim?” dedi.
Uzaktaki hayal sanki kulağının içinde imiş gibi cevap verdi:
“Ben!”
“Sen kimsin?”
“Akşamdan beri aradığın…”
!!!


Birinci Fasıl
İki genç koşarak kucaklaştılar. Tenha yolda beraber yürümeye başladılar. Yere akseden gölgeleri bir taneydi. Bülbüller uyudu. Rüzgâr sustu. Ay onları görmemek için kalın bir bulutun arkasına girdi.
Havva Hanım: “Ne kadar mesudum!” dedi.
Âdem Bey: “Şimdiye kadar ne bedbaht imişim!” diye cevap verdi. Harfleri derin öpüşlerin ruhu dolduran akislerinden çıkmış lahuti kelimelerle aşka dair konuştular. Kucak kucağa gezdiler, gezdiler, gezdiler. Tekrar mermer havuzun başına geldikleri zaman fecir mor gözlerini açıyordu. Havva Hanım oradaki çim kanepeye oturdu. Âdem Bey diz çöktü. Onun beyaz narin elini öperek:
“Ölünceye kadar…” dedi.
“Hep böyle değil mi?”
“Hep böyle…”
Dudak dudağa ebedî vefa yemini ediyorlardı. Havva Hanım birdenbire:
“Ah!” diye haykırdı.
Âdem Bey sordu:
“Ne var ruhum?”
“Şuna bak…”
Büyük mermer havuzun fıskiyelerindeki çanağa bir ihtiyar ecinni oturmuş, onlara gülüyordu. Beyaz sakalı bir karış boyundan çok uzundu. Kırmızı külahının kocaman sırma püskülü sol omzuna düşüyor, kahkahası asabı yırtan bir intirakla bütün koruyu çınlatıyordu. Âdem Bey sarardı.
“Ne gülüyorsun?” diye sordu. Ecinni cüce, oturduğu istiridye şeklindeki çanaktan havuza atladı. Durgun suyun üzerinde, bir halıya basıyormuş gibi, batmadan yürüdü. Havuzun kenarına çıktı.
“Hâlinize gülüyorum!” dedi.
“Hâlimizde ne var?”
“Yalan söylüyorsunuz. Birbirinizi aldatıyorsunuz!”
Havva Hanım: “Bizim birbirimizi ebedî bir aşkla sevdiğimize inanmıyor musun?” diye sordu. Cüce tekrar ebedî bir kahkaha çınlattı.
“Fâni hayat içinde ebedî bir aşk ha?..”
“Evet!”
“İşte en büyük yalan!”
Âdem Bey: “Kısa bir hayatı uzun bir aşk, derin bir vefa dolduramaz mı?” dedi.
“Dolduramaz.”
“Niçin?”
“Çünkü hayat ne kadar kısa ise dakikaları o kadar uzundur!”


Bu sözden ikisi de bir şey anlamadı. Tekrar kucaklaştılar. Cüce dizlerinin dibine yaklaştı. Kalın sesiyle: “Şimdi böyle can cana fakat sonra yan yana, en nihayet…” dedi. Sözünü tamamlamadı. Yine bir kahkaha attı. Âdem Bey fenalaşan sevgilisini bıraktı. Cüceye döndü, sordu:
“Ee, en nihayet?”
“Sen bir yana, o bir yana!”
Havva Hanım kendine geldiği zaman gün doğmuş, cüce gecenin gölgeleriyle beraber sır olup gitmişti.
İkinci Fasıl
Evlendiler. Seviştiler. Bir vücut gibi yaşadılar. Ruhları, hisleri, zevkleri, neşeleri birdi. Geceleri yataklarında yan yana yatıyorlar, sabahları can cana kalkıyorlardı. Günler, haftalar, aylar geçti.
“Hep böyle değil mi?”
“Hep böyle…”
“Ebediyen?”
“Ebediyen.”
“Can cana, değil mi ruhum?”
“Can cana! Ebediyen…”
Yatak odalarının pencerelerine konan kumrular onların muhabbetini kıskanıyor, aşkın ahengini ağlayan “gu gu”larıyla sanki:
“Ah biz de böyle, biz de bu kadar sevişebilsek…” demek istiyorlardı.
Üçüncü Fasıl
Sonbaharın nihayetlerine doğru Âdem Bey rahatsızlanmıştı. Gittikçe benzi sararıyor, tesellisi bulunmaz, müphem bir elem ruhunu sıkıyordu. Her gece Havva Hanım’ın sorduğu:
“Hep böyle, can cana?”

“Değil mi?” sualini bir gün işitmedi. Aklında başka bir şey, başka bir şeyler vardı! Havva Hanım cevapsız kalınca uyumadı. Kolları gevşeyen, dudakları solan, alnı çizgilenen kocasına baktı. Baktı. Baktı. Hayaline ilkbaharın mavi gecesi doğdu. Havuzun fıskiye çanağından atlayan cüceyi hatırladı.
“Demek şimdi yan yana.” diye içini çekti. Horuldayan kocasının yanına uzandı.
Hatime
Soğuk bir kış gecesi Âdem Bey karısına:
“Sen açılıyorsun! Ben de üşüyorum!” dedi. Bu sözde “azarlama”yı artıran gizli bir kabalık vardı.
Havva Hanım: “Uyurken… Haberim olmadan, ruhum, darılma…” diyecek oldu.
Kocası: “Yatak geniş… Yorganlarımızı ayıralım. Ben bir yana çekileyim. Rahat rahat uyuyalım!” cevabını verdi. Havva Hanım gülümsedi:
“Ben de bir yana, pekâlâ!”
Büyük ela gözleri yaşardı. Kalbinden taşan bir hıçkırığı tutmak için başını yukarı kaldırdı. Birdenbire buğulanmış camın arkasında, geçen ilkbahar gecesinin ak sakallı ecinnisini gördü. Koştu. Pencereyi kaldırdı. Sabahki tipinin camla panjurun arasına biriktirdiği karlardan başka bir şey bulamadı. Bu beyaz, soğuk yığını, hararetten tutuşan elleriyle sanki cücenin sakalı imiş gibi okşadı.
“Ah yalanmış! Yalanmış!” diye inledi.
Âdem Bey gözünü kapar kapamaz rahat uykusuna dalmıştı. Karısının bütün gece devam eden hıçkırıklarını duymadı…

TÜRKÇE REÇETE

Kısa Hikâye
Belkıs, geniş yatağında, mavi ipek kaplı yorganının altında sıkılmış bir yumruk gibi yusyumru yatıyordu. Sabahleyin vurdumduymaz kocasıyla yine bir fasıl gürültü etmişti. Şimdi sinirleri çekiliyor, kalbi sızlıyor, başı çatlayacak gibi ağrıyordu.
Kendi kendine: “Ölüyor muyum?” dedi. Bağırmak, geceliğini parçalamak, yerlere atılmak istiyordu. Fakat ağır bir kâbusun hareketsizliğiyle bir şey yapamıyor, dişlerini sıkıyor, zangır zangır titriyor, inim inim inliyordu. Onun feryatlarını, Eleni ta aşağıdan işitti. İmdadına koştu.
“Hanımcığım, ne oluyorsunuz?” diye yorganı kaldırdı.
“Ölüyorum, kız…”
“Ah Panayi… Susunuz!”

Belkıs feryadını yine tekrarladı:
“Ölüyorum. Bu sefer ölüyorum…”
“Susunuz, kale…”
“Ölüyorum, Eleni…”
“Kolonya ile bari göğsünüzü ovsam…”
“Hayır, hayır…”
“Yüzünüze su serpsem…”
“Hayır, hayır… Telefona koş! Doktor Şerif’i çağır… ‘Hanım son nefesini veriyor!’ de. Araba mı bulur, at mı, otomobil mi? Kuş olsun, uçsun gelsin! Bir dakika geç kalırsa cenazemi görür. Böyle söyle işte…”
“Peki hanımcığım!”
“Haydi koş diyorum!”
Hizmetçi kız aynalı dolabı, kapalı pencereleri zangırdatan bir çabuklukla kapıdan fırladı. Belkıs iyice yumrulaştı. Daha keskin, daha acı inlemeye başladı.
***
Doktor Şerif onun biraz akrabasıydı. Şimdiye kadar hiç kendisini göstermemişti. Ama herkesten methini işitiyordu. “Kadın hastalıkları” mütehassısıydı. İki sene evvel mektepten çıkmış, pek büyük bir şöhret kazanmıştı. “İnsanı lafla iyi ediyor…” diyorlardı. Belkıs çok beklemedi. Yarım saat geçmeden iri yarı, şuh bir delikanlı odaya girdi. Karyolanın yanına konulan koltuğa oturdu. Belkıs hâlâ inliyordu. Teklifsizce yorganı kaldırdı.
“Neniz var, Belkıs Hanım?”
“Ah doktor, siz misiniz?”
“Evet, bendeniz…”
“Görmüyor musunuz, ölüyorum işte…”
“Görüyorum ki bir ilkbahar sabahı kadar pembe, bir dişi kaplan kadar kuvvetli, yeni açan bir gül tomurcuğu kadar sağlam yaşıyorsunuz!..”
Belkıs, azıcık doğruldu. Kaşlarını çattı.
“Rica ederim, şairliği bırakınız.” dedi, “Hastayım. Bana bir ilaç veriniz.”
Doktor güldü.
“Hah şöyle! Biraz doğrulunuz bakayım.”
“Hiçbir tarafım tutmuyor!”
“Gayret ediniz.”
“Oh, oh…”
“Ben de yardım edeyim.”
Nazik doktor, Eleni’nin şeytan bakışları altında, kollarının çıplak yerlerine dokunmamaya çalışarak hastasını doğrulttu. Arkasına, yanlarına yastıklar sıkıştırdı. Oturduğu koltuğu yatağa iyice bitiştirdi. Kendi eviymiş gibi hizmetçiye:
“Haydi kızım, sen de bize birer şekerli kahve yap!” dedi.
Sonra cebinden çıkardığı altın tabakadan yaldızlı bir sigara çıkardı. Belkıs’a uzattı:
“Şunu alınız bakayım.”
“İçmem doktor.”
“İçinize çekmezsiniz. Hele bir yakınız.”

Kendi de bir sigara yaktı. Dereden tepeden konuşmaya başladı. Daha kahve gelmeden ikinci sigaraları yakmışlardı. Belkıs açıldı. Doktor tıpkı bir kadın gibi konuşuyordu. Hep son günlerin dedikoduları… Sevenler, sevişenler… Ayrılanlar, barışanlar… İntihar teşebbüsleri… Kadınlık hukukuna dair fikirler…
Belkıs: “Biz Avrupa kadınlarından çok daha talihsiziz. Onların büyük elemlerini uyutacak birçok teselli melceleri var!” diyordu.
Doktor sordu: “Bu melce neresi?”
“Manastır! Orada, bir kadın bedbaht oldu mu kilisenin aguşunda ezelî bir teselli bulur.”
Doktor: “Bırakınız rica ederim.” diye güldü, “Böyle melce olmaz olsun. Diri diri mezara girmek!.. Bilakis bizim kadınların melcesi ne latiftir!”
“Bizim melcemiz neresi?”
“Bilmiyor musunuz?”
“Hayır.”
“İsviçre.”
Belkıs, beyaz çıplak kollarını, sık kumral saçlarını sarsan bir kahkaha ile güldü. Türkiye’de bedbaht olduktan sonra âşığıyla İsviçre’ye itikâfa çekilen bir hanımdan bahsettiler. Bir saat süren gevezelik Belkıs’a bütün ızdıraplarını unutturdu.
Doktor, “Size doyum olmaz!” diye gülerek müsaade istedi. Kalktı. Güzel hastasının elini öperken o:
“Fakat bana bir ilaç!” dedi.
“Başüstüne!” diye eğildi. Cebinden çıkardığı maroken defterden bir yaprak kopardı. Kurşun kalemi elinde, düşünüyordu.
“Aman doktor, acı bir şey olmasın?”
“Peki.” dedi.
“Hap, kâşe falan da olmasın, iğrenirim.”
“Peki…”
“Toz da olmasın, genzime kaçar gibi oluyor.”
“Peki…”
“Haricî ilaç da istemem. Kokusuna dayanamıyorum.”
“Peki… Size öyle bir ilaç vereceğim ki bir anda hiçbir ızdırabınızı bırakmayacak. Ne başınızda ağrı ne içinizde sıkıntı ne gönlünüzde üzüntü kalacak!”
“Ah…”
“Evet!”
***
Doktor Şerif gülümsedi. Yazmaya başladı. Belkıs yan gözle yazdığına bakıyordu:
“A!.. Doktor, Türkçe mi yazıyorsunuz?” dedi.
“Evet.”
“Türkçe reçete olur mu hiç?”
“Niçin olmasın?”
“O hâlde siz de demek mutaassıp Türkçülerdensiniz!”
“Hayır.”
“Ee, niçin Türkçe yazıyorsunuz?”
“Yapacak eczacı belki Fransızca el yazısı okuyamaz diye…”
Yavaş yavaş, düşüne düşüne yazıyordu. Belkıs uzaktan bakıyor, fakat okuyamıyordu. Gram miktarını filan gösteren rakama benzer bir şey gözüne ilişmedi. Uzun uzun satırlardı.
“Yoksa, Şerif Bey, bu bir kocakarı ilacı mı?”
“Hayır, bilakis bir genç kadın ilacı…”
Doktor yazdığı kâğıda imzasını da attıktan sonra hastasına uzattı:
BelkısHanımfenahâldeasabındanrahatsızdır.Başındaki ağrı, midesindeki bulantı, vücudundaki kırıklığın geçmesi için behemehâl şu tedbirler ittihaz olunacak:
Her sabah soğuk su ile ellerini, yüzünü yıkamak. Moda gazetelerinde gördüğü son şekil iki tayyörü hemen terziye ısmarlamak. Ağırlutrbirmanto… “Babayan”a son gelen elmaslardan, incilerden en aşağı yedi parça hemen alınacak. Her gün temiz, kiralık bir otomobil içinde iki saat kadar bir gezinti…
Bu program noktası noktasına takip edilmezse rahatsızlığın pek vahim, pek tehlikeli ihtilatlara sebep olacağını fen namına haber veririm!

