Forsa

Forsa
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Forsa

FORSA

Tarihî Hikâye
Akdeniz’in esatir yuvasını andıran nihayetsiz ufuklarına bakan küçük tepe minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçi yoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar çılgın naralarla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik, ta vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki viran kulübenin kapısız methalinden bir ihtiyar çıktı. Saçı, sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.
“Hayırdır inşallah!” dedi. Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını iki elinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğrulmuş sanılacaktı. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Tekrar başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı. Fakat görünürde bir şey yoktu.
***
Bu, her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade geçmişti. Otuz yaşında dinç, levent, kuvvetli bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi sene onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi sene iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi senenin yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi sene içinde birkaç defa halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Fakat onun çelikten daha sert adaleli bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız abdest alamadığı için üzülürdü. Daima güneşin doğduğu tarafı soluna ve ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vaktini gizli gizli, işaretle eda ederdi. Elli yaşına gelince korsanlar onu “Artık iyi kürek çekemez!” diye çıkarıp bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On sene kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Allah’a çok şükrediyordu çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Abdest alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı ayetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün ümidi memleketine, Edremit’e kavuşmaktı. Otuz sene içinde hiçbir an ümidini kesmedi. “Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, elli yıl esirlikten sonra da memleketime kavuşacağıma öyle inanırım!” derdi. En şanlı, en meşhur Türk gemicilerindendi. Daha yirmi yaşındayken Tarık Boğazı’nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rast geldiği ücra adalardan cizyeler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına, hafif gemisiyle berbat etmişti. O vakitler Türkeli’nde namı dillere destandı. Padişah bile kendisini saraya çağırtmıştı, maceralarını dinlemişti. Çünkü Hızır Aleyhisselam’ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tamamıyla başka bir cihandı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını işte bu, senesi bir büyük günle bir büyük geceden ibaret olan başka cihandan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, esir dolu vatana dönerken kenarsız denizin ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale’yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba hâlâ sağ mıydı? Kırk senedir yalnız taht yerinin, İstanbul’un minareli ufku hayalinden hiç silinmemişti. Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş’ın önüne demir atarım. diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi onu sözde azat etti. Bu azat etmek değil, sokağa, açlığa, perişanlığa atmaktı. İhtiyar esir, bu viran bağın içindeki harap kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, ihtiyarlığına acıyanların verdiği ekmek parçalarını toplayıp dönüyordu. On sene daha geçti. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık kendisini istemiyordu. Nereye gidecekti?
Fakat işte eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk senelik bir rüya… Türklerin, Türk gemilerinin gelişi…
Gözlerini kadit elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere yine baktı. Evet, mutlaka geleceklerdi. Buna o kadar emindi ki…
“Kırk sene görülen bir rüya yalan olmaz!” diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir ümit tufanı gibi her tarafı parlatıyordu.
Martıların: “Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!” gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan esvabının içine kaçıyorlar, gür beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. İhtiyar esir rüyasında ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin aksiyle parlıyordu.
***
“Bizimkiler! Bizimkiler!” diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. “Acaba rüyam devam mı ediyor?” şüphesine düştü. Fakat uyanıkken rüya görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken donanma burnun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Kenara çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kenara doğru koştu, koştu, koştu. Karaya çıkan askerler ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce:
“Dur!” diye bağırdılar. İhtiyar durmadı; bağırdı:
“Ben Türk’üm, oğullar, ben Türk’üm!”

Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Hâline bakanların hepsi müteessir olmuştu. Heyecanı sükûn bulunca ona sordular:
“Kaç yıldır esirsin?”
“Kırk!”
“Nerelisin?”
“Edremitli.”
“Adın ne?”
“Kara Memiş.”
“Kaptan mıydın?”
“Evet…”
İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. “Beye haber verin! Beye haber verin!” diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten, kırk senedir hasret kaldığı millettaşlarını görmekten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
“Haydi, beyin yanına!” dediler. Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara pala bıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.
“Sen Kaptan Kara Memiş misin?”
“Evet!” dedi.
“Hızır Aleyhisselam’ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?”
“Benim.”
“Doğru mu söylüyorsun?”
“Ne yalan söyleyeceğim?”
“Aç bakayım sağ kolunu!”
İhtiyar kaftanının altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Beye uzattı. Pazısında haç şeklinde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
“Ben senin oğlunum!” dedi.
“Turgut musun?”
“Evet…”

***
İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona, “Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal.” dedi.
Eski kahraman kabul etmedi:
“Hayır. Ben de beraber cenge çıkacağım.”
“Çok ihtiyarsın baba.”
“Fakat kalbim kuvvetlidir.”
“Rahat et! Bizi seyret!”
“Kırk senedir dövüşe hasretim.”
Oğlu: “Vurulursun! Vatana hasret gidersin!” diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş, o vakit, birdenbire gençleşmiş bir kaptan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek:
“Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?” dedi.


YENİ BİR HEDİYE

Küçük Hikâye
Yemekten kalkalı belki bir saat olmuştu. Karı koca, kahvelerini, her vakitki gibi yalının balkonunda içtiler. İçindeki şeyler silinmiş süpürülmüş de sonra havaya mıhlanmış gümüş bir tepsiye benzeyen ay her tarafı aydınlatıyor, dargın denize uzun ve yaldızlı aksini bırakıyor; yorgun dağları, ziyasız yalıları, bülbülsüz koruları mor ve serin sisle örtüyordu. Sadi Bey üçüncü sigarasını da bitirdi. Bu, otuz yaşına gelmeden altmışını tamamlamış sıska bir gençti. Akil baliğ olmadan dökülmeye başlayan saçlarından şimdi tepesinde tek bir kıl bile yoktu. Kafası ayın ziyasıyla bir baka-bağı gibi parlıyordu. Gözlerini uzaklara, pek uzaklara dikmişti…
Karısı, Cevriye Hanım -kocasına inat- gürbüz, şişman, canlı, kanlı, genç, dinç bir vücuttu. Yirmi beş yaşında vardı. Ama o kadar körpe görünürdü ki tanıyanlar hep: “Ancak on dördünde…” hükmünü verirlerdi. Hem de şairdi. Kafiye ve millî vezin ona hayat iksiri gibi tesir ediyor, yeni şiirleri okudukça şişiyor, bu yazın dayanılmaz sıcağında Tokatlıyan’ın “frambuvaz” dondurmasını yemiş gibi ferahlıyor, iştihası açılıyor, günde on iki defa karnı acıkıyordu.
“Oh ne ulvi manzara!” dedi.

Sadi Bey sesini çıkarmadı. Sanki işitmemişti. Cevriye Hanım kıvrandı. Balkonun kenarını sıktı. Bir elini kalbinin üstüne koydu. Sık sık nefes alıyordu.
“Ah ölüyorum…” diye derin derin içini çekti. Sadi Bey uykudan uyanmış gibi sersem bir hayretle sordu:
“Niçin karıcığım?”
“Teessürden…”
“Hangi teessürden?”
“Hâlimi görmüyor musun?”
“Görüyorum.”
“Ne görüyorsun?”
“Çok yemek yedin. Biraz hazımsızlık sıkıntısı…”
“Heyhat, işte erkekler!..” diye Cevriye Hanım hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tepiniyor, hayalî bir velespitin görünmeyen tekerleklerini çevirir gibi ayaklarını hareket ettiriyor:
“Ah Sadi! Sen hiç beni anlamadın!” diyordu.
Sadi Bey, hakikaten karısını iyice anlamamıştı. O kadar hassasiyetine, teessür kabiliyetine rağmen her gün şişmanlıyor, hiç zayıflamıyordu. Sadi Bey, pek maddi, pek ciddi idi. Her şeyi soğukkanla muhakeme ederdi. Yine öyle iken muharebenin başından beri her sene donlarının kemerinden beşer parmak kasılmak mecburiyeti baş gösteriyordu. Otuz dokuz numara yakalık kullanırken şimdi otuz iki numara yakanın içindeki boynu İsveç jimnastiğinin en güç hareketlerini bile rahatça yapabilirdi.
Karısı tekrar sordu:
“Bu hâlim çok yemek yemekten mi?”
“Bilmem.”
“Bilmiyorsan niye iftira atıyorsun?”

Sadi Bey cevap vermedi. Yine derinlere daldı gitti. Fakat Cevriye Hanım’ın hiddeti geçmedi. Kocasına hiddetli hiddetli bakarak:
“Sende saksağan kadar hissiyat yoktur!” dedi, “Aklın fikrin hep yemekte… Balık pazarı tellalı mısın, nesin? Pirinç, bulgur, yağ, peynir fiyatı… Düşün babam düşün… Sanki senin düşünmenle fiyatlar düşecekmiş gibi… Hâlbuki benim teessürüm ne kadar hissî, ne kadar ruhi… Şu havada parlayan aya bakıyorum, bu gülümseyen ay şimdi küre-i arzın yarısına bakıyor… Kim bilir ne kadar aşk ve alaka levhası seyrediyor…”
Sadi Bey omuzlarını büzerek asabi bir tavırla:
“Bize ne?” dedi, “Ne seyrederse etsin…”
Cevriye Hanım, kocasına baktı, baktı. Sonra ellerini aya kaldırarak:
“Ey ilahi çehre! Gülen gözlerinin altında ne kadar hayvanlar bulunduğunu anlıyor musun?” dedi.
Yıldızsız semada yalnız başına bakan ay: “Anlıyorum, anlıyorum…” der gibi sanki daha beter gülümsüyor, hafif bir rüzgâr denizdeki uzun aksini genişletiyordu.
Sadi Bey:
“Benim başkalarının aşk ve alakasıyla uğraşacak vaktim yok…” dedi. Cevriye Hanım cevap verdi:
“Balık pazarı tellallarının işleriyle uğraşacak vaktin var ama…”
Karı koca birbirlerine baktılar.
Sadi Bey sordu:
“Sen benim ne düşündüğümü biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Ne?”
“Et.”
“Hayır.”
“Pirinç.”
“Hayır.”
“Yağ.”
“Hayır.”
“Bulgur.”
“Hayır.”
“Ee, öyle ise fasulye.”
“Hayır.”
“Kuru fasulye.”
“Hayır diyorum, hanım.”
“Ne? Patates mi?”
“Hayır…”
Cevriye Hanım kocasının başka bir şey düşüneceğine hiç ihtimal veremezdi.
“Şüphesiz bir saattir şairane hayalata dalmamıştın ya?”
“Doğru… Şairane değil…”
“Ne düşünüyordun, öyleyse sen söyle…”
“Ne düşüneceğim? Yeni bir masrafı…”
“Ne gibi?”
“Bütçemizi altüst edecek bir masraf… Bu ay üçüncü hediyeyi alacağız.”
Cevriye Hanım birden anlamadı.
“Ne hediyesi?”
“Dayının çocukları sünnet oldular. Yarın akşam davetliyiz. Ne hediye götüreceğiz? Bu ay düğünleri olan iki akrabamıza beşer liralık hediye götürdük.”
Cevriye Hanım:
“Mutlaka maddi bir hediye götürmek lazım mı?” dedi, “Manevi bir hediye götürelim. Bedava fakat pek çok kıymetli bir şey…”
“Ne gibi?”
“Ben bir şiir yazayım. Onu götürelim.”
“Böyle maskaralık olmaz.”
“Vay, sen şiiri hakir görüyorsun ha…”
“Canım… Şey.”
“Ne…”
“Böyle şey olur mu?”
“Niçin?”
“Sonra bize…”
“Ne diyecekler…”
“Deli derler…”


Karı koca yarım saat kadar münakaşa ettiler. Her münakaşadan olduğu gibi onların münakaşalarından da hiçbir netice çıkmadı. Fikirlerinin çarpışmasından âdeta hakikat şimşeği söndü. Ay, onları daha iyi görebilmek için yavaş yavaş, çaktırmadan, daha tepeye, göğün ta ortasına çıkıyordu. Cevriye Hanım: “Boş laflarınla şairane hayalatımı dağıtıyorsun!” diye kocasına darıldı. Rebabi teessüründen, gerine gerine yatak odasına çıktı. Balkonda yalnız kalan Sadi Bey, karısının içine fenalık verecek derecede müessir olan bu ulvi manzara içinde, yarın alacağı hediyeyi düşündü.
“Ne alayım? Ne alayım?..” diyordu. İki tane sünnet çocuğu… Birer kol saati alsa… Üçer liradan altı lira… Birer hokka takımı… Beşer liradan on lira. Pigmalyon’da kemik bir kâğıt bıçağının fiyatını sormuş ve tenekeden ürken cesur bir spor beygiri gibi iki adım geriye fırlamıştı. Bir kâğıt bıçağı beş buçuk liraya idi… Düşündü. Düşündü. Dünyada ucuz bir şey kalmamıştı. Bu ay hediye için on lira, mümkün değil veremeyecekti. Ayın nihayetine daha on sekiz gün vardı. Gözlerini havadan denize indirdi. Ayın aksi içinden bir karartı geçiriyordu. Dikkat etti. Bir torpido…
Havada ay… Denizde ayın aksi… Ayın aksinin içinde yaldızlı, gümüşi köpükler saçarak yürüyen sessiz, kahraman bir torpido… Bir ressam olsa şu manzaraya deli olurdu.
Sadi Bey, böyle düşünürken sanki ressammış gibi deli oldu:
“Buldum! Buldum!..” diye haykırdı.
Karısı henüz uyumamıştı. Yatak odasının penceresinden dağınık saçlı başını çıkardı:
“Ne buldun?”
“Alacağımız hediyeyi…”
“Ne? Ucuz bir şey mi?”
“Hem ucuz hem pahalı…”
“Pahalı… Kaç kuruş? Bin kuruş mu?”
“Hayır, bir milyon kuruş…”
“Tanesi mi?”
“Evet.”
“Sen deli olmuşsun? Bu parayı nerede bulacaksın?”
“Bir milyon kuruş kıymetinde ama tanesi bir liraya…”
“O ne?”
“Bil bakayım…”
“Benimle eğleniyorsun…”
“Hayır, vallahi sahi söylüyorum.”
“Söyle Allah aşkına ne?”
“Söylemem, sen de düşün, bul…”
“Söyle diyorum, şimdi zihnim dağınık…”
“Canım sende hiç sürat-i intikal yok mu?”
“Sende sürat-i intikal yoktur.”
Sadi Bey balkonda bir kahkaha attı.
“Pekâlâ, bende sürat-i intikal yoktur. Sende vardır. Öyle ise işte sana söylüyorum. Bir milyon kuruş kıymetinde bir hediye! Fakat alırken bir liraya alacağız. Nedir? Bu…”
“Eğleniyorsun benimle…”
“Hayır, eğlenmiyorum.”
“Yenir mi, yenmez mi?”
“Yenmez be… Bir milyon liralık şey hiç yenir mi?”
“Büyük mü, küçük mü?”
“El kadar.”
Cevriye Hanım, pencereden yarı beline kadar sarkarak balkona atılacakmış gibi kocasına bakıyor, düşünüyor, düşünüyor, bir türlü bulamıyordu.
“Yumuşak mı, katı mı?”
“Yumuşak ama pamuk gibi değil. Kâğıt gibi.”
“Baş harfini söyle.”
“Dal…”
Cevriye Hanım “dal” harfiyle başlayan birçok şey saydı: “Dondurma, davul, dama, def, damızlık koyun, duvar saati, dev aynası, darı, diba, demir, dem çeken güvercin, derrace, dikiş makinesi ve ilh…” O söyledikçe Sadi Bey gülüyor: “Bu milyon kuruş kıymetinde mi?” diye karısını üzüyordu. Cevriye Hanım bu hediyenin ne olduğunu bulamadı. Canı öyle sıkıldı ki… Nihayet cevaben dedi ki:
“Söyle, nedir. Yoksa vallahi kendimi aşağı atarım!” diye haykırdı.
Sadi Bey gülmekten katılıyor, parlak kafası sarsılıyordu.
“Kendini atmaya hacet yok, de ki: ‘Bende sürat-i intikal yok.’ söyleyeyim.”
“Pekâlâ, yok…”
Sadi Bey sandalyesinden kalktı. Meraktan kıvranan karısının yüzüne bakarak şen ve keyifli bir kahkaha attı: “Donanma piyangosu be…” dedi. Ağır bir masraftan birdenbire kurtulan züğürtlere mahsus samimi bir sevinçle ellerini ovuşturarak içeri girdi ve o gece pek rahat bir uyku uyudu.

BİNECEK ŞEY
Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir bela gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri, dört saattir hiç durmadan yürümüştü. Etrafına bakındı: Seyrek, sıska ağaçlı bir ormanın kenarında idi. Uzakta, tirşe rengi hafif bir sisle boyanmış kat kat dağlar görünüyordu. Köye, kasabaya benzer bir şey gözüne çarpmadı. Yolun üst tarafındaki ağaçlara döndü. Birazdinlensem… diye düşündü. Vakıa şu alacalı gölgelerde uzanıp rahat bir uyku çekmek hiç de fena değildi. Fakat karnı zil çalıyordu. “Öğleden evvel bir köye rast gelirim.” ümidiyle geceyi geçirdiği çoban kulübesinden aç çıkmıştı. Her hâlde yürümeli, bir an evvel bir köye yetişmeliydi! Ama hangi köye?.. Derviş Hasan bunu asla bilmez, düşünmez, aklına getirmezdi. Otuz senedir, omzunda keşkülü, sırtında abası, gönlünde tevekkülü, nereye gittiğini bilmediği yollardan geçmiş, ismini öğrenmediği köylerde misafir kalmıştı. Her yerde ona yiyecek, içecek verirlerdi. Anadolu tekkelerinin kapıları ağzına kadar açıktı. “Huu…” diye girer, isterse haftalarca, aylarca ta canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususi isimleri olur muydu? Onun fikrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi “dünya” demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu kanuna tabi olmadan rahat rahat yüzerse o da dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükûmet, kanun, aile, din, ahlak hasılı her şey, nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nadanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat “bir”di. O da “aşk” idi. Aşkı idrak eden büyük hakikate ermiş; haricî batıni kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.
Derviş Hasan işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külahlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri, siyah gözleri ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği “dünya”nın üstünde bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah’ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafında toplanmış bir küme masiva bulutuydu. “Vücut” yoktu. Fakat gayriihtiyari:
“Of, dizlerim…” dedi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça daralmış göğsü acıyordu. Tekrar durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı ne giden… Gözlerini yere indirince birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir “Huuu!” çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkının hakikatine dalarak, yine etrafını dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden yürümeye başladı. Gitti, gitti. Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kolları, dizleri kesiliyor, hakikatte “olmayan” vücudunun elemleri, “mevcut olan” ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak, ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı.
Yavaşça: “Ah bir araba olsa…” dedi. Sonra, sırma eyerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katarları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir hâldeydi ki… Gülümsedi.
“Bir topal eşek olsa da razıyım ya…” dedi. Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lazımdı. “Yolcu yolunda gerek…” nasihatini hatırladı. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Yürüdü. Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeye başlamıştı. Derviş Hasan şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver zahitlerin içmeye kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abdestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyla, cennet hırsıyla daima rahatsız olan ruhlarına mukabil vücutları ne kadar mesut, ne kadar rahattı… Yürüdü. Yürüdü. Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı. İleriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacıyla bir kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki…
“Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az kalsın isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, mütekâpu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:
“Allah’ım, bana merhamet et!” dedi, “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”
Sonra sürüklenerek kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti.
“At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım, merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:
“Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ızdıraplarından da sen kurtar. Sana yalvarıyorum. Mutlaka bana ‘bir binecek şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki bana bir ‘binecek’ göndermezsen buradan bir yere kımıldamayacağım. Gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”
Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlanarak sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.
Zavallı Derviş Hasan açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler… Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, laleler, sümbüller, güller… Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esîrden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.
***
Gözünü açınca iri bir Yörük’ün başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü.
“Kalk bakalım derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”
“Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”
Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde yüklü yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…
Yörük’e sordu:
“Nereye gidiyorsunuz evlat?”
“Kazdağı’na.”
“Ben de oraya…”
Hiç şüphesiz bu Yörükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak dikilen Yörük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Birçok boş, semerli hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yörük dedi ki:
“Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”
“Ne gibi?”
“Şuracıkta kısraklarımızdan biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına şu tayı kucağına al da yokuşun başına kadar çıkarıver.”
Derviş Hasan gözlerini fal taşı gibi açtı.
“Ne?” diye haykırdı.
Yörük: “Ağır değil, yeni doğdu, beş altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi, “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”
“Ben sevap falan istemem.”
“Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslüman’ız, yapma, din kardeşlerine acı…”
Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan geldiği ciheti göstererek:
“Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf…” dedi ama Yörük laf anlayacağa benzemiyordu.
“Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.”
Derviş Hasan hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslüman’a, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yörük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler. Tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersemleşti hatta “Eyvallah…” bile diyemeyerek nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah’ın şüphesiz artık “istenildiği gibi” değil “istediği gibi” vermek en haklı hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yörük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, “ ‘İstediği gibi veren’den bir daha bir şey istemeye tövbe, tövbe, tövbe!” diyordu.

TESELLİ

Eski Kahramanlar
Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipahiler yüksek beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu hâlinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek siliniveriyorlardı.
***
Bu türbede yatan ölü Erzurum Kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzu ile “salatüselam” çekerek beklediği, geç kalan Azrail’di. İşte tam otuz gün… Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını çağırırdı:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Bir gelen mi var?”
“Hayır efendim.”
....
Sadık genç araladığı kapıyı çekince yine birden kararan sanduka sükûnu içinde İskender Paşa galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vakıa korkak bir adam değildi. Ama muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek… Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek ya boğulacaktı! Düşündükçe ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi olurdu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş… İskender Paşa’nın yerde sürünen ölüsü!
Titrer, gözlerini ovuşturur, yine salatüselamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvi hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetli idi ki çocukluğunun saf muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, huri gılman alaylarını, tuba ağacını, sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile… Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca korkunç, muazzep rüyalarla uyanırdı. “Ölümünden sonra”sı havsalasına sığamıyor, adem tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman’ı Türk bayrağını Viyana surlarına doğru dalgalandırırken, er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar derebeyleri en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu. Şahın oğlu İsmail Mirza hile ile Erciş’e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim’in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, “vire” ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Hâlbuki İsmail Mirza haini daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken o, acemi bir asker dalgınlığıyla aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdar kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmut Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de… Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı… Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!
İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Bir gelen mi var?”
Kâhya kapının aralığından cevap verdi:
“Birkaç zabit gelmiş efendim.”
“Defterdara gönder. Onunla konuşsunlar.”
“Başüstüne efendim.”
....
Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, “Bizim artık dünya gailesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır.” demişti. Hâlbuki bozuk ordunun erzakını, intizamını, zapturaptını temin edemeyen defterdar yine ara sıra zabitleri kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle bekleyen, kapı halkı artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgâr, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.
***
Fakat İskender Paşa bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, süluke varmış bir derviş tevekkülüyle muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı. Pek gençken Hüsrev Paşa’nın yanındaki silahşorluğu, sonra kapıcıbaşılığı, daha sonra çavuşluğu hayalinden geçti. “Orta defterdarı” iken evlenmişti. Karısı, çocukları… Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler! Ne olacaklardı! Bir vakitler Van Kalesi’nin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede ümeradan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havalisinde de namı düşmanları titretmiyor muydu? Lakin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümera maiyetine “Kışın Erzurum Kalesi’nde çok adam barınamaz.” diye izin vermiş, Mirza İsmail’in zuhurunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız ümera ile kapı halkından ibaret gibiydi. Sonra, Mirza ile karşılaşmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya… İşte hatırlıyordu; kendi siyah at üstünde dar, çalılık bir yoldan giderken önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümera ile ulemaya bunu anlatmış, biri:
“Yılan tutmak zehir tutmaktır. Gam ile gussa suretidir.” demiş, ihtiyar bir hoca da:
“Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız.” diye tabir etmişti.
İşte o bu hayırlı tabire inanmış, Mirza’nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Vakıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında on iki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah serhadde o kadar asker tayin etmişken o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahati büyüktü! Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi…
Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul’dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızadan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sediri, köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyadan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı ve titreyerek dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti. Sonra sedire uzandı. Kâhyasını çağırdı:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Gel içeri.”
Uzun, dar cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi:
“Buyurunuz efendim?”
“Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken cellat aldığı emri yapsın. Hasekilere de söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?”
“Anladım efendim.”
Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kâhya dışarı çıkınca odanın eski sanduka sükûtu sabahsız bir bela gecesi gibi yine karardı.
***
Bir gün, akşama doğru, bu abus karanlıkta İskender Paşa tövbe istiğfar ederken kâhya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı.

“Ne var oğlum?”

“Söylesene…”
“Geliyorlar!”
Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.
“Pekâlâ.” dedi, “Vasiyetimi aynıyla icra et. Sakın namazımı lafla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah’la beraberim.”
Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı.
“Bana hakkınızı helal ediniz efendim.”
“Helal olsun oğlum, inşallah muradına eresin. Sakın bana laf söyletme… Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç.”
Ağlayan kâhya haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiğ bir aydınlık boşandı. Uzaktan kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşanın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. Zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, masivaya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden, Allah’la beraber olayım! dedi. Sureleri okuyor, rükûya, secdeye varıyordu. İki rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.
Yukarı çıkıyorlardı!
En hafif bir patırtı dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kâhyasının fısıldayan sesini bir nara gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:
“Sakın namazını bozmayın.”
“Olur, olur.”
“Ne emir almış iseniz hemen yapın.”
“Peki! Peki!”
“İşte burada! Gelin…”
Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. “Eşhedü enla…” derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarf etti. Kaldıramadı.
Kuvveti yoktu. Ettehiyyat’ın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kitlendi. Gözleri kararıyordu. Beklediği soğuk teması ensesinde şiddetle duydu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat… Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:
“Esselamu aleyküm ve rahmetullah…”
Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
“Ne durursunuz, haydi!” diye son nefesini çıkardı.
….
“Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam!”
….
Tanımadığı bir ses!.. Başını arkaya çevirip yalın kılıç yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç… Üçüncüsüne göz attı, murassa bir topuz… Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isticalle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı. Açtı. Padişahının yazısını tanırdı:
“(…) İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu, askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı vücut ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusret ve hezimet hod meşiyyet-i hüdaya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın…”
Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah eski kahramanlıklarını hatırlatıyor, uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir hilat, bir altın kılıç, bir murassa topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi tesliyetnameyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince İskender Paşa o kadar hafifledi ki tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta, öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassa topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.
Kâhyasına: “Fazıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz.” dedi. Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki cansız İskender Paşa ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvani bir hilat… Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin başparmağıyla namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun ta nihayetinde yarım batmış güneş tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı. Bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu; bu ordu, mert Turan’ın ortasındaki şımarık İran’a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de -onlarla beraber kendisi de- şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!

ÇAKMAK
“Ulan İboş, sen be!”
“Vay Mıstık, sen ha?”
“Ben ya…”
....
İki hemşehri hemen kucaklaştılar. Makedonya’dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleye inleye akan çakıllı dereciğin başında böyle karşı karşıya gelmek, onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terk ettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Yılın her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan’a geçerler; at, katır, eşek alır; kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan’dan zahire taşırlardı. Vakıa hiç ortaklık etmemişlerdi ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz, canlı birer mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:
“Ne yapıyorsun bakalım?”
“Hiç…”
“Burada ne arıyorsun?”
“Hiç. Geçiyorum. Ee sen?”
“Ben de.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Daha belli değil. Sen nereye?”
“Benim de belli değil.”
“Ne vakitten beri buradasın?”
“Bir ay var…”
“Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım!”
....
İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşaklarıydı. Anadolu’da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için toprağa, zanaat sahibi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üç yüz kâr bırakacak bir ticaret yeri…
İboş:
“Gözünü sevdiğimin Rumeli’si…” dedi, “Nerede o günler?”
Mıstık başını salladı:
“Nerede?.. Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burada on kuruş gündelikle eşek gibi çalış…”

Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gölgeliklerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt kumlu bir çölü andırıyordu.
“Çökelim şuraya, be can…”
“Çökelim be…”
Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:
“Ah, nerede bizim Mesta?” dedi. Sonra Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz, insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor; yanaklarından kan damlarken, Anadolu’ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bir keseyi Mıstık’a uzattı:
“Yap bakalım bir sigara…”
Mıstık keseyi daha açmadan zayıf, tıraşı uzamış, pis suratını fena hâlde ekşiterek:
“Tütün değil mübarek, tezek!” dedi.
“Ah bizim tütünler!”
“Dilber saçı sanırdın…”
“Tutam tutam sırmaydı…”
....
Sigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçakçıların aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyade Anadolu’nun ahlakından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikâyet ediyorlardı.
Mıstık:
“Tövbe! Tövbe!” dedi, “Hele yalan yere yemin etmeleri…”
“Evet, bu en fena tabiatları…”
“Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak…”
“Batacak, batacak…”
“Batacak!”
Tutulacak işleri, hükûmetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular… Belki bir saatten ziyade… Beğenmedikleri tütünden, birbiri arkasına, onar sigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık’a baktı:

“Ne var?”
“Ver diyorum.”
“Ne istiyorsun?”
“Bilmiyor musun?”
“Yooo…k!”
“Çakmağı ver diyorum.”
“Hangi çakmağı?”
“Ulan, inkâr mı ediyorsun?”
“Neyi be?”

İboş dişlerini sıktı. Açılan yumrukları titremeye başladı. Bu, âdeta insanı eşek yerine koymaktı! Sakin bir tatlılıkla sordu:
“Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi?”
“Hayır.”
“Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?”
“Çıkardın.”
“Sigaralarımızı o çakmakla yakmadık mı?”
“Yaktık.”
“Buradan kalkıp bir yere gittik mi?”
“Hayır.”
“Öyleyse çakmak nerede?”
“Ben ne bileyim?”
“Sen aldın…”
“Haşa…”
İboş üstünü başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar tekrar aradı. Çakmağı Mıstık’ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşehriliğe yakışmayacağını söyledi. Yalvardı yakardı. Mıstık “Haşa… Kabul etmem vallahi…” diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş’un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona “Bir pire için yorganı yakan” derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa, eşyasını taşıdığı bir müdde-i umumi, bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşçuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin müfettiş-i umumiliğine, dahiliye nezaretine, vilayete tam beş yüz kuruşluk şikâyet telgrafı çekmişti.
Bu vaka bütün Rumeli’nce meşhurdu.
“Sen beni bilirsin Mıstık…” dedi, “Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı.”
“Almadım vallahi…”
“E, sen almadın, ben de almadım, ecinliler mi gelip aldı?”
“Bilmem.”
“Ben senden bu çakmağı çıkarırım.”
“Almadım ki, ne çıkaracaksın…”

?..
....
İboş mahkemeye müracaatla dava ecinniler söyledi. Hiddetle, kasabaya doğru giden yola atıldı. Hâlbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.
İçinden: Görmedenaldım.Şahityoksepetyok.Biryemin değil mi? Ederim. dedi. Dışından -bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına- acı acı haykırdı:
“Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim.”
“Haydi gel…”
Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yan yana yürümeye başladılar; ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.
***
Yarım saat sonra…
Hükûmet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan, azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği, tepindiği işitiliyor; açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar giriyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında, çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.
Ak sakallı hâkim, enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.
İboş’a sordu:
“Bu adamın çakmağını çaldığına şahidin var mı?”
“Yok.”
Mıstık’a döndü:
“Sen de çalmadım diyorsun.”
“Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.”
“O başka mesele… Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?”
“Ederim.”
“Öyleyse evvela, senin istediğin dava görülmüş olur, yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.”
“Pekâlâ!”
Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti!
(…) Tam dışarı çıkarlarken sevinen Mıstık’a hâkim:
“Oğlum, sen on kuruş vereceksin!” dedi.
Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:
“Niçin? Ben davayı kazanmadım mı?”
“Kazandın.”
“Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?”
“Çıktı.”
“Öyleyse ne parası istiyorsun?”
“Mahkeme masrafı…”
!..
Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş’a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.
!..
?..
“Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını uğursuz…” diye, biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı

MERMER TEZGÂH

Halk Edebiyatından
Yarım Mizah
Cabi Efendi, öyle her ihtiyar gibi sabahtan akşama kadar evinde pineklemezdi. Vakıa yine ciddi bir işe elini sürmez: “Yiyeceğim var, içeceğim var! İş benim neme gerek?” derdi. Ama her sabah güneş doğmadan kendini sokağa atardı. Yegâne merakı “dünyanın ahvalini” tetkikti! “Okuryazar” güruhundandı; fakat bu faziletini hiç kullanmıyordu. Kütüphanelerin önünden geçerken kendini tutamaz: “İşte nadanların akıl ambarı!” diyerek gülümserdi. Onun fıkrince kitaplar “hakikat’in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli kerpiçlerdi. Bu kerpiçleri toplayıp bir tarafa atmayan, mümkün değil, hakikati göremezdi.
Hakikat kitapta değil, hayatın kendisinde idi. Kitaba inanan esir olur, zihni katılır, kafası kerpiçleşirdi. Hâlbuki, ancak her gün değişen, hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okunmaya layıktı. Hayatın her adımında binlerce garibe, binlerce sır binlerce dalavere gizliydi. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan hep hayatın içinde idi. Mesela elli senedir gezmekle bitiremediği şu İstanbul “bir milyon küsur sayfalı” kocaman bir kitaptı. Sokaklarında, çarşısında, pazarında dolaşan her adam da başlı başına ayrı bir cihan, ayrı bir kitaptı. Bu kitapların hepsini okumaya kalkmak ummanı içmek kadar imkânsızdı; yalnız bir tanesinin bir faslını süzebilen insan şüphesiz en büyük irfanın sahibi olurdu. Mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra mukaddes, gayri mukaddes hiçbir kerpici eline almamakla iftihar eden Cabi Efendi işte böyle, yalnız hayatı okuyan ariflerden biriydi! Bütün semt halkınca dünyanın en birinci âlimi sayılırdı. Beyaz top sakalıyla, kısa boyuyla, şişman vücuduyla en beklenilmez yerlerde yuvarlanır gibi dolaştığı görülür, yakaladığına, ufacık tombul elleriyle okşayarak nasihatler verir, ilminden, irfanından büyük küçük herkesi müstefit ederdi. Kitap gibi gazete de okumazdı. “Metelik tuzağı” dediği bu kâğıt parçalarının başından nihayetine kadar yalanla dolu olduğunu iddia eder: “Gözümle görmediğim şeye inanmam!” derdi. Velespite, gramofona, sinemaya, telefona, otomobile, tayyareye, tahtelbahre hep gözüyle gördükten sonra inanmıştı.
***
(…) Yine bir bahar sabahı, güneş, bahçesindeki evvel zamandan kalma çitlembik ağaçlarının üstünden doğarken Cabi Efendi de kapısında göründü. Birkaç adım yürüdü, durdu. Etrafına bakındı. Yerlerde çimenler yeşermiş, sıska erik dalları pembe beyaz çiçeklerle örtülmüştü. Hoşuna gitti. Sola eğri çarpık burnunu yukarı kaldırdı. Derin derin havayı kokladı. “Bu ne letafet, bu ne güzellik ya Rabbi!” diye mırıldandı. Allah, mutlaka dünyayı kullarına sevdirmek için baharı yaratmış olacaktı!.. Her sene kıştan, yağmurdan, çamurdan, kardan, soğuktan, tipiden bıkan insanlara bahar hayalden bir peri gelini gibi görünür, uyuşuk ruhlarına “teselli, hararet, ümit” serper, sonra onları “haberleri olmadan” yazın cehennemi içinde bırakarak kendi kelebekleriyle, çiçekleriyle, kokularıyla savuşup giderdi… “Ama ben dolma yutmam!” dedi, “Hepsi rüya… Birkaç hafta sonra ne bu çiçeklerden ne bu kokulardan eser kalır!” Çimenlerin üzerindeki çiylerde güneşten düşmüş parlak elmas damlalarını inadına ayaklarıyla ezdi. Sokağa çıkar çıkmaz, gece geçen zerzevatçı, sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri cıvıldayarak yiyen serçelere gözü kaçtı. Durmadı, “Birinin ettiği halt ötekine nimet…” dedi. Kendi istemediği hâlde, müstakil zihni bu münasebetsiz hadiseden bir hikmet çıkarmaya çalıştı. İstemeye istemeye arılarla insanları hatırladı. “Vakıa” aynı idi. Yalnız tarafeynin hacimlerinde tehalüf vardı. Birinde müstahsil küçük, müstehlik büyüktü. Diğerinde bunun aksi; müstahsil büyük, müstehlik küçük… Yürüdü. Şimdi nereye gidecekti!? Daima yola düzüldükten sonra buna karar verirdi. Çırpıcı’ya, Veliefendi’ye, Balıklı’ya, Eyüp’e, Sütlüce’ye gitmeyi düşündü. Hayır… Gölgesinde yürüdüğü duvarın arkasından keskin bir horoz sesi geldi. Cabi Efendi hemen başını göğe kaldırdı. Dikkatle baktı. Bulut mulut yoktu. Hava çok açıktı. “Artık horozlara da inanmamalı.” dedi, “Ne olacak? Bir tanesine kırk tavuk veriyorlar. Zavallıların sinirleri bozuluyor. Niçin, ne vakit öttüklerini bilmiyorlar.” Durdu; sakalını kaşıdı. Hava hiç bozacağa benzemiyordu. Bu güzel günü nerede geçirecekti? Ne vakitten beri Üsküdar’a geçmemişti. “Tekkelere de uğrarım.” dedi. Tekrar, yuvarlana yuvarlana yürüdü. Caddeye çıktı. Topkapı tramvayına atladı. İçi evkaf, gümrük mümrük kâtipleriyle doluydu. Evvela, bunlara kulak misafiri oldu. Hepsi saçmasapan konuşuyorlar, hatta birbirleriyle itişerek şakalaşıyorlardı. Cabi Efendi bu arsız hâlleri görmemek için gözlerini kapadı. O kadar sıkıldı ki az kalsın “Allah’ım, kulaklara da niçin birer kapak yapmadın?” diyecekti. Sirkeci’de “Oh!” diye gözlerini açtı, şehrin ta göbeğinde, bacını verdiği Köprü’yü yavaş yavaş geçti. Üsküdar vapuruna bir bilet aldı. Güverteye çıktı. Hava hakikaten çok, çok güzeldi. Bacanın çıkardığı kapkara dumanlar içinden temiz, beyaz martı sürüleri kirlenmeden geçiyor, koyu mavi denizin ortasında “Kız Kulesi” köpükten bir alev gibi parlıyordu. Cabi Efendi elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği hâlde henüz buraya gitmediğini düşündü. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Yapıldığı zaman İstanbul’da lodos esmez miydi? Daha böyle birçok sualler faal zihnine hücum etti. “Bugün şuraya gideyim. Hakikati anlayayım…” dedi. Vapur iskeleye yanaşıncaya kadar seyahat planını kurdu. Karadan Harem iskelesine gelecek, oradan sandalla Kız Kulesi’ne çıkacaktı. Ama dalgın dalgın, Ahmediye’den Karlık Bayırı’na giden sokağı geçerken gözüne tuhaf bir şey ilişti. Durdu. Kız Kulesi’ni filan hemen unuttu. Baktı, baktı, baktı:
“Olur iş değil…” dedi. Biraz karanlıkça, temiz, geniş bir marangoz dükkânı… İçinde ferah ferah kırklık, pos kara bıyıklı, şişmanca bir adam… Elinde keser, çalışıyordu; fakat beyaz mermerden büyük, narin bir tezgâhın önünde! Cabi Efendi “Aldanmayayım.” diyerek gözlerini ovuşturdu. Dikkatle baktı. Hayır. Tezgâh mermerdendi! “Acaba beyaza boyanmış kalastan mı?” şüphesi tekrar zihnini bulandırdı. Baktı. Baktı. Hiç mermerden doğramacı, marangoz tezgâhı olur muydu? Olursa mutlaka bunun hususi bir sebebi vardı! Cabi Efendi mermerin kalastan çok daha pahalı olduğunu düşündü. Başını, sakalını kaşıdı. Hiç şüphe yok, burası eskiden ya bozacı ya muhallebici dükkânıydı. Sonradan gelen bu marangoz, mermer tezgâhı hazır bulmuş olacaktı. Güldü. “Tembel herif!” dedi, Kim bilir ne kadar keser bozdu. Hiç mermer üzerinde çalışılır mı?” Birden nasihat damarlarının kabardığını duydu. Her şeyin bir usulü, bir kaidesi vardı. Usulleri, kaideleri bozanların zarar görecekleri muhakkaktı. Durmadı. Gayriihtiyari dükkânın açık kapısından girdi. “Ne var?” der gibi kendisine bakan marangoza sordu:
“Sen bu dükkânı yeni tuttun, değil mi?”
“Hayır.” cevabını alınca tekrar sordu:
“İstersen eskiden tut. Fakat senden evvel burada bir muhallebici otururdu, değil mi?”
“Hayır.”
“Öyleyse bir bozacı?”
“Hayır.”
“Ya kim otururdu?”
“Hiç kimse… Bu dükkânı ben kendim yaptırdım.”
“Ee, bu mermer tezgâh burada ne arıyor?”
“Ben koydurdum.”
Cabi Efendi gözlerini açtı. Marangoza daha keskin bir dikkatle baktı:
“Sen deli misin oğlum?” dedi.
“Hayır.”
“Akıllı bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?”
“Niçin oynatmasın?”
“Kazara keseri kaçar. Hem mermer bozulur hem keser…”
“Ben hiç keserimi kaçırmam.”
“Kaç senelik marangozsun?”
“Yirmi senelik.”
“Kaç senedir mermer tezgâh üzerinde çalışıyorsun?”
“On beş sene var…”
Cabi Efendi tezgâha yaklaştı. Marangoz gülüyor, pos bıyıklarının üstünde şiş yanakları elma gibi kızarıyordu.
“On beş senedir hiç keserini yanlışlıkla kaçırmadın mı?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/forsa-69428122/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Forsa Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв