Nokta

Nokta
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
Nokta

PAMUK İPLİĞİ


(Beyoğlu’nun dar, soğuk ve levanten bir salonu. Perdelerde, duvarlarda, levhalarda, koltuklarda, hasılı her şeyde görünmez ve tesmiye olunmaz bir ifrat gölgesi var. Madmazel Bagdeseryan sanki ayağa kalkacakmış gibi dimdik oturmuş. Karşısında Behzat Bey; gayet şık, gözünde bir monokl… Kollarını, fotoğraf makinesinin karşısında her meşhur ve masum sanatkârın aldığı mahut vaziyette, çaprazvari bağlamış, beyaz ve biraz büyücek elleri futbolla gittikçe büyür vehmettiği pazılarını yokluyor gibi… İkisinin de hâlinde öyle bir başkalık var ki… Salondaki o anlaşılmayan tesmiye olunamayan başkalıkla imtizaç ediyor! Bir sahnede, kendilerine bakan birçok gözün önündelermiş gibi dikkat ve teyakkuzla konuşuyorlar…)
Sürpik: Demek bu kadar gençken izdivacı düşünüyorsunuz, ha?
Behzat: Zannettiğiniz kadar genç değilim ki…
Sürpik: Kaç yaşındasınız?
Behzat: Otuza yakın.
Sürpik: Herhâlde izdivaç çağı değil…
Behzat: Niçin?
Sürpik: Otuza yakınım diyorsunuz. Yani yirmi ile otuz arasındasınız demek. Bu devir de yaşamak, hayatı anlamak devridir. Daha doğrusu hayatı kazanmak devri…
Behzat: Fakat ben zenginim…
Sürpik: Ve safsınız, erkekler yirmi ile otuz arasında hatıralarıyla daima mektep hayatını yaşarlar. Katiyen çocuklardır. Onlara itimat edilmez.
Behzat: (Gülerek) Fikrinizce izdivaç için mutlaka yarım asır yaşamak lazım!
Sürpik: Mübalağa etmeyiniz. O kadar değil. Otuz beşle kırk arası tam izdivaç mevsimi…
Behzat: Oh; la, la, la… O vakte kadar?
Sürpik: … Ne yapacağınızı artık tabii benden öğrenmek zahmet ve nezaketini ihtiyar etmezsiniz. Kırk yaşına gelince bir yorgunluk hisseder, nihayetsiz ve sebepsiz bir can sıkıntısı duyarsınız. Midenizde rahatsızlıklar başlar. Hafif bir romatizmadan, zayıflayan bacaklarınız için için sızlarken görünmez bir dudak kulağınıza: “Artık dinlenmek lazım. İzdivaç et.” der. Zaten eğlenceden, aşktan, kadından, zevkten, yürümekten, gezmekten, koşmaktan bıkmış bulunursunuz. O vakit…
Behzat: Ey o vakit?
Sürpik: O vakit küçücük bir hanımefendi, o kadar küçücük ki… Hani hemşirenizin unutamayacağınız derecede yakın bir mazide doğduğunu bildiğiniz yetişkin kızından daha küçük bir hanımefendi beyaz esvaplar içinde size takdim edilir. Artık siz zevç olursunuz.
Behzat: (Fazla ciddi) Hayır Matmazel, hayır siz beni katiyen anlamamışsınız. Ben genç evleneceğim. Dünyada en nefret ettiğim şey sefahattir! Edebiyatı ve hayali sevmem. Çok ciddiyim. Mütemadiyen çalışmak, mütemadiyen servetimi tezyit etmek, şöhret ve ihtiram kazanmak, rahat ve mesut yaşamak! İşte benim gayem!
Sürpik: İzdivaçla hiç münasebeti olmayan bir gaye…
Behzat: İzdivaç etmesini de istemem. Yani filozofların marazi fikirleriyle dimağları zehirlenen birtakım gençler gibi izdivacı itibari bir yalan değil, içtimai bir hakikat addederim.
Sürpik: Çok klasik bir fikir!
Behzat: Fakat doğru değil mi?
Sürpik: Doğru, fakat herkes sizin gibi düşünmez.
Behzat: Niçin? İzdivaç hakkında sizin fikriniz ne?
Sürpik: Herhâlde sizinki gibi değil, pek pek başka. Birkaç türlü…
Behzat: Nasıl, rica ederim?
Sürpik: Evvela kadıncasını söyleyeyim. Herhâlde birçok muhakeme, tereddütle vakit geçirerek birçoğu gibi yirmi beş yaşını beklememek. Sonra beni son derece arzu eden ve ketum olan bir adama hemen muvafakat göstermek.
Behzat: Ne basit! Lakin sizi arzu edeni ya siz sevmezseniz?
Sürpik: Ben mi! Benim kendimin ehemmiyeti yoktur. Yalnız o beni sevsin, arzu etsin.
Behzat: Ya ihtiyar olursa?
Sürpik: Ehemmiyeti yok.
Behzat: Çirkin olursa?
Sürpik: Yine ehemmiyeti yok, ketum olsun, kâfi.
Behzat: Genç, güzel, zengin ve zeki olursa?