    Kadın Hastalıkları Mütehassısı
    Şerif Zeki
….
“Nasıl?”
Belkıs güldü. Doktorun ta gözlerinin içine baktı.
“Siz doktor değilsiniz!”
“Ya neyim?”
Genç kadın az daha, “Duygulu bir koca, hisli bir erkek!..” diyecekti. Reçeteyi kırmızı, küçük dudaklarına götürdü. Hafifçe yutkundu.
“Doktordan fazla bir şey!”
“Ne?”
“Lokman! Azizim Lokman! Siz bir küçük Lokman’sınız! Sizi bütün kendim gibi hasta arkadaşlarıma tavsiye edeceğim!” dedi.
….

KESİK BIYIK

Kısa Hikâyeler
“Darwin” denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte, neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hasılı, hasılı her şeyi…
Nice adamlar vardır ki hiç ihtiyaçları yokken “monokl” dediğimiz tek gözlükleri takarlar. Çünkü terzide baktıkları moda albümlerindeki resimler tek gözlüklüdür.
***
Neyse… Lafı uzatmayalım. Ben de taklitçinin biriyim, her modayı yaparım. Altı yedi sene evvel, gördüm ki herkes bıyıklarını Amerikanvari kesiyor. Benim de hemen kestirdiğimi tabii tahmin edersiniz. Ah, evet ben de kestirdim. Ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim; hakikaten “Darwin”in istediği gibi ecdadıma benzedim.
Fakat ilk zamanlar, o kadar utandım ki size tarif edemem. Bir arkadaşa rast gelmeyeyim diye arka sokaklardan eve geldim. Kapıyı açan evlatlık beni bu hâlde görünce dehşetli bir nara attı. Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla haykıra haykıra kaçtı. Ben kapıyı iterek yukarı çıktım. Hınzır kız, kim bilir anneme neler söylemiş.
Odama annem geldi. Ben, dişlerim ağrıyormuş gibi ağzımı tutuyor, bıyıklarımı göstermiyordum.
“Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” dedi.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı kansız elleri titriyor, yüreğinin şiddetle çarpmasından derin derin geğirmeler göğsünü, başını sarsıyordu.
“Niçin anneciğim?” dedim.
“Niçin mi?” diye inledi, “Hani bıyıkların?”
“Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”
Annem daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.
“Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi, “Bıyıklarını farmasonlar keserlermiş. Demek sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun. Ah, demek sen de farmasonmuşsun da bizim haberimiz yokmuş…”
Ben her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.
***
Tam bu esnada babam da gelmez mi!.. Evlatlık kız bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapıdan onu kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:
“Aç bakayım ellerini…” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:
“Babacığım, bugün sigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”
Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu.
“Sen bana dolma yutturamazsın.” dedi, “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”
Sustum. Cevap vermedim.
Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…
Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.
“Hemen çık!” dedi, “Bir daha sakın buraya geleyim deme… Çünkü artık bıyıkların çıksa bile namusun yerine gelmez…”
***
Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.
Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:
“Bonjur, bonjur!” diye bağrıştılar, “İşte şimdi adama benzedin… Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”
Ne cevap ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.
***
Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenhaydı. Kabahatli gibi bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.
Biletimi aldım.
Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Gittikçe yüreğimin çarpması ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi.
“Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi.
Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı.
“Niçin efendim?” diye sordum.
“Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi… Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…
Tekrar sordum:
“Fakat sünnetli olduğumu nereden anladınız efendim?”
Hoca güldü:
“İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi, “Bu sünnet-i şerif değil midir?..”

ASHAB-I KEHFİMİZ

İçtimai Roman
Buküçükromanıbeşseneevvelyazmıştım.Maksadım edebîbiresermeydanakoymakdeğildi.Sadecemünevverlerimizingaripdüşünüşleriniiçtimaihakikatlekarşılaştırmak istiyordum.Meşrutiyet’tensonrabüyükadamlarımızınçoğuylagörüşmüştüm.Hepsininfikri,aşağıyukarı,şuneticede toplanıyordu:“Osmanlılık,müşterekbirmilliyettir.OsmanlılıkneyalnızTürklüknedeyalnızMüslümanlıkdemektir. OsmanlıDevleti’ninidaresindeyaşayanherfert‘bilatefrik-i cins-ümezhep,Osmanlımilletinemensuptur!”Hâlbukibu fikir,gayrimillîTanzimatmaarifininyetiştirdiğidimağlarda doğmuşbirvehimden,birhamhayaldenibaretti.Dini,lisanı,terbiyesi,tarihi,harsı,mefahiriayrıolanfertlerinmecmusundan“müşterekbirmilliyet”teşkiletmekimkânıyoktu. “Osmanlılık”hakikattedevletimizinnamındanbaşkabirşey miydi?Avusturya’dayaşayanAlmanlara“Habsburgmilleti, Avusturyamilleti”denemezdi.Almannereliolursaolsun,her yerdeAlman’dı.Türkçekonuşanbizlerdebeşbinsenelikbir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı Devleti’nin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da,Buhara’da,Kaşgar’da,hasılı,neredeyaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Hâlbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleriveiçtimaigayeleriiseinsanıngözlerindenyaşgetirecek derecede gülünçtü.
Bumuhteremefendiler;BalkanMuharebesi’ndensonrada hakikatigöremiyorlardı.İşteovakitbukitabıyazdım.İçindekifikirlersırfTanzimatilhamlarıolduğuiçinherhangibir zataatfederekşahsi“enmuzec”lerçizmeyeçalışmamıştım. Türk köylüsü “Dili dilime uyan, dini dinime uyan…” diye milliyetinhududunupekgüzelanlarkenmünevverefendilerson inkılap esnasında ne dile ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde herbiribirasrasığmayacakvakalarbaşımızdangeçti.Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabii lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkûresine ehemmiyet verilmeyebaşlandı.Bugünihtimalşukitaptakikahramanların siyasi iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer “mübalağa”gibigörünecek,fakathâlâmilliyetperverliğe,Türkçülüğe aleyhtargeçinenlerinlisanda,edebiyatta,sanatta,siyasette -pek açıkça itiraf edemedikleri- gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?

    Sarıyer, 1918
    Ö. S.

Bir Ermeni Gencinin Hatıraları

1
YENİ BİR DERNEK
30 Ağustos 1908, Moda…
Şimdi gezmeden geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Rupenyanların yeşil, iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:
“Hosegur, hosegur…” diye bağırıyor. Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu… Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak; abus, güneşsiz kış günlerinin mecburi eğlencesidir. Ne yapayım? diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan İdadisi’nde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk ruzname tutmaktır.” derdi. Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir.” derdim. Daha pek gençken özendiğim şey “ciddi olmak”tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı. “Söz gümüşse sükût altındır.” diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden, hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.
Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, işte Muallim Bağdaseryan… Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.
Diyor ki:
“Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günleriniz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız…”
Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan, gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak “Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur öğrenirim.” diyor.
Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalalık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun…
Şimdi işte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!
Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun… Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle göremez. Bedbaht oldum. Lakayıt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvar oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi hislerimde de talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin, ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa artık bence şüphe yok ki sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.
Şimdiden sonra da fikirlerim, hislerim değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum, bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.
On beş yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rabbi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultan’ın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.
Her şeyi siyah gören bedbinler:
“Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”
Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisi’nde milletvekilleri adalet dâhilinde halledecekler…
İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu Hasta Adam artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermenistan’da hiç olmazsa Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak…
Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülyayla mefkûrenin peşinden koşmaktan menetmez mi?
Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlı’yım. Osmanlı kalacağım.
Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…
10 Eylül 1908, Moda…
Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime:
“Bu akşam…” diyorum. Akşam sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucacık düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.
Beşiktaş’ta bir İslam bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki Rum ölüyor. Onun ölüsünü alan Rumlar Beyoğlu’nda gezdirdiler. Türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu adi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı.
Patrikhaneler “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız!” diye kımıldanmaya başladılar. Hâlbuki Kanun-ı Esasi bütün Osmanlılar için “bir” değil mi? Kanun-ı Esasi karşısında hususi bir hukuk, hususi bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mü? Mantıki mi? Bunun için birçok münakaşalar ettim. İtiraf ederim ki Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanun-ı Esasi, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde hatta bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.
“Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar, “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”
Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…
Lakin bugün papaz asrında mıyız… Kanun-ı Esasi olan meşruti bir memlekette “milliyet, kavmiyet” teşkilatı ne demektir?
Kânunusani 1909, Moda…
Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Pansiyon evinde oturduğum ihtiyar kadın:
“Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasiyata atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dâhil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanun-ı Esasi’ye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanun-ı Esasi’sine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım… Hele bir yaz gelsin… Bakalım ne olacak?
17 Mayıs 1909, Moda…
Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi “Elim değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.
İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyan’sınız.” diyen varmış gibi Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususuyla ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetsinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuş’tu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.
“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da… Ayakta konuştuk:
“Peki ne soracaksın, sor bakalım?”
“İhtilalden maksadınız nedir?”
“Şeriatı çıkarmak…”
“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”
“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.”
“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”
“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”
Heyhat… Biz Jön Türkler’in taassubundan, İttihad-ı İslam taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…
“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”
“Hayır, Türk falan değilim…”
“Arnavut musunuz?”
“Hayır, hiçbir şey değilim…”
“Ya nesiniz?”
“Müslüman…”
Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüftelere sarılıyorlar:
“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’nde askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabulî Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.
Bir Türk-Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:
“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu.” Şimdi Derviş Vahdetî teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…
Son nefesinde bile halkı ihtilaken teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanına gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı. Hâlâ Genç Türkler’e küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel, ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü…” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.
Derviş Vahdetî, iyice büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, gayet mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.
Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:
“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa bir şekilde sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir Genç Türk’tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet, cehalet de ona hoş geliyordu.
Vakaları mı yazıyorum?.. Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intihalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vakanüvis”lik ediyorum. Neyse… İşte o fırtına da geçti… Şimdi rahat gibiyiz… Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç genç unsurlar giriyor; talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleği tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim! O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.
11 Haziran 1909, Moda…
Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Mutlaka aramızda geçen lafları yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan ayırt edilemeyecekti.
Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mızıkyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasındandı ne de muhaliflik, müstakillik iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse…” diye düşünüyorum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:
“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu, “Pantürkizm, Panislamizm filan Avrupa hayalperverlerinin iftirasıdır. Bir de bir mesel vardır, biliyor musunuz, ‘Kişi kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum suni bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Mesela Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı hâlde o kadar milliyetperver, o kadar milliyette mutaassıptırlar ki Paris koketleri bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya’da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile… Böyle bir muhitte ‘hüküm’ler de millî olarak verilir. Mesela René Pinon bir kitabında ‘Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul’da, Edirne’de, Makedonya’nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, gayri Türkleri Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.’ diyor. Hâlbuki Osmanlı hükûmeti tamamıyla bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na gelirler. Yıldız’ın rahat kışlalarında askerliklerini yaparlar. Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e ‘Türk Mezarı’ derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk’ün Yemen’de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö René Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani imparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa’da birkaç unsur olsa onlar mutlaka ilk peşin Fransızları düşüneceklerdi. Kezalik bu asırda Slav İttihadı, Cermen İttihadı, Latin İttihadı Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insani, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de ‘Türklük’ diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayalleri uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen Hristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperverlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim ‘Türkiye’ der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar. İşte Tanzimat maarifi meydanda… Hiçbir mektep kitabında hiçbir coğrafya kitabında ‘Türkiye’ diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupa-yı Osmanî, Asyayı Osmanî, Afrika-yı Osmanî, sonra hepsine birden ‘Memalik-i Osmaniye’ deriz. Kendi tarihlerinizi tabii bilirsiniz. Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir ‘Türk’ kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülagu, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle tarihlerimizde yâd ederiz. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında tarihlerimiz ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender, edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi ne eskisi Türklüğe dair bir kelime yazmadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis icap edince ‘Etrak-i bi-idrak!’ demişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret meşhur ‘Rübab-ı Şikeste’sinde, ilaç için olsun bir ‘Türk’ kelimesi geçirmemiştir. Mehmet Emin Bey Osmanlılarca bir fantezistten başka bir şey değildir. İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, edebiyatıyla bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi milliyeti esasına müstenit bir ‘ittihat’ ideali yaratabilir mi? Avrupalılar bizi tetkik etmediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!.. Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde ‘Türk, Türklük, Türkiye, Türkiyat’ kelimelerinin medlulleri olmadığı gibi ‘Türkçe’ diye de bir lisan yoktur. Biliyorsunuz ki linguistik ilmi ‘Her lisan bir lisandır.’ der. Biz Osmanlılar bu kaideyi asırlarca evvel bozmuşuz. Yeni, suni bir lisan yaratmışız. Türkçe sarfını, Türkçe nahvini yalnız avamla kadınlar kullanırlar. Mütefekkirlerimizin, âlimlerimizin, ediplerimizin, ayrıca ‘Osmanlıca’ namı tahtında üç lisanın ittihadından mürekkep bir tahrir lisanı vardır. Bu lisanda üç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Mesela İngilizcenin birçok kelimesi Fransızcadır. Fakat İngilizceleşmiş, İngilizce kaidelerine tabi olmuşlardır. Osmanlıcada ise aksi… Arapça kelimeler Arapça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam, kadınlar bunların telaffuzlarını bozarak Türkçenin selikasına, tecvidine göre değiştirdikçe ‘galat’ namı tahtında hemen Osmanlı âlimleri tashih ederler. Sonra dünyanın hiçbir lisanında olmayan bir hadise… Osmanlıcaya, Arapça, Acemce kaideler, edatlar da girmiştir. ‘Bir lisana tabiata muhalif, yabancı lisanlardan alınma sarf, nahiv kaideleri konulamaz. Çünkü lisanlar bir müessese olduğundan değiştirilemez.’ diyenlerin yalanları meydana çıkmıştır. Türkçenin esasında ‘müzekkerlik, müenneslik’ yokken Arapçanın bütün müzekker, müennes kaidelerini, tetabuklarını, Acemcenin terkip kaidelerini, edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylülerle avam, daha doğrusu halk, bu suni ve zengin lisanı kabul etmemişlerse de şairler, edipler, hükûmet bu mevzu ‘Osmanlıca’ lisanını yazmışlar, konuşmuşlardır. Genç ediplerimiz lisanı daha ziyade muğlaklaştırıyorlar, bu hususta Fikret’in, Faik Ali’nin, Süleyman Nazif’in, bilhassa Hüseyin Daniş’in büyük hizmetleri sebkat etmiştir. Osmanlıca, ilk vazılarının, eski şairlerin, Nergisî’nin lisanına doğru yaklaşmaya başlamıştır. Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de tahrir lisanından kaldırılacak… ‘İttihat’ için birinci vasıta lisandır. Kendi lisanını böyle öldürmeye, katiyen millî edebiyatını satırlara geçirmemeye ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlarıyla birleşebilir? Osmanlılar memalik-i Osmaniye’nin haricindeki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiçbir münasebetleri yoktur. Hem olamaz da… Artık söyleyiniz, ‘Türkizm’ iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/kasagi-69428743/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kaşağı Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв