İstanbul
Edmondo de Amicis
İmparatorluklara başkentlik yapmış, uğruna savaşlar verilmiş, adına şiirler yazılan kadim İstanbul, tarih sahnesinde daima özel bir konuma sahip olmuştur.1870’li yıllarda Edmondo de Amicis’in karşısında büyülendiği İstanbul, bir gezgin anılarından ziyade tasvirleriyle her bir yapısı ve tüm sokakları, denize nazır ihtişamı övgüyle bahsine konu olmuştur.Amicis ile geçmişe yapılan bu gezide anılarına tanık olacak, İstanbul’a onun gözüyle bakacak ve bu şehre yeniden hayran olacaksınız." Bu şehir; şairleri, arkeologları, büyükelçileri, tüccarları, prensesleri, denizcileri, hem Kuzey’in hem de Güney’in çocuklarını hayrete düşüren evrensel ve yüce bir güzelliğe sahiptir."
Edmondo De Amicis
İstanbul
Edmondo De Amicis, 1846 yılında İtalya’nın Oneglia şehrinde doğdu. Modena Askerî Akademisinden mezun oldu. Piyade subayı olarak görev yaptı. Askerî gazetede fıkra ve makaleler yazdı. Yazdığı yazıları büyük bir hayran kitlesi tarafından zevkle okunan Amicis daha sonra ordudan ayrıldı. Yaşamının geri kalanında yazarlık yaptı. Seyahat etmeyi seven bir yazar olarak İspanya’dan başlayıp Türkiye’ye kadar birçok yeri gezmiştir. Eserlerinde siyasi ve sosyal konuları işlemiştir. 11 Mart 1908 tarihinde yanında kaldığı İskoç bir yazarın evinde, Bordighera’da vefat etti.
Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.
Pera’dan Sevgili Dostlarım Enrico Santoro, Giovanni Rossasco ve Fausto Alberi’ye
“Amigos, es este mi último libro de viaje; desde adelante no escucharé mas que las inspiraciones del corazón.”
Luis de Guevara, Viaje en Egypto.
VARIŞ
İstanbul’a giriş yaptığımızda hissettiğim heyecan, Messina Boğazı’ndan İstanbul Boğazı’na varana kadar geçen 10 günlük gemi yolculuğumuz boyunca gördüğüm her şeyi neredeyse unutturdu. Masmavi ve bir göl gibi durgun İyon Denizi, günün ilk ışıklarının pembe tonlarıyla boyanmış Mora Yarımadası’nın uzak dağları, gün batımında altın gibi parlayan Yunan takımadaları, Atina harabeleri, Selanik Körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale Boğazı ve yolculuğum boyunca beni eğlendiren, güldüren pek çok kişi ve olay Haliç’i gördükten sonra zihnimde yavaş yavaş solmaya başladı, eğer şimdi tüm bunları anlatmak istersem hafızamdan çok hayal gücümü çalıştırmam gerekecek. Kitabımın ilk sayfası canlı ve sıcak olsun istediğim için hikâyemi, Marmara Denizi’nin ortasında, gemi kaptanının bana ve arkadaşım Yunk’a yaklaştığı, ellerini omuzlarımıza koyup o sıcak Palermo aksanıyla: “Beyler! Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” dediği, yolculuğun o son gecesinden anlatmaya başlamak daha doğru olacaktır.
Ah! Para ve can sıkıntısı ile dolu, yıllar önce aklına esip İstanbul’a gitmeye yeltenerek yirmi dört saat içinde tüm ihtiyaçlarını tedarik eden, bavulunu toplayan ve sanki kırda ufak bir seyahate çıkar gibi sessiz sakin yola koyulan, nitekim son ana kadar rotası belirsiz, Baden-Baden yoluna sapsa daha mı iyi olurdu diye düşünüp duran benim sevgili okurum! Eğer geminin kaptanı size “Yarın sabah İstanbul’u göreceğiz.” derse siz ona soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap verirdiniz. Ancak, bu arzuyu on yıl boyunca içinde besleyip büyütmüş, soğuk kış gecelerini kederli kederli Doğu haritasını inceleyerek geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak onu hayallerinde canlandırmaya çalışmış, Avrupa’nın yarısını sırf diğer yarısını göremediği için kendini avutmak için dolaşmış, bu tek amaç için bir yıl boyunca bir masanın başına çakılıp kalmış, binlerce küçük fedakârlıkta bulunmuş, hesap üstüne hesap yapmış, boş hayaller kurmuş, evdeki savaşa göğüs germiş, nihayet denizin üstünde uykusuzca dokuz gece geçirdikten sonra gözlerinin önüne serilecek o aydınlık ve muazzam görüntünün karşısında, evini terk ederek geride bıraktığı sevdiklerini düşünürken neredeyse pişmanlığa yakın o duygu ile karışan mutluluğu hissetmiş biri olsaydınız, “Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” sözlerinin anlamını bilirdiniz ve bu sözlere soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap vermek yerine geminin korkuluklarına korkunç bir yumruk indirirdiniz.
Tüm bu muazzam beklentinin, bir hayal kırıklığına dönüşmeyeceğinden emin olmak arkadaşım ve benim için oldukça büyük bir zevkti. Aslında İstanbul için zaten hiçbir şüpheye yer yoktur, ne yaptığını çok iyi bilen en güvensiz gezgin bile burada hayal kırıklığına uğramayacağına emindir ve geçmişin etkisinin ya da özel bir hayranlığın bununla bir ilgisi yoktur. Bu şehir; şairleri, arkeologları, büyükelçileri, tüccarları, prensesleri, denizcileri, hem Kuzey’in hem de Güney’in çocuklarını hayrete düşüren evrensel ve yüce bir güzelliğe sahiptir.
Tüm dünya, buranın dünyanın en güzel yeri olduğu konusunda hemfikirdir. Seyyahlar buraya vardıklarında akıllarını yitirirler. Perthusier kekeler, Tournefort şehri anlatmak için insan dilinin güçsüz ve yetersiz kaldığını söyler, Pouqueville buranın başka bir dünyadan çalındığına inanır, Croix âdeta sarhoş olmuştur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükreder; Gautier gördüğü şeyin gerçek olduğundan kuşku duyar ve hepsi de pırıl pırıl bir üslupla tasvir üstüne tasvir yığarak düşüncelerinin yanında ezik kalmayacak kelimeleri seçip bulabilmek için kendilerine boş yere eziyet ederler. Sadece Chareaubriand İstanbul’a varışını şaşırtıcı bir sakinlikle anlatır, ancak o bile buranın evrenin en güzel manzarasına sahip olduğunu söylemeden edemez; ünlü Lady Montagu da aynı cümleyi telaffuz eder ancak ilk sırayı çok meşgul olduğu kendi güzelliğine ayırmak istediğini belli edercesine cümlenin başına bir “belki” ekler. Tüm bu insanlar arasında “Gençliğin en tatlı hayalleri ve ilk aşk rüyaları bile bu büyülü yerlere attığınız o ilk adımla ruhu istila eden tatlı duygunun yanında sönük kalır.” diyen vakur Alman ile “İstanbul’u görenler onun karşısında dehşete kapılır.” diyen bir Bir Fransız âlimi de vardır. Yüzlerce kez tekrar edilen bu ateşli kelimelerin yirmi dört yaşında başarılı bir ressamın ve yirmi sekiz yaşında başarısız bir şairin zihninde yarattıklarını hayal edin. Fakat elbette İstanbul hakkındaki bu parlak övgüler bize yetmediği için denizcilerin de tanıklığına başvurduk. Bu zavallı cahiller bile karşılaştıkları güzelliği anlatabilmek için sıra dışı bir kelime kullanmak ya da karşılaştırmalar yaparak duygularını ifade etmek zorunda hissettiler, gözlerini oraya buraya çevirip parmaklarını ovuşturarak, sesleri sanki çok uzaktan geliyormuş gibi mırıldanıp, artık kelimelerin yetmediği yerlerde halkın şaşkınlığını ifade etmek için kullandığı ağır ve abartılı hareketlere başvurarak kendilerini anlatmaya çalıştılar. Dümen şefi, “İnanın bana beyler…” dedi. “Güzel bir sabahta İstanbul’a giriş yapmak bir insanın hayatında yaşayacağı en güzel şeydir.”
Hava da şansımıza güzeldi, bulutsuz ve ılık bir akşamdı; deniz, geminin kalçalarını hafif bir uğultu ile okşuyordu; direkler ve en incesine kadar gemideki sicimlerin tümü yıldızlarla kaplı gökyüzünün altında hareketsizce uzanıyordu, öyle ki gemi hiç kıpırdamıyordu sanki. Pruvada uzanan bir Türk kafilesi vardı, yüzlerini; beyaz sarıklarına gümüşten bir hale çizen aya dönmüşler keyifle nargilelerini içiyorlardı, geminin kıç tarafında ise her ülkeden birini görmek mümkündü, aralarında gemiye Pire’den binmiş aç biilaç Rum komedyenler de vardı. Anneleri ile Odessa’ya giden Rus kız bebeklerin arasında, dilini anlamadığım için şaşıran ve üç kez aynı soruyu sormasına rağmen hiçbir anlaşılır cevap alamadığı için sinirlenen küçük Olga’nın yüzünü hâlâ görür gibiyim. Bir tarafımda dürbünüyle Marmara takımadalarını arayan, ters dönmüş bir boruyu andıran şapkasıyla şişman ve pasaklı bir Rum papazı, diğer tarafımda üç gündür ağzından tek kelime çıkmayan ve kimsenin yüzüne bile bakmayan, bir heykel gibi soğuk ve kaskatı Protestan bir İngiliz rahibi, önümde, biri onlara bakar bakmaz, yüzlerini hemen denize dönüp yandan göstermek isteyen kırmızı şapkalı ve omuzlarından dökülen örgülü saçlarıyla iki güzel Atinalı hanım, biraz daha ileride parmakları arasında Doğu işi bir tespihin boncuklarını dolaştıran Ermeni bir dükkân sahibi, eski zaman kostümleri giyinmiş bir grup Yahudi, beyaz iç etekleriyle Arnavutlar, vara yoğa kederlenen bir Fransız mürebbiye, yüzlerinden ne nereli oldukları ne de ne iş yaptıkları anlaşılamayan birkaç yolcu ve tüm bu insanların ortasında, tentelerin altında ve döşeklerin, desenli yastıkların üzerinde, şekil şekil, renk renk bir sürü ıvır zıvırın arasında birbirine dolanmış oturan fesli bir babadan, başörtülü bir anneden ve şalvarlı iki küçük kız çocuğundan oluşan küçük bir Türk ailesi vardı.
İstanbul’un yakınlaştığı nasıl da hissediliyordu! Etrafta sıra dışı bir canlılık vardı. Fenerin ışığında bir görünüp bir kaybolan yüzlerin tümü neşeli ve gülen yüzlerdi. Rus kız çocukları “Zavegorod! Zavegorod!” diye İstanbul’un Rusça eski adını bağırarak annelerinin kucaklarına atlıyorlardı. Kalabalığın arasından geçerken, sağda solda Galata, Pera, Üsküdar, Büyükdere, Tarabya gibi isimler duyuluyordu ve bu isimler tutuşturulan dev bir ateşin çıkan ilk kıvılcımları gibi hayal gücümde parlıyordu. Denizciler de hayatın tüm sıkıntılarını bir saatliğine de olsa unutabildikleri bu şehre yaklaşmaktan memnundular. Pruvadaki sarıklıların yarattığı beyaz kümenin ortasında olağanüstü bir hareketlenme vardı: bu tembel ve soğukkanlı Müslümanlar bile Kur’an’ın bahsettiği gibi “bir taraftan toprağa iki taraftan denize bakan” bu Ümmü Dünya’nın ufukta dalgalanan olağanüstü silüetini gönül gözüyle izliyorlardı. Gemi buharın itici gücüne ihtiyaç duymadan, üzerindekilerin sabırsızlığı ve arzularının itici gücüyle kendiliğinden hareket edecekmiş gibiydi. Zaman zaman denize bakmak için küpeşteden sarkıyordum ve suyun uğultularına karışan yüzlerce ses sanki benimle konuşmaya çalışıyordu. Bunlar beni seven insanların sesleriydi ve: “Haydi, git evlat, haydi birader, haydi arkadaş git de İstanbul’un tadını çıkar, sen kazandın, şimdi mutlu ol, Tanrı senin yanında olacak.” diyorlardı.
Gece yarısına doğru yolcular güverteye inmeye başladılar. Arkadaşım ve ben sonlardaydık ve bir kaplumbağa gibi ağır ağır yürüyorduk çünkü Marmara Denizi’nin dar geldiği bu neşeyi dört duvar arasına kapatmayı canımız hiç istemiyordu. Basamakların yarısına kadar inmişken, kaptanın sesini duyduk, ertesi sabah bizi kaptan köşküne davet ediyordu. “Güneş doğmadan önce uyanmış olun!” diye bağırıyordu mahzen kapısına yaklaşarak. “Geç kalanı denize attırırım!”
Dünya dünya olalı bundan daha gereksiz ve yersiz bir tehdit duymamıştır, çünkü ben tüm gece gözümü bile kırpmadım. İnanıyorum ki II. Mehmet, Konstantin şehrinin silüeti gözlerinin önünde onu heyecanlandırır iken, bir o yana bir bu yana döne döne yatağının çarşaflarını değiştirdiği Edirne’deki o meşhur gecesinde; beklemekle geçirdiğim şu yirmi dört saatlik sürede benim ranzamda dönüp durduğum kadar dönüp durmamıştır. Sinirlerim yatışsın diye bine kadar saymayı, geminin yardığı suların odamın lumbar deliğine çarparak oluşturduğu beyaz köpüklerden gözlerimi ayırmamayı, buhar motorunun monoton gürültüsü içindeki ahenkli melodileri mırıldanmayı bile denedim ancak hiçbiri işe yaramadı. Ateşim vardı, nefessiz kaldığımı hissediyordum ve gece bana hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Bir parça gün ışığı görür görmez yataktan fırladım; Yunk çoktan ayaktaydı; alelacele giyindik, üç atlayışta güverteye tırmandık.
Kahretsin!
Sis vardı.
Öyle bir sis ki ufuk çizgisinin her iki tarafını da kaplıyordu, yağmur kaçınılmaz gibiydi. İstanbul’a ilk giriş yapacağımız o mükemmel sahne uçup gitmiş, kurduğumuz en ateşli hayal suya düşmüştü, yolculuğumuz tek kelime ile “hiç olmuştu!”
Bu durum beni yıkmıştı. Tam bu sırada her zamanki minik küçük gülümsemesiyle kaptan ortaya çıktı. Fazla konuşmaya gerek yoktu, bizi görür görmez hâlimizi anladı, ellerini omzumuza atarak bizi teselli etmek için:
“Bir şey olmaz, bir şey olmaz. Korkmayın beyler. Hatta bu sise şükredin. Sis sayesinde İstanbul’u hayal bile edilemeyecek hâliyle göreceksiniz. İki saate kalmaz hava muhteşem olacak. Sözüme güvenin.” dedi.
Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum.
Kaptan köşküne çıktık.
Pruvadaki tüm Türkler yüzlerini İstanbul’a karşı dönmüş, kilimlerin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Birkaç dakika içinde diğer tüm yolcular dışarı çıkmışlardı, hepsinin de ellerinde türlü türlü dürbünler vardı ve bir tiyatro salonunun balkonuna dizilir gibi uzun bir sıra hâlinde küpeştenin soluna dayandılar. Temiz bir meltem esiyor, kimseden çıt çıkmıyordu. Tüm gözler ve tüm dürbünler yavaş yavaş Marmara Denizi’nin kuzey kıyılarına doğru döndü, ancak hâlâ hiçbir şey görünmüyordu.
Bununla birlikte sis ufukta beyazımsı bir bant oluşturuyor, üzerinde altın renginde ve bulutsuz bir gökyüzü parlıyordu.
Tam önümüzde, pruvanın oraya doğru, eskilerin Demonesi dedikleri Bizans Sarayı’nın zevk ve sefa yeriyken şimdilerde İstanbul sakinlerinin bir buluşma ya da festival alanı olarak kullandıkları dokuz adadan oluşan bir küçük takımada ve Prens Adaları belli belirsiz görünüyordu.
Marmara Denizi’nin iki kıyısı hâlâ tamamıyla gizliydi.
Nitekim bir saat geçer geçmez tepelerden görünmeye başladı.
Ancak; eğer şehrin şekli aklınızda net değilse, İstanbul’a ilk girişin tasvirlerini anlayabilmeniz imkânsızdır. Avrupa’dan Asya’yı ayıran ve Karadeniz ile Marmara Denizi’ni birleştiren Boğaziçi Köprüsü’nü okur hayalinde canlandırabiliyor farz edelim. Böylece Asya kıyıları sağda, Avrupa kıyıları solda uzanır, yani bi tarafta eski Trakya bir tarafta eski Anadolu. İleri gittikçe, yani denizin bu koluna iyice sokuldukça, sol tarafta, girişi hemen geçince, Boğaz’la neredeyse dik bir açı oluşturan oldukça dar bir liman bulunur; bu körfez öküz boynuzu şeklinde kıvrılarak birkaç kilometre boyunca Avrupa topraklarına bir eğri çizer ve burası Bizans limanı iken üç kıtanın zenginliği buraya aktığı için adına Altınboynuz, yani bereket boynuzu derler. Bir taraftan Marmara Denizi diğer taraftan Altınboynuz (Haliç) ile yıkanan, vaktiyle Bizans’ın yer aldığı Avrupa toprağının bu köşesinde, yedi tepe üzerine kurulu Türk şehri İstanbul yükselir. Haliç ve Boğaziçi’nin çevrelediği diğer köşede ise Frenk semtleri Galata ve Pera vardır. Haliç’in tam karşısında, Anadolu kıyısının yamaçlarında Üsküdar görülür. İstanbul denilen bu yer, denizin birbirinden ayırdığı üçüncüsünün diğer ikisinin karşısında, birbirine bakan bu üç büyük semtten oluşur. Bu üç semt birbirlerine o kadar yakınlardır ki, tıpkı Paris ve Londra’nın Sen Nehri ve Thames Nehri gibi her birinin kıyılarından diğer ikisinin binaları açıkça görülebilir. İstanbul’un üzerinde yükseldiği ve Haliç’e doğru kıvrılan üçgenin köşesinde meşhur Sarayburnu bulunur, burası Altınboynuz’un iki kıyısını yani İstanbul’un en geniş ve en güzel bölümünü Marmara Denizi’nden gelen yolculardan son ana kadar saklar.
Denizci gözleriyle İstanbul’un ilk silik görüntüsünü seçebilen geminin kaptanıydı.
İstanbul’a ilk kez gelen İki Atinalı hanım, Rus aile, İngiliz rahip, Yunk, ben ve diğerleri bir grup hâlinde kaptanın çevresini sarmış sessizce duruyorduk, gözlerimiz sisin üzerinde nafile bir çabayla yorulurken kaptan kolunu sola, Rumeli yakasına doğru uzatarak bağırdı: “Beyler, işte ilk manzara!”
Gösterdiği bu beyaz nokta, alt tarafı hâlâ gizemini koruyan yüksekçe bir minarenin tepesiydi. Herkes dürbünlere yöneldi ve sisin içindeki bu küçük noktayı sanki genişletebileceklermiş gibi ısrarla izlemeye koyuldular. Gemi hızla yol alıyordu. Birkaç dakika sonra minarenin yanında belli belirsiz bir leke görüldü, sonra iki, sonra üç derken lekeler yavaş yavaş ev silüetine bürünmeye başladılar ve bu ev sırası uzadıkça uzadı. Önümüzde ve sağımızda hâlâ her yer sisle kaplıydı. Biz de bu durumda İstanbul’un; Marmara Denizi’nin kuzey kıyısında, Sarayburnu ve Yedikule arasında yaklaşık dört mil boyunca bir kemer oluşturarak uzanan kısmını keşfetmeye çalışıyorduk. Ancak sarayın bulunduğu tepeler hâlâ sis ile örtülüydü. Evlerin ardında peşi sıra yüksek, beyaz, tepeleri gül renginde güneşle aydınlanan minareler gözüküyordu. Evlerin altında, koyu renkli, şehrin çevresini kesintisiz şekilde bir kemer gibi saran ve denizin dalgaları ile parça parça ettiği, birbirine eşit mesafede yerleştirilen dev kaleler ile güçlendirilmiş burçlarıyla eski surlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Kısa süre içinde şehrin iki mil uzunluğundaki bir bölgesi ortaya çıktı, doğrusunu söylemek gerekirse manzara beklentilerimi karşılamıyordu. Lamartine’nin kendi kendine: “İstanbul bu muymuş?” diyerek, “Tam bir hayal kırıklığı!” diye sızlandığı yerdeydik. Tepeler hâlâ sisle örtülüydü, yalnızca evlerin uzun bir sıra oluşturduğu, şehri tamamen düzmüş gibi gösteren kıyılar şeçilebiliyordu. “Kaptan!” diye haykırdım ben de. “İstanbul bu muymuş?” Kaptan kolumdan tutup eliyle işaret ederek “İşte, sözüme itimat etmeyen bir adamcağız!” diye bağırdı. “Oraya bir bakın.” dedi. Gösterdiği yere bakar bakmaz şaşkınlıktan bir çığlık çıktı ağzımdan. Sis bulutunun arkasında gizlenmiş yüksek ve sanki hafifmiş gibi görünen bir kütle, gümüş uçları güneşin ilk ışıkları ile parlayan dört çok büyük ve narin minarenin ortasında ihtişamla yuvarlaklaşarak bir tepenin zirvesinden hâlâ sis ile örtülü gökyüzüne doğru yükseliyordu. “Ayasofya!” diye bağırdı bir denizci ve iki Atinalı hanımdan biri kısık sesle “Hagia Sofia!” dedi. Pruvadaki Türkler ayağa kalktılar. Artık kilisenin önündeydik, devasa kubbeler ve dalsız dev palmiye ağaçlarından oluşan bir orman gibi birbirine karışmış minareler sisin içinden geçti. “Sultan Ahmet Cami!” diye inledi kaptan ve “İşte Bayezid Cami, Nuruosmaniye Cami, Laleli Cami ve Süleymaniye Cami!” diye saymaya başladı. Ama artık kimsenin onu dinlediği yoktu. Örtü hızla açılıvermişti ve her yerden camiler, kuleler, yeşillikler ve üst üste evler ortaya çıkmaya başlamıştı. İlerledikçe şehir yükseliyor ve girintili çıkıntılı, sürekli değişen pırıl pırıl, pembe, yeşil, beyaz yüzünü en ince ayrıntılarına kadar bize gösteriyordu. Sarayın tepeleri uzaklaşan sisin gri fonu üzerinde nazikçe kendi formunu belli ediyordu. İstanbul’un Marmara Denizi’ne bakan, şehrin dört millik bir parçası önümüze serilmişti, karanlık duvarları ile rengârenk evleri suyun üzerine bir ayna gibi net ve keskin bir şekilde yansıyordu.
Birdenbire gemi durdu.
Herkes kaptanın etrafını sarmış, nedenini öğrenmeye çalışıyordu. Kaptan yolculuğa devam edebilmek için sisin dağılmasını beklemek zorunda olduğumuzu açıkladı. Gerçekten de sis kalınca bir perde gibi hâlâ Boğaz’ın girişini gizliyordu. Ancak birkaç dakikadan daha kısa bir süre sonra çok dikkatli ilerlemek kaydıyla yolculuğa devam edebileceğimiz söylendi.
Eski sarayın bulunduğu tepeye doğru yaklaşıyorduk.
Ben de dâhil olmak üzere herkesin merakı iyice artmıştı.
“Şu tarafa dönün.” dedi kaptan. “Tüm tepe karşımızda belirinceye dek bekleyin, bakmayın.”
Döndüm ve bana dans ediyormuş gibi gelen bir taburenin üzerine gözlerimi diktim.
Kaptan birkaç dakika sonra haykırdı: “İşte burası!”
Döndüm. Gemi durmuştu.
Tepeyle yüz yüzeydik, inanılmaz yakındık.
Gölgesi denizin üzerine düşünceye dek dallarını burçlu surların dışına taşıran serviler, sakız ağaçları, köknar ağaçları ve ulu çınar ağaçları ile kaplı büyük bir tepeydi, tüm bu yeşillik yığınının ortasında düzensizce, kimi birbirinden bağımsız kimi grup hâlinde kimi rastgele serpiştirilmiş gibi köşklerin çatıları, gezinti yerleriyle kasırlar, gümüş rengi küçük kubbeler, kafesli pencereleri ve girişik bezemeli kapılarıyla narin ve tuhaf formlu küçük yapılar, arasında bahçeler, koridorlar, avlular ve gizli bölmeler bulunduğuna inanılan hepsi beyaz, küçük, yarı gizli yapılar vardı, bir ormana kapanmış dünyadan bağımsız, gizem ve hüzün dolu koskoca bir şehirdi burası. Tam bu dakikada, güneş üstüne vurduğu hâlde hâlâ ince bir örtü onu kaplıyordu. Kimse görünmüyordu ortalıkta ve en ufak bir çıt bile çıkmıyordu. Tüm yolcular gözlerini dört asırdır şan ve şerefle, zevk ve sefayla, aşk ve mutlulukla, suikastlerle ve kanla dolu anıların taçlandırdığı bu tepeye dikmişti, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun kraliyet sarayına, kalesine ve artık dev mezarı olan bu tepeye bakarken kimse konuşmuyor, yerinden kıpırdayamıyordu. Aniden geminin ikinci kaptanı “Beyler, bakın Üsküdar!” diye bağırdı.
Üsküdar
Hepimiz Anadolu yakasına doğru döndük. Altın semt Üsküdar’ın tepeleri sabahın sisi ile örtülmüştü, sanki bir perinin sihirli değneğinin dokunuşu ile ortaya çıkıvermiş gibi tatlı ve taze, üzerine kurulduğu tepelerin zirvelerine ve yamaçlarına alabildiğine yayılmıştı. Bu manzarayı kim tarif edebilirdi ki? Kendi şehirlerimizi anlatmaya çalışırken kullandığımız dil bu şehirdeki muazzam renk ve perspektif çeşitliliğini, şehir ve kırsalın, gösterişin ve sadeliğin, Avrupa ve Doğu’nun, keyif ile ciddiyetin, kaba saba olanla zarif olanın muhteşem harmanlanışını tasvir etmeye yetmeyecektir. Aralarından kar gibi beyaz yüzlerce caminin yükseldiği sarılı kırmızılı binlerce ev, binlerce yemyeşil gür bahçe, üst tarafta Doğu’nun en büyük mezarlığının yer aldığı devasa bir servi ormanı, şehrin kenarlarında boydan boya beyaz bir kışla, grup grup ev ve servi ağaçları, yamaçlara yayılmış küçük köyler, tüm bunların tam arkasında yeşilliklerin arasına gizlenen başka başka köyler, ufuğu bir perde gibi kapatan dağların yarısına kadar uzanan beyaz minareler ve kubbe tepeleri ile dolu bir şehir düşünün, ucu bucağı olmayan bir bahçenin içine kurulmuş, yer yer frenk incirleri ile kaplı, yeşillikler ve çiçekli koylara açılan ve tüm bu güzelliklerini Boğaziçi’nin bir ayna gibi yansıttığı şehir.
Ben Üsküdar’ı izlerken, arkadaşım keşfettiği başka bir semti göstermek için dirseği ile beni dürttü. Gerçekten de Marmara Denizi’ne doğru dönünce, yine Anadolu yakasında, Üsküdar’ın hemen ötesinde, geminin çoktan geçtiği ancak şimdiye kadar sisle örtülü olduğu için fark etmediğimiz evlerin, camilerin ve bahçelerin oluşturduğu bir sıra vardı. Dürbünle bakınca kahveler, çarşılar, Avrupa stili evler, limanlar, bahçeleri saran duvarlar, kıyı boyunca dağınık hâldeki tekneler çok net seçiliyordu. Burası; Bizans’ın ezelî rakibi Kalsedon’un antik harabelerinin üzerine kurulan yargıçların köyü, Kadıköy’dü. Kalsedon İsa’dan altı yüz seksen beş yıl önce İstanbul’un merkezi karşı yaka yerine bu kıyılarda bir şehir inşa ettikleri için delfi kâhinleri tarafından körler takma adını alan Megaryalılar tarafından kurulmuştur. “İşte üç şehir gördük bile!” dedi kaptan “Gözünüz üzerlerinde olsun çünkü ardı ardına yenileri çıkacak karşınıza.”
Sarayburnu Tepesi ile Üsküdar arasında gemi hareketsiz bekliyordu. Sis tam karşımızdaki Galata ve Pera’yı örttüğü gibi Boğaziçi’ni de gizliyordu. Yanımızdan mavnalar, vapurlar, guletler, küçük yelkenliler geçiyordu ama kimse onlara bakmıyordu. Tüm gözler bu Frenk kentini kaplayan gri örtünün üzerindeydi. Sabırsızlıkla ve mutlulukla titriyordum. Birkaç dakika içinde karşılaştığımız manzara ruhumda fırtınalar koparacak kadar muazzam olacaktı. Ellerim titrediği için dürbünü gözlerimde sabit tutmaya çalışırken zorlanıyordum. Kaptan beni izliyordu, adamcağıza heyecanım zevk veriyordu âdeta. Ellerini ovuşturarak “Tamam! Tamam!” deyip duruyordu.
Nihayet sis perdesinin arkasından önce beyaz birtakım lekeler; sonra büyükçe bir tepenin belli belirsiz hatları, ardından güneş ışınlarının çarptığı pencerelerden yayılan ışıklar ve biri diğerinin üzerinde rengârenk sayısız evden oluşan bir tepe ile ışık dolu Pera ve Galata ortaya çıkmıştı; minareler, kubbeler ve serviler ile taçlanmış çok yüksek semtlerdi bunlar, zirvesinde elçilerin anıtsal sarayları ve Galata’nın büyük kulesi, bunlara yürüme mesafesinde Tophane’nin engin cephaneliği ve gemi ormanı görünmeye başladı. Sis, gitgide seyrelirken, şehir hızla Boğaziçi’ne doğru uzuyor gibiydi ve tepelerden caminin beyaz lekelerinin düştüğü, engin denize kadar ardı ardına köyler, sahil saraylar, kasırlar, bahçeler, köşkler, korular ve uzaktan sislerin içine gizlenmiş, sadece güneşin aydınlattığı tepeleri görünen köyler bir renk cümbüşü, bolca yeşil, anlamsız nidalar attıracak kadar güzel bir zarafet ve neşeyle birlikte ortaya çıkıyordu. Yolcular, gemiciler, Türkler, Avrupalılar, çocuklar, gemideki herkesin ağzı açık kalmıştı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Ne yöne bakacağımızı şaşırmış hâldeydik. Bir yandan Üsküdar ve Kadıköy diğer yandan Sarayburnu’nun tepeleri, tam karşımızda Galata, Pera ve Boğaziçi vardı. Tümünü görebilmek için kendi etrafımızda dönüp durmamız ve sağa sola bakmamız gerekiyordu nitekim öyle de yapıyorduk, bir yandan her tarafa ateşli bakışlar fırlatıyor, bir yandan nefesimizi kesen bir mutlulukla hiç konuşmadan yalnızca beden diliyle anlaşıyor, gülüşüyorduk. Ne güzel anlardı, Allah’ım!
Sandalcılar ve Galata Kulesi
Yine de; şehrin en güzel ve en büyük parçasını henüz görmemiştik. Sarayburnu yakınlarında hâlâ hareketsizce duruyorduk, İstanbul’un en muazzam manzarasına sahip olan Haliç, geminin burnu dönmeden görünmeyecekti. Kaptan hareket emrini vermeden önce “Beyler, dikkatli olun!” diye bağırdı. “Şimdi en dikkatli olmanız gereken yere geldik. Üç dakika içinde İstanbul ile yüz yüze olacağız!”
Bir üşüme aldı beni.
Birkaç dakika daha bekledik.
Ah! Kalbim nasıl da atıyordu! Yanıp kavrulan ruhumla o kutsal kelimenin dökülmesini bekliyordum: “İleri!”
“İleri!” diye bağırdı kaptan.
Gemi hareketlendi.
Gidelim! Krallar, prensler, Karun, dünyanın en şanslı ve en güçlü insanları işte o an size öyle acıdım ki! Benim yerimde, tam burada bu gemide olabilmek sahip olduğunuz tüm serveti feda etmeye değerdi, şu manzarayı bir imparatorluğa değişmezdim.
Bir dakika, bir dakika daha, Sarayburnu’nu geçiyoruz, rengârenk ve muazzam bir ışıkla dolu devasa bir tepeyi görür gibi oluyorum ve işte nihayet burnu dönüyoruz. İşte İstanbul! Muazzam, muhteşem, mükemmel İstanbul! Yaratılışa ve insanlığa verilmiş en büyük armağan! Böylesi bir güzelliği hayal bile edemezdim.
Şimdi seni hangi zavallı tasvire kalkışabilir! Kim, hangi aciz kelimelerle senin bu ilahi güzelliğini anlatmaya yeltenebilir! İstanbul’u anlatmaya kim cesaret edebilir? Chateaubriand, Lamartine, Gautier hepsinin dili tutulmadı mı senin karşında? İmgeler ve kelimeler zihinlerinde izdiham yaratsa da iş yazmaya gelince kalemlerinden kaçmadılar mı? Şimdi ben izliyor, konuşuyor, umutsuzca ve beni serseme çeviren bir şehvetle gördüklerimin hepsini yazıyorum. Hadi bakalım! Bu sırada Haliç geniş bir nehir gibi tam önümüzde duruyor; burada birbirine eşit iki yükselti her iki kıyıda sekiz millik tepeleri, vadileri, surları bir kemer gibi çevreler ve bu yükseltilerde kat kat yüzlerce yapı ve bahçe, sıra sıra dizilmiş renk renk evler, camiler, pazarlar, çarşılar, saraylar, hamamlar bulunur; tüm bunların tam ortasında ise fil dişi sütunlar gibi gökyüzüne yükselen ve tepeleri pırıl pırıl parlayan minareler, tepelerden denize kadar koyu şeritler hâlinde kenar mahalleleri ve surları çevreleyen servi ormanları çıkıntılık eder, neredeyse her yanı kaplayan güçlü bir bitki örtüsü çatılar arasında kıvrılır ve denizin kıyılarına doğru eğilir. Sağ tarafta, önünde bir direk ve bayrak ormanıyla Galata, Galata’nın üzerinde Avrupa stili saraylarının keskin hatlarıyla göğe yükseldiği Pera, onun önünde iki kıyıyı ve her iki yönde akan renk renk birbirine zıt iki kalabalığı birleştiren bir köprü, sol tarafta devasa kurşuni kubbeleri ve yaldızlı minareleri ile arzıendam eden camilerin bulunduğu engin tepelerin üzerine serilmiş İstanbul, beyaz ve pembe Ayasofya, altı minareli Sultan Ahmet Cami, on kubbeyle taçlandırılan Süleymaniye Cami, sulara gölgesi düşen Pertevniyal Valide Sultan Cami, dördüncü tepenin üzerinde Fatih Cami, beşinci tepenin üzerinde Yavuz Selim Cami, altıncı da Tekfur Sarayı ve hepsinin en tepesinde Çanakkale Boğazı’ndan Karadeniz’e kadar olan iki kıtanın da kıyılarına hâkim Serasker Kapısı’ndaki beyaz kule bulunur. Bulunduğumuz yerden İstanbul’un altıncı tepesi ve Galata’nın ötesinde bir şey görünmüyor, yalnızca belli belirsiz figürler, şehirlerin ve kenar mahallelerin burunları, limanlar, donanmalar, ormanlar hepsi gibi mavimsi ufukta o kadar küçük görünüyorlardı ki sanki gerçek değillermiş de hepsi ışığın ve havanın aldatmacasıymış gibi. Bu fevkalade tablonun ayrıntıları nasıl olur da dile dökülür! Bakışlarımı birkaç dakikalığına yakındaki kıyılara uzatıyorum, bir Türk evine ya da yaldızlı bir minareye bakıp kalıyorum ancak hemen sonra gözlerim bu aydınlık derinliğe o kadar gömülüyor ki iki kıyı ve iki şehir üzerinde gezinen gözlerime, gördüklerim karşısında afallayan zihnim güç bela eşlik ediyor.
Tüm bu güzelliğin üzerine sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen tasasız bir ihtişam yayılmıştı: öyle bir ihtişam ki gençlik zamanlarından kalma peri hikâyelerini ve hayallerini zihnimde yeniden canlandırıyor ancak ne olduğunu bilemiyorum bir türlü; hayali, gerçeğin dışına sürükleyen, havada uçuşan, esrarengiz ve heybetli bir şey bu. Gökyüzü; süt beyaz cam renginin ve gümüşün en yumuşak tonlarında ve bu hâliyle etrafındaki her şeyi eşsiz bir netlikte gösteriyor; üzerinde erguvani şamandıraların tıngırdadığı safir rengindeki deniz ise minarelerin uzun, beyaz yansımalarını titretiyor, kubbeler ışıldıyor, etraftaki uçsuz bucaksız bitki örtüsü sabahın ayazında sallanıyor, heyecanla titriyor, güvercin sürüleri camilerin etrafında kanat çırpıyor, binlerce boyalı ve yaldızlı kayık suyun üstünde sallanıyor ve Karadeniz’den esen rüzgâr binlerce bahçenin kokusunu buraya kadar getiriyor ve karşılaştığım bu cennet beni öyle serseme çeviriyor ki bildiğim ne varsa unutmuş hâlde geriye dönüp baktığımda Asya kıyılarındaki Üsküdar’ın gösterişli güzelliği ile başlayıp Bitinya Dağı’nın karlı zirveleri ile sona eren manzarayı görünce bir merak ve hayret duygusu yine yükseliyor içimde, bu sırada küçük adalar ve beyaz yelkenlilerle dolu Marmara Denizi, gemilerin süzüldüğü Boğaz, her iki yakada da uzadıkça uzayan bir sıra hâlinde dizilmiş villalar, saraylar ve köşklerin arasından kıvrılıp Doğu’nun en güzel tepeleri arasında gizemli bir şekilde gözden kayboluyor. Ah, evet, kesinlikle yeryüzündeki en güzel manzara, kim bunu inkâr ederse Tanrı’ya da yarattıklarına da büyük hakaret etmiş olur. Bundan daha güzel bir manzara; insan aklını aşar.
İlk heyecanım geçince yolculara baktım, kimseden çıt çıkmıyordu. Atinalı iki hanımın gözleri nemliydi; Rus hanım ise bu çok kıymetli anda küçük Olga’ya sıkı sıkı sarılmıştı. Soğuk nevale İngiliz rahibin bile ilk kez sesini duyuyorduk, durup durup “Wonderful! Wonderful!”[1 - Harika! Harika!] diye inliyordu.
Gemi, köprünün biraz ilerisinde durmuştu; birkaç dakika sonra; Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi hamalların oluşturduğu bir kalabalık etrafımızı saran küçük teknelerden güverteye tırmandı, anlaşılmaz bir İtalyanca ile küfürler ederek üzerimize ve eşyalarımıza saldırdı.
Nafile bir direniş sonrasında, pes ettim, gidip kaptanı kucakladım, Olga’yı öptüm, herkesle vedalaştım ve arkadaşımla birlikte bizi gümrüğe götürecek olan dört kürekli bir kayığa bindim. Birlikte bir labirenti andıran dar sokaklardan tırmanarak Pera’nın tepelerinin zirvesindeki Bizans oteline vardık.
BEŞ SAAT SONRA
Sabahın manzarası yok oldu. İstanbul’un tüm aydınlık ve güzel yüzü sonu gelmeyen inişli çıkışlı tepelere ve vadilere yayılmış bir canavardan ve karınca gibi kaynaşan insanlardan, mezarlıklardan, kalıntılardan ve ıssız yerlerden oluşan bir labirentten, dünyadaki tüm şehirlerin suretini ve insan hayatının tüm yönlerini kendinde toplamış daha önce asla görülmemiş bir uygarlık ve medeniyet karmaşasından başka bir şey değilmiş. Karşımdaki büyük bir şehir olamaz, yalnızca onun küçük duvarlardan oluşan iskeleti olmalı çünkü etrafta doğru düzgün çok az ev var ve burası şehirden ziyade, barakayı andıran evlere doluşmuş, asla sayımı yapılmamış, her dinden ve her ırktan insanın nüfusunu oluşturduğu bir Asya kampına benziyor. Yok olup gitmiş şehirlerden, daha yeni doğmuş ve doğmakta olan şehirlerin bir karmaşasından meydana gelmiş, değişen büyük bir şehir. Her şey birbirinin üzerinde ve her yerde inşaat çalışmaları var. Delinmiş dağlar, bitkin tepeler, dağılmış köyler, düzensiz yollar, dev bir moloz yığını, insanlığın elinde mütemadiyen işkence gören toprağın üzerinde çıkan yangınların kalıntıları. İnsanın başını döndüren bir düzensizlik, farklılıkların yarattığı bir karmaşa ve birbirini izleyen tuhaf ve beklenmedik manzaralar. Sonu uçuruma açılan nezih bir sokaktan geçtiğinizi hayal edin, tiyatrodan çıktığınızda kendinizi mezarlığın ortasında bulduğunuzu, bir tepeye çıktığınızda ayaklarınızın dibine bir orman serildiğini, karşınızdaki tepede başka bir şehir olduğunu, biraz önce içinden geçip gittiğiniz mahalleye şöyle bir dönüp baktığınızda onun bir vadinin dibinde ağaçların arasında gizlenip kaldığını, bir evin etrafını dolaştığınızda bir liman buluverdiğinizi, bir sokaktan inerken şehri arkanızda bıraktığınızı, sanki gökyüzünden başka hiçbir şeyin görünmediği ıssız bir sokakta olduğunuzu, şehrin denizden, ormanın arasından, gölgeden, güneşten, yakınınızdan ya da çok uzağınızdan, omuzlarınızın üstünden, ayaklarınızın altından, başınızın üzerinden mütemadiyen ortaya fırlayıverdiğini, yeniden filizlendiğini ya da saklandığını hayal edin, ileri doğru bir adım atın ve uçsuz bucaksız bir manzara göreceksiniz, bir adım geriye gidin, hiçbir şey göremeyeceksiniz, başınızı kaldırın binlerce minare var ve biraz eğin başınızı o binlercesi kaybolup gitsin. Ağ gibi örülmüş sonu gelmeyen sokaklar tepelerin arasından yılan gibi kıvrılırlar ve toprak setlerin üzerinden, sarp kayalıkların kenarlarından, su kemerlerinin altından geçerler, dar sokaklara ayrılır kumların, harabelerin, kayaların, çalıların ortasında basamaklara dönüşürler. Zaman zaman bu koskoca şehir kasabanın sessizliğinde soluklanırmış gibi gelir ve sonra daha güçlü daha renkli, daha neşeli görünür, burada düzleşir ötede yokuşları tırmanır, az aşağıda kaybolur sonra yeniden ortaya çıkar, bir yerde dumana bürünür bir yerde bağırır çağırır, başka bir yerde uyur, bir yerde kızıla bulanır başka bir yerde bembeyazdır, bir yerde bir parça yaldızlıdır, diğer parçası çiçeklerden bir dağ görüntüsündedir. Bu nezih şehir bazı tepelerinden tek bir bakışla görülecek şekilde; şehrin tüm farklılıklarını, köyünü, kasabasını, bağını bahçesini, limanını, ıssız yerlerini, pazarlarını ve mezarlarını kucaklar. Sayısız tuhaf şekil gökyüzünde ve suda belirir, bunlar gözleri kamaştıran mimarinin muazzam çeşitliliği içerisinde öylesine sık, kesik kesik ve dişlenmiş gibilerdir ki insana sanki titriyor ve birbirleriyle iç içe geçiyorlarmış gibi gelir. Türk evlerinin ortasında Avrupai stiliyle yükselen binalar vardır, minarelerin hemen arkasında çan kulesi, terasın üzerinde kubbe, kubbenin arkasında burçlarıyla surlar, tiyatroların kapı girişlerinin üzerinde Çin usulü çatılar, cam pencerelerin tam karşısında haremlerin kafesli balkonları, korkuluklu terasların tam karşısında Mağribi stili pencereler, Arap kemerlerinin altında Meryem heykelleri, avluda mezarlar, ahır gibi evlerin arasında kuleler bulunur ve biri diğerinin üstünde birbirlerini eziyormuş gibi camiler, sinagoglar, Rum, Katolik ve Ermeni kiliseleri dizilir, buldukları her boşluktan yükselen serviler, çam, incir ve çınar ağaçları çatıların üzerine dallarını sallandırır. Tarifi mümkün olmayan derme çatma yapılar, köprüler, payandalar ve hendeklerle çevrili kare kare kesilmiş gibi duran ev parçaları, üçgen kuleler, dik ve ters dönmüş piramitler, bir dağdan toprak kaymasıyla dökülmüş kaya parçaları gibi rastgele sağa sola üst üste istiflenmişlerdir. Her yüz adımda bir, her şey başka bir şeye dönüşür. Burada kendinizi Marsilya Banliyösü’nün sokağında düşünün, bir dönüyorsunuz Asya’da bir köydesiniz, tekrar geri dönünce bir Rum mahallesi ve tekrar dönünce bir Trabzon mahallesindesiniz. Konuşulan dile, gördüğünüz yüzlere ve etraftaki evlerin görünüşüne aldanıp memleket değiştirdiğinizi düşünebilirsiniz, çünkü kimi yerde Fransa izleri, kimisinde İtalya şeritleri ya da İngiltere çizgileri ve Rus greftleri bulmak mümkündür. Şehrin görkemli yüzünde ve mimarisinde şehri yeniden ele geçirmek isteyen Hristiyan dünyası ve kutsal topraklarını var gücüyle savunan İslam dünyası arasındaki münakaşayı görebilirsiniz. Bir zamanlar tamamen Türkleşen İstanbul, Haliç ve Marmara kıyıları boyunca onu yavaş yavaş kemiren Hristiyan mahallelerin öfkeli işgaline uğramıştı, kiliseler, saraylar, hastaneler, parklar, fabrikalar, okullar Müslüman mahalleleri ele geçirmiş, mezarlıklara taşmış, tepeden tepeye ilerlemiştir ve zaten alt üst olmuş şehrin yapısı üzerinde Haliç’i kapladıkları gibi, gün gelecek Boğaz’ın Avrupa yakasını da kaplayacaklardır. Ancak bu genel izlenimler her bir adımda keşfedilen binlerce yeni şey ile yok olup gidebilir: Bir sokağın içinde bir tekke, bir başka sokakta Mağribi tarzı bir kışla, Türk kahvehanesi, çarşı, çeşme, su kemeri görebilirsiniz. On beş dakika içinde on kez yolunuzu değiştirmeniz gerekir: kimi zaman yokuş inersiniz, kimi zaman tırmanırsınız, yamaçtan aşağı atlar, kaya merdivenlerden yukarı çıkar, çamura batarsınız, engelleri aşarak kâh burnunuzu tıkar kâh mis gibi kokan havayı soluyarak kalabalığın, çalılığın içinde kendimize yol açarak geçmeye çalışırsınız. Açık bir alandan bir ışık hüzmesi Boğaz’ı, Asya’yı ve gökyüzünü aydınlatırken, birkaç adım sonrasında mezbeleye dönmüş evlerin dizildiği ve bir dere yatağı gibi taşlarla kaplı çıkmaz sokakların kasvetli karanlığı görülür, taze ve gölgeli bir yeşillikten güneşte parlayan boğucu bir toz bulutuna, rengârenk ve gürültülü kavşaklardan insan sesinin asla duyulamayacağı oyuklara, hayallerimizi süsleyen ilahi Doğu’dan, hayal bile edilemeyecek kadar kirli, yakışıksız bir başka Doğu’ya kadar her şey burada karşınıza çıkabilir. Birkaç saatinizi burada geçirdikten sonra aklınız başınızdan gider. Eğer biri bize hiç beklemediğimiz bir anda İstanbul’u anlat derse, kafamızdaki düşünce fırtınasını dindirebilmek için elimizi alnımıza koymadan ona bir cevap veremeyiz. İstanbul Babil’dir, başka bir âlemdir, bir kaostur. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Tüyler ürpertici derecede hem de! Sevdiniz mi? Hem de nasıl, insanın aklını başından alır. Orada kalır mısınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir ki? Kim buraya gelirse, evine heyecanlı, aklını başına toplamış, çok sevmiş, tiksinmiş, şaşırmış, hayrete düşmüş ve yavaş yavaş büyük bir bezginliğe dönüşen ve beyninde bir damar tıkanmış gibi karışıklık yaratan bir zihin bozukluğuyla döner. Burada çok hızlı yaşamış ve yaşlanmış gibi.
Pera’da Bir Sokak
Peki, bu canavar şehrin ahalisi nasıldır?
KÖPRÜ
İstanbul ahalisini yakından görebilmek için, Valide Sultan Cami’nin karşısında yer alan ve Galata’nın başından Haliç’in karşı kıyılarına kadar uzanan, dubaların üzerine oturmuş, çeyrek mil uzunluğundaki köprüye gitmek gerekir. Her iki kıyı da Rumeli yakasındadır ancak yine de köprünün Avrupa’yı Asya’ya bağladığı söylenebilir, çünkü bu topraklar Avrupa’da olsa da burayı çevreleyen Hristiyan mahallelerinin bile huyu suyu Asyalıdır. Nehir görünümündeki Altınboynuz iki dünyayı bir okyanus gibi birbirinden ayırır. Avrupa’da olup bitenlerin haberi Galata ve Pera sokaklarında hararetle ve tüm detayları ile tartışılırken diğer kıyıya ise uzaktan yansıyan bir eko gibi karışık ve eksik ulaşır. Batı’nın en önemli insanlarının ve olaylarının şöhreti sanki aşılamaz bir sınırı varmış gibi bir parça suyun ötesine geçemez ve günde beş yüz insanın geçtiği bu köprüden, on yılda bir fikir bile geçmez.
Eğer köprüde öylece durursanız bir saat içinde tüm İstanbul önünüzden geçer gider. Güneşin doğuşundan batışına kadar hiç durmadan birbiriyle karşılaşan ve birbirine karışan bitmez tükenmez bir insan selidir bu, öyle ki buradaki manzara Hindistan çarşıları, Nijniy Novgorod festivalleri ve Pekin bayramlarında bile yoktur.
Galata Köprüsü
Bir şeyi net görebilmek için köprünün belli bir kısmına gözleri dikip hep aynı yere bakmak gerekir, eğer gözleriniz orada burada dolaşırsa görüntü bulanıklaşır ve kafanız karışır. Mütemadiyen akan kalabalık her biri bir grubu temsil eden rengârenk koca dalgalar hâlinde geçer gider. Tipleriyle, kılık kıyafetleriyle, sosyal sınıflarıyla bu insanları zihninizde canlandırsanız da on dakikada ve yirmi adımda geçip giden insan kalabalığının masalsı karmaşası hakkında bir fikre sahip olamazsınız. Sırtlarındaki ağırlığın iki büklüm ettiği koşar adım yanımızdan geçip giden Türk hamalların yarattığı kalabalığın arkasından, Ermeni bir hanımefendinin dışarıdaki insanları dikizlediği fil dişi ve sedefli bir tahtırevan geçer ve bir tarafta beyaz pelerinine sarılmış bir bedevi bir tarafta açık mavi kaftanı ve müslini ile sarıklı bir ihtiyar Türk ve tam yanlarında; atıyla ve peşinde işlemeli ceket giymiş yaveriyle geçen genç bir Rum, onların önünde ise sırma ceketli vardacının arkasından gelen Avrupalı bir sefirin arabasına yol açmak için kenara çekilen külahlı ve deve kılı kaftanlı bir derviş vardır. Tüm bunlar sanki görünmez, yalnızca belirip sonra yok oluverir. Daha arkaya dönmeden, kendinizi astragan kalpaklı Acemlerin ortasında bulursunuz, onları geçince iki yandan yırtmaçlı, uzun, sarı elbisesiyle bir Yahudi, saçı başı dağılmış, sırtına bağladığı bez parçası ile bebeğini taşıyan bir çingene, elinde sopası ve dua kitabı ile Katolik bir papaz, Ermeni, Türk ve Rumlardan oluşan karışık bir kalabalığın ortasında “Açılın!” diye bağıran, çiçek ve kuş desenleri ile boyanmış, içinde beyaz başörtülü ve morlu, yeşilli feraceler giyinmiş harem cariyelerinin bulunduğu faytonu süren dev bir harem ağası, daha arkada Pera hastanelerinden birinde görevli bir rahibe, onu takip eden yanında maymunuyla Afrikalı bir köle ve hikâyeler anlatan falcı kılıklı biri karşınıza çıkıverir.
Galata Köprüsü Üstü
Bu şehrin doğal hâlidir, yalnızca buraya ilk defa gelen biri için tuhaf görünür çünkü birbirinden bu kadar farklı insan yan yana geçerken, tıpkı Londra’dakiler gibi kimse durup da birbirinin yüzüne bakmaz, herkes aceleyle birbirinin önünden geçip gider ve bu yüz tane yüz içinde bir tanesini bile gülerken göremezsiniz. Beyaz iç etekli ve kemerine asılı tabancası ile bir Arnavut, koyun derisinden bir kıyafet giymiş Tatar’ın yanından geçer, debdebeli eşeğine binen Türk yanında iki deveyle sallana sallana gider, on iki yaşlarında, Arap atına binmiş bir şehzadenin lalasının arkasından, bir Türk evinin eski püskü eşyalarını yüklenen bir araba tıngır mıngır ilerler, Müslüman yaya bir kadın, başörtülü bir köle, kafasında kırmızı bir şapkası ve omuzlara kadar inen örgüleriyle bir Rum kadın, başında siyah faldettasıyla bir Maltalı, antik Yehuda kostümlü bir Yahudi, boynuna renkli bir Kahire şalı dolayan siyahi bir kadın, cenaze törenindeymiş gibi baştan aşağı siyah giyinmiş Trabzonlu bir Ermeni olmak üzere tüm bu kadınlar sanki her biri kendini göstermek için buraya gelmişçesine birbiri ardına dizilir öyle yoldan geçerler. İşte bu güçlükle takip edilebilen ve büyük bir hızla mütemadiyen bir araya gelip sonra tekrar dağılan yanardöner bir din ve ırk mozaiğidir. Ayaklar dışında hiçbir şeye bakmayarak gözlerinizi köprünün tahta döşemelerine sabitlemek pek güzeldir: Adem’in ayakkabılarından, Paris’in son moda çizmelerine kadar dünyanın bütün ayakkabıları buradan geçmiştir.
Galatalı Sırık Hamalları
Türklerin sarı, Ermenilerin yeşil, Rumların turkuaz, Yahudilerin siyah pabuçları, çarıklar, Türkistan botları, Arnavut tozlukları, açık ayakkabılar, Anadolu süvarilerin rengârenk paçalıkları, altın işlemeli terlikler, İspanyol espadriller, saten, ipli, bezli ayakkabılar, takunyalar o kadar çoklardır ki birine bakarken diğer yüz tanesini kaçırırsınız. Eğer dikkatli hareket etmezseniz, her an düşebilirsiniz. Bazen sırtında devasa bir şişe ile bir saka, bazen atın sırtında Rus bir hanımefendi, bazen taarruza gidiyorlarmışçasına mühimmatlı giyinmiş imparatorluk askerleri mangası, bazen büyük mal balyalarını astıkları uzun çubukları omuzlarına geçirmiş Ermeni hamallardan oluşan bir güruh, bazen vapurlara binmek için köprünün bir sağından bir solundan fırlayan Türkler hızlıca yanınızdan geçip giderler. Arada sırada kulağa çarpan ve gürültü ile ayak seslerine karıştığı için çok da anlaşılmayan bazı İtalyanca ve Fransızca kelimeler zifiri karanlıkta parlayan noktalar gibi bir etki yaratır. Bu kalabalığın içinde en çok göze çarpan ağır ağır, üçlü ya da beşli gruplar hâlinde gezinen, Napolyon’nun muhafızları gibi eski kürklü kalpaklar takan, uzun siyah kaftanlar giyen, kemerlerinde bir hançer, göğüslerinin üzerinde gümüş fişeklerle dolaşan, sakallı, elleri Rus kanına bulanmış, İstanbul’a kendi kızını ya da kız kardeşini satmak için gelmiş gibi görünen soyguncu tipli Çerkezlerdir. Bizanslı din adamlarını andıran kostümleri ve başlarında sırma işlemeli bir şala sarılmış Süryaniler, kaba işlemeli papaz elbisesi ve kürklü başlıklarıyla Bulgarlar, deri kasket ve metalik kemerin belini sıkıca sardığı tunikleriyle Gürcüler, baştan aşağı püsküller, işlemeler ve parlak düğmelerle bezeli kıyafetlerine sarılmış Ege adalarından gelen Yunanlılar da buradadır. Kalabalık ara sıra azalırmış gibi görünür ancak hemen sonrasında başka bir kalabalık akın eder, kırmızı fes ve beyaz sarıklar arasında silindirik şapkalar, şemsiyeler ve Avrupai hanımefendilerin ehram stili saçları bu Müslüman seli arasında akıntıya kapılmış gibi görünür. Halkın din seçimi konusundaki çeşitliliği insanı hayrete düşürecek seviyededir. Ermeni bir rahibin dalgalanan siyah örtüsü, bir Fransisken rahibinin parlayan kel kafası ve bir ulemanın yeniçeri usulü sarığı, beyaz mintanlı imamlar, başlıklı rahibeler, Osmanlı ordusunda görevli yeşil giyinmiş kılıçlı imamlar, Domeniken rahipleri, boyunlarında tılsımlar asılı Mekke’den dönen hacılar, cizvitler ve dervişler hepsi bir aradadır ve gerçekten çok tuhaftır ki bu dervişler camilerde günahlarının bağışlanması için kendini parçalarken, köprüden güneşten korunmak için şemsiye ile geçerler. Pür dikkat olunursa bu karışıklığın içinde binlerce eğlenceli ayrıntı gözlenebilir. Hanımının içinde olduğu arabaya dikkatlice bakan bir Hristiyan serseriye gözlerini diken bir harem ağası, bir paşanın oğluna kuyruk sallayan, eldivenli, takıp takıştırmış, son moda giyimli Fransız bir koket, Peralı bir hanımın elbisesini rahatça süzebilmek için başörtüsünü düzeltiyormuş gibi yapan İstanbullu bir hanım, merasim üniformasıyla köprünün ortasında dikilen iki eliyle burnunu sıkıp, kime denk gelirse tüyleri diken diken edecek şekilde sümküren süvari çavuşu, gözündeki hastalığını yüzüne doğru yaptığı bir hokus pokus hareketi ile tedavi edeceğine inandırarak fakirin tekinin tüm parasını elinden alan bir şarlatan, aynı gün oraya gelen Asyalı bir ayaktakımının ortasında kaybolmuş genç ve yaşlı yolculardan oluşan bir aile: anneler feryat eden çocuklarına ulaşmaya çalışırken erkekler yol açmak için itişip kakışırlar. Develer, atlar, tahtırevanlar, arabalar, öküzler, yük arabaları, yuvarlanan variller, ayakları kan revan içinde kalan eşekler ve uyuz köpekler kalabalığı ikiye bölüp ortasından tek ve uzun bir sıra hâlinde giderler. Bazen, görkemli atlı arabasına kurulmuş, peşinde onu yaya takip eden hizmetlisi, muhafızı ve zenci kölesiyle kudretli bir paşa geçer, tüm Türkler ellerini alınlarına ya da göğüslerine koyarak onu selamlarlar ve acuze Müslüman dilenciler başları örtülü göğsü bağrı açık hâlde sadaka istemek için arabanın camlarına atılırlar. Görev başında olmayan harem ağaları, ikisi, üçü, beşi birlikte, grup hâlinde geçerler, ağızlarında sigaları, uzun bacakları, siyah bol kıyafetleri ve şişman vücutları ile onları diğerlerinden ayırt etmek mümkündür. Erkek gibi yeşil şalvar, pembe ya da sarı cepken giymiş küçük güzel Türk kızları kınalı küçük elleriyle yolu açarak kedi çevikliği ile oradan oraya koşarlar. Yaldızlı kutuları ile ayakkabı parlatıcıları, ellerinde küçük bir tabure ve leğen ile berberler, sakalar ve şerbetçiler kalabalığın her yerinden fırlayarak Rumca ve Türkçe bağırır dururlar. Her adımda pırıl pırıl askerî üniformalı birine rastlanır: fesli, kırmızı pantolonlu, göğsünde armalarıyla zabitler, ordu generalleri gibi gösterişli saray seyisleri, kemerlerinde silah taşıyan jandarmalar, dev pantolonlarıyla Hotando Venüsü’nü andıran zeybekler ya da sivil askerler, beyaz uzun sorguçlu kaskları ve rütbe şeridi ile kaplı göğüsleri ile padişah muhafızları, ellerinde kelepçe ile volta atan zaptiyeler, ah o İstanbul’un zaptiyeleri! Eskiler onların Atlantik Okyanusu’na kadar her yeri disiplin altında tutabilecekleri söylerler. Sanki bir seyyar çarşısıymış gibi ne var ne yok üzerine geçirmiş olan halk ile üzerinde doğru düzgün bir kıyafet olmayan neredeyse anadan doğma dolaşan halk arasında oldukça tuhaf bir kontrast vardır. Sadece çıplaklık bile başlı başına hayrete düşürür insanı. Arnavutların süt beyaz teninden orta Afrika’nın kapkara rengine ve Darfur’un mavimsi siyah rengine kadar insan teninin her rengini, dokununca bronz bir vazo gibi çınlayacakmış ya da kuru bir toprakmışçasına parçalanacakmış gibi duran göğüsleri, yağlı, taş ve odun gibi semsert, bir yaban domuzuna aitmiş gibi kıllı sırtları, mavi ve kırmızıya boyalı, güllü dallı şekiller, Kur’an’dan ayetler, koca koca tekneler ve ortasından oklar geçen kalp dövmeleriyle kaplı kolları burada görebilirsiniz. Ama tabii ki köprüye ilk defa geliyorsanız tüm bu detayları ilk bakışta fark edemezsiniz. Siz bu boyalı kollara bakar dururken, rehberiniz size yanınızdan bir Sır-pın, bir Karadağlının bir Vlahlının, bir Ukrayna Kazak’ının, bir Don Kazak’ının, bir Mısırlının, bir Tunuslunun ya da bir İmereti prensinin geçtiğini söyleyebilir. Tüm bu insanların nereli olduğunu anlayabilmeniz için çok az vaktiniz vardır. Bu İstanbul’un her zamanki hâlidir: üç kıtanın başkenti ve yirmi memleketin kraliçesi. Ancak bu fikir bile tüm bu ihtişamın sebebi olmaya yetmez, eski kıtayı perişan eden büyük felaketler yüzünden yolları kesişen göç akımlarını düşünün. Ancak uzman bir göz bu görkemli denizde yüzünden ya da kıyafetinden Karaman, Anadolu, Kıbrıs, Kandiye, Şam ve Kudüs’ten gelenleri birbirinden ayırabilir. Dürzüyü, Kürdü, Maruniyi, Hırvatı, Pomakı ve Nil’den Tuna’ya, Fırat’tan Adriyatik’e kadar yayılan coğrafyadaki sayısız toplumun sayısız özelliklerini bilir. Güzeli arayan da çirkini arayan da arzularına yanıt verecek en eşsiz cevapları burada eşit şekilde bulur: Raffaello burada kendinden geçerdi ve Rembrandt saçını başını yolabilirdi. Yunanistan’ın ve Kafkas ırklarının el değmemiş saf güzelliği burada basık burunlara ezik kafalara karışır; tam yanınızdan kraliçeler de geçer suratsızlar da, boyalı yüzler de hastalıktan yaralardan deforme olmuş yüzler de, dev gibi büyük ayaklar da ele benzeyen küçücük Çerkez ayakları da, devasa hamallar, şişko Türkler de iskelet gibi bir deri bir kemik kalmış, insanda acıma ve merhamet hissi uyandıran siyahiler de geçer; münzevi hayatın, hazzın kötüye kullanılmasının, gece gündüz dişini tırnağına takarak çalışmanın, her yerde hükmü geçen zenginliğin ve öldüren fakirliğin yani hayatın dünyadaki en tuhaf yönleri buradadır. Kıyafetlerin çeşitliliği ise insan çeşitliliği ile mukayese edilemeyecek kadar muazzam bir büyüklüktedir. Renk konusunda takıntılı biri burada deliye döner. Aynı kıyafeti giymiş iki insanı asla bulamazsınız, yoktur. Başın etrafına sarılmış şallar, vahşilerin kafasında bandajlar, paçavradan yapılmış taçlar, çizgili ve kareli gömlekler, palyaço kıyafetini andıran iç etekler, kalçalardan koltuk altlarına kadar yükselen bıçaklı kuşaklar, şalvar tipi pantolonlar, yarım pantolonlar, etekler, togaslar, ihramlar, yerlere sürünen çarşaflar, kakım kürküyle süslü elbiseler, altından yapılmış zırhlara benzeyen yelekler, geniş ve sarkık yenler, ruhban giysileri, kadın gibi giyinmiş erkekler, erkeklere benzeyen kadınlar, prensleri andıran dilenci kılıklılar, paçavralar içinde bile bir şıklık, bir renk çılgınlığı, bir püskül, fiyonk, fırfır bolluğu vardır ve sanırsınız ki evrendeki tüm bitpazarları dev bir akıl hastanesine kurulmuş ve burada maskeli bir balo veriliyor. Bu devasa kalabalıktan çıkan boğuk uğultunun üstünde, her dilden gazeteleri yüklenmiş Rum gençlerinin tiz çığlıkları, hamal sürülerinin feryatları, Türk kadınlarının tiz kahkahaları, harem ağalarının çocuksu sesleri, Kur’an’dan ayetler okuyan körlerin falsetto trilleri, sallanan köprünün kasvetli gürültüsü, ıslıklar ve rüzgârının zaman zaman kalabalığın üzerine birkaç dakika boyunca kimsenin kimseyi göremediği dumanı götürdüğü yüzlerce buharlı geminin çanları duyulur. Bu maskeli balo ahalisi, Boğaziçi köylerine ya da Haliç’in mahallelerine ulaşmak için dakikada bir kalkan Üsküdar vapurlarına biner, tüm İstanbul’a yayılır: pazarlara, camilere, Fener ve Balat köylerine varır, Marmara Denizi’nin en uzak mahallelerine kadar ulaşır, Avrupa Yakası’nda sağda sultanın sarayına solda Pera’nın öteki mahallelerine saptıktan sonra tepelerin yamaçları boyunca kıvrıla kıvrıla giden sayısız daracık yolu izleyerek yine köprüye dönerler, böylece Asya ile Avrupa’yı on semt ile yüz mahalleyi düşününce insanı dehşete uğratacak seviyede bir entrika ve gizem ağı sarar. Bu manzaranın insana neşe vereceği düşünülebilir. Ancak bilin ki bu doğru değil. O ilk merak geçtikten sonra, şenlikli renkler solmaya başlar: artık önünüzden geçip giden büyük bir karnaval alayı değil; tüm sefaleti, çılgınlığı, inançlarının ve yasalarının uyumsuzluğu ile geçip giden insan yığınıdır, çürümüş halklar ve umutsuz ırklar için bir tavaftır, yardıma koşulması gereken talihsizlikler, temizlenmesi gereken utançlar ve kırılması gereken zincirler silsilesidir, kanla yazılmış ve kanla yok olacak korkunç sorunlar çöplüğüdür ve bu devasa karışıklık insana sıkıntı verir. Hemen sonra merak duygusu tüm bu sonsuz çeşitlilikteki tuhaf şeylerden tatmin olarak körelir. İnsan ruhunda ne çok çalkantı oluyor işte! Köprüye varışımdan itibaren on beş dakika bile geçmemişti daha, köprünün parapetlerine yaslanmıştım, bir kurşun kalem ile dikkatsizce bir parça karalıyor, bir yandan esniyorken içimden Madam de Stael’in şu ünlü sözünde ne çok doğruluk payı var diye düşünüyordum: “Seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür.”
İSTANBUL
Bu sersemlemiş hâlden kurtulmak için yapılacak en iyi şey İstanbul tepelerinin yamaçlarından kıvrıla kıvrıla giden binlerce sokaktan birine dalmaktır. Bu sokaklarda derin bir huzur hüküm sürer ve Haliç’in diğer kıyıları üzerindeki Avrupai yaşantının gürültülü karmaşası nedeniyle gözden kaçan Doğu’nun gizemli ve özel tüm yönleri buralarda sessiz sakin ve tadına vara vara seyredilebilir. Burada her şey harfi harfine Doğuludur. On beş dakikalık bir yürüyüş sonrasında daha kimseyi görmez ve hiçbir ses işitmez olursunuz. Her yerde ilk katı zemin katın üzerinde başlayan ve ikinci katı da sanki birincisinin üzerine çıkmış gibi görünen, ahşaptan rengârenk boyanmış cumbalı evler vardır, bu çıkmaların üç yanı pencereli ve ahşap kafeslidir ve sanki asıl evden sarkan ikinci bir evmiş gibi görünen bu cumbalar sokağa hüzün ve kendisine has bir hava verirler. Bazı yerlerde sokaklar o kadar dardır ki, birbirine karşı karşıya duran evlerin çıkmaları neredeyse birbirine dokunacak gibidir ve bu insan kafeslerinin gölgesinde gününün büyük kısmını gökyüzünü incecik bir şeritmişçesine görerek evinde geçiren Türk kadınlarının ayaklarının dibinden geçilir. Kapıların tümü kapalıdır, zemin katın pencerelerinde parmaklıklar vardır, tüm soluklar güvensizlik ve kıskançlık doludur; insan kendini sanki bir manastır şehrinden geçiyormuş gibi hisseder. Ara sıra bir kahkaha patlaması duyulur, başınızı kaldırırsanız hemencecik kayboluveren bir çift parlayan göz ve bir tutam örgülü saç görürsünüz. Bazı yerlerde hararetli bir sohbete rastlarsınız ancak adımınızın sesi sokakta yankılanır yankılanmaz sohbet de kesilir. Oradan geçtiğiniz bir dakikalık sürede kim bilir hangi dedikodu ve entrikalara engel olursunuz. Siz kimseyi görmezsiniz ama sayısız göz sizi görür; yalnızsınızdır ama bir kalabalığın ortasındaymış gibi hissedersiniz kendinizi; fark edilmeden geçip gitmek istersiniz, adımlarınızı sıklaştırarak, hızlı hızlı yürür, gözlerinizi yerden ayıramazsınız. Açılan bir kapı ya da kapanan bir pencerenin çıkardığı ses bir gümbürtü kopmuş gibi gelir size, aniden irkiliverirsiniz. Bu sokakların kaderi kasvetmiş gibi görünür aslında ama bu gerçekten doğru değil. Beyaz bir minarenin yükseldiği yeşillik bir alan, size doğru yürüyen kırmızılar giymiş bir Türk, bir kapının önünde dikilen Arap bir halayık, bir pencereye asılmış Acem halısı bir saat boyunca oturup seyredilesi, hayat ve ahenk dolu bir tablo oluşturmak için yeterlidir. Yanınızdan geçen üç beş kişiden bir tanesi bile dönüp size bakmaz. Yalnızca zaman zaman arkanızdan “Gâvur!” diye bağırıldığını işitir ve gelen sese dönüp baktığınızda bir gencin kafasının bir panjurun arkasında kaybolup gittiğini görürsünüz. Diğer zamanlarda ise küçük evlerden birinin kapısı açılır: haremin güzel cariyelerinden birini görmeyi beklersiniz ancak onun yerine ufacık şapkası ve yerlere sürünen kuyruğu ile “adieu” ya da “au revoir” gibi şeyler mırıldanan Avrupalı bir hanım çıkıverir, ağzınız açık orada kalakalırken o hızlı hızlı yürüyerek gözden kaybolur. Sessiz sakin başka bir Türk sokağında ise birden yükselen tiz bir korna sesini ya da atların nal seslerini işitirsiniz. Dönüp bakarsınız, o da ne? Gözlerinize inanamazsınız. Daha önce fark etmediğiniz iki rayın üzerinde hareket eden, içi Türk ve Frenk dolu, üniformalı sürücüsü, basılı seferleri ile Viyana ve Paris’teki ile aynı özelliklerde bir atlı tramvaydır bu. Sokaklardan birinde aniden beliren bu tuhaf şey kelimelerle anlatılacak gibi değildir: burada bir şaka ya da bir yanlışlık varmış gibi gelir size, gülmekten kendinizi alıkoyamazsınız ve sanki hayatınızda daha önce hiç görmemişsiniz gibi arkasından hayran hayran bakakalırsınız. Tramvay geçip gidince, Avrupa’nın yaşam stili de yok olur gider ve yeniden kendinizi bir tiyatro sahnesi değişiyormuş gibi Asya’nın içinde bulursunuz. Bu ıssız sokaklardan; neredeyse tamamını dev bir çam ağacının gölgelediği küçük ve geniş meydanlara çıkarsınız. Bir tarafında develerin su içtikleri bir çeşme, diğer tarafında kapısının önündeki şiltelere yayılan Türklerin nargilelerini içtikleri bir kahvehane bulunur. Kahvehane kapısının hemen yanında ise yapraklarının arasından Marmara Denizi’nin uzak maviliğinin ve birkaç beyaz yelkenlinin göründüğü, gövdesini asma yapraklarının kucakladığı dev bir incir ağacı vardır. Bembeyaz bir ışık ve ölümcül bir sessizlik tüm bu yerlere vakur ve melankolik bir hava verir, böylece onları yalnızca bir kez görmüş olsanız dahi asla unutmazsınız. Ruhunuza hafif bir uyku gibi ağır ağır sızan bu esrarengiz hava sizi ele geçirir, yürüdükçe yürür ve kısa bir süre sonra tüm mekân ve zaman algınızı yitirirsiniz. Yakın zamanda çıkmış büyük bir yangının izlerini taşıyan geniş araziler, aralarını çimler sarmış ve artık bir keçi yoluna dönüşmüş yalnızca birkaç evin ayakta kaldığı bayırlar, tek bir bakışla tüm sokağın, dar geçitlerin, bahçelerin, yüzlerce evin rahatça seyredilebildiği ancak ne tek bir insan siluetinin ne bacadan çıkan tek bir parça dumanın ne de kapısı açık bir evin olduğu, hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen tepeler çevrenizi sarar. Sanki bu devasa şehirde yapayalnızmışsınız gibi düşünür, korkmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Ancak yokuş aşağı inip bu küçük sokaklardan birinin en sonuna kadar gittiğinizde her şey değişir. Artık bakanın bir daha bakacağı anıtlarıyla çevrili İstanbul’un en büyük yollarından birindesinizdir. Camilerin, köşklerin, minarelerin, kemerlerin, mermerden ve lacivert taşından çeşmelerin, göz alıcı işlemeleri ve altın yaldızlı kitabeleriyle sultan türbelerinin, çini dolu surların arasından, sedir ağacından yapılan saçakların altından, bahçelerin altın parmaklıklarından ve surların duvarlarını aşan tüm sokağı mis gibi kokutan görkemli bir bitki örtüsünün gölgesinde yürürsünüz. Bu sokaklarda, her adımınızda bir nezaretten ötekine gidip gelen paşa arabalarına, zabitlere, memurlara, yaverlere, köşklerin harem ağalarına, bir sürü hizmetkâr ve yardımcıya rastlarsınız. Burada dev bir imparatorluğun başkenti neresiymiş anlar ve onun ihtişamına hayran kalırsınız. Her tarafta derinden gelen bir müzik gibi ruhu okşayan ve zihni neşeyle dolduran bir pırıltı, mimari bir lütuf, bir su sızıntısı, ferah bir gölgelik vardır. Bu sokaklardan geçince insanın büyüklüğü nedeniyle hayrete düştüğü sultan camilerinin baş gösterdiği büyük meydanlara çıkılır. Bu yapılardan her biri bir taç gibi kendisini saran dev kubbeler nedeniyle neredeyse fark edilmeyen, medresesi, hastanesi, mektebi, kütüphanesi, dükkânları ve hamamlarıyla küçük bir şehir merkezinden oluşur. Sanki çok basitmiş gibi görünen mimarisi aslında yüzlerce bakışı üzerine çekecek kadar çok ayrıntıyla doludur. Kurşun kaplı kubbeler, biri diğerinin üzerinde yükselen tuhaf şekilli çatılar, dış galeriler, dev sundurmalar, sütunlu pencereler, fistolu kemerler, sarkıtlı ve delikli şerefelerle çevrili yivli minareler, sanki etrafına dantel örülmüş gibi görünen anıtsal çeşmeler ve kapılar, tümü işlemeli, oymalı, hafif, dimdik, altın benekli ve rengârenk duvarlar meşe ağaçları ile gölgelenmiştir ve bu ağaçlardan yükselen kuş sürüleri kubbenin etrafında yavaşça dört dönerek bu muazzam yapının gizli köşelerinde ahenkle uçuşurlar. Burada hissedilen salt güzellik duygusundan daha derin ve daha güçlü bir şeydir. Bizim içine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız dünyadan farklı bir âleme ait fikir ve duygu düzenini mermer ile ifade edebilen, düşman bir ırkın ve düşman bir inancın inşa ettiği kusursuz çizgileri ve zirvesiz yükseklikleri ile bizim olmayan bir Tanrı’nın zaferlerini, atalarımızı korkudan tir tir titreten bir milleti sessiz bir dille hiç konuşmadan bize anlatan bu abideler saldığı güvensizlik ile korkunun karışımından oluşan bir saygı ile bizi kendisinden uzak tutsa da bir süre sonra merakımız bu korkuyu yeniverir. Gölgeli avluların içindeki çeşmelerde abdest alan Türkler, sütunların dibine çömelmiş yoksullar, kemerlerin altında ağır adımlarla yürüyen örtülü kadınlar görürsünüz, sanki her şey neden kaynaklandığı anlaşılamayan ve zihnin bir bilmeceymiş gibi çözmeye uğraştığı bir sükûnet, haz ve hüzne sarınmıştır. Galata, Pera ne kadar da uzak gelir! Kendinizi başka bir dünyada ve başka bir zaman diliminde hissedersiniz, sanki Muhteşem Süleyman’ın, II. Bayezid’ın zamanına ışınlanmış gibiyken bu meydandan çıkıp da Osmanlı’nın heybetli gücünü yansıtan bu abideyi artık göremez olduğunuzda kendinizi yeniden ahşap, yoksul, yıkıldı yıkılacak pis ve derbeder bir İstanbul’un ortasında yapayalnız bulursunuz. Yol ilerledikçe evlerin rengi solmaya başlar, çatılar dökülür, çeşmelerin fıskiyeleri yosunlarla kaplanır, çatlak duvarları ve tahta minareleri ile etrafını ısırganların, çalıların sardığı cüce camiler, harabeye dönmüş türbeler, kırık dökük merdivenler, her yanı molozlarla kaplı alt geçitler, sonsuz bir hüznün ele geçirdiği, serçelerin ve leyleklerin kanat çırpışlarından ya da nerede olduğu şüpheli bir minarenin tepesinden Allah’ın sözlerini bağıran yalnız bir müezzinin gırtlaktan gelen sesinden başka hiçbir sesin işitilmediği mahalleler görürsünüz. Hiçbir şehir halkının doğasını ve felsefesini İstanbul kadar iyi temsil edemez. Güzel ve ulu olan ne varsa hepsi Allah’ın ya da Allah’ın dünyadaki sureti olan sultanındır, geri kalan her şey geçicidir ve dünyevi şeylere dair derin bir umursamazlığın izlerini taşır. Bu millet göçebe bir kabileden doğmuştur; içgüdüsel olarak doğaya, tefekküre ve aylaklığa olan tutkusu geçmediğinden, şehirde de sanki bir göçebe kampları varmışçasına yaşar bu duygularını muhafaza ederler. İstanbul bir şehir değildir, çalışmaz, düşünmez, yaratmaz; medeniyet onun kapılarını kırıp zorla girer, yollarına saldırır, camilerin gölgesinde rahatça uyur ve sonra boşverir her şeyi. Devinimsiz bir devletin gücünden çok mütemadiyen göç etmeye alışkın bir ırkın son durağını temsil eden bağımsız, dağınık, deforme bir şehirdir burası ve büyük bir şehir olmaktan ziyade daha çok bir panayır yeri gibidir. Eğer şehri baştanbaşa dolaşmazsanız, hakkında doğru bir izlenim de edinemezsiniz. İşe, Marmara Denizi’ne kadar uzanan, üçgen formundaki ilk tepeyi gezmekle başlanmalıdır. Bu tepe, söylenene göre, İstanbul’un başıdır; anılarla, ışıklarla ve görkemle dolu anıtsal bir mahalledir âdeta. Burası akropolisi ve Jüpiter madeniyle Bizans’ın eski sarayı olmakla birlikte sonradan buraya İmparatoriçe Placidia’nın sarayı ve Arcadius hamamları inşa edilmiştir; burada Ayasofya Cami ve Sultan Ahmet Cami ile onların ortasında bronz ve mermerden bir Olimpos’un yer aldığı ipek ve leylak giyimli kalabalığın çığlıkları arasında, incileri takıp takıştırmış imparatorların önünden uçup giden altın arabaların geçtiği eski hipodrom yerine kurulmuş at meydanı bulunur. Bu tepeden sarayın batı duvarlarının yayıldığı ve antik Bizansın sınırlarının çizildiği, Sadaret Sarayı ve Hariciye Nezaretine açılan Babıali’nin yükseldiği sığ bir vadiye inilir: bu öyle bir mahalledir ki imparatorluğun kaderindeki tüm kederler sanki buraya toplanmış gibi sessiz ve katıdır. Bu vadiden; tamamı mermerden yapılmış Osmanlı’nın ışığı Nuri Osmaniye Cami’nin ve üstünde büyük imparatorun başı ile Apollo’dan yapılmış bronz heykeli bulunan, eski zamanlarda revaklar, zafer takları ve heykellerle çevrili eski forumun tam ortasındaki Constantinus’un yanık sütununun yer aldığı ikinci tepeye çıkılır. Bu tepenin hemen ötesinde Bayezid Cami’nden Valide Sultan Cami’ne kadar uzanan ve kalabalık ve gürültülü sokakları yüzünden insanın gözleri sulanmış, kulakları sağırlaşmış şekilde çıktığı, sayısız sokaklarla kaplı bir labirentten oluşan çarşı vadisi vardır. Bir zamanlar hem Marmara Denizi’ne hem Haliç’e egemen olan üçüncü tepede Ayasofya’nın rakibi, Türk şairlerinin dediği gibi İstanbul’un sevinci ve parıltısı Süleymaniye Cami ile İstanbul’un antik saray kalıntılarının üzerinde yükselen, zamanında Fatih Sultan Mehmet’in ikamet ettiği ve ardından eski sultanlar için bir saray olarak tahsis edilen Harbiye Nezaretinin muhteşem kulesi bulunur. Üçüncü ile dördüncü tepe arasında ise, evlerle dolu vadinin üzerinde çok ince iki sıra kemerden oluşan, salkım saçak yeşilliklerin sarmaladığı, Valente imparatorunun devasa su kemeri bir asma köprü gibi uzanır. Bu su kemerinin altından geçince dördüncü tepeye çıkılır. Burada, İmparatoriçe Elena tarafından kurulan ve Teodora tarafından yeniden inşa edilen ünlü Havariler Kilisesinin kalıntıları üzerinde, çevresinde medreseler, hastaneler, kervansaraylar bulunan Fatih Cami vardır; caminin yanında köle pazarı, Fatih hamamları ve emperyal kartallarla süslenmiş mermer mezar taşlı Marciano’nun granit sütunu ve bu sütunun yakınında yeniçerilerin katliamının gerçekleştiği o meşhur et meydanı bulunur. Başka bir semtin yer aldığı vadiyi de geçince beşinci tepeye çıkarsınız, bu tepede bahçe hâline getirilmiş San Pietro’nun eski sarnıcının yanında Yavuz Selim Cami vardır. Aşağıda, Haliç boyunca, eski Bizans’ın, Paleologhi ve Comneni’nin halefleri ile sığındıkları ve 1821’de korkunç katliamların gerçekleştiği, patrikhanenin merkezi Rum mahallesi Fener vardır. Beşinci vadiye indikten sonra altıncı tepeye çıkılır. Burası; Konstantin’in kırk bin Got’dan oluşan sekiz birliğinin işgal ettiği yerdir, dördüncü tepeyi içine alan ilk surlar bu çemberin dışındadır ve yedinci birliğin işgal ettiği bu alan Hebdomon adını almıştır. Altıncı tepe üzerinde konstantin Porfirogenete sarayının surları durur. İmparatorların taç takma törenlerini gerçekleştirdikleri bu saraya şimdi Türkler Tekfur sarayı diyor, yani prenslerin sarayı. Tepenin yamaçlarında, Haliç’in kıyıları boyunca başlayıp şehrin surlarına kadar uzanan murdar Yahudi mahallesiyle Balat vardır ve Balat’ın bu tarafında eski Blakhernai Mahallesi bulunur, burası bir zamanlar altın çatılı saraylarla süslenmiş, imparatorların favori ikametgâhı, İmparatoriçe Pulcheria’ın kilisesinin ve tapınaklarının kalıntılarının bulunduğu yerken şimdilerde harabeye dönmüştür ve bu hâliyle keder doludur. Blakhernai’de başlayan burçlu surlar Haliç’ten Marmara Denizi’ne kadar yedinci tepeyi de kucaklayarak devam eder, yedinci tepe bir zamanlar Forum Boarium’un bulunduğu ve şimdi ise Arcadio sütununun kaidesinin yer aldığı tepedir: burası İstanbul’un en doğusundaki en büyük tepedir ve bu tepe ile diğer altı tepe arasında şehre Carisio’nun kapısından giren ve antik Teodosio limanının yakınlarından denize bağlanan Lykus adlı küçük bir nehir akar. Blakhernai Sarayı’nın surlarından denize doğru hafifçe inen ve bahçelerle taçlandırılmış Otakçılar Mahallesi görülür. Otakçıların az ötesinde, kıymetli camisi, servi ağaçlarının gölgelediği geniş kabristanı ve beyaz türbeleriyle Osmanlı’nın kutsal toprağı Eyüp Mahallesi vardır; Eyüp’ün arkasında tümenlerin yeni imparatorlarını kalkanlar üzerinde taşıdığı eski askerî kamp ovası ve ovanın da ötesinde Haliç’in son sularıyla yıkanmış çalılıkların arasında canlı renkleriyle hayal meyal seçilebilen diğer köyler vardır. İşte İstanbul! Kutsal şehir. Ancak yine de bu devasa Asya köyünün, bu devasa müzenin ikinci Roma’nın kalıntılarının ve İtalya’dan, Yunanistan’dan, Mısır’dan, Anadolu’dan kaçırılan hazinelerinin üzerine yayıldığı düşünülünce, bunu hatırlamak bile sanki ilahi bir rüyanın içindeyken zihninizi allak bullak eder. Şehri denizden surlara kadar saran büyük revaklar, yaldızlı kubbeler, amfi tiyatroların ve hamamların önündeki titanik sütunların üzerinde yükselen devasa atlı heykeller, porfir kaideleri üzerinde oturan bronz sfenksler, gümüşten imparatorları ve mermerden tanrıları olan aklı havada insanların ortasında granit alınlarını yükselten tapınaklar ve saraylar neredeler? Hepsi ya yok olmuş ya bambaşka bir şeye dönüşüvermiş. Bronz atlı heykeller eritilip top yapılmış, dikili taşların bakır kaplamaları sökülmüş bozuk paraya çevrilmiş, imparatoriçe lahitleri çeşme oluvermiş, Santa Irene Kilisesi cephanelik, Konstantin Sarnıcı atölye olmuş, Arcadio sütununun kaidesi bir nalbant için değiştirilmiş, hipodrom artık at pazarına dönüşmüş, sarmaşıklar ve molozlar imparatorluk saraylarının temelini kaplamış, amfi tiyatroların zemininde mezarlık çimenleri yetişmiş. Yangından kararmış ya da işgalcilerin elinde harap olmuş çok az kitabe bu tepelerin üzerinde bir zamanlar Doğu imparatorluğunun muhteşem metropolünün var olduğunu hatırlatıyor. Bu devasa harabenin üzerinde İstanbul mezarına girmiş bir cariye gibi zamanının gelmesini bekliyor.
Yenicami
OTELDE
Şimdi okurlar biraz olsun soluk alabilmek için benimle otele gelsinler.
Şimdiye kadar tasvir ettiklerimin büyük bir kısmını arkadaşım ve ben buraya vardığımız gün gördük. Geceyi geçirmek üzere otele döndüğümüzde aklımızın ne hâlde olduğunu kim bunu okuyorsa hayal etsin. Yolda tek kelime etmemiştik ve odamıza girer girmez kendimizi birbirimizin yüzüne bakacak şekilde kanepeye attık ve ikimiz birden şunları sorduk:
“Ne düşünüyorsun?”
“Ne diyorsun?”
“Ben buraya resim yapmaya geldim diye düşünüyorum.”
“Ben de yazmaya!”
Bunun üzerine yüzümüzde birbirimize karşı duyduğumuz şefkat okunurcasına gülümsedik. Aslında, o akşam ve hatta birkaç gün sonra, Sultan Abdulaziz bana Anadolu’dan bir kasabayı ödül olarak vereceğini söylese bile onun devletinin payitahtı üzerine on satırı doğru düzgün bir araya getirmeyi başaramazdım, böylesi büyük şeyleri tasvir etmek için ondan biraz uzaklaşmak, onları iyice hatırlayabilmek için de biraz olsun unutmak en doğrusudur. Kaldı ki Boğaz’ı, Üsküdar’ı, Olympus’un tepelerini gören bir odanın içinde nasıl yazacaktım ki? Otelin kendisi seyirlik bir yerdi. Günün her saatinde, merdivenlerde ve koridorlarda her ülkeden çeşit çeşit insanların gelip gittiği görülüyordu. Bir yuvarlak masanın etrafında her gün yirmi farklı milletten insan oturuyordu. Akşam yemeğinde; İtalyan hükûmetinden gelme bir delege olduğum için meyve servisi esnasında uluslararası büyük problemler üzerine söz almam gerektiği aklımdan çıkmıyordu. Etrafta pembe suratlı leydiler, saçları darmadağın artistler, bizden para koparmaya çalışan mücadeleci maceraperestler, başında altın haresi eksik olan bizanslı bakireler, tuhaf ve uğursuz yüzler oluyordu ve bunlar her gün değişiyordu. Meyve servisi esnasında, herkes birden konuşurken, insan kendini Babil kulesindeymiş gibi hissediyordu. İlk günden İstanbul tutkunu birkaç Rus ile tanıştım. Her akşam şehrin dört bir yanından gelip yine burada buluşurduk, herkesin anlatılacak bir yolculuk hikâyesi vardı. Kimi Serasker Kulesi’nin tepesine çıkmış, kimi Eyüp mezarlığını ziyaret etmiş, kimi Üsküdar’dan gelmiş, kimi Boğaz’ın üzerinde koşu yapmış olurdu; hepsi konuşuluyordu ve muhabbetler hep aynı ışık ve aynı renklerle dolu tanımlamalarla geçiyor, kelimeler yetersiz kaldığında Ege’nin kokulu ve tatlı şarapları imdada yetişiyordu. Ayrıca burada tabii parası bol memleketlilerim de vardı ve onlara aşırı sinir oluyordum çünkü çorbasından meyvesine kadar İstanbul hakkında söylemediklerini bırakmıyorlardı: kaldırım yokmuş, tiyatrolar karanlıkmış ve akşamlarını nasıl geçireceklerini bilemiyorlarmış. Sanki gecelerini geçirmek için İstanbul’a gelmişlerdi. İçlerinden biri Tuna’ya yolculuk yaptığını söyleyince ona bu büyük nehri sevip sevmediğini sordum. Bana dünyanın hiçbir yerinde Avusturya krallığına ait olan vapurlarda yediği gibi bir mersin balığı yemediğini söyleyerek cevap verdi. Bir diğeri hoş ve sevgi dolu bir yolcuydu, sırf kadınları baştan çıkarabilmek için yolculuk ediyor, kandırabildiği kadınların listesini yanında taşıyordu. Büyük ölçüde kutsal ruhun sekizinci hediyesi ile ödüllendirilen bu sarışın ve uzun boylu kont sohbette konu ne zaman Türk kadınlarına gelse, gizemli bir gülümseme ile kafasını eğer ve sözlerini yudum yudum içtiği şarapla keserek muhabbete dâhil olurdu. Her gün diğerlerinden biraz daha geç ve nefes nefese, sanki on beş dakika önce sultanın yanından çıkmış gibi bir havayla, yemek yemeye gelirdi, bir tabakla diğeri arasında katlanmış notları cebinden dikkatlice çıkarır, onların cariyelerden gelen mektuplar olduğu izlenimini verirdi ama yüzde yüz otelin hesaplarıydı. İşte, kozmopolit şehirlerin otellerinde bunun gibi insanı şaşırtacak çok konu vardır. İnanmanız için bizzat orada olmanız, gözlerinizle görmeniz gerekir. Yaklaşık otuzlu yaşlarda, uzun, asabi, gözleri velfecri okuyan ve heyecanlı heyecanlı konuşan genç bir Macar vardı, kendisi Paris’te zengin bir beyefendiye asistanlık ettikten sonra Cezayir’deki Fransız Zouavelerin arasına katılmaya gitmiş, orada yaralanmış ve Araplara esir düşmüş, ardından Fas’a kaçmış, sonra tekrar Avrupa’ya dönmüş ve Lahey’e giderek Açeliler’e karşı orduda yer alabilmek için subay rütbesi istemiş, Lahey tarafından reddedilince, Türk ordusuna kaydolmaya karar vermiş, İstanbul’a gelebilmek için önce Viyana’ya geçmiş ancak bu esnada bir kadın için yapılan bir düelloda boynuna bir tabanca kurşunu yemişti, yara izini gösterdi, İstanbul’dan da reddedilince, “Şimdi ne yapacağım?” diye sorup duruyordu, “Je suis enfant de l’aventure;” “Savaşmam gerek, beni Hint adalarına götürecek kişiyi buldum bile!” diyerek gemiye biniş biletini gösterdi. “İngiliz askeri olacağım, nasılsa orada daima yapılacak bir şeyler vardır, benim derdim dövüşebilmek, ölmek falan umurumda değil, zaten bir ciğerimi kaybetmişim.” Kendine has başka bir tip de bir Fransız’dı, ömrünü posta ile münakaşa ederek tüketmişti: Avusturya, Fransa, İngiltere postalarıyla başı beladaydı, Neue Freie Presse gazetesine protesto yazıları göndermiş, kıtanın tüm posta istasyonlarına küstahça telgraf çekmişti, her gün birkaç posta gişesinde kim mektubunu zamanında almamış, hangi mektup gönderildiği yere varamamış diye memurlarla münakaşaya giriyor ve yaşadığı tüm sıkıntıları ve talihsizlikleri sofrada uzun uzun anlatıp postacıların ömrünü yiyip bitirdiklerinden bahsediyordu. Bu insanların içinde bir de Rum bir hanımefendiyi hatırlıyorum, ruh gibi bir suratı vardı, tuhaf giyinirdi ve daima yalnızdı, her gece yemeğin ortasında masadan kalkardı ve hiç kimsenin asla bir anlam veremediği şekilde tabağın üzerine kabalistik bir hareket yaptıktan sonra çeker giderdi. Bir de Eflaklı bir çifti unutamıyorum, genç adam yaklaşık yirmi beş yaşlarında ve kız ise belli ki daha yeni yetmeydi; onları yalnızca tek bir akşam gördük, hiç şüphesiz kaçmışlardı; çocuk kaçırmış kız memnuniyetle kabul etmişti, çünkü yüzlerine odaklandığınızda kıpkırmızı oluyorlardı ve kapının açılıp kapandığı her seferde yay gibi yerlerinden sıçrıyorlardı. Başka kimi hatırlıyorum? Düşünürsem eğer, yüzlercesini. Sihirli bir fener gibiydi sanki. Arkadaşımla birlikte buharlı gemilerin şehre vardığı günlerde kapıdan içeri girenleri seyrederek eğleniyorduk: Hepsi yorgun, serseme dönmüş ve şehre ilk girdiklerinde gördükleri manzaranın etkisinden çıkamamış bu insanların yüzlerinden “Nasıl bir dünya burası? Nereye düştük biz?” gibi cümleler okunuyordu. Bir gün, sonunda çocukluk hayalini gerçekleştirip İstanbul’a gelebildiği için deliye dönmüş genç bir delikanlı içeriye girdi; babasının elini her iki eliyle tutup sıkıyor ve babası ise ona duygulu bir ses tonuyla “Je suis heureux de te voir heureux, mon cher enfant.”[2 - Seni mutlu görmek, beni mutlu eder evladım. (ç.n.)] diyordu. Delikanlı; günün sıcak saatlerini pencereden Boğaz’ın tek kayasının üzerinde bir kar gibi bembeyaz hâlde süzülen Üsküdar’ın tam karşısındaki Kız Kulesi’ni seyrederek geçiriyordu. Engerek yılanı tarafından ısırılan güzel prensesin kolundan zehri akıtmak için kuleye çıkan Pers prensinin efsanesini hayal ederken, her gün aynı saatlerde pencereye çıkan beş yaşlarındaki bir çocuk bizi illet ederdi. Bu oteldeki her şey merak uyandırıyordu. Tüm bunların yanı sıra her akşam kapının önünde bir ya da iki kişi beliriyordu, bunlar ressamlar için model arıyorlardı ya da hepimizi ressam kabul ederek yüzlerinde başka anlamlar da çıkarılabilecek bir ifade ve kısık bir ses tonuyla soruyorlardı: “Türk mü olsun, Rum mu, Ermeni mi, Yahudi mi yoksa siyahi mi?”
İSTANBUL
Şimdi yine İstanbul’a geri dönelim ve kuşlar gibi gökyüzünde süzülelim. İnsan burada her istediğini yapabilir. Avrupa’ya karşı yaktığınız sigaranın külünü gidip Asya’ya atabilirsiniz. Sabahları, kalkınca, kendimize: “Bugün bu devranın hangi köşesini görsek acaba?” diye sorabilir, iki kıta ve iki deniz arasında seçim yapabiliriz. Her meydanda emrimize amade eyerlenmiş atlar, her koyda küçük tekneler, yüzlerce iskelede bekleyen vapurlar, sallanan kayıklar, uçan talikalar, tüm Avrupa dillerini konuşan bir rehber ordusu bulunur. İtalyan komedisine gitmek, dervişlerin sema dansını izlemek, Türk Karagöz’ün maskaralıklarına gülmek ya da Paris tiyatrolarının müdavim şarkılarına eşlik etmek mi istiyorsunuz yoksa çingenelerin cambazlıklarını izlemek, bir halk şairine bir Arap efsanesi anlattırmak, Rum tiyatrosuna gitmek, bir imamın vaazını dinlemek, bir sultan geçitini izlemek mi istiyorsunuz? İsteyin ve olsun. Her milletten insan sizin hizmetinizdedir: Ermeni sizi tıraş etmek, Yahudi ayakkabılarınızı parlatmak, Türk sandalla dolaştırmak, Zenci hamamda kese yapmak, Rum size kahve pişirmek üzere aklınızı çelmek için emrinize amade bekler. Diliniz damağınız kuruduysa hemen çevrenizde Olimpos dağları karlarından yapılan dondurmaları bulursunuz, eğer boğazınıza düşkünseniz, sultan gibi, Nil’in sularından içebilirsiniz, eğer mideniz çok hassassa Fırat’ın suyundan eğer asabi iseniz Tuna’nın suyundan içersiniz. Yemeğinizi isterseniz bir Arap gibi çölde ya da Maison Doree otelindeki zenginler gibi yersiniz. Ufak bir şekerleme yapmak için mezarlıklar, mest olmak için Valide Sultan Cami’ne bakan Galata Köprüsü, hayal kurmak için Boğaz, pazar günlerini geçirmek için Prens Adaları, Anadolu’yu seyretmek için Bulgurlu Dağı, Haliç’i seyretmek için Galata Kulesi, her yeri tek bakışta görmek için ise Serasker Kulesi vardır. Ancak burası yine güzelden ziyade tuhaf bir şehirdir. Aklımızın ucundan geçmeyecek şeyler, burada hepimizin gözleri önünde cereyan eder. Üsküdar’dan Mekke’ye kervan hareket eder, eski payitaht Bursa’ya aktarmasız tren gider, eski sarayın gizemli surlarının arasından Sofya’ya kadar demir yolu geçer, Aşai Rabbani’yi taşıyan Katolik rahibe Türk askerleri eşlik eder, halk mezarlıkların arasında eğlenir, yaşam, ölüm, mutluluk hepsi burada birbirine geçer ve birbirine karışır. Burada Londra’daki canlılık ile Doğu’nun sessiz uyuşukluğu bir bütün içindedir, muazzam bir kamusal yaşam vardır ama bir yandan da gizemi asla çözülemeyen özel bir yaşam da vardır, mutlak bir hükûmet bulunur ancak bir yandan da sınırsız bir özgürlük hüküm sürer. İlk birkaç gün için hiçbir şey idrak edemezsiniz: Size, bu bozukluk sona erecekmiş ya da bir devrim patlayıverecekmiş gibi gelir hep; her akşam eve dönerken bir yolculuktan dönüyormuş gibi hissedersiniz ve her sabah biri size mutlaka “İstanbul bu yakınlarda mı acaba?” diye sorar. Şaşkına dönersiniz, karşılaştığınız bir izlenim diğerini siliverir, arzular birbirini kovalar, zaman uçar gider, bir gün tüm hayatınızı burada geçirmek isterken ertesi gün toplanıp gitmek istersiniz. Peki, bu karmaşayı oturup yazmak isterseniz ne olur? Öyle bir an olur ki masanın üzerine yayılmış tüm kâğıt ve tüm kitapları bir demet hâlinde camdan fırlatasanız gelir.
Haliç’te Türk Kahvesi
GALATA
Arkadaşım da ben de ancak vardıktan dört gün sonra kendimize gelebildik. Sabahın erken saatlerinde köprüye gelmiştik ve günü nasıl geçireceğimize henüz karar vermemiştik. Yunk sakin sakin, etrafı gözlemleyerek şehirde bir tur atmayı önerdi. “Yürüyelim.” dedi. “Gece yarısına kadar sürse de Haliç’in kuzey kıyılarının tamamını gezelim. Bir Türk lokantasında kahvaltımızı yapar, bir çınar ağacının gölgesinde azıcık kestirir ve sonra kayıkla da geri döneriz.” Teklifini kabul ettim, yanımıza sigara ve bozuk para aldık, şehir haritasına şöyle bir göz gezdirip Galata’ya doğru yola koyulduk.
İstanbul’u yakından tanımak isteyen okur bize eşlik etme fedakârlığında bulunsun. Galata’ya vardık, gezimiz tam bu noktadan başlayacak. Galata, Antik Bizans mezarlarının bulunduğu, Boğaziçi ve Haliç’in arasında denize doğru uzanan bir tepenin üstüne kurulmuştur. Burası İstanbul’un merkezidir. Neredeyse tüm sokaklar dar ve dolambaçlıdır, sokakların her yerinde tavernalar, pastaneler, berberler, kasaplar, Rum ve Ermeni kahvehaneleri, tüccar yazıhaneleri, atölyeler, barakalar vardır, hepsi Londra’nın varoş mahallelerinde olduğu gibi karanlık, ıslak, çamurlu ve kaygandır. Yoğun bir kalabalık tramvaya, eşeklere, at arabalarına, hamallara yol vermek için devamlı kenara çekilmek zorunda kalarak koşturur durur. İstanbul’un neredeyse tüm ticareti bu semt üzerinden yapılır. Burada Menkul Kıymetler Borsası, Gümrükçüler, Avusturya Lloyd ve Fransız Mesajeri yazıhaneleri, kiliseler, konvansiyonlar, hastaneler ve depolar vardır. Bir yer altı demir yolu Galata ve Pera’yı birbirine bağlar. Eğer yol üzerinde sarıklıları ve feslileri görmezseniz, burası hiç de Doğu ülkesi gibi gelmez size. Dört bir yandan Fransızca, İtalyanca ve Cenevizce konuşulduğu işitilir. Burada Cenevizliler, neredeyse kendi evindelermiş gibi davranırlar, limanları kendi gönüllerine göre kapattıkları ve imparatorluğun tehditlerine top atışıyla karşılık verdikleri günler geride kalsa bile hâlâ patron havasında takılırlar. Oysa onların gücünden geriye ağır kemerlerle desteklenen birkaç eski ev ve Voyvoda’nın ikamet ettiği eski antik binadan başka bir şey kalmamıştır. Eskilerin Galata’sı artık neredeyse tamamen yok olmuştur. İki uzun yolun inşası binlerce evin yok olmasına sebep olmuştu, bu yollardan biri Pera’ya doğru çıkar ve diğeri ise kıyıya paralel olarak Galata’yı bir ucundan diğer ucuna bağlar. Arkadaşımla birlikte atlı tramvayların geçişine yol açmak için dükkânlara sığınarak bu yoldan yürümeye başladık. Tramvayların önünde, yolu boşaltmak için ellerinde bir kamışla önlüklü Türkler yürüyordu. Her adımda kulaklarımızda bir ses yankılanıyordu. Türk hamal, “Çekilin!” Ermeni saka, “Su var!” Rum saka, “Crio nero!” Türk eşek sürücüsü, “Burada!” şerbetçi, “Şerbet!” gazete satıcısı, “Neologos” Frenk arabacı, “Varda, varda!” diye bağırıyordu. On dakika süren yürüyüşümüz sonunda neredeyse sağır olmuştuk. Bir yerde bir yolun hiç asfaltlanmadığını fark edince şaşırdık, taşlar yerlerinden daha yeni sökülmüş gibi duruyordu. Durup iyice baktık, sebebini anlamaya çalışıyorduk. Bir İtalyan esnaf merakımızı giderdi. Bu sokağın sultanın saraylarına çıktığını söyledi. Birkaç ay önce, emperyal alayı buradan geçerken, Abdulaziz majestelerinin atı kaymış ve düşmüş, bunun üzerine iyi kalpli sultan oldukça üzülmüş ve sinirlenerek atın düştüğü yerden sarayına kadar olan bölgeden taşların derhâl sökülmesini emretmiş.
GALATA KULESİ
Mutlaka hatırlanması gereken bu noktada gezimizin doğu sınırını belirledik ve sırtımızı Boğaziçi’ne verip, bir dizi kasvetli ve kirli caddeden geçerek Galata Kulesi’ne doğru yöneldik. Galata semti açık bir yelpazeye benzer ve tepenin doruğuna yerleştirilmiş kule bu yelpazenin sapı gibidir. Kule konik çatılı, koyu renkli, oldukça yüksek ve yuvarlaktır, çatısının altında geniş pencereler bir tur atarlar ve bu hâliyle burası şeffaf bir teras gibi görünür. Burada şehirde çıkan yangınları haber verebilmek için gece ve gündüz bir bekçi bekler. Ceneviz Galata’sı, Galata’yı Pera’dan ayıran surların bitişiğinde yükselir, bu surlardan geriye artık tek bir iz bile kalmamıştır. Kule de zaten savaşırken hayatını kaybeden Cenevizlilerin anısına dikilen o eski İsa Kule’si değildir, Sultan II. Mahmud onu yeniden inşa ettirmiş, III. Selim ise ilk defa restore ettirmiştir lakin yine de burası Cenevizlilerin şanıyla taçlandırdığı bir anıt olarak hatırlanacaktır ve burada bir İtalyan, Şark imparatorluğuna karşı direnen ve ana vatan bayrağını bu kulede yüzyıllar boyunca dalgalandıran o yürekli ve kahraman bir avuç tüccarı, denizciyi ve askerî gururla düşünmeden edemez. Kuleyi geçince kendimizi bir Müslüman mezarlığında bulduk.
GALATA MEZARLIĞI
Galata Mezarlığı denilen yer, Pera’nın yamaçlarından Haliç’e kadar dik bir şekilde inen, eğri büğrü ve her yana düzensizce dağılmış taş ve mermer sütununu gölgelendiren büyük bir servi ormanıdır. Bu sütunlardan bazıları sarık şeklindedir ve üzerlerinde renkler ve yazılar görülür, bazıları ise sivridir, birçoğu devrilmiştir, kimilerinin tepesindeki sırık öyle koparılıp atılmıştır ki, insan bunların Sultan Mahmud’un öldükten sonra bile kafalarını uçurmak istediği yeniçerilere ait mezarlar olduğunu düşünür. Büyük çoğunluğu baş tarafa ve ayak ucuna yerleştirilen bir taş ile belli olur ve bunların ortasında bir toprak tümsek vardır; Müslümanların inancına göre Nekir ile Münkir isimli iki melek merhumun ruhunu yargılamak için bu iki taşın üzerinde oturur. Yer yer alçak bir duvar ya da korkulukla çevrili toprak setler vardır ve bunların tam ortasında kavuklu bir sütun ile onun etrafına dizili küçük sütunlar bulunur: Burada eşleri ve çocukları arasına gömülmüş bir beyzade ya da paşa yatmaktadır. Ormanın içindeki yollar birbirinin içinden geçerek kıvrıla kıvrıla bir sürü küçük yolla kesişe kesişe gider; gölgede oturan bazı Türkler çubuklarını tüttürürler, mezarların arasında birkaç çocuk hoplayıp zıplar, birkaç inek otlanır, yüzlerce kumru servilerin dalları arasında öter durur, örtülü kadınlarlar grup hâlinde geçerler ve servilerin arasından İstanbul’un ışıltılı minarelerinin beyazına karışan Haliç’in mavisi parlar.
PERA
Mezarlıktan çıktık, Galata Kulesi’nin dibinden geçtik ve Pera’nın ana sokaklarından birine daldık. Pera, denizden yüz metre kadar yüksekliktedir, havadar ve eğlenceli bir yerdir, Haliç’i de Boğaz’ı da görür. Avrupa kolonisinin West End’idir, zarafetin ve zevklerin şehridir. Yürüdüğümüz yolun her iki tarafında İngiliz ve Fransız otelleri, şık kahveler, ışıltılı dükkânlar, tiyatrolar, konsolosluklar, kulüpler, büyükelçilik sarayları bulunur ve bunların arasında Pera’ya, Galata’ya ve Boğaz’ın kıyılarındaki Fındıklı Mahallesi’ne bir kale gibi hükmeden Rus elçiliğinin taş sarayı yükselir. Buradaki kalabalık Galata’dakinden epey farklıdır. Erkekler silindirik, kadınlar ise çiçekli ve tüylü şapkalar takarlar. Narin mi narin Rumlar, İtalyanlar ve Fransızlar, varlıklı esnaflar, sefaret memurları, yabancı gemi memurları, büyükelçi arabacıları ve her milletten ne iş yaptığı belirsiz bir yığın insan vardır burada. Türk erkekleri, berber dükkânlarındaki bal mumundan yapılmış kafaları hayran hayran seyrederken, Türk kadınları şapkacıların vitrinlerinin önünde ağızları bir karış açık şekilde dikilir dururlar; Avrupalı yolun ortasında yüksek sesle konuşur, kahkahalar atar, Müslüman ise sanki başka birinin evindeymiş gibi hissederek İstanbul’daki hâline göre burada başı öne eğik yürür. Birdenbire arkadaşım beni geri döndürdü ve İstanbul’a şöyle bir baktık: bulunduğumuz yerden bakınca uzakta da olsa Sarayburnu tepeleri, Ayasofya ve Sultan Ahmed’in minareleri mavi renkten bir tülün arkasında parlıyordu o anda içinde bulunduğumuzdan başka bir dünyadaydık sanki. Arkadaşım “Şimdi şuraya bak.” diyince gözlerimi indirdim ve bir vitrindeki “La Dame Aux Camelias, Madame Bovary, Mademoiselle Girauf ma Femme” İsimli romanları gördüm. Bu ani geçiş beni de heyecanlandırdı ve düşünebilmek için orada bir süre kaldım. Sonra ben arkadaşımı gördüğüm muazzam güzellikteki kahvehaneyi göstermek için durdurdum: Kahvehane uzun ve geniş bir koridora sahipti, bu koridorun sonunda genişçe bir pencere vardı ve bu pencereden çok uzaklardaymış gibi görünen Üsküdar, güneşin ışığıyla parlıyordu.
Ana caddede ilerlemeye devam ediyoruz ve neredeyse sonuna gelmişiz. Bu esnada güçlü bir ses duyuyoruz: “Seni seviyorum Adele, seni yaşamaktan daha çok seviyorum! Şu dünyada kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar çok seviyorum.” Arkadaşımla şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz, nereden geliyor bu ses? Etrafa şöyle bir bakınca, ahşap bir korkuluğun aralıklarından iskemleler ile dolu bir bahçe, bir sahne ve prova yapan komedyenleri görüyoruz. Bizim hemen yanımızdaki Türk bir hanımefendi de aralıklardan sahneyi izliyor ve kahkahalarla gülüyor. Derken yanımızdan geçen yaşlı bir Türk başını sallayarak geçip gidiyor. Kahkahalarla gülen Türk hanım birden bir çığlık atarak kaçmaya başlıyor; oradaki diğer kadınlar da çığlık atıp uzaklaşıyorlar. Neler oluyordu böyle? Ellili yaşların üzerinde bir adam oradan geçiyordu, bu Türk’ü tüm İstanbul bilirmiş, çünkü IV. Mehmet hükümdarlığı zamanında ünlü türk keşişinin tüm Müslümanlara yapmak istediği gibi dolaşıyordu: tepeden tırnağa çırılçıplak. Zavallı haykırıp gülerek çakıl taşlarının üzerinde zıplıyor, bir sürü küçük haylaz çocuk korkunç bir gürültüyle peşinden gidiyordu. Tiyatronun kapıcısına: “İnşallah yakalarlar.” derken kapıcı: “Ancak rüyalarında yakalarlar onu.” diye yanıt veriyor. “Aylar oldu şehirde elini kolunu sallayarak bu hâlde geziyor.” Bu esnada caddedeki dükkânlardan fırlayanlar, kaçışan kadınlar, yüzleri peçeli genç kızlar, örtülen kapılar, pencerelerden içeri kaçan kafalar görüyorum. Bu olay her gün oluyor ancak belli ki kimsenin düzelteceği yok.
Pera’nın sokaklarından çıkınca kendimizi servi ağaçlarından oluşan bir korunun gölgelendirdiği ve dört bir tarafı duvarlarla çevrili bir Müslüman mezarlığının önünde buluyoruz. Daha yeni örülen bu duvarların yapılma nedenini birileri bize söylememiş olsa hayatta aklımıza gelmezdi: Ölülerin istirahat alanı olan bu kutsal orman, askerlerin gizli aşk yuvasına dönüşüvermişti. Gerçekten de daha ileri gidince Halil Paşa tarafından yaptırılan muazzam topçu kışlaları ile karşılaşıyoruz: Türk rönesansının Mağribi tarzına örnek iştigal eden yapı dikdörtgen şeklindedir, ince sütunlarla çevrelenmiş ve üzerinde Mahmut’un altından yıldızı ile ayının yerleştirildiği bir kapısı, çıkıntılı galerileri ve armalar, girişik bezemeler ile süslenmiş pencereleri vardır. Kışlanın önünden gezi yolu geçer, bu yol Pera’nın bir uzantısıdır ve bu sokağın ardından genişçe bir talimhane ve bu talimhaneden de diğer köyler uzanır. Burada iş günlerinde derin bir sessizlik hüküm sürer, pazar akşamları ise Pera’nın tüm elit ahalisi müthiş bir kalabalık ve bir alay araba eşliğinde kışlanın diğer tarafındaki bahçelere, birahanelere ve kahvelerine doluşur. Bu kahvelerden birinde ilk molamızı verdik; Pera sosyetesinin en seçkin simalarının buluştuğu Cafe Bella Vista gerçekten isminin hakkını veriyor, çünkü yamaçta bir teras gibi yükselen geniş bahçesinden büyük bir Müslüman mahallesi olan Fındıklı, gemilerle kaplı Boğaziçi, bahçelerin ve köylerin her yerine dağıldığı Anadolu yakası, beyaz camileriyle Üsküdar, insana sanki rüyadaymış hissi veren eşsiz güzellikteki yeşillik, mavi ve ışık görünüyor. Oradan istemeye istemeye kalktık, bize cennetten bir manzara sunan bu yere, iki fincan kahve için sekiz sefil para bırakınca kendimizi cimri hissettik.
Pera Mezarlığı
BÜYÜK MEZARLIK
Bella Vista kahvesinden çıkınca kendimizi Yahudiler hariç herkesin inançlarına göre ayrı ayrı gömüldüğü Büyük Mezarlık’ta bulduk. Mezarlık, uzaktan devasa bir yapının kalıntılarıymış gibi görünen binlerce mezar taşının beyazlığının arasında yükselen servi, akasya ve çınar ağaçlarından oluşmuş bir koru içindedir. Ağaçların ve dalların arasından Boğaziçi ve Anadolu yakası gözükür. Mezarların arasında Rum ve Ermenilerin gezdiği geniş yollar kıvrılır. Burada, birkaç mezar taşının üzerinde bağdaş kurup oturmuş Türkler boğazı seyrediyor ve burası öyle gölgelik, serin ve huzur dolu bir yer ki sanki yaz ortasında yarı karanlık bir katedrale girmişsiniz gibi içinizde tatlı, keyifli bir his oluşuyor. Ermeni mezarlığında duruyoruz. Mezar taşlarının tümü geniş ve dümdüz, üzerleri Ermeni alfabesinin estetik ve düzgün karakterleri ile işlenmiş kitabelerle kaplı ve neredeyse tümünde ölen kişinin mesleğini ya da zanaatını temsil eden bir resim bulunuyor. Çekiçler, testereler, kalemler, sandıklar, kolyeler var, bankacılar teraziyle, rahipler gönye ile berberler leğenle, cerrahlar neşter ile temsil edilmiş. Bir taşın üzerinde, kesilmiş bir kafa ve kan damlayan bir göğüs gördük; burada muhtemelen bir katil ya da maktül gömülüydü. Mezarın yanında sırtüstü çimenlere uzanmış hâlde bir Ermeni uyuyordu. Bu sırada Müslüman mezarlığına geçtik. Burada da düzensizce yerleştirilmiş sayılamayacak kadar çok mezar taşı var, bazılarının başı boyalı ve yaldızlı, kadınların mezarı çiçekleri simgeleyen kabartmalı süslerle dolu ve pek çoğunun etrafını çalılar ve çiçekli bitkiler sarmış. Biz bu mezar taşlarını incelerken, bir çocuğun elinden tutan iki Türk, elli adım ötemizdeki bir höyüğün önünde durup oturarak kollarının altında taşıdıkları bir çıkını açıp yemeye koyuldular. Gözlerimi onlardan alamıyordum. İşleri bitince içlerinden büyük olanı bir kâğıt tomarı içine bana balık ekmekmiş gibi gelen bir şeyler sardı ve oldukça saygılı bir tavırla bu kâğıt tomarını mezardaki küçücük delikten içeri soktu. Ardından her ikisi de piposunu yakıp sessiz sakin tüttürmeye koyuldular: çocuk da ayağa kalktı ve mezarların arasında koşturarak oynamaya koyuldu. Bu balık ekmek, sonradan bize söylendiğine göre, Türklerin yakın zamanda kaybettikleri akrabalarına karşı olan sevgilerini göstermek için bıraktıkları rızkın bir parçasıymış ve defnedilen her Müslüman mezarının başındaki bu delik, merhumlar başlarında ağlayan sevdiklerini duyabilsin, birkaç damla gül suyu alabilsin ve bırakılan bir çiçeğin kokusunu çekebilsin diye açılırmış. İki acılı Türk, sigaralarını tüttürdükten sonra kalktılar ve çocuklarını da alarak servilerin arasında kayboldular.
PANGALTI
Mezarlıktan çıkıyoruz ve kendimizi geniş caddelerle sarılı, yeni binalarla çevrili, köşkler, bahçeler, hastaneler ve büyük kışlalarla örtülü bir başka Hristiyan mahallesi Pangaltı’da buluyoruz. Burası İstanbul’un denize en uzak mahallesidir. Burayı dolaştıktan sonra Haliç’e inmek üzere geri dönüyoruz. Ancak mahallenin son sokağında değişik ve görkemli bir merasime tanık oluyoruz: bir Rum cenaze konvoyuna. Sessiz bir kalabalık yolun her iki tarafından ilerliyor, en önde işlemeli cübbeleriyle bir grup Rum papazı var, başında tacı ve uzun yaldızlı giysisi ile başpapaz, daha canlı renklerde giyinen genç papazlar, en pahalı kıyafetleri giymeyi tercih etmiş akrabalar ve onların arasında çiçeklerle süslenmiş bir tabut bulunuyor, tabutun içinde satenden bir elbise giydirilmiş, her tarafına ışıldayan mücevherler takılmış, kar gibi beyaz yüzlü, spazm geçirmiş gibi büzülen küçük ağızlı, güzelce örülmüş simsiyah saçları göğüslerine uzanan on beş yaşlarında gencecik bir kız yatıyor. Tabut geçiyor, kalabalık dağılıyor, konvoy uzaklaşıyor ve biz bu ıssız sokakta düşünceli ve yalnız kalıveriyoruz.
AYA DİMİTRİ
Pangaltı’nın tepelerinden aşağı iniyoruz, küçük kurumuş yatağı ile bir derenin üstünden geçiyoruz ve bir tepe daha inince karşımıza başka bir mahalle çıkıveriyor: Aya Dimitri. Buradaki tüm nüfus neredeyse Rum. Ne yana dönseniz simsiyah gözlü, kartal burunlu insanlar çıkar karşınıza, patriarkal yaşlılar, hızlı ve cesur delikanlılar, saçları omuzlarına dökülen kadınlar, sokağın ortasında, tavuklar ve domuzlar arasında dolanıp sokağı ahenkli çığlıklarla inleten cin gibi haylaz çocuklar burada yaşarlar. Çakıl taşlarıyla oynayıp hepsi bir ağızdan konuşan bir gruba yaklaşıyoruz. Aralarında en haylaz görünen, her dakika fesini fırlatıp “Zito! Zito! (Yaşasın!)” diye bağıran sekiz yaşlarındaki bir oğlan kapının önünde oturan başka bir çocuğa dönerek İtalyanca bağırdı: “Checchino! Topu atsana bana!” Çocuk kaçıran çingeneler gibi ani bir atakla çocuğu kolundan yakaladım ve “İtalyan mısın sen?” diye sordum. “Hayır efendim, İstanbulluyum.” diye cevap verdi. “Peki, kim öğretti sana İtalyanca konuşmayı?” diye sordum. “Annem tabii ki.” diye cevap verdi. “Annen nerede peki?” Tam bu sırada kucağında bir bebekle güler yüzlü bir kadın yanımıza yaklaştı, aslen Pisalı olduğunu söyledi, kocası Livornolu bir taş ustasıymış ve sekiz yıldır İstanbul’da yaşıyormuş, kolundan tuttuğum bu çocuk da onun oğluymuş. Eğer bu kadıncağız kafasında tırtıklı bir taç ile omuzlarında bir mantoya sahip olsaydı İtalya’yı gözümde ve gönlümde bu kadar iyi canlandıramazdı. “Nasıl geldiniz buralara?” diye sordum. “İstanbul hakkında ne söyleyebilirsiniz?” “Ne mi söylerim?” diye safça gülümsedi. “Bu şehir sanki karnavalın son günündeymişim gibi gelir bana hep.” Ve sözün burasında Toskana lehçesinde konuşmaya başlayarak, bize Müslümanların İsa’sının Muhammed olduğunu, bir Türk’ün dört kadınla evlenebileceğini, eğer öğrenilmeye kalkılırsa Türkçenin aslında kolay bir dil olduğunu ve bunun gibi ıvır zıvır bir şeyler söylediyse de bu Rum mahallesinin ortasında kendi dilimizden bir şeyler konuşulması herhangi bir bilgiden daha kıymetliydi bizim için ve o kadar ki ayrılmadan önce yumurcağın avucuna bir gümüşlük bıraktık ve vedalaşırken ikimiz de aynı anda “Az da olsa İtalyan havası ne de iyi geliyor insana!” demeden edemedik.
TATAVLA (KURTULUŞ)
İkinci kez küçük vadiden geçerek kendimizi bir başka Rum mahallesinde buluyoruz: Tatavla. Karnımız guruldadığı için İstanbul’un görünüş olarak kendine özgü ama aslında hepsi birbirine benzeyen sayısız meyhanelerinden birinin içini ziyaret etme fırsatı buluyoruz. Burası, bir tiyatro oyunu sergilenebilecek kadar geniş, yalnızca sokak kapısından ışık alabilen ve her yerinden ahşaptan korkuluklar yükselen genişçe bir odadan oluşuyor. Bir tarafta sobanın önüne geçmiş, kollarını sıyırmış haydut görünümlü bir adam balık kızartıyor, kebap çeviriyor, sosları karıştırıyor yani insan ömrünü kısaltacak yemekleri hazırlamakla meşgul, diğer tarafta ürkütücü bir eleman bar masasının üzerindeki kadehlere siyah ve beyaz şarapları dolduruyor, meyhanenin ortasında ve önünde sırtı açık cüce sandalyeler ve ayakkabıcı kundurasını hatırlatacak yükseklikte masalar bulunuyor. Meyhaneye biraz utangaç bir havayla giriyoruz çünkü içeride ayak takımından bir grup Rum ve Ermeni oturuyordu, bizi alaya almalarından çekiniyorduk ancak bir tanesi bile tek bir bakış atmaya tenezzül etmedi. Bana öyle geliyor ki İstanbul sakinleri bu dünyanın en az meraklı insanları; birinin senin dünyada olduğunu fark etmesi için ya bir sultan olacaksın ya da Pera’daki deli adam gibi anadan doğma sokaklarda dolaşacaksın. Bir köşeye oturduk ve beklemeye başladık. Ancak kimse gelmiyordu. O zaman anladık ki İstanbul meyhanelerinde yemeğini kendin alman gerekiyor. Sobanın başına gittik ve hangi dört ayaklının etinden yapıldığını yalnızca Allah’ın bildiği kebaplardan istedik, sonra bar masasına geçerek Tenedos reçineli bir kadeh şarap aldık ve ancak dizimize kadar gelen masanın üzerine aldıklarımızı bırakıp gözlerimizin beyazları çıkıncaya dek kurbanımızı yedik. Hesabı sessiz sedasız hallettik ve ağzımızdan bir havlama ya da anırma çıkar diye korkumuzdan tek kelime etmeden meyhaneden çıkıp Haliç’e doğru uzanan yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik.
Rum Kadını
Süleymaniye Cami
KASIMPAŞA
On dakikalık yürüyüşten sonra, kendimizi yine Türkiye’nin ortasında, büyük Müslüman mahallesi Kasımpaşa’da bulduk; burası bir vadi ile tepe arasına kurulmuş, Galata Mezarlığı’ndan karşı kıyıdaki Balat Mahallesi’ne bakan buruna kadar bütün eski Mandracchio Körfezi’ni kucaklayan, camilerin ve derviş tekkelerinin ikamet ettiği, dört bir yanı otlaklık ve bahçelerle dolu bir semttir. Kasımpaşa’nın tepesinde gözlerinizi alamayacağınız bir manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Aşağıda, kıyıların üzerinde dev bir tersane görünür, savaş sırasında liman görevi gören bu tersane Haliç boyunca bir millik bir alanda kurulmuştur ve içindeki havuzlar, imalathaneler, meydanlar, depolar ve kışlaları ile bir labirenti andırır. Aynı zamanda burada, suyun üzerinde yüzermiş gibi duran ve beyazı Galata Mezarlığı’nın yeşilliği ile daha da belirginleşen zarif Bahariye Nezareti sarayı, demir atmış hareketsizce bekleyen savaş gemileri ile Kırım Savaşı’ndan kalma eski fırkateynlerin ortasında içi insan dolu tekneler ve vapurlar, içi kayık kaynayan liman, karşı kıyıda İstanbul; sütunları gökyüzünün mavisine ulaşan Valens su kemeri, büyük Fatih ve Süleymaniye Camileri, bir yığın ev ve minare bulunur. Bu manzaranın tadını çıkarabilmek için bir Türk kahvesinde oturarak istesen de istemesen de İstanbul’da kaldığın süre boyunca her gün içmek zorunda olduğun on iki bardağın dördüncüsü ve beşincisini içmeye koyulduk. Küçük bir yerdi ama diğer tüm Türk kahveleri gibi oldukça değişikti. Belki de burası Muhteşem Süleyman’ın zamanında kurulan ya da IV. Murat’ın geceleri devriye gezerken yasak likör içerken yakaladığı vatandaşların pataklandığı kahvehanelerden biriydi. Tutucu ulemaların dediği gibi uyku ve zürriyet düşmanı bu kahveler kim bilir ne kanlı savaşlara, ne ilahiyatçı tartışmalarına ne padişah fermanlarına sebep olmuştur, daha açık fikirli ulemalara göre ise “hayaller ve rüyalar ciniydi” bu mekânlar, şehvet ve tütünden sonra en fakir Osmanlı’nın bile tadabileceği bir tattı kahve ve artık gönül rahatlığı ile Galata Kulesi’nin ya da Serasker Kulesi’nin tepesinde, tüm vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, pazarlarda her yerde içebilirsiniz. İstanbul’un hangi yerinde olursanız olun, hiç arayıp sormaya gerek kalmadan “Kahveci!” diye bağırın, üç dakika içinde dumanı tüten bir fincan kahveyi önünüzde bulursunuz.
KAHVEHANE
Bulunduğumuz kahvehane bembeyaz bir odadaydı, ancak bir insan boyu yüksekliğinde tahtalarla desteklenmişti ve dört duvara dayalı alçak bir divanı vardı. Odanın köşesinde kanca burunlu bir Türk küçük bakır cezvelerde kahve pişiriyor, içine az da şeker eklediği cezvedeki kahveyi usul usul fincanlara boşaltıyordu. İstanbul’da her müşteriye özel kahve yapılır ve yanında bir bardak su ile servis edilir çünkü Türkler kahve fincanından bir yudum almadan önce mutlaka su içerler. Bir duvarda küçük bir ayna asılıydı, aynanın yanında içine usturaların, tıraş takımlarının yerleştirildiği raf gibi bir şey vardı; zira Türk kahvelerinin çoğunluğu aynı zamanda berber dükkânı olarak kullanıldığı ve kahveciler aynı zamanda kesip biçmek gibi işleri de yaptığı için müşteriler kahvelerini içerken dükkân çalışanlarının kurbanlarını doğradığı görülmemiş değildir. Karşı duvarda, yılanlar gibi kıvrılan uzun marpuçlu kristal nargileler ve kiraz ağacından yapılmış toprak çubuklarla dolu başka bir raf asılıydı. Divanın üzerine oturmuş, düşünceli görünen beş Türk nargilesini içerken, diğer üçü aralıksız dizilmiş alçak hasır taburelerin olduğu kapının önünde sırtlarını duvara vermiş ağızlarında bir çubukla bekleşiyorlardı, bu sırada dükkândan genç bir çocuk devetüyünden cüppe giymiş dev bir dervişi saç tıraşı ediyordu. Kimse oturduğumuz yöne bakmıyor, kimse konuşmuyordu. Kahveci ve çırağı dışında hiç kimseden ses çıkmıyor, hiç kimse en ufak bir hareket yapmıyordu. Nargile suyunun kedilerin mırıldandıklarında çıkardığı sese benzer fokurdamasından başka kahvede çıt çıkmıyordu. Hepsi gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu ve hiçbirinin yüzünde tek bir anlamlı ifade yoktu. Bal mumu heykellerle dolu küçük bir müzedeydik sanki. Bunun gibi kaç sahneyle dolu hafızam. Ahşap bir ev, içinde oturan bir Türk, çok uzaklarda görünen bir manzara, dev bir ışık, derin bir sessizlik: İşte Türkiye! Hollanda denilince insanın aklına bir su kanalının ya da bir yel değirmeninin gelmesi gibi Türkiye denilince benim de zihnimde hemen bu görüntüler canlanıyor.
PİYALEPAŞA
Kasımpaşa’nın yüksek tepelerinden tersaneye kadar inen büyük bir Müslüman mezarlığının yanından kuzeye doğru çıktıktan sonra ortasındaki bahçelerin ve bostanların yeşilliği arasına saklanmış küçük bir mahalle olan Piyalepaşa’ya vardık ve buraya adını veren caminin önünde durduk. Altı zarif kubbenin yükseldiği, kemerli ve ince sütunlarla çevrili avlusu, incecik minaresi ve etrafını bir taç gibi saran dev servi ağaçlarıyla bezeli bir camiydi bu. Orada bulunduğumuz saatte etraftaki tüm evlerin kapıları kapalıydı, sokaklar ıssızdı, caminin avlusu da terk edilmiş gibi bomboştu, öğle güneşinin yaydığı ışık ve bu saatlerde çöken ağırlık yüzünden etrafta at sineklerinin çıkardığı vızıltılar dışında hiçbir ses yoktu. Saate baktık: on ikiye üç dakika vardı: müezzinlerin İslam’ın kutsal çağrısını dört bir yana duyurabilmek için camilerin minaresine çıktığı, Müslümanların beş önemli vaktinden birindeydik. Bu vakitte peygamberin habercisi olarak müezzinin belirmediği tek bir cami bile yoktur İstanbul’da ancak yine de bu devasa şehirde, bu ıssız camide, bu saatte, bu derin sessizlikte, birinin ortaya çıkıp bu sesi dört bir yana duyuracak olması mümkün değilmiş gibi geliyordu. Saatimi elime aldım, sessizce dakikaların ilerleyişini izlerken bir yandan da yüksekliği neredeyse üç katlı bir ev kadar olan minare şerefesinin kapısına bakıyor, merak içinde bekliyordum. Yelkovanın siyah ucu tam altmışıncı saniye çizgisine dokundu ancak kimse görünmedi. “Gelmeyecek!” dedim. “İşte!” dedi Yunk. Müezzin görünmüştü. Şerefenin korkuluğu onu saklıyor, bu kadar uzaklıktan yüzü hariç hiçbir fizyolojik özelliği ayırt edilemiyordu. Birkaç dakika boyunca hareketsizce durdu, sonra kulağını parmaklarıyla kapadı ve yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi, keskin, yavaş, kusursuz bir ses tonu, kederli ve görkemli bir aksan ile Afrika, Asya ve Avrupa’da da yankılanan o kutsal kelimeleri okumaya başladı : “Allah büyüktür! Allah’tan başka ilah yoktur! Muhammed Allah’ın resulüdür! Haydi namaza! Haydi kurtuluş ve feraha! Allah’tan başka ilah yoktur! Haydi namaza!” Müezzin şerefede yarım tur döndü ve aynı sözleri kuzeye doğru tekrarladı, sonra doğuya ve batıya en sonunda kayboldu. Bu sırada uzaklarda yardım isteyen birinin çığlığıymış gibi yankılanan bir sesin son notaları cılız cılız kulağımıza geliyordu. Sonra ses kesildi ve sanki o cılız ses yalnızca ikimizi duaya çağırmış gibi, belli belirsiz bir hüzün hissederek Allah’ın terk ettiği iki zavallı gibi sessizliğe gömüldük. Hiçbir çan sesi kalbime ezan kadar derinden dokunmamıştır, böylece o gün neden Muhammed’in, müminleri ibadet etmeye çağırmak için, Yahudiler gibi trompet ya da Hristiyanlar gibi çan tercih etmeyip insan sesini tercih ettiğini anladım. Bu seçim üzerine peygamber de uzun süre kararsız kalmış, eğer çan seçmiş olsaydı Doğu bugün bambaşka görünecekti, minareler olmayacak şehrin ve Doğu’nun bu kendine has ve en güzel özelliklerinden biri kaybolacaktı.
OKMEYDANI
Piyalepaşa’dan batıdaki tepelere tırmanırken kendimizi çorak topraklı geniş bir alanda bulduk. Burada Eyüp Mahallesi’nden Sarayburnu tepelerine kadar tüm Haliç ve İstanbul ayaklarımızın altındaydı; dört mil boyunca uzanan bahçe ve camiler, cennetten bir parçaymış gibi diz çöküp hayranlıkla izlenebilecek bir ihtişam, bir zarafet. Burası sultanların Pers kralları gibi ok atmaya geldikleri yer, Okmeydanı. Burada birbirine eşit olmayan mesafelerde, sultanların oklarının nereye düştüğünü gösteren, üzeri yazılı birkaç mermer sütun duruyordu. Sultanların yaylarını gerdiği zarif köşk de hâlâ buradadır. Sağ tarafta, kırlık bölgelerde, padişahın hünerini temsil eden paşa ve beyzadelerden oluşan uzun bir sıra oluşur, sol tarafta, düşen okların yerini işaretlemek ve okları toplamak için sağa sola koşuşturan on iki iç oğlanı dizilirmiş, etrafta, ağaçların ve çalıların arkasında, ulu padişahın hünerlerini gizlice seyretmeye gelmiş Türkler saklanırmış ve locada imparatorluğun en dinç okçusu Sultan Mahmud kusursuzmuş gibi bir edayla oturur, içinden kıvılcımlar çıkardığı gözleriyle izleyenlerin bakışlarına engel olur, dağ kargası rengindeki siyah sakalı ile yeniçeri kanının sıçradığı beyaz kaftanının üzerinden uzaktan da olsa hemen belli olurmuş. Artık bunların tümü değişmiş ve sıradanlaşmış: Sultan tabancasını sarayın avlusunda sıkıyor, Okmeydanı’nda yalnız atış talimi yapan piyadeler var. Bir yanda derviş tekkesi, diğer yanda tenha bir kahvehane bulunuyor ve tüm kır bir bozkır gibi ıssız ve kederli.
PİRİPAŞA
Okmeydanı’ndan Haliç’e doğru inerken, kendimizi ismini belki de Muhteşem Süleyman’ı yetiştiren I. Selim’in ünlü veziriazamından alan Piripaşa isimli küçük bir Müslüman mahallesinde bulduk. Piripaşa Haliç’in karşı kıyısındaki Yahudi mahallesi Balat ile yüz yüzedir. Burada birkaç köpek ve birkaç yaşlı Türk dilenci dışında kimseye rastlamadık. Ancak bu yalnızlık mahalleyi güzelce keşfetmemiz için bize fırsat verdi. Şaşırtıcı bir şey. İstanbul’un denizden ya da yakındaki tepelerden izleyip sonrasında içine girdiğiniz mahallelerinden biri olan bu mahalle kendinizi daha önce izlediğiniz bir gösterinin artık sahnesindeymişsiniz gibi hissettirir, bu çirkin ve sefil şeylerin uzaktan ne harika göründüğünü düşünürsünüz. Eminim ki dünyanın hiçbir yerinde güzellik İstanbul’daki kadar dış görünüşten ibaret değildir. Balat’tan bakınca Piripaşa canlı renkleri, Haliç’e bir su perisi gibi yansıyan yeşillikleriyle aşka ve hazza dair pek çok his uyandırır. Ancak içine girdiğiniz anda her şey yok oluverir. Burada dökük kulübelerden, rengi solmuş barakalardan, cadıların yuvalarını andıran dar ve pis avlulardan, toz içinde kalmış incir ve servi ağaçlarından, molozlar yığılmış bahçelerden, terk edilmiş gibi duran sokaklardan, yoksulluk, çöp ve kederden başka bir şey yoktur. Fakat yokuş aşağı inin, bir kayığa atlayın, toplamda beş kürekten sonra uzaktan güzellik ve zarafeti bir arada sunan Piri Paşa’yı yine görürsünüz.
HASKÖY
Haliç kıyıları boyunca ilerlerken, bir başka büyük, kalabalık, tuhaf görünümlü mahalleye giriyor ve daha ilk adımdan itibaren Müslümanlar arasında olmadığımızı fark ediyoruz. Her tarafta çamura boyanmış hâlde yerlerde yuvarlanan çocuklar, hurda ve demir yığınından ibaret evlerinin çıkmalarında iskelete dönmüş elleriyle iş gören kötü giyinimli koca karılar, uzun, kirli kıyafetlere sarılmış, kafalarına delik deşik mendiller bağlamış, duvar diplerinde sessizce yürüyen adamlar, pencerelerden sarkan sıska yüzler, evden eve gerilmiş iplere asılı paçavralar, kuru otlar görülür. Hasköy, Kırım Savaşı sırasında kendisinden en ufak bir iz kalmayan bir köprüyle karşı kıyıya bağlanan Haliç’in kuzey kıyılarına kurulmuş bir Yahudi mahallesidir. Buradan Haliç’in sonuna kadar uzanan askerî okullar, kışlalar, talimhanelerden oluşan bir zincir başlar. Ancak o esnada hiçbir şey fark edemez olmuştuk çünkü ne bacaklarımız tutuyor ne gözümüz görüyordu. Gördüklerimizin tümü aklımızı karman çorman etmişti, sanki bir haftadır seyahat ediyor gibiydik, Pera’yı düşününce sanki çok geride kalmış gibi geliyordu ve eğer eski köprüde birbirimize verdiğimiz söz olmasa ve Yunk Aida operasından Zafer Marşı’nı söyleyerek beni kendime getirmese çoktan geri dönerdik.
HALICIOĞLU
Devam ediyoruz. Başka bir Müslüman mezarlığından geçiyor, bir tepenin üzerinden atlıyor ve böylece başka bir mahalleye giriyoruz. Halıcıoğlu, karışık bir nüfusun ikamet ettiği, sokağın her köşesinde başka bir ırk ve başka bir dini barındıran küçük bir semt. Yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, tırmanıyor, mezarların, camilerin, kiliselerin, sinagogların arasından geçiyor, mezarlıkların ve bahçelerin etrafında dolaşıyor, güzel ve bakımlı Ermeni kadınlara ve yüzlerindeki peçeye gizlenerek etrafı dikizleyen Türk hanımlara rastlıyor, Yunanca, Ermenice ve İspanyolca konuşan insanlar duyuyor ve yürüdükçe yürüyoruz. “Şu koca İstanbul’un ucu bucağı yok mudur?” diye soruyoruz birbirimize. Şu yeryüzünde elbette her şeyin bir sonu, bir sınırı vardır. Halıcıoğlu’nda evler seyrekleşiyor, daha çok bostanların yeşilliği başlıyor ve içinden geçtiğimiz evler bir elin parmaklarını geçmiyor, nihayet İstanbul’un sonuna varıyoruz…
Türk Kadını
SÜTLÜCE
Tüh! Meğersem henüz varamamışız, başka bir mahallede bulduk kendimizi. Sütlüce, bir Hristiyan mahallesidir, bir tepenin üzerine kurulmuştur, etrafında bostanlar ve mezarlıklar vardır ve tepelerinin üzerinde vaktiyle Haliç’in iki yakasını birleştiren köprünün başı yer alır. Bu mahalle, Tanrı izin verirse, bizim gezeceğimiz son mahalle. Gezimiz burada bitiyor. Uzun bir mola vermek için evlerin arasından geçiyoruz ve Sütlüce’nin arkasından yükselen sarp ve çıplak bir tepeye tırmanıyor ve kendimizi İstanbul’un en büyük Yahudi mezarlığının önünde buluyoruz: sanki depremin harap ettiği bir şehrin izlerini taşırmış gibi sayısız taşla kaplı bir alandayız, etrafta tek bir ağaç, tek bir çiçek, tek bir fide bile yok. Felakete uğramış gibi insanın göğsünü sıkıştıran bir yalnızlık hissi var. Haliç’e doğru bakan bir mezar taşının üzerine oturuyoruz, etrafımızı saran nazik ve devasa manzaraya karşı dinleniyor, bir yandan hayranlıkla manzarayı izliyoruz. Aşağıda Sütlüce, Halıcıoğlu, Hasköy, Piripaşa ile mezarlıkları, bahçelerinin yeşili ve denizinin mavisi arasında kaybolan bir yığın varoş mahalle, solda yapayalnız Okmeydanı, yüzlerce minaresi ile Kasımpaşa, daha uzakta uçsuz bucaksız İstanbul, İstanbul’un ilerisinde Anadolu yakasının dağları, Sütlüce’nin tam karşısında ve Haliç’in diğer tarafında zengin türbelerin, mermer camilerin ve mezarların yayıldığı gölgeli bayırları, tenha caddeleri, zarafetle ve hüzünle dolu gizli yerleri ile Eyüp, onun sağında ise suya yansıyan diğer köyler, Haliç’in ağaçlar ve çiçeklerle kaplı iki kıyısı arasında kaybolan son kıvrımı. Bakışlarımızı bu manzaradan kaldırınca, yorgun, uyuşukluk içinde neredeyse fark etmeden kendimizi bu güzelliğin içinde şarkı söylerken bularak üstüne oturduğumuz mezar acaba kimindi, diye soruyoruz, bir karınca yuvasının içini ince bir dal ile karıştırıyor, binlerce saçmalıktan konuşup ara sıra da birbirimize “Sahiden İstanbul’da mıyız biz?” diye soruyoruz, sonra yaşamın ne kadar kısa ve uçucu olduğunu düşünüyoruz, içimizi sevinç kaplasa da bu güzel manzara karşısında insan sevdiğiyle el ele değilse o sevinç eksik kalıyor.
KAYIKTA
Gün batımına doğru Haliç’e iniyor, dört kürekli bir kayığa biniyoruz ve daha biz “Galata” diyemeden kayık, nazikçe kıyıdan uzaklaşıyor. Gerçekten de kayık sularda süzülen en nazik deniz aracıdır. Gondoldan daha uzun ama daha dar ve incedir, oyulmuş, boyanmış ve yaldızlıdır, ne dümeni vardır ne koltukları, yalnızca başınızın ve omuzlarınızın görüleceği şekilde bir yastığın ya da bir kilimin üstüne oturuverirsiniz, kayığın her iki ucu da her iki yöne hareket edilebilecek şekilde tasarlanmıştır, en ufak harekette dengesini kaybeder, sahilden uzaklaşırken yayından fırlamış bir ok gibidir, suyun üzerinde uçan bir kırlangıç gibi her yeri dolaşır ve kovalanan bir yunus gibi binlerce rengi dalgalara yansıtarak kaçar. Kayıkçılarımız kırmızı fesli, mavi mintanlı, beyaz şalvarlı, kolları ve bacakları çıplak, yirmili yaşlarda, esmer tenli, temiz, neşeli, cesur, genç ve yakışıklı iki Türk’tü, küreği her çekişlerinde kayığı bir boy ileri götürüyorlardı, diğer kayıklar yanımızdan uçar gibi geçiyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı, ördek sürüleri geçiyor, kuşlar tepemizde ötüyordu, büyük kapalı teknelerin yakınındaydık, içleri örtülü Türklerle doluydu ve zaman zaman yosunlar yüzünden hiçbir şey görünmüyordu. Nihayet Haliç’e vardığımızda, o saatte şehir başka bir görünüme bürünmüştü. Limanın eğriliği yüzünden Anadolu yakası görünmüyor, Sarayburnu tepesi, Haliç’i sanki uzun bir gölmüş gibi gösteriyordu ve her iki kıyının tepeleri sanki devleşmiş gibiydi. İstanbul uzaktan uzağa, kül ve mavi rengin en tatlı tonlarıyla boyanmış, bir peri şehri gibi hafif sanki denizde yüzüyor, gökyüzünde kayboluyordu. Kayık uçuyor, iki kıyı gittikçe uzaklaşıyor, koylar koyları, korular koruları, mahalleler mahalleleri takip ediyor, gitgide çevremizdeki her şey genişleyip yükseliyor, şehrin renkleri solmaya başlıyor, ufuk kayboluyor, deniz altın ve erguvan renkleriyle dalgalanıyor ve derin bir şaşkınlık, tarifsiz bir keyif hissi ağır ağır ruhumuza sızıyor, bizi güldürüyor ancak konuşmamıza da izin vermiyordu. Kayık, Galata limanında durduğunda, kayıkçılarımızdan biri kulağımızın dibinde “Mösyö geldik.” diye bağırınca bir rüyadan uyanmış gibi kendimize geldik.
Haliç’te Kayıklar
KAPALIÇARŞI
Haliç’in iki kıyısından geçerek tüm İstanbul’u kuşbakışı gördükten sonra sıra İstanbul’un kalbine, Nuruosmaniye ile Serasker tepeleri arasına yayılan ve Kapalıçarşı denilen o harikalar, hazineler ve tarihî anılarla dolu ebedî ve evrensel pazar yerini, bu saklı şehri görmeye gelmişti.
Gezmeye Valide Sultan Cami meydanından başlıyoruz.
Burada boğazına düşkün olan okuyucumuz için biraz durup, Balık pazarına bir göz atmak gerekebilir: Burası bilindiği gibi sarayın tüm mutfak giderlerini şehir boyunca avlanan balıkların satışıyla karşılayan Andronico Pelaogo zamanından kalma meşhur Balıkpazarı’dır. Aslında balık tutmak İstanbul’da hâlâ çok yaygın ve Balıkpazarı güzel günlerinde “Paris’in Karnı” kitabının yazarına; Hollanda’nın eski ünlü dev resim tablolarında olduğu gibi görkemli ve iştah açıcı bir manzara ile tasvirler sunabilir. Satıcıların neredeyse tümü Türk’tür ve bu satıcılar toprağın üzerine serili hasırların ve alıcı bir kalabalığın ya da köpek sürüsünün etrafını sardığı uzun masaların üzerine bırakılmış balıkları ile meydanın etrafını sararlar. Bizim denizlerimizden çıkarılana göre dört kat daha büyük olan Boğaz tekirleri, yalnızca Rum ve Ermenilerin ızgarada güzelce pişirmeyi başarabildikleri Marmara Adası’ndan gelen istiridyeler, Yahudiler tarafından salamura yapılan ton balıkları ve palamutlar, Türklerin tuzlamayı Marsilya’dan öğrendikleri hamsiler, Ege’ye İstanbul’dan gelen sardalyalar, Boğaziçi’nin en lezzetli balığı olan ve ay ışığında avlanabilen lüferler, şehrin sularında birbirini takip eden yedi seferle birlikte her iki kıtanın evlerinden işitilen gürültüleri ile Karadeniz uskumruları, dev istavritler, dev kılıç balıkları ve çok büyük oldukları için Türklerin kalkan adını verdiği balıklar ve iki deniz arasında gidip gelen, yunuslarla deniz kırlangıçlarının kovaladığı ve yalıçapkınlarının ağızlarındaki yemekleri avlayıp parçaladığı binlerce küçük balık burada bulunur. Paşa aşçıları, yaşlı Müslüman gurmeler, köleler ve taverna gençleri masalara yaklaşır, balıklara düşünceli düşünceli bakar, rakamı düşürmek için pazarlık yaparlar ve ipte asılı olan balıkları sanki düşmanın kafasını taşır gibi sırtlarına yüklenir giderler. Öğle vakti meydan boştur ve satıcılar yakın kahvelere girerek ortadan kaybolurlar ve bu kahvelerde güneş batıncaya değin beklerler, gözleri açık, sırtlar duvara dayalı, dudaklarının arasında nargile kamışı ile hayallere dalarlar. Kapalıçarşıya gitmek için, balık dükkânları ile çevrelenmiş, evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değeceği kadar dar bir sokağa girilir ve biraz daha yol alınca iki sıra alçak ve karanlık tütün dükkânının arasından epeyce yürünür: Tütün; kahve, afyon ve şaraptan sonra zevk çadırının dördüncü direği ya da zevklerin dördüncü sediridir, tıpkı kahve gibi bir zamanlar müftülerin ve padişahların cezalarına çarptırılmış ve bu nedenle daha da zevkli hâle gelmiş tütün işkence ve eziyetlerin temel sebebidir. Tüm yol bu tütüncüler tarafından kuşatılmıştır. Rafların üzerinde, üzerlerine limon konulmuş piramit şeklinde ya da yuvarlak gibi duran tütünler sergilenir. Burada meşhur Antakya Lazkiye tütünü, sarı ve ipek gibi ince sarayburnu tütünü, sigaralık ya da çubukluk tütün, Galata’daki heybetli hamallardan, sarayların bahçelerinde sıkıntılarını atmak için kullanan cariyelere kadar pek çok insana özel lezzette ve sertlikte tütünler bulunur. Tombeki, en sert tütünlerden biridir, ilaç kavanozlarında saklanır ve eğer dumanı nargilenin suyuna karışmadan direkt ağıza gelirse en kadim sigara tiryakisinin bile aklını başından alabilir. Tütüncülerin neredeyse tümü Rum ve Ermeni’dir, müşterilerine oldukça kibar davranırlar, müşteriler beklerken onlarla sohbet ederler, buraya Hariciye Nezareti memurları ve seraskerler de uğrar, zaman zaman önemli kişilerle de karşılaşılır burada, politika dışında başka bir şeylerden konuşulur, havadisler toplanır ve olan bitenden bahsedilir, aslında burası bir mola yeri gibidir, sigaranın ve sohbetin tadına varmak için geçerken bile olsa buraya uğramak için sizi davet eden küçük ve asil bir çarşıdır burası. Dümdüz ilerleyince, asma yaprakları ile süslenmiş eski kemerli bir kapının içinden geçer ve taştan, genişçe bir binayla yüz yüze gelirsiniz, buraya düz ve uzun bir yoldan çıkılır, yol karanlık dükkânlarla kuşatılmıştır, insanlar, sandıklar, çuvallar ve mal yığınları ile darmadağın görünür. İçeri girince sizi neredeyse geri çıkmaya mecbur bırakan aromalı keskin bir koku duyarsınız. Burası Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen bir sürü yiyeceğin toplanıp cariyelerin küçük yüzlerini ve minik ellerini renklendirmek için kullandığı, odalara, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, güçten düşen paşaya can veren, mutsuz gelinleri sakinleştiren, tiryakileri uyuşturan, hayalleri coşturan, bu sonsuz şehire sarhoşluk ve unutkanlık dağıtan esans, tablet, toz ve merhemlere dönüştürüldüğü Mısır Çarşısı’dır. Bu çarşıda birkaç adım atınca, başınızda bir ağırlık hissi oluşmaya başlar ve kaçarcasına buradan uzaklaşırsanız da o sıcak, o ağır havanın hissi, sizi sarhoş eden kokular hâlâ açık havanın içinde dolaşarak peşinizi bırakmaz, böylece Doğu’nun en anlamlı ve en içten izlenimlerinden biri olarak hafızanızda derin bir yer edinir.
Mısır Çarşısı’ndan çıkınca, gürültülü kazan atölyelerinin, sokağı mide bulandıran kokularla dolduran Türk meyhanelerinin, sonsuz sayıda isimsiz ıvır zıvırın üretilip satıldığı küçük dükkânlar, nişler ve karanlık noktaların arasından geçilerek nihayet Kapalıçarşı’ya varılır.
Ancak oraya varmadan önce kendinizi üstünüze atlayan satıcılardan korumanız gerektiğini unutmayın.
Giriş kapısına yüz adım kalınca, etrafınızı bir bakışta sizin yabancı olduğunuzu ve çarşıya ilk defa geldiğinizi anlayan, nereli olduğunuzu az çok tahmin edebilen ve buna göre size yanaştığında dilinizi konuşmaya çalışan ve çok nadir konuştuğu dilde yanılan simsarlar ve simsarların simsarları etrafınızı sarar.
Ellerinde fesleri, dudaklarında tebessüm ile size yaklaşır ve hizmetlerinden bahsederler.
Neredeyse her zaman şaşmaksızın şöyle bir konuşma geçer:
“Hiçbir şey almayacağım.” diye cevap verirsiniz.
“Ne önemi var efendim, benim istediğim yalnızca size çarşıyı gezdirmek.”
“Çarşıyı gezmek istemiyorum.”
“Ama ben sizi bedavaya gezdireceğim.”
“Bedava da olsa gezdirilmek istemiyorum.”
“Tamam o zaman, size sadece caddenin sonuna kadar eşlik edeyim, başka bir gün geldiğinizde nereden ne alınır böylece öğrenmiş olursunuz.”
“Tamam da ya hiçbir şey satın almak falan istemiyorsam!”
“Başka bir şeyden konuşuruz efendim. Ne kadardır İstanbul’dasınız? Otelinizden memnun musunuz? Camileri gezmeye fırsat bulabildiniz mi?”
“O zaman size şöyle diyeyim, konuşmak istemiyorum, yalnız kalmak istiyorum.”
“Peki, o zaman ben sizi yalnız bırakayım, on adım arkanızdan sizi takip ederim.”
“Ama neden beni takip etmek istiyorsunuz?”
“Dükkânlarda sizi kandırmalarına müsaade etmemek için.”
“Peki ya dükkânlara girmezsem!”
“O zaman sizi sokaklarda rahatsız etmelerini engellemek için.”
Kısacası ya bırakacaksınız sizin peşinizden gelecekler ya da boşa nefesinizi tüketmeye devam edeceksiniz. Kapalıçarşı’nın dışından içinde neler olduğunu tahmin bile edemezsiniz, dışında dikkat çeken hiçbir detay yoktur. Bizans stilinde inşa edilen bu devasa taştan yapı, düzensiz, yüksek gri duvarlarla çevrilidir ve içeriye ışık girmesine fırsat veren delikleriyle yüzlerce kurşun kaplı kubbeye sahiptir. Ana girişi mimari açıdan çok bir şey ifade etmeyen kemerli bir kapıdan oluşur, etrafındaki sokaklardan hiçbir ses duyulmaz, kapıdan dört adım atınca bu duvarların arasında yalnızlık ve sessizlikten başka hiçbir şey olmadığına inanabilirsiniz. Ancak biraz daha içeri girince şaşkınlığa uğrarsınız. Burası bir binanın içinden çok, kemerli tonozlarla kaplı sokaklar, oyulmuş sütunlar ve kolonlar ile çevrili bir labirenti andırır; camileriyle, çeşmeleriyle, kavşakları, meydanları, güneş ışığının zar zor girebildiği sık bir orman gibi belli belirsiz bir ışıkla aydınlanan ve büyük bir kalabalığın devamlı koşturduğu minyatür bir şehir gibidir. Her sokak ayrı bir çarşıdır ve neredeyse tümü, girişik süslerle bezeli, siyah ve beyaz taşların oluşturduğu bir kemerle çevrelenmiş ve bir caminin avlusuna benzeyen ana caddeye bağlıdır. Bu yarı karanlık sokaklarda akan kalabalığın ortasında sağır edici bir gürültü ile develer, süvariler ve arabalar geçer gider. Mütemadiyen lafla ya da işaretle birileri sizi dükkânlarına çağırır. Rum tüccar bağırarak ve âdeta sizi zorlarmış gibi el kol işaretleri yaparak seslenir, Ermeni tüccar aşırı derecede kurnazdır ancak saygılı tavrıyla daha mütevazı görünür, Yahudi tüccar yapacağı indirimi kulağınıza fısıldar, Türk tüccar ise sessiz sakin dükkanın eşiğindeki yastığının üzerine çömelmiş hâlde müşterilerini yalnızca gözleriyle davet eder, gerisini şansa ve kadere bırakır. On farklı ses aynı anda size bağırır: “Mösyö! Kaptan! Caballero! Signore! Ekselans! Kyrie! Lordum!” Her dönüşte, yan kapılardan kemerli mafsallar ve sütunlar, uzun koridorlar, daracık sokaklar, uzak ve birbiri arasına geçmiş çarşılar, dükkânlar, duvarlara asılan malzemeler, işi başından aşkın tüccarlar, sırtında küfesi ile hamallar, türbanlı kadın grupları, bir durup bir yeniden hareketlenen gürültülü kalabalıklar, baş döndürücü bir eşya ve insan çalkalanması görülür.
Bu kargaşa yalnızca görünüştedir tabii ki. Bu dev çarşı bir kışla gibi nizama sahiptir ve hiç kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymadan birkaç saat içinde aradığınızı şıp diye bulacak seviyeye gelirsiniz. Her tür mal kendi küçük mahallesine, sokağına, koridoruna ya da meydanına sahiptir. Yani genişçe bir evin odaları gibi, biri diğerinin içinde yüzü aşkın küçük pazar vardır, her çarşı aynı zamanda bir müze, bir mesire, bir pazar ve bir tiyatrodur ve bunların içine hiçbir ücret ödemeden girebilir, her şeyi izleyebilir, kahvenizi alabilir, serinliğin tadını çıkarabilir, on farklı dilde sohbet edebilir ve Doğu’nun en güzel kadınlarıyla bakışabilirsiniz.
Dinlenen Hamallar
Rastgele bir pazarın içine girebilir ve hiç fark etmeden burada gününüzün yarısını harcayabilirsiniz: örneğin kumaşlar ve kıyafet pazarı gibi. İnsanın gözlerini alamadığı, aklını ve parasını kaybedebileceği güzellikte ve zenginlikte bir ticaret merkezidir burası, burada tetikte olmak gerekir çünkü sonunda bir telgrafla evden para isteyecek duruma çok çabuk düşebilirsiniz. Bağdat brokarlarının, Karaman halılarının, Bursa ipeklerinin, Hint tuvallerinin, Bengal müslinlerinin, Madras şallarının, Hint ve İran kaşmirlerinin, Kahire’nin rengârenk kumaşlarının, altın oymalı minderlerin, gümüş çizgili ipek örtülerin, uçacakmış gibi görünen hafif ve şeffaf, mavi ve pembe çizgili dokuma eşarplarının, her formda ve her dizayndaki kumaşların, kıpkırmızı, mavi, yeşil, sarı ve isyankâr renklerin en hoş kombinasyonların, insanın ağzını açık bırakacak bir ahenkle bir araya gelmiş ve iç içe geçmiş her çeşitte ve her desende kumaş yığınlarının arasından geçersiniz, buralarda Elhamra Sarayı’nın duvarları gibi sizi düşüncelere salacak kırmızı ya da beyaz arka planlı, imparatorluk figürleri, Kur’an ayetleri, çiçeklerle bezeli, girintili, her boy masa örtüleri bulunur ve her şeyi örten yeşil, turuncu ve leylak rengi feracelerden, ipek gömleklere, altın işlemeli mendillere, harem ağasından ya da efendisinden başka hiçbir erkeğin gözünün bile değemeyeceği saten kemerlere kadar bir haremin kameriyesinde dolaşan Türk cariyelerine ait kıyafetlerin her bir parçasına burada teker teker hayran olabilirsiniz. Kırmızı kadifeden yıldızlarla kaplı, kenarları ermin kürk ile çevrili kaftanlar, sarı atlas kumaştan cepkenler, pembe renkli ipek şalvarlar, altından çiçeklerle bezeli beyaz Şam ipeğinden iç çamaşırları, gümüş payetli gelin duvakları, kenarında kuğu tüyü bulunan yeşil kazaklar, şekil şekil, her bir yanı süslenmiş, aşırı ağır ve zırh gibi parlak ve sert Rum, Ermeni, Çerkez cüppeleri ve tüm bu hazinelerin ortasında bir şairin sayfalarının arasına bir terzi kendi figürünü dökmüşçesine dokunmuş Fransız ve İngiliz kumaşları da vardır. Bir kadını seven hiç kimse, bir milyoner olmamanın büyük bir talihsizlik olduğunu düşünmeden ve bir dakikalığına da olsa ruhunda her şeyi bir çuvala doldurup kaçma duygusunu hissetmeden bu pazardan geçemez.
Kapalıçarşı’da Kumaş Satıcıları
Bu düşüncelerden kaçabilmek için, Çubukçular Çarşısı’na girmekten başka çare yoktur. Burada hayal gücü daha yalın arzulara indirgenir. Yasemin, kiraz ağacı, akçaağaç ve gülden sipsiler, Baltık Denizi’nden gelen; kristal gibi pürüzsüz ve parlak, sayısız renk tonu; şeffaf, yakut ve elmaslarla süslenmiş sarı kehribar rengi sigara ağızlıkları, altın ve ipek ipliklerle bezeli marpuçları ile Sezar ağızlıklar, Lübnan’dan gelen, renk renk nakışlı tütün keseleri, gümüş ve çelikten, antik güzel formlarda, hareli, işlenmiş, değerli taşlarla süslü, yaldızlarla ve halkalarla parıldayan Fas marpuçları ile meraklı müşterinin bakmak için yaklaştığı sırada satıcısının gözlerinin fal taşı gibi açıldığı, eğer müşterisi Anadolu’nun bir şehrinde birkaç yıl harcamamışsa, bir paşa ya da vezir değilse dudak büktüğü bohem kristal nargileleri bulunur. Buraya bir şeyler almaya sadece yumuşak başlı vezire minnet göstermek isteyen Hanım Sultan’ın elçisi ya da sarayda yeni bir terfi alan ve bu görev nedeniyle sadece görünüşü için bir çubukluğa elli bin lira saymak zorunda kalan mevki sahibi veya Avrupa hükümdarına eşsiz bir İstanbul hatırası götürmek isteyen bir sefir gelir. Mütevazı Türk yalnızca hüzünlü bakışlar atar ve durmadan ilerler ve kendini teselli etmek için peygamberin cümlesini aklına getirir: “Kim ki altın ya da gümüş çubuk tüttürecek olursa o kişinin karnında cehennem ateşi deve anırması gibi inleyecektir.”
Itriyatçılar Çarşısı’na girince insanın etrafını baştan çıkarıcı kokular sarar ve bu kokular tamamen Doğu’ya özgü ve hoşlandığı şeyleri “kadınlar, çocuklar ve kokular” olarak ifade eden peygamberin en sevdiği şeylerden biridir. Burada öpücüklere koku katan sarayın meşhur pestilleri, Müslüman kadınların diş etleri kuvvetlensin diye Sakız Adası’nın güçlü kuvvetli kız çocuklarının sakız ağaçlarından toplayıp gönderdikleri sakızlar; enfes bergamot ve yasemin esansları, altın işlemeli kadife kılıflarda saklanan ve fiyatı insana dudak ısırtan güçlü gül esansları, kaşlar için rastıklar, gözler için sürmeler, tırnaklar için kınalar, Süryani güzellerin ciltlerini yumuşatan sabunlar, erkeksi Çerkez kadınlarının yüzlerindeki kılları dökmek için kullandıkları haplar, sedir ve portakal suları, yosun keseleri, sandal yağı, esmer amber, fincanları ve çubukları mis kokutan sarı amber, her biri birtakım tuhaf isimle anılan ve alıcısı ya da kullanımı tarifsiz, bir aşk hevesini, baştan çıkarma amacını, saf istek duygusunu temsil eden, bir araya geldiklerinde şehvetli ve keskin bir koku yayan, kendinden geçmiş iri gözler, okşanan parmaklar, yumuşak bir nefes ve öpücükleri ile iç çekişleri hissettiren sayısız toz, su ve merhem vardır.
Tüm bu hayaller karanlık ve ıssız bir sokakta, sefil görünümlü dükkânlarla çevrelenmiş, içinde muhteşem hazinelerin saklı olduğuna kimsenin inanamayacağı kuyumcular çarşısına girince yok oluverir. Mücevherler meşe ağacından yapılmış, halkalı ve demir zırhlı kutularda saklanır ve tüccarların bakışları altında, dükkânın önünde satılır: bu tüccarlar uzun sakallı ve sanki cebinize girip cüzdanınızdakileri sayıyormuş gibi dik bakışlar atan yaşlı Türkler ve yaşlı Ermenilerdir. Kimisi tam siz yanlarından geçerken karşınıza dikilir, önce gözlerini gözlerinize diker ve sonra fevri bir hareketle bir Golcondo elmasını, bir Ormus safirini ya da bir Giamscid yakutunu yüzünüze doğrultur, eğer yüzünüzde negatif bir işaret belirirse de aynı hızla kendini geri çeker. Kimisi de etrafı yavaş yavaş turlar ve yolun tam ortasında sizi durdurur ve etrafı şüpheyle süzdükten sonra göğsünden pis bir paçavra çıkarır ve anlatmaya başlar: Bir yandan size Brezilya’dan güzel bir topaz, Makedonya’dan güzel bir firuze gösterirken bir yandan da sizi yoldan çıkarmak için şeytani bakışlarını üzerinizde gezdirir. Kimileri de tek bir bakışıyla değerli taşlardan birini alıp almayacağınızı anlar ve size bir şey göstermeye tenezzül etmez. Şayet sizde bir Karun havası yoksa ya da yüzünüz bir azize benzemiyorsa, o kutuları açmaya yeltenmezler bile. Opal kolyeler, çiçekli ve yıldızlı zümrütler, Ofir incirleriyle çevrili hilaller ve taçlar, deniz yeşili zümrüt, zebercet, yıldız taşı, akik, lal taşı ve lacivert taşından oluşan göz kamaştırıcı yığınlar beş parasızların meraklı gözlerinden ve özellikle de İtalyan yazarlardan amansızca saklanır. Burada en fazla, yoğun işlerinizde verdiğiniz molaları değerlendirmek için Türklerin yaptığı gibi parmaklarınızın arasında dolaştırabileceğiniz, amber, sandal ya da mercandan yapılan tespihlerin fiyatını sorma riskine girebilirsiniz.
Eğlenip oyalanmak için her bütçeye uygun kumaşlar satan Frenk dükkânlarına girmek gerekir. Siz içeri girer girmez, etrafınızı nereden geldiğini anlayamadığınız insanlar sarar. Yalnızca tek bir kişiyle konuşabilmek asla mümkün değildir. Her zaman tüccarların, ortaklarının, simsarların, çırakların oluşturduğu altı yedi kişilik bir kalabalığın ortasında kalırsınız. Şayet birinden kurtulursanız, hemen bir diğeri sizi yakalayıverir: burada kötü sondan kaçmanın hiçbir yolunu bulamazsınız. Mallarını satabilmek için nasıl bir beceriyle, sabırla, inatla ve şeytani oyunlarla uğraştıklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Çok kabarık bir fiyat isterler, üçte birini teklif edersiniz ya bıkmış bir ifadeyle kollarını yana bırakırlar ya umutsuzca ellerini alınlarına koyarlar ya da hiç cevap bile vermezler veya kalbinize dokunmak için bir okyanus dolusu kelime döküverirler önünüze: Siz ne de zalim bir insansınız, dükkânı kapattırmak mı istiyorsunuz tüccara? Kazandıkları üç kuruşu kaybetsinler de fakir olsunlar mı istiyorsunuz? Çocukları da mı hiç düşünmüyorsunuz? Bu kadar kötü davranışı ne yaptılar da hakettiler. Size bir malın fiyatını söylerken, yan dükkânın simsarı size yaklaşır ve kulağınıza fısıldar: “Aman alayım demeyin, sizi kazıklıyolar.” Siz de samimi olduklarını sanırsınız oysa onlar tüccarla iş birliği içindedirler, güveninizi kazanabilmek adına şal için sizi kazıkladıklarını söylerler ve üzerinden bir dakika geçmeden şal yerine kilimi almanızı tavsiye ederler. Siz kumaşları incelerken, onlar kaş göz, el kol hareketleri, dirsek dürtmeler yarım yamalak kelimelerle aralarında anlaşırlar. Eğer Yunanca biliyorsanız, Türkçe konuşurlar, eğer Türkçe biliyorsanız Ermenice konuşurlar, eğer Ermenice biliyorsanız İspanyolca konuşurlar velhasıl her durumda aralarında anlaşmanın bir yolunu bulurlar. Eğer inat eder de hiçbir şey almazsanız, sizi yağlayıp ballamaya başlarlar: dillerini ne kadar iyi konuştuğunuzu, ne kadar efendi, aklı başında biri olduğunuzu, bıraktığınız iyi izlenimi asla unutamayacaklarını söylerler, memleketinizden bahsederler, bir zamanlar orada bulunduklarını anlatırlar zaten gitmedikleri yer görmedikleri şehir kalmamıştır, size kahve yaparlar, giderken size gümrüğe kadar eşlik etmeyi teklif ederler, sizi kötüye kullanacaklarından korktukları içindir sözde, oysa niyetleri sizi ve varsa yol arkadaşlarınızı kumpasa düşürmektir, tüm dükkânı altüst eder, tüm malları önünüze sererler, şayet bir şey almayacak olursanız da kırılmaz, surat asmazlar: nasıl olsa bugün olmasa bile başka bir gün illa bir şey alacağınızı düşünürler, elbet yine çarşıya yolunuz düşecek, av köpekleri sizi mutlaka tanıyacaktır, onların eline düşmeseniz bile mutlaka bir ortaklarının eline düşersiniz, tüccar olarak derinizi yüzemedilerse, simsar olur yine yüzerler, dükkânda canınıza okuyamadılarsa, gümrükte işlerini göreceklerdir: asla sonunda başarısız olmazlar. Nasıl bir toplumdan geliyor bu insanlar? Kimse anlamaz. Farklı farklı dilleri konuşmaktan kendi yerel şivelerini kaybetmişlerdir, sürekli başka biriymiş gibi rol yaptıkları için kendi ırklarının fizyolojik görünümünü de değiştirmişlerdir; nereli olmaları istenirse o milletten olurlar, hangi mesleği icra etmeleri gerekirse o mesleği icra ederler, tercüman, rehber, tüccar, tefeci hepsini bir bir olurlar, her şeyden öte otlanmak sanatını dünya üzerinde en iyi yapan eşsiz sanatçılardır bunlar.
Müslüman tüccarlar hiç de farklı bir izlenim sergilemezler. Aralarında; Bayezid ve Fatih zamanının ete kemiğe bürünmüş hâli olan Türk ihtiyarlar vardır, ancak onlara nadir rastlarsınız. Bunlar Mahmut’un reformları ile ilk çöküşlerini yaşamışlardır; günden güne çökmekte ve değişmektedirler. Cami kubbesi şeklindeki devasa eski sarıkları ile Süleyman zamanından kalma bu ihtiyarları görebilmek için Kapalıçarşı’ya gelmeniz ve bakışlarınızı daracık sokakların en tenha köşelerindeki dükkânların karanlık noktalarına dikmeniz gerekir; dükkânlarda ifadesiz suratlar, cam gibi kırpılmayan gözler, çengelli burunlar, uzun beyaz sakallar, antik turuncu ve mor kaftanlar, belinde koca kuşaklarla kat kat kıvrılmış bol şalvarlar, kibirli ve aynı zamanda kederli davranışlar, afyondan kızaran ve ateşli bir inançla aydınlanan yüzler görürsünüz. Nişlerin dibinde kolları çapraz, bağdaş kurup put gibi hareketsiz oturarak ağızlarından tek bir kelime çıkmadan kaderlerine yazılan müşterileri beklerler. İşler yolunda giderse, mırıldanırlar: “Maazallah! Allah’ım sana şükürler olsun!” eğer işler kötü giderse “Olsun! Öyle olsun.” der ve pes eder şekilde kafalarını eğerler. Kimisi Kur’an okur, kimisi Allah’ın doksan dokuz ismini dikkatsizce mırıldanarak tespihin boncuklarını parmaklarının arasında gezdirir durur, kimisi de işinde gücündedir, nargilelerini içerler, şehvetli bakışlarını ağır ağır etrafında gezdirirler, gözlerinden uyku akar, kimisi de sanki derin bir düşünceye dalmış gibi alnını kırıştırır ve gözlerini kısar. Ne düşünüyorlardır kim bilir? Belki Sivastopol surları arasında can veren çocuklarını, dağılmış kervanlarını, kaybolan umutlarını ya da peygamberin vadettiği, hurma ağaçları ve lal ağaçları gölgesinde, ne bir insana ne de bir canlıya asla saygısızlık etmeyen siyah gözlü bakirelerle evlendikleri cennet bahçelerini düşünüyorlardır. Hepsinde tuhaf bir yön vardır, hepsi resmedilmeye değecek kadar çarpıcıdır, her dükkân heyecan ve macera dolu bir resmin çerçevesidir. Şuradaki kuru ve esmer adam mücevher ve kaymak taşı yüklediği develerini kendi vatanının topraklarından bizzat getiren ve gelirken çöl soyguncularının attığı mermilerin kulağını defalarca sıyırdığı bir Arap’tır. Sarı sarıklı ve efendi görünümlü bir diğeri Sur ve Sayda ipeklerini getirmek için Suriye’nin tenha topraklarını tek başına atıyla katetmiştir. Eski bir Acem şalı ile şapkasını sarmış, alnında büyücülerin onu ölümden kurtarmak için açtıkları yaraları olan ve Teb’deki büyük heykellere ya da piramitlerin tepelerine bakıyormuş gibi kafası hep dimdik duran şu zenci Nubia’dan gelmiştir. Solgun yüzlü, siyah gözlü, beyaz bir cüppe giymiş şu yakışıklı Faslı ise ipek pelerinleri ve halılarını Atlas dağlarının batı yamaçlarından taşımıştır. Yeşil sarıklı Türk, hacca daha bu yıl gitmiş, Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarının tam ortasında susuzluktan ölen arkadaşları ve akrabalarını gördükten sonra, ölmek üzereyken Mekke’ye varmış, sürüne sürüne Kâbe’yi yedi kez tavaf etmiş, Hacerü’l-esved’i öpücüklere boğarken bayılarak yere düşmüştür. Beyaz yüzlü, kemer kaşlı, şimşek gözlü bir tüccardan çok bir savaşçıyı andıran şu iri yarı hırs ve gurur abidesi, kürklerini gençliğinde birden fazla Kazak’ın kellesini uçurduğu Kafkasya’nın kuzey bölgelerinden getirmiştir. Basık yüzlü, küçük ve eğik gözlü, bir atlet gibi kaba ve tıknaz gariban yün tüccarı daha yakın zamanda Timurlenk’in türbesini koruyan devasa kubbenin gölgesi altında duasını etmiştir: Semerkând’dan yola çıkıp dev Buhara çöllerini aşmış, Türkmen ordularının arasından geçmiş, Çerkez kurşunlarından kaçmış, Trabzon camilerinde Allah diye şükretmiş ve yaşlandığında daima kalbinde taşıdığı Tataristan’a geri dönmek üzere şansını aramak için İstanbul’a gelmiştir.
Kavaflar Çarşısı
En göz alıcı çarşılardan biri de ayakkabıcılar çarşısıdır ve burası belki de çarşının en kalabalık yerlerinin başında gelir. Sokağa sanki bir kraliyet sarayı ya da Arap efsanelerindeki incilerden çiçekler ve altın yapraklı ağaçları olan bahçe havası veren iki sıra ışıltılı dükkân vardır. Burada Avrupa ve Asya saraylarındaki tüm ayaklara göre bir ayakkabı vardır. Duvarlar, kadife, deri, brokar, saten kumaştan en keskin renklerden ve en farklı modellerden oluşan, telkari ile süslenmiş, payetlerle çevrelenmiş, ipek ve kuğu tüyü püsküller ile işlenmiş, altından ya da gümüşten çiçekler ve yıldız desenleri ile dolu, kumaşın görünmesine izin vermeyecek kadar karmaşık işlemelerle ve yanıp sönen zümrüt ve safir ile sarılmış terliklerle doludur. Kayıkçıların hanımlarına da sultanın hanımlarına da burada bir çifti beş liradan bin liraya kadar pek çok çeşit terlik, Pera’nın çakıllı yollarından yürümeye müsait deri ayakkabılar, harem halıları üzerinde kayabilen pabuçlar, hünkâr hamamların mermerleri üzerinde yankılanan takunyalar, paşanın alevli dudaklarının çivilendiği beyaz satenden hanım terlikleri, sultanın yatağının yanındaki güzel bir Gürcü kızının uyanmasını bekleyen bir çift incili terlik, hepsi buradadır. Ama hangi ayaklar bu pabuçların içine sığabilir ki? İçlerinde perilerin ya da hurilerin ayaklarına göre hazırlanmış gibi duran pabuçlar bulunur, zambak yaprağı gibi uzun, bir gül yaprağı kadar geniş, tüm Endülüs hanımlarını umutsuzluğa düşürerek hayallere daldıracak kadar küçük olanlar, sanki pabuç değil de yalnızca masanın üzerinde seyretmelik bir mücevher, bir şekerlik ya da aşk mektuplarının saklanacağı bir kutu gibi görünenleri vardır, bir çiftini elinize alıp en az bir ay boyunca sevip okşamadan bunların içine bir ayağın gireceğini hayal edemezsiniz. Bu çarşı yabancıların en çok uğradığı yerlerden biridir. Burada sık sık genç Avrupalılara rastlanır: Ellerinde bir hanımın ayak ölçüsü yazılı kâğıtlarla dolanan Fransız ya da İtalyan gençler göz koydukları bazı pabuçların ellerindeki ölçüden daha küçük olduğunu öğrenince şaşırır kalırlar, moralleri bozulur, kimisi de fiyatı öğrenince anında toz olur. Burada da sıklıkla Müslüman kadınlar, geniş beyaz başörtülü hanımlar dolaşır, genellikle istedikleri fiyatı elde etmek için satıcılarla uzun diyaloglara girerler, güzel dillerinin harmonik kelimelerini kulağı sanki bir mandolanın sesiymiş gibi okşayan tatlı ve net bir sesle telaffuz ederler: “Bunu kaça verirsin?” “Bu ne kadar?” “Pahalı.” “Çok pahalı.” “Daha fazlasını vermem.” “Daha fazlasını ödemem.” Sonra yaramaz bir kız çocuğu gibi insanda yanağından makas alma arzusu uyandıran çocukça ve şen bir kahkaha atarlar.
Silah Çarşısı
En zengin ve en renkli çarşılardan biri de silahlar çarşısıdır. Aslında burası bir çarşıdan çok hazinelerle dolup taşan, insanın aklına birtakım efsaneleri ve hikâyeleri getiren görüntülerle dolu ve inanılmaz bir merak duygusu uyandıran bir müze gibidir. Burada, Mekke’den Tuna’ya kadar olan İslam savunmasında kullanılmış, sanki Yavuz Selim ve Muhammed Peygamber’in ateşli askerlerinin elinden daha şimdi alınmış gibi duran kılıçlar, Anadolu’dan Avrupa’ya kadar kesilmiş başlar ve parçalanmış organlar saçan o yenilmez sultanların, cengâver yeniçerilerin, sipahilerin, azapların ve silahtarların kan çanağına dönmüş gözlerinde parlıyormuş hissi veren en tuhaf, en tüyler ürpertici silahlar bulunur. Havadaki kuş tüylerini bile parçalayabilen, küstah elçilerin kulaklarını uçuran meşhur palalar, tek bir hamlesiyle insanın kafatasını parçalayıp kalbe kadar inen ağır hançerler, Sırp ve Macar miğferlerini ezen topuzlar, bıçağının üzerinde hâlâ kesilen kafaların sayısını gösteren çeltiklerin yer aldığı, sapı fil dişi kakmalı, ametist ve yakutla süslü yatağanlar, gümüş, kadife ya da saten kılıflı, akik ya da fil dişi kulplu, işlemelerle, mercan ve turkuazlarla süslenmiş, Kur’an’dan ayetlerin altından harflerle dokunduğu, kavisli ve eğri bıçağı sanki saplanacak bir kalbi arıyormuş gibi duran hançerler bulunur. Kim bilir belki de bu karmaşık ve korkunç cephanede Orhan Gazi’nin palası, savaşçı derviş Abd-El-Murad’ın güçlü kolları ile tek hamlede kafaları uçurduğu ahşap kılıç ya da Sultan Musa’nın Hassan’ı omzundan kalbine kadar parçaladığı ünlü yatağan, İstanbul surlarına ilk merdiveni dayayan Bulgar devinin devasa kılıcı, II. Mehmed’in Ayasofya’nın tonozları altında yağmacı bir askeri öldürdüğü yarasa, İskender’in surların altındaki Firuz Bey’i ikiye ayıran büyük kılıcı bile vardır. Burası Osmanlı tarihinin en korkunç kılıç darbelerini ve en korkunç katliamlarını akla getirir ve özellikle de bu bıçakların üzerinde hâlâ bu kanların durduğunu, şu dükkânlardaki ihtiyar Türklerin katliamın yapıldığı yerden cesetleri ve silahları bizzat topladığını ve her bir köşesi dağılmış iskeletleri karanlık bir köşede sakladığını sanırsınız. Silahların ortasında hilaller ile işlenmiş kırmızı ve mavi kadifeden eyerler, altın ve inciden yapılma yıldızlar, tüylerle süslü at koşumları, gümüşten gemler ve görkemli taht çuhalarına benzeyen örtüler vardır: Bir peri padişahının hayallerini süsleyen şehre girişi için kullanılan, Binbir Gece Masalları’ndan alınmış at koşum ve giysileridir sanki. Tüm bu hazinelerin en üstünde, duvarlarda çarklı misket tüfekleri, büyük Arnavut tabancaları, mücevher gibi işlenmiş uzun namlulu Arap tüfekleri, kaplumbağa kabuğundan ve su aygırı derisinden yapılma antik kalkanlar, Çerkez zırhları, Kazak kalkanları, Moğol miğferleri, Türk yayları, cellatların satırları ve her biri bir suçu ifşa edercesine duran ve saplandığı kişinin acı ile kıvranışlarını akla getiren bıçaklar asılıdır. Bu tehditkâr ve görkemli malzemelerin tam ortasında Kapalıçarşı’nın çoğu kasvetli, kederli, sultanlar gibi bir başına ve mağrur, Hicret vaktinden gelmişler gibi giyinmiş ve yozlaşmış torunlarına atalarının hâl ve hareketlerini hatırlatmak için mezarından çıkıp gelmiş gibi duran ve Türk oldukları ayan beyan ortada tüccarlar bağdaş kurmuş otururlar.
Görülmesi gereken bir başka pazar bitpazarıdır. Eğer görebilseydi Rembrandt kesinlikle burada yaşamak isterdi ve Goya son kuruşunu burada harcardı. Hayatında hiç Doğu işi bir eskici dükkânı görmemiş biri buradaki çeşit çeşit paçavraları, renk karnavalını, kontrastların ironisini, bir zamanların hem gösteri havasında hem de barbar görünümlü kıyafetlerinin nasıl bir manzara oluşturduğunu hayal edemez; haremlerden, kışlalardan, saraylardan, tiyatrolardan gelen paçavraların hemen hepsi buraya yığılırlar ve kendilerini resmedecek bir ressamın ya da bir dilencinin gelip de onları gün ışığına çıkarmasını beklerler. Surların içindeki uzun duvarlara hepsi sanki bir hançerle delik deşik edilmiş gibi yırtık pırtık, yağ kir içinde ve Apses mahkemesinin masalarında görülen, katledilmiş insanların geriye kalan uğursuz eşyalarını hatırlatan eski Türk üniformaları, kırlangıç kuyruklu paltolar, eski beylerin dolmanları, dervişlerin cüppeleri, Bedevilerin harmanileri asılıdır. Bu paçavraların arasında yer yer Arap işi yaldızlı nakışlar parlar: eski ipek kuşaklar, yıpranmış sarıklar, yırtık şallar, öfkeli bir hırsız tarafından hırpalanmış gibi duran tüyleri ve incileri dökülmüş kadife cepkenler, belki de şu anda Boğaz’ı diplemiş bir çuvalda uyuyan, sadakatsiz güzele ait şalvar ve peçeler, fişekleri paslanmış Çerkez kaftanlarının, uzun Kara Yahudi togaslarının, kim bilir kaç kez haydutun silahını, katilin kamasını sakladığı ceketlerin ve ağır paltoların arasında hapsolmuş ince, yumuşak renkli kadın kıyafetleri ve süs eşyaları görülür. Akşama doğru, tonozların deliklerinden sızan gizemli ışıkta, tüm bu asılı kıyafetler asılmış cesetler gibi belli belirsiz bir görünüm alır ve insan bir dükkânın dibinde parmaklarını çengel gibi yaparak alnını kaşıyan, kurnaz gözleri ışıldayan yaşlı bir Yahudi görse, onun bu idam iplerini sıkan cellat olduğunu düşünebilir ve çarşının kapanacağı korkusuyla gözlerini kapıya dikebilir.
Şayet bu tuhaf şehrin tüm sokaklarını görmek istiyorsanız, bir günlük tur asla size yetmez. Sırada Fas’tan Viyana’ya kadar tüm ülkelerin feslerinin bulunduğu fes pazarı var. Burada; insanı kötü ruhlardan koruyan Kur’an ayetleri ile bezeli fesler, İzmir’in güzel Rum kızlarının madeni paralarla parlayan siyah örgülerinin üzerine taktıkları fesler, Türk hanımlarının kullandıkları küçük, kırmızı başlıklı fesler ve Orhan Gazi’nin zamanından kalma feslerden tutun ihtiyar Müslümanların hor gördükleri ancak Sultan Mahmud’un reformlarından biri sayılan büyük gösterişli fesine kadar, kırmızının her tonunda şekil şekil askerlerin, generallerin, sultanların, züppelerin kullandığı fesler vardır. Fesler pazarını geçince karşınıza; bir zamanlar yalnızca sultanın ya da sadrazamın kullanabilmesine izin verilen kutsal siyah tilki kürkü, merasimlerde giyilen kaftanların içine dikilen sansar kürkü, beyaz ayı, siyah ayı, mavi tilki, astrahan, kakım, samur gibi sultanların muazzam hazinelerini zenginleştiren kürklerin bulunduğu kürkçüler çarşısı çıkar. Görülmeye değer bir başka çarşı, çatal bıçakçılar çarşısıdır, çünkü burada bıçakları bronz ve yaldızlı, fantastik kuş ve çiçek çizimleri ile süslenmiş, çapraz bağları kötü niyetli bir eleştirmenin kafasının sığabileceği kadar geniş devasa Türk makaslarından birini elinize alabilirsiniz. Işığın şekli ve tonlaması nedeniyle birbirinden farklıymış gibi görünen sıra sıra iplikçiler, nakışçılar, hırdavatçılar, terziler, çanak çömlekçiler de vardır, tek benzerlikleri: bu çarşıların hiçbirinde ne işçi olarak ne satıcı olarak tek bir kadın bile göremezsiniz. Olsa olsa bir terzi dükkânının önünde kısa bir süreliğine oturmuş, Rum birkaç hanımefendinin utangaç utangaç ellerinde nakışlarını yeni bitirdikleri mendilleri size satmaya çalıştığını görürsünüz. Doğu kıskançlığı dükkânları bir fingirdeşme okulu ve entrika yuvası olarak gördüğü için kadınların burada bulunması yasaktır.
Kapalıçarşı’nın öyle bölümleri vardır ki eğer yabancıysanız yanınızda bir simsar ya da bir tüccar olmadan buraları gezemezsiniz. Bunlar şehrin bölündüğü küçük mahallelerin iç kısımları, çevresinde müdavim bir kalabalığın tur attığı sokaklarla çevrili küçük adacıklardır. Nasıl ki küçücük sokaklarda yolu kaybetme tehlikesi varsa bunların içinde de kendinizi kaybetmemeniz imkânsızdır. Tonozlarına çarpmamak için kafanızı eğmeniz gereken, bir insanın sığabileceğinden birazcık daha geniş koridorlardan minicik bir ışığın aydınlattığı kutular ve balyalarla dolu avlulara çıkarsınız, ahşap merdivenlerden iner, fenerlerle aydınlatılmış başka avlulardan geçer, yer altına iner, tekrar gün ışığına çıkar, nemli tonozlar altında, yosun tutmuş siyah duvarlar arasında kıvrılan, gizli, küçük kapılara açılan, insanı hiç beklemediği şekilde başladığı yere geri döndüren sokaklardan geçilir ve her yerde bir görünüp bir kaybolan gölgeler, köşelerde hareketsiz duran hayaletler, malları karıştıran ya da para sayan bir kalabalık, bir yanıp bir sönen ışıklar, nereden geldiği belli olmayan aceleci ayak sesleri ve ne olduğunu anlayamadığınız kara gölgeler ile karşılaşmalar, hiç görülmemiş ışık oyunları, şüpheli ilişkiler, tuhaf kokuların hepsi buradadır ve insan kendini sanki bir büyücü mağarasının kıvrımlarında hapsolmuş ve dışarıya kendini atabilmeyi dört gözle bekliyormuş gibi hisseder.
Simsarlar neredeyse hemen her şeyin bulunduğu sapa dükkânlara yabancıları çoğunlukla bu tenha sokaklardan geçirerek götürürler: bu dükkânların bulunduğu yer Kapalıçarşı’nın bir minyatürü gibidir; buralar insanın büyük bir merakla ziyaret ettiği ancak en pintinin bile cebinde ne var ne yoksa dökebileceği çok garip ve nadir eşyaların satıldığı antika dükkânları ile doludur. Her şeyden biraz biraz anlayan bu simsarlar, katıksız kurnazlardır ve diğer meslektaşları gibi her dilden anlarlar, insanları kandırmak için çok iyi rol keserler ve başarısız oldukları çok nadir görülür. Dükkânların odacıklarının neredeyse tümü karanlıktır, sandık ve dolaplarla doludur, o kadar darlardır ki bir şey bulmak için ışığı açmanız gerektiğinde dönecek yeri zor bulursunuz. Tüccar, fil dişi ve sedef kakmalı bazı eski dolaplar, çin porselenleri, Japon vazoları gösterdikten sonra size özel bir şey göstereceğini söyler, çekmecelerden birini açar ve içinden çıkardığı ıvır zıvır yığınını masaya boca eder: tavus kuşu tüyünden bir yelpaze, eski Türk sikkelerinden yapılmış bir bilezik, sultanın resminin altınla işlendiği deve tüyü bir yastık, Cennet Kitabı’ndan alınmış da boyanmış gibi duran bir Acem aynası, Türklerin kiraz kompostosu içtikleri bir boynuz kaşık, Osmanlı ordusundan birinci bir Osmanlı nişanı. Tüccar içlerinde beğendiğiniz bir şey yok mu diye sorar, bu durumda başka bir çekmeceyi ters çevirir ve döker, bu da sizi bekleyen çekmecelerden biridir. Kırık bir fil dişi, saç örgüsüne benzeyen gümüş bir Trabzon bileziği, bir Japon idolü, Mekke’den sandal ağacı tarağı, oymalı ve işlemeli büyük bir Türk kaşığı, yaldızlı, gümüşten, lekeli eski bir nargile, Ayasofya’nın mozaiklerinden taşlar, III. Selim’in sarığına taktığı balıkçıl kuşu tüyünü tüccar size şerefi üzerine yeminler ederek gösterir ve hepsinin hakiki olduğuna sizi inandırır. Bunların arasında da mı hoşunuza giden bir şey yok? O hâlde başka bir çekmeceyi devirir, içinden Sennar’dan bir deve kuşu yumurtası, Acem mürekkebi, hareli bir yüzük, sadağı geyik derisinden yapılan bir Megrelya yayı, iki köşeli bir Çerkez kalpağı, yeşim taşından bir tespih, altın emaye parfümeri, bir Türk tılsımı, deveci bıçağı ve gül suyu şişesi dökülür. “Allah aşkına burada da mı beğendiğiniz bir şey yok?” “Hediye olarak almaz mısınız?” “Belki akrabalarınıza verirsiniz?” “Ya da eşiniz dostunuz yok mu onlara hediye edersiniz?” “Kilimler ya da kumaşları mı istersiniz yoksa o zaman size memnuniyetle yarenlik edeyim.” “İşte çizgili bir Kürdistan harmanisi beyim, işte bir aslan postu, çelik çivili Halep halısı, üç kuşak hayatta kalması garanti, üç parmak kalınlığında bir Kazablanka halısı, işte ekselansları biraz güveler yemiş ama bir servet ödeseniz de diktiremeyeceğiniz eski minderler, eski brokar kemerler, eski ipek yatak örtüleri. Caballero, mademki sizi buraya benim bir arkadaşım getirdi o zaman size bu eski kemeri bir hafta boyunca soğan ekmek yemek pahasına da olsa beş napolyona bırakırım.” Eğer tüm bunlardan sonra hâlâ ikna olmadıysanız tüccar kulağınıza eğilir ve sarayda sağır ve dilsizlerin korkunç bir şekilde boğdukları, III. Mehmed’in sadrazamı Nasuh Paşa’nın idam ipini size satabileceklerini söylerler, siz dönüp de yüzlerine gülerek bu dümeni yemediğinizi söylerseniz ise hemen şakacı bir havaya bürünüverirler ve son bir girişimde bulunarak paşaların önünde ve arkasında taşınan tuğlalardan birini önünüze fırlatırlar, bu da olmazsa o malum katliam gününde babası tarafından götürülen ve hâlâ üzerinde kan izleri bulunan bir yeniçeri kazanı, gümüşten hilal ve yıldızlarla süslenmiş Kırım bayrağının bir parçasını, akiklerle çevrili el yıkamak için kullanılan bir kâseyi, oymalı bakır bir mangalı, hecin develerinin boynuna takılan kabuklu ve çanlı bir tasmayı, su aygırı derisinden yapılma bir kamçıyı, altın mahfazalı bir Kur’an’ı, bir Horasan şalını, bir çift kadın pabucunu, kartal pençesinden yapılmış bir şamdanı önünüze serer sonunda tüm bunlara dayanamaz, hayallere kapılırsınız, tutkularınız açığa çıkar, içinizden cüzdanı, saati, ceketi ne varsa vermek ve karşılığında tüm bunların hepsini almak gelir; bu baştan çıkarmaya karşı koyabilmek için ya aklı başında bir evlat ya da çok ölçülü biri olmanız gerekir. Öyle ki burada kim bilir kaç sanatçı sabrını zorladı ve kaç zengin mirasını yitirdi.
Kapalıçarşı kapanmadan, son bir saatte neler olup bittiğini görmek için şöyle bir tur atmak icap eder. Bu saatlerde kalabalığın hareketi daha aceleci bir hâl alır, tüccarlar gelen geçeni daha buyurgan bir tavırla çağırır, Rumlar ve Ermeniler kollarında şal ya da kilimlerle dolaşarak bağırırlar, insanlar gruplar hâlinde toplaşır, alelacele pazarlıklar edilir, gruplar dağılır ve sonra başka bir yerde tekrar toplaşır, atlar, arabalar, yük hayvanları uzun bir sıra hâlinde çıkışa doğru yol alırlar. O saatte anlaşmaya varamadan tartışıp durduğunuz tüm esnaf bu yarı karanlıkta yarasalar gibi etrafınızı sarar, sütunların ardından size bakan kafalarını görürsünüz, sonra bir sapakta karşılaşırsınız, yolunuza çıkarlar, amaçları şu kumaşın, bu biblonun varlığını size hatırlatmak ve arzunuzu yeniden harekete geçirmektir. Zaman zaman arkalarında birtakım da olur: eğer siz durursanız onlar da dururlar, köşeden dönerseniz onlar da dönerler eğer geriye dönerseniz yiyecekmiş gibi bakan on çift gözle karşılaşırsınız. Ama artık etraf iyice kararmış, kalabalık azalmıştır. Uzun kemerli tonozların altında, ahşap bir minarenin tepesinden güneşin battığını haber veren görünmez birkaç müezzinin sesi yankılanır, bazı Türkler seccadelerini dükkânların önüne serer ve akşam namazını kılmaya başlar, kimileri de çeşmelerde abdest alır. Silahçılar çarşısının yüzyıllardır müdavimi olan yaşlılar çoktan demir kapılarını kapatmışlardır, küçük çarşılar sessizliğe gömülmüş, koridorlar karanlıkta zor seçilir olmuştur, sokakların ağızları birer mağara girişini andırır, birdenbire yanı başınızda bir deve belirir, sakaların sesi kemerler altında cılızlaşır, Türk hanımları acele acele yürür, harem ağaları gözlerini dört açar, yabancılar kaçışır, kapılar kapanır ve gün biter.
Şimdi her yandan “Ya Ayasofya? Ya Sarayburnu? Ya Sultan sarayları? Ya Yedikule? Ya Abdulaziz? Ya Boğaz?” diye yükselen soruları duyuyorum. Hepsini anlatacağım, hem de tüm kalbimi ortaya koyarak, ama önce her adımda düşüncelerimi değiştirdiğim gibi her sayfada da konu değiştirerek İstanbul’u biraz serbestçe dolaşmak istiyorum.
IŞIK
Her şeyden önce ışıktan bahsetmek gerek! İstanbul ile ilgili en sevdiğim şeylerden biri Valide Sultan Köprüsü üstünde günün doğuşunu ve batışını izlemekti. Sonbaharda şafak vakti Haliç neredeyse her zaman ince bir sis örtüsüyle kaplı olur, muhteşem bir sahnenin hazırlıklarını gizlemek için tiyatro pistinin üzerine inen beyaz tüllerin arkasındaymış gibi şehir puslu görünür. Sis Üsküdar’ı tamamen kaplar: tepelerinin belirsiz ve karanlık uçları dışında hiçbir şey görünmez. Köprü ve kıyılar tenhadır, İstanbul uyur: yalnızlık ve sessizlik ortaya muhteşem bir manzara çıkarır. Gökyüzü Üsküdar’ın tepeleri ardında ışıldamaya, altınlaşmaya başlar. Bu ışık şeridinin üzerinde dağların tepelerine dizilmiş dev bir ordu gibi, tek tek açık seçik ve simsiyah mezarlık servileri ortaya çıkar, yeniden hayat bulan şehir Haliç’in bir ucundan diğer ucuna kadar hafif bir ışıkla çevrelenir. Anadolu kıyılarındaki servilerin arkasında, ateşten bir göz belirir ve Ayasofya’nın dört parlak minaresini hemen pembeye boyar. Birkaç dakika içinde, tepeden tepeye camiden camiye Haliç’in sonuna kadar tüm minareler birbiri ardına kırmızıya döner, tüm kubbeler bir bir gümüşle kaplanır, kızıllık terastan terasa iner, ışık genişler, dev örtü kalkar ve İstanbul görünür, tepeleri pembemsi ve ışık dolu, kıyıları mavimsi ve menekşe renginde, sulardan çıkmış gibi taze ve ışıl ışıl ortaya çıkar. Güneş doğduğunda ilk tonların tatlılığı yerini muhteşem bir ışıltıya bırakır ve her şey akşam oluncaya değin beyaz bir tül ile örtülmüş gibi parlar. Sonra bu ilahi gösteri yeniden başlar. Hava Galata’dan Kadıköy’ün en uzak tepesindeki ağaçların bile net bir şekilde seçilebileceği kadar berraktır. İstanbul’un silüeti havada keskin çizgiler çizer ve gökyüzüne bir renk cümbüşü bırakır, Sarayburnu’ndan Eyüp Mezarlığı’na kadar olan tüm tepeleri taçlandıran serviler, kuleler, minareler tek tek sayılabilir.
Haliç ve Boğaz muhteşem lacivert maviye bürünür: gökyüzü Doğu’nun ametist renginde ve yaratılışın ilk gününü düşündüren yakut pırlantaları ve gül rengindeki sınırsız çizgisiyle ufku renklendirerek İstanbul’un arkasında alev alır, İstanbul karanlık, Galata yaldızlıdır, batan güneşin vurduğu Üsküdar parıldayan camlarıyla alev almış bir şehir görüntüsü verir. Hızla birbirini takip eden yumuşak renkler, soluk altın, pembe ve lila renkleri şehrin bir o yanına bir bu yanına güzellikte birincilik ödülü vererek ve kendilerini büyük ışık altında göstermeye cesaret edemeyen binlerce küçük mütevazı manzarayı ortaya çıkararak suların üstünde, tepelerin kenarlarında titreşir, sonra da kaçarlar. Buradan vadilerin gölgesinde kaybolan kederli mahalleler, yüksekte gülümseyen küçük leylak rengi kasabalar, içinde hiçbir hayat yokmuş gibi baygın şehir ve köyler, sanki ani bir yangın çıkmış yok olmuş ama sonra birdenbire yeniden canlanmış gibi duran mekânlar hepsi güneşin son ışığı altında titrerler. Geriye Asya’nın kıyıları üzerinde parlayan iki tepeden başka hiçbir şey kalmaz: Bulgurlu Dağı’nın tepesi ve Marmara’nın girişini izleyen burnun ucu; önce iki altın taç sonra leylak rengi iki başlık, sonra iki yakut, sonra tüm İstanbul gölgeye gömülür ve binlerce ses binlerce minareden güneşin batışını duyurur.
KUŞLAR
İstanbul; Türklerin derin bir sempati ve saygı beslediği, her türden sayısız kuş ile kendisine özel bir şenlik ve zarafete sahiptir. Camiler, korular, eski surlar, bahçeler, saraylar hepsi şarkı söyler, hepsi guguklar, hepsi şakır, hepsi cıvıldar, her yerde kanat çırpma sesi duyulur her yerde hayat ve ahenk vardır. Serçeler cesurca evlere girerler, bebeklerin ve kadınların ellerini gagalarlar, kırlangıçlar kahvelerin kapılarına ve çarşıların tonozlarının altına yuva yaparlar, padişahların ve kimi önemli kişilerin beslediği sürüyle sayısız güvercin kubbelerin saçaklarında ve minarelerin teraslarında uzun siyah ve beyaz bir çelenk oluştururlar, martılar kayıkların etrafında mutlulukla uçuşur, binlerce kumru mezarlıklardaki servilerin arasında sevişir, Yedikule’nin çevresinde kargalar gaklar, akbabalar döner, yalıçapkınları Karadeniz ve Marmara Denizi arasında uzun bir sıra hâlinde gider gelirler ve leylekler türbelerin kubbelerinde gagalarını tıkırdatırlar. Bir Türk için bu kuşların her birinin önemli bir anlamı ve kıymetli bir erdemi vardır: kumrular aşkı korurlar, kırlangıçlar yuva kurdukları evlerde çıkan yangınları önlerler, leylekler her kış Mekke’ye hac yaparlar, yalıçapkınları sadıkların ruhlarını cennete götürürler. Bu gibi sebeplerle kuşları korurlar ve hem minnettarlıktan hem de dinen gerektiği için onları beslerler, kuşlar da evlerin, denizin üstünde mezarların arasında keyifle uçuşurlar. İstanbul’un her yerinde kırsal kesimin neşesini şehre yayarak ve doğanın duygusunu ruhumuzda devamlı tazeleyerek üstünüzden uçarlar, yarattıkları rüzgârla yanınızdan sıyrılıp giderler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edmondo-de-amicis/istanbul-69428083/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Harika! Harika!
2
Seni mutlu görmek, beni mutlu eder evladım. (ç.n.)