Sürpik: Büyük ikramiye! Bunu reddedecek budala bulunamaz zannederim…
(Biraz sükût)
Behzat: (Mütereddit ve müteheyyiç) O hâlde?
Sürpik: …
Behzat: Evet size serbestçe söylemeliyim…
Sürpik: ???
Behzat: Siz benim son derece hoşuma gidiyorsunuz!
Sürpik: (Şaşkın ve mütehayyir) Teşekkür ederim…
Behzat: Ve sizi son derece arzu ediyorum. Sizinle izdivaç edecek olursam tamamıyla mesut olacağım.
Sürpik: Lakin bu mümkün mü?
Behzat: Niçin mümkün olmasın? Benim İslam olmam hiçbir mâni teşkil edemez. İslam erkekleri Hristiyan kızlarıyla izdivaç edebilirler. Hele biz, Türkler dinimizin bu müsaadesinden vaktiyle çok istifade etmişiz. Bazı hükümdarlarımızın zevceleri bile Hristiyan prensesleri imiş. Sonra, Avcı Sultan Mehmed’in zamanında, bundan iki buçuk asır evvel… Hayır, tam iki yüz kırk beş sene evvel Rum patriği buna mâni olmak istemiş. Nasıl mâni olsun? Sert davransa, kafa tutsa olmaz. Çünkü kendisine gelinceye kadar seleflerinden üçü idam edilmiş. Ve sonuncusunun ipte nasıl sallandığını gözüyle görmüş… Hileye, bütün âcizler gibi hileye müracaat etmeye karar verir. Bütün âcizler gibi muvaffak olur… Bir gün Şeyhülislam’a gider: “Domuz eti yiyen, şarap içen Hristiyan kadınlarıyla İslamlar izdivaç ediyorlar. Sonra doğan İslam çocuklarının böyle Hristiyan kadınlarının kucaklarında büyümesi İslamiyetin sanına ve usulüne muvafık mıdır? Değil midir?” diye bir sual sorar. Şeyhülislam pek müşkül bulduğu bu suali uzun uzadıya düşünür taşınır. Sadrazam ile müzakere filan eder. Nihayet İslamların ihtida etmeyen Hristiyan kızlarıyla izdivaç etmelerini katiyen men ve emrederler. Zaman geçtikçe bu emir de kuvvetini kaybeder. Bugün işte Avrupa görmüş birçok Türk vardır ki zevceleri Hristiyan’dır. Birçok zabit… Hariciye memurları… Hatta bir prens… Çünkü bu emir asla dinî değil, belki siyasi idi. O vaktin siyaseti, o vakitki hükûmetin hikmeti bunu icap ediyordu. Bugün kıymeti kalmadı.
Sürpik: (Mütebessim) Oh, azizim, şimdiye kadar asla tahayyül etmediğim bir şey varsa o da bir Türk’le, bir İslam’la izdivaç etmekti. Birdenbire izhar ettiğiniz bu beklenilmez arzu beni o kadar şaşırttı ki… Ve… O kadar hoşuma gitti ki… Ciddi bir cevap veremeyeceğim zannediyorum.
Behzat: Niçin?
Sürpik: Çünkü muhakeme etmedim.
Behzat: Ediniz.
Sürpik: Ne vakit?
Behzat: Şimdi.
Sürpik: Şimdi mi? Bu mümkün değil. Çünkü mütehayyirim ve hayret katiyen muhakemeye mânidir… Biliyorsunuz… Lakin durunuz, yeni usulü tatbik ve tecrübe edelim; yüksek sesle muhakeme edelim. Yalnız soracağım suallere doğru cevap veriniz.
Behzat: Pekâlâ.
Sürpik: İslamlığa dair İngilizce birçok eser okudum. Hepsi sizde izdivacın son derece serbest olduğunu yazıyordu. O kadar serbest, o kadar serbestmiş ki… Ne kadar?
Behzat: Mümkün olduğu kadar, tasavvur ve tahayyül olunduğu kadar…
Sürpik: Sizde hem poligami[1 - Poligami: Çok eşlilik.] varmış, hem de poliandri…[2 - Poliandri: Bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi.]
Behzat: Poliandri yok. Bu iftira… Yalnız poligami var. Fakat mecburi değil.
Sürpik: Bir erkek kaç kadın alabilir?
Behzat: Dört tane derler. Lakin serveti, sıhhati, ihtiyacı olursa istediği kadar…
Sürpik: Mesela on tane…
Behzat: Seksen tane, yüz tane…
Sürpik: Oh, korkunç…
Behzat: Fakat, tekrar ediyorum, bu mecburi değil. Birçok Türk, ama birçok zengin ve kuvvetli Türk vardır ki bütün hayatlarında bir kadınla iktifa etmişlerdir.
Sürpik: Ama bir kadın ile ölünceye kadar yaşamaları da mecburi değil?
Behzat: Evet değil…
Sürpik: İstedikleri vakit zevcelerinden ayrılabilirler.
Behzat: Ayrılabilirler.
Sürpik: Zevcelerini boşamadan tekrar diğer bir kadınla izdivaç edebilirler?
Behzat: Edebilirler.
Sürpik: Bıraktıkları zevcelerini yine canları isterse tekrar alabilirler?
