Adsız-Alışmak-Mandalina Kabuğu
Samed Behrengi
Samed Behrengi
Adsız – Alışmak – Mandalina Kabuğu
Adsız
Kadın, keş aşından bir kâseye doldurdu ve bir parça bayat ekmekle birlikte kocasının önüne koydu, bir yandan da söyleniyordu:
“Al da zıkkımlan! Bunu da binbir güçlükle bulup yapabildim!”
Adamcağız kendi kendine düşündü:
“O zaman sana daha dün sabah verdiğim parayla ne yaptın? Sabahtan akşama kadar güneşin alnında çalış çabala, yemekte önüne gelen de keş aşıyla bir parça bayat ekmek olsun. Çok güzel!”
Kadın, kocasının hemen başucunda dikiliyordu, hani olur da adamcağız şikâyetvari bir şeyler mırıldanacak olursa hemen lafı ağzına tıkamak niyetindeydi. Baktı ki kocası bir şey demiyor, o da mutfağa gitti ve ocakta pişmekte olan omletin tadına baktı. Ocağın bir gözünde cız cız edip pişmekte olan kızarmış tavukları ters çevirdi, kabakların kabuklarını soyup tavaya dizdi. Tereyağıyla balı da bir kapta güzelce yan yana koydu… Rengârenk ve zengin sofrası hemen hemen hazırdı. Sonra kocasının yanına geçti. Kocası yavan keş aşını bayat bir parça ekmekle yiyor ve bir taraftan da esniyordu. Kocasına,
“Canım güveç çekti, hemen pazardaki güveççiye koş, oradan sıcak bir güveç al da gel” dedi.
Adamın o sırada aklındaki yegâne şey, öğle yemeğinin ağırlığıyla tatlı bir uyku çekmekti. Karısının bu talimatına yüzü asıldı ve ağzının içinden mırıldandı:
“Yahu şunu bir saat sonra alsam ne olur sanki? Hem güveci ne yapacaksın şimdi? Her gün her gün güveç… Haftada yedi tane güveç yapar.”
Kadın bu sözlere bir cevap vermedi. Dışarıdan gelen bir köpek havlaması duyunca, ikinci kattan sokağa bakan ufak bir pencereyi açtı. Sokağa şöyle bir göz attı ve birisine, “Biraz bekle, şimdi çıkıp gidecek almaya, haber vereceğim sana, bekle…” dedi.
Sonra da pencereyi kapattı. İyice huysuz bir ses tonuyla, “Hay canın çıksın senin de kötü komşu gibi!” diye söylendi.
Kocası bir şey sormasın diye böyle söylemişti. Adam tam da konuştuğu kişinin kim olduğunu sormaya hazırlanıyordu ki bu konuyu açarak, güveç almaya gitme meselesini de unutturmaktı amacı. Ama karısı baskın çıktı;
“Duymadın mı, gidip bir güveç almanı söyledim sana!” diye bağırdı.
Adam kendi kendine “Acaba niye?” diye düşündü. Kadın, kocasının kapının eşiğinde asılı bulunan ceketinin cebine elini attı ve anahtarı bulup çıkardı:
“Anahtarın bende kalsın, geldiğinde kapıya vurursun, ben gelir açarım, şimdi uykusuzluktan ölüyorum.”
Bunları dedikten sonra, makyaj ve bakım odası da denilebilecek olan odaya geçti. Elbiselerini çıkardı. Bütün vücuduna güzel kokular sürdü. En güzel elbisesini giydi. Saçlarını güzelce taradı, parfüm sürdü. Kocası hemen çıkıp gitsin ve kendisini evde yalnız bıraksın diye, kısa kısa konuşmuştu onunla. O gittikten sonra, yeni gelin gibi süslenmiş olarak odaya girdi ve doğruca demin çıktığı pencereye gitti. Kocası, sokağın köşesini dönerken, uzun boylu ve şık giyimli bir gençle karşılaştı. Uykusuz olduğu için dikkatsizdi, adamın ayakkabısına basınca bir sövgü işitti:
“Önüne baksana be serseri!”
Güveççilerin yeri, şehrin neredeyse öteki ucunda sayılırdı. Oraya varana kadar bir saat zaman geçti. Önüne gelen ilk güveççiden içeri daldı,
“Beni karım yolladı, güveç çekmiş canı, varsa ver de gideyim” dedi.
Güveççi bu söze kahkahayla güldü, biraz sonra kahkahasına zorla ara vererek, hemen yanı başındaki dükkâna doğru seslendi gülerek:
“Duydun mu Güveççi Meşdi Gazanfer? Şu bizim adamı karısı yine güveç almaya yollamış! Hah… hah… hah…”
O da sinsi bir kahkaha koyuverdi, sesinden pazarın sokakları çınladı. Kahkahalarının arasından komşusuna seslendi:
“Güveççi Seyyid Kazım Abi! Tam da şu ahmak herifi bir daha görsem diyordun. İşte bak da gör. Karısı yine güveç almaya yollamış adamı! Hah… hah… hah…”
Güveççi Seyyid Kazım Abi bu söze öyle bir güldü ki dalgasının şiddetinden elindeki iki güveç kayıp yere düştü ve ortalığa saçıldı. O da şen kahkahasını yakınındaki esnaftan üçüne bulaştırdı:
“Kerbela yolcusu, Seyyid Hüseyni, Güveççi Musa! Bak bak! Karısı yine yollamış güveç almaya. Hah… hah… hah…”
Hepsinin neşeli kahkahaları bütün pazarı doldurdu neredeyse. Etraftaki bütün güveççiler adamcağızın başına toplanmış, hâline gülüp duruyor, dalga geçiyorlardı. Bu kadar gülüşüp eğlenmenin sonunda, her zaman yaptıkları gibi adamın yirmi Riyalini alıp güveci eline tutuşturdular ve pazardan yolladılar.
Adamın evine varabilmesi bir saatini daha aldı. Kapıyı çaldı, ama açılmadı. Bir kere daha çaldı. Yine açılmadı. O an kapıya bir tekme savurmak geçti içinden. Ödül niyetine, kapının üstünden bir tuğla düştü üstüne, kafası yarıldı. Bir şey demedi. Elini kafasına götürdü, kendi kıpkırmızı kanına baktı ve acı acı gülümsedi.
Bu sırada, yukarıdaki ufak pencere açıldı ve karısının sesini duydu:
“Güveç getirdin mi?”
Kocası başını salladı, kadın bunun üzerine;
“İyi oldu getirdiğin, peki içine ne kadar tuz koymam gerekiyormuş, onu da sordun mu?” dedi.
Zavallı adamcağız bunu sormamıştı işte. Bunu hiçbir zaman sormazdı ki zaten! Her zaman gidip güveci alır getirir, ama hiçbirinde içine ne kadar tuz koymaları gerektiğini sormazdı. Çünkü, sormakla sormamanın bir olduğunu bilirdi. Bunu soracak olsa, karısı bu sefer de başka bir şeyi bahane edecekti:
“Peki o zaman, bir sor bakalım içine ne kadar su koymak gerekiyormuş? Bir sor bakalım nohut da katacak mıymışım? Bir sor bakalım…”
İşte bu yüzden bu tür soruları hiç sormazdı. Kadın da bunu duyunca çıldırmış gibi bağırıp çağırdı kocasına:
“Hay boynunun altında kalasın inşallah, sana yüz defa demedim mi tuz koyup koymayacağımı sor diye! Şimdi hemen gidip sor da gel çabuk, yallah! Niye sormuyorsun şunu yahu? Artık eskisi gibi sana acıyıp da göndermeyeceğimi, kapıyı açıp seni içeri alacağımı mı sandın, ha? Artık yeter, burama geldi! Hemen gidip soruyorsun, yoksa kıyamet gününe kadar kapının önünde öylece dikilirsin!”
Adam bir anda burnunun ucundan aşağı damlamakta olan kanı fark etti. Karısının sesini duyuyordu ama kendisini görmüyordu. Aynı anda bir başka kişinin nefes nefese kalmış sesini de duyabiliyordu evin içinden.
Karısı yeniden çığırmaya başladı:
“Niye orada dikilip duruyorsun hâlâ? Ne dedim sana…”
Ama kadının sözleri yarım kaldı. Birisi ya da bir şey uzanıp kadını geri çekti ve bir erkek eli pencereyi -evet, evin penceresini- içeriden kapattı. Adam, yüzü gözü kan içinde, tekrar güveççiler çarşısının yolunu tuttu ve biraz önce girdiği dükkâna yeniden girip;
“Karım güvece ne kadar tuz katması gerektiğini soruyor” dedi.
Güveççi, elini uzatıp adamın kafasındaki kana parmağını sürdü, baktı ki kafası kandan ıslanmış, “İyi, hâlâ hayattasın!” diye dalgasını geçti.
Sonra eskisinden çok daha şiddetli bir kahkaha koy-verdi ve sağında solundaki esnafı da bağıra çağıra velveleye ortak etti:
“Hey, Güveççi Meşdi Gazanfer! Baksana, bizim adamı karısı yine çarşıya yollamış. Ne kadar tuz koyacağını merak etmişmiş. Demedim mi ben sana? Hah… hah… hah…”
Biraz önceki sahne yeniden tekrar etti, sokaktaki bütün esnaf birbiri ardına adamın başına yığılıverdi ve katıla katıla güldüler adamın hâline. Pazarın damı neredeyse çatlayıp yıkılacaktı adamların kahkahasından. Harala gürele arasında, raflardaki birkaç güveç dökülüp yere saçıldı. Neyse ki sonunda bir güveççi cevap verebildi:
“Git karına söyle, bir avuçtan az, yarım avuçtan çok koyacakmışsın, de!”
Adamcağız yeniden düştü yola. Giderken bir yandan da adamın kendisine söylediği sözü yüksek sesle tekrar ediyordu ki eve gelene kadar unutmasın:
“Bir avuçtan az, yarım avuçtan çok… bir avuçtan az, yarım avuçtan çok…”
Yolu üzerinde bir harman yerine rast geldi, toplanmış harman savuruyorlardı rüzgâra karşı. Harmancılar, adamın virt gibi tekrarlayarak geldiği sözleri duyunca, kendilerine söyleyip dalga geçtiğini sandılar ve adamın çevresini sarıp başladılar ağzının üstüne vurmaya. Dayak faslı sona erince, adamın aklına kötü bir düşünce geldi: Olmaya bu işler hep karısının başının altından çıkmış olsun! Karısına bir iki kötü söz söyledikten sonra, gitmek için doğrulup kalktı yerden. Harman döven adamlar,
“Bir daha böyle lakırdı etme sakın, bir avuçtan az, yarım avuçtan çok olsun da ne demek, söyleme böyle!” deyip uyardılar adamı.
Adamcağız,
“Peki o zaman ne diyeyim?” diye sordu;
“Biri bin olsun, Allah bereket versin de!” diye cevap verdiler adama.
Adam tekrar düştü yola. Bu sefer yüksek sesle,
“Biri bin olsun, Allah bereket versin… biri bin olsun, Allah bereket versin…” diye diye yürüyordu.
Gide gide, omuzlarına tabutu yüklenmiş bir grup insana rast geldi. Adamların bir yakınları ölmüştü anlaşılan. Adamın ağzında tekrar edip durduğu sözü duyunca, kan beyinlerine sıçradı, çevresini sarıp başladılar vurmaya. Dayak faslı sona erince, adam yeniden başladı düşünmeye: Olmaya bu işler hep karısının başının altından çıkmış olsun! Kendi kendine, “Şu eve bir varayım ben sana ne yapacağımı bilirim” dedi, karısına bir iki kötü söz edip yeniden kalktı gitmek için.
Cenaze sahipleri,
“Bir daha böyle lakırdılar etme, biri bin olsun da ne demek?” dediler adama.
Adamcağız ne diyeceğini sordu;
“De ki, bu ilk hem de son olsun, bir gördünüz Allah bir daha göstermesin.” dediler.
Adam yeniden yola düştü. Şimdi de yüksek sesle,
“Bu ilk hem de son olsun, bir gördünüz Allah bir daha göstermesin… bu ilk hem de son olsun, bir gördünüz Allah bir daha göstermesin…” diye tekrarlaya tekrarlaya yürüyordu.
Yolda yine bir grup insana rast geldi, damat evine kızlarını gelin götürmekteydiler.
Adamın virt gibi söylediği sözleri duyunca, bir tanesi gelinin bindiği atın önünü kesti, diğerleri de durup adamcağızın üstüne saldırdılar. Adamın aklına yine bu işlerin karısının başının altından çıkmış olabileceği düşüncesi geldi. Kendi kendine, “Eve bir varayım da ne yapacağımı biliyorum, keş aşıyla bayat ekmeği ye de gör bakalım” dedi ve karısına birkaç kötü söz salladı. Kalkıp gitmek üzere doğrulurken, düğün sahipleri bir daha böyle lakırdılar etmemesini söylediler, adam ne söylemesi gerektiğini sorunca da şu cevabı verdiler:
“Islık çal, şapkanı havaya savur, mutlu ol, gül, kahkaha at, o kadar mutlu ve neşeli görün ki herkes senin hâline şaşırıp gıpta etsin. Geçip giden günlerini düşünüp biraz kaşlarını çatabilirsin. Ama gülmelisin, mutlu olmalısın, oynayıp zıplamalısın, anlıyor musun bu dediklerimizi? Görmüyor musun burada herkes mutluluktan dans ediyor! Bu söylenenleri kulaklarını açıp iyi dinle, şimdiki durumuna biraz üzülebilirsin, ama mutlaka gülüp sevinmelisin, anladın mı?”
Adamcağız, dayak sonrası dudaklarındaki kanı sildi. Yediği yumruk ve tekmelerden dolayı kırılıp, ağzının içine dökülen dişlerini avucuna aldı ve öteye attı:
“Anladım, çok da iyi anladım.”
Sonra yeniden düştü yola. Kafasından alnına ve burnunun ucuna kadar kan sızıp damlıyordu, ama yine de dudaklarına bir tebessüm kondurdu. Kendi kendine sevinip neşelendi. Mutluluktan bağırıyordu âdeta. Kaşlarını hiç çatmıyordu. Islık çalıp şarkı söylüyor, şapkasını havalara atıyordu. Islık çaldığı zaman akan kanı ağzına doluyordu. Güldüğünde ise gözleri yaşlarla doluyordu. Sevinçten havalara uçtuğunda, perişan giysileri de yukarı sıyrılıyordu. Şapkasını havaya attığında, tepesindeki delikten gökyüzünü görebiliyordu. Bu sırada yolunun üzerinde bir güvercinciyle karşılaştı. Güvercinci genç, güvercinlerini damın ucuna bir sıra hâlinde dizmiş, başka güvercinleri de çekmek için ortaya darı taneleri serpiyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samed-behrengi/adsiz-alismak-mandalina-kabugu-69428356/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.