İlk Düşen Ak

İlk Düşen Ak
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
İlk Düşen Ak

İLK DÜŞEN AK
“Güneşin altında yeni ne vardır?” Hiç! Bu sabah aynamın karşısında yine bu eski hükmü hatırladım. Geceden pek yorgundum. Geç yatmıştım, geç uyandım. Banyomu yaptım. Giyindim. Saçlarımı tararken şakağımın ta ucunda ansızın bir ak gördüm. Bir ak… Bu sanki gayet mühim bir faciaymış gibi beni saatlerce düşündürecekti. İlk defa görülen bir akın kederinden daha adi ne olabilir? Ben bu kederi belki yüz romanda okudum. Hayatın sonbaharında, kışın gelmek üzere bulunduğunu ihtar eden soğuk bir kırağı… Ölümü unutmuş kayıtsız bir genç birden: “Ah!” der. Yaşadığı neşe uykusundan uyanır. Hele bu zavallı bir kadın yahut bir kız olursa… Fakat işte ben bu elemi duymadım. Duymamak istedim. Ama yalnız düşündüm. Çünkü kendimi bildim bileli “taklit”ten nefret ederim. Küçükken Kanlıca’da viran bir köşkte otururduk. Komşumuzun gayet tuhaf bir maymunu vardı. Sabahtan akşama kadar onunla oynardım. Adı “ Yakut”tu. Kuyruğunun altı tüysüzdü. Hem masmaviydi. Ben ne yaparsam tekrarlardı; temenna, baş kaşımak, el çırpmak, bıyık bükmek, yumruk sıkmak… Daha bin türlü münasebetsiz şeyler de… Hatta bakışımı bile taklit ederdi. Gözlerimi açtım mı o da açar, süzdüm mü süzer, kapadım mı kapardı. Şimdi ne vakit kendimden başka birisini taklide kalksam bu maskara hayvan aklıma gelir, içimden “Maymunlaşmayalım!” derim.
Fırçayı bırakan ellerim bu akı kopardı. Bakmaya başladım. Sebepsiz bir hüzünle “hayat boşluğu, ümidin nihayetsizliği, neticenin hiçliği” hayalime rutubetli bir sis gibi çöktü. Dudaklarıma Rozmond’un mısraları geldi. Aynada kendimi Mopasan’ın hikâyesindeki kahramana benzettim.
“Hayır, hayır…” diye başımı salladım. Edebiyat oynamayalım! İşte bir tel ak saç! Pek tabii değil mi? Otuz yaşındayım…
Evet otuz yaşındayım. Pencereden giren sabah güneşi aynaya vuruyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Başımı çevirdim. Yürüdüm. Geniş pencerenin kenarına dayandım. Aşağıları; Kandilli, Kabataş evlerinin damları, gümüş deniz, Üsküdar, Kuzguncuk, Çamlıca şen bir aydınlık içinde parlıyordu. Bu levhanın sağ nihayetinde Karacaahmet selvilikleri bile yeşil görünüyordu. Yavaş yavaş hayalimdeki sis dağıldı. Otuz yaşından sonra saça düşen ak kederlenmeye değer miydi? Hem bu keder hemen herkes tarafından duyulan klasik bir şeydi. Edebiyatta binlerce numunesi vardır. Başkalarının evvelden duyduğunu şimdi yeniden duymaya kalkmak hoşuma gitmedi. Fikrimin cereyanını değiştirmek için kendi kendime sordum:
“Acaba daha otuz sene yaşayacak mıyım?”
“Belki…”

“Belki de hayır.”

Geçen otuz senenin otuz saniyeden hiç farkı var mıydı? Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul’a gelişimiz, mektep, Avrupa… Hep gözümün önüne geldi. Beş sene evvel ölen zavallı anneciğim:
“Hele otuz yaşına gir… Ondan sonra ömür o kadar çabuk geçer ki insan can sıkıntısı duymaya vakit bulamaz!” derdi.
Vakıa şimdiye kadar canım az sıkılmadı değil. Talihim bana hep canımı sıkacak muvaffakiyetler nasip etti. Mesela mektepte en çok edebiyata çalışırken riyaziyattan birinci çıkıyordum. Sanayii Nefise mektebine, edebiyat fakültesine girmek; hür, mesut, başıboş bir sanatkâr olmak isterken –İşte gayriihtiyari gülüyorum– mühendishaneye tıkıldım. Mühendis oldum; hem de birinci çıkarak. Beni içine alan ilim “ezeli bir tekrar”dan başka bir şey değildi. Dünya değişse “mütearife”ler değişmezdi. Ayrı şekillerin yalnız işaret harfleri değiştirilebilirdi. Ama ben mektepte yine edebiyatı bırakmadım. Her sene hacmime müsavi romanlar okudum. İki benliğim vardı: Biri sanatkâr, şair; öteki mihanik, hissiz bir adam! Bu mihanik adam çok kuvvetliydi. Hiç ehemmiyet vermediği, hiç çalışmadığı derslerden birinci geldiği için hükûmet tarafından –tahsilini ikmal etmek üzere– Avrupa’ya gönderildi. Avrupa’da “şair” yaşadı. “Mihanik adam”, kitapların üstünden kalkıp hatta bir kubbe, bir monüman, bir kemer, bir tak göremedi. İstanbul’a gelince getirdiğim diplomaların parlaklığına şaşan hükûmet beni ilk hamlede kırk lira maaşlı bir memuriyete tayin etti. Dairemin kırtasî sükûtu içinde yine gizli gizli edebi eserler okurken “mühendis gibi” şöhretim büyüdü. Daha bir plan çizmediğim hâlde ismim geçerken gazeteler, “Meşhur mimar” diyorlar.
Vazifem –işte yine gülüyorum– her gün öğleden iki saat evvel içinde kendimden başka kimse bulunmayan geniş odaya gidip oturmak; masamın üzerine yığılan kâğıtları okumadan imzalamak… Yeni memurken bu kâğıtları okurdum. Gördüm ki münderecatları tamamiyle bir. Sonra bu zahmetten de vazgeçtim. Sayim, gayretim nazırın teveccühünü celp etti. Hem bana çok para kazandırmak, hem de ilmimden istifade etmek için Mühendis Mektebinden de bir ders verdiler. Haftada üç saat, ayda yirmi lira…
İçmem. Kumar oynamam. Eğlence sevmem. Kalabalıktan hazzetmem. En sevdiğim şey okumakla –ama edebi şeyler okumakla– düşünmektir. Altmış lira bana fazla geldi. Ceplerim doldu. Sevdiğim şaheserlerin lüks tabılarını getirttim. Ayaspaşa’nın en güzel apartmanındaki şu daireyi tuttum. Bakacak kimsem yok. İstanbul’da garibim. Ne uzak, ne yakın bir akrabam var.
Bedbaht değilim. Mesut da değilim. Geçen sene müthiş surette canım sıkılmaya başlamıştı. Zayıflamıştım. “Nevrasteni oluyorum.” şüphesi beni doktora sürükledi.
“Okumayınız, yakmayınız. Kendinizi ferah tutunuz, canınızı hiçbir şeye sıkmayınız. Erken yatınız. Geç kalkınız. Kırlarda, denizlerde geziniz, eğleniniz…”
“Fakat Doktor, ben ancak canımın sıkıntısını geçirmek için okurum.” dedim.
“Pekâlâ yazı da yazmayınız…”
“Yalnız imza atarım.” diye güldüm.
“Onun zararı yok!…”
“Ama yine canım sıkılıyor. Kendimi ferah tutamıyorum.”
“Niçin?”
“Bilmem. Sebebini sizden soruyorum işte…”
Şişman şen, şuh bir adamdı. Maroken kanepesinin koltuğuna vurdu.
“Pekâlâ ben size söyleyeyim.” dedi.
Beni uzun bir istintaka çekti.
Evli miyim, bekâr mıyım? Kaç yaşındayım? Memuriyetim ne? Maaşım ne kadar? Filan… Sordu. Kısa cevaplar verdim. Bir kahkaha attı.
“Senin hastalığını şimdi keşfettim.” dedi.

