Yalnız Efe

Yalnız Efe
Ömer Seyfettin
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

Ömer Seyfettin
Yalnız Efe

ÖN SÖZ
Ömer Seyfettin, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başları arasında yaşamıştır.
Ömer Seyfettin, 1884 yılında Balıkesir’e bağlı Gönen’de dünyaya geldi. Gönen’de başladığı ilkokulu, İstanbul’da tamamladı. 1903 yılında Mekteb-i Harbiye’den mezun oldu. Subay olarak Osmanlı Ordusunda görev aldığı yıllar Balkanlar’da ayaklanmaların başladığı yıllardı. Ömer Seyfettin de Balkanlar’da çetelerle mücadele için görevlendirildi. Balkan Savaşı’nda Yunanlılara esir düştü. Esaretten kurtulunca İstanbul’a döndü. İstanbul’da Kabataş Lisesinde edebiyat öğretmenliğine başladı.
6 Mart 1920 tarihinde şeker hastalığından vefat etti. Mezarı İstanbul’dadır.
Selanik’te çıkarılan “Genç Kalemler” dergisinde 1911 yılında yayımlanan yazılarıyla dikkatleri üzerine çekti. Arkadaşı Ali Canip ve Ziya Gökalp’le birlikte Millî edebiyat akımını başlattılar.
Ömer Seyfettin Türkçeyi çok seviyordu. Otuz altı yıllık kısa ömrüne çok sayıda hikâye, şiir, roman, makale, fıkra ve masal sığdırdı. Türk edebiyatında hikâye denince ilk akla gelen isimlerden biri Ömer Seyfettin’dir. Onun hikâyeleri pek çok dile çevrilmiştir. Ömer Seyfettin, Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biridir.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini konularına göre beş başlık altında toplamak mümkündür:
1. Türk-İslam tarihinin kahramanlık, iman ve fazilet devirlerini işleyen tarihî hikâyeler.
2. Türk folklorundan, bilhassa Anadolu efsanelerinden alınmış hikâyeler.
3. Balkan Savaşı’nı ve Balkanlar’da Müslüman-Türk milletine karşı girişilen soykırımı anlatan hikâyeler.
4. Yazarın kendi çocukluk yıllarını anlattığı hikâyeler.
5. Siyasi ve sosyal hadiseleri konu alan hikâyeler ile boş inançları anlatan hikâyeler.
Sevgili çocuklar;
Siz bu kitapta, Ömer Seyfettin’in kendi çocukluğundan hareketle yazdığı hikâyelerden bir seçki okuyacaksınız. Okuyacağınız bazı hikâyeler ise Türk-İslam tarihinden alınmıştır. Sizin severek okuyacağınız hikâyeleri bu kitapta topladık. Hikâyeleri kitapta sıralarken ilk yayımlandıkları tarihleri dikkate alarak kronolojik bir sıralama yaptık. Bu kitaptaki ilk hikâye 1909 yılında yayımlanmıştır. Diğer hikâyelerin ise çoğunun ilk yayımlanma tarihi 1919’dur.
Ömer Seydeddin, Türkçemizi en güzel kullanan yazarlarımızın başında gelmektedir ancak o, aramızdan ayrılalı nerdeyse bir asır olmuştur. O zaman kullanılan kelimelerden bazılarını bugün kullanmıyor olabiliriz. Bu nedenle kitaptaki hikâyeleri okurken anlamadığınız kelimelerle karşılaşırsanız pes etmek yok, sözlüklere bakmalısınız.
Saygıdeğer anne ve babalar, sayın öğretmenlerimiz;
Çocuklar geleceğimiz, biz geleceğiz, diyorsak bunun sözde kalmaması için yetişen yeni nesillere iyi bir ana dili şuuru vermemiz ilk görevlerimiz arasında olmalıdır. Dilin sadece bir anlaşma vasıtası olmadığını, iyi bir kültür taşıyıcısı olduğunu unutmamalıyız. Bunun için de hem tarihî olarak geçmişimize hem de coğrafya olarak kültürümüzün yaşadığı her yere ulaşmak ve aydınlık bir gelecek kurmak istiyorsak kelime hazinemizi mümkün olduğunca zenginleştirmek mecburiyetindeyiz.
Birleşmiş Milletlerin 2006 yılında yayımladığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, 5. sınıfta okuyan çocuklar Batı Avrupa ülkelerinde 11 ila 13 bin kelime biliyorlar. Suudi Arabistan’da bu kelime sayısı 5 bin dolayında, Türkiye’mizde ise 4 binden düşük. Bu sonuç sizi düşündürmüyor mu? Benzemek için can attığımız(!) Batı Avrupa ülkelerinde “Metin Anlama Dersleri” var. Bizde ise metni anlamaları için çocuklarımızı eğitmek yerine neredeyse bütün metinleri, çocukların seviyesine indirgeme yarışı var.
Biz, böyle bir oyuna gelmemek için, 1900’lü yılların başında yaşayan Türkçe; Atatürk’ün “Nutuk”unu yazdığı Türkçe ile Mehmet Âkif Ersoy’un “İstiklal Marşı”mızı yazdığı Türkçe ile yazılan bu kitabın diline hiç dokunmadık. Çocuklarımızın anlamını bilmedikleri kelimeler için kitaba bir sözlük de eklemedik.
Sevgili çocuklar; biz, kendimizi sizin yerinize koyup, “Çocuklar şu kelimelerin anlamlarını bilmezler.” demek yerine, size kendinizi geliştirmeniz, sözlük kullanma alışkanlığı kazanmanız, okuduğunuz metni kendi gayretlerinizle anlamanız konusunda yardımcı olduk. Kitabın sonuna “Bu Kitap İçin Benim Hazırladığım Sözlük” başlığı altında boş sayfalar ekledik.
Öğrenmenin kalıcılığının sağlanması da ancak bu tür çalışmalarla olur. Şu anda belki bize kızıyorsunuz ama göreceksiniz ki bu tür okumalarla zaman içinde çok daha hızlı ve kalıcı bir gelişme kaydedeceksiniz. Zengin Türkçenizle öğrenemeyeceğiniz yabancı dil, çözemeyeceğiniz sorun kalmayacak. Kendinizi çok rahat ifade eder hâle geldiğiniz için de dostluklarınız kalıcı olacak, çevreniz genişleyecek, aranan insanlar arasına katılacaksınız.
Sevgili çocuklar; kitabın sonuna eklediğimiz çalışmaları mutlaka yapmalısınız.
Sayın anne ve babalar, saygıdeğer öğretmenler; çocukların bu kitabı okurken size soru yöneltmelerine zemin hazırlamayı ihmal etmeyiniz. Kitap için sözlük hazırlamalarında onlara yardımcı olun; evde ve okulda faydalanabilecekleri sözlükleri ve gerekli malzemeleri bulundurmaya çalışın. Kitabın sonunda okurlara yönelttiğimiz soruları belki de yetersiz bulabilirsiniz. Sizler de çocuklara yeni ve farklı sorular yöneltmek suretiyle eserden, okumadan alınacak zevki arttırabilir, temin edilecek faydayı azamiye çıkartabilirsiniz.
Okurlarımız bu kitaptaki hikâyeleri okurlarken hem Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönemdeki çocuklarla tanış olacaklar, o dönemin toplum hayatını tanıyacaklar hem de Türk tarihinden bazı olayları yakından öğreneceklerdir.
Her şey gönlünüzce olsun… Size iyi okumalar diliyorum.

    Bolu – 4 Mart 2012 Yrd. Doç. Dr. Zeki Gürel

HİKÂYELER

İLK NAMAZ
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu! Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyi bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kazıbın donuk kırmızı sükûneti gecenin süradık-ı zalam-ı bandını parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bîhayat, duruyorlardı. Deniz nâmahdut bir incimad-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zail gölgelerıyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra bu dakika-ı ezeliyette bütün o intiha-yı leyal-i sincabı zulmetler maî bir şeffafıyet-i sürh gibi takattur ederken minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifı hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melul ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı uluhiyetin hatırası gibi derinden âkisi ve ruhumu lerzeriş-i haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbu-ı ruha-niyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel…
***
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki ufak karyolamda uyurken bir buse-i esir ü hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömerciğim kalk.” demişti, “Kalk, haydi yavrucuğum.”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan ufak gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, camit gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim!” demiştim, “Daha gece…”
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
“Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer.” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
“A… Pervin de kalkmış!..”
Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
“Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim, “Öyle yorulursun.” diye küçük bir iskemleyi altıma koydum, ona oturdum:
“Haydi, besleme çek.”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda:
“Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor unuttukça…
“A! Hani başına mesh?..” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim, arkama dönünce annemi Irakkiyye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı:
“Gel…”
Gittim. Küçücük ben, oh onunla bir seccadede, bir yavru samimiyeti ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırtı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?”
“Hayır.”
“Haydi!”
Annem iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayri ihtiyari onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nuşin ve nafiz tebessümüyle gülerek:
“Yavrum…” demişti, “Sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar; sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
“İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
“Nasıl dua edeceğim anne?”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de ihtizaz eder gibi oluyordu; başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
“Evvela, İslamolduğumiçineycenab-ıvacibül-vücuthazretleri,sanahamdederim, de… Sonravatanımızındüşmanlarınıperişanetmeni senden istirham ederim, de… Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini sendentemenniederim, de… En sonra kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı; annemin dolabımdaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme!” ihtarıyla daima menolunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, sonra Fatiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse; git kitabını getir, dersini dinleyeyim.”
“Peki.”
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş; terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri derdi ki:
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melaikeler sana öğretir onu.”
O melaikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı ve “Daha mektebe çok vakit var.” diyerek beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil başörtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’an’nı aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesiyle tilavete başladı. Ruhumda bir aks-i enin-i şi’r âlud bırakan bu güzel sesi dinleyerek; büyük, yeşil başörtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve âsim çehresini görerek ve yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafifi münacatını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş maî ve nadide elmaslar gibi büyüyor, vâpesîn-i maî neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum, bu tahayyülle melaikeleri düşünerek… Kur’an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lazım gelen melaikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıverdim. Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak; o görülemeyen melaike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
***
Ah on beş sene evvelki sabavet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı sermayı taabâlud… Şimdi mülevves emellerle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baidü’l-vusul arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhutu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bîkararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyetim… Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş ruhanî bir rüyayı kıymettar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsranhîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kâbus olmayan sabavet ve hatıratı… Şimdi düşünüyorum ki hayatta bu muztar ve şefkatsiz mazilerin güzariş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pürhayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrarâlud bir sürat var!..

ANT
Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz Çarşı Camii’ni, karşısındaki küçük ve harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Fakat beyaz bir nisyan dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder… Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an evvel göremediği için nasıl mahzun olursa ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir elem duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların ve ineklerin geçtiği tozlu ve taşsız yollar, yosunlu ve siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük ve ahşap köprüler, nihayetsiz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir…
Yalnız evimizle mektebi gözümün önüne getirebilirim.
***
Büyük bir bahçe… Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev… Sağ köşesinde her vakit oturduğumuz beyaz perdeli oda… Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki, büyük, toprak rengindeki binanın, camsız ve kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu.
Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana’nın her gece anlattığı korkunç ve bitmez hikâyelerdeki ayıyı bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu vehim ile rüya dinlemek ve tabir etmek merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri ve kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu ve dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler; ona birçok, “Hayırdır inşallah!” dedirtirdim. Ve tabir ederken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı; bana kimsenin fenalık yapamayacağını temin ettikçe yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!
***
Nasıl sokaklardan ve kiminle giderdim? Bilmiyorum… Mektep bir katlı ve duvarları badanasız idi. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük ve ağaçsız bir bahçe… Bahçenin nihayetinde ayakyolu ve gayet kocaman abdest fıçısı… Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, beraber okur, beraber oynarlardı. “Büyük Hoca” dediğimiz hocamız, kınalı ve az saçlı; kambur, uzun boylu; ihtiyar ve bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi eğri ve sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain ve hasta bir çaylağa benzerdi. “Küçük Hoca” erkekti ve Büyük Hoca’nın oğlu idi. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptalca idi. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca’nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep “Ak Bey” derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya ismimi söylerler, yahut “Yüzbaşı oğlu” diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan “geldi, gitti” levhası yassı ve cansız bir yüz gibi bize bakar; kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz ve keskin çığlıklarıyla sanki daha ziyade ağırlaşır ve bulanırdı…
***
Mektepte yalnız bir nevi ceza vardı: Dayak… Büyük kabahatliler hatta kızlar bile falakaya yatarlardı ve falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz ve mik- yassız idi. Küçük Hoca’nın ağır tokadı… Büyük Hoca’nın uzun sopası ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki iltimas ediyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca kuru ve kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi günü bile yanıyordu ve kıpkırmızı idi. Hâlbuki kabahatim yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca bu kabahati yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta ve zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun kabahati olmadığını söyledi ve yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O vakit Büyük Hoca, “Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?” diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.
***
Ağladım… Ağladım… Çünkü yalan söylemiyordum. Evet musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azadında dayağı yiyen çocuğu tuttum:
“Niçin beni yalancı çıkardın?” dedim, “Musluğu sen koparmamıştın!”
“Ben koparmıştım.”
“Hayır, sen koparmamıştm. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.”
Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu.
Ve eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı, anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:
“Musluğu Ali koparmıştı.” dedi, “Ben de biliyordum ama o çok zayıf ve hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.”
“Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?”
“Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte!”
Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
“Ant ne?”
“Bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum!”
O vakit güldü. Benden uzaklaşarak cevap verdi:
“Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna ant içmek derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, imdada koşarlar.”
***
Sonra dikkat ettim, mektepte birçok çocuk birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşi idiler. Hatta bazı kızlar bile kendi aralarında ant içmişlerdi. Bir gün bu yeni öğrendiğim âdetin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerde idi. Küçük Hoca abdest almaya dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca arkasını bize dönmüş; yavaş yavaş, bir sümüklü böcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakı ile kollarını çizdiler. Çıkan büyük kırmızı damlayı kollarının üzerinde çizgiye sürdüler, kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak… Bu, beni düşündürmeye başladı. Şayet benim de kan kardeşim olsa idi hocaya kulağımı çektirmeyecek, ihtimal falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca mektebin içinde kendimi yapyalnız, arkadaşsız ve hamisiz zannediyordum; anneme fikrimi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim ve andı tarif ettim. Razı olmadı ve: “Öyle münasebetsizlikler istemem! Sakın yapma ha!..” diye tembih etti.
***
Lakin ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum fakat kiminle? Bir tesadüf, beklenilmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar beraber oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budakların, benim kadar bir çocukları vardı ki en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık… Bu kelimeyi söylerken sanki mütelezziz olur ve hep tekrarlardım. O kadar ahenkli ve taninli idi. Kızlar, bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık’ı bahçede ve sokakta görünce bir ağızdan söylerler, hâlâ hatırımda:
Mustafa Mıstık, Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de bazı bu beyitleri bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.
***
Bu iki minimini beyit benim hayalime bile tesir etmişti. Rüyamda birçok arsız kızların onu büyük bir muhacir arabasına sıkıştırarak ve etrafına üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı… Hepimizden kuvvetli o idi. Sanki adı gibi her tarafı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, vücudu… Hatta elleri… Bütün çocukları güreşte yenerdi ve yazın, her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da hepimizi geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben en uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakı ile bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Ve bunu en güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık’la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin şahadet parmağını kesti. Sulu ve kırmızı bir kan akmaya başladı. O saatte aklıma bir şey geldi: Ant içmek… Parmağımın acısını unuttum, Mıstık’a:
“Haydi!” dedim, “Hazır elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes!..”
Tereddüt etti. Siyah gözlerini yere dikerek büyük ve yuvarlak başını salladı:
“Olur mu ya… Ant için kol kesmek lazım…”
“Canım ne zararı var?” diye ısrar ettim, “Kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan… Haydi, haydi!..”
Razı oldu. Elimden aldığı çakı ile kolunu, hatta biraz derince kesti. Kanı o kadar koyu idi ki akmıyor, bir damla hâlinde kabarıyor ve büyüyordu. Parmağımın kanı ile karıştırdık. Evvela ben emdim.
Bu, tuzlu ve sıcak bir şey idi. Sonra o da benim parmağımı emdi.
***
Bilmiyorum aradan ne kadar zaman geçti. Belki altı ay… Belki bir yıl… Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu âdeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber dönüyorduk. Bir gün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca bizi yarım azat etti. Tıpkı perşembe günkü gibi… Mıstık’la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum… Terimi silmediğim için yüzüm sırsıklam idi. Büyük ve geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yıkılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri ve kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından gelen birkaç adam, kalın sopalarla onu kovalıyorlardı. Bize: “Kaçınız, kaçınız, ısıracak!..” diye bağırdılar. Korktuk. Şaşırdık. Öyle kaldık. Evvela ben biraz kendimi toplayarak, “Aman, kaçalım!” dedim, ama gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O vakit Mıstık, “Sen arkama saklan!” diye haykırdı ve önüme geçti. Köpek onun üzerine hücum etti. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
***
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık’ın küçük fesi ve mavi yemenisi düştü. Bu muharebe bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün kuvvetiyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından ve burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık: “Bir şey yok… Acımıyor… Biraz çizildi…” diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana beni yere yatırdı. Uzun uzadı kasıklarıma, korku damarlarıma bastı ve öyle bir dua okuyarak yüzüme üfledi ki sarımsak kokusundan aksırdım.
Ertesi günü Mıstık mektebe gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi… Anneme Hacı Budaklara gidip Mıstık’ı görmemizi söyledim. “Hasta imiş yavrum.” dedi. “İnşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.” Ondan sonra ben her sabah Mıstık’ı iyileşmiş bulacağım ümidiyle mektebe gittim.
Fakat heyhat… O hiç gelmedi… Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık’ı Bandırma’ya götürdüler. Oradan İstanbul’a göndereceklerdi.
Ve nihayet bir gün işittik ki Mıstık ölmüş…
***
Erken kalktığım açık ve bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Yâdımda ezeli ve mor bir fecir memleketi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim ve daima, farkında olmayarak sol elimin şahadet parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bu küçük yara izi bence pek mukaddestir. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar; beni kurtarmak için o kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen aslan ve bahadır hayalini görürüm.
Ve kavmiyetimizden, hadsî (intuitif) Türklükten uzaklaştıkça daha müteaffın derinlerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun; bu ahlaksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodgâmlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve kıvranırken saf ve nurdan mazi kaybolmuş bir cennetin hakikatten uzak bir serabı hâlinde karşımda açılır… Beni müteselli ve mesut eder. Saatlerce Mıstık’ın hatırasıyla, bu muazzez ve necip matemin eskiyip unutuldukça daha ziyade kıymeti artan tatlı ve mahzun acısıyla mütelezziz olurum.

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar küçük Grijgal palangasının etrafında otluyorlardı. Karşıda, yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son muhasarasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi; sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanga kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm şeddi hâlinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini ovuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı hâlde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi! Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palanganın kumandanı Ahmet Bey, öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvar’dan sonra Zigetvar’ı saran ordu, kışın aman vermez zoruyla, zaptı yaza bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palangasına gelmemiş; Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grijgal’den altı mil uzaktaydı. Palangaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanga, palanga… Ama topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç muharipleri Ahmet Bey beraberinde götürmüştü. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman galiba öteki palangalardan çekiniyordu. Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almaya kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyor, tos vurduruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
“Oynamayın şu hayvanla!”
Askerler başlarını tepelerinden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Âdeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha kalede yatıp uyuduğunu gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının “daüsseher” denilen hastalığını kerametine yoranlar da vardı. Tekrar bağırdı:
“Haydi, artık akşam oluyor! İçeri alın onları!”
Askerler koyunları toplamaya başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah…” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu…
***
(…) Arife sabahı, herkes uyurken o, her vakitki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ziyasıyla, duvarları titretiyordu.
“Hey, çavuşbaşı! Hey!..”
Elinden ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
“Ne var?”
“Kaleden düşman çıkıyor.”
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvar’a baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palangaya doğru akıyordu.
“Bize geliyorlar!” dedi. Çavuşa döndü:
“Haydi, gazileri uyandır. Kurban Bayramı’nı bugünden yapacağız. Koş! Bana da çabuk topçuyu gönder.”
Çavuş bir eliyle bakır tolgasını tutarak koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden ziyadeydiler. Hâlbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince ona da hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir âdetti. Taarruza uğrayan bir palanga hemen “işaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp nizamına girmiş bulunuyordu. Toplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/yalniz-efe-69428350/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yalnız Efe Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

  • Добавить отзыв