Diyet
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.
Ömer Seyfettin
Diyet
DİYET
Eski Kahramanlar
Dar kapısından başka, aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında, tek başına gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı! On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün Anadolu’da, bütün Rumeli’de, serhat boylarında büyük bir nam kazanmıştı. Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı. O “çeliğe çifte su verme”sini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı. “Çifte su verme” sanatının, yalnız ona mahsus bir sırrıydı. Yanına çırak almaz, kimse ile çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz… Ha bire uğraşırdı. Bekârdı. Hısmı akrabası yoktu. Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka laf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız muharebe zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur; muharebeden sonra meydana çıkardı. Şehirde ona dair birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyayı terk etmiş bir garip” derdi. Siyah, şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükûnundan, düzgün sözlerinden onun öyle adi bir adam olmadığı belliydi. Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı:
“Bizim Ali…”
“Bizim koca usta…”
“Dünyada eşi yoktur…”
“Zülfikar’ın sırrı ondadır!”
derlerdi. Koca Ali, en kaim, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük mevkilere çıkacaktı. Fakat Ali’nin mizacında “başkasına minnettar kalma” ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim.” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. İsmini bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum’da ihtiyar bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. Pek az kazanca kanaat etti. İçinde “mukaddes ateş”ten bir şule bulunan her mucit gibi para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü gibi muharebelere gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların içinde “Ali Usta işi”nin methini işittikçe tadı dille anlatılmaz manevi bir zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanları parçalayan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
“Tak!”
“Tak, tak!”
“Tak, tak…”
İşte bugün de sabah namazından beri hiç durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte hazin hazin akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye lüzum görmezdi. Uzun meydandan mescide doğru yürüdü. Şehrin kenarındaki bu mütevazı mabede hep fakirler gelirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her vakitkinden fazla kalabalık gördü. Daima üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı zamanına kadar “Mesnevi” okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı.
Koca Ali yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir huzû içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten nağmeleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde de nihayetsiz bir vect, bir heyecan, bir galeyan istidadı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Manasını anlamadığı bu lisanın uhrevi ahengi onun sakin kanını sular altında saklı, derin bir girdap gibi kaynattı. Her tarafı sebepsiz bir sarsıntı ile titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına takılır gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca doğru dükkânına gidemedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanuğrusu sarı, altın tozundan nihayetsiz bir bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyordu. Yürüdü… Yürüdü… Şehirden mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine akseden yıldızlar nurdan çakıl taşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenarlardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin ruhunda kalan ahenklerini işitiyor, tıpkı mescitte gibi gaşyoluyordu. Ansızın arkasından bir ses:
“Kimdir o?” diye bağırdı.
…
Daldığı tatlı âlemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür tarafında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayriihtiyari cevap verdi:
“Yabancı yok!”
“Kimsin?”
“Ali…”
“Hangi Ali?”
…
Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:
“Koca Ali… Koca Ali be…”
…
“Sen misin Ali Usta?”
“Benim!”
“Ne arıyorsun bu vakit buralarda?”
“Hiç.”
“Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa…”
!..
Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Ne cevap vereceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler ehl-i ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı dayaktan canını çıkartırlardı ama ona fena muamele etmediler.
Dizdarbaşı: “Ali Usta, sen deli mi oldun?” dedi.
“Yok…”
“Böyle değil, gece yarısına yakın hatta yatsıdan sonra sokakta, bahusus böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?”
“Biliyorum.”
“Ee, ne arıyorsun buralarda?”
“Hiç…”
“Nasıl hiç?”
…
Koca Ali yine cevap veremedi. Dizdarlar onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
“Haydi yerine git! Dolaşma…” dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda, demin dinlediği ahengi tekrar buluyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rast gelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı.
“Tuhaf, rüzgâr açmış olacak.” dedi. Dükkânında örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu. Bunlar da çalınmaya değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki hırsız aşırma zahmetine girsin…
İçeriden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte, şehirde yaşamak da bir tür esirlikti. Hâlbuki dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı.
***
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:
“Kim o?” diye haykırdı.
“Aç, çabuk!..”
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ziya çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı.
Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulamadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde pala bıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü. Arkasında keçe külahlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı.
Dizdarbaşı: “Ali Usta, dükkânı arayacağız…” dedi. Koca Ali hayretle sordu:
“Niçin?”
“Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.”
“Ee, bana ne?..”
“Onun için işte dükkânı arayacağız.”
“O hırsızlıktan bana ne?”
“Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.”
“Bana ne?”
“O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra… Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!”
Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Hakikaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken pala bıyıklı dizdar:
“Hem bu gece geç vakit ben seni köprünün üstünde gördüm. Orada ne arıyordun?” dedi.
…
Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı.
“Arayın…” diyerek geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen başağa haykırdı:
“Ay, işte, işte!..”
…
Koca Ali gayriihtiyari dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi.
Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının bir de mücrimin yüzüne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:
“Çaldığın paraları nereye sakladın?”
“Ben para çalmadım.”
“İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.”
“Bu deriyi ben buraya koymadım.”
“Ya kim koydu?”
“Bilmiyorum.”
....
Koca Ali zaten çok lakırtı söyleyemezdi. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu. Budak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyunun ücreti de mandıradan çalınmıştı. İki kuvvetli hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban, hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması Koca Ali’nin ithamına kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hırsızlığı tevil götürmüyordu. Zaten hükûmetçe nereden geldiği, nereli olduğu belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Dudaklarını ısırdı. Kazaya rızadan başka çare yoktu! Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:
“Kolumu bırakın, kafamı kesin!” diye rica etti. Bu, ömründe onun ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok adildi:
“Hayır oğlum.” dedi, “Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şeriatın kestiği yer acımaz…”
…
Koca Ali’nin kolu, kafasından daha kıymetliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde serhatlerde dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhlıları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.
Onu Ağa Kapısı’nda, dizdarların odası altına kapadılar. Kısas gününü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek mabudu ölen bir mümin matemini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu. Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
(…) Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile dayanamıyordu.
İşte herkes onu seviyordu.
Sipahiler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmet’e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu hâlde son derece hasisti. Hâlâ şehrin pazar yerinde, küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü taşındı, nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı. Ama sipahilerle hoş geçinmek lazımdı:
“Mademki siz istiyorsunuz…” dedi, “Ben onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla…”
“Ne gibi?” diye sordular.
“Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeye razı olursa…”
“Pekâlâ, pekâlâ…”
(…) Sipahiler Ağa Kapısı’na koştular. Hacı kasabın teklifini Koca Ali’ye söylediler. O evvela “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü.
Kabul etmek istemiyordu.
Sipahiler: “Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar harp gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?” diye ısrar ettiler.
“Kula kul olmak” fâni dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırıydı.
O, daha pek gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi onu bak kime köle edecekti?
Sipahiler: “Hacının yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme!” diyorlardı.
***
Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gayet titiz, gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Hasisliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalattırıyor, ona sattırıyor… Ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona ayıklattı.
Koca Ali, sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmete yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat hacı kasabın ikide bir:
“Ulan Ali!.. Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın.” diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu.
Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında el pençe divan durdu. Yine:
“Kolunun diyetini ben verdim.”
“Yoksa çolak kalacaktın ha…”
“Benim sayemde kolun var.”
Hacı kasap âdeta bu sözleri “aferin” tarzında diline pelesenk etmişti. Her emrinin icrasından sonra kır sakallı, çirkin, sıska suratını ekşiterek mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenesinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti içinde yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu.
İşte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.
Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına tahammül… Ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
***
Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı, siyah taşta satırları biliyor, yine, Ne yapacağım, ne yapacağım? diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı. Ne yapacağım, ne yapacağım? hülyasına öyle dalmıştı ki… Kasabın geldiğini duymadı. Ansızın, uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
“Ne yapıyorsun be?”
Döndü. Efendisi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.
“Bıçakları biliyorum.” dedi.
“Hay tembel, miskin hay… Sabahtan beri ne yaptın?”
Cevap vermedi. Kapakları çürümüş, bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere baktı, baktı… İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:
“Ne yapıyorsun?”
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hizmetini durup dinlenmeden gördüğü hâlde kendini yine “tembel, miskin” diye tahkir etmeye sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çenesi kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı kasap, çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:
“Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba!” dedi, “Ben olmasam şimdi çolak dolaşacaktın…”
Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan hacı kasabın önüne:
“Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!” diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.
BEYAZ LÂLE
Vatani Hikâye
Bedbaht Rumeli Müslümanlarına
Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi; tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Gelenler, gidenlere hiç benzemiyordu. Bunların hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, esvapları parça parça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı. Bu, beklenilmeyen bozgun şehrin Hristiyanlarını sevinçten şaşırtmıştı. Erkekler köşe başlarında toplanıyorlar; kadınlar pencerelerden sarkarak kabahatli kabahatli geçen kümeleri gülümseyerek seyrediyorlar, bedava ve çok eğlenceli bir sinematograf keyfi duyuyorlardı. Rum çocukları, bu müthiş afacanlar beşikten beri ruhlarına akıtılan Türk düşmanlığını meydana vurmak için tam fırsatı bulmuşlardı.
Ellerini burunlarına boru çalar gibi götürerek kümeler arasında geçit resmi yapıyorlar; eğleniyorlar ve onlardan biraz uzaklaşınca arkalarına dönerek, “Kopsi ha… Keranadis Türkos, okso, okso…” diye haykırıyorlardı…
Askerin çekilmesi bitince nereden çıktıkları belli olmayan manliherli Bulgarlar, Türk mahallelerinde gezinmeye başladılar. Şehrin Rum ve Bulgar olmayan kısmı derin bir sükût içinde uyuyordu. Bütün perdeler inmişti. Kafeslerde heyecanlı gölgeler oynaşıyor, sararmış erkekler demirleri vurulmuş kapıların arkasında kalplerinin çarpıntısını dinler gibi bütün gün, bütün gece pinekliyorlardı.
Bu sıkıcı, bu üzücü sükûn çok sürmedi. Ertesi gün, teşrinievvelin yirmi dördüncü sabahı tatlılarla, kızartılmış etlerle, köpüklü şaraplarla, mandolinlerle, gitarlarla, bayraklarla bekleyen Hristiyan istikbalcilerin arasından muzaffer Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi. Doğruca hükûmeti ve kışlaları doldurdu. Aynı zamanda birçok komitacı da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü. Galipler sevinçlerinden bir yerde duramıyorlar, ayaklarında görünmez kanatlar varmış gibi oraya buraya koşuyorlardı.
***
Şehrin yağmasını, ahalinin katliamını intizam ve usul dairesinde idare etmek, daha içeri girilmeden merkez kumandanı tayin edilen Binbaşı Radko Balkaneski’nin vazifesiydi.
Bu, gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. İdadi devresini İstanbul’da Galatasaray Sultanisinde bitirmiş, 1900’de Sofya Harbiyesinden erkânıharplikle çıkmış, birkaç sene sonra ihtiyata nakledilmişti. Asil ve zengin bir çiftçi olan babasının bitmez tükenmez denilen parasıyla yaşıyor, hayatının bir kısmını çılgın eğlencelerle, bir kısmını da millî işlerle, yani Makedonya teşkilatıyla, bomba amirliğiyle geçiriyordu. Bekârdı. Evlenmeye vakit bulamamıştı çünkü hayatının bütün yazlarını Makedonya’da söndürür, teşkilatı teftiş eder, komite mahkemesince verilip de nasılsa icra olunmayan muallak ve mukaddes kararları yerine getirirdi. Çok zengin olduğundan paranın onca ehemmiyeti yoktu. Bütün ruhu, bütün mevcudiyeti mefkûresinde toplanmış, mefkûresinde birikmişti: Büyük Bulgaristan İmparatorluğu… Esvap giydirilmiş bir tunç heykel kadar güzel ve mütenasip vücudu vardı. Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi. Sol kolunu yürürken ve ayakta dururken hep kalçasına dayardı. Az lakırtı söyler, sık ve siyah kaşlarının altında asla kırpmadığı iri, parlak, sabit ve siyah gözlerini hep önüne diker; sanki hep önündeki Tuna’dan Korent’e, Boğaziçi’nden Drac’a kadar yeşil Bulgar rengine boyanmış hayalî bir haritada tetkik ederdi Hükûmetin karşısındaki Türklerin merkez kumandanlık dairesine girince şapkasını çıkardı. Gür ve sert saçlarını eliyle geriye attı. Yaverine:
“Ne kadar çete reisi varsa beş dakikaya kadar hepsi buraya…” emrini verdi. Yaver koşarak dışarı çıktı. Biraz sonra şehrin bütün sokaklarında süvariler dörtnala koşmaya başladılar. Henüz nizamiye ve gönüllü taburlarının neferleri dağılmamıştı. Radko beş dakikayı boş geçirmek istemedi. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hizmetçisini çağırdı. Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele ile yuttu. Sonra Türk kumandanının daha toz konmamış olan yumuşak ve geniş koltuğuna yerleşti. Sigarasını yaktı. Burası; kalın, fes rengi perdeli, halı döşeli süslü bir oda idi. Bir askerî mevkiden ziyade dul ve ihtiyar bir kadının hücresine benziyordu. Duvarlarda askerliğe ait ne bir levha, ne bir program, ne bir timsal vardı. Köşede cevizden camlı bir dolabın üstünde büyük bir nargile, efendisiyle kaçmamış da korkusundan apışıp kalmış gibi uslu ve sessiz duruyordu. Etin kokusunu duyan ve iki üç gündür şüphesiz aç kalan tekir bir kedi kapıdan bakıyor, gözlerini Radko’nun gözlerine dikerek masum ve hissiz bir seda ile miyavlıyordu. Radko insana uyku getiren bu yumuşak koltukta duramadı. Ayağa kalktı, gitti, açık pencerenin kenarına dayandı. Aşağıda kaynaşan askerlere bakarak planını zihninden geçirdi. Serez’de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankadaki paraları alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu, yarım saatlik bir işti. Lakin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak… Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört on beş yaşında dokuz tane kız getirmişlerdi. Çadırda esvaplarını soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi. Bunların ikisi güzelce idi ama pek zayıf ve sıtmalı idiler. Yedisi âdeta köylü idi. Kolları, bacakları, belleri kalındı. Avazları çıktığı kadar ağlıyorlar, işten kabalaşan elleriyle yüzlerini kapamaya çalışıyorlardı. Gürültülerinden, hıçkırıklarından hiddetlenmiş, hepsini taburun askerlerine vermişti. Onlar da aralarında taksim ettiler, her takıma birer tane düşüyordu. Çırçıplak soyup, şarabı içirtip hora teptirerek sabaha kadar eğlendiler… Radko sabahleyin geçerken atının üzerinden, yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmiş ölülerini görmüştü… Kendisine layık kız burada, Serez’de idi. En güzellerinden üç tane ayıracak, muharebenin nihayetine kadar öldürmeyip keyif çatacaktı. Bu üç güzel Türk kızının hayali gözünün önünden gitmiyor; onların kollarında bulacağı zevki, ne Paris’teki aktrislerin ne de Sofya’daki şantözlerin balina, kauçuk, helyotrop kokan şüpheli lezzetlerine benzetebiliyordu. Ezelî ve görünmez bir sır içinde gizli gizli büyüyen bu kıymetli çiçeklerin kokuları başka, pek başka olmalıydı…
Cami tarafından çete reislerinin birkaç askerle konuşarak geldiklerini gördü. Bu reisler gür saçlı, sakalları uzun, vahşi görünümlü, tepeden tırnağa kadar silahlanmış heriflerdi. Hepsi Balkaneski’yi tanırlar, ona karşı korku ile karışık bir muhabbet, dehşet ile karışık bir ihtiram beslerlerdi. Çünkü Sofya’ya giden bir Makedonyalının onu görmemesi imkânsızdı. Makedonya komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hazzetmezdi. Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı. En kaşarlanmış, binden ziyade adam öldürmüş çete reisleri bile Balkaneski’nin cehennemi andıran fırını karşısında kalplerinin ürperdiğini duyarlar, onun soğukkanlılığından titrerlerdi. Komitacıların konuşarak merdivenden çıktıklarını işitti. Pencereden ayrıldı. Koltuğun önündeki yeşil çuha örtülü masaya dayandı ve bekledi. Bu onun resmî vaziyetiydi. Kapı vurulunca:
“Giriniz.” dedi. Bunlar on iki reis idiler. Gülerek hepsinin ellerini sıktı. En yaşlıları olan ak sakallı Dimço’nun, bu, tam yarım asır hiç dağdan inmemiş olan ihtiyar katilin omzunu okşadı ve yanına oturttu. Hizmetçi neferin koridordan getirdiği sandalyelere oturarak hepsi masanın etrafında toplandılar. Tüfekleri kucaklarında duruyordu. Nefer dışarı çıkıp kapıyı kapayınca Radko ayağa kalktı. Elini masaya dayadı.
“Sizi niçin çağırttım kardeşler…” dedi, “Biliyor musunuz? Mühim işlerimizi müzakere edip karar altına almak için…”
Ve mukaddimeye falan lüzum görmeksizin serbest ve büyük adamlara mahsus bir talakatle hâl ve mevkiyi izaha başladı. Serez ehemmiyetli bir yerdi. Hususuyla konsoloslar… Yapılacak ameliyat bu hain ve ahlaksız Avrupalıların gözlerine görünmemeliydi. Şimdi hemen ne kadar zengin varsa hepsi bir binada toplatılacaktı.
Şehrin en büyük fırını hazırlanacak, ali mahkeme için lüzumu olan sandalyeler, büyük masa, kırmızı örtü, İncil, ip, zeytinyağı, kerpeten, ustura, şiş vesaire gibi şeyler oraya götürülecek, vakit geçirmeden işe girişilecekti. Zenginlerden paraları tamamıyla alındıktan sonra umumi yağmalara izin verilecek, şehrin Türk kızları askerlere dağıtılacak, askerlerin arasında kavgaya, rekabete meydan vermemek için mahalleler bölük dairelerine ayrılacaktı. Her bölük kendi dairesindeki kızları, bir hafta sıra ile alıkoyacak, bu esnada kimsenin münasebetsizlik etmemesine, komiteler tarafından tertip olunan devriyeler dikkat edecekti.
Kızların yanında bütün gece kalmak, rakı, şarap içmek yasaktı. Bir nefer bir kızın odasında bir saatten ziyade duramayacak, işini bitirdikten sonra sırasını, bekleyen askere bırakacaktı. Sekiz yaşından aşağı kızlara dokunulmayacak, bunların çirkin, zayıfları öldürülecekti. Güzel, kuvvetlileri toplanıp vaftizlenerek Bulgaristan’a gönderilecekti. Yalnız çok ihtiyarlar, Hristiyan olurlarsa sağ bırakılacaktı. Bir yaşından altmış yaşına kadar erkek, sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar bütün kadınlar, kızlar, cesetleri meydanda kalmamak üzere sessizce kesilecek; geceleri merkez taburundan çıkarılacak angaryalar vasıtasıyla, yine iki komita reisinin nezareti altında şehrin dışarısındaki hendeklere gömülecekti. Ak sakallı Dimço, poturunun cebinden, otuz sene evvel pusuya düşürdüğü bir Türk beyinin kuşağından alarak yadigâr sakladığı gümüş tabakayı çıkardı. Kaim sigarasını sararken Balkaneski’nin lafını kesti:
“Affedersiniz, gospodin.” dedi, “Ufak çocuklardan, kadınlardan ne istiyoruz? Biz muharebe ettik. Buraları aldık. Onların canlarını bağışlamalıyız. Onlar bize silah atmadılar. Hem zaten artık burada oturamazlar, hep muhacir olurlar, yarın savuşup giderler…”
Merkez kumandanı gülümsedi. İhtiyarlıktan, yani zaaftan nefret ederdi. İnsanlar ihtiyarladıkça, ölüme yaklaştıkça pek tabii bir tebeddül hadisesinden başka bir şey olmayan ölümü sevmezler, vukuuyla mutlaka diğer bir hayatı bâis olan ölümden çekinirlerdi. İşte bu ihtiyar Dimço da yılların üzerek yıprattığı sinirlerini; hastalanmış, kanı kurumuş gevşek kalbini dinliyordu. Hâlbuki genç olsaydı… Onun gençlik hikâyelerini bilirdi. Eski Rus-Türk muharebesinde Samakov’dan çekilen Türkleri çevirmiş, hâlâ belinde taşıdığı bu eğri ve kısa pala ile kadın, erkek, bir tane kalmayıncaya kadar, öküzleriyle, atlarıyla, arabalarıyla beraber doğramış, parçalamıştı. Arkasına dayandı. Sabit gözlerini Dimço’ya dikti. Kollarını geniş, fırlak göğsünün üstüne çaprazvari koydu. Gülümseyerek:
“Sen bunamışsın Dimço Kaptan!” dedi, “Doksan üçte Sama-kov muhacirlerini niçin kestin? O vakit niçin kestinse bugün de onun için keseceksin. Merhamet; dantela, küpe, fistan, bilezik gibi, elmas gibi, kadınlara yakışır. Merhamet hakiki bir erkeğin üzerinde pek çirkin durur. Onu alçaltır. Biz, Büyük Bulgaristan için çalışıyoruz. Büyük Bulgaristan’ın içinde düşman kalmamalı. Altmış yaşını geçmiş erkeklerin, kırk beşini geçmiş kadınların çocukları olmaz. Onlar kum basmış tarlalara benzerler. İşte Büyük Bulgaristan’a düşman yetiştirmeyecek olan böylelerini Hristiyan yapıp bırakacağız. Sekiz yaşına kadar olan kızları Bulgaristan’a gönderip köylere, papazlara teslim edeceğiz. Hepsi Bulgar olacak. Düşünmek gerek. Biz çocukları kesmeyeceğiz. Yarının büyük adamlarını keseceğiz. Genç bir kadın, karnından on beş tane düşman çıkarabilir. Bir genç kadını yahut bir kızı öldürmek on beş düşman birden öldürmek demektir. Eğer Türkler buraları aldıkları vakit ihtiyarlarının laflarını dinleyip hepimizi kesselerdi bugün bir Bulgaristan olacak mıydı? Biz böylece onları önümüze katıp kovalayabilecek miydik? Yanıldılar. Fırsat ellerindeyken kadınlarımızı, çocuklarımızı kesmediler. Kesilmeyen Bulgarlar, çiftleşe çiftleşe çoğaldılar, kuvvetlendiler. Merhametli, yani zayıf hâkimlerinin altından kalktılar. İşte şimdi de tepesine bindiler.” Öteki çete reisleri Dimço Kaptan gibi cahil değildiler. Hepsi gazeteleri anlayarak okur, siyasi cereyanlara vâkıf, ideali hakkıyla duymuş, münevver kahramanlardı. Boyunlarındaki cephane çantasında Avrupa’nın Bulgaristan’a dair son neşrettiği kitaplar bulunurdu. Hatta içlerinde dört tanesi darülfünunun hukuk ve tabiiyat şubelerinden mezundular. Tahsillerini Lozan’da bitirmişlerdi. Radko Balkaneski onlara döndü. Kollarını masaya dayadı. Laflar ağzından görünmez, sönmez bir alev gibi çıkıyor; ciddi bir sükûn ile dinleyen komitacıların sanki gözlerinden, kulaklarından, burun deliklerinden geçerek kalplerinin, ruhlarının en karanlık derinliklerine giriyor, orada zehirli kıvılcımlar parlatıyordu.
“Dikkat ediniz kardeşler, dikkat!” diye devam ediyordu, “Ali meclisin kararına muhalif bir şey yapmayasınız! Katliam içtimai bir ilaçtır. İçtimai vücutlar uzvi vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların uzviyette kalmasına müsaade etmek onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. Bir memleket alındığı vakit ecnebi bir unsurun kalmasına müsaade etmek de bu mağlupların galiplerine karşı besleyecekleri pek tabii olan kin, garazla silahlanarak üremelerini, bir gün vatanın en zayıf zamanında kalkıp intikam almalarını istemekten başka bir şey değildir. Biz bu hatayı yapmayacağız.
Medeniyet, insaniyet, merhamet gibi boş, manasız olmaktan ziyade, muzır olan yalanlara inanmayacağız. Kalbimizle, sinirlerimizle değil; dimağımızla, fikrimizle hareket edeceğiz. Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiçbir yabancı unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek çünkü İspanya’da numune için müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır. Sonra Türklere bakınız. Bu heriflerin aptallıkları o derecededir ki yalnız etnografyanın esaslarını kabul etmemekle kalmazlar, dünyada ‘kavmiyet, milliyet’ gibi bir şey olduğuna da inanmazlar. Kendilerinin milliyetçilerini bile şiddetle inkâr ederler. Tarihleri, Cengiz gibi, Hülagu gibi en büyük imparatorlarına küfürlerle doludur. Bu milliyetsizlik yüzünden edebiyatsız, sanatsız, medeniyetsiz, kuvvetsiz, ailesiz, ananesiz kalan Türkler, tabii en basit hakikatlere de akıl erdiremiyorlardı. Nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Hatta ‘reaya’ diye en vâsi hürriyetleri verdiler. Hristiyanlara verdikleri bu reaya kelimesinin manası ne demekmiş biliyor musunuz? ‘Hürmet edilecek adamlar’ demekmiş. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türklerin hâli, işte bize bir derstir. Onların şimdiden sonra da bir şey anlamayacakları bu derslerden biz istifade edeceğiz. ‘Kavmiyet, milliyet’ diye bir şey olduğunu Türklerin sözde en büyük adamları olan Mithat Paşa bile bilmiyordu. İlk Bulgar ihtilallerindeki kavmî iştiyaka, millî manaya akıl erdiremiyor, bu ali hareketi iktisadi müzayakalar gibi şeylere atfederek Anadolu’nun parasıyla bizim topraklarımızı imar etmeye, caddeler, mektepler, kiliseler açmaya çalışıyordu. Hâlbuki bizim en küçük köy hocamız bile etnografya hakikatine vakıftır.”
Dimço Kaptan pek iyi anlayamadığı bu sözlere kulak vermeyerek soyulmuş bir kaplumbağaya benzeyen yuvarlak elinin kalın, kambur parmaklarıyla beyaz sakalını karıştırıyor; ötekiler, fen, hakikat ilahının zekâ ile muaşakasından doğmuş yeni bir mesihi dinleyen genç, dinç havariyyun gibi ciddi, sakin duruyorlardı. Radko Balkaneski, evet, bu yeni mesih; büyük, parlak gözlerini kırpmadan yeni bir hakikat İncil’ini ezberden okuyordu. “Kuvvet” dinini havarilerine anlatıyordu: Hak yoktu. Her şey kuvvetti. Ezemeyen ezilecek, öldüremeyen ölecekti. Tabiatın değişmeyen, asla gizli kapaklı olmayan ali kanunu zayıfın düşmanıydı. Bütün kâinat bir mücadeleden ibaret değil miydi? Ölümden hayat çıkıyordu. Yutulan zaaflardan kuvvet doğuyordu. Avrupalıların yalanlarına, boş nazariyelere, sosyalistlik hülyalarına aldanmamalıydı. “İnsaniyet” fikri dünyanın en büyük, en münasebetsiz, en eski, en rezil saçmalığıydı. Hristiyanlıktan evvel, bir veba gibi bazı dimağlara girmiş, birçok milletin, birçok cemiyetin mahvına sebep olmuştu. Bugünkü Avrupalılar laf söylerken başka, iş yaparken başka idiler. En büyük Avrupalı, en büyük Alman, Prens Bismarck harp zamanında ne yapardı? Fransız köylülerini doldurduğu evleri ateşe verdirerek hepsini canlı canlı yakar, onların çığlıklarını en latif konser gibi dinler, sonra etrafa savrulan alevli dumanları koklayıp gülerek piposunu çeker, “Bu Fransız köylüleri kavrulmuş soğan kokuyor!” diye eğlenmez miydi? Beyaz bayrak çeken kalenin üzerine top atmadılar bahanesiyle generallere darılmadı mıydı? Teslim olan Fransız askerlerini açlıktan öldürtmez miydi? Onları sularda boğdurtmaz mıydı? “Fransızı biraz kazıyınız, altında Türk bulacaksınız.” diye düşmanlarını tahkir eden Bismarck, bu, hakikaten bir dâhi olan büyük adam, sulh zamanlarında da harp zamanlarında da yalnız kuvvete inanıyordu. Dimağında merhamet, insaniyet gibi marazi, muzır hâller yoktu. Muntazam Fransız askerlerine hiç aman verilmemesini, sivil ahaliye de mümkün olduğu kadar fenalık yapılmasını emrederdi. Kendi büyük ruhunun büyük kuvvetini bütün milletinde aynıyla göremediği için canı sıkılır:
“Ah bu bizim Almanlar! Fransızları öldürüyorlar ama iştahla, istekle öldürmüyorlar!” derdi. Fransızların Almanlardan aşağı kalır yanları yoktu. Afrika’da esir aldıkları Arapların kafalarını tıraş ediyorlar, boğazlarına kadar kuma gömerek güneşte, öğle güneşinin şuaları altında bırakıyorlar, çabuk ölmesin diye ara sıra üzerlerine su döküyorlardı. İngilizlerin yaptığı katliamlar sayılamazdı. Bu ciddi, akıllı millet, bıçağının altına giren mağlubun hiçbir şeyine, ne asaletine, ne güzelliğine, ne ihtiyarlığına, ne çocukluğuna bakardı. Bu sayede değil miydi ki şimdi dünyaya, bütün dünyaya hükmediyorlar.
Evet onlar… Onlar da Yela’nın eski ve hüzünlü payitahtı olan “Kandi” şehrindeki yüksek ve tarihî mabedin içinde, güzellikleri masallara geçen minimini Modeliya prensçiklerini bıldırcın keser gibi kesmemişler miydi? Sonra işte Çin seferi. Oraya hem Alman, hem Fransız, hem İngiliz, hem Rus fırkaları gitmişti. Ne yaptılar? O kadar ki resmen ordunun arkasından bir sürü Yahudi geliyor, bu Avrupalıların yağma ettiği şeyleri satın alıyordu. Medeni Avrupalılar evleri boşaltıyor, mabetleri yıkıyorlar, binlerce, binlerce yıl yerlerinde uzun ve vakasız asırların geçtiğini görmüş, rahat rahat uyuyan tunç putları kırıyorlar, arkadan gelen Yahudilere satıyorlardı. Bu sefer esnasında Avrupa ipekli kumaşla dolmuştu. Altın ve gümüşe dair yürüdükleri yerde hiçbir şey bırakmadılar. Pekin ve civarında kızoğlankız kalmadı. İstila muharebesi edilmediği hâlde kendilerini hiç müdafaa etmeyen zararsız ahali süngüleniyor; asker, süngülemekten yorulup şikâyet edince bu ömründe eline silah almamış, kör bir tavuk kadar korkak ahalinin nehirlere atılıp boğulması için emirler veriliyordu. Bu sefere iştirak eden bütün askerlere yağma edilen şeyler esmanından yüzer frank verildi. Sonra İtalyanlar… Uzağa gitmeye hacet yok. Bunlar daha geçen gün Trablus vahasını nasıl birkaç saat içinde temizleyivermişlerdi. Radko nutkunu uzattı. Söyledi, söyledi. İnkâr edilmez bir tarzda en akli ve maddi delillerle, tarihî ve ilmî misallerle insaniyet fikrinin boşluğunu, fenalığını, bir cemiyet için ne kadar korkunç ve müthiş bir tehlike olduğunu anlattı. Avrupalıları hiç sevmiyor, onlardan nefret ediyordu. ve “Ah bunlar…” diyordu, “Kendilerinden başka kimsenin kuvvetlenmesini çekemezler…” Onun için konsoloslardan çekinmek lazımdı. Konsoloshanelerin kıyafetleri değiştirilen, Türk esvabı giydirilmiş nöbetçileri saptanacak, daima bunlar göz altında bulundurulacaktı. Zira, mutlaka bir fitne yapmaya çalışacaklardı. Vakit geçiyordu. İşte Serez’e gireli iki saat olmuştu. Daha işe başlanmamıştı.
“Haydi kardeşler!” dedi, “Çabuk olalım. Defterlerinizi çıkarınız. Bugünkü programımızı yazalım. İntizam ve birlik hem işimizi kolaylaştırır hem bizi yormaz.”
Dimço Kaptan’ın dışında hepsi çantalarından birer kurşun kalem ve birer defter çıkardılar. Radko kendi defterine evvela bir maddeyi yazıyor, sonra okuyarak onlara yazdırıyordu:
1- En büyük iki fırın yarım saate kadar yakılıp hazırlanacak. Buna Dimço Kaptan memur. Ali mahkemeye lazım olan şeyler orada bulunacak.
2- En zenginler yarım saat içinde ayrı bir binaya toplanacak. Bu binayı merkez taburundan bir takım bekleyecek.
3- Camilerin içindeki bütün eski halılar, antika seccadeler, kıymetli levhalar büyük ve cesur çarımıza, Ferdinand’a aittir. Hepsi ilk vasıta ile Sofya’ya gönderilmek üzere merkez kumandanlığına getirilecek.
4- Şehrin en meşhur ve büyük camisi olan Sultan Camisi’nin mümkün olduğu kadar süratle minaresi yıkılacak ve kapısına “Prens Boris Kilisesi” levhası asılacak. Kubbenin üzerindeki hilal indirilerek yerine Bulgar arması takılacak. Gazi Evrenos Camisi’ne halkalar mıhlanarak ordu mekkârelerine ahır, Halil Paşa Camisi domuz pastırmalarına depo olacak. Katakoz, Süleyman Efendi ve Tarhuncu Muhiddin camileri, lüzumları olmadığından, ta temellerinden yıkılacak. Yarın sabah duası papazlar tarafından bu yeni “Prens Boris Kilisesi”nde yapılacak.
5- Her çeteye muavin olarak ikişer manga asker ve birer süvari posta neferi verilecek.
6- Yukarıdaki maddeler icra olunmadan evvel Türk mahallelerinden çabucak yetmiş seksen kadar kadın istintak için toplanacak ve ilk yanan fırına getirilecek.
Radko ayağa kalktı:
“Haydi kardeşler, çabuk olalım, vakit nakittir!” dedi. Komitalar da kalktılar. Radko ayakta, çağırttığı, genç bir Çingene kadar siyah suratlı yaverine, çetelere karıştırılacak mangalar ve süvariler için emrini verdi. Dimço çıkarken döndü:
“Kusura bakma Gospodin Balkaneski.” diye gülümsedi, “Kadınlara ne soracaksınız? Zenginlerin kimler olduğunu biz biliyoruz. Biz hepsini toplarız. Paralarını bizden saklayamazlar.”
Radko hiddetlenerek cevap verdi:
“Sen bunamışsın! Sen bir tarafa çekil de rahatına bak. Kadınları para tahkiki için toplamıyorlar. Orduda generaller, miralaylar, kumandanlar var. Onlara yarın gece kız lazım, kadın lazım, eğlenme lazım. Neferler, onbaşılar, çavuşlar, zabitler keyif çatsınlar da onlar Katolik papazları gibi pineklesinler mi? Şehrin en güzel kızları onlara ayrılacak. Şehrin en güzel kızlarının hangileri olduğunu nasıl bileceğiz. Her mahalleden gelecek kadınlara soracağız. Ona göre ayırıp tertip edeceğiz. Tabii her şeyde intizam, her şeyde sıra ve saygı gerek.”
Dimço Kaptan sesini çıkarmadı. Selam verdi, kapıdan çıktı ve yavaş yavaş vazifesinin başına, fırını yaktırmaya yollandı.
Radko yalnız kalınca yine yaverini çağırdı. Ona birçok emir yazdırdı. Muavinine haber gönderdi. Onu da askerlerin, kışlaların emniyet altına alınmasına memur etti. Sonra şapkasını giydi. Kılıcını sürükleyerek sol elini kalçasına götürdü. Dışarı çıktı. Merdivenlerden indi. Koridordaki neferlerin verdiği selamları görmüyordu. Caddeden geçti. Hükûmete girdi. Yaveri çamurlu ve tozlu bir gölge gibi daima arkasından geliyordu. Kumandanın yanına gitti. Serez’in yeni mutasarrıfı, kendisi kadar meşhur Rayef’in yanı sıra, yeni jandarma kumandanı, çete reislerinden Zankof ve Polis Müdürü Lapof da orada idiler. Katliamın programını hep birlikte kararlaştırdılar.
Teşrinievvelin yirmi sekizinde mutasarrıf Rayef, On sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar tüm Müslümanlar, akşamüzeri alaturka on buçukta hükûmete müracaatla isimlerini kaydettirsinler. Kaydolmayanlar ceza görecek, diye sokaklara bir ilan yapıştırtacak ve tellal çağırtacaktı. Katliamdan şüphelenmeyen ahali hükûmetin avlusuna ve caddeye toplanacaktı. Toplananların mevcudu dokuz on bini geçince bir silah patlatılacak ve hemen:
“Türkler bir Bulgar zabiti vurdular.” şayiası çıkarılacaktı. Ondan sonra parolayı bilen askerler, jandarmalar, polisler bahçenin içindekileri hep kurşuna dizecekler, sokaktakileri köşelerden çevirip kılıçla, bıçakla mahvedeceklerdi. Çünkü birer birer toplayıp konsoloslar görmesin diye gizli gizli kesmek -vakıa muvafık ise de- başa çıkılacak bir iş değildir. Radko, arkadaşlarıyla bütün kararlarını birleştirdikten sonra durmadı, oradan çıkıp merkez kumandanlığı dairesine dönerken kapıda dimdik, iri bir süvari neferi karşısına geldi. Eli şapkasında:
“Dimço Kaptan’ın yaktırdığı fırına elli tane kadın getirildi.” dedi, “On dakikadır sizi bekliyorum kumandan…”
Radko daima arkasından gelen yaverine döndü, atını istedi. Zaten hayvanlar kumandanlık binasının köşesinde duruyor, önlerine dökülen bir çuval arpayı yiyorlardı. Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı ve süvari neferine:
“Haydi ileri geç… Fırına… Dörtnala…” dedi. Hükûmet Caddesi’nden, Maarif Kahvesi’nin önünden dörtnala geçtiler. Yoldaki eşkıyalar, askerler duruyorlar, pek iyi tanıdıkları Mayor[1 - Belediye Başkanı] Balkaneski’yi selamlıyorlardı. Kapalı Çarşı’dan çıktılar. Bazı dükkânları açık olan caddeden sola saptılar. Süvari neferi büyük bir kapının önünde atını durdurdu. Hemen yere indi.
Daima eli şapkasında:
“Burası, kumandan…” dedi. İçeriden ince iniltilerle karışık acıklı bir uğultu geliyordu. Radko hayvandan atladı ve kapıdan girdi. Bu fırın hiç çarşı fırınlarına benzemiyordu. Genişti. Yüksek tavanları sarıya boyanmıştı. Büyük ve yüksek ocağı ta nihayetinde idi. Üst kısımları açılmış kepenklerden bol bir aydınlık taşıyor ve her tarafı dolduruyordu. Türk kadınları alacalı bir ipek kumaş gibi köşeye birikmişlerdi… Yaşlılarını ayırıyorlardı. On bir tane kırk yaşından büyük kadın çıktı.
Bu yaşlıları kapının arkasına yığdılar. Geriye kalanların içinde on sekiz yaşında kızlar, kundaktaki çocuklarına meme veren genç ve taze analar bulunuyordu. Radko, bunlara gülerek tekrar ve yavaş yavaş:
“Görüyorsunuz be hanımlar!” dedi, “İçerisi sıcak. Size bazı şeyler soracağım. Terlemeyesiniz. Haydi hepiniz esvaplarınızı çıkarınız. Soyununuz. Fistanlarınızı, gömleklerinizi, donlarınızı, çoraplarınızı atınız. Çırçıplak kalınız. Hamama girecekmiş gibi… Ağanızın koynuna girecekmiş gibi… Üzerinizde yalnız saçınız kalsın… Çırçıplak, çırçıbıldak. Haydi, haydi…”
Ömürlerinde kocalarından, babalarından ve kardeşlerinden başka kimseye yüzlerini açmamış olan bu kadınlar bu korkunç emre itaat edemiyorlardı. Komitalar dipçiklerle vuruyorlar, çarşaflarını, yeldirmelerini yırtıyorlar, fakat bir tane olsun soyamıyorlardı. Bu münasebetsiz mukavemete Radko’nun canı sıkıldı. Hiddetlendi. Fırlak ve al yanakları titremeye başladı. Niye yoruluyorlardı? Yorulmaya ne hacet vardı? Mademki fırın yanıyordu. İçlerinden bir tanesini yakınca öbürleri korkacak ve asla karşı gelemeyeceklerdi.
“Durunuz, boşuna uğraşmayınız, vakit geçiyor.” dedi. Ve komitalar kendinden tarafa dönünce ilave etti:
“Soyunmaya razı olmayanlardan bir tane çekin, buraya getirin.”
İzbandut gibi iki iri komita, kümeden tuttukları bir kadını sürüklediler. Radko’nun karşısına getirdiler. Bu, balık etinde, kumral ve genç bir hanımdı. Ancak yirmi yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi. Yırtılan yeldirmesinin altından kurşuni yünden yapılmış alafranga esvapları görünüyor ve kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. Radko bir yıldırım gibi gürledi:
“Eziyet etme be karı!”
Komitalar geriye çekildiler. Masanın önünde yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor, sıkılan ve ürken çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Bu çocuğun gürültüsü Radko’yu büsbütün hiddetlendirdi. Ayağa kalktı. Kadının karşısına giderek sordu:
“Söyle, soyunacak mısın?”
Kadın yere kapandı. Öpmek için ayaklarını tutuyor, gözyaşıyla ıslanmış yüzünü, dağılan saçlarını onun boyasız ve tozlu çizmelerine sürüyordu. Çocuk daha şiddetli haykırıyor, fırının içini gürültüye boğuyordu. Radko dayanamadı. Ani bir hareketle eğildi. Bu susmayan çocuğu anasının kucağından kopardı. Fırına doğru döndü. Gözleri dönen kadın Radko’nun beline sarılıyor:
“Allah’tan kork, Allah’tan kork!..” diye yalvarıyordu. Radko, bu narin kadının başına dehşetli bir yumruk indirdi. Yere devirdi ve:
“Allah benden korksun…” diyerek hâlâ susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı. Birden çocuğun sesi kesildi. Fakat fırının içindeki kadınların hepsi birden ağlamaya, bağırmaya başladılar. Evladının alevler içinde kaybolduğunu gören ana yaralanmış dişi bir kaplan süratiyle Radko’nun boğazına atıldı. Zayıf parmaklarıyla onun yakasını yırttı. Komitalar susturmak için kadınların arasına girerek kafalarına, gözlerine vuruyorlar, hepsini al kana boyuyorlardı. Radko kuvvetli kollarıyla boğazına sarılan, kendisini boğmak isteyen bu naif kadını büktü. Altına aldı. Komitalardan üçünü adlarıyla çağırdı. Bunlar yere yatırdıkları kadının esvaplarını, gömleklerini, donunu yırttılar, kopardılar. Çırçıplak bıraktılar. Ve ellerini arkaya bağladılar. Sonra Radko hâlâ soyunmayan kadınlara dönerek zehirli bir sesle:
“Dikkat ediniz be karılar!” diye haykırdı, “Bize boşuna eziyet vermeyin. Laf dinlemeyen idam olunur. Şimdi bakın soyunmayan ve karşı gelen bu kaltağı nasıl pişireceğiz. İbret alınız. Sonra hepiniz böyle olursunuz…”
Bu sesin tüyleri ürperten dehşeti kadınları, hatta komitaları bile buz gibi dondurdu. Dimço Kaptan ocağa bakmıyor, yüzünü kapı tarafına çeviriyordu. Radko, masanın üzerinden bir ustura aldı. Kebap yapılacak kestaneleri nasıl çatlamasın diye yararlarsa o da fırında yakacağı adamın vücudunu öyle yarardı. Yarılmamış bir adam çabuk yanmazdı. Hâlbuki yarılırsa tatlı bir cızırtı çıkararak, çabucak tutuşur, mavi ve sincabi bir buhar bırakarak kül oluverirdi. Bu mavi ve sincabi buhar… Radko onun manzarasından ziyade kokusunu severdi. Ve bu koku, yakılan adamın milliyetine göre değişiyordu. Radko çok dikkat ve tecrübe etmişti. Hatta şimdi yakılan bir adamın uzaktan kokusunu duysa hangi milletten olduğunu yanılmadan söyleyebilirdi. Bulgar köylüleri kavrulmuş sarmısak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türkler… Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi.
Mahkûmu soyup bağlayan komitalara:
“Arkasını çeviriniz.” dedi, “Kımıldamasın, sıkı tutunuz.”
Elleri bağlı ve çıplak kadın, gözleri kapalı, inliyordu. Kendini kaybetmişti. Arkası çevrilince Radko elindeki ustura ile çatlatacağı bu canlı yemişe baktı. Gür ve dağınık saçlarla örtülü sırt kısmı geniş kalçalarının üzerinde küçük ve nispetsiz kalıyordu. Tüysüz ve lekesiz bacakları beyaz ve parlaktı. Ocağın alevleri satıhlarına aksediyor, pembe ve uçucu gölgeleri titretiyordu. Radko usturayı bu pembe akislerin üzerine vurdu. İki büyük haç yaptı. Belden başlayan haçların sapı baldırların üstüne kadar iniyordu. Kadın etine giren, sinirlerini koparan, kemiklerine dokunan keskin ve müthiş usturanın acısıyla haykırdı. Çırpınmak istedi. Lakin katilleri onu sımsıkı tutuyorlardı. Fışkıran kanı yere akıyor, Radko esvapları kirlenmesin diye geri çekiliyordu.
“Çeviriniz, çeviriniz, karnını çeviriniz.” dedi. Gözleri fırlayan mahkûm son kalan kuvvetini kısık sesine veriyor: “Allah, Allah, Allah!..” diye kıvranıyordu. Radko gülerek:
“Allah benim, Allah benim…” diye kurbanına cevap veriyordu. Kanlı usturayı şiş ve süt dolu memelerin üstünden ufki olarak geçirdi. Sonra daha çabuk bir hareketle bu keskin ve kırmızı aleti zavallı kadının rahmine soktu. Ve yukarıya doğru o kadar hızlı çekti ki bir anda yarılan karnından mide ve bağırsaklar, kırmızı ve kalın ip yumakları hâlinde dışarı fırladı. Radko iki adım geriledi, cebinden çıkardığı mendille ellerine bulaşan kanları silerek haykırdı:
“Haydi çabuk, içeri!”
İki komita, mahkûmu kollarından ve bacaklarından tutarak fırına soktular. Alevlerin binlerce kırmızı ve görünmez ejderha dili gibi sardığı canlı et yığınından pembe bir buhar, mavi ve sincabi bir duman çıktı. Feci ve acul bir cızırtı başladı. Radko sandalyesine oturarak gözlerini ocağa dikti. Sincabi duman vücudu göstermiyordu. Ve o koku… O süt ve yağ kokusunu Radko şimdi duyuyor, gayet tatlı ve hayalî bir sütlü kahve içiyormuş gibi derin derin kokluyordu.
Cızırtı bazı azalarak, bazı yeniden, birdenbire ateş alıp şiddetlenerek devam ediyordu.
Bu cehennemî sahneyi gözlerini kapayarak görmeyen kadınlar cızırtıyı işitmemek için kulaklarını, boğucu kokuyu duymamak için burunlarını kapayamıyorlardı. Hepsi akıllarını, dillerini kaybetmişler, hepsinin sesi kesilmişti. Radko tekrar soyunmalarını emretti. Bu sefer kimse karşı gelemiyordu. Bütün bu kadıncıklar mihaniki tereddütlerle, yavaş yavaş soyundular. Çırçıplak kaldılar. Radko bu kati itaatten memnun ve müsterih, masasına dayandı. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Bu kâğıda üç müvazi çizgi çekti. Baştaki haneye “beyaz”, ikinciye “kumral”, üçüncüye “esmer” yazdı. O daima “Rakam yalan söylemez.” der, bütün Bulgarlar gibi, bütün mütemeddin ve ciddi adamlar gibi en büyük hakikatin ancak nispet ve istatistikte bulunacağına itikat ederdi. Selikavi ve şuursuz bir ısrar ile ellerini tesettür yerlerine örtü yapan kadınlar onar onar, karşısına getiriliyor ve yanyana diziliyordu. Evvela hepsinin kollarını yukarı kaldırtıyor, bacaklarını sağa sola açtırıyordu. Sonra her birine, ayrı ayrı şehrin en güzel kızlarından üçünün adını soruyordu. Mahallelerini, evlerinin numarasını, babalarının kim olduğunu öğreniyordu. Bu âlâ Pompei tahkikat bir saatten ziyade sürdü. İfadesini verip söyleyeceği bir şey kalmayanlar fırının arkasındaki geniş ambara, sarhoş komitacıların kucağına gidiyordu. Komitacılar bu meme, karın, bacak, baldır, saç tufanının içinde şaşırıyorlar, ne yapacaklarını bilmiyorlar, korkunç bir “sadizm” hezeyanına uğrayarak en şeni, akla gelmez fanteziler icat ediyorlardı. Bu fantezilerden “canlı çukur” dedikleri en müthişiydi. Evvela yere şişman bir kadın yatırıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını, sırtüstü ve çapraz uzatıyorlardı. Bu kadının da ellerinden, ayaklarından birer kadına tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisine gelen komitacı yaklaşıyor, çıplak ve fırlak karnının ta ortasına, göbeğin biraz aşağısına küçük kasaturayı saplıyor ve hemen çıkarıyordu. Sonra koyu kırmızı bir kan fışkıran bu küçük deliğin üzerinde nefsini körletiyor; çırpınan, haykıran zavallı kadının karnında, kanlı bağırsaklarının arasında, hayvanlığının en şeni, en pis, en çirkin ateşlerini söndürüyordu.
Ve karınlarına delik açılan kadınlar hiç yaşayamıyorlar, bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölüveriyorlardı.
Radko en güzel kızların isimlerini yazdığı cetveli dikkatle süzdü. Beyaz hanesinde adı en ziyade tekrarlanan “Lâle Hanım, Hacı Hasan Bey’in kızı” idi. Kumral hanesinde “Naciye Hanım, Müderris Ahmet Efendi’nin kızı”, esmer hanesinde “İclal Hanım, Kadri Ağa’nın kızı” Hangisini intihap edecekti? Bir kere esmer istemiyordu. Çünkü hemen bütün Bulgar kızları esmerdi. Kumraldan da bıkmıştı. Sofya’yı dolduran şantözlerin de hemen hepsi kumraldı. Beyaz… Beyazı düşündü. En güzeli bu beyaz hanesindeki Lâle olmalıydı. İşte en çok onun ismi tekrar olunmuştu. Hatta bir kadın “Dünya güzeli Lâle Hanım.” demişti. Bu kim bilir nasıl bir kızdı? Hayalinde ansızın masalların anlattığı bir harem dairesi canlandırıyor, orada büyük ve ipek perdeler arasında, yumuşak, divana uzanmış, beyaz ve çıplak bir kız görüyordu. İşte her yabancı ve ecnebi gözden uzak, gölgeler ve ipekler içinde âdeta bir peri gibi büyümüş olan bu nefis Türk kızı bir saate kadar kendisinin olacaktı. Kollarını masanın üzerinden çekti. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Sırıttı. Bacakları, göğsü, koltuklarının altı, her tarafı kaşınıyordu. Bir an öyle durdu. Bu tatlı ve şedit kaşıntıları dinledi. Bir saat sonraki saadetin hülyası sanki damarlarındaki bütün kanları fışkırtmış, altüst etmişti. Cebinden çıkardığı sol eliyle burnunu kaşıdı, sonra saçlarını, ensesini… Ve birden ocağın dibinde bitmez tükenmez çubuğunu çeken Dimço’ya döndü:
“Kaptan, haydi kalk, gayet çabuk, Hacı Hasan Bey’i benim yanıma getireceksiniz. Ben merkeze gidiyorum. On dakikaya kadar evinin kapısına iki nöbetçi bırakacaksın. Kimse dışarı çıkmayacak. Haydi, gayet çabuk…”
Hızla ayağa kalktı. Arkadaki ambardan gelen haykırışları hiç işitmiyor gibiydi. Kapıya yürüdü. Dışarı çıktı ve bekleyen atına bindi. Demin koşa koşa geldiği yerlerden şimdi yavaş yavaş geçiyordu. Birçok dükkân açılmıştı. Ahali duruyor ve kendisini selamlıyordu. Fakat o hiç etrafını görmüyordu. Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynundan hasıl olan gölgeli çizgiye dikmişti. İçinden duyulmaz bir seda damarlarına yayılıyor, dimağında, kalbinde, “Bir saat sonra… Bir saat sonra…” diye tatlı bir akis bırakıyordu. Merkez kumandanlığına geldi. Şehrin saati alaturka altıyı vuruyordu. Atından indi. Fırındaki kaşıntıları artık uyuşmuştu. Şimdi bütün vücudu katılaşmış, sanki kaskatı olmuştu. Dalgın ve habersiz, yukarı çıktı. Odasına girdi. Jandarma Kumandanı Zankof’la Polis Müdürü Lapof kendisini bekliyorlardı. Oturur oturmaz konuşmaya başladılar. İşler yolunda gidiyordu. Hatta konsoloslardan bazıları mutasarrıf Rayef’e, işgal esnasında gösterilen intizam ve adaletten dolayı teşekkür bile etmişlerdi. Civardaki ve ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağını müzakereye koyuldular. Karar verdiler. Katliamcılar tayin edildi. Zankof’la Lapof emirlerini vermekte gecikmemek için durmadılar, gittiler. Radko yalnız kalmadı. Dimço’nun çetesinden dört haydut, Hacı Hasan Efendi’yi getirmişlerdi. Bu; abani sarıklı, rahat ve saadetinden, hareketsizlikten kalınlaşmış, tombul, nazik, orta boylu bir adamdı. Koyu kumral top sakalının üstünde pembe ve şiş yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde sarı bir korku gölgesi beliriyordu. Düşman kumandanından, ümit ettiği iltifatı görmemekten şaşırmış gibiydi. Radko, kendisini oturtmamıştı bile…
“Adın ne?”
“Hacı Hasan…”
“Bankada ve evinde kaç liran var?”
Hâli ve mevkiyi takdir edemeyen Hacı Hasan Efendi, cevap veremedi. Aptal aptal karşısındaki Bulgar zabitinin yüzüne baktı. Eğer böyle şeyler olacağını bilseydi, ordu ile çekilmez, Selanik’e kaçmaz mıydı? Ama Balkan ordularının medeniyet, meşrutiyet getireceğini ümit etmişti.
“Söyle, kaç lira?..”
“Susuyorsun. Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin. Evinde kaç kişi var?”
“Altı…”
“Adlarını söyle, yazacağım.”
Hacı Hasan Efendi tekrar şaşaladı. Buna ne lüzum vardı? Bu münasebetsizlik değil miydi?
“Raciye…”
“Kadın mı, erkek mi, senin nen?”
“Kadın, kaynanam.”
“Bir… Sonra?”
“Fatma, karım.”
“İki… Sonra?”
“Tarık, Zeynel Abidin, Halit, erkek çocuklarım.”
“Beş… Sonra?”
“Lâlî… Kızım.”
“Lâle… Altı.”
Hacı Hasan Efendi tecvit ve Arapça gayretiyle “ayın” harfini şiddetle çatlatarak tashih etti:
“Lâle değil, Lâlî, efendim.”
“Lâle, Lâlî, her ne ise… Başka kimse yok mu?”
“Dört tane hizmetçi var.”
“Başka?”
“Bir de ihtiyar uşak. Hepsi bu…”
“Senin evin güzelmiş. Bize lazım. Sen mahkemeye gidersin, paralarını söylersin. Lâle haricinde çoluğun çocuğun başka yere çıkarılacak. Lâle evin temizliğine bakmak için kalacak…”
Hacı Hasan Efendi kulaklarına inanamıyordu. Böyle şey olur muydu? Bu kadar konsolos varken… Cevap vermedi. Yutkundu. Başı dönüyor, elleri titriyordu. Radko ayakta, asker vaziyetinde duran komitacılara isimleri yazdığı pusulayı uzatarak Bulgarca emrini verdi:
“Bu adamı fırındaki mahkemeye teslim ediniz. Beni beklemesinler, istintakına devam etsinler. Parasını saklıyor. Sonra evi bize lazım. Evinde on iki kişi var. Yalnız Lâle ismindeki kız kalacak. Öbürleri beş dakikaya kadar evden çıkarılacak. Bu çıkanlar serbesttirler. Boyunlarına hemen hürriyet kurdelesi bağlayınız…”
“Hürriyet kurdelesi bağlayınız.” demek, “Kafalarını kesiniz.” demenin komitacasıydı. Radko biraz durdu. Ve elini masanın üzerine vurdu:
“Haydi çabuk, söylediklerimi Dimço Kaptan’a anlatınız. Dikkat edin, kız kaçmasın! Evin kapısından nöbetçiler ayrılmasınlar. Hızlı bir süvari ile bana haber gönderiniz. Gelip gezeceğim. Haydi, marş! Çabuk!”
Hacı Hasan Efendi bir şeyler söylemek istedi. Lakin komitacılar onu dışarı çıkardılar. Kapı kapanınca Radko ayağa kalktı. Bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. İşte nihayet yarım saate kadar Lâle, Serez’in en güzel kızı, kendisinin olacaktı. Yine hayalinde, fırındayken dalga geçtiği o harem köşesi, mor ve parlak halelerle karışık hâlde canlanıyor, bir esatir şiirinin rüyalara giren müphem akisleri zihninde büyüyor, uzuyor, derinleşiyordu. Hafif, mavi hareli ziyaların akıcı gölgeleriyle görülmemiş çiçeklerden yapılmış bir bahar yatağını andıran ipek sedirde bir çıplak kız, baygın ve yorgun geriniyor, yüzükoyun dönüyor, bacaklarını geriyor; dağınık, siyah saçlarıyla örtülen beyaz ve sivri memelerinin üzerine abanarak, sarıldığı menekşe rengindeki yumuşak yastığı sıkıyordu. Ve dışarıdaki süvari kollarının gürültülü nal seslerini, hükûmete toplananların uğultusunu asla duymayan Radko, hülyasının karşısında kalbinin çarpıntılarını pekâlâ işitiyordu. Yarım saat geçmemişti. Kapı vurulunca durdu ve uyandı. Giren süvari evin hazır olduğunu ve içinde yalnız bir kız bırakıldığını söylüyordu. Radko yaverini çağırdı. Ona üç saate kadar bir yere gideceğini, bu üç saat esnasında mutlaka aranması lazım gelirse Dimço Kaptan’a sorulmasını, kollardan ve inzibat memurlarından gelecek raporları okumasını, gayet mühim ve müstacel olanların da Dimço Kaptan’a gönderilmesini tembih etti. Sonra yavaş yavaş aşağı indi. Süvari ile yine yavaş yavaş, etrafını görmeden, sokaklardan geçiyordu. Atını biraz koşturursa deminki hayalinden ruhunda, dimağında, sinirlerinde kalan o sarhoşluğa benzer lezzet bozulacak sanıyordu. Yüksek duvarlı dar sokaklar… Beyaz minareli, küçük ve sakin mahalle camileri… Servili mezarlıklar… Minimini sel köprüleri… Fena ve intizamsız fakat temiz ve beyaz taşlı kaldırımların üzerinde gezinen tavuk ve kaz sürülerine serçeler de karışıyorlardı. Bu evvel zaman yolu Radko’nun hoşuna gitti. Bu yolun serin ve aydınlık sessizliği içinde ilerledikçe kendisini, hakiki ve canlı bir Şark masalının esrarına dalmış ecnebi bir masal kahramanı sanıyor; kalbi, büyük fatihlerin kaçamamış ve sağ kalmış mağluplarını çiğnerken duydukları o hiç kanmayan tatlı ve susamış heyecanıyla çarpıyordu. Önünden geçtiği sarı badanalı, uzun ve yüksek bir duvarın ortasındaki büyük ve yeşil kapıyı görünce, “Burası olacak…” dedi. Kapının önünde bir askerle iki komitacı durmuş, konuşuyorlardı. Hem bu kapı… Bulgaristan’daki Türkler bile Allah’larının Arabistan’daki evine gidip hacı oldukları vakit dönüşlerinde kapılarını yeşile boyamazlar mıydı? Mutlaka Hacı Hasan’ın konağı bu olacaktı. Arkasına döndü. Süvari neferine sordu:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/diyet-69428113/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Belediye Başkanı