Yüzüme baktı. Bitmeyen gülüşünün içinde ilave etti:
“Sen bir ‘Sineküriyen’sin!”
“Sineküriyen mi?”
“Evet…”
Birden anlayamadım. Böyle bir hastalık hatırlamıyordum.
Sordum:
“Bu nasıl hastalık?”
“Saadet hastalığı!”
?
“Saadet… Yani işsizlik hastalığı!”
Yine anlayamadım.
“İşsizlik saadet midir?” diye güldüm.
“Eski lisanlarda işsizlikle saadeti bir kelime ifade eder. Fakat bu saadet de çok olunca, değişmeyince her his gibi mahiyeti bozulur. Keder, elem olur…”

Bir idadi talebesine ders verir gibi hazla elemi bana anlattı. Süren hazzın elem olacağını, değişmeyen eleme de insanın pek çabuk alışacağını izah etti. Onca işsizlik, yani “çalışmak mecburiyetinden aza-delik” bir saadetti. Lakin bu saadetin üzerine bazen bir ara kara bulutlar gelmeliydi. Fasılasız bir saadet şüphesiz bir felaketti.
“Eğer can sıkıntısından kurtulmak isterseniz bu rahat memuriyetinizden istifa ediniz.” dedi
“Sonra… Ne yapayım? Zengin değilim.” diye güldüm.
“İyi ya… Para kazanmak mecburiyeti bizi çalıştıracak. Boş duramayacaksınız.”
“Sonra?…”
“Şimdi ay nihayetinde masanızın üstüne cop bırakılan altmış lirayı, çalışırken kuruş kuruş muhtelif yerlerden toplayacaksınız. Sinirleriniz, beyniniz, aklınız, gözleriniz, elleriniz çalışacak. Koşacaksınız…”
“Fakat bu benim işime gelmez.”
“O hâlde ‘Sinekürün’ sürdükçe efemi olan rahatına katlanacaksınız.”
Gülümseyerek önüme baktım. Hakikaten; ben pek genç bir sineküriyen olmuştum. Bu şüphesiz bir talih eseri idi. Ama ihtiyarlığa uygun gelen şey gençliğe uygun gelmezdi; gençliğe uygun gelen şey de ihtiyarlığa… Mesela güzel kadın, çok uyku, nefis bol yemek filan gibi! İşte bu talih beni harap ediyordu. Ben bunları düşünürken geveze doktor, şeker hastalığını, nakristeni, daha bin türlü rahattan, işsizlikten gelen hastalıkları sayıp döküyordu.
“Bari jimnastik yapsam, Doktor Bey…”
Güldü:
“Jimnastik mi? O nihayet adalelerinizi yorar. Hâlbuki sizin yalnız adalatınız değil, ruhunuz, hissiniz, fikriniz… Hasılı bir kelimeyle söyleyeyim, mevcudiyetiniz çalışmaya muhtaç!”
“Yani manevi bir jimnastik…”
“Evet, evet.”
“Ne gibi?”

Bulamadı. Yüzüme baktı. Bakışında benim mevkimi kıskanan bir haset vardı. Bunu güneş gibi görüyorum.
“Mühendisim, demiştiniz değil mi?”
“Evet…”
“Mademki işiniz yok. Sanatınıza çalışınız.”
“Memur olduğum için dışarıda çalışamam.”
“Hayır, öyle ticaret şeklinde para kazanmak için değil…”
“Ya nasıl?”
“Sanat için sanatınıza çalışınız.”
“Anlamıyorum, nasıl?”
“Siz Türk müsünüz?”
“Evet.”
“Milliyetperver misiniz?”

Birdenbire cevap veremedim. Böyle bir suale ömrümde ilk defa maruz kalıyordum. Vicdanımı yokladım. Daha bunun ne demek olduğunu bile bilmiyor. “Milliyetperverlik” ne demekti. Vakıa kulaktan şöyle bir cereyanın olduğunu duymuş, ama hiç ehemmiyet vermemiştim. Türkçe mecmuaları, gazeteleri okumak âdetim olmadığı için bir şeyden haberim yoktu. Sükûtum doktoru sıktı.
“Yoksa kozmopolit misiniz?”
“Hayır.”
“O hâlde işte hastalığınızın bir sebebi daha. Ne milliyetperverim diyorsunuz, ne de kozmopolit! Yani araftasınız. Hâlbuki ‘araf ’ insanlara mahsus değildir. Hayvanlar orada rahat eder. Ama insan için ya cennet lazımdır, ya cehennem!”

Bu tuhaf doktor bana idealin insana tıpkı kalp gibi, yürek gibi, ciğer gibi lazım olduğunu anlattı, insan “mefkûre”siz yaşayamazmış. Mefkûre iflas eder etmez, insan ya deli olur, yahut intihar edermiş. Mefkûre birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı, nevrasteni, isteri başlarmış.
“Hâlbuki sizde muayyen bir ideal yok.”
“Galiba.”
“O hâlde azizim çabuk bir ‘ideal’ edininiz yoksa…”
?
“Doktor sizi kurtaramaz.”

Hayatta o kadar ehemmiyetsiz hadiseler var ki bizde pek derin intibalar bırakır. Bir “hiç” yıllarca yürüdüğümüz yolu değiştirebilir. Bana ideal sahibi olmamı tavsiye eden doktorun bu paradoksal sözleri çok tesir etti. Yine marazi hassasiyetim neticesi olarak onun telkini altında kaldım. Evet geçen sene ne milliyetperverdim, ne de kozmopolit! Bana bir ideal lazımdı. Fakat ideal hazır esvap gibi bulunup alınamazdı. Edebiyatı çok seviyordum. Bir roman yazmayı düşündüm, hatta başladım yazmaya… Lakin tabından sonraki rezaleti aklıma getirdim. Meşhur, –amma niçin meşhur?– mühendis filan bey bir roman neşretmiş! Bu, tıpkı eski bir nafia nazırının nazırlığı esnasında bir “ilmihal” kitabı telif etmesine benzeyecekti! Gülünç olmamak için bu emelimden vazgeçtim. Milliyet cereyanının etrafında çıkan matbuatı okumaya koyuldum. İki ay sonra aldığım fikirleri yekûn ettim. Şu çıktı:
1- Dili, dini “bir ” olan insanlar bir millettendir. Türkler de bir millettir. Fakat şimdiye kadar “ümmet” teşkilatı ile yaşadıkları için kendi milliyetlerini, harslarını ihmal etmişler; Arap’a, Acem’e benzemeye çalışmışlar.
2- Millet hâline geçince asrileşmek lazım. O vakit de Frenk’i taklide kalkmışlar.
3- Hâlbuki Türkler de, öteki milletler gibi harsin her sahasında ayrı, hususi bir şahsiyet sahibidirler. Bu şahsiyeti bulunca terakki edebilirler.
Sonra etrafıma baktım. Edipler konuşulan tabii lisanla yazmaya, şairler millî edebiyatı, millî şiiri, millî vezni meydana koymaya; hukukçular millî hukuku; ahlakçılar millî ahlakı, terbiyeciler millî terbiyeyi bulmaya çalışıyorlar. Ben de millî sanatı aramaya başladım. Bursa’ya, Konya’ya seyahatler ettim. Getirdiğim kitaplar o kadar çoktu ki… Hatta yarısını okuyup bitiremedim. Ama, sıhhatim yerine geldi. Artık kendimi düşünemez, dinleyemez oldum. Daha tetebbülerimi ortaya atmadan sebepsiz şöhretim büyüdü. Türk sanatının esas hatlarını ararken şedit bir milliyetperver olmaya başladığımı seziyordum. Kemerlerde, pencerelerde, kubbelerde, mezarlarda, türbelerde, çeşmelerde, çinilerde aradığım hususiyeti her tarafta bulmaya çalışıyordum. Eskiden en beğendiğim şeyler, Türk olmadığı için, taklit olduğu için gözüme çirkin göründü. Yavaş yavaş dostlarımı kaybettim. Hepsi idealsizdi. Kumar, kulüp, kadın, zevk, gösteriş… Başka şey bilmiyorlardı.
Geçen hafta, ileride tamamlayacağım “Anadolu’da Eski Türk Sanatının İzleri” unvanlı kitabın taslağını bitirdim. Bu beni iyice yordu. Bir haftadır ne okuyorum, ne yazıyorum. Ama yine can sıkıntısı tehlikesi baş gösterdi. Yine kendimi dinlemeye başladım.
Bu sabah işte şakağımda bulduğum ilk ak tel bunun için azıcık daha beni kederlendirecekti.
***
Evvelden başkaları tarafından duyulan bir kederi ayniyle taklit etmemek için düşüncemi değiştirdim. Masama oturdum. Eserimin tebyizinden artan şu boş deftere bu satırları gelişigüzel yazdım. Şimdi kalem elimde düşünüyorum. İşte yine haberim olmadan bir mukallit oldum; ilk ak saçın intibalarını yazmaya kalktım.
İlk ak saç… Hissetmeyeyim. Düşüneyim haydi: Demek ihtiyarlığa doğru dönüyorum?
.....
“Ne yapmalıyım?”
“Hiç… Ne yapabilirim?”
“Fakat artık evlenmeliyim.”
“Evet evlenmeliyim.”
“Daha ne bekliyorum?”

Evet! “Daha ne bekliyorum?” Kendi kendimle konuşurken bu suale ne cevap vermeli? Şimdiye kadar bunu hiç düşünmedim mi? Hayır. Hâlâ kalbimde birçok heyecan var. Sanıyorum ki evlenirsem bitivereceğim. Fakat nasıl olsa bir gün evlenmeyecek miyim? “Herkes gibi…” Ah herkes gibi… Herkese benzememek insan için ne güç! Tabi ben de kendimden evvel gelenleri taklit edeceğim. Onlar gibi nişanlanacağım. Onlar gibi güvey gireceğim. Onlar gibi çocuklarım olacak. Onlar gibi aile sahibi bir baba olacağım. Onlar gibi ihtiyarlayacağım, onlar gibi, heyhat… Onlar gibi öleceğim.
Şu yazdığım sayfaya ziyası ateşten bir mustatil şeklinde akseden güneşin altında yeni ne var?
Hiç…
Evet ben de herkes gibi evleneceğim. Beş bin sene evvel yine bu güneşin altında tekrarlanan bir Finland meselini hatırlıyorum: “Hayat yalnızken pek kederlidir. İnsan çift oldu mu bu hayat daha latif olur. Üçleşince hayat pek tatlıdır.”
Ben, artık bu “yalnızlık”tan kurtulmalıyım.

DEVLETİN MENFAATİ UĞRUNA

Mukaddime
Sevgili karilerim, size yemin ederim ki[1 - Vallahi, bittabi, tallahi…] bu hikâyeyi ben uydurmuyorum. Geçmiş zaman… Eski bir tarih kitabında mı okudum, yeni bir hikâye mecmuasında mı yoksa açık bir romanda mı? İyice hatırımda kalmamış! Hatırımda iyice kalan şey, yalnız vakanın esası “fert”in “cemiyet” uğrunda vaktiyle ne derecelere kadar fedakârlıkta bulunduğunu, bunun kadar nefis bir surette gösterecek tarihî bir misal yoktur sanıyorum! Bugün işte yeni yeni devletler, yeni yeni cemiyetler doğarken “faydalı olur” ümidiyle şu okuyacağınız satırları yazmaya kalktım.
Okuduktan sonra “Sanat, sanat içindir!” itikadıyla “hisseden kıssa” çıkarmasanız bile eğlenmiş olursunuz. Sevgili karilerim, eğlenmek de zaten bir nevi fayda değil mi?

Birinci Fasıl
Evvel zamanda Avrupa’nın, zannedersem her on kilometre murabbaına iki hükümdar isabet eden, bol müstebitli bir tarafında gayet ihtiyar bir kral vardı. Elmaslı tacının altından lüle lüle sarkan gür beyaz saçları, yürürken ayaklarına dolaşan beyaz sakalları içinde balmumundan yapılmış ilahî bir resim gibi daima sessiz yaşar, devleti adaletle, şefkatle, mürüvvette idare ederdi. Muharebeyi sevmediğinden memleketinin sulh perisi zamanında hiç seyahate çıkmamıştı! Tebaasının işi gücü yemek, içmek, oynamak, eğlenmekti! Yazın tarlalarda, bağlarda, bahçelerde insan, inek, eşek, köpek, kaz, tavuk, ördek sürüleri çifter çifter, hep bir arada sevişirler; kışın meyhanelerde, evlerde, kulübelerde çalgı sesleri, aşk naraları sabahlara kadar coşar, bir saniye durup dinmezdi.
Fakat bu kadar mesut bir memleketin teselli kabul etmez, ağır, acı bir kederi vardı. Bütün halk; ihtiyar genç, erkek kadın, çoluk çocuk herkes en coşkun cümbüşler esnasında birdenbire dururlar, sararırlar, ağlamaya, hıçkırmaya başlarlardı. Umumi gözyaşlarının sıcak bir çağlayanı andıran şırıltıları içinde daima bu feryat işitilirdi:
“Ah, niçin bizim bir veliahdımız yok!”

İkinci Fasıl
İhtiyar Kral sarayının bir ıhlamur ormanına bakan merasim salonundaki tunç ayaklı altın tahtında oturuyordu. Başmabeynci yerlere eğilerek başvekilin huzura kabul olunmasını istirham ettiğini söyledi. Devletin politikası o kadar yolunda idi ki… Kral başvekilini ancak senede bir iki defa bayramlarda, seyranlarda görürdü. Taaccüp etti.
“Gelsin bakalım!” dedi.
Bir dakika sonra içeriye, kendinden ihtiyar, kambur bir adam girdi. Bu, Avrupa’nın en büyük diplomatıydı. Asya hükümdarları bile ona nameler gönderiyorlar, reyinden istifade ediyorlardı. Tahtın önüne ilerledi. Diz çöktü. Hükümdarının beyaz sakalları içinden uzanan sarı elini öptü:
“Haşmetmeap!” dedi. “Sizi gayet mühim bir mesele için taciz ediyorum.”
“Ne gibi? Bir muharebe ihtimali mi?”
“Hayır.”
“Komşularımızla siyasetimiz mükemmel. Dâhilde asayiş, bereket, zenginlik yolunda. Başka mühim ne olabilir?”
“Gayet mühim bir mesele!”
“Nedir söyle bakalım!”
İhtiyar başvekilin çipil gözlerinden hüngür hüngür yaşlar boşanıyor, mini mini bir nehir gibi altın tahtın basamaklarından akıyordu.
“Haşmetmeap! Bugün doksan sekiz yaşına girdiniz. Ölüm gayet acele bir afettir. Bir gün vakitsiz olarak siz adil hükümdarımızı bizim elimizden alıverir. Veliahdımız yok! Allah göstermesin, sizin ruhunuz göklere uçarsa yerde kalacak zavallı tebaanızın hâli ne olacak. Memlekete komşularımız hücum edecek? Vatanı pay edecekler. Kaç asırdır hanedanınız sayesinde sükûn içinde, asayiş içinde yaşayan devletimiz mahvolacak. Gülmekten, oynamaktan, zevk sürmekten başka bir şey bilmeyen milletimiz vahşi kumandanların emirleri altına girecek. Muharebelere sürülecek. Sokaklarımız siyah esvaplı dullarla, öksüzlerle, evlatlarını kaybetmiş analarla dolacak…”
Başvekil hem ağlıyor, hem bülbül gibi nutkunu söylüyordu. O söyledikçe İhtiyar Kral kendi ölümünden sonra mesut devletinin nasıl parçalanacağını, sevgili tebaasının nasıl komşu devletlerin ordularına asker olacağını düşünüyordu.
Başvekilin nutkunu kesti, sordu:
“Bu felaketin önüne nasıl geçebiliriz?”
“Gayet kolay Haşmetmeap!”
“Nasıl?”
“Sevgili Kraliçemiz dünyaya hemen bir veliahtçık getirsinler.”
“Fakat nasıl? Artık…”
O asırda Avrupa’nın en büyük diplomatı olan başvekil yavaş yavaş doğruldu. Elleriyle kralın saçlarını dalga dalga ayırdı. Kulağını buldu. Ağzını yaklaştırdı. Söylediğini Allah’la Kraldan başka kimse duymadı.
“Fakat…”
“Fakatı makatı yok Haşmetmeap! Devletin âli menfaati uğruna!”
“Kraliçeyi bilirsin. Bir melaikedir. Ona bu teklifi nasıl edebilirim?”
“Evet Kraliçemiz bir melaikedir. Haşmetmeap! Melaikelerden daha saf, daha temiz, daha ulvidir. Fakat mukaddes devletimizin istikbali ancak buna bağlı. Devletin âli menfaati bugün böyle icap ediyor…”
İhtiyar Kral düşünüyor, büyük diplomat söylüyor, şark hükümdarlarının analarını, kardeşlerini, evlatlarını devletlerinin âli menfaati uğrunda koyun gibi bizzat boğazlamak fedakârlığına bile katlandıklarını anlatıyordu. Şimdi bir devletin, bir milletin hayatı, saadeti, bekası Kraliçenin fedakârlığına bağlı kalmıştı. Yoksa…
Kral:
“Pekâlâ! Bir kere kendisine açayım.” dedi. “Fakat… Hayır, mümkün değil… Kabul etmez. Hatta dünyanın bekası buna bağlı olsa yine kabul etmez. O bir melaikedir.”
“Evet melaikedir, Haşmetmeap! Melaike olduğu için kabul edecek, bir devleti, bir milleti mahvolmaktan kurtaracak!”
“Pekâlâ…”
Başvekil Kralın elini öptü. Dışarı çıkıyordu.
Kral tekrar sordu:
“Fakat kiminle?”
Diplomatın gözyaşları artık dinmişti. Pembe dantelli yenleriyle ıslak beyaz sakallarını silerek cevap verdi:
“Sarayınızda o kadar mabeynci, general, prens, kont kullarınız var. Kraliçe Efendimiz Hazretleri hangi kulunu arzu buyururlarsa…”

Üçüncü Fasıl
Kraliçe, duvarları, tavanı, döşemeleri altın kakma zambaklarla işlenmiş küçücük samimi yatak odasında, patlıcan rengi ipekten, kabarık bir divana uzanmış, kalçalarını ovduruyordu. Kapı vuruldu.
“Giriniz.”

Ovan kız fırladı. Kraliçe doğruldu. Yarım çıplaktı. Önüne kapadığı tül ropdöşambır, kopmuş iri melaike kanatlarına benziyordu. Çok sevdiği kocasının böyle hiç beklenilmeden gelmesine şaştı.
“Buyurun!” dedi.
Henüz on yedi buçuk yaşında pembe, beyaz, saf, masum bir civandı. Kral divanın kenarına oturdu. Hizmetçi kız dışarı çıktı.
“Sevgilim, böyle üşümüyor musun? Hava çok soğuk!”
“Hayır Haşmetmeap! Hatta yanıyorum! Tutuşuyorum!”
Bir iki dakika kadar şundan bundan, havadan sudan bahsettiler. Mini mini Kraliçe, kocasında bir fevkaladelik görüyordu. Eskiden hiç lakırdı söylemeyen bu ihtiyar şimdi şakıyordu. “Acaba memleketin doktorları yeni bir ilaç mı keşfettiler?” diye düşündü. Fakat nihayet laf, siyasete gelince zannında yanıldığını anladı. Kral hanedanının kutsiyetini, devletin tarihinde oynadığı rolü uzun uzun hikâye etti. Kendi ölürse kaç asırdır mesut yaşayan bu memleket, komşuların yağmasına uğrayacak, sevgili tebaası komşu ordulara asker membaı olacaktı. Söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu.
“Memleketin, devletin bekası senin elinde.” dedi.
Kraliçe şaştı.
“Nasıl Haşmetmeap?”
“Hemen bir veliahtçık doğursan hanedanım zeval bulmayacak.”
“Fakat bu sizin…”
“Hayır senin elinde!”
“Fakat, şey…”
Kral kalktı. Kraliçenin gür kumral, dağınık saçlarını titrek elleriyle kaldırdı. Mini mini pembe kulağına öpecek gibi yaklaştı. Başvekilin kendi kulağına fısıldadıklarını yavaşça tekrarladı. Söylediğini Allah’la Kraliçeden başka kimse duymadı.
“Ah mümkün değil, mümkün değil…”
“Fakat…”
“Beni öldürünüz. Başka bir prenses alınız.”
“Fakat…”
“Hayır, mümkün değil, yapamam. Ölmek bence daha hayırlı…”
Masum Kraliçe kendi gözyaşlarıyla baştan aşağı banyo etti. O kadar şiddetli ağlıyordu ki… Islanan tül gömleği pembe vücuduna yapıştı, bir buhar gibi kayboldu. İhtiyar Kral ona teselli veriyor, devletin âli menfaati için fedakârlıkta bulunmanın ulviyetini anlata anlata bitiremiyordu. Nihayet gözlerindeki yaşlar bitince Kraliçe istenilen fedakârlığa razı oldu. Önünde diz çökmüş yalvaran kocasının elmaslı tacını okşadı.
“Kalkınız! Devlet uğruna her şey feda.” dedi.
Doğruldu. Koştu, tuvalet odasından bir silecek aldı. Gözyaşlarıyla yıkanan vücudunu kurularken:
“Fakat hizmetime kimi tayin edeceksiniz?” diye sordu.
“Saraydan, kimi istersen, meleğim…”
“Kimi?”
“Mesela Prens Habezızika’yı… Gayet ketumdur!”
“Ketumdur! Fakat hizmetinden bir netice çıkmaz.”
“Mabeynci Kont Şodaref ’i…”
“Onun da…”
“Marki dö Brad’ı…”
“Geçiniz, o da nafiledir Haşmetmeap!”
“Ey, Vikont dö Loryan…”
“Hayır, onun hizmeti de boşa gider.”
Kral mabeyn erkânından kırk tane kadar asilzade saydı. Kraliçe hep: “Nafile, hizmetinden bir netice çıkmaz!” diye reddediyordu.
Muhterem Kral:
“Fakat ne biliyorsun sevgilim!” dedi.
Kraliçe demin bütün vücudunu ıslatan masum gözyaşlarını kuruladığı mavi ipek silecekle yüzünü kapayarak:
“Heyhat! İki senedir, ben onların hepsini tecrübe ettim.” cevabını verdi.
! ! !
Kral, devletin âli menfaati uğrunda bir defa değil, kendi haberi yokken kırk defadan ziyade fedakârlığa katlanmış olan bu mukaddes vücuda, bu beyaz melaikeye bakakaldı. Evet, başvekilin mukaddes endişesini o işte daha evvel duymuş, hem hiç vakit geçirmemişti. Meftunluğundan, memnunluğundan tatlı bir heyecan içinde kaldı. Titriyordu.
“O hâlde sevgilim, hizmetine dışarıdan birisini vereceğiz.”
“Hayır, yine saraydan!”
Kral saray erkânından ismini saymadığı bir adam hatırlayamıyordu.
“Pekâlâ! Fakat kimi? Sen söyle!”
“Hassa bölüğündeki Çavuş Fernan’ı…”
“Ne?”
“Evet onu isterim.”
“Dev Fernan’ı ha?”
“Evet.”
“Fakat sevgilim o bu odaya sığmaz, boyu iki buçuk metredir. O bir yerlere sığmaz. O bir alamettir.”
“Olsun. Olsun!”
İhtiyar Kral yine:
“Pekâlâ!” dedi.

Hatime
Dokuz ay, on gün, yedi saat sonra masum Kraliçe doğurdu. Fakat bir tane değil… İki prens birden! Artık halkın saadetine payan yoktu. Hanedanın bu ikiz goncasını o kadar sevdiler ki… Hiçbir vakit birini öbürüne tercih edemediler. Hangisi büyük, hangisi küçük… Belirsizdi. İkisi de aynı miktarda veliahtlık hukukuna haizdi. Kral öldükten sonra küçücük devletin şark tarafına biri, garp tarafına biri hükümdar oldu. Bu iki kardeş hükümdar birbirleriyle hiç geçinemediler. Bütün hayatlarını muharebeyle geçirdiler. Babalarının, cetlerinin devirlerinde sulh içinde yaşayan sakin ahali onların sayesinde ikiye ayrılıp boğuşmaya koyuldu; onların sayesinde ayrı ayrı iki düşman, milletmiş gibi Avrupa tarihinin en dövüşken unsuru hâline girdi!

MERMER TEZGâH
Cabi Efendi, öyle her ihtiyar gibi, sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez; “ Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı.
Yegâne merakı “Dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okur yazar” güruhundandı. Fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte nadanların akıl ambarı!” diye gülümserdi. Onun fikrince kitaplar “hakikat”in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.
Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki, ancak her gün değişen, hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır, binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan, hep hayatın içinde idi. Mesela, elli senedir gezmekle bitiremediği şu İstanbul “bir milyon küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faalini süzebilen insan şüphesiz en büyük irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra mukaddes, gayrimukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi Efendi işte bu, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriydi! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür; yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir; ilminden, irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı. “Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velospide, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahire, hep gözleriyle gördükten sonra inanmıştı.
***
Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dalları pembe, beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik yarabbi!” diye mırıldandı.
Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı! Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper; sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi… ”Ben amma dolma yutmam,” dedi, “hepsi rüya… Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden, ne bu kokulardan eser kalır!”
Çimenlerin üzerindeki çiğlerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri, cıvıldaşarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı, “Birinin ettiği halt ötekine nimet…” dedi. Kendi istemediği hâlde müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük…
Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti! Daima yola düzüldükten sonra buna karar verirdi. Çırpıcıya, Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmeyi düşündü. Hayır… Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı. “Artık horozlara da inanmamalı,” dedi. “Ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar. Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar.” Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nerede geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. “Tekkelere de uğrarım.” dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tramvayına atladı. İçi evkaf, gümrük mümrük kâtipleriyle doluydu. Evvela, bunlara kulak misafiri oldu. Hepsi saçma sapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakalaşıyorlardı.
Cabi Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı, o kadar sıkıldı ki… Azıcık daha “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirkecide “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, bacını verdiği köprüyü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, pek çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden, temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu.
Cabi Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sual faal zihnine hücum etti… “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım…” dedi.
Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem İskelesi’ne gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı.
Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu. Kız Kulesi’ni falan hemen unuttu.
Baktı, baktı, baktı:
“Olur iş değil…” dedi.
Biraz karan lık ça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı. İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam… Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diye gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa… Mutlaka bunun hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok burası eskiden ya bozacı, ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz, mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “ Tembel herif ” dedi, “kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Duramadı. Gayriihtiyari dükkânın açık kapısından girdi.
“Ne var?” gibi kendisine bakan marangoza sordu:
“Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi?”
“Hayır.”
“Öyle ise bir bozacı?”
“Hayır.”
“Ya kim otururdu?”
“Hiç kimse… Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.”
“Ey bu mermer tezgâh burada ne arıyor?”
“Ben koydurdum.”
Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:
“Sen deli misin, oğlum!” dedi.
“Hayır.”
“Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”
“Niçin oynatmasın?”
“Kazara keser kaçar. Hem mermer bozulur, hem keser…”
“Ben hiç keserimi kaçırmam.”
“Kaç senelik marangozsun?”
“Yirmi senelik.”
“Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?”
“On beş sene var…”
Cabi Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstündeki şiş yanakları elma gibi kızarıyordu.
“On beş senedir keserini hiç yanlışlıkla kaçırmadın mı?”
“Kaçırmadım.”
“Kazara… Bir defacık olsun…”
Bir defacık olsun kaçırmadım. İstersen gel, bak…
Cabi Efendi cebinden gözlüğünü çıkardı. Taktı. Baktı. Baktı, mücella mermer tezgâhın sathında hafif bir çizgi bile yoktu. Sonra marangoza döndü. Tepesinden tırnağına kadar iyice süzdü. Hiç öyle zeki bir adama benzemiyordu.
Tekrar sordu:
“Şimdiye kadar keserini hiç yanlış vurmadın ha?”
“Görüyorsun işte…”
“Nasıl olur bu?”
“Çünkü ben birinci ustayım. Vuracağım yeri iyice görürüm. Hiç yanılmam. Elimin maharetine emniyetim var, onun için tezgâhı mermerden yaptırdım.”
Cabi Efendi dayanamadı:
“Oğlum, bu senin elindeki maharetinden değil!” dedi.
“Ya neden?”
“Düşüncesizlikten…”
“Düşüncesizlikten mi?”
“Evet.”
Marangozun kalın siyah kaşları çatıldı. Keserini mermer tezgâhın üstüne yavaşça bıraktı. Suratını buruşturdu.
Hakareti andıran bir tavırla Cabi Efendi’ye sordu:
“Ne bildin?”
“Nereden mi bileceğim? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın.”
“Benim düşüncem olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi vuracak yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben ‘sanatımın eriyim’ haydi bakalım, gevezelik yeter… Çek arabanı…”

Cabi Efendi fena hâlde bozuldu. Kendisiyle tatlı tatlı konuşurken hakikati işitince herifin birdenbire değişip kabalaşması canını fena hâlde sıktı. Gözlüğünü çıkarmaya vakit bulamadan, kös kös önüne bakarak dükkândan çıktı. Sanatının eri ha… “Seni gidi budala seni!” diye dişlerini sıktı, başını salladı. Her hadisenin sebebini aramak onda bir illetti. Bulduğu sebebi de, hatta bizzat hadisatın mevzularını gösterip kabul ettirmek diğer bir illetiydi. İşte bu ahmak, düşüncesizliğinin neticesi olan “ yanılmaz dikkat”ini elinin maharetine atfediyor, düşüncesizliğini kendisi için bir “meziyet” sanıyordu. Hızla döndü. İşine başlayan kayıtsız marangoza kapıdan haykırdı:
“Usta, yarın dikkat et. Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını kıracaksın!”
Cevap beklemedi. Hemen yürüdü. Karşıki sokağa saptı. Birer birer civardaki dükkânlara girdi. Mermer tezgâhlı marangoza dair birçok malûmat topladı. İsminin meşhur Ali Usta olduğunu öğrendi. Valideiatik bostanına bitişik, kırmızı aşı boyalı, tek katlı, yedi numaralı evde otururmuş. Yeni evlenmiş. Genç bir karısı varmış… Bütün komşuları onun elindeki mahareti methetmekte müttefiktiler. “Daha ömründe yanlış bir çivi vurmamıştır, keserine güvenir. İstanbul’da eşi bulunmaz. Frengistan’da bile onun gibi mermer tezgâhta işleyen bir marangoz yokmuş.” diyorlardı.
Cabi Efendi hepsine, içinden, “ Yarın siz onun mermer tezgâhını görürsünüz.” derken, dışından “Doğru, doğru…” diye başını salladı.
Daha öğleye epey zaman vardı. Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için tasarladığı planı düşüne düşüne Yeni Cami’nin avlusuna girdi. Bu düşüncesiz herifi bir dakikacık düşündürmek kâfiydi! Cabi Efendinin birçok tecrübesi vardı. Ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati iflas ettirdiğini dini gibi bilirdi.
Bu tecrübelerden bir tanesini bu düşüncesiz herifte tekrarlayarak, ona da bu hakikati zorla kabul ettirecekti. Planını zihninde tamamlayınca cami avlusunun karşısındaki kasaba girdi. Kesilmiş, yüzülmüş kuzulardan bir tane satın aldı. Çırağın eline verdi. Moskoflunun fırınına geçti. Bir kuzuyu kaç saatte kızartabileceğini sordu.
“İki saatte.” cevabını alınca hemen bir de büyük toprak kap aldırdı. Kuzuyu fırına attırdı. Kendi dükkânın gizli kepengine yaslandı. Kısa çubuğunu doldurdu. Yaktı. Tam iki saat orada, sabır taşı gibi sesini çıkarmadan çubuğunun dumanlarını seyretti. Kuzu pişince bir hamal buldurdu. Kabı eline verdi, öne geçti. Çavuş Deresi’ne çıkan yokuşu tırmandı. Valideiatik bostanını buldu.
Bostana bitişik tek katlı, kırmızı aşı boyalı evi görünce:
“Hah işte burası.” diye yürüdü. Tokmağı çaldı. İçeriden ince, sert bir kadın sesi:
“Kimdir o, bakayım, kimdir o?” dedi.
“Ben.”
“Sen kimsin ayol?”
“Burası mermer tezgâhlı marangoz meşhur Ali Ustanın evi değil mi?”
“Evet.”
“Usta bu kuzuyu kızarttı, gönderdi. Alın.”
Kapı yarım açıldı. Kalın, beyaz, çıplak iki kol daha beyaz elleriyle kuzu kabını içeri aldı, meçhul bir şeye hiddetlenmiş gibi kapıyı hızla çarparak kapadı.
Cabi Efendi gülümsedi:
“Yarın mermer tezgâh…”
Ellerini ovuşturdu. Gözleri, isabet etmemiş müthiş bir tokat gibi rüzgârı suratına çarpan, alçak kapının üstündeki silik rakama kaçtı:
“Yedi, yedi.” diye başını salladı.
Sabahleyin erkenden mermer tezgâhın kırıldığını görecekti. Bunun için İstanbul’a geçmedi. Doğru at pazarındaki Hacı Hüseyin’in hanına gitti. Temizce bir oda kiraladı. Geceyi Üsküdar’da geçirecekti.
***
Meşhur marangoz Ali Ustanın evine geç gelmek âdetiydi. Kapıdan girince doğru sofraya oturdu. Bu akşam sofranın başına çökünce şaşırdı.
Karısına:
“Hayrola…” dedi. “Bu kuzu nereden esti?”
“Sana sormalı?”
“Ne demek?”
“Bugün sen gönderdin.”
“Hâşâ…”
“Hâşâ mı?”
!…
Karısı merhum Kasımpaşa imamının üvey kızıydı. Pek çabuk hiddetlenirdi. Yine kıpkırmızı oldu. Ellerini geniş kalçalarına dayadı. Yüzünü eğriltti:
“Hâşâ, ha? Vay, demek ben bunu çaldım, ha?”
“Bilmem.”
“Dostum mu gönderdi?”
“Onu da bilmem!”
“Gündüz gönderdin. Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun?”
Ali Usta:
“Ben hiçbir şeyi unutmam.” dedi.
“Haydi oradan bunak, sen de… Çamaşır yıkıyordum. Bir adam geldi. ‘Mermer tezgâhlı Ali Ustanın evi burası mı?’ dedi. ‘Evet.’ dedim. ‘Benimle bu kuzuyu gönderdi.’ dedi. Ben de aldım.”
“Nasıl adamdı?”
“Beni namahreme bakar sanıyorsun ha… Görmedim bile.”
“Sesi nasıldı?”
“Beni namahremin sesini işitir sanıyorsun ha… Vallahi işitmedim..”
?…
!…
Karı koca bu kuzu yüzünden bir güzel kavga ettiler. Ali Usta bu nefis kuzudan değil, öbür yemeklerden bile ağzına bir lokma koyamadı. Acaba bu kuzuyu kim göndermişti? Merakından çatlayacaktı. Yoksa evini barkını dağıtmak için bir büyü müydü? Kahvesini, çubuğunu da içemedi, ömründe ilk defa olmak üzere o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar uyuyamadı. Karısı hâlâ onu unutkanlıkla itham ediyor, “Bunamışsın ayol, git kendini Pabucu Büyük’e okut.” diyordu.
Sabah namazını kılmadan dükkânına indi. Kepenkleri açtı. O kadar dalgındı ki, köşede kendisini gözetleyen Cabi Efendiyi bile görmedi. Mihaniki bir sükûn ile keserini eline aldı. Dünden kalan işini mermer tezgâhın üstüne koydu. Cabi Efendi açık kapıdan onun dalgınlığına bakarak gülümsüyordu. Zavallının aklı fikri hep dün akşamki kuzuda idi. “Kim gönderdi yarabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye düşünüyordu. Kaldırdığı keskin, kalın, ağır keseri çattadak indirince gözleri açıldı. El kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopmuş, yere fırlamıştı. Aynı zamanda arkasındaki kapıdan bir ses işitti:
“Geçmiş olsun Usta!”
?…
Döndü. Dün kovduğu küçük ihtiyarı görünce bütün bütün şaşırdı.
Cabi Efendi sordu:
“Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle?”
!…
Zavallı Ali Usta ağzını açamadı. Sapsarı kesildi. Dudakları titriyordu.
O vakit Cabi Efendi düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu ana kadar kendisinde bir meziyet sayan bu adama acıdı.
“Artık düşünme.” dedi. “O kuzuyu ben gönderdim.”
“Sen mi?”
“Evet.”
“Niçin?”
“Seni biraz düşündürmek için…”
Sonra üşenmedi, ona, ayak üstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen dikkat hassasını kaybettiğini, “yanılmaz, keskin bir dikkat”in sırf “düşüncesiz hayvanlar”a mahsus bir fazilet sayılacağını uzun uzadıya anlattı.
Kapıdan çıkarken:
“Haydi oğlum.” dedi. “Dünyanın nizamını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy!”
***
Bir saat sonra Cabi Efendi Harem İskelesi’nin koyu lacivert dalgalarında sallanan köhne bir kayığa biniyordu. Dün gitmeye karar verdiği “Kız Kulesi”nin neye deniz ortasına yapıldığını keşfedecek, mutlaka bunun da asıl sebebini bulacaktı! Ama bu sabah erkenden nadanın birine “dikkatin hakikati”ni öğretebildiği için o kadar memnundu ki…

DAMA TAŞLARI
Deli pazarı … pazarı
    –Atalar sözü–
Ali Dânâ Efendi Edirnekapısı semtinde dedesinin dedesinden kalma eski viran evde oturur; kırk yılda bir dışarı çıkardı. Son zamanlarda birtakım genç âlimlerin bin bir rica, yüz bin teşekkürle gezip yıkık sakiflerinin eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini aldıkları bu harabe iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu. Beş dönüme yakın bahçesi kablettarihî bir ormanı andırırdı. Büyük çitlembik, çınar ağaçlarının altında isimlerini kimsenin bilmediği irili ufaklı yüzlerce ağaç, otlar, baldıranlar, deve dikenleri, yılanyastıkları arapsaçı gibi birbirine karışmıştı. Ağustos böceklerinin ninnileri, dızdızların ahenkleri sanki bu karanlık gölgelerde saklı haşaratı uyuturdu. Çitlembik çalmak için yüksek duvarlardan aşarak bu bahçeye bir defacık girmek kabadayılığını gösterebilen küçük külhanbeyleri bir daha buna cesaret edemezler, benizleri sarararak “sık ağaçların içinde, karanlık kovuklarda ayılar, kurtlar, kaplanlar, hatta devler” gördüklerini yeminlerle anlatırlardı. Baykuşlar o kadar çoktu ki kahkahaları gündüz bile işitilirdi.
Dânâ Efendi bu evin ceddi Mahmut Ağa tarafından yapıldığını bilirdi. Bu Mahmut Ağa, Kara Mustafa Paşanın kethüdalarından biriydi. Evi gezmeye gelen meraklıların önlerine çok eski bakır kaplar, kazanlar, cezveler, sahanlar yığar, bunların kenarlarındaki “kargacık burgacık” istilinde okunmaz bir mührü göstererek:
“Bakınız, mimi görüyorsunuz ya? Kefin ucunda da kaf var. Tı, fe… Rı silinmiş eskiden şine nokta koymazlarmış. Dikkat ediniz. Okuyamıyor musunuz? Efendim, gayet açık: Veziriazam Kara Mustafa Paşa kethüdası Mahmut Ağa!” derdi.
Hâlbuki Dânâ Efendinin içinde su gibi bir satır yazı okuduğu bu mühürcüğün nısıf kutru ancak yarım santimetreydi. Gören genç âlimler bu mührü “hat sanatı nefisimizin tespih böceği büyüklüğünde emsalsiz bir abidesi telakki ederlerdi. Eski ev, eski eşya, eski kitap, eski esvap, eski kundura, eski halı, eski şarap meraklısı olan Dânâ Efendi evinin kırılan çerçevelerini tamir ettirmez, eski çamaşırlarını değiştirmez, eski dostlarından vazgeçmezdi. Tam evvel zamankâri bir rint hayatı sürüyordu.
Eski bir merakı da dama oyunu idi. Kışın çini ocaklı odasında, yazın bahçesindeki yıkık, suyu yosunlu eski havuzun kenarına serdiği hasırın üstünde eski dostlarından biriyle dama oynamak yegâne zevki, yegâne eğlencesiydi.
Yine bir gün bu eski hasırın üstünde uzanmış, çubuğunu çekiyordu. Evin camları kırık tepe pencerelerinden girip çıkan serçelere gözleri dalmıştı. Hızlı bir rüzgâr esti. Geniş saçaktan bir tahta parçası koptu. Yere düştü. Dânâ Efendi sevgili evinin bu kışı nasıl geçireceğini acı acı düşündü. Her şey gibi, içinde doğup büyüdüğü, içinde evlendiği, dedesinin, babasının, annesinin, kardeşlerinin, bir bir; arkasına aldığı karıların, çocuklarının, kızlarının ölülerini içinde kefenlediği bu uğurlu ev de yıkılacaktı…
Dünyada zaten ne bâkiydi? Hiç, hiç… Evet hiç! Gözlerini saçaktan ayırdı. Havuza dikti. Orada gayet iri, kart bir kurbağanın kendisine baktığını gördü. Dikkat etti.
“Süphanallah, ne benzeyiş…” diye başını salladı.
Şimdiye kadar hiç farkına varmamıştı. Bu kurbağa, kendisiyle tam kırk sene her gece dama oynadığı Cabi Efendiye benziyor, tıpkı onun gibi bakıyordu. Kaybolan eski dostlarından biri de bu Cabi Efendicikti.
Geçen sene delirmiş, tımarhaneye gitmişti. Dânâ Efendinin beyaz kaşları çatıldı. Soluk dudakları büküldü. Doğruldu. Ayağa kalktı. Terliklerini giydi. Havuzun kenarına eğildi. Bu kurbağayı tutmak, öpmek istiyordu. Elini uzatırken kurbağa daldı. Havuzun durgun, koyu yeşil derinliğinde görünmez oldu. O vakit kalbine keskin bir sızının saplandığını duydu. “Ah Cabi, Cabi!” dedi. Bu ne eski, ne iyi, ne hoş, ne hakîm, ne tatlı bir arkadaştı. Âdeta bir feylesoftu. O kadar akıllıydı. Dânâ Efendinin havuza dikili gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/ilk-dusen-ak-69428281/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Vallahi, bittabi, tallahi…
İlk Düşen Ak Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв