Külah
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Ömer Seyfettin
Külah
YÜKSEK ÖKÇELER
Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşında iken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için “izdivaç” denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki erkeğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot yığınlarından yapılmış pis, abus, lanet bir heyula şeklinde gelirdi.
“Gençler başkadır!” diyenlere, “Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker?” diye haykırırdı.
Başlıca merakı temizlikle namusluluktu. Göztepe’deki köşkünü hizmetçisi Eleni ve evlatlığı Gülter’le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de Gülter de son derece namusluydular. Kileri kitlemezdi, paralar meydanda dururdu. Hele Mehmet’in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakmazdı. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi gücü adamlarını teftişti. Ha bire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi. Derdi ki:
“Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!..”
Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfağına değil misafir, hemşehri filan hatta yabancı bir kedi bile girmiyordu. Hatice Hanım, belki günde on defa iner, onu yapayalnız, tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım’ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü.
Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı burkulmadan bir aşağı bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesi geldi. Çağırdığı doktor ilaç filan vermedi.
“Bütün rahatsızlığına sebep bu ökçelerdir, hanımefendi.” dedi, “Onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.”
Hatice Hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi falan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat böyle, tam vücudu rahat ettiği sırada, ruhu derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni’yi kendi diş fırçasını kullanırken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet’i et günü olmadığı hâlde bol bir sahan külbastıyı yerken yakaladı.
“Ne oldu bunlara ya Rabb’im? Bunlara ne oldu, bunlara?” diyordu.
Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını, yolsuzluğunu yakaladı. Hele Mehmet’i komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit kürek altına aldı.
“Bakalım şimdi ne çalacaklar?” dedi. Hakikaten çalınacak bir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince, az kalsın nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başında kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş; kalın kollarını ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu manzaranın rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için konuştuklarını duymamazlık edemedi.
Mehmet diyordu ki:
“Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmeyon?”
Gülter: “Her taraf kitli, ne yapayım?” diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni’ye de “Ülen, gece niçin gelmeyon? Sana helva yapıp saklayon…” sualini soruyor, Eleni, “Yakalanazağız vire! Sonra hanum bizi kovazak!” diye çırpınıyordu. Aralarında çıtır pıtır bir hasbihâl başladı.
Hatice Hanım, gözünü açmıyor, yüreği çarparak merakla dinliyordu.
Gülter, “Ah o terlikler!” dedi, her işimizi bozdu, “Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katında kımıldandığını duyardık.”
Hasbihâl uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:
“Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!” diye haykırdı.
Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
***
Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rast gelmedi. Malı mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin hırsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu. Benzine kan geldi. Vakıa yine başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendini göstermiyor, “Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya…” diyordu.
KÜLAH
Mıstık, katmerli bir muhacirdi. Bulgaristan’da doğmuş, büyüyüp biraz aklı başına gelince hemen hududun on dakika ötesine kapağı atmıştı. “Türkiye değil mi? Hududu geçer geçmez Bağdat’a kadar müsavi!” diyordu. Az zamanda Babyak’taki Türkçe bilmez Pomakların akıl hocası oldu. Bulgaristan’da kalan akrabalarıyla mektuplaşmaya hacet yoktu. Onlarla Bulgar hudut karakolundaki nöbetçinin süngüsü altında, küçük bir hediye mukabilinde, saatlerce oturup konuşabilirdi. Kurnazlığı sayesinde memleketinden çıkmadan muhacir olmuştu. Hatta içtiği “Karasu” bile doğduğu kasabadan geçiyordu. Fakat bir gün Babyak mıntıkasında bir “hudut tashihi” yapıldı. Yerleştiği köy yine Bulgarlara kalınca yuvasını bozmaya mecbur oldu. Bu sefer hudut kenarının içerilere müsavi olmadığını anladı. Ta Nevrekop’a kadar indi. Dört beş sene geçmeden Balkan Harbi parladı. Hemen annesiyle İstanbul’a kaçtı. Dimetoka’nın methiyle kulakları dolmuştu. Kalktı, oraya gitti. Bir köye yerleşti.
İçinden, Artık biz ölünceye kadar muharebe olmaz! diyordu. Köyünün kahvesinde Cihan Harbi’nin havadislerine inanamadı. Fakat…
“Vay anasını! Yalan be!” diye haykırdı.
“Hudut düzeltilecek!” diyordu.
Hakikaten bu hudut düzeltildi. Mıstık’ın muhacir gibi yerleştiği köy yine Bulgarlara geçti. Bereket versin ihtiyar annesi ölmüştü. Gamsız bir serseri tevekkülüyle, tek başına Ergene Köprüsü’nü aşarken “Evveli Şam, ahiri Şam!” dedi. Bu kadar kısa bir zaman içinde “birbiri üstüne dört defa muhacir olmak” onun yerleşme heveslerini söndürmüştü. Gözünü yumdu. Anadolu’ya atıldı. Aldatılabilecek milyonlarca saf adam arasında kalınca Şam’ı mamı unuttu. Şehir şehir, kasaba kasaba dolaşmaya, ticaret etmeye başladı. Önüne gelene külah giydiriyordu. En kârlı bulduğu ticari faaliyet hayvan alım satımıydı. Bir kasabadan alınan atın yahut eşeğin pahası, en yakın kasabaya götürülünce değişiveriyordu. Bu pahayı, Mıstık kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu. Kırmızı kuşağında, Rumeli’de kullanmış olduğu tabancasının yerine sokulu kara gönlü makas her hayvanın değerine yüzde altmış ilave ederdi. En miskin bir beygiri alınca tırnaklarını temizler, yağlar, yelesini, kuyruğunu Frenkvari keser, düzeltirdi. Sonra torbasındaki, o kimseye göstermediği, kimseye ismini söylemediği siyah ottan bir tutam yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saat şaha kaldırır, gözlerini parlatır, azgın bir ejderha hâline sokardı. Lakin at pazarlarında daima karşısına çıkan bir rakibi vardı. Onun alacağı hayvanın fiyatını arttırır, en kâr bırakacak fırsatları elinden kapardı. Herkesin “Molla” diye çağırdığı bu herifin ismini bilmiyordu. Yerden yapılı, çember sakallı, kalın çatık kaşlı, kırk beşlik bir softaydı. Küçük siyah gözleri hep önüne bakar, ince beyaz sarıklı kalıpsız fesinin altında tıraşlı kafası, geniş ensesi terden parıl parıl parlardı. Mıstık’ın beğenmeyip bıraktığı en miskin, en hasta, en ihtiyar hayvanları bile alıyor, bir gün içinde gençleştiriyor, kuyruğunu, yelesini kesmeden şeklini değiştiriyor, gözlerini parlatıyor, şahlandırıyordu.
***
Mıstık henüz geldiği kasabanın hanından girerken yine bu herifi gördü. Yeni bir zarara uğramış gibi birdenbire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi.
“Merhaba Molla!” dedi.
“Merhaba!”
Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı.
“Hayvan almaya mı geldin?”
“Sana ne?..”
…
“Niye geldimse geldim.”
Mıstık kirli, zayıf elini seyrek sarı bıyıklarına kaldırdı. Çakır gözleri bakacak yer bulamadı. Renksiz dudaklarını kısarak gülümsedi:
“Ortak olalım be…” dedi.
“Olalım.”
Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru yan yana yürüdüler. Kahvenin önündeki eski peykeye oturdular. Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk “gut, gut, gut” diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı.
Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı. Mollaya uzatırken peykenin yanındaki pencereden içeriye bağırdı:
“Bize iki kahve getir!”
Molla, “Ben oruçluyum!” dedi.
Mıstık anlamadı:
“Ramazanda mıyız yahu?”
“Hayır.”
“Üç aylarda mıyız?”
“Hayır.”
“Ee, bu ne orucu?”
“Ben bütün yıl, bir gün yer, bir gün tutarım!”
“Sahi mi?”
“Vallahi…”
Mıstık tütün kesesini tekrar koynuna soktu. Eğildi, camsız pencereden kahveciye, “İstemez, kahveleri yapma!” diye seslendi. İçinden Bu gebeşin kafasına ben bir külah geçiririm! dedi. Kendisinin sofuluğundan, küçükken hafızlığa çalıştığından ama hastalandığı için vazgeçtiğinden, babasının yirmi yedi defa hacca gittiğinden bahsetti. Molla yere bakarak dinliyor, başını sallıyor, inanıyor; Rumelililerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu.
Mıstık sordu:
“Sen nerelisin?”
“Kayserili.”
“Kayseri nerede?”
“Bu tarafta.”
Molla kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapısını gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak:
“Konya tarafında mı?” diye sordu.
“Hayır canım, daha yukarılarda.”
…
Mıstık Kayseri’nin nerede ve ne olduğunu pek iyi bilmiyordu. Rumeli’de bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı kâfi gördü. İşlere geçti. Konuştular. Anlaştılar. O günden itibaren ortaklığa karar verdiler. Kâra, zarara, sermayeye ortak oluyorlardı. Mıstık yine içinden, Ben sana bir külah giydireyim de gör! dedi.
Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar. Mollanınkiler daha genç, daha dinç duruyordu. Birkaç gün daha burada kalıp çürük hayvanlar toplamak üzre sözleştiler.
İkisi de bir handa, karşılıklı birer küçük odada yatıyorlardı.
Bir gece Mıstık’ın odasının kapısı vuruldu. Kalktı. Sürmeyi çekti. Açtı. Baktı ki ortağı…
“Hayırdır inşallah Molla?..”
“Sabahleyin ben bir köye kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söyleyeyim. İyi bir iş var.”
Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:
“Ne?”
“Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz.”
“Ee?”
“Ben yarın burada yokum. Sen ara, bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver. Mutlaka al.”
“Beyaz eşek olur mu?”
“Olur ya…”
Mıstık şaşaladı. Şaka mı ediyor? diye sofu ortağının yüzüne dikkatle baktı. Hayır, ciddiydi. Sordu:
“Ee, burada bulunur mu?”
“Ne bilirsin? Belki bulunur.”
“Pekâlâ, yarın ararım.”
Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti:
“Buranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin’dir. Sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git, git… Orada birine sor. Gösterirler. Çiftlik gibi bir ev… Pazara gelmez. Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondan iste. De ki: ‘Akşama kadar mutlaka bir beyaz eşek bul.’ Elli liraya kadar vadet.”
“Pekâlâ…”
Molla’nın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu. Küçük lambanın hafif aydınlığıyla gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe vardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Bir latife etmek istedi.
“Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik…”
Molla reddetti:
“Haşa! Ben ömrümde bir katre ağzıma koymamışım, elhamdülillah…”
“Ee, bu koku ne be?”
“Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım.”
“Ya…”
“Evet.”
“Öyleyse Allah rahatlık versin!”
“Sana da…”
Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine “Gidi gebeş seni! Ben sana bir külah giydireyim de gör!” dedi. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu hâlde yine sofuluk taslayıp ömründe ağzına bir katre koymadığını söylemesi Mıstık’ın sanki izzetinefsine dokunmuştu. “Beni aptal yerine koyuyor ha…” diye ellerini kalçalarına dayadı. Durdu. Gözlerini küçülterek yere baktı: “Şuna bir külah… İlk fırsatta bir külah…”
Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmaya başladı. Kendisi de “sıtma tutmasın” diye torbasında daima birkaç şişe konyak gezdirirdi. Onun için kafası gündüzden tutkundu. Hemen uyuyuverdi.
Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı. Sokakların inek, öküz, kaz, koyun kalabalığı içinde yürüdü. İhtiyar Cambaz Hüseyin’in evini buldu. Bu, ak sakallı, kısacık boylu, şeytana benzer bir adamdı. On altı yaşında bir çocuk kadar çevikti. Yürürken zıp zıp sıçrıyordu.
Mıstık selamdan sabahtan sonra beyaz bir eşek istediğini söyledi. İhtiyar böyle bir hayvanın bulunacağını ümit etmiyordu. Elli senedir cambazlık ettiği hâlde ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü.
“Ama ara sıra bir uğra…” dedi, “Kısmetin varsa bulunur.”
“Akşamları uğrarım.”
“Ne vakit istersen…”
Mıstık o gününü akşama kadar hayvan aramakla geçirdi. Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın canı sıkılmaya başladı. Beyaz eşeği bulup bulmadığını anlamak için değil, sırf kendisiyle konuşup malumat peyda etmek için ihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu. Karşısına çıkan Hacı Hüseyin:
“Oğul, senin talihin varmış!” diye bağırdı, “Bir beyaz eşek buldum!”
“Ne çabuk?”
“Sen gider gitmez şişmanca, simsiyah bir Arap geldi. Ama tuhaf bir Arap. Başında yeşil bir hacı sarığı… Ben Hicaz’da askerlik ettiğim için Arapça bilirim. Arapça konuşmaya kalktım. ‘Gurbette unuttum.’ dedi. Allah kimseyi gurbete düşürmesin! İnsan ana dilini bile kaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasız kalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya aldım.”
“Çok be!”
“Ne yapalım? Sen elliye kadar ver demedin mi?”
“Çok iyi canım, nerede bakalım, bir görelim.”
“Gel… Ahırda.”
Mıstık sık adımlarla hızlı hızlı yürüyen asabi ihtiyarın arkasına takıldı. Dış avluyu geçti. Geniş bir ahıra girdi. Köşede hakikaten süt gibi bembeyaz bir eşek duruyordu.
“Çok güzel, yarın gelir alırım.” dedi. İhtiyar sordu:
“Şimdi niye almıyorsun?”
“Yarın sabah dedim ya… Akşamın hayrı, sabahın şerrinden beterdir.”
“Olur, sabahleyin gel.”
“Güneş doğarken…” dedi. Çıkarken avlunun çitlerine, kapının kenarlarına, ahırın saçaklarına çaktırmadan dikkatli dikkatli baktı. Gözleri sokağın karmakarışık izlerinde, hana dönerken: “Bu fırsatı kaçırmamalıyım!” diyordu. İşte beyaz eşek bulunmuştu. Bunu Molla’nın haberi olmadan alıp valiye götürmeli, bütün kârı cebellübe atmalıydı. Ama Molla, eşeğin bulunduğunu haber alırsa gider, fiyatı arttırır, yine işi bozardı. “Ona duyurmam.” dedi. Düşünmeye başladı. Hana gelinceye kadar planını kurmuştu. Odabaşı ile hemen hesabını kesti. “Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye gidiyorum. İki üç gün gelmeyeceğim.” diyerek heybelerini omuzladı. Gizlice başka bir hana gitti. Sabahı dar etti. Erkenden, ortağına giydireceği külahı düşünerek uyandı. Bir ucunu pencerenin parmaklığına bağladığı uzun kırmızı kuşağını döne döne sararken, yanında başka birisi varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı:
“Hacı Hüseyin’e niçin kırk lira vereceğim?”
“Ya ne yapmalıyım?”
“Çitler alçak. Kapı da harap. Köpek de yok. Gidip gece çalarım.”
“Sonra?”
“Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kenarına götürür saklarım. Eşeği gece götürür orada boyarım. Tan karanlığında hanla hesabımı keser, boyalı eşeğe biner, vilayetin yolunu tutarım.”
“Vilayete gidince?”
“Eşeği sıcak su ile yıkar, valiye satarım.”
“Molla?”
“Külahı giydiğinin farkında olmaz bile…”
…
Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gözünün önüne Molla’yı getiriyor, başındaki beyaz sarığının yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor, bu külahı hayalinde bir sağa, bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek eğleniyordu.
Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı. Kınadan başka boya bulamadı. İki okka kına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer buldu. Molla’ya rast gelmemek için kasabaya dönmedi. Gece oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki tütünlerin hepsini içti, bitirdi. Hava bozuktu. Siyah bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı vakit vakit koyu bir karanlık kaplıyordu. Mıstık gece yarısından sonra bu karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin’in evine geldi. Durdu. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı dinledi. Bir şey duyamadı. Yürüdü. Ahıra gitti. Kapı aralıktı. İtti. İçeri girdi. Yine karanlığı dinledi. Cebinden çıkardığı kibriti çaktı. Köşede, eşek tıpkı bir mermer parçası gibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak yürüdü. Yulaf bağı kördüğüm olmuştu. Elleriyle, dişleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş, soğukkanlılıkla kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı. Beyninde bir yaygaradır koptu: “Hırsız var, hırsız var, koşun çocuklar, hırsız var!..”
…
Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı. Avlunun sağındaki yer odalarından elleri ışıklı kadınlar koşuyorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına sarılanı tanıdı. Bu, Hacı Hüseyin’di. Dün sabah bir yabancının gelip kendisinden yüksek fiyatla damdan düşer gibi bir beyaz eşek istemesi… Sonra o gider gitmez yine damdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapça bilmez bir Arap’ın kendisine bir beyaz eşek getirip satması… Daha sonra, ertesi gün gelip eşeği alacağını söyleyen müşterinin görünmemesi onu şüpheye düşürmüştü. İşte “Bu işte bir kurt yeniği var!” diye bu gece uyuyamamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde beklemişti. Yakaladığının gelmeyen müşteri olduğunu görünce öfkesinden deli olacaktı.
“İp getirin!” diye haykırdı. Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün ev halkı uyanmıştı. Kaim iplerle Mıstık’ı sımsıkı bağladılar. Canını çıkarıncaya kadar dövdüler.
***
Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hacı Hüseyin, damatlarıyla kalın incir ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının bağlarını gevşetti, arkasına taktı. Beyaz eşekle beraber hükûmet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğin rengi atıyor, boynunda, sırtında, sağrısında yol yol beyaz ve siyah çizgiler peyda oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağan yağmur altında böyle harelendikçe Hacı Hüseyin, daha beter hiddetleniyor, dönüp dönüp Mıstık’ın ensesine tokatları indiriyor, “Gidi sizi dolandırıcılar! İlk önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o yalancı Arap! Çıkarın altınlarımı…” diye küfürleri basıyordu. Gören olaya katıldı. Vaka hemen duyuldu. Bütün kasaba hükûmetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe bakıyorlar bir Mıstık’a… Gülmekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar; kına aldığı aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma zabiti gelmemişti. Uzun boylu çavuş yanındaki neferlerine gülerek emrini verdi:
“Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur altında eşek gibi onun da rengi değişmesin!”
Neferler Mıstık’ı tuttular. Ahalinin arasından çektiler, kollarının bağlarını çözmeden, dar bir kapıdan kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mıstık bu karanlıkta yapayalnız kalınca Molla’nın kendine ettiği oyunu sezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember sakallı bir çehre kırmızı dilini çıkararak sırıttı. Bu hayalin tıraşlı başında, giydiremediği külah yerine yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzak ki… Hem hilekârlık, hem dolandırıcılık hem hırsızlık… Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın altında ezilmiş gibi kıvranıyor, karanlıkta ayaklarını yere vurarak “Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!” diye suratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.
HATİFTEN BİR SEDA
Mahallenin yeni yetişen gençleri Hacı İmadeddin Efendi’nin yalnız ismini bilirlerdi. İçlerinde daha yüzünü gören yoktu. Orta yaşlılara gelince; yirmi sene evvel hac dönüşünde yeşile boyanmış kapısından girerken bir defacık onu görebilmişlerdi. Geveze ihtiyarlar kahvede, sokakta, mescitte, gece toplanmalarında hayal meyal tanıdıkları çocukluk arkadaşlarının faziletlerini, sofuluğunu anlata anlata bitiremezlerdi. Namı civarda “Radiyallahu anh” diye anılan bu zat hakikaten canlı bir evliya gibiydi. Geçmiş takva asırlarından ahir zamanın bu günlerine nasılsa kalmış bir zahit sanılırdı. Bu fâni dünyadan elini ayağını tamamıyla çekmişti. Yıllar vardı ki dışarı çıkmak değil hatta evinin ikinci katına bile inmiyordu… En yukarıda, sokak üstündeki küçük bir odanın içinde gece gündüz, sabah akşam ibadetten başını kaldırmazdı. Yatağı, yerdeki kuru seccadesi; yorganı, sırtındaki eski abasıydı. Pencerelerinin kafesleriyle perdeleri daima inikti. Bu sakin, bu karanlık odanın dışında, dar sofadaki perdesiz pencerecikten akan loş aydınlık altında abdesthane, gusülhane, abdestlik kapları duvarlara dayanmış boş tabutlara benzer, abdest musluğunun hizasındaki alçak musandıra minimini bir çocuk teneşirini andırırdı.
Hacı İmadeddin Efendi “dünya kelamı” da etmezdi. Yirmi senedir işaretle konuştuğu sadık karısı Naciye Hanım her akşam iftarlığını, her gece sahurluğunu değirmi bir bakır sininin içine kor, ayaklarının ucuna basarak musluğun yanına bırakırdı. Akil bâliğ olduğu sabahtan beri öldürmeye çalıştığı “nefs-i emmare”sini canlandırmamak için et, yumurta, yoğurt yemez, süt filan içmezdi. Yediği yalnız zeytin tanesi (ama kalamata değil, siyah zeytin), kuru incir, hurma ve bayat ekmekti. İçtiği suydu. Bütün dünya işlerine karısı Naciye Hanım bakar; vakıflarından, iratlarından paraları toplar; evi idare eder; mahallenin fakir kızlarını, kimsesiz dulları, muhtaçları vakit vakit sevindirirdi. Mahallede değil; hatta civar semtlerde oturanlar bile Zümrüdüanka Kuşu gibi adını duyup kendini görmedikleri Hacı İmadeddin Efendi hakkında gayet derin bir hürmet beslerlerdi. Derlerdi ki: “Dünya, bu gibilerin yüzü hürmetine duruyor. Yoksa şimdiye kadar çoktan batardık!”
Lakin bu kadar mukaddes, bu kadar sofu, bu kadar mübarek bir adamın bir de oğlu vardı ki… Neuzübillah! “Eşi düşman başına!” demeye kalbinde bir parça merhameti olan insanın ağzı varmaz. Gece gündüz içen rezil bir sarhoş! Namussuz bir kumarbaz! Çapkın, mütecaviz, cesur, edepsiz bir tulumbacı! Yalnız mahallenin değil, bütün semtin ahalisi onun şerrinden yaka silkerdi. Şehrin dört tarafında ayrı ayrı lakapları, isimleri vardı. Bunların içinde en çok kullanılan, İstanbul zabıtasının resmen kabul ettiği isimdi: “Kötü Tahsin”. Kapalı kadınlara laf atar, açık kızların olmayacak yerlerine dokunur, tenhada rastladığı çocukların ayaklarından zorla potinlerini çıkarıp alır, en yüksek duvarlardan atlar, dükkân peykelerini kırar, hasılı akla gelmez hıyanetler yapardı. Kötü Tahsin’i babası daha sekiz yaşında iken, bir kız çocuğunun yanağını ısırdığını duyunca reddetmiş, teyzesinin yanına vermişti. O vakitten beri Yedikule bedenlerinde kuş tutmaya, dalavere çevirmeye, Samatya izbelerinde yatmaya alışan Kötü Tahsin büyüyünce en meşhur serserilerin serdarı olmuştu. Kırk yılda bir mahalleye de uğrardı. Kahveye sendeleyerek girerken “Hoş bulduk imanım!” diye bir nara atar, akabinde bu suali sorardı:
“Bizim ölüsü kınalı moruk daha caddeyi tutmadı mı?”
…
“Ulan, bir hayırlı haber versenize bana…”
Kimse sesini çıkarmaz, herkes “Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar.” hikmetini hatırlayarak önüne bakar, tavlayı, iskambili, nargileyi bırakanlar yavaş yavaş sıvışıp giderlerdi. Kötü Tahsin, ömründe iki defa yüzünü gördüğü mukaddes babasının sabırsızlıkla ölümünü beklerdi. Bu, onun en kuvvetli mefkûresiydi. Kendisine epeyce bir şey kalacaktı. Tabii bunların hepsini satacak, vur patlasın, çal oynasın, Beyoğlu’nda yiyecekti. Bazen kafayı iyice çekerek eve de uğrar, oğluna görünmeyi en büyük günah sanan annesinden “fidye-i necat” gibi birkaç lira koparırdı. Hacı İmadeddin Efendi kıratında bir zatın sulbünden böyle bir evlat gelmesi sırf rabbani bir cilve eseriydi. Yoksa herkes hatta zabıta bile biliyordu ki Kötü Tahsin besmelesiz, şartsız şurtsuz bir piç değildir. İhtimal, bu derece mülevves evlat ihsan buyurmakla, Allahutaala, Hacı İmadeddin Efendi’yi bu fâni dünyada ağır bir imtihana çekiyordu.
***
Naciye Hanım, bir elinde şamdan, her geceki gibi kocasının sahurluğunu yukarı götürdü. Yavaşçacık musluğun yanındaki musandıraya koydu. Kalın, yeşil bir başörtüsü yüzüyle beraber hemen hemen vücudunun yarısını kaplamıştı. Uzun kıvırcık kirpikli gözleri yarı kapalı gibi yere bakıyor, soluk dudaklarında sessiz bir duanın izleri kımıldıyordu. Aşağı dönerken yüreği hop etti. Acaba aldanıyor muydu? Durdu. Dinledi. Odadan mübarek kocasının sesini tekrar işitti:
“Yahu…”
“Efendim?”
“Biraz içeri gel.”
Abdestini yeni tazelemişti. Titreyerek kapının önüne gitti. İtikâftan hiç çıkmayan kocasını ne vakitten beri görmemişti. Mandala bastı. İçeri girdi. İmadeddin Efendi kıblenin karşısında, seccadesine diz çökmüş, sarı iskelet elleriyle, önüne çöreklenmiş bin birlik bir tespihi çekiyordu. Köşede küçük bir iskemle üstündeki sönük kandilin titrek ziyası beyaz sakalını, renksiz yüzünü, madenî bir küsuf nuruyla yaldızlıyor, odadaki kabir sükûnunu sanki daha ziyade ağırlaştırıyordu.
“Burada mısın?”
“Evet, efendim…”
Yine karısının yüzüne bakmıyordu. Naciye Hanım yıllardan beri işitmeye işitmeye artık tamamıyla unuttuğu kocasının “dünya kelamını” ruhunun bütün iştiyakıyla dinledi:
“Bahçenin köşesine üç arşın derinliğinde bir mezar kazdır. Ben altmış üç yaşını bitirdim. Artık yere gireceğim. Ölünceye kadar orada ibadet edeceğim.”
!..
“Allah senden razı olsun. Şimdiye kadar benim itikâfımı bozmadın. Artık oraya da eskisi gibi nafakamı bırakırsın.”
“Başüstüne efendim!”
…
İmadeddin Efendi yine ezelî zikirlerine başladı. Naciye Hanım diri diri yere girecek olan kocasının dehşetli ulviyetinden şaşalayarak kapıdan çıktı. “Çile”nin bundan korkuncu olabilir miydi? Hıçkırarak ağlıyordu. Tombul elleriyle trabzanları tutuyor, gözyaşlarıyla bozulan abdestini çabucak tazelemek için yuvarlana yuvarlana merdivenleri iniyordu. Yarın erkenden bekçiye kazıcıları bulduracaktı.
***
Fakat bu gece Kötü Tahsin pusulayı şaşırarak kendini ayaklarının himmetine bırakmıştı. Bu yumurta ökçeli, bol paçalı ayaklar onu mahallesine getirdi. Öğleye kadar Gümüşhalkalı’da, öğleden sonra Sandıkburnu’nda kafayı çekmişti. Bastığı yeri görmüyordu. Tersi dönmüştü. “Aksaray’a teyzeme gidiyorum.” diye farkında olmayarak Fatih’e doğru yürümüş, o duvar senin, bu duvar benim, kendini ta evinin önünde bulmuştu. Tokmağı eline geçiremedi. Bir kibrit çaktı. Yeşil kapıyla tek mermer basamağı görünce güldü, “Vay ölüsü kandilli moruğun evine gelmişim be…” dedi. Gece yarısı çoktan geçmişti. Gök simsiyahtı. Sokağın içindeki evlerin hiçbirinde aydınlık yoktu. Yalnız uzaktan, köşe-başındaki tozlu bir belediye feneri bozuk kaldırımların üstünde çamurlu gölgeler oynatıyordu. Kötü Tahsin içeri alınmayacağını iyice bilirdi. Hem babasının kudsiyetinden de ürkerdi. Kendinden geçmiş bir sarhoş azmiyle, tekrar Aksaray’a gitmeyi düşündü. Ayakta duracak hâli yoktu. Bir saat daha nasıl yürüyebilirdi? “Ben varıncaya kadar sabah olacak.” dedi. Mermer basamağa çöktü. Dirseklerini dizlerine dayadı. Fesini çıkardı. Gür saçlı başını ellerinin içine aldı. Şöyle şuracıkta sızıvermek… Ne tatlıydı! Hem dinlenirdi. Hava da güzeldi. Vakıa biraz serindi. Ama onun içi yanıyor, tutuşuyordu. Yutkundu: “Ah bir bardak su…” Dikkat etti. Bir musluk şırıltısı duyar gibi oldu. Hâlbuki yakında çeşme filan yoktu. Kulak kabarttı. Karanlık sükûnu dinledi. Dinledi. Bu bir şırıltı değil, pek derinden gelen ahenktar bir mırıltı idi. Etrafına bakındı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Bir an nefes almadı. Duyduğunun ne olduğunu anlayınca güldü. “Bizim moruk…” dedi, “Uçacak ölüsü kınalı…” Sonra bedmest bir neşe ile haykırdı:
“Uç mübarek, uç!..”
Uçup da kendisini mirasına kondurmadığı mübarek babasına karşı çocukluğundan beri beslediği kini yine olanca şiddetiyle duydu. Karmakarışık küfürler savurmaya başladı. Mermer basamağın soğuğu karnına sancıdan bir bıçak gibi saplanıyordu. Sızamadı. Duruyor, duruyor, mecalsiz hamlelerle başını yukarı kaldırarak bağırıyordu:
“Uç mübarek, uç!..”
***
“Uç mübarek, uç…”
Zikrini keserek bin birlik tespihine dehşetle sarılan İmadeddin Efendi gözlerini faltaşı gibi açtı. Tıkandı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Etrafına bakındı. Hiçbir şey göremedi. Duvarlar boştu. Tavanda kandilinin belirsiz aydınlığı dalgalanıyordu. Acaba aldanıyor muyum? diye düşündü. Olanca dikkatiyle kulağını kabarttı. Duyduğu sedanın gayet derinden, gayet yüksekten aksettiğini işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Secdeye kapandı. Gözlerinden yaşlar geldi. İşte hatiften kendine hitap olunuyordu. Titreyerek doğruldu. Yirmi yıldır kapalı duran kalın perdeyi kaldırdı. Pencereyi açtı. Kömürden daha siyah bir karanlık vardı. Heyecandan, korkudan kendini kaybetmişti. Hatifin sesini tekrar işitti:
“Uç mübarek, uç…”
Gözlerini kapadı. İşte yarım asırlık ibadetten sonra keramete eriyordu. Yarın Yesevi gibi mezar çilesine girecekti. Demek Allah buna razı olmadı. Artık yarın sabah dünya yüzünde bulunmayacaktı. Erdiği kerametin huzuru içinde pencereye tırmandı. Hatifin çağırdığı tarafa, yukarıya doğru asabi bir hamle ile atıldı. Hemen aşağıya uçtu.
***
Kötü Tahsin karanlıkta küttedek önüne düşen şeye baktı. Baktı. Ne olduğunu göremedi. Dizlerinin üstünde sürünerek gitti. Eliyle yokladı. Yumuşak bir şey… Bir aba… Sevindi. “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” diye sırıttı. Sokakta kaldığını anlayan sevgili anneciği işte yukarıki odadan kendisine yatacak bir battaniye ile şilte atmıştı. Başını şilteye yerleştirdi. Hemen sızıverdi.
İki saat sonra mescide sabah namazına gidenler gayet korkunç bir manzara karşısında titrediler. Sokağın ortasında… Ölmüş babanın naaşı üzerinde sarhoş oğul yatıyordu. Mahalle, bütün semt, feci heyecanla uyandı. Kötü Tahsin’i parçalayacaklardı. Tutuldu. Bağlandı. Hemen hapse tıkıldı. Ama tahkikat neticesinde hiçbir şeyden haberi olmadığı meydana çıktı. İmadeddin Efendi’nin penceresinden kendi kendini attığı anlaşıldı.
***
Babasının kırk yıllık sakin ocağını, Beyoğlu arkadaşlarıyla gürültülü bir meyhaneye çevirerek konduğu mirası bin türlü rezaletle yerken kimse Kötü Tahsin’e aldırmıyor, herkes İmadeddin Efendi’ye lanetler yağdırıyordu. Ama bıraktığı hayrulhalef için değil; sırf kendi kendisini öldürdüğü için… Evet, halk zavallı adamcağızın nasıl haberi olmadan, keramete ererek, aceleyle yanlış tarafa uçtuğunu hiçbir vakit anlayamadı. Evliya sanarak daha sağlığında ruhuna “Fatiha, Yasin” okuyanlar, şimdi onun nefsine reva gördüğü bu çirkin cinayeti asla affedemiyorlar: “Biz ne bilelim! Dinsizin, imansızın biriymiş! Cenazesi yıkanmadan, namazı kılınmadan cehenneme gitti işte…” diyorlardı.
MÜJDE
Sabaha yakındı. Arkamızda bıraktığımız tepelerin üstü morlaşıyordu. Genç şairlerle bizi siperlere doğru götüren arabalar, karanlığın içinde, birbirinden, intizamsız kafilelerle ayrılmış tıpkı bir “dargın seyyahlar” kervanı gibi ilerliyordu. Sağımızda siyah körfezin denizi, uyanık dalgalarıyla ötüyor, sazlığa benzeyen karaltılar ta sahile kadar uzanıyordu. Yarımadanın berzahındaki bu geniş yol biraz tehlikeliydi. Sigara içilmeyecek, kibrit, fener yakılmayacaktı. Ömründe ilk defa harp mıntıkasına giren acemi bir asker heyecanı duyuyorduk! Gözlerimiz görünmeyen ufuklarda kruvazör, torpido hayalleri arıyordu. Araba arkadaşım şairlerin gözlüklüsü, “Bakın!” diye açık perdeden parmağını uzattı, “Bir ziya var. Hafif bir ziya…”
“Nerede?”
“Denizin ortasında…”
Öteki şairle beraber ben de onun gösterdiği tarafa dikkatle baktım. Hiçbir şey göremedim. Bu genç gündüz bile çok uzağı görmüyordu. Gülüştük. Sanki şosenin kenarında bizi dinleyen bir kulak varmış gibi yavaş bir sesle konuşmaya başladık:
“Torpido falan olsa zaten ışık yaymaz.”
“Ama bacasından bir kıvılcım çıksa yine görünür.”
“Tutalım ki kenarda bir torpido var. Yoldan geçen her arabaya ateş eder mi?”
“Eder ya…”
Şairlerin en genci bana, “Niçin edecek?” diye sordu. Latife etmek istedim:
“Düşman her arabayı cephane farz etmeye mecburdur.”
“Yok canım…”
“Ya arabadakiler yaralılarsa?..”
“Yaralılar geceleyin fenerleri söndürülmüş arabalarla gizlice götürülmez”
“Eee?..”
Yolun birkaç kilometre süren sahil kısmını, konuşurken nasıl geçtiğimizi duymadık. Yine denizin sesi sustu. Yine küçük tepelerin mahmur sükûnu başladı. Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu. Etrafımızdaki çalılar uyumuş seyirci gölgeler gibi göründü; arabamız durdu. Eğildim. “Ne oldu?” diye arabacıya soracaktım. Bize refakat eden nazik zabiti fark ettim.
“Artık yine toplu gideceğiz. Yol mahfuzdur, sahilden görünmez.” dedi. Geridekilerin yetişmesi için küçük bir mola verilecekti. Hemen aşağı atladık. Her gelen arabayı sanki uzak bir gurbetten dönüyormuş gibi karşıladık. Yarım saat geçmeden kafilemiz yine hareket etti. Göğün menekşe renkli kenarı pembeleşiyor, küçük yıldızlar siliniyordu. Bütün ufuk şimşek çakmış gibi ansızın aydınlandı; havada büyücek bir ateşin parladığını, doğuya doğru yeşil, sarı, sincabi alevler saçarak düştüğünü gördük.
“Top güllesi!”
“Bomba!”
“Tayyareden atıldı!”
“Gece tayyare uçar mı?”
“Ya bu ne?”
“Şahap.”
“Hayır…”
…
Ben, “Hacer-i semavi olmalı.” dedim. Gülle, bomba, tenvir tabancası olmadığına şüphe yoktu! Pek yükseklerden tutuşmuş, pek uzaklara, pek uzak ufuklara düşmüştü. Ama şahap da değildi. Çok büyük, çok renkli, çok ihtişamlıydı. Ardında bir müddet sönmeyen altın bir iz bırakmıştı. Genç şairler arabalardan atlıyorlar, gördükleri şeyin ne olduğunu münakaşa ediyorlar, bizi götüren zabitin landosuna koşuyorlardı. Düz yolda arabalar yavaş yavaş gidiyordu. Bilmem ne kadar gittik. Göğün deminki harikası unutuldu. Artık sabah olmuştu. Hafif, şeffaf bir sis fundalıkları dolanıyor, güneşin damlaları yaprakları yaldızlıyordu. Arabalar sabah molası için durdu. Asker kıyafetine girmiş, kabalaklı muharrirler, genç şairler şoseye indiler. Sanki hepsi arabalarda oturmaktan, yatmaktan yorulmuşlar, şimdi ayakta durmak, dolaşmak, dinlenmek istiyorlardı. Ben daha arabadaydım. Bir ses işittim:
“Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!”
Eğildim. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Hava gayet parlak, gayet açık mavi, gayet saftı. Bulut filan yoktu.
Aynı ses tekrar haykırdı:
“Bakın, ‘fethün karib’ görmüyor musunuz?”
“Ne, ne?”
“Ne tarafta?..”
?..
…
!..
Herkes yukarı bakıyordu. Ben de aşağıya atladım. Onların yanına gittim. Gökte dolaşmış, şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını vardı.
“ ‘Fethün karib’ değil mi?”
“İşte ha!”
“İşte ‘Kaf’ın başı.”
“Vallahi!”
“Vallahi ‘fethün karib’ işte…”
…
Hakikaten havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu. Benim gözüm de -bana rağmen- “fethün karib” terkibini okuyordu.
“Deminki ‘hacer-i semavi’ hadisesinin bıraktığı iz olacak!” dedim. Kimse işitmedi bile… Hepsinin gözü gökteydi. Hepsi, Allah’ın işaretini gören müminler gibi dalgındı. Müphem bir vect içindeydi. Yalnız kafilenin genç doktoru bu büyük manevi işarete, görmeyenleri de sonradan inandırmak için minimini Kodak’ını havaya kaldırmış, “fethün karib” müjdesinin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Bu ince, bu şeffaf duman yığını epey müddet gökte durdu. Yavaş yavaş silinirken bile şekli bozulmuyor, sarih bir katiyetle okunuyordu: Fethün karib…
***
Genç şairler karargâhlarında kumandanlara, siperlerde zabitlere, neferlere hep parlak, mavi göğün -o gelirken gördükleri- büyük müjdesini; büyük bir imanla, büyük bir samimiyetle anlatıyorlar, onları da kendileri gibi bu büyük mucizeye inandırıyorlardı. Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine giden gizli manevi yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de -bilmem nasıl oldu- gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış “fethün karib” müjdesi olduğuna şüphem kalmadı! Hatta yavaş yavaş “Hacer-i semavi izinden kalan duman!” dediğime bile pişman oluyor, sanki ağır bir küfür ettikten sonra mabedine giren küstah bir günahkârın vicdanındaki azapları duyuyordum.
TERAKKİ
Tekellümî Hikâye
Fantezi
Yaz… Ramazan! Hava öyle sıcak ki… İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi’yle Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, sigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:
…
“Evet.”
“Olur iş değil!”
“Bu kadar az zaman içinde!”
“Bu kadar terakki!”
“Bu kadar değişiklik!”
“Âdeta insan gözlerine inanmayacak.”
“Sekiz on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla.”
“Telefon yoktu be!”
“Elektrik var mıydı?”
“Ya sinema?”
“Ya otomobil?”
“Ya gramofon?”
“Yalnız o vardı işte…”
“Vardı ama nasıl?”
“Nasıl?”
“On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hadise karşısında imiş gibi hayretle dinlerdim.”
“Tayyareye ne diyeceksin?”
“Olur iş değil.”
“Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?”
“Zeplin?”
“Vay anasını. Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu.”
“Bu muhakkak.”
“Pekâlâ. Ama pahalılığa ne diyeceksin?”
“Tabii her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.”
“Para çoğaldı mı azaldı mı?”
“Azaldı mı çoğaldı mı?”
“Vallahi bilmiyorum.”
“Ben de bilmiyorum.”
“Bilmediğimiz şeye karışmamak…”
“Bu doğrudur ama…”
“Ama?”
“Bizim elimizden gelmez.”
“Fakat şunu itiraf etmeli ki her gülün bir dikeni olur.”
“Tabii…”
“ ‘Terakki’nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.”
“Ne gibi?”
“Mesela…”
Niyazi, misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir:
“Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”
Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayriihtiyari, sârî bir hareketle, tellenmiş sigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:
“Bu ne?”
“Bilmem…”
Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belagatle devam eder:
“… Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”
Neşet, bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi, alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:
“Bu ne be?”
“Saçma…”
“Ama ne güzel ne yanık söylüyor…”
“Gayet muktedir bir hatip olacak.”
“Şüphesiz.”
Sokaktan gelen ses:
“(…) Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”
Neşet ayağa kalkar. Der ki:
“Bu bir feylesof!”
“Hem derin…”
“Hem pek derin feylesof!”
“Bak, bak, bak, ne diyor…”
Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:
“(…) Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah nerede fazilet?” Niyazi oturduğu yerden, “Hem sosyalist be!” der.
“Ne demek?”
“Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…”
“Bakalım bir başına mı?”
Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar. Bir kahkaha atar.
“Olur iş değil be!”
“Ne?”
“Gel de bak!”
Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arkasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına, yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek, “Allah rızası için bir dilim ekmek!” der.
Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar:
“Ne dersin?”
“Olur iş değil…”
“Dilenci be!”
“Feylesoftan dilenci!”
“Yok, dilenciden feylesof!”
“Hem hatip.”
“Yalnız hatip mi?”
Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır.
“Bizim Darülbedayi’de böyle gür sesli bir hatip yok…”
“Yok vallahi…”
Gülüşürler:
“Hem ne şiddet!”
“Evet, öyle…”
Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın şimdiye kadar görülenlerini hiç andırmayan yeni dilencisi susmaz:
“Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… İlh, ilh…”
Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler:
“Sekiz on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?”
“Hâlbuki şimdi…”
“Bir dilencideki bu belagat!”
…
“Daha doğrusu bu küstahlık!”
“Olur iş değil!”
“Olur iş değil vallahi!..”
VELİNİMET
“Akıl, insa nın külahında bir çividir.
Yumruk yemeden kafasının içine girmez…”
Arnavut meseli
Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan’la Hürriyet Tepesi’ne gittik. Bomonti’ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane’ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lale Devri’ne dair hikmetler yumurtlamaya başladı. Damat İbrahim Paşa’nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, Kırk İki İsyanı’nı evvelden tahmin etmek şöyle dursun hatta kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.
“Hocam, bırak şu geçmişi!” dedim, “Hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenebilecek miyiz?”
“Kâğıthane’de mi?”
“Evet.”
Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak siyah gözleri sanki derinlerden dışarı çıktı. Küçük, kalıpsız fesinin altında daha büyük görünen ağır kafasını salladı:
“Sen deli olmuşsun!” dedi.
“Niçin?”
“Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lale soğanından daha pahalı.”
….
Hasan on beş sene evvel benim riyaziye hocamdı. Mektepten çıktıktan sonra arkadaşım oldu. Şimdi onunla konuşurken kübistlerin yaptığı tuhaf levhalar karşısında hissettiğimiz o “yarı bedii, yarı hendesi” zevke benzer bir tat duyarım. Onun nazarında her şey vazıhtır. Mazi, hâl, istikbal… Dimağının meçhule tahammülü yoktur. Riyazi mantığıyla en karışık, en mudil şeyleri hemen hallediverir. “İki kere iki dört” kadar kati hükümler verir. Sonra, aynı zamanda çekilmez bir nasihatçidir de… Neden bahsetseniz, sizin yahut bahse kahraman olanın hayatına ait makul bir tarz bulur. Nasihat şeklinde bir prensip ortaya çıkarır. Yanlışa kızar. Hâlbuki ona göre bütün hayat yanlıştır! Zira düşünüşünün sistemi tabiatta yoktur. Tabiatta onun kafasındaki mantık yoktur, hesap yoktur, rakam yoktur!
Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl “hacer-i muallak” gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin “amal-i erbaa” bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordu. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra keskin bir benzin kokusu… Arkamızdan bir ses geldi:
“Hasan Bey!”
İkimiz de aniden döndük.
!..
…
Otomobil durmuştu. Kesik bıyıklı esmer bir genç bize doğru gülerek koşuyordu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltosunun şıklığı, yakasındaki ağır “lutr”un parlaklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi, Hasan’ın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.
“Nasılsın velinimetim!”
“Çok iyi…”
“Ne arıyorsun buralarda?”
“Biraz hava alıyoruz, işte…”
Ben şaşırmıştım. Birdenbire Logaritmacı’nın tüyleri dökülmüş kahverengi paltosuna bakarak bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.
“Nasıl bir milyon yapabildin mi?”
“Yapamadım vallahi…”
“Ee, şimdi ne kadarlıksın?”
“Ehemmiyetsiz vallahi… Dört yüz bin liram var.”
Kulaklarıma inanamayacağım geldi. Hasan zaviyeleri görünen müstatil bir gülüşle çırpınıyordu. Soğukkanla, “Çalış, daha çalış!” dedi.
“Çalışacağım. Sen benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım!..”
“Estağfurullah.”
“Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin ben yine eskisi gibi sürünecektim.”
“Canım, senin talihin varmış! Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?”
“Bir söz ama pir söz…”
…..
Hayretten aptallaştım. Dilim tutuldu. İleride duran otomobilin arka penceresinde bir kadın hayalinin kımıldadığını fark ediyor, şık gencin Logaritmacı’yla konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi. İstanbul’un en kibar, en eski, en yüksek ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış… Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Gülerken azı dişlerinin platin kaplı olduğu gözüme çarptı. Esmer cildi çok rahat içinde yaşayan her mesut zengininki gibi taptazeydi. Parlaktı. İnce kaşlarının altında gülen gözlerinin içinde, vakıa büyük bir zekâ şulesi tutuşmuyordu. Fakat o kalın, o küt burun… Sahibinde tos vuracak bir koç azmi olduğunda şüphe bırakmıyordu. Hasan’la vedalaştı. Bana da başıyla bir selam verdi. Bekleyen otosuna hızla yürüdü. Arkasından bakıyorduk. Ben hâlâ kendimi toplayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültü ile kaçtı.
“Bu kim?” dedim, “Sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?”
“Anlatayım…” diye güldü. Tenha şosede deminki gibi yine yavaş yavaş yürümeye başladık.
?..
“Riyaziyede olduğu gibi hayatta da bazı mütearifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken yine de kimse iltifat etmez. Mesela, ‘Herkes, kendi işini kendi kendine görürse kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz!’ ”
“Allah aşkına hikmeti bırak!” diye yalvardım, “Bu zengin kim? Onu anlat.”
“İşte onu söyleyeceğim.”
“Söyle bakalım.”
“Bu genç, benim Selanik’teyken uşağımdı!” dedi. Durdum. Bir adım geri attım.
“Uşağın mıydı?” diye haykırdım. Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığıyla, elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:
“Evet, uşağımdı. Ben Balkan Harbi’nden sonra İzmir’e gitmiştim. Bir sene sonra İstanbul’a geldim. Bir gün Meserret Apartmanı’nın önünden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet… Öpmek için elime sarıldı, üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum. ‘Hiç…’ dedi, ‘Boştayım.’ Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi.
Tekrar niçin, ne sebeple para vereceğimi sordum. ‘Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım.’ dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacir gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. ‘İki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı?’ diye sordum. ‘Evet.’ dedi. Üç gün evvelinden, bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini sordum. Cevap vermedi. Yere baktı. O vakit ona Koton’u hatırlattım.”
“Koton ne?” diye sordum.
“Koton, benim Selanik’teki küçük köpeğimin adı… Bu köpekte en bariz, en kuvvetli seciye ‘istikbal endişesi’ idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider, bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol, en neşeli zamanda bile ‘yarın’ kendisine bir şey veremeyeceğimiz ihtimalini aklından çıkarmaz, hep ‘yarın’ı düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedik. Ahmet’e: ‘Senin Koton kadar hissin yok muydu?’ dedim. Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. Eyüp’te bir ip fabrikasının müdürü sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. ‘Al bunu götür. Çalış, para kazan, ye… Kimseden para isteme!’ dedim. Teşekkür etti. Ama yine yakamı bırakmadı. ‘Bana iki kuruş verin. Şimdi ekmek peynir alayım. Açlıktan ölüyorum.’ dedi. Az kalsın daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir muavenet halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp ‘bir sayin mukabili olmayarak’ muavenet edersek onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. ‘Şuradan sap, soluna gelen ilk sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova Oteli vardır. Sahibi ahbabımdır. Benden selam söyle, de ki: Ben şimdi bütün oteli süpürmeye, yıkamaya hazırım. Bütün abdesthaneleri temizleyeyim, bana beş kuruş ver. O, bu pazarlığa razı olur. Razı olmazsa ben Valide Kıraathanesi’ndeyim. Gel. Beni gör. Sana bugün ekmek parasını getirecek başka bir iş bulurum.’ dedim. Reddedemedi. Açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı. Dudakları bembeyazdı. Baygın baygın bakıyordu. Yarım saat kadar Valide Kıraathanesi’nde bekledim. Gelmedi. Ona altı gün sonra yine rast geldim. Hemen elime sarıldı. Öptü. ‘Eğer bana o gün ekmek parası vereydin, ben fabrikaya gitmeyecektim. Bana ağır bir iş gördürdün ama çalışmayı öğrettin. Çok minnettarım!’ dedi. Çabucacık ilerlediğini, ustabaşı olduğunu, günde yarım lira aldığını söyledi. Zaten müstaitti. Yalnız azminin uyanması için Hanya’yı Konya’yı anlaması icap ediyordu, ben ona anlattım. Her rast gelişimde onu daha değişmiş, daha akıllanmış, daha şıklaşmış, daha kanlanmış, daha semizlemiş gördüm. Sonra sa’yini karşılık koyarak bir zengine ortak oldu. Fanila, çorap fabrikası açtı. Sonra muhtelif dairelere müteahhit oldu. Faaliyetiyle, doğruluğuyla, namusuyla kendini tanıttı. Zenginleştikten sonra kibirlenmedi de… Şimdi beni nerede görse koşar, ‘Velinimetim!’ der. Sermayenin esası olan ‘azim’i benden aldığını hiç unutmaz…”
....
Yavaş yavaş yaklaştığımız Hürriyet Tepesi’nin yapraksız ağaçları, uzak kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, siyah, gamlı iskelet gölgeleri gibi görünüyordu. Logaritmacı’nın azme, iradeye, saye, hesaba dair söylediği hendesi hikmetleri dinlerken artık göğsümün, görünmez kesme kaya yığınları altında ezildiğini duyuyordum. Rüştiye tahsili bile görmemiş, yalın ayak başı kabak bir uşak yamağının ip ameleliğinden ustabaşılığa, ustabaşılıktan fabrikatörlüğe, fabrikatörlükten müteahhitliğe sıçradığını, müteahhitlikten otomobille milyonerliğe doğru yürüdüğünü görmek -bilmem niçin- bana acı geliyordu. Kıskanıyor muydum? Evet, kıskanıyor muydum?.. Ama niçin? Amerika’nın en meşhur, en büyük iktisat kralları da on parasız işe başlamamışlar mıydı? Muhakemem, mantığım hissiyatımı düzeltemiyordu. Uzanamadığı ciğerin karşısında “Pis!” diye yalanan sıska bir kedi kadar zavallıydım. Kendimi tutamadım. Sanki bu zenginliğe, bu saye hiç ehemmiyet vermiyormuşum gibi istihkarla yüzümü ekşittim. Başımı salladım.
“Yeni zengin işte…” dedim. Logaritmacı durdu. Döndü. Derin siyah gözlerini açtı.
“Ne o? Beğenemiyor musun?” diye güldü, “Kuruntuyu bırak. Zenginlik bu! Şarap değil yavrum! Eskisi de bir yenisi de!”
…
DAMA TAŞLARI
Halk Edebiyatından
Deli pazarı ....
Atalarsözü
Ali Dânâ Efendi, Edirnekapısı semtinde dedesinin dedesinden kalma eski viran evde oturur, kırk yılda bir dışarı çıkardı. Son zamanlarda birtakım genç âlimlerin binbir rica, yüz bir teşekkürle gezip yıkık sakatlarının, eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini aldıkları bu harabe iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu. Beş dönüme yakın bahçesi kable’t-tarih bir ormanı andırırdı. Büyük çitlembik, çınar ağaçlarının altında isimlerini kimsenin bilmediği irili ufaklı yüzlerce ağaçlar, otlar, baldıranlar, deve dikenleri, yılanyastıkları arapsaçı gibi yer yer karışmıştı. Ağustos böceklerinin ninnileri, dızdızların ahenkleri sanki bu karanlık gölgelerde saklı haşeratı uyuturdu. Çitlembik çalmak için, yüksek duvarlardan aşarak bu bahçeye bir defacık girme kabadayılığını gösterebilen küçük külhanbeyler; bir daha buna cesaret edemezler, benizleri sarararak “sık ağaçların içinde, karanlık kovuklarda ayılar, kurtlar, kaplanlar, hatta devler” gördüklerini yeminlerle anlatırlardı. Baykuşlar o kadar çoktu ki kahkahaları gündüz bile işitilirdi. Dânâ Efendi bu evin, ceddi Mahmut Ağa tarafından yapıldığını bilirdi. Bu Mahmut Ağa, Kara Mustafa Paşa’nın kethüdalarından biriydi. Evi gezmeye gelen meraklıların önlerine çok eski bakır kaplar, kazanlar, cezveler, sahanlar yığar; bunların kenarlarındaki “kargacık burgacık” stilinde okunmaz bir mührü göstererek “Bakınız, mimi görüyorsunuz ya? Kefin ucunda da kaf var. Tı, fe… rı silinmiş, eskiden şına nokta koymazlarmış. Dikkat ediniz. Okuyamıyor musunuz? Efendim, gayet açık: ‘Veziriazam Kara Mustafa Paşa kethüdası Mahmut Ağa!’ ” derdi. Hâlbuki Dânâ Efendi’nin içinde su gibi bir satır yazı okuduğu bu mühürcüğün nısf-ı kutru ancak yarım santimetreydi. Gören genç âlimler bu mührü “hat sanat-ı nefisimiz”in tespih böceği büyüklüğünde emsalsiz bir abidesi telakki ederlerdi. Eski ev, eski eşya, eski kitap, eski esvap, eski kundura, eski halı, eski şarap meraklısı olan Dânâ Efendi evinin kırılan çerçevelerini tamir ettirmez, eski çamaşırlarını değiştirmez, eski dostlarından vazgeçmezdi. Tam evvel zamankârî bir rint hayatı sürüyordu.
Eski bir merakı da dama oyunu idi. Kışın çini ocaklı odasında, yazın bahçesindeki yıkık, suyu yosunlu eski havuzun kenarına serdiği hasırın üstünde eski dostlarından biriyle dama oynamak yegâne zevki, yegâne eğlencesiydi.
Yine bir gün, bu eski hasırın üstünde uzanmış, çubuğunu çekiyordu. Evin camları kırık tepe pencerelerinden girip çıkan serçelere gözleri dalmıştı. Hızlı bir rüzgâr esti. Geniş saçaktan bir tahta parçası koptu. Yere düştü. Dânâ Efendi sevgili evinin bu kışı nasıl geçireceğini acı acı düşündü. Her şey gibi içinde doğup büyüdüğü, içinde evlendiği; dedesinin, babasının, annesinin, kardeşlerinin, birbiri arkasına aldığı karılarının, çocuklarının, kızlarının ölülerini içinde kefenlediği bu uğurlu ev de yıkılacaktı… Dünyada zaten ne bakiydi? Hiç, hiç… Evet hiç! Gözlerini saçaktan ayırdı. Havuza dikti. Orada gayet iri, kart bir kurbağanın kendisine baktığını gördü. Dikkat etti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/kulah-69428125/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.