Ve Çeliğe Su Verildi

Ve Çeliğe Su Verildi
Nikolay Ostrovski
“Güçlü kökleri, toprağın derinliklerine inen bir ağaç, tepesi kesilse bile ölmez.”

Nikolay Ostrovski
Ve Çeliğe Su Verildi

NİKOLAY OSTROVSKİ ÜZERİNE
Bir devrimin en büyük sanat eserleri, gene o devrim tarafından yaratılan insanlardır. Büzülmüş toprağı yarıp da gelen bu yeni hayat patlayışıyla ateşten ruhların fışkırdığı görülür. Havayı inanç çığlıklarıyla dolduran türküler gibi… Ve bu türkülerin yankısı, o insanlar göçüp gittikten sonra da uzun zaman devam eder. Gelecekteki destan ve türkülerin ilham kaynakları ve kahramanları olacaktır bu insanlar. O türkü ve destanlar ki sert ve acı bir ilkbahar demek olan devrim çağının sağladığı verimli yazların harmanıdırlar.
İşte bu insanlardan, işte bu kahramanlık ve ateşli hayat türkülerinden biridir Nikolay Ostrovski. Kendisini ziyaret eden ve hayranlık dolu bir saygıyla selamlayan Andre Gide’in onu, “Dış dünya ile hemen hemen her türlü temastan yoksun ve yayılıp yerleşecek bir temel bulamayan bir ruh.” diye sunmasından anlaşılıyor ki Ostrovski’yi görememiş ve duyamamıştı. Bunun için de elini uzattığı Ostrovski’ye “hayata bağlanmak için” bir çeşit köprü uzattığını hayal ediyordu. Ama iki insandan birini “hayata bağlayabilecek olan” ölmek üzere olandı asıl. Nasıl sezmezdi Gide bunu? Nasıl duymadı parmaklarının bu eylem meşalesine dokunur dokunmaz yandığını!
Ostrovski’de eylem ve savaş alevidir her şey. Ve gece ile ölüm onu sardıkça bu alev gitgide biraz daha büyüyüp genişlemiştir.
Güçlüklerle dolu geçen çocukluğunda Garibaldi’nin kahramanca hayat hikâyesini ve “Ovod”u[1 - “Ovod”: İtalyan devrimcilerinin hayatları üzerine kitaplar yayımlamış olan İrlandalı yazar Voynich’in “The Gadfly” adlı romanının Rusça tercümesi.] okuyarak şevklenen, on beş yaşındayken Budiyeni’nin süvari alayında at koşturan, ağır bir şekilde yaralandıktan ve şiddetli bir tifüse yakalandıktan sonra da durup dinlenmeksizin savaşa ve en yorucu, en tehlikeli çarpışmalara koşan bu genç delikanlı -Gide’in dediği gibi- “hiçbir şeyle avunamayacak hâle gelmiş” bir ızdırap ve yalnızlık hastası değildi katiyen. Bir an olsun dinlenmemecesine bir eylem ve iyimserlik aşkıyla dolup taşıyordu. Kendisini bütün orduya, yeryüzünün ilerleme ve savaş hâlindeki bütün halklarına bağlayan işte bu sevinçti.
Kendisine, “Hiçbir teessüf duymamamız mümkün mü?” diye soran bir ziyaretçisine, şöyle cevap vermişti: “Vaktim yok, bunun için simsiyah gece bile pırıl pırıl, güneşli bir sabah hâline gelebilir bizim memleketimizde. Alabildiğine mutluyum. Bu ellerin, kurduğumuz ve ismi sosyalizm olan muhteşem yapıya birkaç tuğla koyduğunu bilmekten gelen o derin sevincin yanında, yaşadığım facianın hiçbir önemi yoktur.”
Sabahtan gecenin geç vakitlerine kadar kendisini bitirip tüketen rüyalarında bile Çin’deydi, İspanya’daydı. Yeryüzünün bütün devrimlerine tutkuyla katılmaktaydı. Kimi zaman koskoca bir ülkenin ayaklanma planlarını hazırlıyor ya da bir dretnotun üstünde gemicilerin isyanını organize ediyor, kimi zaman da bir ordunun başında ilerleyip Franco’nun faşistlerini eziyordu. Geldiğini görüyordu dünya devriminin ve ona yol açıyordu.
“Benim için…” diyordu, “İnsanlığın o güzel mutluluğu uğrunda savaşmaktan daha büyük bir sevinç yoktur dünyada.”
İşte bunun için de durmaksızın hayattan şikâyet eden ve en basit kişisel başarısızlıkta artık yaşamaya değmediğini söyleyen sulu gözlere karşı öfkeyle karışık bir tiksinti duyardı.
“Ah bir onlar gibi sıhhatli olsaydım, şu koskoca dünyada gönlümce hareket etme imkânı bulunsaydı elimde -hayal edilmesi bile yersiz, müthiş bir rüya bu- hiçbir şey doyuramazdı beni artık, çılgınlar gibi yaşardım!”[2 - S. Tregub’un “Komkomolskaya Pravda”da çıkan bir makalesinden.]
İkinci kitabı olan “Kasırga Çocukları”nı bitirir bitirmez öldü. Tasarıları arasında “Ve Çeliğe Su Verildi”nin devamı ve sonu olmak üzere şu manidar isimli kitap yer alıyordu: “Korçagin’in Mutluluğu” Yani Ostrovski’nin… Kör, felçli ve savaş meydanında can veren Ostrovski’nin…
“Kişisel olan hiçbir şey ebedî olamaz.” diyen genç bir kahramanın bu yüce mutluluğu, dilerim ki hayatıyla olduğu gibi ölümüyle de pırıl pırıl parlasın!
Geçen yıl bana gönderdiği sımsıcak bir merhabaya cevap olarak şunları yazmıştım kendisine: “Karanlık günlerle dolu geçen hayatınız, emin olunuz ki binlerce insan için bir ışıktır ve bir ışık olmaya da devam edecektir ve bütün dünyanın gözünde siz, insan kafası tarafından ferdî kaderin ihanetlerine karşı kazanılan zaferin göz kamaştırıcı, şevk ve umut verici bir örneği olarak kalacaksınız. Çünkü siz, dirilmiş ve hürriyete ulaşmış olan büyük halkınızla kaynaşmış bulunuyorsunuz, halkınızın kudretli sevincini ve önünde durulmaz atılımını sizde gördük. Halkınız sizde, siz de halkınızda sürmektesiniz.”

    Romain Rolland

BİRİNCİ BÖLÜM

1
“Ezber için arife günü bana gelmiş olanlar ayağa kalksın.”
Göğsünün üzerinde iri bir haç sallanan tombul papaz, öğrencilere tehdit eder gibi bakmıştı. Küçücük, keskin gözlerini kötü kötü dikmiş olduğu dört oğlanla iki küçük kız, karşılarındaki adama kaçamak bakışlar atarak korkuyla doğruldular.
Papaz, elinin bir işaretiyle kızlara, “Siz oturun.” dedi.
Kızlar rahat bir iç çekişle derhâl itaat ettiler.
Peder Vasili’nin çirkin gözleri, ayakta bekleyen dört çocuk üzerinde sabitlenmişti. “Yaklaşın hele güvercinlerim, yaklaşın.” dedi. İskemlesini iterek ayağa kalktı ve birbirlerine geçercesine büzülmüş olan oğlanlara doğru ilerledi. “Hanginiz tütün içiyor, it alayı?”
Çocuklardan koro hâlinde tatlı bir ses yükseldi: “Hiçbirimiz, batyuşka…”[3 - Batyuşka: “Babacığım” anlamına gelen, köy veya mahalle papazına verilen bir sıfat.]
Yüzü bir anda kıpkırmızı kesilen papaz yeniden yüklendi: “Demek hiçbiriniz, ha? Hergeleler sizi! Ekmek hamurunun içine o tütünü kim serpti dersiniz? Anlarız şimdi içip içmediğinizi… Boşaltın ceplerinizi, hadi çabuk, boşaltın!”
Üçü, ceplerini boşaltıp içindekileri masanın üzerine sıralamaya başlamıştı bile. Papaz, bir tütün kırıntısı yakalamak amacıyla ceplerinin diplerini de arayıp hiçbir şey bulamayınca öfkesini dördüncüden aldı. Siyah gözlü bir çocuktu bu, duman rengi bir gömlek vardı sırtında, ayağında da dizleri yamanmış, mavi bir pantolon…
“Ya sen niye yapmıyorsun dediğimi, kazık gibi niye dikiliyorsun orada?”
Çocuk içini bürüyen kini güçlükle gizleyerek, boğuk bir sesle konuştu: “Benim cebim yok.”
Ve eliyle cep yerlerindeki sökükleri işaret etti.
“Bakın hele!.. Cebi yokmuş… Hangi hergelenin hamurumu berbat ettiğini sezmedim mi sanıyorsun? Ve sanıyor musun ki seni bu sefer de bağışlayıp okulda kalmana müsaade edeceğiz? Yağma yok! Geçen gün annenin yalvarmaları sayesinde kurtuldun kovulmaktan. Ama artık bardak taştı güvercin! Yürü!”
Ve çocuğu kulağından insafsızca tutup koridora fırlattı.Dehşete uğrayan sınıf derin bir sessizliğe gömülmüştü. Üstelik içlerinde, Pavka Korçagin’in niye okuldan kovulduğunu da anlayan yoktu. Sadece Pavka’nın arkadaşı Serejka Bruzjak, sınıftaki geri kalmış öğrencilerin biriken derslerden imtihan olmak üzere papazın evine gittikleri gün, Pavka’nın paskalya hamuruna birkaç tutam tütün serptiğini görmüştü.
Pavka dışarı çıkınca merdivenin son basamağına çöktü. Ne diyecekti şimdi eve? Onu yetiştirebilmek için müfettişin evinde sabahtan geç vakitlere kadar hizmetçilik ederek ömür tüketen anasına ne yüzle bakacaktı?
Hıçkırmaya başladı: “Ne halt edeceğim şimdi ben? Hep bu pis papazın yüzünden işte! Hangi şeytana uydum da tütün attım hamuruna?”
Papaz Vasili ile Pavka arasında uzun zamandır süregelen hayvani bir düşmanlık vardı. Mişka Levçuk’la dövüştü diye bir gün aç bırakılmış ve izni kaldırılmıştı. Sonra onu alıp, nezaret altında tutmak için büyüklerle birlikte boş bir sınıfa koydular. En arka sıraya oturdu Pavka. Siyah ceketli, kısa boylu, kara kuru bir adam olan öğretmen, yıldızları anlatıyordu. Yeryüzünün milyonlarca yıldan beri var olduğunu ve yıldızların da bizim dünyamıza benzediğini, şaşkınlıktan ağzı bir karış açık dinledi Pavka. Öylesine olağanüstü bir şeydi ki işittikleri, terslenmekten korkmasa kalkıp öğretmene, “Ama mukaddes tarihin bize öğrettiği böyle değil.” diyecekti. Mukaddes tarihi hatmetmişti çünkü Pavka, Eski Ahit ile Yeni Ahit’i ezbere okur, “Yaratılış” bölümünü bütün ayrıntılarıyla bilirdi ve din dersinde, daima en iyi notu alırdı. Şaşkınlığını yenemeyince, işin aslını Peder Vasili’ye sormaya karar verdi. Hemen ilk din dersinde de yerine getirdi kararını. Papaz koltuğuna yerleşir yerleşmez Pavka parmağını kaldırmış ve konuşma iznini alır almaz da dünyanın en büyük saflığıyla, “Batyuşka!” demişti, “Kitab-ı Mukaddes’e göre dünyamız ancak beş bin yaşında olduğu hâlde niçin öğretmen dünyamızın bir milyon yaşında…”
Papazın attığı bir çığlık, soluğunu kesmişti Pavka’nın: “Ne dedin hergele, ne dedin? Tanrı kelamını bu şekilde öğreniyorsun demek sen!..”
Ve Pavka kıpırdamaya bile vakit bulamadan papaz üzerine atılıp onu kulaklarından yakalamış ve kafasını duvara çarpmaya başlamıştı. Birkaç dakika sonra da kendisini dayaktan perişan bir hâlde koridorda buldu.
Evde onu bir güzel pataklayan annesi, ertesi gün Peder Vasili’ye koşup oğlunu yeniden okula kabul etmesi için yalvarmış ve papazı güçlükle merhamete getirebilmişti. İşte o günden beri Pavka, bütün varlığıyla papazdan nefret ediyordu. Papaz da en küçük fırsatı bahane bilerek onu cezalandırmakta ve haftalar boyunca arkadaşlarına sırtı dönük olarak kapının yanında, ayakta bekletmekteydi. Hatta onu derse kaldırmayı da bırakmıştı artık. İşte bunun içindir ki paskalya arifesinde Pavka, bütün derslerden sınav olmak üzere sınıfın en kabiliyetsizleriyle birlikte papazın evine gitmek zorunda kalacaktı. Orada mutfaktan geçerken açıkta gördüğü hamurun içine bir iki tutam tütün serpme zevkinden alamamıştı kendini…
Teneffüs olunca avluyu dolduran çocuklar birer birer yaklaştılar. Ama Pavka’nın bakışları karanlık ve kaşları çatıktı, hiç konuşmadan duruyordu. Serejka Bruzjak sınıftan çıkmamıştı. Olaydan biraz da kendini sorumlu tutuyor ama arkadaşına yardım için ne yapabileceğini kestiremiyordu. Başöğretmen Efrem Vasileç’in yüzü belirdi birden pencerede ve kalın sesi ürpertti Pavka’yı: “Derhâl bana gönderin Korçagin’i!”
Pavka doğrulup öğretmenler odasına doğru ilerledi.
***
Gar büfesi… Patronun renksiz ve sönük bakışları, saygılı bir tavırla biraz ileride bekleyen Pavka’ya doğru, âdeta “yerini bulsun” gibilerden şöyle bir uzandı.
“Kaç yaşında bu?”
“On iki…” diye cevap verdi annesi.
“İyi ya, kalsın bakalım. Şartlar belli, ayda sekiz ruble alır, çalıştığı günler de bedava yemek yer. Sürekli, yirmi dört saat çalışacak, yirmi dört saat de dinlenir. Hırsızlık yapmaya kalkmazsa mesele yok…”
“Ağzınızdan yel alsın!” dedi annesi korkulu bir sesle, “Benim oğlumun öyle huyları yoktur çok şükür.”
“Hadi bakalım, hemen bugün başlasın. Bu delikanlıyı mutfağa götür, Zina. Frosenka’ya da söyle, Grişka’nın işini buna versin.”
Pavka, satıcı kızı izlerken annesi seğirtip kulağına fısıldadı: “Ne olur gayret et Pavluşka, şerefini kirletme, iyi çalış.”
Hüzünlü gözlerle mutfak bölümünün kapısında kaybolan oğluna baktı. İçeride hummalı bir faaliyet vardı. Kat kat tabaklar ve karmakarışık bir alay sofra eşyası yığılıydı masanın üzerinde. Bulaşıkla dolu koca bir lengerden kaynar sular taşıyor ve bölmeyi buhara boğuyordu. Omuzlarında bezleriyle telaş içinde çalışan, bulaşıkları yıkayan, kurulayan kadınların yüz hatlarını seçmek imkânsızdı ilk bakışta. Pavka’dan olsa olsa bir yaş büyük, kısa boylu, tombul yanaklı, kızıl saçlı bir oğlan, dev gibi iki semaverin yanında soluk soluğa iş görmekteydi.
Pavka iyice şaşkınlaşmış, nerede duracağını, nasıl davranacağını kestiremez bir hâlde, olduğu yerde çivilenip kalmıştı. Neyse ki Zina, bulaşıkçı kızlardan birine seslenmişti bile: “Fronseka, işte yeni yardımcınız bu. Grişka’nın yerine… Ne yapacağını anlatıver de başlasın.” Sonra da Pavka’ya dönerek, “Burada şef budur.” dedi. “Ne derse yaparsın ve istediği şekilde yaparsın…”
Kapıdan fırlamıştı bile. Pavka ona başıyla bir “olur” işareti yapacak zamanı ancak bulmuştu, sonra soran bakışlarını Frosya’ya çevirdi. Frosya alnını kuruladıktan sonra oğlanı, kabiliyetlerini ölçmek istercesine tepeden tırnağa şöyle bir süzdü, kolluğunu düzelttikten sonra şarkı söyler gibi bir sesle anlatmaya koyuldu: “Senin işin pek öyle karışık değil aslanım. Şu küçük kazanı görüyorsun ya, işte onu sabah erkenden ısıtırsın. Kaynar suyla ağzına kadar dolu olmalı hep. Odun kırmak da senin işin, bütün bu semaverleri ateşlemek de… Sonra da gerektiği zaman çatallarla bıçakları temizlersin, bir de kirli bulaşık suyunu döktün mü olur biter. Karışık iş yok ama çok iş var, epey terleyeceksin aslanım.”
Bütün bunları, “a” seslerini köylüler gibi uzatıp telaffuz ederek söylemişti Frosya. Ve bu konuşma tarzı, küçük, kalkık burunlu bu kırmızıya çalan yüz, Pavka’nın yüreğini biraz ferahlattı.
Niçevo!..[4 - Rusçada, ”hiç önemi yok” veya ”boş ver, aldırma” anlamında kullanılan bir deyim.] diye düşündü. Bu iş yürüyecek gibi, hiç de kötü bir insana benzemiyor.
Bu düşüncenin de verdiği cesaretle sordu: “Peki şimdi ne yapacağım tiyotya?”[5 - Aynı zamanda teyze ve hala anlamına gelen “tiyotya”, yakınlık duyulan yaşlı ve yabancı kadınlar için de kullanılır.]
Son sözleri, genel bir gülüşme tufanı içinde âdeta boğulmuştu: “Şuna bakın ayol! Frosenka kendine bir yeğen buldu, iyi mi?..”
Frosya da gülüyordu şimdi, hem de ötekileri bastıracak şekilde…
Buhar, kızın yüz hatlarını gizlemişti Pavka’dan. On sekiz yaşında ya var ya yoktu. Pavka utanç içinde küçük oğlana dönüp sorusunu tekrarladı ama o da cevap yerine dalga geçmekle yetindi: “Teyzene sor, o daha iyi anlatır sana. Benim dışarıda işim var.”
Fırlamıştı bile. Yaşlıca bir bulaşıkçı kadın, gürültüyü bastıran bir sesle bağırdı tam bu sırada: “Gel de şu çatalları kurulamaya yardım et bakayım. Siz de bağrışıp durmayın artık, gülünecek bir şey söylemedi ki çocuk! Gel tut bakalım şu bezi, al bir ucunu dişlerinin arasına, iyice sık. Al şu çatalı sonra, geçir kenarından beze, boylu boyunca bir götür, bir getir kaydıraraktan. Tek bir kırıntı bile kalmayacak, anladın mı? Bu hususlar şakaya gelmez burada. Müşteri çatalın temizine düşkündür çünkü. En küçük bir pislik gördüler mi hâlin dumandır. Şef bağışlamaz, bir saniye sonra kapının önünde bulursun kendini…”
Pavka şaşırmıştı. “Ama beni işe alan patrondu, şef değil… Gene o atmaz mı?” diye sordu.
Yaşlı bulaşıkçı kadın da gülmeye koyulmuştu şimdi. Kirli tabaklarla dolu tepsilerin ağırlığı altında iki büklüm olmuş üç garson daldı bölmeye. İçlerinden geniş omuzlu, dört köşe suratlı ve şaşı olanı, haykırmaya başladı: “Oynatın biraz kıçınızı! Öğle treni gara girmek üzere, hiç kimsenin umurunda bile değil…”
Birden Pavka’yı gördü. “Ya bu kim?”
“Yenisi…” dedi Frosya.
“Ha, demek bu! Dinle bakalım öyleyse…” Kocaman eliyle Pavka’yı omzundan yakalamış, semaverlere doğru itiyordu. “Bunlar hep alesta bekleyecek, tamam mı?.. Bak biri sönmüş bile, öbürü de can çekişiyor. Bugünlük bir şey demiyorum ama yarın da aynı şey tekrarlanacak olursa suratına yersin, o kadar! Anladın mı?”
Anlamıştı Pavka. Hiç sesini çıkarmadan döndü semaverlere. Pavka’nın işçilik hayatı böyle başladı. Hiçbir zaman o ilk günkü kadar dikkatli ve titiz olmadı. Kaygısız günler geçmişti artık, kesinlikle geçmişti. Evde anasına kafa tutabilirdi insan, ama burada… Şaşı beyin sözleri şüphe bırakmıyordu: Terslendiğin takdirde kırarlardı kafanı!
Semaverler gerçekten dev gibi şeylerdi. En azından dört kova su gerekliydi her birini doldurmak için. Bir de özellikle soğumamaları gerekliydi. Gücünün yettiğinden daha fazlasını yaptı Pav-ka. Her gün, bulaşık suyunu boşalttı, ateşi kızdırdı, ıslak bezleri kızgın semaverlerin üzerine yerleştirdi kurusunlar diye… Sözün kısası, herkesin hizmetindeydi. Bitkin bir hâlde mutfağa indiğinde (dinlemek için değil, ateşe bakmak için), akşam karanlığı çoktan basmıştı. Pavka çıkınca bulaşıkçıların en yaşlısı olan Anis-ya içini çekerek konuştu: “Biraz kaçık galiba bu oğlan! Deli gibi oradan oraya koşturup duruyor, bir an bile of demedi… Boşu boşuna iş vermemişler bu çocuk yaşında!”
“Kötü bir oğlan değil, bakmayın siz…” dedi Frosya, “Çelme takmayalım yeter.”
“Boş ver.” diye karşılık verdi Luşa, “Çabuk bıkar, görürsünüz. İşin başında hepsi böyle iyi niyetli olur, ama sonra…”
Gürültülü ve gelgitle dolu bir uykusuz gecenin bitkin düşen Pavka, sabahın yedisinde çilesinin nihayet bittiğini gördü. Soluk sarı saçlı, tombul yanaklı ve küstah tavırlı bir oğlana bıraktı yerini. Yeni gelen oğlan, pırıl pırıl, kızgın semaverler başta olmak üzere her şeyin yerli yerinde bulunduğunu kontrol ettikten sonra, elleri ceplerinde, dişlerinin arasından dolgun bir tükürük attı ve Pavka’yı tepeden tırnağa süzüp itiraz kabul etmeyen bir edayla, “Bana bak tombalak!” dedi, “Yarın sabah gelip beni saat altıda uyandırmayı unutma sakın!..”
“Niye öyle erken?” diye şaşırdı Pavka, “Nöbet yedide değişiyor…”
“Sen bakma ona. Ötekilerin nöbeti o, bizim nöbetimiz ayrı. Eğer çenenin kırılmasını istemiyorsan sesini kısıp dediğim gibi yaparsın. Şuna bak be! Daha bugün işe alınmış, kafa tutmaya kalkıyor!..”
Oğlanın bu küstahça sözleri ve meydan okuyan tavrı karşısında Pavka, bütün personelin kendisini gözlediğini de görünce içinin kabardığını hissetti. Oğlanın suratına iyi bir yumruk atmak üzere ilerledi. Ama daha ilk günden kapı dışarı edilmek korkusuyla tuttu kendini ve dudakları öfkeden morarmış bir hâlde, “Yavaş gel bakalım!” dedi, “Bana öyle fazla sürtüneyim deme, canın yanarsa karışmam! Yarın sabah yedide geleceğim, tam yedide. Kapışmaya gelince, ben de senin kadar anlarım o işten. Denemek istersen buyur, emrindeyim!”
Bu derece kesin ve sert bir direnme ummayan oğlan geriledi. Öfkeden saçları dikilmiş olan Pavka’nın karşısında iyice afallayarak, “Peki, öyle olsun.” diye geveledi, “Gene görüşürüz.”
Gardan bulaşıkçılarla birlikte ayrıldı Pavka. Dışarı çıkar çıkmaz, bir an önce eve dönme isteğiyle onlardan ayrılıp hızlandı.
İlk günü kazasız belasız atlatmıştı ve içi rahat olarak gidiyordu eve doğru. İşte o da dinlenmeyi hak etmiş, bir güzel çalışan ve hiç kimsenin bundan böyle tembellikle suçlayamayacağı bir adamdı artık.
Bıçkı fabrikasının ardından, ağır ağır sabah güneşi yükseliyordu. Pavka’nın barakası sıyrılıp çıkmak üzereydi sislerin ortasından. Hemen şuracıkta işte, Lehtinski’nin güzel konağını geçtin mi tamam…
“Annem uyumuyordur. Tabii, işten dönüyoruz, kolay mı, beklemiştir. Okuldan kapı dışarı ettikleri pek de fena olmadı. O namussuz papaz, hayatımı zehir edecekti yoksa… Şimdiyse tükür gitsin üstüne! Sarışına gelince, yakında öğrenir kim olduğumu, görür o!” diyerek parmaklık kapısını sevinçle itti.
Avluda iş görmekte olan annesi onu fark eder etmez doğrulup kaygıyla sordu: “Nasıl oldu? İyi gitti mi?”
“İyidir.” diye cevap verdi Pavka.
Bir yandan da annesinin kendisine bir haber vereceğini sezmiş, onu anlamaya çalışıyordu. “Dikkat et!” der gibilerden bir hâli vardı kadının. Çok geçmeden de durumu kavradı, açık pencereden ağabeyi Artem’in sırtını görmüştü.
Bu sefer Pavka sordu endişeyle: “Artem döndü demek?”
“Dün akşam geldi. Artık burada kalıp depoda çalışacak.”
Biraz önceki güven terk etmişti Pavka’yı.
“Vay bizim tütün işleri bakanımız, yaklaş hele! Günaydın!”
Ona biraz korku veren ağabeyiyle konuşmak sıkıyordu Pavka’yı. Her şeyi biliyor Artem! Kuduracaktır şimdi, küfredecektir bana!.. Belki de döver!..
Ama Artem, kardeşini dövmeye niyetli gözükmüyordu. Masaya dirseklerini dayamış ve gözlerini dikmekle yetinmişti Pavka’ya. Ne kadar keskin ve huzur bozucu bir bakıştı bu! Alay mı ediyordu, yoksa tiksiniyor muydu, belli değildi… Ne yapacağını bilemeden, sadece bu bakıştan kaçma isteğiyle yere çevirdi gözlerini ve orada, sanki kendisini kurtarmak için birdenbire beliren bir çivi başıyla ilgilenir gibi göründü.
Artem’in sesi doldurdu odayı: “Yanlış anlamadıysam artık öğrenim hayatının sonuna ulaşmış bulunuyorsun. Üniversite dâhil, bütün okulları bitirdin! Derinlemesine sahipsin artık bütün bilgilere ve bundan böyle de kendini bulaşık suyuna verebilirsin!”
“Bu sefer paçayı kurtardık galiba.” dedi, ağabeyinin mutfak kapısından çıktığını gören Pavka, rahat bir soluk aldı.
Akşam olup da semaverin önüne yerleştiklerinde ağabeyinin sükûnetle sorduğu sorulara karşılık olarak serüvenini bütün ayrıntılarıyla anlattı.
“Bu oğlanın hâli ne olacak Tanrı’m!” diye sızlanmaya koyulmuştu annesi, “Bu yaşında serseri olup çıktı işte! Ne yapacağız şimdi biz seni? Ailede kime çektin bilmem ki! Bu oğlanın başıma ördüğü çoraplar yetti de arttı bile! Tanrı’m, sen yardım et!..”
“Dinle yumurcak!” dedi nihayet Artem, “Mademki işler böyle oldu, bu faslı kapayalım. Ama bundan böyle ayağını denk al! İş başında dalga geçmek yok artık. Saklandığın anda düzeltirim! Ve bilirsin nasıl düzelttiğimi! Bunu iyi hatırında tut. Bir yıl geçsin, doğru dürüst çalıştığını görürsem seni de depoya almalarını söyleyeceğim. Orada bir meslek edinirsin kendine. Çünkü garda, o pis bulaşıkların ortasında hiçbir zaman adam olmana imkân yok! Şimdiden aldırtırdım atölyeye seni ama orada çalışamayacak kadar küçüksün. Bana gelince, naklettirdim kendimi. Artık burada çalışacağım. Annemiz bundan böyle çalışmıyor. Yeter artık namussuzların önünde eğilip büküldüğü! Aç gözünü Pavka, göreyim seni. Doğru dürüst bir insan ol.”
Kalktı, gerindi ve çıktı. Dev gibi yapısıyla kapıdan geçemiyor ve eğilmek zorunda kalıyordu. Pavka, avludan seslendiğini işitti ağabeyinin: “Bir çift çizmeyle bir çakı getirdim sana, annen verecek…”
***
Garın büfesi gece gündüz işlemekteydi. Tam altı tane demir yolu hattının kesişme noktasına kuruluydu istasyon. Bunun için de büfe daima tıklım tıklım doluyor, ancak gece yarısından sonra iki tren arasında biraz tenhalaşıyordu. Yüzlerce askerî tren gelip geçiyordu durmadan. “Ora”dan ardı arkası kesilmeksizin, kanlar içinde, sakatlanmış, paramparça olmuş insanlar geliyor ve gri üniformalar içinde adı sanı belirsiz taze etler yollanıyordu “ora”ya.
İki yıldan beri çalışıyordu Pavka. Bütün evreni, mutfak bölmesinin sınırladığı o daracık yerden ibaretti. On zavallı rubleciğe yükselmişti ücreti. Ama bu arada büyümüş, olgunlaşmış ve pekişmişti. Altı ay süreyle mutfakta aşçı yardımcılığı yaptıktan sonra kovulmuş ve gene ofise alınmıştı. Şef, bu yabani çocuğu hiç sevmemişti ama almadan da edememişti. Akıllara durgunluk veren dayanma gücü olmasa çoktan kovulurdu. Ama atikti, işe yatkındı ve yorulmak nedir bilmiyordu. Bu bakımdan da hiç kimse kolay kolay yerini dolduramazdı onun.
Hele yemek saatlerindeki hamaratlığına hiç diyecek yoktu. Yemek dolu tabakları mutfaktan ofise götürmek ve hiçbir şeyi devirmeksizin aradaki basamakları hızla atlamak, yalnız ona vergiydi sanki. Öteki uğraşlara bütün bu koşuşma da eklenince soluk alacak vakti kalmıyordu.
Geceleyin büfenin gürültüsü kesilir gibi olduğu zaman, mutfağa bitişik dar kiler odalarında garsonların toplantısı başlar ve hesaplar dökülürdü ortaya. Eski, yeşil örtünün üzerine serpilmiş duran banknotlara gözü doymuştu artık, şaşırmıyordu. Biliyordu ki bu üniformalı uşakların her biri, yirmi dört saatlik servisin sonunda otuz kırk ruble kadar bahşiş toplamaktadır. Ve bu parayı gidip ya zilzurna sarhoş olarak harcamakta ya da kumarda kaybetmektedir. Pavka’yı asıl öfkelendiren, bu paraların har vurup harman savrulmasından çok, bu kadar kolayca kazanılmasıydı. Toptan namussuz bunlar! Artem ki birinci sınıf bir tesviyeci, ayda kazandığı kırk sekiz ruble. Benim ücretimse on rubleyi ucu ucuna buluyor, hem de imanım gevreyinceye kadar çalıştığım hâlde… Tabakları masadan masaya gezdirmekten başka hiçbir hüneri olmayan bu domuzlarsa bizim bir ayda kazandığımızı bir günde alıp hergelelik namına ne varsa canlarının çektiği gibi yapıyorlar işte!
Pavka’nın gözünde bütün bu garsonlar, tıpkı patronlar gibi birer yabancı, birer hasımdı. Burada uşaktırlar, buradan çıkınca adam oluverirler birden. Zengin hayatı sürer karılarıyla çocukları. İyi tanıyordu Pavka, sırtlarında liseli üniformasıyla dolaşan o muhallebi çocuklarını; iyi tanıyordu o semirdikçe semirmiş kadınları. Bu uşaklar, hizmet ettikleri müşterilerden çok daha fazla para alıyor! diye düşünürdü sık sık ve duyduğu-tiksintiye bir de kin eklenirdi.
Evet, hiçbir şey şaşırtmıyordu artık onu… Akşam bastı mı bodrum katının kıyı bucağında, kilerde, büfenin arka tarafında olup bitenler bile şaşırtmıyordu onu. Bulaşıkçı kızlar, satıcı kızlar, sofracı kızlar, ancak reddetmemek şartıyla barınabilirdi burada. Bunun için de birkaç ruble gördüler mi her önüne gelene satıyorlardı kızları. Sözün kısası parayı veren düdüğü çalıyordu. Bunu da iyi biliyordu Pavka.
Hayatın bütün pisliğini tanıyıp öğrenmişti. Bu bataklıktan bir an önce sıyrılıp çıkmak istiyordu, atölyenin dumanlı, muazzam yapısı çekiyordu onu. Ama Artem, kanunen yaşı tutmadığı için kardeşinin çırak olarak depoya girmesini sağlayamamıştı. Pavka fırsat buldukça ağabeyi ile birlikte dolaşır, vagonları gözden geçirirdi. Frosya gittikten sonra büfedeki hayatı daha da kararmış, daha da çekilmez bir hâle gelmişti. Daima neşeli ve güler yüzlü olmasını bilen genç kızın yokluğu, çöktükçe çöküyordu üstüne. Yeni işe alınmış göçmenlerin bitmek tükenmek bilmez yakınmalarıyla uğuldayan ofiste kızın eksikliği daha da belli ediyordu kendini ve Pavka yalnızlığını hissediyordu derinden derine.
***
Vakit gece yarısıydı, belki daha da geç. İşin hafiflediği saatler… Ocağa son kütükleri de yığmış olan Pavka, yarı aralık duran parmaklığın önüne çökmüş ve gözleri hafifçe kapalı, ıssız ofisin sessizliği içinde, çıtırdayan ateşin tatlı ılıklığına bırakmıştı kendini. Ama çok geçmeden o acı hatıra gelip çöktü yüreğine. Geçen cumartesi günkü sahne, olanca tazeliği ve keskinliğiyle canlandı yeniden.
Yine geceleyin işin hafiflediği saatlerdi. Bir odun yığınının üzerine tırmanmış, kumarcıların her zamanki toplantı yeri olan mutfağı, bitişik küçük bölmelerden birini gözetliyordu. İyice alevlenmişti oyun. Merdivenin tepesinden gelen ayak sesleri işitti birden. Prokor, hani o şaşı garson, ofisten inmekteydi. Pavka karanlığın içine kayacak zamanı güçlükle bulabildi. Gizlendiği yerden şefinin (ve düşmanının) geniş sırtıyla kocaman kafasını henüz görmüştü ki daha hafif, daha aceleci bir ayak sesiyle ürperip kaldı. Alışık olduğu bir ses duydu yukarıdan: “Prokoşka, bekle biraz.”
Garson istemeyerek durup homurdandı:
“Ne istiyorsun yine?”
Frosya’ydı bu ve Pavka açık seçik görüyordu şimdi onu, garsonu kolundan yakaladı. Boğuk bir sesle ve kesik kesik konuşuyordu: “Teğmenin sana verdiği parayı ne yaptın Prokoşka?”
Prokor, hırçın bir hareketle kolunu çekerek terslendi: “Sen paranı aldın ya…”
“Tabii aldım… Ama çok bir şey değildi ki aldığım. Oysa teğmen cimrilik etmedi. Üç yüz ruble aldığını biliyorum Prokoşka.”
Garson sırıtmıştı. “Üç yüz mü dedin? Ne olmuş yani? Yoksa hepsini sana mı vermemi isterdin küçük hanım? Basit bir bulaşıkçı için biraz mübalağalı olmaz mı bu? Aldığın elli rubleye fit ol kızım! Sana yeter o, hadi! Bir teğmen için bulaşıkçı kızla yatmak şeref midir sanıyorsun yoksa? Senden bin kat daha temiz, üstelik görgülü olan koskoca bayanlar bile o kadar para almıyor. Üç yüz ruble ne demek? Bana teşekkür etmen gerekir senin. Adamın biriyle küçücük bir gece geçireceksin ve elli ruble alacaksın, kimden kötü be kızım… Yirmi ruble daha vereyim, kapatalım hesabı. Ama tutup da beni aptal yerine koyma sakın! Aklını başına toplarsan seni himaye ederim, pişman olmazsın…”
Prokor mutfağa girip kaybolurken, “Yılan, alçak yılan!..” diye haykırdı arkasından Frosya. Sonra da biraz önce Pavka’nın tünediği odun yığınına yaslanıp çökerek sızlanmaya koyuldu.
İçinde tarife sığmaz bir uğultu koptu Pavka’nın. Kızın hıçkırıkları, sığındığı köşenin karanlığı içinde yankılanıyordu şimdi. Orada bulunduğunu belli etmeyecek kadar zekâ gösterdi. Merdivenin altında hareketsiz bir şekilde donup kalmıştı, demir direkleri koparmak istercesine sıkmıştı yumruklarını. Bulanık ve ağır bir şeylerin yükseldiğini duydu içinden. Umutsuz kelimeler çakılıyordu sanki bir çekiçle beynine, bütün zalimliklerini hakiki oluşlarından alan kelimelerdi bunlar: Onu sattı namussuzlar, sattılar onu da işte! Frosya, ah Frosya!.. O günden beri hiçbir şeyle ölçülemeyecek hâle gelmişti kini. Ayrıca bir ukde vardı içinde: O namussuzu iyice dövecek kadar güçlü olsaydım, ah! Artem gibi olsaydım ben de! Ocakta kıvılcımlar, mavimtırak ve uzun şeritler hâlinde durmadan fışkırıyor, birbirini kovalıyor ve kucaklaşıp sönüyordu. Birisi, ateşten dilini küstahça çıkarıp sallayarak onunla alay ediyormuş gibi geldi Pavka’ya. Sessizlik, tutuşan odunların çatırtısıyla ve yalağa damlayan damlaların tekdüze düşüşüyle bölünmekteydi.
***
Ofis gibi mutfak da ıssızdı. Vestiyerde uyuyordu şefle yardımcıları. Bu sükûn en az üç saat sürerdi ve aşçı yamağı Klimka bu üç saati yukarı çıkıp Pavka ile birlikte geçirmeye alışıktı. Nitekim pırıl pırıl temizlediği son tencereyi de asıp ellerini kuruladıktan sonra ofise tırmandı. Duvarda beliren eğri büğrü gölgesinden tanıdı Pavka onu. Bağdaş kurduğu yerde, başını çevirmeksizin oturmaya davet etti arkadaşını. “Hayrola Pavka, şimdi de ateşin önüne çöküp büyücülük mü yapmaya başladın?” diye şaka yaptı yamak.
Ama yüzündeki dostça gülümseyiş, daha sözlerini bitirmeden donup kalmıştı. Pavka’nın alevlere dikili gözleri kendisine çevrildiğinde, o güne kadar rastlamadığı acayip bir hüzün görmüştü Klimka. Bir an duraladı ama şaşkınlığını yenemeyerek sordu: “Tuhaf bir hâlin var bu akşam senin. Ne oluyor kuzum, Tanrı aşkına?”
“Bir şey olduğu yok Klimka, bıktım usandım bu hayattan, o kadar işte…” Pavka’nın dizlerinin üzerinde hareketsiz duran yumrukları birden sıkılıvermişti.
“Boş versene yahu, bal gibi bir tuhaflık var sende bugün!..”
“Bugün mü dedin? Hadi canım, buraya adımımı attığım ilk günden beri böyleyim ben aslında. Şu olup bitene bak bir kere. Sabahtan akşama kadar hayvanlar gibi çalışıyoruz da bütün mükâfatımız kötek üstüne kötek yemek oluyor. Bizim işimiz nedir, anlayamadım gitti. Patronlara hizmet etmek mi yoksa dayak yiyip azar işitmek mi? Herkes gelip sana emir yağdırır, herkes seni hırpalar, eğer canı çekiyorsa… Çırpın, geber, fiyatı aynı! Onları memnun etmek için ne denli çırpınırsan çırpın, gene de memnun olmayan birisi çıkıyor. Memnun olmayınca da Tanrı yarattı demiyor tokadı indirirken!.. İşte o zaman da ben…”
Dehşete uğrayan Klimka sözünü kesmişti: “O kadar bağırma, bir bakarsın işitiverirler.”
“Ne çıkar yani? İşitirlerse işitsinler. Nasıl olsa çekip gideceğim buradan! Bu namussuz alayının ortasında, bu mağarada kakılıp kalmaktansa gider yollarda kar temizlerim daha iyi. Hepsinin cebi parayla dolu bak. Bizi yük hayvanı yerine koyup kızları satıyorlar. Tesadüfen namuslu, direnen bir kıza çattılar mı kapı dışarı ediyorlar gözlerini kırpmadan. Ne yapabilir sonra o kız? Nereye gider? Bütün bunları bir güzel hesap etmiş aşağılık köpekler! İşe aldıkları kadınlar daima mülteci veya evsiz, öksüz takımından. Aç kalmadıkça kim satar kendini bir lokma ekmek için? Açlığa ve yoksulluğa güveniyor bu alçaklar!”
Doğrulup yumruklarını sallamaya koyulmuştu, sesi öfkeden titriyordu. Klimka fırlayıp kapıyı kapatırken Pavka devam ediyordu: “Sen mesela Klimka, dayağı yiyince susup hazmedersin hep. Gık demeye bile cesaretin yoktur, düşündün mü hiç neden?”
Sessizlik oldu. Pavka bitkin bir hâlde bir taburenin üzerine çökmüş, başını ellerinin arasına almıştı. Aşçı yamağı, ateşi karıştırdıktan sonra geçip Pavka’nın karşısına yerleşti.
“Bu akşam ne okuyoruz bakalım?”
“Bayi kapalıydı, kitap alamadım.”
“Bayram değil, seyran değil, neden kapalıymış?”
“Jandarmalar alıp götürmüşler adamı. Söylediğine göre yasak kitap bulmuşlar.”
“Yasak kitap da neymiş?” diye sordu Klimka.
“Söylediğine göre yasak kitap, politika demekmiş.”
Gittikçe biraz daha afallayarak arkadaşına bakıyordu Klimka. “Politika mı dedin? Politika da ne demek kuzum?”
Pavka omuzlarını silkti. “Ben de pek iyi bilmiyorum ama söylendiğine göre çara karşı çıkarsan politika olurmuş.”
Klimka sıçramıştı korkudan. “Vay anasını, demek böyle adamlar da var!..”
“Ne bileyim olup olmadığını.”
***
Bir olay, Pavka’nın işine beklenmedik bir anda son verecekti. O gün don vardı. Pavka, nöbeti devralacak oğlan zahmet edip gelmediği için eve dönemedi. Yirmi dört saatlik yoğun çalışmadan sonra bitkin bir hâldeydi.
Geceleyin işlerin hafiflemesinden faydalanıp, sürekli olarak ısıtmakla görevli bulunduğu kabı doldurmak istedi ama tulumba işlemiyordu ve Pavka musluğu kapatmayı unuttu, sonra da yorgunluğa dayanamayıp odun yığınlarının üzerine uzandı. Uzanmasıyla uyuyakalması bir oldu.
Birkaç dakika geçmeden musluk, suyun geldiğini müjdeliyordu. Su geldi gerçekten, bir güzel doldurdu kazanı, sonra taştı, o saatte her zamanki gibi ıssızlaşan ofisin zeminini kapladı, haince kapıdan sızıp bekleme salonuna yöneldi ve uyuyan yolcuların bavullarına doğru hücuma geçti. Hiç kimse bir şey fark etmeyecekti belki de… Ne var ki yolculardan birisi oturacak yer bulamamış ve zemine uzanmıştı. Uyanıp da bu umulmadık banyonun ortasında bulunca kendini, tabii yaygarayı bastı. İnsanlar bagajlarına sarılırken su da ortalığı kaplayan çığlıklara hiç mi hiç kulak asmadan istilasına devam ediyordu.
Hizmet etmekte olduğu yan salondan gürültüye koşan Prokoşka, gittikçe genişleyen su birikintilerinin üzerinden atlayarak, ne olduğunu anlamak için ofisin kapısını ardına kadar açtı ve açmasıyla birlikte, önündeki tek engeli de kalkan su, bir şelale gibi gürleyip bütün salonu bastı.
Personel imdada koşmuştu ama çığlıklar da gittikçe yükseliyordu. Prokoşka, bütün bu olup bitenden habersiz, derin derin uyuyan Pavka’nın üstüne çökmüştü bir anda. Bir yumruk yağmuru indi oğlanın kafasına. Uyku sersemliğinden bir türlü kurtulup da her yerinin niçin bu kadar ağrıdığını anlayamamıştı Pavka. Göz kapaklarının içinden kıvılcımlar fırlıyor, bütün vücuduna çiviler saplanıyor gibiydi.
Sendeleyerek, eve kadar âdeta süründü. Ertesi sabah Artem; kaşları çatık, yüzü gergin, bakışları katı bir şekilde Pavka’yı dinliyordu. Kardeşi olayı anlatıp bitirince, “Peki kim soktu seni bu hâle?” diye sordu.
“Prokoşka diye şaşı bir garson var, işte o…”
“Anladım. Sen yatmana bak.”
Deri ceketini giyip fazladan tek kelime söylemeksizin evden çıktı Artem.
***
“Şef garsonlardan Prokor’u görmek mümkün mü?” diye sordu dev yapılı işçi Glaşa’ya.
“Tabii mümkün. Biraz bekleyin, neredeyse gelir.” dedi adam, kapının kanadına yaslanarak.
“Tamam.” dedi, “Gerektiği kadar bekleyeceğim.”
“Bakın geldi bile, işte şu giren… Elinde tepsilerle…”
Artem’in kocaman eli, Prokor’un omzuna bir pençe gibi indi. Soru kısa ve kesindi: “Kardeşimi niye dövdün Prokor?”
Prokor kurtulmak için boşuna çırpındı. Müthiş bir yumrukla yere serilmişti bile. Kalkıp toparlanmak istedi, birincisinden daha müthiş bir ikinci darbeyle çivilendi yere. Bulaşıkçı kadınlar dehşet içinde çekilip açıldılar ve Artem çıkıp gitti. Prokor inleyerek kıvranmaktaydı.
Her akşamki gibi o akşam da evde Artem’i beklediler ama o gelmedi. Çılgına dönen anne, çok geçmeden öğrenecekti oğlunun tevkif edilmiş olduğunu. Ancak altı gün sonra serbest bıraktılar. Gecenin geç saatleriydi. Çoktan uyumuştu annesi. Gürültü etmeksizin Pavka’nın yatağına yaklaştı Artem. Oğlan uyumuyordu. Garip bir tatlılık vardı sesinde, alışılmadık bir şefkatle sordu:
“İyisin ya yumurcak? Artık unut bunu, aldırma. Hayatta daha büyük felaketler de vardır… Niçevo… Bundan sonra elektrik santralinde çalışacaksın. Ben konuştum bile. Bir meslek sahibi olursun böylece.”
İki elini uzattı Pavka ve ağabeyinin kocaman pençesini kuvvetle kavrayıp sıktı.

2
Küçük şehri allak bullak etti aniden gelen haber. Çar devrilmişti. Hiç kimse inanmak istemiyordu buna, inanılacak gibi de değildi.
Sonunda, sisin içinden çıkıp gelen bir trenden iki öğrenci indi gara, üniversite üniformaları ve omuzdan geçme tüfekleriyle… Onlarla birlikte kızıl kolçaklı bir devrimci asker müfrezesi de inmişti. Jandarmaları, ihtiyar albayı, garnizon kumandanını hapsettiler. Ve şehir inandı… Karlı sokaklardan, uzun siyah şeritler hâlinde yüzlerce insan yürüdü büyük meydana. Doymak nedir bilmeyen bir merakla dinlediler büyülü sözleri: hürriyet, eşitlik, kardeşlik.
Heyecanlı ve sevinçli günler gelip geçti, gürültülü günler… Sonra gene sükûnet çöktü ortalığa. Menşeviklerle Bund[6 - Bund: Yahudi Sosyalist Partisi] üyelerinin yeni efendiler olarak yerleştiği belediye binasının üzerinde dalgalanan kızıl bayraktan başka bir şey kalmadı düzenin değiştiğini bildiren.
1917 yılı da geçti. Hiçbir şey değişmedi Pavka için. Klimka ile Serejka Bruzjak için de öyle. Patronlar gene aynı patronlardı, hayat gene aynı hayat… Bir atlı muhafızlar alayı gelip işgal etmişti şehri. Süvari bölükleri her sabah gara giriyor ve güneybatı cephesinden kaçanları tevkif ediyorlardı. Olgun yüzlü, uzun boylu, sağlam yapılı, aslan gibi delikanlılardı bu muhafızlar. Çoğu kont ya da prens olan subayların omuzlarında altın apoletler, alabildiğine süslü ceketlerinde gümüş kordonlar vardı ve her şey eskisi gibiydi. Sanki bir rüya gibiydi devrim.
Kasım yağmurlarıyla birlikte yadırgatıcı bir değişiklik de yaşandı. Uğuldayan bir kalabalık taştı gardan. Yepyeni insanlardı bunlar, cephe insanları… İsimleri Bolşevik’ti. Bu sağlam, güven verici ismi nereden aldıklarını hiç kimse bilmiyordu.
Muhafızların işi gittikçe biraz daha güçleşiyor, gittikçe biraz daha sıklaşan yaylım ateşleriyle parçalanıp dağılıyordu garın camları. Kaçaklar siperleri büyük topluluklar hâlinde terk ediyorlardı. Engel olmaya kalkıldığı vakit de süngüye sarılıyorlardı canlarını korumak için.
Aralık ayı girer girmez alaylar hâlinde bir akın başladı. Muhafızlar garı işgal etti bunun üzerine. Bu önünde durulmaz kalabalığı, baraj kurup durdurabileceklerini sanıyorlardı. Mitralyöz ateşiyle karşılandı gelenler, ama boşuna, ölüme alışmışlardı ve muhafızlar yenildi. Frontovikler[7 - Frontovik: 1917’de cepheden kaçan Rus askerleri. Bunların, kısmen moral bozukluğundan, kısmen de “devrimci başkaldırı” söylemine uyarak kitle hâlinde kaçışları, kısa süre sonra emperyalist harbe karşı bir mücadele anlamını kazanacaktır.] şehre kadar sürdü onları, sonra da gara dönüp ileri doğru yürüyüşlerine devam ettiler.
1918 ilkbaharı… Serejkalarda kâğıt oyunu oynayıp vakit geçirdikten sonra sokağa çıkan üç arkadaş o gün Korçagin’in bahçesine uğramak üzere her günkü yollarını değiştirmişlerdi. Otların üzerine uzandılar. Canları sıkılıyordu. Günlerini en iyi şekilde nasıl geçirebileceklerini düşünürken, yolun ilerisinden nal sesleri işitildi ve bir atlı gözüktü çok geçmeden. Şoseyi çitten ayıran hendeği bir sıçrayışta aşarak, nagaykasıyla[8 - Nagayka: Kazak kırbacı.] Pavka ve Klimka’ya işaret etti: “Çabuk buraya gelin çocuklar! Çabuk!”
Çite koştular. Uzun bir yolculuğun tozuna gömülmüştü süvari. Arkaya itili kasketini kaim bir tabaka hâlinde kaplayan tozlar, asker elbiselerinin kıvrımlarına da sızmıştı. Sağlam bel kayışında kocaman bir tabanca gözüküyor ve iki el bombası sarkıyordu.
“Aslanlarım, su getirin bana!”
Pavka dörtnala koşarken süvari de kendisini korkusuzca inceleyen Serejka’ya sordu: “Söyle bakalım delikanlı, kimin elinde şehriniz?”
Haber vermeye bayılan Serejka soluk soluğa anlatmaya koyuldu: “Hiç kimsenin. Aşağı yukarı on beş gündür iktidarımız yok. Kendi iktidarımızı kurduk, kendi kendimizi savunuyoruz. Geceleri, küçük ekipler hâlinde biz nöbet tutuyoruz artık. Peki ya siz… Siz hangi partidensiniz?”
“Her şeyi bir anda öğrenmek istersen çabuk ihtiyarlarsın.” diye gülümsedi süvari ve Pavka’nın yetiştirdiği küçük testiyi bir dikişte boşaltarak, dizginlerini çekip atını şaha kaldırdı ve şehrin hemen ilerisindeki çam ormanına doğru dörtnala uzaklaştı.
“Kim olabilir acaba?” diye sordu Pavka.
Klimka omuz silkti. “Ne bileyim ben…”
Bu siyasi soruyu derhâl cevaplandırmak Serejka’ya düşecekti: “Öyle sanıyorum ki iktidar değiştireceğiz gene. Lehtinskiler neden dün gece toptan terk ettiler şehri? İşte bu yüzden. Zengin takımı tabanları yağladı mı aldanmayacaksın arkadaş! Partizanların gelmesi yakın demektir.”
Fikir o kadar inandırıcıydı ki Pavka’yla Klimka tereddütsüz kabul ettiler. Hâlâ oturmuş bu olayı konuşuyorlardı ki bir nal sesinin uğultusu kapladı ortalığı ve çocuklar gene çit tarafına koştular. Küçük korudan, orman bekçisinin evinin ardından dolanarak, adamlar ve yük arabaları geliyordu. On beş kadar süvari vardı önlerinde. Tüfeklerini eyerlerin üzerine enlemesine koymuşlardı. En başta, birisi oldukça yaşlı olmak üzere iki adam görünüyordu. İkincisi, üç arkadaşın biraz önce tanıdığı gözcüydü. Yaşlısı bir yağmurluk giymişti, kuşak yerine de kayış takmıştı. Asker ceketinin üzerinde kızıl bir şerit göze çarpıyordu ve bir dürbün süslemekteydi göğsünü.
Serejka bir zafer kazanmış gibi dirsekledi Pavka’yı. “Ne demiştim ben demin size? Kızıl şeridi görüyorsun değil mi? Partizanlar işte! Aldanıyorsam iki gözüm aksın, bal gibi partizan bunlar!”
Anlaşılmaz bir sevinç çığlığı, yani bir kazak çığlığı atarak çiti aştı ve göz açıp kapayıncaya kadar sokağa ulaştı. Arkadaşları da hemen arkasından yetişmişlerdi. Üçü bir arada, yolun kıyısında durup gelenleri seyretmeye koyuldular. Süvariler yaklaşıyordu. Onları tanıyan gözcü, bir baş hareketiyle bunu belirttikten sonra kamçısını Lehtinski’nin konağına doğru uzatıp sordu: “Kimin bu ev?”
“Avukat Lehtinski’nin.” diye cevap verdi Pavka, yetişebilmek için atın yanında seğirterek, “Çoluk çocuğunu toplayıp kaçtı dün akşam. Sizden ürkmüş olmalı.”
İki atlıdan yaşlı olanı gülümsedi: “Nereden biliyorsun kim olduğumuzu bizim?”
Kızıl kokarda baktı Pavka. “Ya bu ne peki?” dedi, “Kör müyüm ben!”
Şehir sakinleri sokağı doldurmuş, askerleri merak içinde seyrediyorlardı. Üç arkadaş da kaldırımın kenarında, kalabalığın itiş kakışına aldırış etmeksizin kızıl muhafızlara bakmaktaydılar. Toz içinde kalmış olan askerlerin yüzünde bir bıkkınlık okunuyordu. Birliğin elindeki tek top bir gök gürültüsü içinde uzaklaşıp mitralyöz arabaları da geçtikten sonra üç kafadar gene de onları izlemekten caymadılar. Nihayet şehrin merkezine ulaşan birlik konaklamaya karar verince evlerine döndüler.
***
Akşamleyin, kızılların kurmayı tarafından karargâh olarak seçilmiş bulunan Lehtinski’nin konağının büyük salonunda, güzel, oymalı bir ahşap masanın etrafında dört adam oturmuştu. Bunlar, askerî şûranın üç üyesiyle birliğin kumandanı Bulgakof yoldaştı.
Bulgakof, masanın üzerine yayılı bir bölge haritasında parmağını gezdirerek bazı hatları tırnağıyla çizip işaretliyor, bir yandan da karşısında oturan kocaman dişli, iri çeneli kişiyle konuşuyordu: “Ermaçenko yoldaş, demek sence hemen burada savaşa tutuşmamız lazım? Oysa ben yarın sabah da geri çekilmeye devam edelim diyorum. Hatta geceleyin yola çıkabilsek daha da iyi olurdu ama çocukların adım atacak hâli yok. Bu durumda yapılması gereken, Almanlar oraya ulaşmadan önce Kazatin’i tutmaktır. Elimizdeki kuvvetle direnmeye kalkmak gülünç bir iddia olur. Topu topu bir topla otuz mermi, iki yüz süngüyle altmış kılıç var elimizde… Karşımızdakilerin çok daha üstün olduğunu kendin söyledin. Gerçekten de önünde durulmaz bir biçimde, çığ gibi ilerliyor Almanlar. Hiç şüphesiz ki savaşacağız ama tıpkı bizim gibi geriye çekilmekte olan kızıl birliklere ulaştıktan sonra savaşalım diyorum. Bir de şu nokta var yoldaşlar. Bizim tek düşmanımız Almanlar değil, yolumuz üzerinde kol gezen karşı-devrimci haydutları da unutmayalım. Fikrim şu: Sabahleyin şafakla birlikte garın arkasındaki küçük köprüyü havaya uçurduktan sonra şehri terk etmek. O köprünün tamiri, Almanların iki gününü rahat alır. Böylece onların ilerleyişini biraz da olsa geciktirebiliriz. Ne dersiniz yoldaşlar? Karara varalım.”
Yanında oturan Strujkof, belli belirsiz geviş getirerek, bir haritaya, bir kumandana baktı ve güçlükle konuştu: “B… Be… Ben… Bu… Bu… Bulgakof’un fikrindeyim.”
Hazır bulunanların en genci ve bir işçi gömleği giymiş olan kişi de aynı görüşteydi: “Bence de Bulgakof haklı yoldaşlar.”
Tek başına kalan Ermaçenko -gündüz Pavka ve arkadaşlarıyla tanışmış olan süvariydi bu- öfkeyle başını salladı. “O zaman bu birliği kurmuş olmak neye yarar, söyleyin Tanrı aşkına! Topraklarımızı kavga dövüşsüz Almanlara teslim etmek için mi kurduk biz bu birliği? Ben savaşa girişmek gerekir derim. Gerilemekten bıktı insanlar. Bana kalırsa bir adım daha geri gitmeden burada savaşmalıyız.”
İskemlesini sert bir hareketle iterek doğruldu ve sinirli adımlarla salonu arşınlamaya başladı. Hafiften alaycı bir bakışla onu seyrediyordu Bulgakof. “Öyle gelişigüzel bir şekilde dövüşe girilmez ki Ermaçenko. Elimizdeki insanları apaçık bir bozgunun ortasına itip de yok ettiremeyiz. Ayrıca toplu tanklı koca bir alay var bizim ardımızda, gülünç oluruz! Çocukluğu bırak Ermaçenko yoldaş! Demek kararımız, yarın sabah yola çıkmak.”
Kumandan devam etti: “Bir nokta daha var yoldaşlar, o da irtibat meselesi. Geri çekilen son birlik biz olduğumuza göre cephe gerisindeki işleri organize etmek de bize düşer. Burası, demir yolu kavşağı olmak bakımından büyük önem taşıyor. Burada kalıp işi düzenleyecek, güvenilir bir yoldaş bulmamız lazım. Bizlerden biri olmalı bu, her şeye nezaret etmeli. Aday teklif edin.”
Ermaçenko masaya yaklaşmıştı. “Denizci Çukray bu iş için biçilmiş kaftan.” dedi, “Bir kere buranın yerlisi. İkinci olarak da tesviyeci ve montördür. Santralde rahatlıkla bir iş bulabilir kendine. Üstelik de Fedor’un bizlerden olduğunu kimse bilmiyor çünkü onu görmediler. Zaten kendisi ancak bu gece gelmiş olacak. Kafası işleyen bir çocuktur, göreceksiniz, durumu hemen düzenleyecektir. Bence ondan iyisini bulamayız.”
Bulgakof bir baş hareketiyle tasdik etti: “Bence tamam. Bir itirazınız var mı yoldaşlar? Yok!.. Öyleyse bu iş halloldu demektir. Buradaki çalışmaları Çukray düzenleyecektir. Kendisine gerekli şeyleri bırakacağız. Şimdi gündemdeki üçüncü ve son meseleye gelelim. Şehir deposundaki silahlar ne olacak? Koca bir tüfek stoku var depoda. Çar savaşlarından kalma aşağı yukarı yirmi bin kadar parça var. Bir çiftçinin hangarına yığmışlar, sonra da unutmuşlar, kimse bilmiyor. Hangarın sahibi haberdar etti beni, kurtulmak istiyormuş. Tabii Almanlara hediye edecek değiliz bu silahları. Bence yakalım. Hem de derhâl ateşe verelim ki şafak sökünceye kadar bitmiş olsun bu iş. Yalnız dikkatli olmalıyız, çünkü tehlike var. Silahların yığılı bulunduğu baraka, şehrin kenarındaki fakir mahallenin tam göbeğinde. Yangının etrafa sıçrama tehlikesi var.”
Strujkof’un uzun zamandır tıraş görmemiş ve bir kirpiyi andıran yüzü birdenbire dalgalandı: “Ne… Neden ya… Ya… Yakacakmışız sanki? Be… Be… Bence a… a… a… ha… ha… liye dağıtmak da… da… da… ha iyi.”
Bulgakof aniden ona dönmüştü. “Yani silahları ahaliye dağıtalım diyorsun?”
Sevinçle haykırdı Ermaçenko: “Bu doğru işte, çok doğru! İşçilere, ahaliye, herkese vermeliyiz silahları, isteyen alsın! Harika bir fikir diye buna derler! Almanlar kendilerini sıkıştırmaya kalkıştığı takdirde onları okşamaya yetecek kadar silah bulunmalı ahalinin elinde. Hiç şüpheniz olmasın ki Almanlar ahaliyi sıkıştıracaktır. Bardak taştığında da silahlar zuladan çıkar. Harika bir fikir bu Strujkof! Silah dağıtımı!.. Hatta bir kısmını da köye götürüp vermeli. Mujikler öteden beri bayılır bu güzel oyuncaklara. Almanlar hasada el koymaya gelince şenliği görün siz artık, hem de ne şenlik!”
Bulgakof kendini tutamayıp gülmüştü ama hemen ciddileşti: “Acele etme bakalım.” dedi, “Bir kere Almanlar gelir gelmez silahları teslim etme emri vereceklerdir. Ahali bundan korkar.”
“Belli olmaz.” diye itiraz etti Ermaçenko, “Hiç belli olmaz! Herkes de silahını teslim edecek değil ya! Kimisi verir kimisi saklar.”
Kumandan, soran gözlerle baktı ötekilere. Genç işçi, Ermaçenko ile Strujkof’un imdadına yetişmekte gecikmeyecekti: “Tereddüde mahal yok, derhâl dağıtalım.”
“Peki öyleyse.” dedi Bulgakof. Yalnız kalınca da Lehtinskilerin yatak odasına doğru yürüdü ve geniş yatağın üzerine kaputunu serip yerleşti.
***
Ertesi sabah Pavka, bir yıldır ateşçi çırağı olarak çalıştığı elektirik santralini terk ediyordu. Şehre hâkim olan alışılmadık canlılık hemen dikkatini çekti. Bir, iki ve hatta bazen üç tüfek sırtlamış insanlarla doluydu sokaklar. Hiçbir şey anlamadı Pavka. Yavaş yavaş kendine de bulaşan bu hareketliliğin sebeplerini düşünmeksizin hızlandı. Lehtinski’nin konağının orada bir gün önceki dostları, kızıl süvariler atlarına binmekteydiler.
Rüzgâr gibi daldı eve, elindekileri bir köşeye fırlattıktan sonra fırlayıp Serejka Bruzjaklarda aldı soluğu. Serejka’nın babası çarkçı yardımcısıydı ve şehrin öteki ucunda, babadan kalma, küçük bir evde oturuyorlardı. Serejka evde yoktu. İri yarı, kumral bir kadın olan annesi karşıladı Pavka’yı ve hemen dert yanmaya koyuldu: “Tanrı bilir nereye gittiğini alçağın! Gün doğmadan sıvışmış. Sanki şeytan dürtüyor, tövbe!.. ‘Silah dağıtıyorlar.’ dedi. Nerede dağıtıyorlar bilmem ama bizimki muhakkak oralarda dolanmaktadır. Bir güzel sopa lazım size, cennetten çıkma bir güzel dayak… Ele avuca sığmaz oldunuz çünkü. Bir karış boyunuza bakmadan silahlı, kavgalı işlere sokmaya başladınız burnunuzu. Söyle ona, eve eğer bir tek fişek getirecek olursa kafasını koparırım alimallah! Her türlü pisliği toplayıp getirecek başıma, sonra da hesabını benden soracaklar. Dur, sen bari koşturma, silah milah almaya kalkma sakın! Dur alçak, lafımı dinle!”
Çoktan uzaklaşmıştı Pavka. İki omzunda birer tüfekle ilerleyen bir adam gördü yolda ve hemen yaklaştı, “Nereden aldın bunları diyadya?”[9 - Aynı zamanda amca ve dayı anlamına gelen “diyadya”, yakınlık duyulan, yabancı ve yaşlı erkekler için de kullanılır.]
“Yukarıdan, Verkovina’dan. Herkese veriyorlar.”
Pavka gerisini dinlemeden fırladı. İkinci sokağı geçmişti ki süngüsü takılı bir piyade tüfeğinin ağırlığı altında iki büklüm ilerlemeye çalışan küçük bir oğlana tosladı.
“Nereden aldın bunu?”
“Birlikten dağıtıyorlar, okulun karşısında. Ama bir tane olsun kalmadı, hepsi bitti. Bütün gece sürdü dağıtım. Git bak inanmazsan, bütün sandıklar bomboş.” Sonra da ekledi gururla: “Bu benim aldığım ikinci tüfek.”
Haber perişan etmişti Pavka’yı. “Kör şeytan! Evde sürünmek yerine oraya gitmek varmış. Vaktinde açamadım ki gözümü!” diye söylendi kendi kendine. Sonra birdenbire parıldadı gözleri, hızla geriye dönüp üç sıçrayışta oğlana yetişti, çekip aldı tüfeği elinden ve itiraz kabul etmez bir tonla, “Sendeki bir tane sana yeter.” dedi, “Bu benimdir.”
Gündüz gözüyle uğradığı bu saldırı basbayağı öfkelendirmişti oğlanı, ağzı köpükler saçarak atıldı Pavka’nın üzerine. Ama Pav-ka atik bir sıçrayışla gerileyip süngünün ucunu çocuğa doğru çevirdi. “Geri bas, yoksa yanarsın!”
Küçük oğlan çaresizlik içinde ağlayarak ağzına gelen bütün küfürlerle hıncını boşaltırken, Pavka alabildiğine memnun bir şekilde, hızla koşmaktaydı. Ganimetini bir hangarın kirişlerinin altına güzelce yerleştirip gizledikten sonra da neşeli neşeli ıslık çalarak eve döndü.
***
Şepetovka gibi küçük kasabalarda yaz akşamlarının güzelliğine doyum olmaz. Bu kasabaların kenar mahallelerinde, köylerin o büyüleyici havasını bulursunuz daima. Böyle akşamlarda bütün gençlik sokağa dökülür. Kızlı erkekli herkes evlerin merdivenlerinde, bahçelerde, çitlerin ardında, yollarda, inşaat için oraya buraya yığılmış kalasların yanında, kalabalık topluluklar ya da sarmaş dolaş çiftler hâlinde gezinir. Gülüşmeleriyle çınlatırlar ortalığı ve türküler fışkırır aniden dudaklarından. Yaz kokularıyla dolu hava, gökyüzünün ebegümeci rengi derinliğinde ürperir gibiydi. Ateş böcekleri gibi parıldıyordu yıldızlar ve kaygısız bir ses yankılanarak yükseliyor, uzakta sönüyordu.
Akordeona karşı bir zaafı vardı Pavka’nın. Dizlerinin üzerindeki alete sevgiyle sarılmıştı. Parmakları tuşlara değer değmez notalar inlemeye başlıyor, ateşli bir şarkı yükseliyor ve titreyip dalgalanıyordu havada.
Nasıl da gayrete gelip coşmuştu akordeon! Direnip de dans etmemek mümkün değildi. Türkünün ahengine çoktan kaptırmışlardı kendilerini. Hayat bu, yaşanacaktır elbette!
Ama o akşamki neşeye gerçekten diyecek yoktu. Pavkaların evinin yanında yığılı duran kalasların üzerinde, şakacı ve gürültücü gençler görülüyordu. İçlerinde en gür seslisi olan Galoçka hepsini bastırarak ortalığı çınlatmaktaydı. Taş yontucusuydu babası Galoçka’nın, onlarla komşuydular. Dansa ve türkülere karşı sınırsız bir düşkünlüğü vardı bu kızın ve birlikte bulunduğu erkek arkadaşları da bunu bildiklerinden en küçük bir vesileyle Galoçka’yı kollarından yakalayıp başı dönünceye kadar fırıldak gibi çevirmeye koyulurlardı. Kızcağız da hiçbir vakit nazlanmaz, o sıcak ve derinden kopup gelen alto sesiyle türkü üstüne türkü tuttururdu.
Pavka biraz ürkerdi Galoçka’dan. İğneli konuşmaktan hoşlanırdı çünkü alçak, başarırdı da… İşte şimdi de hemen oğlanın yanı başına oturup yerleşmişti oracıkta, aynı kalasın üzerinde. Ve birdenbire sarılıp kollarının arasında sıktı Pavka’yı, sonra da bir kahkaha atarak, “Bana bak değerli çalgıcı!” dedi. “Böyle çocuk denecek kadar genç olman, benim için ne büyük bir şanssızlık, bilir misin! Harika bir koca olurdun yoksa bana, çünkü seviyorum seni. Tanrı aşkına, akordeonculara hiç dayanamam! Büyülenirim âdeta, yüreğim parçalanır, elimde değil…”
Yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetti Pavka. Neyse ki gecenin karanlığında hiç kimse farkına varamayacaktı bunun. Sıyrılıp kurtulmak istedi kızdan ama Galoçka onu sımsıkı sarmış, bırakmıyordu.
“Kaçma sevgilim benden!” diye haykırdı gülerek, “Ne biçim nişanlısın aptal!”
Pavka telaşlanmıştı birden. Galoçka’nın iri memelerini hissediyordu omzunda ve içi fokurduyor gibi oluyordu. Etraflarından yükselen kahkahalar, sokağı alışılmadık bir çınlamaya boğmaktaydı.
Acemice bir hareketle kurtulmaya çalıştı Pavka. “Öteye git biraz.” dedi, “Rahatsız ettiğini görmüyor musun beni, çalmama engel oluyorsun üstelik!”
Yeniden yükselen gülüşmelere şakalar da karışıyordu.
Marusyal, “Hüzünlü bir şey çalsana bize Pavka.” dedi, “Hani o iç paralayıcı nağmeler vardır ya, işte onlardan.”
Yavaşça gevşeyip genişledi akordeonun körüğü. Pavka arayıp buldu notaları birer birer ve Ukraynalı yüreklerde yer etmiş, o herkesin ezbere bildiği melodilerden biri başladı. İlkin Galina yakaladı nağmeyi, sonra da Marusya katıldı türküye ve bütün gençlerin dudaklarından fışkıran ezgi tatlı bir rüzgâr gibi dalgalanıp uçtu ormana doğru…
Artem’in sesi yükseldi birden: “Pavka!”
Pavka derhâl akordeonu katlayıp kayışlarını çıkardı. Marusya yalvarmaya başlamıştı: “Hemen gitme ne olur, bir parça kalabilirsin pekâlâ!”
“Yarın görüşürüz.” dedi Pavka, “Ağabeyim çağırıyor.”
Sokağı koşarak geçip hızla eve daldı. Masanın etrafında Artem, arkadaşı Roman ve bir de Pavka’nın hiç görmediği bir yabancı vardı. Nasırlı elini Pavka’ya uzattı yabancı ve Artem sordu: “Sizin santraldeki montör hastalandı diyordun, değil mi Pavka? Yarın birini almak isterler mi? Kabul edecek olurlarsa hemen eve gelip bana haber ver.”
“Rahatsız olmasına lüzum yok.” diye söze karıştı yabancı, “Kendim bizzat giderim daha iyi, patronla yüz yüze konuşmuş olurum. Yalnız Pavka bana yolu göstersin yeter.”
Pavka meseleyi kavramıştı, açıklama yaptı: “Bir montöre ihtiyaç var, evet. Stankoviç hastalığından ötürü gelemediği için bütün gün çalışmadı santral. Tifo olmuş. Patron iki kere kendisi denedi, olmadı. Bir başkasını da bulmak istediler ama bulamadılar. Elinde bir tek ateşçi vardı, işte bunun için de makinaları çalıştırmaya cesaret edemedi bir türlü.”
“Bu iş oldu demektir!” diye atıldı yabancı, “Yarın geçerken alırım seni.”
Gri ve sakin bakışlı gözleri takılmıştı Pavka’nın gözlerine. Bu güvenli ve keskin bakış karşısında bir tedirginlik duydu Pavka. Adamın sırtındaki, yukarıdan aşağıya ilikli, renksiz ceket, omuzlarına dar geldiği hemen belli olacak kadar gergindi. Adaleli, kalın bir boynu ve çam yarmasını andıran sağlam bir gövdesi vardı. Yabancıyla tokalaşırken, “Güle güle Çukray.” dedi Artem, “Yarın bekliyoruz.”
***
Almanlar, kızıl birliğin ayrılışından üç gün sonra girdi kasabaya. Önce bir lokomotif düdüğü işitildi, sonra da haber fırtına gibi sardı ortalığı bir anda: “Almanlar geldi!”
Çiğnenmiş bir karınca yuvası gibi kaynaşıyordu Şepetovko. Almanların er geç geleceğini herkes biliyor ve bekliyordu ama gene de inanılmaz bir olaydı bu. İşte şimdi Almanlar korku verici birer masal insanı olmaktan çıkıp vücut bulmuşlardı. Artık oralarda bir yerlerde değil, burada, karşılarındaydılar.
Kasaba sakinleri sokağa çıkmayı göze alamayarak, yol boyunca çitlerin arkasına sıralanıp çivilenmiş bir şekilde seyretmekteydiler.
Birbirinin ardı sıra ve teker teker ilerliyordu Almanlar. Yolun ortasını boş bırakıp duvarların kenarından yürüyorlardı. Koyu yeşil üniforma vardı üzerlerinde. Tüfeklerini ellerinde tutuyorlardı ve parmakları tetikteydi hep. Geniş süngüler sarkıyordu tüfeklerinden. Başlarındaki çelik miğferlerin ve omuzlarına asılı kocaman sefer çantalarının ağırlığı altında neredeyse iki büklüm olmuşlardı ve ardı arkası kesilmez bir şerit hâlinde gardan kasabaya doğru ilerlemekteydiler. En küçük bir direnci derhâl boğmaya hazır oluşlarından belliydi ürktükleri. Oysa hiç kimse direnecek durumda değildi.
Mavzerlerle donanmış iki subay yürüyordu en önde. Yolun ortasından da başında papaka[10 - Papaka: Kazakların yün başlığı.] dediğimiz mavi bir Ukrayna jupan’ı taşıyan starşina[11 - Starşina: Köy topluluğunun reisi, bir çeşit muhtar.] yani tercüman ilerliyordu.
Askerler şehrin meydanına dört köşe bir topluluk hâlinde yığıldılar. Trampet sesleri kapladı ortalığı ve biraz güvene kavuşmuş olan kasabalılar yavaş yavaş meydana toplandı. Eczanenin peronuna çıkan ataman[12 - Ataman ya da hetman: Kazak reisi.] yüksek sesle ve tane tane, Binbaşı Korf’un emirnamesini okudu. Emirname şöyleydi:
AHALİNİN BİLGİSİNE
1. Bu şehrin bütün sakinlerine, elleri altında bulunan bütün silahları, en geç yirmi dört saatlik bir mühlet zarfında teslim etmelerini emrediyorum. Emre uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacaktır.
2. Şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Akşam sekizden sonra sokağa çıkmak kesinlikle yasaktır.

    Şehrin Askerî Kumandanı
    (imza)
    Binbaşı KORF
Alman kurmayı, kendilerine barınak olarak, ihtilalden beri İşçi Delegeleri Komitesi tarafından işgal edilen belediye binasını seçmişti. Girişindeki nöbetçinin başında çelik miğfer yerine, imparatorluk kartalıyla süslü bir tören şapkası vardı. Hemen yanındaki avluya, kasaba sakinleri tarafından getirilen silahları yerleştirmek üzere bir depo hazırlanmıştı. Ölüm cezasını işitince ödü kopan ahali, elindeki bütün silahları teslim ediyordu.
Depoya gidip de kendilerini göstermekten ürken bazı kasabalılar, gecenin karanlığından faydalanıp, evlerinde silah namına ne varsa sokaklara boşaltmışlardı. Bunlar, sabahleyin kol gezen Alman askerleri tarafından bir bir kaldırılıp toplandı. Öğle vakti ganimetlerinin sayımına girişen Prusyalılar, on dört bin tüfek teslim edilmiş olduğunu gördüler. Verilmeyen altı bin tüfek kalmıştı. Almanlar vakit kaybetmeden toplu hâlde aramaya giriştiler. Ama bu aramadan çıkan sonuç pek de parlak olmadı.
Ertesi sabah şafak sökerken şehir dışındaki eski Yahudi mezarlığının kıyısında iki demir yolu işçisi kurşuna dizildi. Akşamki arama sırasında, evlerinde silah bulunmuştu…
***
Haberi alır almaz eve koştu Artem. Bahçede karşılaştığı Pavka’yı omuzlarından yakalayarak ısrarlı bir şekilde sordu: “Kızılların dağıtmış olduğu silahlardan getirmiş miydin eve?”
Elinden silahını kaptığı o küçük çocukla aralarında geçenleri söylemek istemedi Pavka, ama ağabeyine yalan söylemek hoşuna gitmedi ve itiraf etti.
Hemen hangara yöneldiler. Kirişlerin altında gizli tüfeği çıkardı Artem, namlu dibi ile süngüyü alıp tüfeğin dipçiğini bir vuruşta parçaladıktan sonra kalıntıları ilerideki boş bir tarlaya fırlattı. Süngüyle namlu dibini de avludaki helanın kuburuna attı.
“Artık küçük bir çocuk değilsin Pavka, silah saklamanın şakaya gelmediğini anlaman gerek. Son derece ciddi olarak söylüyorum, hiçbir şey getirmeyeceksin eve. Canıma susamadım ben ve beni inandırabileceğini de aklından çıkar. Unutma ki eğer bizim evde bir şey bulacak olurlarsa seni değil, beni kurşuna dizerler!”
Pavka söz verdi. Tam avludan geçip de sokağa çıkmak üzereydi ki Lehtinskilerin konağının önünde körüklü bir arabanın durduğunu gördü. Avukatla karısı indiler arabadan, onları da çocukları Neli ile Viktor izledi.
“Küçük kuşlar yuvaya dönüyor işte!” diye mırıldandı Artem hınçla, “Yahudi bayramı başlıyor demek!”
Pavka farkına varmadan, dev yapılı montörle aralarında sıkı bir dostluk kurulmuştu. Aşağı yukarı bir aydan beri elektrik santralinde birlikte çalışmaktaydılar. Çukray, ona ateşçi yardımcısının neler yapması gerektiğini gösteriyordu, onu yetiştiriyordu sözün kısası. Becerikliliği sayesinde denizcinin sonsuz sempatisini kazanmıştı Pavka.
Çukray gittikçe daha sık gelmeye başlamıştı Artemlere. Tatil günlerinin hemen hemen tümünü onların evinde geçiriyordu. Bu rahat ve aklıselim denizci, kendisine hayat ve sefalet hakkında anlatılan bütün hikâyeleri sabırla dinliyor, Pavka’nın afacanlıklarından korkuya kapılan annesinin bitip tükenmek bilmez yakınmalarına karşı da daima yatıştırıcı bir tavır takınıyordu. Cesaret veriyordu Marya’ya.
Günlerden bir gün, fabrikanın avlusundaki odun yığınlarının ortasında durdurdu Pavka’yı Çukray ve gülümseyerek, “Biliyor musun…” dedi, “Annen en çok senin kavgacılığından şikâyetçi. ‘Horoz gibi dövüşken!’ diyor senin için.”
Bir an durduktan sonra, yine gülerek devam etti: “Kavga kötü bir şey sayılmaz yavrum. Hatta zaman zaman dövüşmek insana faydalıdır da. Yalnız, kime karşı ve niçin dövüştüğünü bilmek şartıyla…”
Adamın kendisiyle alay mı ettiğini, yoksa ciddi mi konuştuğunu kavrayamamış olan Pavka homurdandı: “Kavgacı olduğum doğru. Ama ben hiçbir zaman gelişigüzel dövüşmem, namusumla dövüşürüm hep.”
“İster misin sana kaidesiyle dövüşmeyi öğreteyim?”
Bu damdan düşer gibi gelen soru karşısında afallayan Pavka, denizciye şaşkın şaşkın baktı. “Kaidesiyle mi? Nasıl?”
“Şimdi görürsün.”
Pavka hayatında ilk defa İngiliz boksu dersi aldı. Gerçi bunu öğrenmek pahalıya mal oldu ona ama kısa zamanda da hayranlık verici bir ustalığa erişecekti bu konuda Çukray’ın ağır yumruğunu yiyip yerlerde yuvarlanmaya aldırış etmeyerek sabırlı ve dikkatli bir çalışmaya girmişti.
Sıcak bir yaz günüydü. Klimkalardan henüz gelmiş olan Pav-ka, evin içinde gayesizce dolanıp duruyordu. Çok geçmeden de sevgili sığınağına yöneldi. Komşu bahçenin bir köşesinde, kiraz ağaçlarının arasında unutulup kalmış bir kulübe yıkıntısının damıydı bu. Dalların içinden bir sincap gibi kayarak dama tırmandı ve boylu boyunca serildi güneşin alnına. Bir süre sonra da bir merak kapladı içini. Kulübenin kenarına sarılarak eğildi ve büyük avludaki körüklü arabayı gördü. Avukatın evinde kalmakta olan Alman teğmenin emir erini de gördü çok geçmeden. Subayın üniformasını fırçalamaktaydı adam. Küçük ve pis bıyıklı o bodur subayı hatırladı Pavka. Sonra da subayın kaldığı odanın parka baktığını… Şu penceresi açık duran ve gizlendiği yerden rahatça içini seyredebildiği odaydı bu…
“Vay canına!” diye mırıldandı, “Teğmen hazretleri, emir erini bir yere gönderdi.”
Gerçekten de teğmen bir mektup uzatmıştı askere ve emir eri derhâl ahıra doğru yönelmişti. Gözlemeye devam etti Pavka. Şimdi de teğmen gidiyordu işte. Teğmen tam o sırada parkın koruluğundan çıkmakta olan Neli Lehtinski’ye doğru ilerledi. Kızın koluna girdi beyzade ve bir gezinti teklif etmiş olmalı ki parmaklığı itip uzaklaştılar.
Pavka güneşin alnına serilip şöyle bir güzel uyumaya niyetlenmişti ama sırası değildi bunun artık. Açık pencereden yana baktı. Alman’ın odası gözlerinin önünde serili duruyordu. Kayışlar vardı masanın üzerinde. Ne işe yarardı bu kayış? Sonra bakalım bunlar gerçekten kayış mıydı? Bir de gene masanın üzerinde pırıl pırıl bir şey… Küçük bir şey parlamaktaydı. Ne olabilirdi acaba?
Merakına yenildi Pavka ve kendini koyverdiği gibi bir kayışta indi kirazdan, yaklaşıp baktı. Masanın üzerinde, nefis bir deri kılıf içinde, harika bir on ikilik revolver duruyordu.
Kendi kendisiyle savaştı birkaç saniye. Birden karar verip deva bulmaz bir yüzsüzlükle eğildi, çekti kılıfı, tabancayı çıkarıp aldı. İşte parktaydı gene. Yüzüstü sürünmeye koyuldu. Kirazın gövdesi, derken yıkık kulübe… Döndü, ortalıkta çıt yoktu. Emir erinin arabacıyla konuştuğunu görüyordu uzaktan. Pavka fırladı. Annesi mutfakta yemek hazırlamaktaydı. Kadının dalgınlığını fırsat bilen Pavka eski bir çaput parçasını cebine sokup sessizce sıvıştı. Ormanın kıyısındaki eski tuğla fabrikasının yıkıntılarına doğru koşuyordu. Ayakları yere değmiyordu sanki ve rüzgâr, kulaklarında ıslık çalar gibiydi.
Büyük step otlarının istilasına uğramıştı molozlar. Sadece üç arkadaş gelirlerdi buraya ve köşe bucak her yeri bilirlerdi. Pavka etrafa dikkatlice göz attı. Kimsecikler yoktu yolda. Çam yapraklarının tembel çıtırtısı kaplamıştı ortalığı, büyük çevrintiler hâlinde kaldırıp döndürüyordu toz yığınlarını rüzgâr. Önündeki gedikten isli bir fırının içine sızdı Pavka. Oradaki tuğlaların arkasına saklayacaktı revolveri.
Bacakları hafifçe titriyor, içine bir endişe çöküyordu yavaş yavaş. Ne olacaktı bu maceranın sonu? Evde fazla görünmemek için vaktinden önce gitti santrale. Çalışmaya koyuldu ama aslında bir tek düşünce vardı kafasını kemiren: Lehtinski’nin evinde şimdi neler olup bitiyordu acaba?
Saat on biri vurduğunda Çukray daldı birden içeriye, Pavka’yı yakalayıp avlunun bir köşesine çekti. “İkindiüzeri sizin evde arama yapmışlar, neden?”
Pavka titredi. “Arama mı? Ne araması?”
“Evet arama, fakat bir şey bulamamışlar. Ne aramış olabilirler, biliyor musun?”
Biliyordu tabii Pavka, ama söylemeye cesaret edemedi. Korkudan titreyerek, “Yoksa Artem’i tevkif mi ettiler?” diye sordu sadece.
“Kimse tevkif edilmedi. Evin altını üstüne getirmişler, o kadar.”
Bu sözler onu yatıştırmıştı ama rahatlatmamıştı. Sessiz birkaç dakika geçti, her ikisi de kendi düşüncelerine dalıp gittiler. Aramanın sebebini bilen Pavka yaptığı işin sonuçlarını hesaplayarak ürkmekteydi. Çukray ise gerçek sebebi bilmediğinden aramanın kendisiyle ilgili olabileceğini düşünerek endişeleniyordu: Şeytan bilir ne düşündüklerini, anormal bir şeyler fark etmiş olmalılar. Artem’in hiçbir şeyden haberi yok ve herifler gelip dosdoğru onun evine dalıyorlar. Bundan böyle daha tedbirli davranmalıyım… Ve her ikisi de sessizce işlerinin başına döndüler.
Lehtinskilerin konağında tam bir şenlik olmuştu. Hırsızlığın farkına varır varmaz teğmen o alışılmış kibarlığından birdenbire sıyrılıp emir erine insafsızca vurmuştu. Darbenin etkisiyle sendeleyen asker hemen doğrulmuş, elleri hazırol duruşunda, gözlerini kırpıştırarak ve yediği dayağa sanki suçlu kendisiymişçesine boyun eğerek beklemişti. Kendisinden bilgi istenmek ve belki de hesap sorulmak üzere derhâl çağırılan avukat, durumu öğrenince şaşkınlığa kapılıp özür dilemeye koyuldu. Böyle bir kepazeliğin, üstelik de kendi evinde cereyan etmesi bayağı ürkütmüştü onu. Tanrı’ya şükür, bu gürültülü sahnede hazır bulunan oğlu Viktor Lehtinski imdadına yetişti: “Bana sorarsanız…” dedi, “Ama benimki kesin bir fikir değil, sadece bir varsayım… Bana sorarsanız, bu hırsızlığı komşular yapmış olabilir. Özellikle de Pavel Korçagin denilen o serseri!”
Bunun üzerine arama yapmak üzere derhâl bir manga asker yollanmıştı eve. Aramadan hiçbir sonuç çıkmadı ve Pavka, “Demek ki…” dedi kendi kendine, “Tehlikeyi göze alıp da iyi bir iş yaptın mı ille de zarar görmezsin.”

3
Pencereyi açıp dirseklerini dayamıştı Tonya. Canı sıkılıyordu. Evin, gözlerinin önünde uzanan bahçesine baktı bir süre. Bütün bir yıl boyunca baba evinden ayrı kalmıştı ama bir türlü inanamıyordu buna.
Her şey olduğu gibi kalmıştı bahçede, özene bezene budanmış ahududular, annesinin en sevdiği çiçeklerle süslü, temiz ve düzenli patikalar, hep bir yıl önceki gibiydi. Emektar bahçıvanın hünerli elinin izlerini taşıyordu bütün bahçe. Ama bu manzaranın düzgünlüğü ve temizliği bile sinirlendiriyordu Tonya’yı.
Yarım bıraktığı bir romanı alıp bahçeye çıktı, yağlı boyalı küçük bahçe kapısını geçip gölcüklere doğru yöneldi. Bir yanı ormanla kaplı, öteki yanı da söğütlerle süslü yol, dümdüz uzanmaktaydı önünde. İlerideki eski bir taş ocağına gitme niyetindeydi Tonya. Tam o sırada söğütlerin arasından gördüğü bir olta kamışı dikkatini çekti. Eğilip dalları aralayarak baktı ve kavruk yüzlü, küçük bir oğlan gördü. Ayakları çıplaktı çocuğun, pantolonunu da dizlerine kadar kıvırmıştı. İyice dalmıştı, öyle ki Tonya’nın ısrarla kendisine baktığını fark etmedi bile.
“Heeey!.. Burada balık var demek?”
Öfkeyle döndü Pavka. Hiç tanımadığı bir genç kızın eğilmiş bakmakta olduğunu gördü. Mavi yakalı, beyaz bir gemici gömleği vardı kızın sırtında. Parlak gri bir eteklik giymişti. Kalın çizgili çoraplar görülüyordu ayak bileklerini örten. İnce bir mendille tutturmuştu kestane rengi güzel saçlarını.
Belli belirsiz titredi olta ve durgun suda gittikçe genişleyen halkalar belirdi. Kızın narin sesi yükseldi dalların arasından: “Balık var, görmüyor musunuz? Isırdı bile oltayı.”
Birden şaşkınlığa kapılan Pavka, dört bir yana sıçrayan çamurların arasında muzaffer bir edayla çekti oltasını. Ama bir de baktı ki umutsuzca kıvrılıp bükülen yemlik solucandan başka bir şey yok iğnenin ucunda. “Balığın içine edildi işte!” dedi kendi kendine öfkeyle, “Bu kız da nereden çıkıp geldi başıma!” Şaşkınlığını gizlemek için gücünün yettiği kadar uzağa fırlattı oltayı. Fakat olta iki nilüferin arasına, yani en atılmaması gereken yere gitti. Oradaki köklere takılabilirdi. Pavka iş işten geçtikten sonra durumun farkına vardı ve kıza bakmaya cesaret edemeyerek homurdandı dişlerinin arasından: “Ciyak ciyak bağırırsanız kaçar tabii balık!”
Alaycı bir cevap geldi dalların arasından bir kamçı gibi: “Çoktan kaçmıştı balık, sizi görünce ürkmüş olmalı! Hem sonra, güpegündüz balık mı avlanır kuzum! Acemi avcı siz de!..”
Pavka elinden geldiğince kibar davranmaya kararlıydı ama bu son sözler biraz fazla ağır geldi ona, öfkelendiğini iyice belli ederek kasketini alnına yıktı ve yine de en az kırıcı kelimeleri seçmeye gayret ederek homurdandı: “Şuradan bir an önce savuşup gitseniz daha iyi olmaz mıydı acaba küçük hanım?”
Muzipçe göz kırparak cevap verdi kız: “Yoksa sizi rahatsız mı ediyorum?”
“Barışalım” diyen bir yankılanma vardı kızın sesinde. Öyle ki en seçme küfürleri sıralamaya hazırlanan Pavka çaresiz kaldı. “Bakabildiğiniz kadar bakın canınız çekiyorsa. Yer herkesin yeri, ne karışırım ben…”
Nilüferlerin arasında dalgalanıp duran oltaya endişeyle göz attı. İğne belli ki takılmıştı bir köke. Kurtarmanın imkânı yok! diye düşündü, Orospu, bir güzel dalga geçer şimdi benimle… Bir an önce defolup gitse bari!
Dalga geçme niyetinde falan değildi oysa Tonya. Kızın sudaki aksi Pavka’ya kadar uzanmaktaydı. Arada bir kendisine kaçamak bakışlar attığını gördü. Bir yandan da elindeki kitabı okuyordu. Yavaş yavaş oltasını kurtarmaya girişti Pavka. Alaylı bir bakış parladı sudaki kızın gözlerinde.
İki delikanlı sökün etti o arada. İki liseli… Depo Şefi Sukarko’nun on yedi yaşındaki oğlu -teni kızıl lekelerle kaplı olduğu için Allı Şurka diye isim takılmış, soluk benizli, tembelin biri- ile şık ve kadınsı Viktor Lehtinski… Güzel bir olta vardı Şurka’nın elinde. Bir sigara yakarak Viktor’a doğru eğildi ve göz kırptı. “Baldan daha tatlı bir kız diyorum sana azizim, bir eşini bulamazsın burada. Alabildiğine romantik bir insan. Aslında Kiev’de okuyor, tatilini geçirmek için gelmiş buraya. Babası orman müdürü. Liz’in arkadaşı kız, yani kardeşimin. Bir aşk mektubu döktürdüm kendisine, hani anlarsın ya, ‘Deli gibi seviyorum sizi ve ürpererekten cevabınızı bekliyorum.’ cinsinden. Bir de Nadson’un bir şiirini kattım araya ki deme gitsin.”
“Peki sonuç ne oldu yani?”
“Sonuç? Şimdilik nazlanıyor güzelim, maniyer yapıyor. ‘Kâğıdına yazık!’ diyor bana. Ama bilirsin, başlangıçta hepsi böyledir. Bana güven azizim, aşk konusunda eski kulağı kesiklerden biriyimdir… Ne var ki vakit kaybetmek istemiyorum onunla, kur yapmak, yalvarıp yakarmak hoşuma gitmiyor. Gece bastı mı aşağı mahalleyi dolanmak çok daha iyi… Üç rubleye kadınlar var ki azizim dudaklarını yalarsın! Cilvesi var, nazı yok üstelik… Valka Tiknof’la bir olup aklımıza esti mi gidiyoruz.”
Küçümseyerek dudak bükmüştü Viktor. “Demek böyle pisliklerle uğraşıyorsun Şura?”
Şura sigarasını fırlatıp alaycı bir sesle, “Beyefendi tiksindiler mi yoksa?” dedi, “Sanki sizin neyle uğraştığınızı bilmiyormuşuz gibi!”
Arkadaşının sözünü kesti Viktor: “Anlaştık mı şimdi, tanıştırıyorsun kızı? Hazır oradayken hızlanalım biraz.”
Tonya’ya doğru ilerlediler. Sukarko ağdalı bir selamla, “Günaydın küçük hanım!” dedi, “Nasılsınız Tumanova? Balık avlamaya niyetlisiniz herhâlde?”
“Bakıyorum sadece.”
“Arkadaşım Viktor Lehtinski’yi tanıştırayım size…” diye devam etti züppe delikanlı.
Viktor utangaç ve şaşkın bir şekilde elini uzattı kıza. Tokalaştılar.
“Niçin avlanmıyorsunuz?”
“Oltamı getirmedim.”
“Derhâl gidip getireyim oltanızı. Ben dönünceye kadar da benimkini kullanırsınız…” dedi Şura.
Kızı arkadaşıyla baş başa bırakmak için bir fırsat yakalamıştı ve memnundu, ama Tonya, “Zahmet etmeyin boşuna.” dedi ve eliyle Pavka’yı göstererek ekledi: “Burada zaten bir balıkçı var, onu rahatsız etmeyelim.”
“Rahatsız etmek mi dediniz? Kimi? Şu veledi mi? Hemen şimdi yollarım ben onu evine!”
Ve Tonya’nın kendisine engel olmasına vakit kalmadan atlayıp gölün kıyısına indi. “Derhâl topla bakalım pılını pırtını, yaylan! Çabuk ol, hadi!”
Pavka’nın kendisini hiç işitmemiş gibi devam ettiğini görünce sesini yükseltmişti: “Heey, ne bekliyorsun be! Yaylan dedik sana!”
Hayra alamet sayılmayacak bir ifadeyle dönüp baktı Pavka. “Yavaş gel bakalım!” dedi, “Ne bağırıyorsun öyle?”
Ötekinin laf dinleyecek hâli yoktu, azmıştı. “Ne?” diye haykırdı, “Bir de itiraz ediyorsun öyle mi! Hergele seni, defol buradan, hemen defol!”
Bir yandan da ayağının ucuyla vurup yem kutusunu suya yuvarlamıştı.
“Sukarko! Utanmıyor musunuz siz!” diye haykırdı Tonya.
Pavka doğrulmuştu. Artem’in şefi olan depo müdürünün oğluydu karşısındaki ve içinden gelen sese uyup da oğlanın lekeli suratını darmadağın etse bunun hesabının ağabeyinden sorulacağını bilmiyor değildi. Onun için tutuyordu kendini. Ama Pavka’nın öfkelendiğini gören liseli, hiç vakit kaybetmeden üstüne yürüdü ve suya doğru itti onu. Güçlükle koruyabildi dengesini Pavka, tepesi atmıştı. “Yaa, demek öyle?” dedi, “Al sana öyleyse!”
Ve oğlanın suratının ortasına bir yumruk indirdiği gibi toparlanmasına meydan vermeden ceketinden yakalayıp göle doğru sürükledi, onu suya attı. Çamurlu sular içinde ve hınçla gölden fırlayan Şura, yeniden saldırdı ama Pavka artık kararını vermişti. Çukray’dan aldığı dersleri hatırladı bir anda: Ağırlığı sol bacağının üzerine verecek, sağ bacağını hafifçe büküp gereceksin ve yumruğunu sadece kolunla değil bütün vücudunla, aşağıdan yukarıya, çenesinin altına doğru savuracaksın.
Birbirine çarpan dişlerin gıcırtısı işitildi önce, sonra da ipincecik bir haykırış yükseldi ve Sukarko, kolları havada daireler çizerek yeniden suya gömüldü.
Tonya’nın deli gibi gülüşüyle çınlamaktaydı kıyı. “Bravo! Bravo! Harika bir şey bu!” Alkışlamaya koyulmuştu Pavka’yı ama o oltasını toplayıp, takılmış iğneyi sert bir hareketle çektikten sonra arkasına bile bakmadan, rahatça uzaklaştı.
“Pavka Korçagin bu! Hergelenin biri işte!” dedi Viktor, genç kıza. Pavka bunu işitti ama aldırmadı.
***
Endişe verici bir söylenti dolaşıyordu şehirde: Demir yolu işçileri grev yapacak… Komşu kavşaktaki depo işçileri bu yolda ilk adımı atmışlardı bile. Kızılların bildirilerini taşımaktan dolayı sanık durumuna düşen iki makinist, Almanlar tarafından tevkif edilmişti. Öte yandan tarla işçileri arasında yer yer isyanlar patlak veriyordu. Köylüler böylece, ardı arkası kesilmeyen müsaderelere ve büyük toprak ağalarının dönüşüne, kendi usullerince cevap vermiş oluyorlardı.
Kazak muhafızlarının kırbaçları okşadı gene uzun uzun mujiklerin sırtını. Vilayet sınırları içinde partizanlardan kurulu on kadar birlik vardı ve sayıları her gün biraz daha kabaran bu birlikler kısmen Bolşevikler tarafından teşkilatlandırılmaktaydı. Çukray boş geçirmemişti vaktini.
AtamanIar hiç beklenmedik bir anda gar telgrafçısı Ponomarenko’yu tevkif ettiler. İnsafsızca dövdüler adamı kumandanın odasında. O da acıya dayanamayıp sonunda, grev propagandasının Roman Sidorenko tarafından yürütüldüğünü söyledi. Roman, Artem’in arkadaşlarındandı.
Sidorenko marangoz tezgâhının arkasında çalışmaktaydı. İki Alman’la bir hetmanetz[13 - Hetmanetz: Bir hetmana bağlı kazak.] çıkıp geldi aniden ve hermanetz tek kelime söylemeden kırbacıyla Roman’ın suratına vurdu. Sonra da yüzünü büsbütün buruşturan pis bir gülüşle marangozu kolundan yakalayıp, “Yürü bakalım köpek!” dedi, “Halledilecek bir meselemiz var, grev propagandası nasıl yapılırmış öğreteceğim sana!”
Artem’in dev vücudunu görür görmez, elini tabancasının kılıfına götürüp içgüdüyle gerilemişti kazak. Dişleri gıcırdıyordu Artem’in. “Arkadaşıma nasıl vurursun sen be namussuz!”
Kısa bacaklı Alman askeri, tüfeğini derhâl Artem’e doğrultmuştu bu arada. Tetiği çekmeye hazır bir şekilde, “Geri!” diye havladı var gücüyle.
Bu piç kadar Almanların karşısında dev yapılı işçi güçsüz kalıyor, arkadaşının yardımına koşamıyordu. İkisini birden alıp götürdüler tabii. Artem’i bir saat sonra serbest bıraktılar ama Roman’ı koyvermediler, mahzene kapattılar. On dakika sonra da bütün işçiler atölyeleri boşaltmışlardı. Çok geçmeden onlara makasçılar da katıldı. Son haddini bulmuştu öfkeleri. Kimin kaleme aldığı bilinmeyen bir dilekçeye imza toplayarak Sidorenko’nun derhâl serbest bırakılmasını talep etmişlerdi. Hele bir hetmanetz, ardında bir avuç atlı kazakla dörtnala gelip, kalabalığı tevkifle ve hatta yaylım ateşi açmakla tehdit ederek dağıtmak isteyince hiddetleri büsbütün arttı ve ortalığı kaplayan öfkeli uğultu karşısında kazaklar geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bütün bunlar olup biterken, gar kumandanı tarafından çağrılmış olan Alman askeriyle tıklım tıklım dolu olan kamyonlar hızla istasyona doğru ilerlemekteydi. Kalabalık ancak o vakit dağıldı. Ama işçiler atölyelere değil, evlerine gittiler. Grev tam olmuştu. Gece bekçisi bile katılmıştı greve. Çukray’ın emekleri meyve vermeye başlıyordu. Şepetovka Demiryolu Tesislerindeki ilk büyük gövde gösterisiydi bu.
Garın peronuna ağır bir mitralyöz yerleştirdi Almanlar. Kulakları tetikte bir av köpeği gibi duruyordu orada mitralyöz. Tevkifler bütün gece boyunca sürdü. Tevkif edilenler arasında Artem de vardı. Çukray ihtiyatlı davranıp dışarıda gecelediği için arkadaşlarının başına gelen belaya bulaşmaktan kurtulmuştu.
Askerî otoriteler, büyük bir hangara toplamış oldukları tutuklulara, derhâl işe başlamakla harp divanına sevk edilmek arasında bir tercih yapmalarını söylediler. Çünkü grev bütün bölgeye yayılmış durumdaydı. Yirmi dört saat boyunca bir tek tren olsun hareket etmemişti. Oysa Şepetovka’nın yüz yirmi kilometre ötesinde, Almanlarla partizanlar arasında kanlı bir savaş cereyan etmekteydi. Tren yoluyla birlikte bütün köprüleri havaya uçurmuştu partizanlar. Gerçi geceleyin bir Alman artçı birliği gelmişti ama makinist, makinist yardımcısı ve ateşçi, işlerini bırakıp kaçmış olduklarından yola devam etmeleri imkânsızdı. Oysa askerleri her ne pahasına olursa olsun cepheye taşımak gerekiyordu. Kaldı ki geride, her an gelmesi beklenen ve yedek kuvvet getiren iki katar daha vardı.
Kumandan yardımcısı, kısa bir emirname okudu. “Korçagin, Politovski, Bruzjak, treni sevk etmeye memur olan ekip sizsiniz. Reddettiğiniz takdirde derhâl kurşuna dizileceksiniz! Görevi kabul ediyor musunuz?”
İşçiler kaderlerine baş eğdiler. İster istemez razı olmuşlardı. Süngü takmış bir Alman kıtası lokomotife kadar eşlik etti kendilerine. Bu sırada büyük hangardakiler arasından bir ikinci ekip seçilmekteydi.
***
Kötü bir titreyişle sarsıldı lokomotif, kıvılcımlar fışkırttı karanlığa ve derin derin soluyarak son hızla gecenin içine daldı. Artem, madenî parmaklığı bir ayak darbesiyle açarak ocağa kömür doldurduktan sonra birkaç yudum su içmiş ve Makinist Politovski’ye dönmüştü. “Ne dersin babacığım, götürecek miyiz şimdi biz bu treni?”
Yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak, “Kıçımızda süngüyle bekliyorlar!” dedi, “Götürmeyip de ne halt edeceğiz?”
Bruzjak, kömür vagonunun sahanlığından kendilerini gözetlemekte olan Alman askerlerine kaçamak bir bakış attıktan sonra, “Yapılacak tek şey…” diye fısıldadı, “Her şeyi yüzüstü bırakıp buradan savuşmaktır.”
“Ben de aynı fikirdeyim.” diye homurdandı Artem, “Şu herif başımızda dikilmemiş olsa…”
Politovski ona doğru yaklaşmıştı. “Bu namussuzları götüremeyiz, anlamıyor musun?” dedi, “Arkadaşlar orada çarpışıyorlar, partizanlar yolları havaya uçuruyor. Biz de arkadaşlarımızın hesabını görsünler diye bu köpekleri taşıyacağız, öyle mi! Yağma yok evlat! Çarlık zamanında bile ben grev süresince asker taşımayı kabul etmedim. Şimdi bu namussuzları taşımaya göz yumar mıyım sanıyorsunuz? Kendi canlarımıza böyle pis bir hediye götürmenin utancını bütün ömür boyunca silemeyiz! Yerlerine konduğumuz arkadaşları düşün, nasıl direnip kaçtılar. Onların da hayatları tehlikedeydi ama bir an bile tereddüt etmediler. Bu durumda ben de tereddüt etmem. Köpek etsin trenlerine, götürmüyorum! Ne dersin oğul?”
“Doğrudur derim babacığım. Yalnız şu sırtımızdaki pezevengi nasıl halledeceğiz?”
Gözleri gene sahanlığa doğru kaymıştı kendiliğinden. Alnı kırışmıştı makinistin, üstüpüyle terini kuruladı, sonra da aklını kurcalayan sorunun cevabını orada bulmak ister gibi manometreye dikti kanlanmış gözlerini. Nihayet dayanamayıp umutsuzluğunu kusmak istercesine ağdalı bir küfür savurdu.
Artem çaydanlığı kendine doğru çekmiş, susuzluğunu gidermeye çabalıyordu şimdi, dudakları kurumuştu. Her ikisi de aynı şeyi düşünüyor ama söylemeye bir türlü cesaret edemiyorlardı. Çukray’la yapmış olduğu bir konuşmayı hatırladı Artem. “Bolşevikler hakkında ne düşünüyorsun arkadaşım?” diye sormuştu Çukray, “Komünizm hakkında?..”
“Size daima yardım etmeye hazırım, bana güvenebilirsiniz.” cevabını vermişti.
Aletlerin durduğu kasaya eğildi Politovski, Artem’i dürttü ve güçlükle ama kesin bir sesle konuştu: “Bu üstadı cehenneme yolcu etmekten başka çare yok anlıyor musun?”
Derinden derine titredi Artem. Politovski ise dişlerini gıcırdatarak devam etti: “Evet, başka çare yok. İlkin o devrilecek, sonra regülatörle bütün aletler fırına atılacak ve frene basıp tüyeceğiz.”
Artem kömür çuvalını yere bırakıyormuş gibi yaparak başıyla kabul ettiğini bildirdi ve Bruzjak’a aktardı söylenenleri. Makinist yardımcısı bir süre cevap vermedi. Risk büyüktü. Almanların elindeydi her üçünün de ailesi. Dokuz can vardı sadece Politovski’yi bekleyen. Ama her üçü de biliyordu ki bu düşman birliğini kendi yurttaşlarını öldürmeye götürmenin imkân ve ihtimali yoktu.
“Kabul…” dedi sonunda Bruzjak, “Ama herifi hangimiz…” Cümleyi bitirmeye cesareti yoktu. Ne demek istediğini anlamış olan Artem, Politovski’ye döndü. “Nasıl yapacağız?”
“İçimizde en güçlü kuvvetli olan sensin, başlamak sana düşer. Şu demiri al ve okşayıver kafasını! Bir anda bitir işini!”
İhtiyarın heyecanlandığı belli oluyordu sesinden. Artem kaşlarını çatmıştı. “İmkânı yok yapamayacağım bunu. Kolum kalkmıyor, işe bak. Sonra… İyice bir düşünecek olursak… Bu zavallının da suçu yok. O da süngü zoruyla burada bulunuyor.”
Politovski’nin gözlerinde şimşekler çakıyordu sanki. “Suçu yok mu dedin? Süngü zoruyla ha!.. Peki ya biz… Bizim ne suçumuz var ki bu pisliğin içindeyiz, söyler misin? Senin gözünle bakacak olursam, bütün bu taşıdıklarımız masumlardan ibaret. Ama bu masum alayı yarın gözünü kırpmadan partizanları kurşunlayacak! ‘Suçlu partizanlar!’ Koca aptal sen de! Gören de bir ayıdan farkın yok sanır. Hiçbir işe yaramayacaksın, anlaşıldı!”
“Tamam tamam, uzatma…” diye fısıldadı Artem demire yapışırken.
“Benim gözlerim daha keskindir, bırak. Böylesi daha emin. Küreği yakala sen ve yola kömür dök. Gerekirse bana yardım edersin. Şimdi gel, çalışır gibi görünelim.”
Ellerini frene koyarken, “İyi söyledin ihtiyar.” diye tasdik etti.
Kırmızı uçlu bir asker başlığı takmış olan Alman, sahanlığın kıyısına oturup tüfeğini dizlerinin arasına sıkıştırmış, sigara içmekteydi. Elinde kürek, kömür almak için sahanlığa tırmanan Artem’e ve kömür parçalarını ufalamak ister gibi onunla birlikte gelen ihtiyar Politovski’ye dikkat bile etmedi. Politovski’nin sessiz bir işareti üzerine uysallıkla çekilip yol açtı hatta…
Kafatasının çatladığını bildiren boğuk ve kısa bir ses yükseldi. Bir an için donup kalmıştı Artem’le Bruzjak. Bir çuval gibi devrildi askerin gövdesi, gri bezden başlığı hızla kana bulandı. Sahanlığın kenarına çarpan tüfek, madenî bir ses çıkardı.
“Bu iş tamam.” diye fısıldadı Politovski suratını buruşturarak, “Artık dönüşümüz yok.” Sesi kısılır gibi olmuştu ama derhâl kendini toparlayarak ortalığa çöken ağır sessizliği yırtmak için haykırdı: “Regülatörü sökün hemen! Çabuk!”
On dakika olmadan her şey tamamlanmıştı. Kendi kaderine terk edilen lokomotif ağır ağır yavaşlıyordu şimdi. Yolun kenarındaki ağaçlar, bir ışık çemberi içinde, koyu silüetler hâlinde birdenbire dikiliyor ve yeniden gömülüyorlardı gecenin dipsiz karanlığına. Lokomotifin farları, önlerindeki birkaç metreyi aydınlatmaya yetiyordu ancak. Ağır ağır soluyan tren gittikçe yavaşlıyordu.
Politovski’nin gürlediğini işitti Artem. “Atla yumurcak, ne bekliyorsun!”
Ardından iri gövdesini karanlığa bıraktı. Toprağa değdi ayakları, atlayışın verdiği hızla bir kaç adım yürüdü ve tepetaklak yuvarlandı aniden. İki gölgenin arkasından atladığını görür gibi olmuştu.
***
Neşe diye bir şey kalmamıştı Bruzjak’ın evinde. Serejka’nın annesi Antonina Vasiliyevna takatinin sınırına gelmişti artık. Dört gündür bir tek haber çıkmamıştı kocasından. Korçagin ve Politovski’yle birlikte Almanlar tarafından görevlendirilmiş olduğunu biliyordu, o kadar. Ayrıca bir gün önce üç Ukraynalı muhafız gelmişti eve ve kendisini hoyratça sorguya çekmişlerdi.
Heriflerin tavrından ve sözlerinden iyice işkillenmişti kadın, büyük bir felaket yaşanacağını hissediyordu. Sonunda dayanamayıp belki bir haber gelmiştir umuduyla Marya Jakolevna’yı görmeye karar verdi.
“Nereye gidiyorsun anne?”
Gözleri yaşlarla dolu, mutfakta iş görmekte olan büyük kızı Valya’ya baktı kadın. “Korçaginlere…” dedi sesi titreyerek. “Belki onlar bir haber almışlardır. Serejka gelecek olursa Politovskilere kadar uzanmasını söylersin.”
Marya Jakolevna bu ziyaretten, gene her zamanki gibi son derece sevinç duymuştu. O da bir haber bekliyordu çünkü. Ama ilk cümlelerle birlikte her iki kadın da hayal kırıklığına uğradılar.
Korçaginlerin evini basıp arama yapmışlardı geceleyin. Artem’i kendilerine teslim etmesini istiyorlardı annesinden. Kadıncağız ne olup bittiğini bilmediği, üstelik bir de santralde iş başı yapan Pavka evde bulunmadığı için dehşete düşmüştü. Şafak söktüğünde eve dönen Pavka, içinden öldürücü bir endişenin yükseldiğini hissetti. Aralarındaki bütün karakter farkına ve Artem’in görünüşteki o amansız sertliğine rağmen iki kardeş birbirlerine son derece bağlıydılar. Yapmacığa ve gösterişe ihtiyaç duymayan, sağlam bir bağlılıktı bu ve Pavel, ağabeyi için en büyük fedakârlıkları yapmaya daima hazır hissediyordu kendini.
Evde bir dakika bile kalıp dinlenmeden depoya koştu. Çukray’ı görmek istiyordu ama bulamadı. İşçi arkadaşlar da hiçbir şey bilmiyorlardı. Politovskilere koştu Pavka ve geceleyin onlarda da arama yapıldığını öğrendi.
***
Kapıya vuruluyordu. Döndü Valya: “Kim o?”
Zembereği kaldırınca Marçenko’nun kızıl ve kirpi saçlı kafasıyla karşılaştı. Soluk soluğaydı Klimka. “Annen yok mu?” diye sordu.
“Gitti biraz önce.”
“Nereye gitti?”
“Korçaginlere…”
Klimka’nın fırlamasına meydan kalmadan Valya kolundan yakaladı. Genç kıza kararsız gözlerle baktı çocuk. “Bırak beni, acele bir haberim var annene…”
“Ne haberi?”
Oğlanı dut ağacını silkeler gibi sarsmaya başlamıştı. “Çabuk söyle, kızıl saçlı ayı yavrusu, çabuk! Meraktan çatlayacağım, görmüyor musun!”
Mektubu Antonina Vasiliyevna’ya teslim etmesi için Çukray’dan kesin emir almıştı Klimka, ama bir anda bunu unuttu ve cebinden çıkardığı yağlı bir kâğıt parçasını uzattı genç kıza. Serejka’nın kız kardeşinden herhangi bir şeyi esirgemek elinde değildi, belirsiz bir duygu vardı Valya’ya karşı içinde.
Kız, hızla okudu mektubu:
Sevgili Tonya,
Sakın endişe etme. Her şey yolunda. Hayattayız ve iyiyiz. İleride daha teferruatlı yazacağım. Ötekileri teselli et ve bu mektubu da yırt.

    ZAKAR
Klimka’nın üzerine atılmıştı Valya. “Kızıl saçlı, küçük ayım benim, nereden buldun bunu söyle bana? Kim verdi bu mektubu sana şişman sevgilim?”
Zavallı oğlanı öylesine sarsıyordu ki Klimka hiç farkına varmaksızın ikinci bir gaf yaptı: “Çukray verdi.”
Ve almış olduğu kesin emri hatırladı birdenbire, süklüm püklüm ekledi: “Kimseye hiçbir şey söylemememi tembih etmişti bana…”
Gülmeye koyuldu Valya. “Korkma ihanet etmem…” dedi, “Pavkalara fırla şimdi. Annem orada.”
Üç erkeğin üçü de dönmemişti. Akşamleyin Çukray, lokomotifin üzerinde olup bitenleri bir bir anlattı Marya Jakolevna’ya, büyük bir korkuya kapılmış olan kadıncağızı elinden geldiği kadar yatıştırmaya çalıştı, her üçünün de Bruzjak’ın amcasına ait, uzak bir yerde emniyette olduklarını söyledi. Bir süre orada kalacaklarını, bunun daha güvenli olduğunu ekledi sonra. Ama katiyen uzun sürmeyecekti bu. Ablukaya alınmış olan Almanların durumu hiç de parlak değildi.
Üç erkeğin ailesi, endişe ve aynı sevinçleri paylaşmanın verdiği etkiyle daha da yakınlaştılar. Gerçi uzaklardan tek tük mektuplar çıkıp gelmiyor değildi ama evlerde gene bir sessizlik ve hüzün havası vardı.
Bir gün, hiç beklenmedik bir şekilde Çukray, Politovskilere uğramış ve yaşlı kadının eline iki kerenki[14 - Kerenki: Kerenski’nin başkanlığındaki geçici hükûmet tarafından çıkarılan banknotlar.] sıkıştırmıştı. “Al nineciğim.” demişti, “Bunları size kocanız yolluyor. Ama hiç kimseye bir şey söylemeyin.”
Minnettarlık içinde eline sarılmıştı kadın. “Eksik olma evladım, evin hâli perişan, çocukların önüne koyacak bir lokma bir şey kalmadı.”
Aslında para Bulgakof tarafından bırakılmıştı. Çukray ise yolda düşünceye dalmıştı. Buraya geldiğinden beri olup bitenleri hatırlayarak, “Bütün bunların ucundan ne çıkacağını yakında göreceğiz.” diye mırıldandı kendi kendine, “Grev çuvallamış bulunuyor. Kurşuna dizilme tehdidi altında işçiler çözüldü. Ama meşale tutuşmuştur artık ve bundan böyle imkânsızdır sönmesi. Öteki üç arkadaşa gelince, namuslu çocuklarmış, aşk olsun! Köküne kadar proletermiş üçü de!..”
***
Geniş ve karanlık sularıyla uzanmaktaydı göl, suları çepeçevre saran köknar ağaçları kayıtsız bir edayla başlarını sallamaktaydılar. Sanki yaşıyorlar… diye düşündü Tonya. Kıyıdaki otların üzerine uzanmıştı. Tepesinde, sığınmış olduğu yuvarlak oyuğun üstünde büyük bir çam ormanı başlıyordu. Biraz daha aşağıda ise kayalar, gölgeleriyle iyice kararan durgun sulara diklemesine iniyordu.
Tonya’nın en sevdiği köşeydi burası. Garın bir verst[15 - Verst: 1066 m. uzunluğundaki Rus ölçü birimi.] ilerisinde, eski taş ocaklarının ve derin vadiciklerin arasında üç küçük göl doğmuştu kendiliğinden. Tonya fırsat buldukça buraya koşar, kimi zaman okur kimi zaman da hayale dalardı.
İleride bir yerde su sesi işitti Tonya. Merak edip dalların arasından bakınca gölün ortasına doğru güvenle yüzmekte olan, bronzlaşmış, biçimli ve çıplak bir vücut gördü. Bayağı esmerleşmişti sırtı yüzücünün ve simsiyah saçları vardı. Birdenbire hızlanıp suları yararak dalıyor ve diklemesine inen güneş ışığından sakınmak için gözlerini yumup sırtüstü uzanıyordu sulara rahatça.
“Hiç de ahlaklı bir şey değil onu bu hâliyle gözetlemek…” dedi kendi kendine. Güldü sonra ve Lehtinski’nin vermiş olduğu kitaba daldı yeniden.
Bir taş kaymıştı aniden… Genç kız ürkerek başını kaldırdı. Pav-ka Korçagin şaşkın, hatta bu ani karşılaşmadan biraz da sıkılmış ve hemen sıvışmaya hazır bir hâlde dikilmiş durmaktaydı. Oğlanın ıslak saçlarını görünce, Demek ki yüzen oydu… diye tahmin etti Tonya. Pavka da genç kızı hatırlamıştı. “Yoksa sizi ürküttüm mü?” dedi, “Özür dilerim. Burada olduğunuzu bilsem atmazdım taşı. Yani… Tamamıyla tesadüfen oldu.”
“Yo yo, ürkmedim ki…” dedi kız, “Hatta isterseniz biraz gevezelik de edebiliriz.”
Ne diyeceğini kestiremiyordu Pavka şaşkınlıktan. “Aramızda konuşacak ne var ki?” diye kekeledi.
Gülümseyerek iri bir taş gösterdi Tonya. “Niye ayakta duruyorsunuz kuzum? Otursanıza şuraya… Şimdi de isminizi söyleyin.”
“Pavka Korçagin.”
“Benimki de Tonya. İşte tanıştık bile.”
Hâlâ şaşkınlıktan sıyrılamamış olan Pavka, elinde tuttuğu kasketini mıncıklayıp duruyordu.
“Niçin Pavka diyorlar size? Hiç de güzel gelmiyor kulağa, Pav-ka!.. Pavka!.. Pavel çok daha güzel, Pavel diye hitap edeceğim ben size… Sık sık gelir misiniz buraya?”
“Belli olmaz. Vakit buldukça gelirim ama sık sık değil…”
“Çalışıyorsunuz herhâlde?”
“Santralde ateşçilik yapıyorum.”
Bir an bir sessizlik oldu, sonra damdan düşer gibi sordu Tonya:
“Nerede öğrendiniz o kadar ustaca dövüşmeyi?”
Pavka hiç memnun kalmamıştı bu sorudan, homurdandı: “Dövüştüysem ne olmuş!.. Sizi ne ilgilendirir yani?”
“Kızmayın ne olur Korçagin. Beni pekâlâ ilgilendirir çünkü müthiş bir şeydi! O kadar insafsızca vurmak doğru mu?”
Cevap beklemeden bir kahkaha atmıştı. Bunun nedenini anlamadı Pavka. “Ne yani?..” dedi, “Şimdi de o züppeye mi acıyacaksınız?”
“Acımak mı? Katiyen! Tam tersine, hak ettiğini buldu Sukarenko. O kadar hoşuma gitti ki bilemezsiniz! Sizin zaten çok dövüşken olduğunuzu söylüyorlar.”
Kulaklarını dikmişti Pavka. “Kim söylüyor?”
“Mesela Viktor Lehtinski, profesyonel bir kavgacı olduğunuzu iddia ediyor sizin.”
Pavka’nın yüzü kararmıştı. “Karı gibi dönek bir herif o Viktor!” diye soludu, “Bana dua etsin ki suratını şeytan çarpmışa çevirmedim, yoksa pekâlâ işittim geçen gün hakkımda kustuğu yalanları! Ama o pisliğe dokunup da ellerimi kirletmek istemem!”
Daha devam edecekti ama Tonya sözünü kesti: “Niçin küfrediyorsunuz böyle Pavel? Hiç de hoş bir şey değil doğrusu.”
Dayanamayıp birden kabardı Pavka: “Tutmuş ben de bu kızla neden konuşuyorum sanki! Allah beni kahretsin! Şuna bakın yahu! Yok Pavka hoşuna gitmezmiş de yok konuşmamdan incinirmiş de!..”
“Öfkelenmeyin.” dedi Tonya, “Niçin bu kadar kızıyorsunuz Lehtinski’ye?”
“Pantolon giymiş bir kızdan farksız diye kızıyorum ve bir pan[16 - Pan: Slav dillerinde senyör, efendi.] oğlu diye… Her an ölecek sanırsın namussuzu, ama dokuz canlıdır, ölmez! Böylelerini görünce ellerim kaşınmaya başlar benim. Sizi ezmek için hep bir fırsat kollamaktadır. Zengindir çünkü ve her şey mübahtır ona! Servetine tükürdüğümün piçi! Bir dokunsun bana, anlar nasıl görüleceğini hesabının! Yumruk üstüne yumrukla eğiteceksin böyle puştları!”
Pavka’nın gittikçe artan öfkesini gördükçe Lehtinski’den söz açtığına pişman olmuştu Tonya. Belliydi ki Viktor’la eski bir takıntısı vardı oğlanın. Bunu anlar anlamaz, konuşmayı daha yumuşak bir konuya çekti. Pavka’nın ailesi ve işi hakkında sorular sıralamaya başladı. Pavka da rahatlamıştı böylece. Gitme niyetinde olduğunu unutup için için zevk alarak cevaplıyordu kızın sorularını.
“Niye bıraktınız peki okumayı?”
“Okuldan kapı dışarı ettiler.”
“Nedenmiş o?”
Pavka kızarmıştı. “Papazın paskalya hamuruna tütün boşalttım diye… Anlayınca kovdular. Namussuzun biri de işte o papazdır! Canıma okuyordu benim!”
Kızın gösterdiği yakınlıktan doğan güvenle hikâyeyi anlattı. Laf lafı açtı tabii ve bütün hayatını anlattı Pavka. Ağabeyi Artem’in partizanlara karşı gönderilen birlikle gidip niçin dönmediğini de anlattı. Dostça konuşmanın sıcaklığı içinde ikisi de unutmuşlardı zamanı. Birdenbire sıçrayıp doğruldu Pavka. “İş saati gelmiş, lanet olsun!” dedi, “Gidip kazanları ısıtacak yerde burada oturmuş saksağanlar gibi gevezelik ediyorum! Danila köpürmüştür artık öfkeden!” İsteksiz bir sesle ekledi sonra: “Hoşça kalın küçük hanım, benim koşa koşa yetişmem gerekiyor.”
Tonya da doğrulmuş, ceketini giymekteydi. “Birlikte gidelim.” dedi, “Benim de eve dönme vaktim geldi.”
“Ama benim yürüyecek vaktim yok, onun için koşacağım, yetişemezsiniz ki bana.”
“İddiaya var mısınız?”
Pavka şüpheci ve biraz da küçümser bir edayla yardım etti kızın kayaları tırmanmasına. Yola çıktıkları vakit, “Bir, iki, üç… Yakalayın şimdi beni!” diye haykırdı Tonya. Rüzgâr gibi fırlayıp koşmaya koyuldu. Pavka, kızın ayakkabısının tabanlarını görebilmişti ancak.
Kendi kendine, “Beş saniye bile sürmez.” diyerek arkasından fırladı. Ama ta istasyonun yanı başındaki geçidin ucunda yetişebildi. Soluk soluğa, ama gene de sevinçli bir şekilde yakaladı kızı omuzlarından ve haykırdı: “Yavru kuşu tuttuk işte!”
“Canımı yakıyorsunuz ama, bırakın beni!”
Birbirlerine çok yakındılar, yüreği çarpıyordu ikisinin de. Soluk soluğa kalmış olan Tonya, sanki tesadüfen ve farkına varmadan olmuş gibi, bir an, sadece bir an oğlanın göğsüne yaslanıp sıyrıldı. Ama Pavka’nın Tonya’yı bir daha unutmaması için bu kadarcığı yetip de artmıştı bile. O hafif sürtünüşün anısı hiç unutulmayacaktı.
“Beni bugüne kadar hiç kimse yakalayamamıştı.” dedi Tonya.
Ayrıldılar ve Pavka kasketini elinde sallayarak fabrikaya doğru tırısa kalktı.
Vakit gece yarısını bulmuştu. Yatağa uzanmış olan ateşçi başı Danila bir beygir gibi horlamaya koyulmuştu çoktan. Pavel makinelerin motorunu yağladıktan sonra ellerini titizlikle sildi ve “Giuseppe Garibaldi” isimli tefrikanın 62 numaralı parçasını bir sandığın içinden çekip çıkardı ve “kızıl gömlekli” Napolili şefin akıllara durgunluk verici maceralarını anlatan romanı büyük bir şevk içinde okumaya daldı.
Güzel, mavi gözlerini düke doğru kaldırdı. Birden hatırladı Pavka, “Bugünkü kızın da gözleri maviydi.” dedi kendi kendine, “Öteki kızlara hiç mi hiç benzemiyor. Sosyete şıllıklarından değil! Mahmuzlanmış bir kısrak gibi de koşuyor üstelik!”
Karşılaşmalarını geçirdi gözlerinin önünden, öylesine dalmıştı ki makineden yükselen tehditkâr homurtuya kulak bile asmadı. Gerçekten de buharın gittikçe artan şiddetiyle makine sarsılmaya başlamıştı. Deli gibi dönüyordu motor. Monometrenin ibresi kırmızı alarm çizgisini çoktan aşmıştı.
“Lanet olsun!” diye haykırdı Pavka birden kendine gelip. Uzun çabalardan sonra yatıştırabildi öfkesini makinenin. Bir yandan da şefinin gömülü kaldığı dipsiz uykuya şükrediyordu içinden. Gerçekten de ağzı açık uyuyan Danila’nın burnundan boğuk ve dehşet verici sesler yükselmekteydi.
Tam bir hafta boyunca Tonya’yı görmedi Pavel. Nihayet dayanamayıp taş ocaklarına doğru şöyle bir uzanmaya karar verdi. Belki görürüm umuduyla kızın oturduğu evin etrafını dolandı önce ve birden, bahçenin ta dibinde mavi yakalı bir gemici gömleği fark etti. Yerden hemen bir kozalak alıp nişanladı kızı.
“Nihayet gelebildiniz!” diye haykırdı Tonya sevinçle, “Neredeydiniz kuzum Tanrı aşkına? Geçen gün gölün oraya gittim. Kitabımı unutmuşum, onu almaya… Sizi de görürüm diyordum ama yoktunuz. Neyse, gelin. Girin içeri, ne duruyorsunuz?”
“Girmem.” dedi Pavka kararlı bir sesle.
“Yalvarırım başlamayın gene! Lütfen söyler misiniz neden girmeyeceğinizi?”
“Çünkü girersem babanızın pek hoşuna gitmez. Bu baldırı çıplağı da nereden bulup getirdi! diye düşünür. Kendi bakımımdan değil ama sizin başınıza iş açmak istemiyorum.”
“Aptalca şeyler söylüyorsunuz Pavel! Daha fazla konuşmadan girer misiniz lütfen! Asla böyle bir şey söylemez babam, birazdan kendiniz de görüp anlayacaksınız zaten. Girsenize canım!”
İtaat etti ama içi rahat değildi, duraksayarak izliyordu Tonya’yı. Bahçeye geçip de toprağa çakılı, yuvarlak bir masanın arkasına yerleştikleri vakit, “Kitap okumayı sever misiniz?” diye sordu genç kız.
Pavka canlanmıştı. “Hem de nasıl!.. Bayılırım!”
“Peki, okuduklarınız arasında en çok sevdiğiniz kitabın ismini öğrenebilir miyim efendim?”
Cevap vermeden önce bir an düşünmüştü. “Guiseppa Garibaldi…”
“Giuseppe Garibaldi…” diye düzeltti Tonya, “Hakikaten seviyor musunuz o kitabı?”
“Soruyorsunuz bir de!.. Tam altmış sekiz tefrikasını okudum. Beşlik paketler hâlinde satın alıyorum geldikçe. Çok büyük adam Garibaldi!”
Hayranlık dolu bir ton kazanmıştı Pavka’nın sesi: “Hakiki bir kahraman!” diye devam etti, “Tam benim sevdiğim cinsten. Düşman üstüne düşmanla çarpışıyor, sonunda daima o yeniyor. Ne memleketler gezmiş bir bilseniz! Bugün yaşamış olsa çam sakızı gibi yapışırdım ona, bir daha da ayrılmazdım. Bölüğüne hep genç insanları toplar ve hep fakir fukara için mücadele edermiş. Daima yoksulların yanında!”
“Bizim kütüphaneyi görmek ister miydiniz?” Sımsıkı yakaladığı kolundan çekti onu, “Gelin göstereyim.”
“Yo yo! Eve katiyen girmem.”
“Niye böyle inat ediyorsunuz Pavel? Yoksa korkuyor musunuz?”
Çıplak ayaklarına bir göz attı Pavel. Neredeyse kirliydi ayakları. Ensesini kaşıdı bir süre, sonra da “Annenizin veya babanızın beni kapı dışarı etmeyeceklerinden emin misiniz?” dedi.
“Bırakın artık böyle konuşmayı!” diye parladı Tonya, “Yoksa ebediyen gücenirim size!”
Pavka’nın da tepesi atmıştı. “Ne varmış yani!” dedi, “Ağzımdan çıkanı kulağım işitiyor benim. Lehtinski bizleri eve sokmaz mesela. Benim gibileri mutfakta kabul eder hep. Geçen gün onlara bir iş görmüştüm, evlerine gittim. Neli beni odalarına mı aldı dersiniz! Halıları eskir diye korkuyorlar şüphesiz. Şeytan bile anlayamaz içlerinden geçeni!”
“Yeter!” diye kesti Tonya, “Girin içeri!”
Ve Pavka’yı omuzlarından tuttuğu gibi, dostça verandaya itti. Yemek salonundan geçip bir odaya girdiler. Meşeden yapılma, büyük bir dolap vardı odada. Tonya dolabın kanatlarını ardına kadar açtı ve özene bezene sıralanıp dizilmiş birkaç yüz kitapla karşı karşıya kaldı Pavel. Bu beklenmedik servet yığını, tuhaf bir hayranlıkla doldurmuştu içini.
“Şimdi sizin için ilgi çekici bir kitap seçelim.” dedi Tonya, “Ama önce, gene gelip yeni yeni kitaplar alacağınıza söz verin.
Söz mü?”
Pavka sevinçle sallamıştı başını. “Kitap okumaya bayılırım!” dedi.
Son derece tatlı geçmişti görüşmeleri. Tonya yeni arkadaşını annesiyle tanıştırmıştı. Hiç de Pavka’nın umduğu gibi çıkmadı kadın. Hatta oğlandan hazzettiği bile söylenebilirdi. Sonra Tonya onu kendi odasına götürdü, okul kitaplarını gösterdi birer birer. Ardından küçük bir aynanın karşısına sürükleyerek birbirine girmiş saçlarını gösterdi. Bir yandan da gülüyordu. “Hiç tarak yüzü görmüyor herhâlde? Saçlarınızı kestirdiğiniz olmaz mı hiç sizin? Hiç taramaz mısınız?”
“Çok uzadıkları vakit kestiriyorum bir kere, olup bitiyor. Başka ne yapayım istiyorsunuz?”
Tonya gene gülerek bir tarak aldı eline ve şöyle bir parça düzene koydu Pavka’nın dikilmiş saçlarını. “Değişiverdiniz bakın. Bir oklu kirpiye benziyordunuz demin.”
Kızın, rengi atmış gömleğine ve iyiden iyiye eskimiş olan pantolonuna hafif bir merakla baktığını gördü Pavka ve Tonya bu konuda en ufak bir imada bulunmaktan bile sakınmış olduğu hâlde biraz canı sıkıldı.
Ayrılırken ertesi gün gelip birlikte balığa gitmek için söz verdi kıza ve içeriden geçerek annesiyle karşılaşmaktan hoşlanmadığı için pencereden atladı.
***
Artem’in yokluğu, Korçagin ailesinin mali durumunu altüst etmişti. Pavka’nın aldığı ücret yetmiyordu. Marya Jakolevna, meseleyi oğluna açmaya karar verdi sonunda: “Yeniden çalışmaya başlasam pek fena olmaz, ne dersin?” dedi, “Hazır Lehtinskiler aşçı ararken…”
Pavka kesinlikle karşı çıktı bu düşünceye: “Katiyen anne! Ben kendime fazladan bir iş bulacağım, sen bana bırak. Bıçkı fabrikasında kütükleri yığmak için adama ihtiyaçları var, bir yarım gün de orada çalışsam ikimize pekâlâ yeter. Senin yerin evdir anne… Aksi takdirde Artem’in beni nasıl azarlayacağını bilmez misin? ‘Biraz kıçını oynatıp da annemizi gene el oğlunun ağız kokusunu çekmeye mecbur bırakmasan olmaz mıydı sanki!’ diye.”
Hemen ertesi gün de dediğini yapmıştı. Eski arkadaşlarını buldu bıçkıhanede. Özellikle de Mişka Levçuk’u, Vanya Kuleşof’un eski okul arkadaşını… İkisi bir araya gelip iyi iş kotardılar. On gün sonra annesine hiç de küçümsenmeyecek bir para teslim etti. Parayı vermişti ama canı sıkkın bir edayla odanın içinde dört dönmekteydi, sonunda dayanamayıp döndü annesine. “Bana hani o mavi saten gömleklerden bir tane alsan nasıl olur acaba? Hani geçen yıl almıştın ya, onlardan. Paranın yarısı gider ama korkma, kazanırım gene ben.” dedi. Ricasını haklı çıkarmak için üzerindeki gömleği göstererek ekledi: “Baksana şuna, nasıl eskimiş!”
“Haklısın Pavluşa, lime lime olacak neredeyse. Kumaşını hemen bugün alırım oğlum, yarın da dikerim biter.” Oğluna sevgiyle bakıyordu yaşlı kadın.
Bir berber dükkânının önünde durmuştu. Elini cebine atıp rublesini okşadı ve girdi dükkâna. Kendi yaşında bir çocuk, koltuğu işaret ederek oturmasını söyledi. Koltuğa iyice yerleştiğinde asık ve biraz da şaşkın bir yüzün, karşısındaki aynadan kendisine bakmakta olduğunu gördü Pavel.
“Makineyle mi alalım delikanlı?”
“Evet, şey… Yani hayır… Makasla tıraş edin… Hani şöyle…” Kelimeyi bulamayarak susmuş ve eliyle umutsuz bir daire çizmişti. Berber gülümsedi. “Tamam anladım.”
Bir çeyrek saat sonra da kan ter içinde, bitkin ama tığ gibi çıkıyordu dükkândan. Su, tarak ve berberin insanüstü çabasıyla el ele verip hakkından gelmişlerdi inatçı saçlarının.
Sokağa çıktığı vakit rahatça içini çekti, kasketini geçirdi kafasına ve mırıldandı: “Annem ne der acaba?”
Tonya balığa gitmek için boşu boşuna beklemişti Pavka’yı. Oğlanın sözünde durmayışı canını sıkmıştı. Kendi kendine, “Hiç de dikkatli bir insan değil bu yanık yüzlü ateşçi!” demişti öfkeyle.
Ama günler geçip de Pavka görünmeyince derin bir acı duydu. Tam evden çıkmaya hazırlanıyordu ki annesi kapıyı aralayıp seslendi: “Bir ziyaretçin var Tonişka, içeri alıyorum.”
Tonya güçlükle tanıdı Pavel’i. Üzerinde yepyeni, mavi bir saten gömlek vardı delikanlının. Yeni cilalanmış çizmeleri pırıl pırıldı ve saçları güzelce kesilip taranmıştı. Ne kadar şaşırdığını hemen söyleyecekti, güçlükle engel oldu kendine. Zaten yeterince sıkıldığı belli olan çocuğu daha da perişan etmek istemiyordu.
“Utanmıyorsunuz değil mi! Ne oldu balık partisi! Verdiğiniz sözü böyle mi tutarsınız siz!”
“Bıçkı fabrikasında işim vardı, şimdi gündüzleri orada çalışıyorum.”
Kendisine bir gömlekle bir pantolon alabilmek için şu hafta boyunca bütün gün canı çıkıncaya kadar çalıştığını itiraf edemiyordu. Ama Tonya anlamıştı bunu ve kızgınlığı hemen geçmişti.
“Hadi gölcüğe gidelim.”
Pavka yolda, bir arkadaşıyla konuşur gibi, teğmenden çaldığı revolverin büyük sırrını açtı Tonya’ya. Onu ormanın derinliklerine, bir gün atış talimi yapmak için götürmeyi vadetti. Sonra da birdenbire ve farkına varmadan “sen” diye hitap etti kıza: “Bana ihanet etmezsin umarım?”
“Hiçbir zaman ihanet etmem sana, şartlar ne olursa olsun… Bana güvenebilirsin.”
Sesinde büyük iş yapan adamların ciddi edası vardı.

4
Sınıf mücadelesi amansız ve sert bir şekilde bütün Ukrayna’yı sarmıştı. Silaha sarılan insanların sayısı gittikçe biraz daha kabarıyor ve her yeni savaş, bu büyük trajedinin aktörlerini bir kat daha arttırıyordu.
Bir dönemin o sakin ve rahat günleri, tamamıyla geçmişte kalmıştı. Azgın bir fırtına kasıp kavuruyordu ortalığı şimdi. Top ateşi altında kim bilir kaç kere ürperdi temelinden dayanıksız fukara evleri ve kim bilir, gelişigüzel açılmış siperlerin içine gömülüp gitmekten tesadüfen kurtulan yoksul insanlar, ıslak, nemli mahzen duvarlarına dayanarak kaç kere titredi!
Petliyura’nın emrindeki her çeşitten çeteler bir çığ gibi yüklenmişti bölgeye. Nüfuzlu batkilerin[17 - Batki (Batka’nın çoğulu): “Babalık” anlamında, Ukrayna separatizminin hizmetindeki partizanların şeflerini belirtmek için kullanılan bir terim.] yanı sıra daha az önemlileri de vardı: Arhangels, Angels ve Gordis’ten türeme, boy boy Goluboflar ve bunların türlü çeşitli, sayısız benzerleri, pıtrak misali doldurmuştu bölgeyi. Mahno’nun kiralık katilleri, eski subay kalıntıları, Ukrayna’nın sağcı, solcu ve devrimci sosyalistleri… Bir alay maceracı sözün kısası… Bir parça cesaret sahibiyse ve ardına bir avuç serseri takacak kadar iktidarı varsa derhâl kendisini ataman ilan edip sarı-mavi bayrağı yelken gibi açıyor ve Petliyurovza[18 - Petliyurovza ya da Petliyurovetz: Ukrayna’da Yahudilerin can ve mallarına kasteden terör hareketleriyle -yani pogromlarla- ün ve dehşet salan, Sovyet iktidarına karşı direnç hareketini yöneten Ataman Petliyura’nın partizanlarına verilen isim.] olduğu iddiasıyla -sadece kendi gücüyle sınırlı olmak üzere- devlet içinde devlet kuruyordu. İşte Ataman Şefi Petliyura, kulaklar[19 - Kulak: Sovyet iktidarının düşmanı olan zengin köylüler.] sınıfının desteklediği ve Ataman Konovalts’ın kumandasındaki baskın müfrezesiyle Galiçya birliklerinin gelip pekiştirdiği bu rengârenk hırsız takımından çekip çıkarıyordu savaş alaylarını. Bütün bu karşı-devrimci çamurun içinde yer yer, arı ve kızıl madenden küçük adalar gibi Bolşevik partizan birlikleri fışkırmaktaydı. Yüzlerce, binlerce çizmenin ve topçu arabalarının geçişiyle durmadan yeryüzü sarsılıyordu.
Bu fırtınalı 1919 yılının nisan ayında tamamıyla sersemlemiş ve yarı çılgın hâle gelmiş olan alelade yurttaşlar, sabahleyin kalkar kalkmaz, uykuya doymamış gözlerini ovuşturarak perdelerini açıp en yakın komşularına korku içinde sorar olmuşlardı: “Bugün şehrimizde iktidara kim sahip acaba, Antonom Petroviç?”
Antonom Petroviç bir yandan pantolonunu çekerken, bir yandan da etrafa güvensiz gözlerle bakar, sonra fısıldardı bir sır verircesine: “Henüz bilmiyorum Afanas Kirfloviç. Bekleyelim biraz, çok geçmeden öğreniriz. Bu gece yeni bir iktidar geldi çünkü. Eğer Yahudileri soymaya girişirlerse Petliyura’nın adamları demektir. Gelenler eğer ‘yoldaş’sa iki kelime söyler söylemez hemen farkına varılır. Ben de pencereden gözleyip durmaktaydım senin gibi. Malum ya, başımıza bela gelmesin diye duvara fotoğraf asmak lazım, öyle de çabuk geliveriyor ki! Geçen gün bizim Gerasim şaşırmış iyice ve o günkü iktidar sahibinin kim olduğuna bakmadan, yaranmak için tutmuş Lenin’in portresini asmış duvara. Çok geçmeden üç asker damlamaz mı evine. Hem de üç Petliyurovza, düşünün siz artık gerisini… Resmi görür görmez ağızları köpük saçarak çökmüşler üzerine zavallının, eşek sudan gelinceye kadar kırbaçlamışlar. ‘Gösteririz biz sana dünyanın kaç bucak olduğunu!’ diye gürlüyorlarmış, ‘Şeytanın uşağı seni, pis komünist! Derini yüzelim de öğren hanyayı konyayı!’ Bağırmış, çırpınmış zavallıcık derdini anlatabilmek için, ama fayda etmemiş!”
İşte tam bu sırada silahlı çeteler belirir sokakta ve yurttaş penceresini kapayıp kabuğuna dönerdi. Zaman kötüydü. Petliyura’nın hizmetindeki pogromcuların sarı-mavi bayrağına boğuk bir kinle bakıyordu işçiler. Bu önü alınmaz şovenizm dalgası karşısında âcizdiler. Ama Javtoblatnikilerle çarpışan kızıl birlikler şehre, bir çelik bıçağın bir ağaç gövdesine saplandığı gibi dalınca canlanmışlardı. Kardeş bayrağının kırmızısı dalgalandı belediye binasının üstünde bir iki gün, sonra yeniden yola koyuldu birlikler ve karanlık günler başladı yeniden.
Zadneprovsk Alayı’nın “medarıiftiharı, güzeller güzeli” Albay Golubof rakipsiz olarak saltanat sürmekteydi şehirde, iki bin hayduttan meydana gelen alay, muzaffer bir edayla, daha bir gün önce Şepetovka’ya girmişti. Başlarında pan-albay ilerliyordu. Damızlık bir aygıra binmişti ve ılık nisan güneşine rağmen bir Kafkas burkası[20 - Burka: Yünlü keçeden yapılmış kısa pantolon.] geçirmişti sırtına. Başında, çilek rengi kitiza ile süslü bir zaporoğ şapkası vardı, üzerinde de gümüş kakmalı kılıçla hançerin süslediği bir çerkaska.[21 - Çerkaska: Çerkez elbisesi.]
Yakışıklı adamdı Albay Golubof. Kara kaşlı, soluk yüzlüydü ve durmadan kafayı tütsülediği için hafifçe sararmıştı. Tekrar tekrar okuduğu kitaplardan dolayı Zaporojetz[22 - Zaporojetz: Dinyeper Şelaleleri’nin ötesinde kalan bölgenin sakinleri.] olmaya özeniyordu şimdi, bunu da bir taşra tiyatrosunun oyuncuları kadar başarabiliyordu ancak. Daima dişlerinin arasında tuttuğu bir liyulka[23 - Liyulka: Ukrayna piposu.] sayesinde zevahiri kurtarmaktaydı. İhtilalden önce pancar çiftliklerinde tarım mühendisiydi ama ağamız usanmıştı bu renksiz hayattan! Ayrıca silik bir mühendisle koca bir ataman arasında dağlar kadar fark vardı. İşte bu düşünceyle gelip memleketi kaplayan çamura gırtlağına kadar dalmıştı tarımcımız!
Şehrin tek tiyatrosu, yeni gelenler şerefine verilecek dev bir tören için süslenip hazırlanmıştı. Petliyura’ya bağlı bütün entelijansiya[24 - Entelijansiya: Aydın ve yönetime katılan zümre.] oradaydı: Ukraynalı öğretmenler takımı, papazın iki kızı, güzel Anya ile küçüğü Dina, Kont Potozki’nin eski hizmetkârları, kendine volni kazatsvo adını yakıştıran bütün burjuva yığını, devrimci sosyalist kalıntıları ve bunlar gibi değersiz kişiler… Rengârenk incilerle süslü, göz alıcı mahallî elbiselerine bürünmüş olan bayan öğretmenlerin, popovnaların[25 - Popovna: ‘Pop’un, yani ortadoks papazın eşi.] meçsanoçkilerin[26 - Meçsanoçki: Küçük burjuva hanımları için, tiksinti ve hakaret anlamıyla kullanılan bir deyim.] etrafını, ancak eski tablolarda rastlayabileceğimiz zaporogların kılığına girmiş olan starşina takımı almıştı.
Ama bir tatsızlık çıkmakta gecikmedi. Elektirik yoktu. Derhâl albaya haber verildi. Teşrif ederek bu şenliği şereflendirme niyetindeydi oysa albayım. Çağırdı yaveri Korunci Palyanitza’yı, önem vermezmiş gibi ama hâkim bir sesle, “Bana ışık lazım.” dedi, “İstersen geber ama hallet!”
“Emredersiniz pan-albayım!”
Hiç de geberme niyetinde değildi Korunci Palyanitza, başının çaresine baktı. İki saat geçmemişti ki Pavka, iki Petliyurovetz’in arasında santrale götürülmekteydi. Aynı şekilde bir montörle bir de makinist getirdiler çok geçmeden. Yaver durumu özetledi: Işık meselesi akşam yediye kadar halledilmediği takdirde üçü de asılacaktı. Tabii söylenen saatte ışıklar yandı.
Şenliğin gürültüsü ayyuka çıktığı vakit göründü albay. Sevgilisi vardı kolunda. İri göğüslü, saçları buğday renkli bir kızdı bu, Golubof’un evlerinde kaldığı zengin büfe patronunun kızı. İl merkezinde okumuştu liseyi… Sahnenin tam karşısındaki şeref koltuklarına kurumla yerleştiler ve albayın işaretiyle perde açıldı. Temsil sırasında, Palyanitza’nın müsadere yoluyla sağlamış olduğu samogonlar[27 - Samogon: Sert bir Rus içkisi.] içildi. Öyle ki perde kapandığında bütün starşinalar çakırkeyifti.
“Şimdi de artık dans edelim.” dedi yaver, hazır bulunanların alkışları arasında.
Asalet sahiplerini korumakla görevli askerlerin, iskemleleri balo düzenine uygun şekilde sıralayabilmesi için salon boşaltıldı. Yarım saat sonra da her yerin altı üstüne gelmişti. Yüzlerinden sanki alev fışkıran starşinalar, her türlü kontrolü kaybetmiş ve en tehlikeli gopak[28 - Gopak: Kazak dansı.] figürlerini yapmaya girişmişlerdi. Memleketin namlı güzelleri de katılmıştı onlara. Eski tiyatronun duvarları titremekteydi. Aynı anda, şehrin öbür ucundaki değirmenin yanında silahlı atlılar belirmişti aniden. Petliyurovza nöbetçileri, mitralyözlerini endişeyle gelenlerin üzerine diktiler. Keskin bir ses çınlattı geceyi:
“Durun! Kim var orada?”
Karanlığın içinden iki silüet sıyrıldı ve kaim bir ses:
“Ben Ataman Pavliyuk!” diye homurdandı.
Pavliyuk, ışıklar içinde pırıl pırıl parlayan ve içinden neşeli gürültülerin yükseldiği tiyatronun önüne gelince durdu. “Oh, oh…” dedi, “Eğlence varmış burada… Öyle değil mi, essaul?[29 - Essaul: Kazak ordusunda yüzbaşı.] İnelim hele biz de bu fırsat kaçırılmaz. Bir iki piliç de biz buluruz elbet. Çığlıklarını işitmiyor musun yoksa! Şşiiişşt!.. Sen adamlara göz kulak ol Staleşko. Biz küçük bir mola vereceğiz burada. Muhafızlarım benimle gelsin!”
Girişte, iki silahlı Petliyurovetz tarafından yolları kesildi: “Davetiyeniz?”
Şöyle baştan aşağı, tiksintiyle süzdü adamları Pavliyuk, sonra da bir omuz darbesiyle iterek içeri daldı. Atlarını bağlamış olan muhafızları da onu takip ettiler.
Başta dev yapılı Pavliyuk olmak üzere yeni gelenler göze batmakta gecikmediler. Mavzeri ve şaravarisinden[30 - Şaravari: Ukraynalıların, özellikle de kazakların giydiği çok geniş bir pantolon.] sarkan el bombasıyla bütün bakışları derhâl üzerine çeken Pavliyuk’un kim olduğu herkesin kafasını kurcalamaya başlamıştı.
“Kimdir, tanıyor musunuz?” diye fısıldaşıyordu insanlar.
Dans etmekte olan çiftler arasında, bir subayın kolunda Popovna eteklerini cüretle savurup döndükçe bacaklarını saran nefis bir ipek pantolonu hayranlık içinde seyrediyordu askerler. Pavliyuk kalabalığa dalmış ve dans edenlerin arasına girmişti. Popovna’nın bacaklarına doğru kaydı istek dolu bakışları, çatlamış dudaklarını yalayarak sahneye yaklaştı ve orkestra şefine, “Gopak!..” diye emretti.
Arzusu yerine getirilmeyince kamçısını kavrayan Pavliyuk, müzisyenin sırtına indirdi. Müzik derhâl kesilmiş ve ağır bir sessizlik çökmüştü salona.
Golubof’un sevgilisi, öfkeden dudakları titreyerek, “Bu ne küstahlık!” diye haykırdı. Sonra da albayın dirseğini sinirli bir hareketle sıkarak ekledi: “Böyle bir hakareti hoş göremezsin sen, öyle değil mi kazağım?”
Golubof ağır ağır kalktı ve daha içeri girer girmez tanıdığı Pavliyuk’a yaklaştı. Şimdi bölgedeki iktidara adaylığını koyan bu rakiple görülecek eski bir hesabı vardı. Birkaç hafta önce aynı Pavliyuk, iğrenç bir oyun oynamıştı kendisine. Golubovtzileri[31 - Golubovtzi: Petliyura’nın subaylarından Golut’un askerleri.] fena hırpalayan bir kızıl alayla tam göğüs göğüse savaşacakken Pavliyuk, Bolşevikleri derhâl çevirip arkadan vurmak yerine, bir avuç kızılı ezerek bir kasabaya girip yağma etmekte beis görmemişti. Tabii bu pogromun[32 - Pogrom: Yahudi katliamı.] gerçek kurbanları da iyi bir Petliyurovza’ya yaraşır şekilde, Yahudiler olmuştu ve Pavliyuk bu tehlikesiz eğlenceyle vakit geçirirken, kızıllar Golubovtzilerin sağ kanadını perişan etmişlerdi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, işte şimdi de aynı küstah herif davetli olmadığı hâlde, zorbalıkla içeri girmiş, gözleri önünde, kendi orkestra şefini kırbaçlamaya kalkıyordu. Yo, bu kadarı fazlaydı artık! Ayrıca Golubof pekâlâ biliyordu ki bu kendini beğenmiş atamanişka’ya[33 - Atamanişka: “Ataman” kelimesinin küçültme eki almış şekli.] derhâl haddini bildirmeyecek olursa askerler üzerindeki otoritesi sıfıra inecekti.
İki adam birkaç saniye sessizce bakıştılar. Bir eliyle kılıcının kabzasını, öteki eliyle de cebindeki revolveri kavramış olan Golubof sert bir sesle haykırdı: “Adamlarıma el kaldırmaya cüret edersin ha, köpek!”
Ötekinin eli de kendi revolverinin kılıfına doğru kaymaktaydı, “Yavaş gel, Pan Golubof!” dedi alaycı bir sesle, “Kimin ayakta kalacağı pek belli olmaz. Nasırıma basıyorsun, dikkat et, yoksa öfkelenirim!”
Golubof gürlemişti hiddetten: “Derhâl alıp götürün bu köpekleri ve iyice kırbaçlayın!”
Starşinalar, efendilerinin emri üzerine toptan saldırdılar. Nereden geldiği belli olmayan bir patlama işitildi ve askerler iki köpek sürüsü gibi giriştiler birbirlerine. Dans edenlerin yerini onlar almıştı şimdi. Bir kör dövüşü içinde hançerler çekilip kılıçlar sıyrılmış ve insanlar boğaz boğaza gelmişlerdi. Kadınlar dehşet içinde, acı çığlıklar atarak kaçışmaktaydılar. Ama hepsi birkaç dakika sürdü. Silahları ellerinden alınmış olan Pavliyukovtziler[34 - Pavliyukovtzi: İç harp döneminde Ukrayna’yı haraca kesen çeteci Pavliyuk’un partizanları.], avluya sürüklenip kırbaçtan geçirildikten sonra sokağa atıldılar. Kavga sırasında güzel papakasını da yitirmiş olan Pavliyuk’un başı açık, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Zıvanadan çıkmış bir hâlde atına atlayıp adamlarıyla birlikte uzaklaştı.
Gecenin tadı kaçmıştı artık. Kadınlar dansa kalkmayı reddediyor ve evlerine götürülmeyi istiyorlardı. Bunu gururuna yediremeyen Golubof birden horozlanmıştı: “Hiç kimse çıkmayacak salondan, kapıları kapayın!”
Itirazlara karşı da inatçı bir sesle devam etti: “Danslar sabaha kadar sürecek, ilk valsi ben açıyorum.”
Yeniden başladı müzik, ama kimsede eğlenecek hâl kalmamıştı. Zaten albay daha Popovna ile ilk figürü yapar yapmaz nöbetçiler salona dalıp haykırmaya başladılar: “Pavliyukovtziler sardı tiyatroyu!”
Ve hemen ardından kısa bir patırtı koptu: Sahneye açılan pencere paramparça bir hâlde havaya uçmuş ve açılan boşlukta somağını oradan oraya döndürerek kaçan silüetleri yakalamaya çalışan bir mitralyöz belirivermişti.
Başka çare kalmadığını gören Palyanitza, revolverini çekti ve bir kurşunda dağıttı ampulü. Ampulün bir bomba gibi patlayıp etrafa saçılmasıyla birlikte bütün salon koyu bir karanlığa gömüldü.
Sokaktan, ağza alınmaz küfürlerle karışık, tehdit dolu emirler yükselmekteydi: “Hepiniz dışarı, köpekler!”
Ağlaşan kadınların isterik çığlıkları, Golubof’un umutsuzluk içinde haykırdığı emirler, kurşun sesleri ve bağırmalar; kulak tırmalayıcı bir gürültü hâlinde devam ederken hiç kimse servis kapısından rüzgâr gibi fırlayan Palyanitza’nın boş sokakları aşarak kurmay merkezine doğru koştuğunu fark etmemişti.
Yarım saat geçmişti. Gerçek bir savaş havası hüküm sürmekteydi şimdi şehirde. Gecenin derin sessizliğini birdenbire delik deşik eden tüfek ve mitralyöz seslerini işitip neye uğradıklarını kavrayamamış olan şehir sakinleri ılık yataklarından çıkmış ve kulaklarını pencerelere yapıştırmışlardı âdeta. Ama onlar ne olup bitliğini ve bu gürültünün niçin koptuğunu anlayamadan ortalık durulmuştu. Çok geçmeden de hiçbir şey işitilmez oldu. Şehrin dış mahallelerinden bir mitralyözün havladığı duyuluyordu sadece. Gün doğuyordu.
***
Ortalığa dehşet saçan bir söylenti dolaştı şehirde. Irmağa hâkim, sarp ve pis bir yamaç üzerinde sıralanmış, dar pencereli, basık barakalara kadar sızdı bu haber. O yamaçta, akılalmaz bir karışıklık ve sefalet içinde Yahudi cemaati yaşamaktaydı.
Serejka Bruzjak’ın bir yılı aşkın zamandır çalışmakla olduğu basımevindeki işçilerin çoğu Musevi’ydi ve Serejka akrabalarına bağlanır gibi bağlanmıştı onlara. Ayrıca da bu Museviler, besili ve mağrur patronları Blumstein’a karşı birlik içinde gerçek bir aile gibiydiler. Kesiksiz bir mücadele vardı efendiyle işçileri arasında. Blumstein elinden geldiğince az parayla idare etme niyetindeydi onları. Bunun için de işin haftalarca durduğu olurdu. Tipo işçileri grev yapıyordu. Toplam on dört işçiydiler. En gençleri olan Serejka’nın görevi, günde on iki saat durup dinlenmeksizin baskı makinesinin kolunu çevirmekti.
O gün işte, arkadaşlarının alışılmadık şekilde sinirli oluşu, Serejka’nın gözünden kaçmamıştı. Devir kargaşa devri olduğu hâlde müessese pekâlâ çalışmaktaydı. Ataman Şefi Petliyura’ya yapılan çağrıları basmak gerekiyordu durmadan. Veremli olan sayfa bağlayıcısı Mendel, Serejka’yı bir kenara çekmiş ve melankolik bakışlarını gözlerine dikerek sormuştu: “Şehirde bir pogrom hazırlandığından haberin var mı?”
Şaşırmıştı çocuk, “Hayır.” dedi, “Hiçbir şey işitmedim.”
Mendel, sararmış, kuru elini Serejka’nın omzuna koyarak, “Evet, evet…” diye fısıldadı, “Gerçek bu. Yahudileri telef edecekler, hırpalayıp öldürecekler gene. Söyle şimdi, bu felaket zamanında arkadaşlarına yardım etmek ister misin?”
“İstemez olur muyum?” dedi Serejka, “Söyle ne yapacağımı.”
“Sen yiğit, yürekli bir çocuksun Serejka, sana güvenimiz var. Senin baban da bizim gibi bir işçi. Evine kadar fırla ve sor ona, bizlerden birkaç ihtiyarla birkaç kadını evde gizlemeye razı olur mu? Evet derse hep birlikte karar veririz kimlerin sizde kalacağına. Bir de sor bakalım seninkilere, belki başka tanıdıkları da vardır adam saklamayı kabul edecek olan. Bu haydutlar Ruslara ilişmeyecekler şimdilik, bütün alışverişleri bizimle. Hadi yavrum fırla, çünkü vakit yok.”
“Tamam Mendel, fırlıyorum, Pavka’yla Klimka’ya da gideceğim. Ebeveynleri reddetmeyecektir eminim.”
“Kim bu Pavka’yla Klimka? Onları iyi tanıyor musun?”
“Nasıl tanımam! Süt kardeşim gibidirler. Pavka Korçagin’in ağabeyi tesviyecidir.”
“Korçagin mi dedin? Onu ben de tanıyorum. Komşuyduk onunla. Kendisine güvenilebilir. Hadi Serejka, çabucak bir cevap getir bize.”
***
Pavliyukovtzilerle Golubovtziler arasındaki savaşın ertesi günü başladı pogrom. Yenik düşüp şehir dışına püskürtülen Pavliyuk gidip komşu kasabayı istila etmişti. Her iki taraftan da onar kişi ölmüştü çarpışmalarda.
Cesetler son derece aceleyle mezarlığa taşınmış ve sade bir törenle hemen gömülmüştü. Övünülecek bir şey olmadığını taraflar da anlamışlardı bunun. İki ataman, başıboş bir köpek gibi sataşmıştı birbirine ve bu durumda gürültülü bir törene kalkışmak gülünç olacaktı. Gerçi Palyanitza, Pavliyuk’u “kızıl haydut” ilan etme amacıyla az çok parlak bir cenaze töreni için diretmemiş değildi ama Papaz Vasili’nin başkanlığındaki Devrimci Sosyalistler Komitesi buna kesinlikle karşı çıktı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nikolay-ostrovskiy/ve-celige-su-verildi-69428197/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Ovod”: İtalyan devrimcilerinin hayatları üzerine kitaplar yayımlamış olan İrlandalı yazar Voynich’in “The Gadfly” adlı romanının Rusça tercümesi.

2
S. Tregub’un “Komkomolskaya Pravda”da çıkan bir makalesinden.

3
Batyuşka: “Babacığım” anlamına gelen, köy veya mahalle papazına verilen bir sıfat.

4
Rusçada, ”hiç önemi yok” veya ”boş ver, aldırma” anlamında kullanılan bir deyim.

5
Aynı zamanda teyze ve hala anlamına gelen “tiyotya”, yakınlık duyulan yaşlı ve yabancı kadınlar için de kullanılır.

6
Bund: Yahudi Sosyalist Partisi

7
Frontovik: 1917’de cepheden kaçan Rus askerleri. Bunların, kısmen moral bozukluğundan, kısmen de “devrimci başkaldırı” söylemine uyarak kitle hâlinde kaçışları, kısa süre sonra emperyalist harbe karşı bir mücadele anlamını kazanacaktır.

8
Nagayka: Kazak kırbacı.

9
Aynı zamanda amca ve dayı anlamına gelen “diyadya”, yakınlık duyulan, yabancı ve yaşlı erkekler için de kullanılır.

10
Papaka: Kazakların yün başlığı.

11
Starşina: Köy topluluğunun reisi, bir çeşit muhtar.

12
Ataman ya da hetman: Kazak reisi.

13
Hetmanetz: Bir hetmana bağlı kazak.

14
Kerenki: Kerenski’nin başkanlığındaki geçici hükûmet tarafından çıkarılan banknotlar.

15
Verst: 1066 m. uzunluğundaki Rus ölçü birimi.

16
Pan: Slav dillerinde senyör, efendi.

17
Batki (Batka’nın çoğulu): “Babalık” anlamında, Ukrayna separatizminin hizmetindeki partizanların şeflerini belirtmek için kullanılan bir terim.

18
Petliyurovza ya da Petliyurovetz: Ukrayna’da Yahudilerin can ve mallarına kasteden terör hareketleriyle -yani pogromlarla- ün ve dehşet salan, Sovyet iktidarına karşı direnç hareketini yöneten Ataman Petliyura’nın partizanlarına verilen isim.

19
Kulak: Sovyet iktidarının düşmanı olan zengin köylüler.

20
Burka: Yünlü keçeden yapılmış kısa pantolon.

21
Çerkaska: Çerkez elbisesi.

22
Zaporojetz: Dinyeper Şelaleleri’nin ötesinde kalan bölgenin sakinleri.

23
Liyulka: Ukrayna piposu.

24
Entelijansiya: Aydın ve yönetime katılan zümre.

25
Popovna: ‘Pop’un, yani ortadoks papazın eşi.

26
Meçsanoçki: Küçük burjuva hanımları için, tiksinti ve hakaret anlamıyla kullanılan bir deyim.

27
Samogon: Sert bir Rus içkisi.

28
Gopak: Kazak dansı.

29
Essaul: Kazak ordusunda yüzbaşı.

30
Şaravari: Ukraynalıların, özellikle de kazakların giydiği çok geniş bir pantolon.

31
Golubovtzi: Petliyura’nın subaylarından Golut’un askerleri.

32
Pogrom: Yahudi katliamı.

33
Atamanişka: “Ataman” kelimesinin küçültme eki almış şekli.

34
Pavliyukovtzi: İç harp döneminde Ukrayna’yı haraca kesen çeteci Pavliyuk’un partizanları.
Ve Çeliğe Su Verildi Николай Островский
Ve Çeliğe Su Verildi

Николай Островский

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Güçlü kökleri, toprağın derinliklerine inen bir ağaç, tepesi kesilse bile ölmez.”

  • Добавить отзыв