Behzat: Alabilirler. Fakat bunda bazı şartlar var!
Sürpik: Ne gibi?
Behzat: Mesela “hülle” şartı…
Sürpik: “Hülle” ne?
Behzat: Pek iyi bilmiyorum. Galiba bir Türk üç defa zevcesini boşarsa tekrar alamaz. Şu şartla ki hiç olmazsa bir gece, zevcesi başka bir erkekle izdivaç edecek, sonra ondan boşanacak, tekrar eski zevcine varacak.
Sürpik: Oh, işte bir nevi poliandri…
Behzat: Fakat bu pek nadirdir! Şayet böyle bir şey olsa şeri hile yaparlar. Mesela mutlaka başka bir erkeğe varması icap eden kadını gayet ihtiyar bir adama nikâh ederler ve bu mecburi izdivaç tabiatıyla gayet Eflatuni kalır yahut… müta nikâh…[3 - Müta nikâh: Bir kadınla para karşılığı belli zaman evli yaşamak.] Hasılı birçok hile… İyi bilmiyorum ama icabında bir horoza bile nikâh kıyarlarmış…
Sürpik: Latifeyi bırakın, azizim. Bu dehşetli serbesti! Gayet zayıf kayıtlarla! Âdeta civil mariage…[4 - Civil marriage: Resmi nikâh.] Aşkta daima kaybeden, izdivaçta daima ilk ihtiyarlayan kadındır. Eğer erkek dehşetli bir rabıta ile birkaç sene sonra güzelliği solan kadına bağlanmazsa sadakat azabına tahammül edemez. Hemen onu terk eder. Ve yerine gayet genç ve taze bir kız alır.
Behzat: Ah, sevilen bir kadın hiç terk edilebilir mi?
Sürpik: Bakınız, işte “edebiyat” yapıyorsunuz. Sevmek! Sakın ezelî bir aşktan, ölümle nihayet bulan manevi, ruhi bir aşktan bahsetmek masumiyetini tecrübe etmeye kalkmayınız! Aşk… Bir hiç, bir ihtiras, geçici bir buhran… Öyle bir buhran ki neticesi mutlak nefret ve yorgunluktur! Ve izdivaçla aşkı kim karıştırırsa, bir görürse mutlaka meyus olur. İzdivaç: Kadın için, bir erkeğin fena kokularına, kabalıklarına, huşunetlerine tahammül etmekten; erkek için, solmuş ve yıkılmış bir kadının sırnaşıklıklarına, münasebetsizliklerine, asabiyetlerine aldırmamaktan ibarettir! İki vücudu bu mütekabil azaba mahkûm edecek bir bağ, bir zincir vardır ki o da izdivaçtır. Ailelerin, içtimai menfaatlerin, küfvî mutabakatların sigortası bu zincirdir. Hâlbuki o kadar zayıf ki… Bir… Bir pamuk ipliği… Hayır, hayır, ben asla sizinle, bir Türk’le izdivaç edemem. Bütün hayatımı, bütün istikbalimi kayıtsız, şartsız, bir erkeğin keyfine feda edemem…
Behzat: Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
Sürpik: Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz.
Behzat: Fakat…
Sürpik: Fakatı yok. Pamuk ipliği! Azizim. Mesela ben ha sizin metresiniz olmuşum; ha zevceniz… İkisi de bir…
Behzat: Mübalağa ediyorsunuz, niçin?
Sürpik: Metresiniz olsam beni yine bu arzu ile seveceksiniz. İhtimal birkaç tatlı sene geçireceğiz. Sonra… Mutlaka evvelki ihtiras, evvelki arzu sönecek. Ve beni terk edeceksiniz. Hayır, demeyiniz. Bu ezelî bir romandır ki hiçbir kelimesi değişmez. Sizin zevceniz olsam yine aynı roman… Birkaç sene sonra beni bırakacaksınız, diğer bir aşka koşacaksınız.
Behzat: Asla…
Sürpik: Çünkü bırakmamaya mecbur değilsiniz. Bırakmak hakkına maliksiniz. Bıktıktan sonra beni bırakmazsanız bu ancak marazi bir merhamet hissinden başka bir şey değildir! Ve bir hisse de hiçbir vakit bir hak, bir kanun, bir mecburiyet kadar itimat olunamaz. İşte muhakemenin neticesi: Ben mutlaka bir Hristiyan’a varacağım. Çünkü Hristiyanlarda izdivaç ağır, kavi, kırılmaz bir zincirdir! Beni ancak ölümle bağlayacak. Terk edilmek, bedbaht olmak korkusundan uzak yaşayacağım…
(Bu esnada, dimdik, sahte ve acemi bir aktör, doğru tavırlı genç bir uşak girer. Matmazel Bagdeseryan’a eğilir.)
Uşak: Mösyö Hamparsun Rupenyan!
Sürpik: Buyursun.
(Uşak çıkar.)
Behzat: Bu kim?
Sürpik: Tuhaf tesadüf! Yakında nişanlanacağımı ümit ettiğim bir adam. Kayserili gayet zengin bir yağ tüccarının yegâne oğlu… Durunuz, size takdim edeyim.
Behzat: (Bozularak, asabi) Hayır, hayır, istemem. Bana müsaade ediniz.
Sürpik: Lakin darılmış gibi hareket ediyorsunuz.
Behzat: Asla… Müsaadenizle…
Sürpik: Fakat yine geliniz, yüksek sesle muhakemeler yapalım. Yani açık düşünelim. Bugün nihayete kadar devam edip neticemi size de kabul ve tasdik ettiremediğim için çok müteessifim. Geliniz ha… Yakında…
Behzat: Yakında…
(Behzat eğilir, nazik bir reveransla Matmazel Bagdeseryan’ı selamlar. Tam çıkacağı vakit Hamparsun Rupenyan girmiş bulunur. İki erkek birbirlerini selamlarlar. Behzat asabi bir istical ile çıkar. Rupenyan ayakta duran Matmazel Bagdeseryan’ın elini sıkar.)

2
Rupenyan: Nasılsınız, azizem?
Sürpik: İyiyim! Oturunuz! İşte bir haftadır gelmiyorsunuz. Niçin?
Rupenyan: Memleketten birkaç hemşehrimiz gelmişti. Onları yerleştirmekle meşguldüm.
Sürpik: (Gülerek) Muazzez meşguliyet.
Rupenyan: Bana takdim etmediğiniz bu zat kimdi?
Sürpik: Şimdi çıkan bey mi? Bir genç Türk! Avrupa’da tahsil etmiş bir mühendis… Geçen kış tanışmıştık. Şimdi en samimi dostlarımızdan.
Rupenyan: Tanımıyorum. Ben hiç görmemişim.
Sürpik: Tanımazsınız. Takdim edemediğime teessüf ederim. Ah bilseniz onunla ne garip şeylerden bahsettik!
Rupenyan: Nelerden bahsettiniz?
Sürpik: İzdivaç ve nikâhtan bahsettik.
Rupenyan: Hakikaten garip!
Sürpik: Tekrar anladım ki Türklerin dini gayet mükemmel! Hele nikâhları o kadar tabii, tabiata o kadar muvafık ki… Âdeta medeniyetin, tekâmülün hayali bir gayesi…
Rupenyan: (Sırıtarak) Ya latife ediyorsunuz ya mübalağa…
Sürpik: Ne latife ediyorum, ne mübalağa! Onlarda nikâh ve izdivaç o kadar kayıtsız, o kadar serbest ki insan biraz daha tahlil ve tetkik etse “hiç yok” diye haykıracak.
Rupenyan: Nasıl?
Sürpik: Bir kere Türkler istedikleri kadar kadın alabiliyorlar.
Rupenyan: Bu poligami! Fakat iyi mi?
Sürpik: Fena mı? Tabiata, derece muvafık! Bütün mütefenninler, bütün âlimler, bütün filozoflar insanların taban poligam olduklarını iddia ve ispat ediyorlar. Hayattaki bütün hikâyelerin, romanların, tetkiklerin, tetebbuların bu hakikati tasdik ettiği görülüyor. Dünyada hiçbir erkek –hatta gayet namuslu olmak şartıyla– hiçbir erkek yoktur ki bütün ömründe yalnız bir kadınla iktifa etmiş bulunsun. Evet, hiçbir erkek: “Ben hayatımda zevcemden başka bir kadın tanımadım.” diyemez. Türklerin “Bir çiçekle bahar olmaz!” atasözleri tabiatın büyük bir hakikatini ihtiva ediyor. Hayattaki mütemadi tebeddül ve tahavvül için, tenasül meyli, tabiatın bu ezelî kanunu, erkeği birçok kadına karşı mütehassis eder. Erkek bu hissine mağluptur. Allah’tan gelen tabiatın ezelî ve mukavemet olunmaz kuvveti karşısında insanlardan gelen her şey; o kanunlar, itikatlar, vehimler, âdetler, itibari ve mevzu ananeler sökmez, sukut eder. İşte Türklerin dini tabiata karşı gelmemiş. Bu hakikati kabul ve ihtiva etmiş ve erkeği istediği kadar, muktedir olabildiği kadar kadın almakta serbest bırakmıştır!
Rupenyan: Lakin kadını hiç düşünmemiş.
Sürpik: Hayır, izdivaçtaki o; kadının da serbestide istifadesi, menfaati, hakkı var. Kadın da artık bıktığı erkekle yaşamak ıstırabından kurtuluyor, boşanıyor, tabii diğer bir erkeğe varıyor.
Rupenyan: İtiraf ediniz ki bunda sarih bir kabalık var! Evvela bir kadınla bir erkeğin ölünceye kadar birbirlerine merbut olmalarında siz ali bir mana, bir fazilet görmüyor musunuz?
Sürpik: Hayır, yalnız boş, tabiata muhalif, bütün vakalar ve hislerle tekzip edilen bir yalan görüyorum.
Rupenyan: Bu bir anarşist fikri!
Sürpik: Niçin anarşist fikri olsun? Bilmiyor musunuz, dimağları tekâmül ve tahavvül sıtmasıyla henüz o kadar hastalanmayan ilk insanların arasında tenasül fiili “promiscuite”[5 - Promiscuite: Karmakarışık, rastgele cinsî münasebet.] şeklinde idi. Gittikçe değişti. İntizama girdi. Vasi ve mükemmel bir poligami hâlini kesbetti. Sonra bir gün Yahudiler muazzam tabiatın bu ezelî kanununa isyan ettiler. Dünyaya ilk defa olmak üzere monogaminin[6 - Monogami: Tek eşlilik.] temel taşını vazettiler. Biz Hristiyanlar zaten onların içinden çıktığımızdan bu hatalarını kabul ettik. Daha başka bin türlü ayinler, kayıtlar, suni ve yalan birçok şey icat eyledik. İzdivaç namında bir zincir yaptık ki bugün onun dayanılmaz ağırlığı altında yalnız isyan ve riya yaşayabiliyor. Asla samimiyet yoktur. Sonra İslamlar bu zinciri kırdılar. Tabiatın hakkını iade ettiler. Bu zincirin yerine bir pamuk ipliği koydular. İsyan ve riyaya ihtiyaç yok. Sevmeyenler, evvela sevip de sonra bıkanlar istedikleri zaman ayrılabilirler. Evet Türklerin dini asla tabiata düşman olmamış, onunla muharebeye, mu-saraya kalkmamıştır! Millî lisanları, hatta dalaletleri bile dünyada ihmal olunan tabiata en yakın şeyler!
Rupenyan: Nasıl dalaletleri?
Sürpik: İngilizce bir eserde okudum. Aralarında galiba “Kızılbaş” namıyla dalalette kalmış gayet küçük bir fırka varmış ki “promiscuite” yi terviç edermiş… İşte tabiata doğru atılmış bir adım! Tabii ilimlerin, tekâmülün, terakkinin muzafferiyetiyle birkaç yüz, belli birkaç bin sene sonra erişilecek gaye! Size gayet serbestçe fikrimi söyleyeyim, istiyor musunuz? Ben asla bu izdivaç zincirini boynuma takmayacağım. Hür, yani mesut kalacağım.
Rupenyan: Demek izdivaçtan vazgeçiyorsunuz?
Sürpik: Hayır, zincirden, bizim Hristiyan izdivacından vazgeçiyorum. Yoksa genç ve ketum olan bir Türk’e rastlarsam hemen uzattığı eli kabul edeceğim. Annemin taassubuna, babamın mümanaatına asla ehemmiyet vermeyeceğim. Oh, pamuk ipliği… İstediğim vakit artık sevmediğimi, artık bıktığımı ona söyler ve ayrılırım. O da bana karşı öyle yapar. Yaşarsak mesut yaşarız. Yaşamazsak hemen ayrılırız. Azap çekmeyiz. Riya ve isyanlarla bütün hayatımızı feci bir mücadele içinde, zehirli itisaflar içinde geçirmeyiz.
Rupenyan: (Biraz öfkeli) Ben de size serbestane söyleyeyim: Fikriniz son derece bozulmuş. Perişan olmuş. Bedbaht olacaksınız. Türklerle sıkı münasebette bulunmak işte böyle felaketlere sebebiyet verir. Papazlarımızın bizi daima onlardan uzak durmaya sevk ettiklerinin hikmeti budur. Eminim ki bu fena fikirleri deminki Türk size ilka etti.
Sürpik: Asla… Ben İslamlığa dair İngilizce yazılan şeylerin çoğunu okudum. Siz de okursanız hakikati anlarsınız. Bütün mevzu ve itibari şeyler hakikatin, fennin, tabiatın karşısında sükût eder. Görmüyor ve hissetmiyor musunuz ki, Avrupa medeniyeti, gürültülü bir teşevvüş içinde, hiç farkında olmadan, İslamiyete doğru gidiyor. İspanya gibi nispeten vahşi memleketlerde civil marirage kanunları kabul olunuyor. Ne kadar hükûmet varsa parlament, meşveret usulünü kabul etmiş. Şimdi hepsi yavaş yavaş tekâmüle, cumhuriyete doğru yürüyor. İçtimai hareketlerin en azametlisi, en mehibi sosyalizm! Her tarafta libre penseur[7 - Libre penseur: Serbest düşünür.] cemiyetleri! Yirmi asır evvelki gafletlerden uyanılıyor… İzdivaçta serbesti, meşveret usulü, demokrasi, cumhuriyet, kâfi müsavat, iştirake pek yakın ve umumi bir teavün şeklinde sosyalizm, hep İslamiyetin esasları… Tabii ilimlerin galebesi bütün yalanları yıkıyor, en kuvvetli inatlar ve zulmetler bile artık mukavemet edemiyor…
Rupenyan: Korkarım siz İslam olmuşsunuz?
Sürpik: Hayır, şeklin, zahirî tebeddülün hiç ehemmiyeti yoktur. Fakat emin olunuz ki bütün düşünenler, düşünebilenler hakikatte İslam’dır. İslamlık, benim okuyup anladığıma göre ancak; düşünmek, bir fikrin üzerinde sabit kalmamak, bir itikat ve zanna bağlanmamak, daima doğruyu, hakikati taharri etmekten ibarettir. Ve kim böyle yapıyorsa manen İslam’dır. Siz, azizim, siz hiç düşünmez, her şeyde hakikat denilen heyulayı takip ederek birçok yalanın ne kadar gülünç ve budalaca olduğunu muhakeme etmez misiniz?
Rupenyan: Neler söylüyorsunuz? Fikirleriniz pek pek berbat… Âdeta ürküyorum. Ben cizvitlerin mektebinde okudum. Müdürümüz gayet muhterem, gayet ali, gayet mübarek bir papazdı… Bize hakikatten bahsederken: “Çocuklarım, sakın başka bir hakikat aramayınız. Bütün hakikat Hazret-i Mesih ile gelmiş ve artık dünyada aranılacak ve bulunacak bir şey kalmamıştır!” derdi. Nutuklarında Latince “Güneşin altında yeni bir şey yoktur!” cümlesini daima tekrar eder ve şimdiden sonra da asla yeni bir şey olamayacağını ilave ederdi. Ben de, iftihar ederek söylüyorum, dindarım! Küfürden nefret ederim. Günah addolunabilecek şeyleri ne söyler, ne düşünürüm.
Sürpik: Ah, siz cizvitlerin mektebinde mi okudunuz? Size acırım öyleyse… Cizvitler kimlerdir? Bilmiyor musunuz? Hakikat fecrinin doğmaya başladığı ufuklardan, ilim ve fen, intizam ve terakki memleketinden kovulmuş aç ve siyah kargalardır ki daima zulmet ararlar. Üstüne kondukları vücutların beyinlerini, dimağlarını, tefekkür kabiliyetlerini kemirirler, yutarlar; onları müteharrik ve canlı bir leş kümesi hâline ifrağ ederler… O kadar müthiştirler ki…
(Bu esnada kapı açılır, Madam Bagdaseryan girer. Ak saçlı bir kadın)
Madam Bagdeseryan: Ah siz misiniz Mösyö Rupenyan?
Rupenyan: Sizi ziyarete gelmiştim efendim. Matmazelle konuşuyorduk.
Madam Bagdeseryan: (Gülerek) Neden bahsediyorsunuz?
Sürpik: Daima havadan, anneciğim, havanın güzelliğinden!
Madam Bagdeseryan: Hakikaten güzel hava… Âdeta yaz! Bu sabah kiliseden çıktıktan sonra bahçede yarım saat gezdim. Ah aklıma geldi, hele o yeni vaiz… Neler söyledi! Hepimizi ağlattı… Tanıyor musunuz Mösyö Rupenyan, bu genç papazı?
Rupenyan: Tanıyorum efendim, benim eski mektep arkadaşımdır. Evet muktedir olduğu kadar ali, dindar, mukaddes bir zattır; o kadar büyük bir zattır ki…
(Rupenyan saatlerce eski sınıf arkadaşını metheder, Matmazel Bagdeseryan da annesiyle beraber, hiç sesini çıkarmadan dinler!)

MEHDİ
Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir tesadüftü! Serez İstasyonu’ndan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de Türk ve Müslüman’dık… Geçen felaket ve bozgun yılının canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüsü sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnu ile susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için Selanik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses:
“Kendimi Türkiye zamanında zannettim.” dedi. “Yanımızda hiç yabancı yok?”
Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi. Daha bıyıkları yeni terliyordu. Ellerini kaputunun cebine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü masivadan gölgelenen ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Öbür köşede, pencerenin dibinde beyaz sarıklı, siyah cübbeli bir hoca; ihtiyar, hasta, mecalsiz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş siyah ve alafranga sakallı bir beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, son moda bol esvaplı, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:
“Ah, bu dünya…” dedi.
Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “Türkiye idaresindeki Selanik’e gidiyorum.” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.
“Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak?” dedi.
Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:
“Allah bilir!”
İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:
“Allah’ın bildiği malum bir şey!” diye güldü. “Lakin kul da bilir ki artık buralara Türk ayağı basamaz.”
“Niçin basamasın?” diye haykırdım.
Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başını kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:
“Yavaş konuşsak.” dedi ve bana dönerek devam etti: “Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den[8 - Mülkiye-i Şahane: Siyasal Bilgiler Okulu.] çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükûmet arazisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kainatı yıkar, yerine, ikinci bir kainat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet temayüllerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk hâlâ on üç, on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Efganistan, Bulucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yi Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra… Daha sayayım mı? Hasılı bütün İslamlık bugün inkişaf etmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hristiyan milletlerin boyunduruğu altında… Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir istiklali var. Ama ne istiklal! Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanlarıyla rahat bir muahede yapamaz. Payitahttaki Hristiyan mekteplerinin içine giremez. Hasılı İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükûmetinin mahvına sebep olan amiller hâlâ Türkiye’de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur. O hâlde Türkiye’nin de diğer Müslüman hükûmetleri gibi mahvolacağı, tarihten namının silineceği ve biz Türkler de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul’u alacak olan Hristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak ve…”
Bu ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona kıyaslama yaparken hissine ve taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti:
“Ya Mehdi? Mehdi çıkmayacak mı?”
“Hangi Mehdi?”
“Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.”
Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu.
İhtiyar hocanın karşısındaki genç de zavallı Serez Beyi’nin saflığına gülmekten kendisini menedemiyor:
“Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak?” diye eğleniyor, “Bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım.” diyordu.
Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben “Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum, öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı ihtiyar ve sakin Hoca Efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlerini açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzını açıyordu.
“Mehdi’ye gülüyorsunuz ha…” dedi
Ben arzın dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazın Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca Efendi yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu canı gönülden dinlerken Serezli genç bey gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.
“Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlatlar? Gaip olan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar… Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlerle çıktığını size söyleyeyim: İslamlık bir mefkuredir, öyle ali, metin, yüksek bir mefkure ki taarruz… Her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını Müslüman yapmak emelini besler. Zaman fitneler ve nifaklar arasında geçmiş. İslam hükûmetleri birer birer inkıraz bulmuş. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslamilik mefkuresi şuursuz bir anane, bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman bir halas, bir necat gününden ümidini kesmemiş. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasını tekrar bir gün meydana çıkacak olan on ikinci imama, Mehdi’ye atfetmiş. Bu Mehdi İslam selikasının şuursuz bir emniyetle beklediği halasçı, hadidir. Acaba hakikaten böyle bir halasçı çıkıp bütün Müslümanları esaretten, zulüm ve itisaftan kurtaracak mı? Bütün İslam diyarlarında, Rumeli’nin, Asya’nın, Bulgaristan’ın, Hindistan’ın köylerinde, Afrika’nın hediyelerinde Müslümanlar hep bir halasçıyı, bir Mehdi’yi beklerler. Mehdi’ye dair birçok masal, hikâye vardır. Bunlara büyük ve perişan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan en hüzünlü, en garip ve muhteşem şiirler de karışır. Ak minare vesair gibi… Lakin bu Mehdi sahiden gelecek mi? Hayır ve evet… İslam ruhu şuursuz bir safiyet ve emniyetle her halasçı gibi sivrilen kahramana bu adı verir. Fakat o muvaffak olamayınca ‘mehdi’ kelimesi ‘mütemehdi’ olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye başlanır. Ama… Ama, hayır… Öyle bir Mehdi zuhur edip bütün İslamları birleştirerek müstevlilerinden bir anda intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır, hayır… Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur’anı Kerim cevap veriyor. Diyor ki: ‘Ve likülli kavmin hâd.’ Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdîleri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesela Bosna Hersek’teki Müslümanları, halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hristiyan milletlerin halasçılarını taklit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler, Tunus’takiler, Sudan’dakiler, hatta Mısır ’dakiler de öyle. Başka yerlerdekiler de öyle.. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdîler yetişecek, mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra… Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hristiyan milletler gibi, aralarında bir ‘beynelmileliyyet’ teşkil edecekler ki işte bu ‘İttihad-ı İslam’ mefkuresinin hakikatidir. Artık bu ‘İslam beynelmilliyeti’ mefkuresi hakikat hâline girince ‘Hristiyan beynelmileliyyeti’ yani Avrupalılar, zayıf ve himayesiz buldukları küçük İslam kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu muvazeneden dünya yüzünde ancak o vakit ‘hak ve hukuk’ doğacaktır. Bir kavmin hadileri o kavmi gaflet, cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler, kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet şulelerinin aydınlattığı millî bir mefkureye doğru yürüyecek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavim de kendi hâdîsini beklemekte haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur’anı Kerim vermiştir. Evet işte Kur ’anı Kerim elimizde… Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdî olacaktır.
Avam o tek ve hayalî Mehdi’yi beklerken biz, Türk, Arap, Fars ve diğer İslam mütefekkirleri kendi hâdîlerimizi, hakiki Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların zuhur edip etmeyeceklerinden bir an için olsun şüphelenmemeliyiz…”
Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör silindir şapkalı bir Rum’a:
“Buyurunuz.” diyordu.
Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve istikrahla bakarak, Rumca:
“Fakat burada Türkler var!” diye durdu.
Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:
“Haydi bre… Öbür başa toplanın. Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek…”
Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar. Giren şık ve küstah mösyö şapkasını çıkarıp, ayaklarını karşıki kanepenin üstüne uzattı. Âdeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.
Yolcu mösyö, cigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII. Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.
Biz susuyorduk… Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma sarı badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi ikişer üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz –hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli mahut şişman mutasarrıf mazulü bile– hepimiz mukaddes kitabın her kavme vadettiği hâdîleri düşünüyor. Türklerin mehdisinin ne vakit çıkacağını kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim hep o beyaz bir felah ve ümit fecrinin uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başına dalıyordu…

BOYKOTAJ DÜŞMANI
Akşam tam sofraya oturacağı vakit Rum hizmetçi kızın verdiği küçük ve kırmızı bir kitap bütün sinirlerini altüst etmişti. Bu bir propaganda risalesiydi. Her sayfasında: “Ey Türkler! Paralarınızı yerli Yunanlılara vermeyin. Yunan donanmasının dörtte üçünün Türk parasıyla yapıldığını yine kendileri söylüyorlar. Kardeşlerinizle, Türklerle alışveriş edin. Yoksa mahvolacağız, açlıktan öleceğiz, ezan yerine camilerde çanlar uluyacak. Uyanın, uyanın…” deniliyordu. Bu ne demekti? Artık bu heriflerin küstahlıkları nerelere kadar gidecekti?
İşte kendisi gibi din ve bilhassa milliyet taassubundan tamamıyla kurtulmuş medeni ve centilmen bir adamın kapısını da çalıyorlardı. İştahı tıkandı. Bir lokma yemek yiyemedi. Hatta gece hiç uyuyamadı. Sabahleyin erkenden kalktı. Bu muzır ve tehlikeli kitabı mahallenin polis komiserine götürdü ve “Anasır-ı Osmaniye”nin arasına fesat tohumu eken hu canileri bulmasını talep etti. Komiser sarışın ve tombul bir efendi idi. Onun uzun boyuna, dar ve tahta gibi düz göğsüne, kesik bıyıklarına, siyah ve dolgun gözlerine baktı.
“Evvela biraz hiddetinizi teskin buyurunuz efendim…” dedi ve taaccüple sordu:
“Bu kitabı bırakmak cinayet midir beyim?”
“Şüphesiz cinayet…” diye haykırdı.
Elleri titriyordu, kolundaki pardösüsünü çiğniyor ve düşmanını yere seren bir kahraman azametiyle başını yukarı kaldırıyordu. Komiser uykudan yeni kalktığı için hâlâ mahmurdu. Ürktü. Tekrar ona derin derin baktı. “Acaba büyük bir adam mıdır?” diye düşündü.
“Siz kimsiniz, ismi aliniz efendim?”
“Mahmut Yesri…”
“Zabit misiniz efendim?”
“Hayır.”
“Kâtip mi?”
“Hayır.”
“Herhâlde tüccar değilsiniz. Yoksa pansiyoncu musunuz?”
“Hayır, ben gazeteciyim.”
Komiser onun gazeteci olduğunu duyunca, sanki üzüldüğüne, biraz ehemmiyet verdiğine pişman oldu. “Aranır, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne yapalım? Haydi arş, dışarı! Burada sizin işiniz yok…” diye onu kovmaktan beter etti.
Karakoldan çıktı. Vapura daha vakit vardı. Orfanidis’in pastacı dükkânına girdi. İki kadeh likör içti. Ah bu matbuat kanunu… Büyük Boşo, Büyük Kozmidi gibi mebusların sayesinde yaşayan eski hürriyet olsaydı, bir başmakale ile bu hayvan komiseri ne hâle koyardı. Bu komiser değil, âdeta bir boykotajcı idi. Aleyhinde bulunamayacağını bildiği için kendisine ıslak bir tavuk kadar ehemmiyet vermemişti. Ve üzerine de zımni bir hakaret… Yoksa pansiyoncu musunuz ha? Demek yalnız pansiyoncular Yunanlıları seviyorlardı. Bu zihniyet ne müthiş bir felaketti! Medeniyet, insaniyet, edebiyat, ilim, felsefe ve fen Yunan ve Rum muhabbetinden başka bir şey miydi? Dünyada bu milletten asil, bu milletten necip, bu milletten kibar bir millet daha var mıydı? Likörünü içiyor, dışarıya, geç kalmış tembel bir baharın hararetsiz güneşiyle parlayan sokağa bakarak düşünüyordu. Varlık, saadet, şiir, musiki, zevk… Her şey, her şey Yunan’ın, Yunanlığın idi… Bunu inkâr etmek barbarlıktı. Dedelerimiz şimdiki serseriler gibi “Turan, Turan…” diye bağırmıyorlar, kendilerine “Ehl-i Rum” diyorlar, şairlerine “Şair-i Rum” adını veriyorlardı. Ve Nedim… Artık bugün böyle büyük bir şairin yetişmesine imkân var mıydı? Bu dâhi “ Yunan aşkı”nı halis bir Rum gibi, Arapça, Acemce terkiplerle ne güzel anlatıyor; hamamda genç bir oğlanın vücudunda incelenen terleri nasıl ilahî ve esatiri bir şevkle terennüm ediyordu. Milliyetperverler Rum ve Bizans “Dersaadet” i öldürmek, yerine kaba bir “İstanbul” yapmak istiyorlardı. Bu ne yamyamca bir hareketti. Türklük kabalık demekti; Yunanlılık ise incelik… Larousse bile “Turquerie” kelimesine kabalık, sabalık manasını veriyordu. Onların Altaylarına, Turanlarına, Gültekinlerine, Kızılelmalarına, Bozkurtlarına, Alageyiklerine, Çamlıbellerine neşideler söylenirken uğursuz boykotaj da mukaddes Yunanlılığın üzerine tüy dikiyordu. Kadehini ağzına götürdü. Nihayetine kadar içti. Dudaklarını mavi kenarlı beyaz mendiliyle silerken alçak sesle:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/nokta-69428248/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Poligami: Çok eşlilik.

2
Poliandri: Bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi.

3
Müta nikâh: Bir kadınla para karşılığı belli zaman evli yaşamak.

4
Civil marriage: Resmi nikâh.

5
Promiscuite: Karmakarışık, rastgele cinsî münasebet.

6
Monogami: Tek eşlilik.

7
Libre penseur: Serbest düşünür.

8
Mülkiye-i Şahane: Siyasal Bilgiler Okulu.
Nokta Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв