Çocuk Kalbi

Çocuk Kalbi
Edmondo de Amicis
“Çocuk Kalbi” çocuk edebiyatının en önemli klasiklerinden biridir. Tüm dünyada çocukların büyük bir ilgiyle okudukları bu romanla sizler de tanışabilirsiniz. Bu eser, aile ve memleket sevgisini, arkadaşlığı, dürüstlüğü, haksızlıklara karşı direnmeyi telkin ediyor ve ele aldığı olayları çocuk kalbinin sevgi ve merhamet süzgecinden geçiriyor. Bu değerli eseri, Türkçeye yapılan ilk tercümesiyle sizlere sunuyoruz. İbrahim Alâettin Gövsa’nın bu tercümesi, çocuklarımızın kelime dağarcığını geliştirecek ve onları yeni kelimeler öğrenmeye teşvik edecek bir niteliğe sahip. Ayrıca kitabın sonuna eklediğimiz küçük alıştırmalarla “Çocuk Kalbi” artık çok daha eğitici ve eğlenceli…

Edmondo de Amicis
Çocuk Kalbi

EDMONDO DE AMICIS VE “ÇOCUK KALBİ” ÜZERİNE
Dünya edebiyatının yetiştirdiği büyük değerlerden biri olan Edmondo de Amicis, 21 Ekim 1846 tarihinde İtalya’da dünyaya geldi. İtalya’da o zamanlar Sardinya Krallığı’na bağlı olan Liquria bölgesinde; Imperia yakınındaki Oneglia’da doğan Endmondo de Amicis, aslen İspanyol’dur.
Çocukluğundan beri askerliği, içinde bir özlem olarak yaşatan yazar, 1865’te piyade subayı olarak orduya girdi.1866’daki İtalya Avusturya Harbi sırasında yurdu için mücadeleye atılan Amicis, 1867’deki kolera salgını esnasında hastalıktan kırılan askerlere canla başla hizmet etti.
Savaş sonrası Floransa’ya dönerek “İtalia Militare (Asker İtalya)” adlı askerî dergide yayımladığı “Askerlik Hayatından Çizgiler” başlıklı yazılarıyla dikkatleri çekti. Geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilen bu yazılarını 1868’de bir eserde toplayarak kitap hâlinde yayımlayınca, ünü halk arasında beklenmedik bir şekilde yayıldı. Bu büyük alaka sebebiyle ordudan ayrılarak kendisini yazarlık mesleğine verdi.
“1870–1871 Yılları Hatıraları” adını verdiği kitabı ile yazarlıkta kat ettiği mesafe onu sivil hayata çekmiştir denilebilir. Küçük hikâyelerini “Novelle” adlı kitabında topladığı 1871 yılı ve sonrasında kaleme aldığı, 1877 yılına kadar devam ettirdiği uzun hikâyeleriyle de devrinin en çok okunan, başarılı yazarlarından biri hâline gelmiştir.
Sosyal meselelere olan ilgisi, dünyayı tanıma merakıyla birleşince büyük gezilere çıktı. Önce ata yurdu İspanya’ya gitti. İngiltere, Fransa, Hollanda ve Türkiye’yi ziyaret etti. Bu seyahatlerden eli boş dönmedi. Her ülkede gördüklerini hatıra kitapları olarak yazdı ve yayımladı. 1872’de “İspanya”, 1874’te “Hollanda”, yine aynı tarihte “Londra Hatıraları”,1876’da “Fas”, 1879’da “Paris Hatıraları” kitaplarını ve İstanbul ağırlıklı Türkiye kitabını ise iki cilt olarak “Constantinople” adıyla 1879 yılında yayımladı. Onun gezilerinden kalan bu eserlerinde, gördüklerini tarafsız bir gözlemci olarak tasvir ettiği kanaati yaygındır.
Bu gezilerinden sonra döndüğü Floransa’da fazla kalmayıp ayrıldı. Torino’ya yerleşti. Burada bir yazar olarak oldukça verimli yıllar yaşadı denilebilir. Okurlarının huzuruna aralıksız yeni makaleler ve kitaplarla çıktı. Artık daha ziyade siyasi, sosyal ve psikolojik meselelerle ilgilenmeye başladı. Çalışan, acı çeken ve sosyal güvenlikten yoksun insanların, emekçilerin haklarını savunma konusunda çok samimiydi. Bu ilgi yoğunluğu sonrasında hazırlayıp yayımladığı “Gli Amici (Dostlar)” adlı kitabını iki cilt halinde 1883 yılında bastırdı. Bu kitabıyla psikolojik gözlemler ve ruhi çözümlemelerle insanı, insan portrelerini dikkatlere sundu. 1886 yılında yayımlanan “Cuore” (Kalp) adlı eseri de yine insan odaklı çözümlemeler ve mesajlar içeriyordu. Bu eseri, kısa sürede dünyanın bütün ana dillerine çevrilerek yayımlanınca ünü iyice arttı.
1889’da “Sullı’oceano (Okyanus Üzerinde)”yi, 1890’da “Il Romanzo di un Maestro (Bir Ustanın Romanı)”nı yayımladı. Ünlü eserlerinden olan bu romanında memleketinin sosyal dertlerini büyük bir cesaret ve sanatkârane bir şekilde dile getirmiştir. 1889 yılında, tramvay hattı üzerinde bir yıllık gidiş ve gelişlerini; tuttuğu notlardan hareketle “La carrozza di Tuti”(Herkesin Arabası)” adıyla hatıra türü bir kitap olarak yayımladığında takvimler yine 1889’u gösteriyordu. Eserlerini kaleme aldığı İtalyanca’ya olan son hizmetini de her halde “L’dioma Gentile (Güzel Dil)” adlı incelemesiyle yapmıştır. 1905 yılında yayımlanan bu kitabında İtalyanca hakkındaki inceleme ve görüşlerini bir araya toplamıştır.
Çağdaşlarının ve geleceğe doğru akıp giden yeni kuşakların faydalanacakları anılar, şiirler, hikâyeler, makaleler ve romanlar bırakan Edmondo de Amicis, kendi hâlinde ve sade bir hayat sürdüğü Bordighera’da 11 Mart 1908 tarihinde vefat etmiştir.
“Edmondo de Amicis, büyük sentez eserleri vermiş bir yazar değildir. Fakat hemen bütün yazılarında yüksek insanlık duygularını işleyen ve iyiye, güzele, doğruya özlem duyan içli bir yön vardır. Onun yazılarında kalem oyunlarından çok, insanların iç dünyalarını, ruhlarını karşılıklı sevgi, fedakârlık, hoşgörürlük üzerine kurmak isteyen bir yücelik hemen sezilir. Onda yüce ve soylu davranışlara karşı derin bir sevgi ve tutku vardır. Kalemini hep bu duyguların gelişmesi için kullanan Edmondo de Amicis, bu yönüyle tam bir eğitimci ve ahlakçıdır.”[1 - Bkz. Dr. Nurhan Özaltın ve Mehmet Aydın.]
Endmodo de Amicis, siyasi, sosyal ve psikolojik meselelerle ilgilenmiştir. İtalyan Birliği davasını hayatı boyunca savunmuş ve bu davaya büyük hizmette bulunmuştur. Çalışanların sosyal haklara kavuşturulması için de mücadele etmiştir. Bir ülkenin geleceğinin çocuk terbiyesine dayandığına inanan Edmondo de Amicis, çocuk terbiyesine yönelik başarılı eserler vermiştir. Çocuklara yüce duygular aşılamayı; onları iyiye, güzele, doğruya yöneltmeyi gaye edinmiştir. “Cuore (Kalp)” adlı dünyaca meşhur eseri Türkçeye “Çocuk Kalbi” adıyla birçok defa tercüme edilmiştir. Ayrıca İstanbul’u canlı ve renkli bir şekilde tasvir eden “Constantinople” adlı eseri de 1974 yılında “İstanbul” adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. 1974’te Reşat Ekrem Koçu tarafından yapılan bu çeviri kısaltılmış bir metindir. Daha sonra yapılan Beyhun Akyavaş çevirisi ise tam bir metindir. Meraklıları için hem Türk Tarih Kurumunun Türkçe baskısı hem de Yapı Kredi Yayınları’nın Türkçe baskısı okunmayı bekliyor.
“Constantinople”de, İstanbul’a, 1870’li yıllarda yaptığı gezisini anlatıyor. Yazar bu eserinde iyi bir gözlemci olduğunu; akıcı bir üslupla kaleme aldığı tasvirlerle ortaya koyarken yer yer tahkiyeli anlatımı da tercih ediyor, böyle olunca da okuyucu kitabı sıkılmadan okuyor. İstanbul’u tanımayanlar, henüz görme imkânı bulamayanlar, İstanbul’un büyülü atmosferi karşısında şaşırıyorlar. Çünkü 1870’li yıllarda ilk kez geldiği İstanbul’la daha ilk karşılaşmasında kendini kaptıran Amicis, bu şehri öve öve bitiremez. Gördükleri ve yaşadıkları karşısında hayranlığını bir sanatçı duyarlılığıyla kaleme alırken yer yer âdeta bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi kayıt hâlindedir. Bu tablolarla geçmişteki İstanbul’a yolculuk yapmak isteyenler için okunası bir kitaptır, Amicis’in “İstanbul”u… İstanbul’u ziyarete gelen yabancı turistlerin elinde bu kitabı görürseniz şaşırmayın. Biz Türkiye’dekiler için de bu kitapla birlikte İstanbul’u gezmek inanın çok daha keyifli ve anlamlı olacaktır. Çünkü geçmişi ve bugünü mukayese ederek gezdiğinizde tarih olan ve tarihî olan değerlerimizden neleri kaybettiğimizi görüp üzülürken muhafaza ettiklerimiz için de sevinecek, belki de onları gelecek nesillerin de beğenisine sunabilmek için gayrete geleceğiz. Kapalı çarşı ve Çarşı esnafı sanki çok az değişmiş… Bir de bu kitabı okurken Moltke’nin “Türkiye Mektupları”nı da eş zamanlı okusak diyorum… Bir de İtalyan Prof. Dr. Anna Masala’nın “Türkiye’ye Aşk Mektupları” kitabı…
Umbeto Eco, Amicis’in bu eseriyle ilgili olarak diyor ki: “De Ami-cis, aynı zamanda İstanbul’a dair etkileyici bir günce olan ve benim de İstanbul’u ilk ziyaretimde yanımda bulundurduğum “İstanbul” kitabından da anlaşılacağı üzere çok yetenekli bir gazetecidir.”
De Amicis’in “İstanbul” kitabının, kurgusu itibarıyla, Orhan Pamuk’un “İstanbul Hatıraları” ve “Şehir” kitaplarını etkilediğini söyleyenler de var…
YKY, 2010 yılında bu eseri yayımlarken arka kapakta şu tespitlerle okurlarının karşısına çıkmıştı: “Amicis’in müthiş gözlem gücüyle ruhunu okumaya çalıştığı İstanbul, yayımlandığı günden beri pek çok yazar ve ressam için esin kaynağı olmuştur. Tuhaflığı güzelliğinden fazla olan bu şehrin insanlarına, iskelelerinden kuşlarına, camilerinden sokak aralarına, çeşmelerinden meydanlarına, tutkulu bir merakla, hayranlıkla bakmış Amicis. Aşkla ışığına bağlandığı İstanbul’un geleceğiyle ilgili kaygı duymadan da edememiş…”
Edmondo de Amicis’in bütün dünyada en bilinen eseri galiba dilimize “Çocuk Kalbi” adıyla çevrilen romanıdır.
“Dünyanın en faydalı çocuk kitabı. Bu kitabı okumayan çocuk mutsuzdur. Bu kitabı çocuklarına okutmayan anababa ve öğretmenler sorumludur. Ve bu kitabın girmediği okul, okul değildir.”
Büyük iddialarla bütün dünya dillerine çevirisi yapılan bu kitabı Türkçeye ilk çeviren, ansiklopedist, eğitimçi ve çocuk edebiyatçısı İbrahim Alâettin Gövsa’dır. 1927 yılında Fransızcadan Türkçeye tam bir metin olarak tercüme edilen kitabı Millî Eğitim Bakanlığı yayımlamıştır. İstanbul’da Ahmet Kâmil Matbaasında 363+5 sayfa olarak basılan bu kitap, kısa sürede okurla buluşmuş ve beğenilmiş olmalı ki, 1930 yılında bu sefer Latin harfli Türkçe olarak tekrar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır.
“İtalyan üdebasından Edmondo de Amicis’in beynelmilel çocuk edebiyatında büyük bir şöhret kazanmış ve her lisana tercüme edilmiş olan ‘Coure’ ismindeki eserinin aynen tercümesidir.” Açıklamasıyla yayımlanan bu kitap, Maarif Vekâleti Talim ve Terbiye Dairesi’nin 877 numaralı 6 / 4 / 1929 tarihli emriyle 3000 nüsha tab edilmiştir. (İstanbul Devlet Matbaası 1930, 292 sayfa, resimli). 1930 baskısı, tıpkı baskı olarak 2001 yılında tekrar basılmıştır (Millî Eğitim Bakanlığı Matbaası, İstanbul 2001, 292 sayfa, resimli. Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 3572, Çocuk Edebiyatı Dizisi: 80).
Çocuk edebiyatımızın gelişmesinde tercümenin rolünü görmezlikten gelemeyiz. Türkçe çocuk edebiyatında tercüme faaliyetleri, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı dediğimiz dönemde Tanzimat kuşağı tarafından başlatılmıştır. İbrahim Şinasi’nin La Fontaine’ten tercüme ettiği “Eşek ile Tilki” hikâyesi bu vadideki ilk örneklerden biridir ki; yazar, 1859 yılında yayımlanan “Tercüme-i Manzume” adlı kitabında bu fabla yer vermiştir.
Şinasi’nin açtığı bu çığırdan yürüyenlerin arasında Recaizade Mahmud Ekrem de bulunmaktadır. Hazine-i Evrak dergisinde yayımlanan bir yazısında (1879), La Fontaine’den fabl tercüme etme arzusunun nasıl geliştiğini anlatan şair, yaptığı on tercümeyi Naçiz adlı kitabında bir araya getirir (1886).
La Fontaine’den sonra bu alanın Türkçedeki ikinci örneği Daniel Defoe’dan yapılan “Robenson” çevirileridir diyebiliriz. Vakanüvis Ahmed Lütfi tarafından “Robenson Hikâyesi” adıyla Arapça’dan tercüme edilerek Türkçeye kazandırılan bu eserin ilk baskısında şöyle bir açıklama dikkat çekmektedir: “Türkçe dışında neredeyse bütün diller çevrilen bu eserin Türkçeye kazandırılmasının bir ihtiyaç olduğu muhakkaktır.”
Şemseddin Sami’nin Fransız okullarında okutulan kitaptan yaptığı “Robenson” çevirisi özetlenmiş bir metin olarak 1886 yılında yayımlanır. Şükrü Bey’in (Şükrü Kaya) Malta’da sürgünde bulunduğu günlerde (1919), İngilizce aslından tercüme ettiği “Robenson” tam bir metindir.
Jonathan Swift’in yazdığı “Güliver’in Seyahatnamesi” de çeviri çocuk edebiyatının ilk kitapları arasında yer almaktadır. Mahmud Nedim Efendi, bu eseri 1872 yılında çevirmiştir ve kitap üç cilt olarak basılmıştır. İlk baskısında kitabın adı “Seyahatname-i Güliver” iken 1913 yılında yapılan tercümede bu isim “Güliver’in Seyahatnamesi yahut Cüceler Memleketinde” şeklinde yazılmıştır. Evet, “Seyahatname-i Güliver, bunu oku, gülüver!”
Jules Verne de eserleriyle dikkatleri çekmiş olmalı ki, art arda eserleri Türkçeye tercüme edilerek yayımlanan yazarlar arasına girmiştir. Bu yazardan ilk çeviriyi 1877 yılında Ohannes Gokasyan yapmıştır. Bu kitap “Kaptan Hatras’ın Sergüzeşti (Musavver Kutb-ı Şimali Seyahatnamesi)” adıyla Bursa’da basılmıştır. Ardından Mehmed Emin Yurdakul, “Beş Hafta Balonla Seyahat” ile “Merkez-i Arza Seyahat” adlı kitapları Türkçeye çevirerek 1886 yılında yayımlar.
Mustafa Refik, 1893 yılında “Hayal İçinde Hakikat” ismi ile Jules Verne tercümelerini devam ettirirken bununla eş zamanlı olarak Mazhar’ın “Arzdan Kamer’e Seyahat” adlı tercümesi okurla buluşur. Ahmed Rasim 1904’te “Kaptan Jipson”u; 1907’de Mustafa Refik, “Deniz Feneri”ni tercüme ederek yayımlarlar. Sabah gazetesi yazı kurulunun “Çöllerde” ve “Balonda Facia” başlıklı tercümeleri, Yusuf İzzeddin’in “Etraf-ı Kemer’de Seyahat,” Faik Sabri’nin “On Beş Yaşında Bir Kaptan” ile “Buzlar Arasında Bir Kış,” Ali Reşad’ın “Altın Volkanı” ve M. Sümbülî’nin “Âlem-i Şemste Seyahat” adlı tercümelerini de Jules Verne’in eserlerini Türkçe okurla buluşturma çabaları olarak görüyoruz.
Selânikli Tevfik, “Üç Rus ve Üç İngiliz’in Cenubi Afrika’da Seyahati” isimli tercümesini 1891’de, “Elmas Para” isimli tercümesini de 1892’de yapar. Ali Selahaddin’in “Şehr-i Seyyar (Bir Deniz Yolcusunun Jurnali)” adlı tercümesi de bu iki çalışmayla eş zamanlıdır.
Anlaşılıyor ki, Jules Verne’in roman diyebileceğimiz kitapları; özellikle bilim-kurgu ağırlıklı olarak tabiat ve coğrafi bilgiler içermesi, macera ağırlıklı olması gibi özellikleriyle merak unsurunu tahrik etmeleri sonucunda Türkçe okurun da ilgisini çekmiş olmalı ki, peş peşe tercümeleri yapılmıştır. Bu tercüme işinde Ahmed İhsan’ı özellikle anmak gerekecektir. Çünkü o, Jules Verne’in bütün kitaplarını Türkçeye tercüme etmek arzusundadır. Yaptığı çalışmalarla da bunu ispat etmiştir: “Seksen Günde Dev-i Âlem” ile “Gizli Ada” (1890); “Kaptan Grant’ın Çocukları ile Deniz Altında Yirmi Bin Fersah” (1891); “Mihver-i Arz, Çin’de Seyahat”, İki Sene Mektep Tatili”, “Kaptan Hatras’ın Sergüzeşt ve Seyahati”, “Yer Altında Seyahat”, “Cevv-i Havada Seyahat” ve “Hırsız Kadın” (1892); “Araba ile Devr-i Âlem” (1893); “Beş Hafta Balonla Seyahat” ve “Balonda Bir Facia” (1893); “Antil Adalarına Seyahat”, “İki Çocuğun Devr-i Âlemi”, “Bir Haftada Devr-i Âlem”, “Spenser Adası” ve “Şansellör” (1903).
Türk çocuk edebiyatında tercüme faaliyetlerine baktığımızda görüyoruz ki, İbrahim Alâettin Gövsa’nın Edmondo de Amicis’ten “Çocuk Kalbi” adıyla tercüme ettiği kitap bu vadide farklı bir ses ve soluktur. Kitabın 1927 ve 1930 yıllarında iki baskısının da Maarif Vekâletince yapılmış olması önemlidir diye düşünüyoruz.
Cumhuriyet Dönemi’nde de “Robenson Hikâyesi” ile Jules Verne kitaplarının Türkçeye tercümeleri devam eder. La Fontaine kitaplarının çevirileri de devam eder. “Çocuk Kalbi”de hâlâ yeni çevirileri yapılmakta olan eserler arasındadır. “Çocuk Kalbi”ni son yıllarda basmayan yayınevi neredeyse yok gibidir. Bu durum ayrıca edebiyat sosyolojisi açısından ele alınıp değerlendirilmelidir diye düşünüyoruz. Burada şu hususu da özellikle belirtmekte fayda var: İbrahim Alâettin Gövsa’nın tercümesi tam bir metin olduğu hâlde, bazı yayınevlerinin baskısı maalesef tam bir metin olmadığı gibi aslından bire bir çevrilip çevrilmediği hususunda da şüphe uyandıracak cinsten çalışmalardır. Yani piyasada 60 sayfalık da “Çocuk Kalbi” var, 100 sayfalık da, 300 sayfalık da…
“Çocuk Kalbi”nin piyasada bulunan tercümelerini şöyle sıralayabiliriz;
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Dr. Nurhan Özaltın Mehmet Aydın, 13. baskı, Anten Yayınları, İstanbul 1973.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Babil Çeçen, Örgün Yay., İstanbul 1984.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Kâsım Göçmenoğlu, Nehir yay., İstanbul 1995.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Nevin Özkan, Alkım Yay., İstanbul 1997.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Ali Çankırılı, Timaş Yay., İstanbul 1999.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Celal Kırlangıç, Gugukkuşu Yay., İstanbul 2000.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Doğa Güvenç, Yuva Yay., İstanbul 2000.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: K. Şenol Sarınmaz, IQ Yay., İstanbul 2002.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Vedat Yılmaz, Kariyer Yay., İstanbul 2002.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Süheyla Eray, Metropol Yay., İstanbul 2002.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Cemal Cafri, Dost Kitaplar Yay., İstanbul 2003.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Melike Günyüz, Erdem Yay., İstanbul 2003.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Seyhan Tatar, Oda Yay., İstanbul 2003.
“Bir Öğrencinin Günlüğü”, çeviren: Melisa Yağmur, Bulut Yay., İstanbul 2003.
“Çocuk Kalbi”, çeviren: Serek Çelik, Sis Yay., 3. Baskı, İstanbul 2011.
“Çocuk Kalbi” adıyla bastıkları kitabı okurlarına tanıtırken yayın evlerinin yaptıkları tespitler ise genellikle aynı, “Dünyanın en çok okunan kitabı.” Ancak biz bu tanıtımlardan sadece iki tanesini buraya almakla yetineceğiz:
“Çocuk Kalbi”, çocuklar için yazılmış, onların minik yüreklerine hitap eden öykülerden oluşmuş bir kitaptır.
Anne ve babaların tereddüt etmeden çocuklarına hediye edebilecekleri bu kitapta, çocuklar, iyiyi, doğruyu, güzeli öğrenmelerinin yanı sıra; arkadaşlık, dostluk kavramlarını da gerçek anlamda tanıyabileceklerdir.
Çocukları gerçek hayata hazırlamak için kaleme aldığı bu eserde yazar; anne babalara da, çocuk eğitiminde detaylara dikkat çekerek yol gösteriyor. 7’den 77’ye herkesin zevkle okuyacağı bu kitapta sıcacık okul anılarını bulacak, çocuk dünyasının ve kalbinin her şeye rağmen ne kadar temiz kalabileceğine şahit olacaksınız.” (Kariyer Yayınları)
“Anne, Baba, Öğretmen ve Çocuklarımıza Açık Duyuru:
Çeşitli milletlerden eğitimcilerin dünyanın en faydalı çocuk kitabı seçtikleri, ‘Çocuk Kalbi’nin yeni baskısını sunmakla, Anten Yayınları bir eğitim ve kültür hizmeti yapmanın mutluluğunu duymaktadır.
Yarının büyükleri olacak çocuklarımızı; iyiye, güzele doğruya yönelten ve onları iyi insan, iyi vatandaş olarak aileye, topluma ve insanlığa kazandıran ‘Çocuk Kalbi’nin işlemekte olduğu konular şunlardır:
Çocuklarınızda ana baba, öğretmen, kardeş, arkadaş, insan, okul, yurt ve ulus sevgisi, iyilik, doğruluk, şefkat, alçakgönüllülük, gerçekçilik, hakseverlik, fedakârlık, kötülüklere ve haksızlıklara karşı direnme, değerbilirlilik, iradeyi güçlendirme, kitap sevgisi uyandırmak, planlı programlı ve düzenli çalışma konularını çocuklarımızın ruhunda işlemek, kalplerinde pekiştirmek; böylece onları aileye, topluma ve insanlığa kazandırmaktır.
‘Çocuk Kalbi’ni okuyarak değerini anlayan okurlarımızın; anneler, babalar, öğretmenler ve eğitimcilerimizin, çocukların yeme, içme, giyim, barınma ihtiyaçları dışında, iyi, güzel, doğru fikir ve duyguları aşılayan iyi ve faydalı kitaplara da önem vermeleri, çocukların yarınını güven altına alacaktır.
Aydın okurlarımızın, ‘Çocuk Kalbi’ni çocuklarımızın içlerine sindirerek okutmalarının, kitabın fayda alanını genişletmelerinin ve okuyamayanlara tanıtmalarının kutsal bir görev olduğunu hatırlatırız.” (Anten Yayınları)
“Çocuk Kalbi”ni Almancaya çeviren, bu kitabı tercüme etme gerekçesini açıklarken diyor ki: “Bir çocuğa yapılabilecek en büyük iyilik, ona, ‘Çocuk Kalbi’ni içine sindirerek okutmaktır. ‘Çocuk Kalbi’ni okuyan ve içindeki iyi duyguları benimseyen bir çocuğun kötü insan olması imkânsızdır. Bu kitabı çocuklarına okutmayan ana baba ve öğretmenlerin, çocuklarını gerçekten sevdiklerine inanmıyorum.”
“Çocuk Kalbi”ni “Grands Coeurs (Büyük Kalp)” adıyla Fransızcaya çeviren A. Piazzi diyor ki: “Bu kitabı okumayan çocuk, mutsuzdur. Bu kitabı çocuklarına okutmayan ana baba ve öğretmenler sorumludur. Ve bu kitabın girmediği okul, okul değildir!”
Amerika’nın güzide eğitimcilerinden Booker T. Washington da “Çocuk Kalbi” kitabıyla ilgili olarak şu tespitlerde bulunuyor: “Annem, babam ve öğretmenlerim, Edmondo de Amicis’in ‘Çocuk Kalbi’ adlı kitabını bana okutmamış olsalardı, öyle umuyorum ki ben de vurucu, kırıcı, dövücü, öldürücü, fikir ve duygu bakımından bencil, ana-baba ve öğretmenlerime saygısız, ilkel bir yaratık olurdum.
Hayatımda aldığım binlerce hediye arasında en değerlisi hangisi diye soracak olursanız, kesin olarak ‘Çocuk Kalbi’ kitabıdır derim. Bu kitap, benim ve çağdaşlarımın mutluluk kaynağı olduğu gibi, sonsuzluğa doğru akıp giden yeni kuşaklara da mutluluk kaynağı olacaktır.”
İlk defa meşhur eğitimcilerimizden İbrahim Alâettin Gövsa tarafından Türkçeye tercüme edilen “Çocuk Kalbi”, yine ilk defa Millî Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır. “Çocuk Kalbi”, Millî Eğitim Bakanlığınca, 3/4/1961 tarihli ve 1147 sayılı Tebliğler dergisi ile okullara tavsiye edilmiş bulunmaktadır. Hatta zaman zaman “Çocuk Kalbi”nden bölümlerin ders kitaplarımıza dahi alındığı olmuştur (Meselâ: Beşir Gögüş; Türkçe Orta-1, İstanbul 1967, s. 102–103).
Ayrıca “Çocuk Kalbi”nin beyaz perdeye aktarıldığını da belirtmeliyiz.
Konu ve ana fikir:
Konusu, insani değerler olan “Çocuk Kalbi”, ana fikir olarak da; insan olarak yaratılmış olmanın ayrıcalığını kalıcı şekilde yaşamaktır, temel düşüncesini vurgulamaktadır.
Özet:
Romanın özetini çıkartacak olursak, ana çizgileriyle vaka şöyle gelişmektedir:
Enrico, çevreye göre maddi durumları iyi olan bir ailenin çocuğudur. Ailesi bu çocukla özel olarak ilgilenmektedir.
Enrico, İtalya’da bir mahalle okulunun üçüncü sınıfına devam etmektedir.
Üç aylık tatil rüya gibi geçmiştir. Enrico’yu tatil dönüşü ilk gün okula annesi götürür. Bu sınıfta yeni bir öğretmen ve yeni arkadaşlarla karşılaşır. Günlük tutmaya başlar.
Enrico, öğretmeninin değişmesinden ilk başta hiç hoşlanmaz ama zaman içinde yeni öğretmenini de sever.
Enrico, birtakım olaylara ve durumlara şahit olur. Bir gün okula gittiği sırada, tramvay yoluna düşen bir çocuğu kurtarmak isterken kendi ayağı tramvayın altında kalan çocuğu görür. Şahidi olduğu bu olay onu çok etkiler.
Sınıflarına yeni gelen bir öğrenciye nasıl davranılması gerektiği konusunda öğretmenlerinden dinledikleri nasihati hiç unutmaz.
Annesi ve kız kardeşi ile birlikte yardım için gittikleri bir evde sınıf arkadaşlarından birini görür. Babası da olmayan bu arkadaşının hayatın bütün olumsuzluklarına ve bulunduğu ortamın zorluklarına rağmen hâlâ başarılı olmasına şaşar. Arkadaşındaki bu çalışma azmi dikkatini çeker.
Enrico, çocukluğun ve ilk gençliğin verdiği bir dik başlılık ve sorumsuzlukla olacak annesine karşı saygısızlıkta bulunur. Bu olay üzerine anne ve babası Enrico’ya nasihatlerde bulunurlar. Enrico, bu nasihatleri sadece dinlemekle kalmaz.
Tatil öncesi, okulun son günü arkadaşlarından ve öğretmenlerinden ayrılmak çok zor olur. Okulun son günü arkadaşlarının anne ve babaları gibi Enrico’nun da anne ve babası düzenlenen merasime hep birlikte katılırlar.
Enrico, bir dahaki sene başka bir okula gidecektir.
Zaman:
“Çocuk Kalbi” romanında işlenen kozmik zaman, bir eğitim ve öğretim yılı olarak sınırlandırılmıştır. Yani ekim ayının ortalarıyla temmuz ayının başları arasındadır.
“Çocuk Kalbi” romanında işlenen takvime bağlı zaman, 1880’li yıllardır. Yazar, bu romanını, oğlunun bir yıl boyunca tuttuğu günlükten yola çıkarak kaleme almıştır. Bu durumdan hareket ettiğimizde, eserin bir roman (kurmaca bir metin) olduğunu bilecek ama hatıralardan yola çıkılarak yazıldığı için olayların yaşanmışlığı gerçeğini de dikkatlerden uzak tutmayacağız.
Bu kitabın, yayımlandığı günden beri çocuk edebiyatının klasikleri arasında yer almasını sağlayan ve hâlâ aranan eserler arasında olmasına vesile olan; insanların yetişkinlerin kendilerinden sonra gelecek olan kuşakların erdemli, dürüst, yeri geldiğinde paylaşmasını bilen, önyargısız, sevgi dolu, saygılı, vatansever bir nesil olmasını isteme arzularından kaynaklanıyor olsa gerek. Unutmayalım ki, çocukların okuyacakları kitapları seçme hürriyetlerinden ziyade, yetişkinlerin onlara kitap tavsiye etmesi gibi fiilî bir durum hâlâ devam etmektedir.
Anne, baba, öğretmen ve kütüphanecilerin çocuk duyarlılığını anlamak ve onların davranışlarını doğru anlamlandırmak için sık sık kendi çocukluklarını düşünmelerinde, bu ve buna benzer kitapları okumalarında fayda vardır.
Okuduğumuz eserlerde işlenen kozmik zamanı ve takvime bağlı zamanı doğru tespit etmemiz gerekmektedir. “Çocuk Kalbi”ndeki yaşanmışlık (giyim kuşam, çevre, kapalı mekânların tanzimi, hayat şartları…) 19. yüzyıl sonlarına aittir. Bugün şartlar aynı değildir. Bugün de benzer şeyler farklı durum ve hâllerde, farklı mekânlarda yaşanmaya devam etmektedir.
Çocukların okudukları, seyrettikleri eserlerin etkisinde kalabilecekleri, hatta bu eserlerden kendileri için rol-model kahramanlar seçebilecekleri gerçeğini hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Çocuk edebiyatının amacının, çocukları, zamanın dışına çekip, hayatın gerçeklerinden koparıp geçmişe özlemle birlikte o devri yaşama arzusu uyandırmaktan çok, onları geleceği kuracak insanlar olarak yetiştirmek olduğunu unutmamalıyız. Bunun için de çocuklarımızın okudukları, seyrettikleri her eserden sonra onlarla mutlaka bir araya gelmeli, sohbet etmeli, varsa sorularını cevaplandırmalıyız. Hatta yanlış anlaşılmalara sebebiyet verecek hâller varsa anne, baba, öğretmen olarak bizler, sorular yönelterek bu durumlara müdahil olmalıyız.
Mekân:
“Çocuk Kalbi” romanında geniş mekân İtalya’da Torino şehridir. Bu şehirde sokak, okul bahçesi gibi açık mekânlar yanında, başta Enrico’nun evi, okul ve arkadaş evleri gibi kapalı, dar mekânlar da romanda yer yer ayrıntılarıyla tasvir edilmiş ve olayların geçtiği yerler olmuştur.
“Çocuk Kalbi” romanının asıl kurgusunun zaman ve mekânlarıyla ilgili bu tespitleri yaptıktan sonra şu hususu da belirtmekte fayda var. Eserde, yazar her ne kadar oğlunun tuttuğu bir yıllık günlükten yola çıkmışsa da her ayın sonuna “Bu Ayın Hikâyesi” başlığı altında günlük dışından hikâyeler yerleştirerek eseri hem anlatım teknikleri açısından zenginleştirmiş hem de vermek istediği mesajların sağlıklı bir şekilde okurlarına ulaşmasına yönelik bir çaba içine girmiştir. İşte bu hikâyelerde işlenen zaman ve mekânlar konusunu genel tespitlerimizin dışında tuttuğumuzu da bilmelisiniz.
Sonuç olarak:
“Çocuk Kalbi” romanının hareket noktası her ne kadar bir çocuğun günlüğü ve çocuk duyarlılığıysa da aslında bu eserde; çocuk, anne, baba, kardeş ilişkileri çerçevesinde bir aile modeli ile eğitim ve öğretimin başarısını arttırmada olmazsa olmazlardan olan okul-aile işbirliği ve öğrenci merkezli okul, öğretmen, öğrenci, arkadaş, aile ilişkileri hususlarında zengin, duyarlı gözlemler ağı vardır. Buna sağlıklı bir aile reisinin ve bir babanın, eğitimci, yazar, gazeteci, gezgin, savaşı da görmüş bir vatansever dikkati ve hassasiyeti de eklenince, küçük büyük herkesin zevkle okuyacağı, okuduğunda kendince birtakım çıkarımlarda bulunup çeşitli kazanımlarla yarını kucaklamaya yönelik adımlar için kararlılık göstereceği bir roman ortaya çıkmıştır.
Hikâyedeki başarıya anlatımdaki kıvraklık da eklenince kitap, arananlar ve ısrarla her dilde yeni baskıları yapılan eserler arasında yerini almıştır.

Ekim

MEKTEBE DÖNÜŞ

    Torino, 17 Pazartesi
Bugün yine mektebe başlıyoruz. Tatil aylarımız bir rüya gibi geçti. Üçüncü sınıfa kaydettirmek için annem beni Baretti Dairesine götürürken bir kır âlemini, bir de istemeyerek şu mektebe gidişi düşünüyordum. Bütün sokaklar çocuklarla, iki kitapçı dükkânı ise defter, kâğıt ve cüzdan alan ebeveyn ile dolmuştu. Mektebin önünde o kadar kalabalık vardı ki kapıcı ve belediye memuru kapıyı serbest bulundurmakta zorluk çekiyorlardı.
Gireceğimiz sırada omzuma dokunulduğunu hissettim. Bu; kırmızımsı, perişan saçları ve hiç değişmeyen neşesiyle ikinci sınıftaki hocamdı.
“Artık Hanri…” diyordu, Seninle tamamen ayrıldık.”
Bunu bilmekle beraber bu söz beni müteessir etmişti. Epeyce uğraşarak içeriye girdik. Efendiler, hanımlar, avama mensup kadınlar, ameleler, zabitler, büyükanneler ve hizmetçiler, her zat bir elinde bir çocuk, diğerinde bir paket tutarak bekleme salonunu ve merdivenleri büyük bir gürültü ile dolduruyorlardı.
Zemin katının bu büyük avlusunu haz ile seyrediyordum. İçerisine yedi dershane kapısı açılan bu avluyu üç seneden beri belki her gün geçmiştim. Kalabalık vardı. Muallimler gidip geliyorlardı. Birinci sınıftan bir muallim; dershanenin kapısı eşiğinden beni selamladı ve “Hanri…” dedi. “Sen bu sene birinci kata gidiyorsun. Artık buradan geçtiğini bile görmeyeceğim.” Ve bana hüzünle bakıyordu.
Müdürü gördüm. Sakalı bana geçen senekinden biraz daha beyazlaşmış gibi geldi. Etrafı çocuklarına yer kalmadığı için şiddetle itiraz eden hanımlarla çevrilmişti. Birçok arkadaşı daha da büyümüş gördüm. Zemin katında dağıtma işi bittiği zaman, ilk sınıflardan dershaneye girmek istemeyen ve minimini eşekler gibi inatçılık eden çocuklar görülüyordu. Onları zorla sınıfa sokmak lazım geliyordu. Bazıları sıralarından kaçıyor, bir kısmı da ebeveynlerinin uzaklaştıklarını görerek ağlamaya başlıyorlardı. Ebeveynden bazıları teşvik yahut teselli etmek için geri dönüyorlar ve bu durumdan dolayı muallimeler üzülüyorlardı.
Küçük kardeşim, Matmazel Delkati’nin dershanesine, ben de birinci katta Mösyö Perboni’nin sınıfına verilmiştik. Saat onda hepimiz sınıfta idik. Elli dört talebe. Bunların içinden ikinci sınıftan arkadaşlarım olan ancak on beş veya on altısını tanıyordum. Daima birinci mükâfatı alan Derossi de orada idi. Birkaç haftayı geçirdiğim dağlar ve ormanlarla mukayese edince mektep bana ne kadar küçük, ne kadar hazin geliyordu. İkinci sınıftaki hocadan ayrıldığıma da teessüf ediyordum. O ne kadar iyi idi, bana ne kadar gülerdi. Boyu o kadar küçüktü ki bize bir arkadaş tesiri yapardı. Karışık kırmızımsı saçlarıyla artık onu görmeyeceğime teessüf ediyordum.
Şimdiki hocamız kocaman, sakalsız. Uzun kır saçları, alnının ortasında da bir büklüm var. Sesi de kalın. Sanki kalbimizin içini okuyacakmış gibi sıra ile bize gözünü dikerek bakıyor ve hiç gülmüyor.
Kendi kendime: “İşte birinci gün, diyordum. Tatile kadar daha on ay var önümüzde; çalışma, ne kadar imtihanlar, ne kadar yorgunluklar…” Çıktığım zaman, annemi bulmaya hakikaten ihtiyacım vardı. Ve onu kucaklamak için koştum. Bana “Cesaret Hanrici’ğim!” diyordu. “Seninle birlikte çalışırız.” Eve sevinerek dönmüştüm. Neme lazım. Artık mektepte daima güleryüzlü, daima iyi ve neşeli olan hocam yok ki. Orası, bana geçen seneki gibi hoş gelmiyor.

YENİ MUALLİM

    18 Salı
Yeni muallim, bu sabahtan itibaren hepimize kendini sevdirdi.
Girdiğimiz zaman henüz yerine oturmuştu ki son senede bulunan eski talebelerinden bazıları geçerken dershanenin kapısından onu selamlıyorlar ve “Günaydın muallim”, “Günaydın.” Mösyö Perboni.” diyorlardı. İçlerinden bazıları elini sıkmaya geliyor ve koşarak avdet ediyorlardı. Görülüyordu ki eskiler onu seviyor ve yine kendi muallimleri olmasını arzu ediyorlardı. O, sade günaydın diye cevap veriyor ve kendine uzatılan elleri sıkıyordu, fakat hiç kimseye bakmıyordu, pencereye dönmüş, karşıdaki evin damına bakarak her selamda ciddi tavır ile eğiliyordu. Bu muhabbet alametleri, anlaşılıyordu ki onu sevindirecek yerde müteessir ediyor. Bize, biz “yenilere” gelince ayrı ayrı dikkatle bakıyordu. İmla yazdırırken yerinden aşağıya indi ve sıralarımızın arasında gezinmeye başladı. Çehresi kızarmış, yüzü küçük kabarcıklarla dolmuş bir çocuğu görerek imlayı kesti. Çocuğun başını elleri arasına alıp ateşini muayene ile nesi olduğunu soruyordu. Bu aralık arkasında bir talebe sıranın üzerinden kalkarak maskaralık yapmaya başladı.
Muallim süratle döndüğü zaman çocuk yakalanmış, derhâl yerine oturmuştu ve tekdiri bekleyerek başı eğilmiş kaldı. Mösyö Perboni şaşkın çocuğun omuzuna elini koyarak “Bir daha yapmayınız!” dedi. Tembihi işte bundan ibaret oldu ve yerine dönerek yine imlaya devam etti.
İmla bitmişti. Muallim bir an sükûn ile bize baktı ve sonra iri sesiyle, fakat iylikle dolu bir ahenkle dedi ki:
“Dinleyiniz çocuklarım! Önümüzde, beraber geçirilecek bir senemiz var. Onu iyi geçirmek için kendimiz de iyi olalım. Benim ailem yoktur. Onun yerini dolduran sizsiniz. Geçen seneye kadar annem vardı. O da öldü. Ben büsbütün yalnız kaldım. Dünyada sizden başka kimsem, sizden başka düşüncem, sizden başkası için muhabbetim yok. Siz benim evlatlarım olmalısınız. Ben sizi seveceğim çocuklarım. Siz de beni sevmelisiniz. Ben kimseye ceza vermek istemem. Bana ispat ediniz ki siz de vicdanlı çocuklarsınız. Mektebimiz bir aile hâline gelecek siz de benim tesellim, iftiharım olacaksınız. Bana cevap vermenizi istemiyorum, çünkü eminim ki içinizden hepiniz bana evet, dediniz. Size teşekkür ederim.”
Bu esnada dersin bittiğini haber vermek üzere kapıcı girdi.[2 - Görülüyor ki İtalya mekteplerinde derslerin bittiğini işaret etmek üzere mektep kapıcısının sınıf sınıf dolaşarak “Bitti” (İtalyanca Finis) kelimesini bağırması adettir.] Hepimiz yerlerimizden sükût içinde kalktık. Sıranın üstüne çıkan çocuk muallime yaklaştı ve titrek bir sesle “Beni affediyor musunuz efendim?” dedi.
Muallim onun alnından öperek “Zararı yok çocuğum!” dedi, “Haydi gidiniz!”

BİR FELAKET

    21 Cuma
Sene bir felaketle başladı. Bu sabah mektebe giderken Mösyö Perboni’nin iyi sözlerini babama tekrar ettiğim vakit birdenbire yolun halk ile dolu olduğunu gördük. Halk Belediye Mektebi’nin kapısı önünde birikmişti.
Babam, “Mutlaka bir felaket olmuştur!” diye bağırdı.
Mektebe çok zorlukla girdik. Büyük salon ebeveyn ile, muallimlerin dershaneye sokamadıkları talebe ile doluyodu. Bütün gözler müdürün kapısına dönmüştü ve “Zavallı çocuk, zavallı Robetti!” denildiği işitiliyordu.
Bütün başların üstünde, avlunun nihayetinde belediye memuru kasketiyle müdürün saçsız başı görünüyordu. Resmî şapkalı bir efendi girdi ve herkes işte doktor, diye mırıldandı. Babam bir muallime “Ne oldu, ne var?” diye sordu. “Tekerlek ayağının üstünden geçti” diye cevap verdi, öteden birisi “Ve ayağını çiğnedi!” sözlerini ilave etti.
“Kazaya uğrayan ikinci sınıftan bir talebe idi ki Dora Grassa Sokağından mektebe gelirken annesinin elinden kurtularak bir tramvaya birkaç adım kala düşen ilkokul sınıfından bir çocuğu görmüş ve kahramanca imdadına koşarak onu kaldırmıştı. Maatteessüf tramvayın tekerleği cesur çocuğun ayağından geçmişti. Bir topçu yüzbaşısının oğlu.”
Bunları bize anlatırlarken bir kadın deli gibi kalabalığı yararak büyük salona girdi. Robetti’nin annesi olduğu anlaşılıyordu. Bir başka kadın, kurtulan çocuğun annesi hıçkırarak onun boynuna atıldı ve müdürün odasına sürükledi. Madam Robetti’nin kederli feryatlarını işittik: “Ah Jüliyocuğum, yavrucuğum!..”
Biraz sonra parmaklığın önünde bir araba durdu. Ve müdür yaralıyı kollarında taşıyarak çıktı. Zavallı çocuk sapsarıydı. Gözleri yarı kapalı, başını müdürün omuzuna dayamıştı. Onu görünce herkes sustu. Madam Robetti’nin boğuk hıçkırıklarından başka birşey işitilmiyordu.Müdür salonda biraz durdu ve herkese göstermek istiyormuş gibi çocuğu kaldırdı.
Şimdi muallimler, muallimeler, ebeveyn, talebe hepsi “Aferin Robetti, aferin zavallı çocuk!” diye bağırdılar. Ona buseler gönderiliyor ve yakınında bulunan muallimelerle çocuklar küçük ve hareketsiz elini öpüyorlardı. O gözlerini açtı ve “Çantam nerede?” diye mırıldandı. Kurtulan çocuğun annesi ağlayarak “İşte bende sevgili çocuğum diyordu. “Onu size ben getireceğim.”
Madam Robetti, çocuğunun sözlerini işittiği zaman tebessüm etmişti. Çıktılar, yaralı dikkatle arabaya yerleştirildi. Atlar kamçılandı! Biz hepimiz sessiz sessiz sınıflarımıza girdik.

KÜÇÜK KALABRALI

    22 Cumartesi
Dün akşamüstü muallim; bize bir zaman sonra koltuk değnekleriyle yürüyecek olan zavallı Robetti’den malumat verdiği esnada müdür yeni bir talebeyi takip ederek içeri girdi. Esmer çehreli, siyah kaşlı, manalı iri gözlü, hemen birbirine birleşmiş derecede sık kaşlı bir çocuk. Koyu renkli elbisesi bir siyah meşin kemerle sıkılmıştı. Mösyö Perboni’ye yavaşça birkaç söz söyledikten sonra müdür, çocuğu bırakarak çıktı. Yeni gelen, iri gözleriyle hemen korkak bir hâlde bize bakıyordu. Muallim onun elinden tuttu ve bize şunları söyledi:
“Sevinmelisiniz çocuklarım ki bugün mektebe buradan çok uzak olan, krallığın öteki nihayetinde bulunan Kalabranın Rejiyo şehrinden[3 - Bu fıkranın vatana ait manasını anlamak için İtalya Krallığı teşekkülünün nispeten yeni bir tarihte olduğu bilinmeli. Bu siyasi birleşmeden evvel İtalyanca konuşan memleketler birbirinden farklı müteaddit hükümetlere ayrılmıştı. Cenupta Sicilyateyn Krallığı ki Kalabra da onun bir kısmıydı. Daha yukarıda Roma eyaletleri yahut kilise hükûmeti, ondan sonra Toskana, Modena, Parma gibi müteaddit dükalıklar ve kuzeydoğu Lombard-Venesiyen Krallığı ki hepsi birden Avusturya sülalesi hükmünde idi. Nihayet kuzeybatıda Sard Krallığı ki Savua ve Piyemontete sülalesine mensup bir prens, kralları olurdu: Muharebelerden sonra bu sülale İtalya Krallığı hanedanını teşkil etti.] bir çocuk başlıyor. Bu yeni arkadaşı iyi kabul ediniz. O, İtalya’ya meşhur adamlar veren ve hâlâ çalışkan insanlar ve cesur askerler göndermekte olan muzaffer bir toprağın oğludur. Memleketi vatanımızın en güzel kısımlarından biridir. Orada ormanlarla örtülmüş büyük dağlar vardır. Ahalisi zeki ve cesurdurlar. Onu o kadar seviniz ki doğduğu memleketten uzak olduğunu hissetmesin. Bir İtalyan çocuğunun, girdiği bütün İtalyan mekteplerinde kardeşler ve dostlar bulacağını ona ispat ediniz.”
Muallim bunu söyleyerek kalktı ve duvardaki İtalya haritasında Kalabra’daki Rejiyo’nun bulunduğu noktayı gösterdi ve sert sedasıyla “Ernest Derossi!” diye çağırdı.
Derossi daima birinci mükâfatı alan, kalktı. Sırasından çıkarak muallimin masasına, küçük (Kalabralıya) birkaç adım kala yaklaştı. “Siz sınıfın birincisisiniz” diyordu, “Öyle ise bütün arkadaşlarınızın namına yeni geleni kucaklayınız! Piyemonte oğlunun (Kalabra) evlâdını kucaklayışı!”
Derossi Kalabralıya yaklaştı ve ona taze ve şeffaf sesisle “Sefa geldin” dedikten sonra iki yanağını kuvvetle öptü. Hepimiz ellerimizi çırptık.
“Sükût!” Muallim bağırıyordu “Dershanede alkış olmaz!” böyle dedi ama heyecanlı hareketimizden memnun olduğu görünüyordu. Küçük Kalabralı, o da memnun görünüyordu. Mösyö Perboni, ona bir yer gösterdi, götürdü ve yine bize dedi ki:
“Gördüğünüz neticeye ulaşmak yani bir Kalabra oğlunun Torino’da iken kendi evinde ve bütün Torino[4 - İtalya ittihadının teşekkülünden evvel Torino, Piyemontete’nin büyük şehri Sard Hükûmetlerinin merkezî idaresi idi.] çocuklarının Kalabra Rejiyosunda iken kendi memleketlerinde bulunduklarını zannetmek hakkını temin eylemek için memleketimiz elli sene mücadele etti. Ve otuz bin İtalyan helak oldu. Şimdi kardeşler gibi sevişiniz. Piyemontete evladı olduğu için bu yeni arkadaşı kim tahkir ederse üç renkli bayrak[5 - İtalyanın üç renkli bayrağı kırmızı, beyaz ve yeşildir.] geçtiği zaman gözlerini kaldırmaya layık olmayacaktır!
Küçük Kalabralı henüz yerine yerleşmişti ki komşuları ona birbiri ardınca kalemler, kurşun kalemler, resimler veriyorlardı. Son sıradan bir talebe dostluk nişanesi olmak üzere ona bir İsveç posta pulu gönderdi.

ARKADAŞLARIM

    25 Salı
Küçük Kalabralıya bir posta pulu göndermiş olan talebe sınıfta en ziyade hoşuma gidendir. İsmi Garron. Hepimizin en büyüğü, hemen hemen on dört yaşında var. Başı büyük, omuzları geniş. İyi olduğu tebessümünde görülür. Daima düşünüyor gibidir.
Şimdi arkadaşlarımdan çoğunu tanıyorum. Hoşuma giden bir diğeri Korettidir, çünkü onun daima memnun bir tavrı var. Su samurundan yün gömlek ve kedi derisinden bir keçe şapka giyer. 1866 Muharebesi’nde Prens Hümber[6 - Avusturya hâkimiyetine karşı İtalyan mücadelesinin son askerî safhası olan 1866 muharebesi Vensiya’nın İtalya Krallığı’na kati iltihakıyla neticelendi. İtalya tacının meşru varisi olan Prens Hümber pederi İkinci Viktor Emanoel’in yerine 1878 senesinde Birinci Hümber unvanıyla Kral olmuş ve 1900 tarihinde Monza’da katledilmiştir.] kolordusunda hizmet eden ve üç madalyası olduğu söylenen bir odun tüccarının oğludur. Bir de küçük Nelli var, zavallı bir kambur ki pek narin ve pek nazik gibidir.
İyi giyinen ve hele elbisesine merbut kadifesini kaldıran biri var ki ismi Votinidir. Benim önümdeki sırada babasının sanatından dolayı küçük duvarcı denilen bir çocuk oturuyor. Çehresi bir elma gibi yuvarlak, burnu basık. Tavşan gibi burnunu oynatmakta hususi bir yeteneğe sahiptir. Bütün çocuklar eğlenmek için bunu ona yaptırırlar. Cebine yumak yaparak mendil gibi koyduğu yumuşak bir şapka taşır. Küçük Duvarcı’nın yanında karga burunlu, küçük gözlü, iri ve zayıf olan Garoffi bulunur. O mektepte daima kalem ve kibrit kutusu alışverişi yapar ve ezberden gizlice okumak için, dersleri tırnağının üzerine yazar. Duruşu gururlu bir çocuk da var: Karlo Nobi. O bana pek sevimli gelen iki talebenin arasında oturuyor.
Bu iki talebeden birisi bir çilingirin oğludur. Dizlerine kadar gelen eski bir ceket taşır. Daima korkan tavrı ve kederli tebessümüyle o kadar renksizdir ki insanın hasta diye acıyası gelir. Diğeri kırmızımsı saçlı olup mefluç kolunu muhafaza için askısı vardır. Babası Amerika’dadır, annesi seyyar yemişçilik yapar. Sol tarafımdaki komşum da dikkate değer bir numunedir. İsmi Stardi; küçük ve tıknaz boynu omuzlarının içinde. Daima homurdanır ve hiç kimseye bir şey söylemez. Büyük bir zekâsı yoksa da zannederim ki muallimin söylediğine gayet dikkatlidir. Gözleri dikilmiş, alnı çatılmış, dişleri sıkılmış bir hâlde yanılmaksızın dinler.
Muallim ders izah ederken ona bir şey söylenmek bedbahtlığında bulunulursa sizi hiç dinlemez. Şayet ısrar olunursa derhâl size bir tekme atar ve yine hiçbir kelime söylemez. Onun yanında sert ve nefret edilen kuzeyli Franti isminde biri vardır ki bir diğer belediye mektebinden henüz kovulmuş. Bunlardan başka sülün tüyüyle süslenmiş şapkalar giyen ve daima bir örnek elbise taşıyan iki kardeş vardır ki yek diğerine noktası noktasına benzerler.
Hepsinden en nazik ve zeki olanı şüphesiz bu sene de birincilik mükâfatını alacak olan Derossi’dir. Onu takdir eden muallim daima her şeyi kendisine sorar. Benim en ziyade sevdiğim ise çok uzun ceket giyen ve daima kederli görünen, çilingirin oğlu (Prekossi) dir. Babasının onu dövdüğünü söylüyorlar. Zavallı küçük, pek mahcuptur. Birisine birşey soracağı yahut geçerken sürtündüğü zaman iyi ve üzgün gözleriyle bakarak “Affedersiniz.” der. Fakat yine büyük Garron, zannederim hepsinin iyisidir.

BİR CÖMERTLİK

    26 Çarşamba
Bu sabah Garron’u daha iyi anladık. Bize, saat kaçta gelebileceğini soran küçük sınıftaki muallimem tarafından aşağıda durdurulduğum için sınıfa biraz geççe girmiştim. Muallim Mösyö Perboni henüz orada değildi ve üç yahut dört çocuk, zavallı Krossi’yi, bir kolu felçli ve annesi yemişçi olan kırmızı saçlı çocuğu rahatsız ediyorlardı. Cetvellerle vuruyorlar, başına kestane kabukları atıyorlar ve onu sakat maymun diye çağırıyorlardı. Bazıları da taklidini yapıyordu. Sırasının ucunda yalnızca şaşırmış duruyor, kendisini rahat bırakmaları için bazen birisine yalvaran gözleriyle bakıyor, bazen ötekini üzüntüyle dinliyordu; fakat çocuklar gittikçe onu rahatsız ediyorlardı. O derecede ki titremeye ve hiddetinden kıpkırmızı olmaya başladı. Bu aralık pek fena çehresi olan Franti bir sıranın üzerine çıktı ve kolunda bir sepet taşıyormuş gibi yaparak annesinin, oğlunu almak için mektep kapısında beklediği zamanki taklidini yaptı. Zaten zavallı kadın hasta olduğu için birkaç günden beri gelemiyordu. Bu sözsüz oyunu görerek bütün talebe gülmeye başladı.
Krossi kendini kaybederek önündeki hokkayı yakaladı ve var kuvvetile Franti’ye fırlattı. Fakat Franti kaçmış ve hokka o aralık giren Mösyö Perboni’nin göğsünün ortasına tesadüf etmişti.
Bütün talebe korku ile kaçıştılar ve hepsine bir sihir yapılmış gibi birdenbire sustular.
Muallim sararmış bir hâlde kürsüye çıktı ve değişmiş bir seda ile sordu:
“Hokkayı kim attı?”
Kimse cevap vermedi.
Mösyö Perboni daha şiddetli bir sesle Kim? diye tekrar etti. O zaman zavallı Krossi’ye acıdığı için heyecanlı olan Garron kalktı ve metanetle “Benim!” dedi. Muallim bir ona, bir de rahat talebeye baktıktan sonra müsterih bir sesle “Siz değilsiniz!” dedi ve bir an sonra “Kabahatli cezalandırılmayacak. Kim ise kalksın!” diye ilave etti.
Krossi kalktı ve ağlayarak: “Benimle eğlendiler, bana hakaret ettiler. Kendimi kaybettim ve attım.” dedi.
“Siz oturunuz, kızdıranlar ayağa kalksın!”
Kabahatlilerden dört tanesi başları eğilmiş olarak kalktılar. Muallim dedi ki:
“Size hiçbir şey yapmayan bir arkadaşın onurunu kırdınız. Bir sakat ile eğlendiniz. Kendini müdafaa edemeyen zayıf bir çocuğa hücum ettiniz. Siz insanlığın ruhunu lekeleyen en adi, en utanılacak bir kötülüğü sergilediniz. Bu bir alçaklıktır!”
Muallim bunu söyledikten sonra aramıza indi ve Garron’a döndü. O da hocanın yaklaştığını görerek başını eğmişti.
Mösyö Perboni, onun başını kendine doğru kaldırdı ve gözlerinin içine bakmak için çenesinin altından tuttu ve “Sen asil bir kalp sahibisin.” dedi.
Garron bu fırsattan istifade ederek muallimin kulağına eğildi ve iki kelime fısıldadı. Muallim derhâl dört kabahatliye dönerek sert bir tavırla “Sizi affediyorum!” dedi.

BİRİNCİ SINIFTAKİ MUALLİMEM

    27 Perşembe
Küçük sınıftaki eski muallimem vaadini tuttu ve bugün biz annemle beraber gazetelerin yardım için tavsiye ettikleri bir fakir kadına çamaşır götürmek üzere çıktığımız zaman bizi görmeğe geldi. Bir sene var ki bize gelmemişti ve bu geliş hepimizi sevindirdi. O daima aynı küçük kadındır. Kendisine yakışmayan yeşil kadife kenarlı şapkasıyla dikkatsiz giyinir. Çünkü geçen seneden beri beyazlanmaya başlayan saçlarını şöyle bir düzeltmek için ancak vakti vardır. O zamandan beri daha fazla sararmış ve daima da öksürüyor.
Annem ona “Sıhhatinize yeterli derecede dikkat etmiyorsunuz” diyordu.
O aynı zamanda neşeli ve hüzünlü tebessümüyle “Ne önemi var.” dedi. Annem ilave etti:
“Derslerinizi pek sesli söylüyorsunuz, talebenizle kendinizi pek fazla yoruyorsunuz.”
Bu doğrudur. Daima sınıfa hâkim olan sesi işitilir. Talebesi dalgın olmasın diye ara vermeksizin söyler ve bir dakika oturmaz.
Geleceğine tamamen emindim, çünkü eski talebesini hiç unutmaz, isimlerini hatırlar. Sınav zamanları kaç numara aldıklarını öğrenmek için müdürün odasına gider. Çıktıkları zaman talebesini bekler ve ilerlemelerini öğrenmek için yazmanlık ödevlerine bakar.
Uzun pantolon giyen, altın saat taşıyan, velhasıl büyük talebe olan birçok eski öğrencileri hâlâ onu görmek için liseden gelirler. Bugün bize şakirtlerini götürdüğü bir resim müzesi dönüşünde soluk soluğa gelmişti. Zira her perşembe günü talebesini bunun gibi meraka değer bir yere götürür ve orada onlara faydalı olabilecek, aydınlatacak şeyleri izah eder.
Zavallı muallime! Daha fazla zayıflamış. Fakat daima faaldir ve sınıfta söylemeğe başlarken daha ziyade canlanır.
İki sene evvel hasta olduğum zaman beni içinde gördüğü yatağı ki şimdi küçük kardeşimindir yine görmek istedi. Sonra pek işi olduğu için gitti. Kendi sınıfından, kızamık geçirmiş bir saraç çocuğuna gidiyordu, öğleden evvel bir dükkân sahibi kadına vereceği hesap dersi dahil olmadığı hâlde bugünkü işlerinin arasında düzeltilecek bir paket vazifesi de vardı.
Giderken bana “Pekâlâ Hanri” diyordu, “Hâlâ muallimeni seviyor musun? Şimdi sen güç meseleleri hâllediyor ve büyük kitabet ödevleri yazıyorsun.” Beni öptükten sonra yine merdivenin altından bağrıyordu:
“Beni unutma Hanri!”
Ah benim iyi muallimem, Asla! asla sizi unutmayacağım. Büyüdüğüm zaman da sizi yine hatırlayacağım ve küçük talebelerinizin arasında görmek için size geleceğim. Bir mektebin yanından her geçtiğim ve bir muallimenin sesini her işittiğim zaman sizin sedanızı işitmiş gibi olacağım ve sınıfınızda geçen iki seneyi hatırlayacağım. Orada ben ne kadar çok şey öğrendim. Orada ben sizi kaç defa yorgun ve acı çeker bir halde fakat daima dikkatli, daima müsaadeli; bir talebe kalemini fena tuttuğu ve bu alışkanlığından vazgeçemediği zaman üzgün, müfettiş bize sual sorduğu zaman bizim hesabımıza titreyen, başarı kazandığımız zaman mutlu olan bir anne gibi daima iyi ve sevecen olarak görmüştüm. Hayır hiçbir zaman sizi unutmayacağım benim saygı değer muallimem.

BİR TAVAN ARASINDA

    28 Cuma
Dün annem ve kız kardeşim Silviya ile tavsiye olunan kadına çamaşır götürmeye gittik. Paketi ben taşıyordum. Silviya gazetelerin gösterdiği mutsuz kadının adresiyle isminin ilk harflerini bir kâğıt parçasına yazmıştı. Pek yüksek bir binanın sonuncu katına çıktık. Bir sıra kapı bulunan koridorda sonuncuya annem vurdu. Henüz genç, sarışın, zayıf bir kadın bize kapıyı açtı. Başındaki mavi örtüsüyle bu kadını yeni gördüğümü zannediyordum.
Annem sordu:
“Gazetelerde tavsiye olunan siz misiniz?”
“Evet madam, benim.”
“Pekâlâ, size biraz çamaşır getirdik”
Zavallı kadın bize sonsuz teşekkürler etti. O aralık bu karanlık ve çıplak odanın bir köşesinde bir iskemlenin önünde diz çökmüş dikkatle yazı yazdığı zannolunan, arkası bize dönük bir çocuk gördüm. Kâğıdı iskemlenin, mürekkep hokkasını da döşeme tahtasının üzerine koymuştu. Bu karanlıkta nasıl çalışıyor, diye annem sorarken birdenbire kırmızı saçları, eski ceketiyle yemişçinin oğlu, bir kolu hareketsiz olan Krossi’yi tanıdım..
Zavallı kadın getirdiğimiz paketi tekrar katlarken bunu anneme yavaşça söylemiştim.
Annem “Sus! Sakın çağırma!” diyordu belki annesine sadaka verdiğini görerek utanır.
Fakat bu esnada Krossi döndü. Ben tutuk bir hâlde kalmıştım. Bana güldü ve annem kendisine doğru beni itti. Kolları açık bana geliyordu. Sarıldım. Validesi anneme diyordu ki:
“Görüyorsunuz ya çocuğumla yalnızım. Zevcem altı seneden beri Amerika’da. Felaketi tamamlamak içinmiş gibi ben de hasta düştüm. Artık sebze satarak birkaç onluk kazanmak için şehre gidemiyorum. Yavaş yavaş nemiz varsa hepsini sattık. Zavallı Lui’nin üzerinde ödevlerini yazabileceği bir masa bile kalmadı. Aşağıda, kapının arkasında bir sıra vardı ki hiç olmazsa onun üzerinde yazabilirdi. Şimdi o da yok. Bir lambamız da yok. Zavallı çocuk böyle karanlıkta çalışarak hep gözlerini harap ediyor. Onu belediye mektebine gönderebilmem yine de bir saadettir. Orada kendisine kitap ve defter veriyorlar. Zavallı Lui ne kadar hevesle çalışırdı! Ah ben pek bedbahtım!”
Annem kesesinde ne varsa zavallı kadının avcuna sıkıştırdı. Krossi’yi öperek gözleri yaşlarla dolu tavan arasından çıktı. Bana şu sözleri söylemekte pek haklıydı:
“Bu kadar hazin şartlarla çalışmaya mecbur olan bu zavallı çocuğa bak. Çalışmak için herşeyin mevcut olduğu hâlde bazen okumayı zahmetli buluyorsun. Ah Hanri’ciğim zavallı Krossi’nin bir günlük çalışması senin bir senelik gayretinden daha kıymetlidir. Birinci mükâfatlar asıl bunlara verilmeli!”
Babam annemin söylediği bu son cümleleri işitmişti ve aynı gün şu aşağıdaki mektubu masanın üzerinde buldum.

MEKTEP

    28 Cuma
Evet Hanri’ciğim annenin dediği gibi çalışmak sana biraz zor geliyor. Henüz mektebine benim istediğim gibi azimli bir tavır ve gülümseyen bir yüz ile gitmiyorsun, fakat biraz düşün ki mektebe gitmemiş olsan günlerin ne kadar boş geçecek. Bir hafta nihayetinde muhakkak mektebi isteyeceksin. Şimdi bütün çocuklar okuyorlar Hanri’ciğim. Bütün gün çalıştıktan sonra geceleri mektebe giden ameleleri, bütün hafta atölyelerde meşgul olduktan sonra pazar günleri de mektebe giden genç kızları, eğitimden geldikten sonra okumaya, yazmaya koyulan askerleri düşün. Dilsiz ve kör oldukları halde yine okuyan çocukları hatırına getir, düşün ki sabahleyin senin evden çıktığın saatte aynı şehirde otuz bin çocuk okumak için kendilerini üç saat sınıfa kapamak üzere mekteplere gidiyorlar ve hemen hemen aynı zamanda dünyanın bütün memleketlerinin çocukları yine mektebe koşuyorlar.
Yine hayaline getir ki Rusya’nın karlar altında kaybolmuş son mektebinden başlayarak ta Arabistan’ın hurma ağaçlarıyla gölgelenmiş sonuncu mektebine kadar kalabalık caddelerde veya kırların keçi yollarında yürüyerek, ateşte bir sema altından yahut karların arasından, kanallarla bölünmüş memleketlerde sandallar, büyük sahralarda atlar, buzlar üzerinde ise kızaklarla vadilerden, tepeciklerden aşarak ormanların ve sellerin arasından dağ yamaçlarında çizilmiş dar yollardan yalnız olarak yahut ikişer, üçer veya bir küme hâlinde veya uzun bir hat gibi hepsi kollarının altında kitaplarıyla binlerce tarzda giyinmiş, çeşitli lisanlar söyleyen milyonlar ve milyonlarca çocuk aynı şeyleri başka başka şekiller altında öğrenmeye gidiyorlar.
Yüzlerce millete mensup bu kalabalık çocuk topluluğunun yaptığı şu sonu gelmeyen hareketliliği hayal et ve kendi kendine de ki “Eğer bu hareket durursa insaniyet vahşetin pençesine düşer. Bu hareket dünyanın ilerlemesi, ümidi ve şerefidir!”
Şimdi, cesaret ey bu nihayetsiz ordunun küçük neferi! kitaplar senin silahların, dershane bölüğündür! Harp meydanı bütün dünya ve zafer ise insanlığın medeniyetidir. Oh! Hiçbir zaman korkak bir asker olma Hanri’ciğim.

    Baban

PADULU KÜÇÜK VATANPERVER

(Aylık Hikâye)

    29 Cumartesi
Hayır, ben korkak bir asker olmayacağım fakat muallim bu ay yaptığı gibi her ay bize böyle güzel bir hikâye verirse mektebe daha fazla hevesle giderim. Her ay bunun gibi bir tane vereceğini söyledi ve onu kopya etmek üzere bize verdi. Bu bir çocuk tarafından meydana getirilmiş güzel bir hareketin sonsuz bir hikâyesi olarak kalacaktır:
Hikâyenin adı “Padu’lu Küçük Vatanperver” dir:
Bir İspanyol vapuru Barselona’dan Cenova’ya gidiyordu. İçinde Fransızlar, İtalyanlar, İspanyollar ve İsviçreliler vardı.
Bu yolcu kalabalığının içinde daima herkesten ayrı duran, etrafındakilere korkulu bakışlarla bakan on bir yaşında bir çocuk dikkati kendine çekiyordu. O herkese böyle bakmakta belki haksız değildi. İki sene evvel Padu[7 - Padu Vensiya eyaletinin bir şehridir.] civarı köylerinden olup anlaşıldığına göre pek sefil olan babası ve annesi onu biraz para karşısında açgözlülük ederek adi bir cambaz topluluğuna kira ile vermişlerdi. Bu bayağı kumpanya ona birkaç el çabukluğu yapmayı dayakla öğrettikten sonra daima hakaret ederek ve mümkün olduğu kadar az yemek vererek Fransa ve sonra İspanya’ya sürüklemişlerdi. Barselona’ya vardıkları zaman bu kadar sefil bir hayata tahammül edemeyen çocuğun hatırına İtalya konsolosunun himayesine sığınma fikri gelir ve konsolos da ona acıyarak Cenova’ya hareket etmek üzere bulunan bir vapura bindirir ve eline de Cenova Sancak Beyi’ne hitaben, onu bir hayvan gibi birkaç para için satan ailesine gönderilmesi ricasını içeren bir mektup verir.
O kadar sefalet çeken zavallı çocuk paçavralarla örtülüydü. Ona ikinci mevkiden bir yatak vermişlerdi. Yolcular ona bakıyorlar ve bazen sorguya çekiyorlar fakat çocuk cevap vermiyordu. Bütün dünyadan nefret eder gibi görünüyordu. Sefalet ve fena muamele kendisini âdeta bir vahşi hâline koymuştu. Bununla beraber ısrar etmek sayesinde üç yolcu bedbaht çocuğun dilini çözmekte başarılı oldular. Yarı İspanyolca yarı İtalyanca birkaç sözle başına gelenleri anlattı. İtalyan olmayan bu üç yolcu zavallı çocuğun sefaletini anlamışlar, biraz acıdıkları, biraz da vakit geçirmek istedikleri için onu söyletmek üzere para vermeyi eğlence saymışlardı.
Bu esnada ikinci mevki salona bir kaç kadın giriyor ve üç yolcu, şüphesiz, madamlara gösteriş yapmak için küçük Padu’luya tekrar para veriyorlar. “Al şunu, şunu da al.” diye paraları masanın üzerine atıyorlardı.
Çocuk paraları cebine koyarak kaba köylü şivesiyle fakat mütebessim ve samimi nazarlar ile usulca teşekkür ediyordu. Sonra yatağına girerek perdesini çekti ve ne yapacağını düşünerek hareketsiz kaldı.
İki seneden beri doyacak kadar bir şey yemediği için bu parayla evvelâ karnını doyurmağı düşünüyordu. Üzerindeki elbise parça parça döküldüğü için Cenova’ya çıktığı zaman ilk işi düzgünce bir elbise almak olacaktı. İyi kabul edilmek için eli boş gitmektense ebeveynine birkaç para götürmeyi de ümit ediyordu. Bu para hakikaten onun için bir küçük hazine idi.
Yatağında perdenin arkasında bütün bunları düşünerek kendini daha az acınmaya şayan buluyordu.
Bu esnada o üç yolcu salonun ortasındaki masanın etrafında içiyorlar, seyahatlerinden, gezdikleri memleketlerden bahsediyorlardı. Bir aralık İtalya’dan bahsetmeye başladılar. Birisi otellerden, diğeri demir yollarından şikâyet etti ve gittikçe kızışarak İtalyan olan herkesin fena olduğuna kadar vardılar. Birincisi Japonların memleketinde seyahati tercih edeceğini, ikincisi İtalya’da hilekâr ve haydut insanlardan başka kimseye tesadüf etmediğini söylüyor. Üçüncüsü de memurların hiç okuma bilmediğini ilave ediyordu. Birincisi bunlar cahil bir millettir, derken ikincisi “Berbat!” diye yardım ediyordu. Üçüncüsü de “Hırsız!” diye bağıracaktı fakat tam bu esnada, herif sözünü bitirmeden sarı ve beyaz madenlerden mürekkep bir para yağmuru masanın, döşemenin üzerinde sıçrayarak bu adamların üstlerine döküldü, Üç yolcu bunun nereden geldiğini anlamak için hiddetle kalktıkları vakit bu defa metelik dolusuna tutuldular.
“Alınız. Paranız sizin olsun!” Küçük Padu’lu yatağının perdesini açmış bağırıyordu, “Vatanımı tahkir edenlerin sadakasını kabul etmem!”

Kasım

OCAK SÜPÜRÜCÜ

    1 Pazartesi
Küçük Padu’lunun hikâyesini isteyen hemşirem Silviya’nın muallimesine vermek için dün akşam bizim Baretti Dairesinin yanında bulunan kızlar kısmına gittim. Burada yedi yüz kız var. Oraya vâsıl olduğum zaman kız talebeler kasımın ilk günlerindeki tatilden dolayı memnun olarak çıkmaya başlamışlardı.
Mektebin karşısında, sokağın diğer tarafında kolunu duvara, başını da koluna dayamış bir küçük ocak süpürücü duruyordu. Çuvalı, süpürgeleri ve kazıp temizlemeye özgü aletiyle simsiyahtı ve göğsü çatlıyormuş gibi hıçkırarak ağlıyordu.
İkinci sınıftan iki yahut üç genç kız ilerleyerek niçin ağladığını soruyorlar, küçük ocakçı cevap vermiyor ve ağlamakta devam ediyordu.
Kızlar,“Söyle bakalım! neyin var, niye ağlıyorsun?” diye tekrar ediyorlardı.
Kolunu ayırarak pek sevimli olan simasını gösterdi ve otuz onluk karşılığında birkaç ocak temizlediğini fakat dikkatsizlikle delik bir cebine koyarak düşürdüğünü anlattı.
Zavallıcık dövülmekten korkarak ustasının yanına parasız dönemiyordu. Şimdi alnını kolunun üzerine dayayarak üzgün bir adam vaziyetiyle daha çok ağlamaya başladı.
Küçük kızlar ciddiyetle birbirlerine baktılar. Diğerleri de, küçük, büyük, fakir, amele kızları ve zengin matmazeller, kalın kartonları kollarının altında olarak gelip toplanıyorlardı. İçlerinden biri, şapkasının üstünde mavi bir tüy bulunan büyükçe bir kız “Benim iki onluktan fazla param yok fakat aramızda toplarız.” diyerek cebinden iki metelik çıkardı. Kırmızılar giyinen diğer biri “Benim de iki onluğum var!” dedi. “Aramızda pekâlâ otuz onluk bulabiliriz.”
Şimdi “Ameli, Luis, Anna! Bir onluk, kimde onluk var?” diye seslenmeye başladılar.
Bazılarının defter veya çiçek almak için paracıkları vardı fakat acele ile getirip veriyorlardı. En küçüklerden bazıları da santimler getiriyorlardı. Mavi tüylü kız parayı topluyor ve yüksek sesle sayıyordu.
“Sekiz, on, on beş, fakat daha lâzım!”
Muallim yardımcısına benzeyen bir büyük genç kız geldi ve on metelik verdi. Bütün kız talebeler onu tebrik ettiler. Henüz beş metelik eksikti.
“İşte dördüncü sınıftakiler geliyor, onlarda para vardır.” diye bir küçük bağırdı.
Dördüncü sınıf talebesi geldi ve onluklar taşmaya başladı. Dalgalanan saçları, berrak tüyleri, ipek kurdeleleriyle türlü türlü renkte giyinmiş bu kızcağızların ortasında bu küçük siyah adamcığı görmek pek hoştu.
Otuz metelik tamam olduktan sonra yine ufaklıklar yağıyordu. Paraları olmayan küçükler, büyüklerin arasından sıyrılarak onlar da bir şey vermiş olmak için küçük çiçek demetleri götürüyorlardı.
Birdenbire kapıcı “Müdire Hanım!” diye bağırarak koştu.
Kızlar bir serçe sürüsünün uçuşması gibi ayrı yollara doğru kaçıştılar. Küçük ocakçı gözlerini silerek sokakta yalnız kaldı. Elleri onluklarla dolu olmakla beraber ceplerinde ceketinin iliklerinden kasketine varıncaya kadar her yerinde birçok küçük çiçek demetleri vardı!
Böyle zengin ve çiçekli olarak kendini bir kral gibi bahtiyar buluyordu. Fazla iyilik zarar vermez.

DOSTUM GARRON

    4 Cuma
Tatilimiz iki günden ibaret olmakla beraber Garron’u pek çok zamandan beri görmediğimi zannediyorum. Artık onu tanıyor ve seviyorum. Bütün arkadaşlarım da aynı muhabbeti hissediyorlar.
Yaramazlar tabii müstesna, çünkü Garron onların fena hareketlerine mâni olur. Bir büyük çocuk bir küçüğe takıldığı veya fena muamele ettiği zaman küçük Garron’u çağırır ve saldırgan rahat durmaya mecbur olur.
Garron’un babası, şimendiferde makinecidir.
İki sene hasta olduğu için mektebe devama geç başladı. Bugün sınıfın en büyüğü ve en kuvvetlisidir. Tek eliyle bir sırayı kaldırıyor… Böyle olmakla beraber o pek iyidir.
Çakı, kurşun kalem, lastik, kâğıt, her ne istenirse iyi kalp ile size geçici olarak verir veya hediye eder.
Ders esnasında hiç konuşmaz ve hiçbir gürültü yapmaz. Kendisi için pek dar gelen sırasının üzerinde daima sakin geniş sırtı ve omuzlarının arasından başı görünür. Ona baktığım zaman “Biz dostuz değil mi Hanri?” diyormuş gibi gözleriyle bana güler.
İri ve kuvvetli olduğu hâlde boyuna göre dar ve kısa olan ceket, pantolon ve kolları için onunla biraz alay ederler. Onun kunduraları büyük ve boynunun etrafında kıravatı bir ip gibidir. Zavallı Garron! Bütün bunlara rağmen onu bir defa görmek sevmek için kâfidir. Sedef kaplı bir çakısı var ki geçen sene Arm Meydanı’nda bulmuştu. Bir gün onunla elini derince kesmişti. Mektepte kimse bunu görmedi ve o da ailesini meraklandırmamak için evinde bir şey söylememişti. Kendisine latife edildiği zaman hiç kızmaz fakat bir şey iddia ederken “Doğru değil.” denilirse durur ve gözleri şimşekler çakarak sıranın üstüne bir yumruk indirir. Parası kaybolduğu için defter alamayan bir çocuğa geçen cumartesi iki onluk vermişti. Şimdi bütün çiçeklerle süslü bir kâğıda sekiz sayfalık bir mektup yazmakla pek meşgul. Bu mektup iri yarı ve pek sevimli olan ve mektepten çıktığı zaman onu genellikle beklemeye gelen annesinin bayramını tebrik içindir.
Muallim Garron’a iyilikle bakar ve her yanından geçtiği zaman yanağını samimiyetle okşar. Can dostum Garron’u ben çok seviyorum. Onun koca elini avucumda sıkmaktan memnunum. Hiç şüphem yok ki o arkadaşlarından biri için hayatını tehlikeye koymaktan çekinmez ve onu bütün kuvvetiyle müdafaa eder. Bu hâl gözlerinde iyice okunuyor.
Sesinin ahengi biraz sert fakat hissedilir ki bu seda, asil ve alicenap bir kalbin aksidir.

KÖMÜRCÜ İLE EFENDİ

    7 Pazartesi
Karlo Nobi’nin, Betti’ye dediğini tabii Garron söylemezdi. Karlo Nobi babası zengin olduğu için gururludur. Uzun boylu, siyah sakallı ciddi ve kibar tavırlı olan Mösyö Nobi hemen her gün mektebe kadar çocuğuna eşlik eder.
Dün sabah Nobi en küçüklerden biri olan, Kömürcü’nün oğlu Betti ile kavga etmiş ve haksız olduğunu hissettiği için ne söyleyeceğini bilemeyerek “Senin baban bir dilenciden başka birşey değil!” demişti. Betti saçlarına kadar kızararak hiç cevap vermedi fakat sakat gözleri yaşlarla doldu. Evine yemeğe gittiği zaman Nobi’nin dediğini babasına anlatmış olacak ki yemekten sonra babası, simsiyah küçük bir adam muallime şikâyete gelmişti. Sınıftaki büyük bir sesliğin içinde şikâyetini söylerken alışılmış veçhiyle kapıda oğlunun pardösüsünü çıkarmaya yardım eden Nobi’nin pederi, Kömürcü’nün kendi ismini telaffuz ettiğini işitir ve neden bahsettiğini öğrenmek için içeri girer. Mösyö Perboni cevap veriyordu.
“Bu adamcağız şikâyete gelmiş çünkü sizin Karlo, çocuğuna ‘Senin baban bir dilenciden başka birşey değil.’ demiş.”
Mösyö Nobi kaşlarını çatarak ve biraz kızarak oğluna “Sahi bunu söyledin mi?” dedi. O, sınıfının orta yerinde ayakta, alnı küçük Betti’nin önünde eğilmiş bir hâlde cevap vermedi. Pederi kolundan tutarak hemen temas edecek derecede Betti’ye doğru itti ve “Yalvar ki affetsin.” dedi.
Kömürcü “Hayır hayır.” diyerek mâni olmak istiyordu fakat Mösyö onu dinlemeyerek Karlo’ya “Ondan af iste! ve ‘Benim babamın elini iftiharla sıktığı baban için söylediğim ağır ve manasız sözden dolayı beni affet Betti.’ sözlerini tekrar et.” dedi.
Kömürcü şiddetle menedecek olduysa da yine devam etti ve oğlu gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemeyerek babasının söylediği kelimeleri birer birer alçak seda ile tekrar etti. Şimdi Mösyö Nobi elini Kömürcü’ye uzatmış Kömürcü de onu kuvvetle sıkarak bir taraftan da çocuğunu Karlo Nobi’nin kollarına doğru itmişti.
Kont, muallime hitaben “İkisinin yan yana oturmalarına lütfen müsaade eder misiniz?” dedi ve onlar yerlerine oturduktan sonra selam vererek çıktı.
Kömürcü bir an kararsız bir hâlde kalarak birleşen bu iki çocuğu süzdü ve sonra sıraya yaklaşarak Nobi’ye muhabbet ve üzüntüyle-baktı. Onu okşamak üzere elini uzatıyordu fakat cesaret edemeyerek yalnız parmaklarını alnına hafif bir temas ettirerek çekildi. Bunun üzerine muallim bize dedi ki:
“Şimdi gördüğünüzü daima hatırlayınız çocuklarım, bu, senenin en güzel dersidir.”

KARDEŞİMİN MUALLİMESİ

    10 Perşembe
Matmazel Delkati, kardeşimin biraz rahatsız olduğunu öğrenerek bugün bize gelmişti.
Kömürcünün oğlu evvelce onun da talebesiydi. Oğluna usluluk mükâfatı verilmesine teşekkür etmek üzere bir gün Betti’nin annesinin önlüğüne birkaç okka kömür doldurarak kendisine nasıl getirdiğini anlatıyor ve bizi güldürüyordu. Zavallı kadın önlüğünü yine dolu olarak götürmemek için ağlayarak bu küçük hediyenin kabulünü ne kadar ısrar ile rica ediyormuş. Bir başka defa yine minimini talebelerden birisinin annesi pek ağır bir çiçek demeti getirir. Meğerse bu demetin ortasında yeni onluklarla dolu bir para kumbarası varmış. Onu seve seve dinliyorduk. Kardeşim de Matmazel Delkati’yi memnun etmek için ilacını isteyerek içiyordu.
İlkokul birinci sınıfın bu küçücük talebesiyle uğraşmak için ne kadar sabırlı olmak lazım. Hepsi ihtiyarlar gibi dişsizdir “(r)” ve “(s)” harflerini telaffuz edemezler. Biri öksürür, diğerinin burnu kanar, birisi sıranın altında topacını kaybeder, öteki kalemini eline batırdığı için bağırırken daha öteki bir numaralı defterin yerine iki numaralısını aldığı için ağlamaya başlar. Bunlardan başka elli tane kadar bebek vardır ki onlara okumak, yazmak ve hesap öğretmek lazım!..
Bu küçük mahlûkların herbiri cebinde değnek parçaları, akide veya nane şekerleri, düğmeler, tıpalar, çakıl taşları bulundururlar.
Muallime bazen onları araştırmak istediğinde hâzinelerini kunduralarının içine varıncaya kadar saklarlar.
Hiç olmazsa dikkatli olsalar! Nerede? Pencereden giren bir kocaman sinek onların başını havaya kaldırmaya kâfidir.
Yazın sınıfa, gürültü ederek uçan mayıs böceği getirirler. Hele bazen hokkaya daldıkları zaman defterlerine uzun uzun siyah çizgiler yapmaya başlarlar. Muallime bütün bu minimini şakirtlerin annelerine vekâlet etmeye, giyinirken yardıma, çizilmiş parmaklarını sarmaya, düşen şapkalarını giydirmeye, mantolarını değiştirmemeleri için dikkat etmeye mecburdur. Aksi takdirde bebekler bağırırlar, ağlarlar.
Zavallı Muallime! Bazı defa da anneler şikâyete gelirler:
“Nasıl oluyor da Matmazel, oğlum kalemini kaybediyor?”
“Nasıl oluyor da bir şey öğrenmiyor?” “Bu kadar iyi çalıştığı hâlde niçin benimkine aferin vermediniz?” “Zavallı Piyetro’mun yeni pantolonunu yırttığı sıradaki çiviyi niçin çıkarmadınız?”
Bazı kere zavallı muallimenin sabrı kalmaz ve küçük şakirtlerine darılır, biraz sonra pişman olarak yine onları okşar.
İçlerinden birinin evine gönderileceğini söylediği zaman yine gözyaşlarından müteessir olur ve onları aç bırakmak suretiyle cezalandıran ebeveyne darılır.
Bu Matmazel Delkati, ateşli, çabuk müteessir olur, şefkatli, iyi giyinir, uzun boylu ve güzel bir kızdır.
Annem ona “Hiç olmazsa talebeleriniz sizi severler mi?” diye soruyordu. O cevap verdi:
“Evet: fakat sene nihayetinde bir başka sınıfa gitmek üzere beni terk ederler ve bir daha yüzümüze bakmazlar, bu küçük nankörler muallim efendilerin dershanelerine geçtikleri zaman sanki bizim elimizde büyümüş olmaktan sıkılıyorlarmış gibi bir günaydın demeye ancak tenezzül ederler, bu daima böyle olmuştur. Çok sevilen yavrucuklara her çeşit özeni iki sene sarfettikten sonra bırakmalı ve artık bir daha görmemeli. Bazıları için emin olur ve oh artık bu beni daima sevecek, derim fakat tatil geçtikten sonra bu da diğerleri gibi beni hiç düşünmez.
Matmazel Delkati, küçük kardeşimi öpmek için kalkarak “Fakat sen böyle olmayacaksın değil mi yavrum?” diyor, “Benim yanımdan geçtiğin zaman başını öbür tarafa çevirmeyecek, zavallı dostunu, iyi muallimeni inkâr etmeyeceksin değil mi?” diye ekliyordu.

ANNEM

    17 Perşembe
Bu sabah muallimenin ziyareti esnasında anneme konuşurken münasebetsiz bir söz sarfettiğime dikkat eden babam; okuyunca beni derin bir surette müteessir eden şu tezkere ile ihtar etmeyi vazifeden addetti:
“Kardeşinin muallimesi huzurunda annene karşı hürmette kusur ettin. Bu bir daha tekrar etmesin Hanri! Küstahlığın kalbime bir hançer gibi tesir etti. Birkaç sene evvel sen hasta iken beşiğine eğilmiş nefeslerini muayene eder ve seni kaybetmek ihtimaliyle ağlar ve hıçkırırken anneciğinin o hâlini düşündüm. Bu hatıra üzerine sana karşı kızmaktan kendimi alamadım. Şimdi düşün Hanri! Sen annene hakaret ettin öyle mi? Annene ki seni bir saatlik ızdıraptan kurtarmak için saadetinden bir seneyi feda eder. Senin uğrunda dilenir, hayatın için ölmeye razı olur. Hatırına getir ki Hanri! Sen belki pek hazin günler hatırlarsın fakat bunların en hazini, en acıklısı, anneni kaybettiğin gün olacaktır.
Büyüdüğün, bir adam olduğun zaman, hayat mücadelesi seni kuvvetlendirdiği zaman onun sesini işitmek ve açılmış kollarını görmek ihtiyacıyla şüphesiz onu anacaksın çünkü ne kadar büyük ve ne kadar dayanıklı olsan da kendini himayesiz ve kuvvetsiz bir zavallı çocuk zannedeceksin.
O zaman sebep olduğun üzüntüleri acıyla hissedeceksin. Vicdan azapların pek ağır olacak. Bedbaht! Anneni üzersen hayatında sulh ve huzur ümit etme! O zaman pişman olmak, ondan af dilemek, hatırasına hürmet etmek faydasızdır. Vicdanın seni asla rahat bırakmaz. Annenin tatlı ve iyi hayali ruhunu daima işkenceye sevk eder. Unutma ki Hanri evlat muhabbeti en kutsal aşktır. Yazıklar olsun onu yıpratan bedbahta! Annesine hürmet eden bir katilin bile kalbinde namuskâr bazı hisler var demektir. Ve annesini inciten, ona hakaret eden en şerefli insan bile adi mahluktan başka birşey değildir.
Ağzından annene karşı hiçbir zaman sert bir söz çıkmasın. Ve ondan af dilediğin zaman bu, babanın korkusuyla değil kalbinin heyecanıyla olsun. Seni kucaklaması için ona yalvar, ta ki busesi alnındaki nankörlük lekeni silsin. Seni severim oğlum, hayatımın en muazzez ümidisin, fakat annene karşı nankör olduğunu görmektense ölmeyi tercih ederim. Git ve bir müddet için beni kucaklamaktan çekin, çünkü buselerine isteyerek karşılık vermeyeceğim.”

    Baban

ARKADAŞIM KORETTI

    13 Pazar
Babam beni affetti. Fakat henüz üzgün olduğum için öğleden sonra biraz gezinmek üzere annem beni kapıcının büyük oğluyla gönderdi. Bir dükkânın önünde duran yük arabasının yanından geçerken çağrıldığımı işittim. Bu su samurundan gömleği ve kedi derisinden keçe şapkasıyla sınıf arkadaşım Koretti idi. Büsbütün ter içinde, memnun görünüyor ve omzunda epeyce ağır bir odun yükü taşıyordu. Yük arabasının üstünde ayakta duran bir adam babasının dükkânına nakletmek üzere ona odunlar uzatıyor, o da, onları dükkânda yığın yaparak yine süratle arabaya dönüyordu.
“Ne yapıyorsun Koretti?” dedim.
Bir yük almak üzere kollarını uzatarak “Ne yaptığımı görüyorsun!” dedi, “Hem çalışıyorum hem de derslerimi tekrar ediyorum.” Ben gülmeye başladım. Fakat Koretti ciddi söylüyordu ve odunları alıp dükkâna doğru koşarken “Fiillerin, cinsi, adet ve şahsı itibarıyla değişmelerine fiillerin arızaları derler.” diyor ve odunları yığın hâlinde atarken “Zamana gelince, zaman fiil ile uyum gösterir.” diye devam ediyordu.
Sonra yine bir kucak odun almak üzere arabaya yaklaşarak “Fiilin kendisiyle ifade ettiği surete gelince…” diye ilave ediyor ve bu suretle ertesi günkü gramer dersini tekrar ediyordu.
Bana diyordu ki “Bak daha ne istiyorsun, zamanımdan istifade ediyorum. Babam çırakla bir siparişi teslim etmek üzere çıktı. Annem de hasta. Arabayı boşaltmak için benim yardım etmem lazım. Bu gramerimi tekrar etmekten beni menedemez ya. Bugün dersimiz güç. Onu kafama sokamıyorum.”
Arabacıya hitaben “Paranızı vermek için saat yedide burada bulunacağını babam söyledi.” dedi.
Araba gitmişti Koretti bana “Dükkâna biraz girsene.” dedi. Reddedersem belki neşesini kaçırırım korkusuyla odunlar ve çalı demetleriyle dolu ve kapıya yakın bir terazi konmuş olan bir büyük avluya girdim.
“Bugün çok işim vardı. Seni temin ederim ki ödevimi birkaç kelimelik cümleler hâlinde parça parça yazıyorum. Bir parçasını yazmak üzere idim ki bir iş için geldiler. Tekrar başladım. Derken işte bu araba geldi. Daha bu sabah iki defa odun pazarına ta Venedik meydanına kadar gidip geldim. Bacaklarımda hiçbir şey hissetmiyorum ama ellerimin şiştiğini zannediyorum yapılacak resim ödevimin bulunmamasını isterdim. “
Gayretli çocuk bütün bunları söylerken döşemeyi örten yaprakları kaldırmak üzere süpürüyordu.
“Fakat ödevini nerede yapıyorsun Koretti?” diye sordum.
“İşte burada gel de gör!”
Beni mutfak ve yemek salonu vazifesini gören dükkânın arkasına götürüyordu. Bir köşedeki masanın üstünde kitaplar ve başlanmış ödevler konmuştu. “Hakikaten ikinci suali açıkta bırakmıştım…” dedi, “Meşin ile ayakkabı, kayış… Şimdi yol çantasını ilave ediyorum.” Ve kalemi alarak güzel yazısıyla yazmaya başladı.
Bir seda dükkânın içinde “Burada kimse yok mu?” diye sordu. Bu çalı demetleri almaya gelen bir kadındı. “İşte geliyorum.” diye bağırarak Koretti odadan çıktı. Demetleri tartıp, parayı aldıktan sonra bir yazı taşının asılı bulunduğu köşeye girerek satışını kaydetti ve ödevine döndü “Biraz bakalım sayfamı bitirmeye bırakacaklar mı?” diye yazmaya devam etti: “Seyahat çantaları, askerler için palaskalar…”
Birdenbire “Ah zavallı kahvem kim bilir ne oldu!” diye ocağa koşarak cezveyi ateşten kaldırdı.
“Bu annemin kahvesi. İstersen onu beraber götürelim. Seni görürse memnun olur. Yedi günden beri yatakta… Aaa… İşte fiillerin arızaları gibi ben de bütün gün bu cezve ile elimi yakıyorum. Askerlerin çantalarından sonra acaba ne ilave etmeli, daha bir şeyler var amma bulamıyorum… Gel. Buraya gel!” Küçük arkadaşım bir kapı açtı ve annesinin yattığı odaya girdik. O bir yün yatağı işgal ediyor. Ve başında beyaz bir sargı bulunuyordu.
Fincanı uzatarak “İşte kahve anne!” dedi ve beni işaretle “Sana sınıf arkadaşlarımızdan birini takdim ederim.” diye ilave etti. Kadıncağız “Ah! Hastaları görmeye gelmek çok iyi şeydir efendi oğlum.” diyordu. Koretti annesinin arkasındaki yastıkları düzeltti, yorganı yaklaştırdı. Ateşi karıştırdı, teklifsizce konsolun üzerine yerleşmiş olan kediyi kovdu.
Kahve fincanını alarak “Başka hiçbir şeye ihtiyacınız yok mu anne?” diye sordu “İki kaşık şurubunuzu içtiniz mi? Bittiği zaman eczacıdan almak üzere ben giderim, odunlar yerleştirildi. Söylediğiniz gibi dörtte eti ateşe koyacağım, tereyağcı geçtiği zaman sekiz meteliğini vereceğim. Siz rahat olunuz anneciğim. Herşey yolunda olacak.”
Kadın “Pekâlâ oğlum.” diyordu, “Sen her şeyi düşünüyorsun zavallı yavrucuğum.”
Koretti bana babasının asker kıyafetiyle resmini içeren küçük bir çerçeveyi gösterdi. 1866’da, Prens Hümber alayında hizmet ettiği zaman kazandığı kıymetli madalyalar da gözüküyordu. Faal gözleri, memnun tebessümüyle bu aynen dostum Koretti’nin simasıydı.
Tekrar mutfağa girdik. Koretti “Buldum!” diyerek defterine koştu “İşlenmiş deriden beygir koşumları da yapılır.” diye ilave etti.
“Gerisini bu akşama yaparım. Biraz uykusuz kalacağım, diyordu, “Hanri sen mesutsun. Çalışmak ve gezmek için vaktin var…”
Daima neşeli, daima çevik, beni dükkâna götürüyor orada odun parçalarını tezgâha koyarak testereliyor ve bana:
“İşte en âlâ jimnastik kolları ileriye itmek, istiyorum ki babam geldiği zaman bu odunları tümüyle testerelenmiş görsün; kim bilir nekadar memnun olacaktır. Fakat maatteessüf testere ile uğraştıktan sonra “(t)” leri ve “(1)” leri muallimin söylediği biçimde yılan gibi yazıyorum. Ne yapabilirim, ona doğrusunu söyleyeceğim. Kolumu çok oynattığım için parmaklarım yoruluyor. İşin önemi annemin iyi olmasındadır. Bugün hamdolsun daha iyi. Gramere gelince ona yarın sabah erkenden çalışacağım. Ah işte kömür arabası, haydi çalışmaya!”
Siyah çuvallarla dolu bir yük arabası dükkânın önünde durdu. Koretti arabacıyla konuşmaya koştuktan sonra avdetle: “Şimdi…” dedi, “Sana kal diyemem. Artık yapma. Beni biraz görmek için geldiğine teşekkür ederim. Haydi güzel güzel gez mesut Hanri!”
Ve elimi sıkarak birinci çuvalı arkasına almak üzere koştu. Dükkânla araba arasındaki seferlerine başlıyordu.
Kedi derisinden keçe şapkası altında taze siması o kadar coşkulu, sevinçli ve aceleci idi ki görmek insana zevk veriyordu.
Bana “Mesut Hanri!” diyor. Hayır, Koretti, hayır; sen benden daha mesutsun. Aynı zamanda okuyor ve çalışıyorsun. Babana, annene benden daha faydalısın, benden daha cesur ve benden yüz defa daha iyisin benim aziz arkadaşım!

MÜDÜR

    18 Cuma
Koretti bu sabah memnundu, çünkü aylık imtihanında bulunmak üzere, ikinci sınıfta iken muallimi bulunan Mösyö Koatti gelmişti. Bu Mösyö Koatti’nin yüksek endamı, kıvırcık saçları, karanlık gözleri ve heybetli sedası vardır. O çocukları daima cezalandırmak, hatta hapse koymak için korkuttuğu hâlde kimseye ceza vermez ve talebesini korkuttuğu için sakalının içinde güler. Bizim belediye mektebinde sekiz muallim vardır. Küçük ve tüysüz olan ve pek genç görünen bir muavin bunlara dâhil değil.
Müdürümüze gelince iri ve şaçsızdır. Altın gözlük taşır, kül renginde sakalı göğsüne kadar iner. Ceketi daima düzen ile çenesine kadar iliklidir. Çocuklarla pek iyi olduğu derhâl farkedilir. Soruşturma için çağırılmış olanlar odasına titreyerek girdikleri zaman müdür onlara hiç darılmaz fakat ellerini tutarak tatlılıkla iyiliğe teşvik eder. Hemen genellikle çocuklar hatalarına pişman olurlar ve bir daha yapmayacaklarını vaadederler.
O kadar iyilikle ve o kadar inandırarak söyler ki mektepliler yanından gözleri kızarmış, ceza almaktan daha fazla mahcup ve müteessir olmuş bir hâlde çıkarlar.
Muhterem Müdür! Memuriyette daima birinci ve sonuncu olacaktır.
Sabahları talebeyi bekler ve ebeveyne cevaplar verir. Akşamları talebe çıktığı zaman çocukların arabaların altında kalmamaları, birbirleriyle hiç dövüşmemeleri, birbirlerinin başlarına atmak üzere çantalarına kum ve taş doldurmamaları için mektebin etrafına nezaret eder.
Onun gölgesi bir sokağın köşesinden görününce bir alay çocuk oyunlarını hemen bırakarak kaçışırlar. Müdürün parmağı uzaktan onları korkutur fakat müşfik ve hazin olan tavrı merhamet vaadeder.
Annem bana dedi ki müdürlük masasının üstünde daima resmi duran genç bir gönüllü olan oğlunu kaybettiği zamandan beri kimse onun güldüğünü görmemiş. Uğradığı bu felaketten sonra istifa etmek isteyen müdürümüz emekliliğini isteyen mektubu yazmıştı. Fakat talebesinden ayrılmaya sebep olacak bu istidayı göndermeyi her gün erteliyordu. Hâlbuki geçen akşam babam onun odasında bulunduğu sırada dilekçeyi göndermeye karar vermiş görünüyordu. Babam ona, müdürlüğü terk ettiğini görmesiyle meydana gelen üzüntülerini bildirirken birdenbire odaya bir adam girer. Bu adam, Baretti Dairesine çocuğunu kaydettirmek için gelmişti. Müdür çocuğu görerek şaşkın bir hâl gösterir. Bir çocuğa, bir de masasının üzerindeki resme bakar sonra yeni talebeyi yanına alarak dikkatle süzer. Bu çocuk kaybettiği oğluna şaşılacak derecede benziyordu. Müdür çocuğun ismini kaydetti ve esmer başını okşayıp çocukla pederi gönderdikten sonra düşünerek masasına oturdu. Babam kesilmiş olan sohbete devam ederek: “Müdürlüğü terk etmek istemeniz ne kadar yazıktır.” deyince müdürümüz bu sözlerle düşüncelerinden uyanır gibi silkinerek istifa istidasını aldı ve “Kalıyorum!” diyerek yırttı.

ASKERLER

    22 Salı
Müdürün oğlu öldüğü zaman gönüllü idi. İşte bunun için ki zavallı baba daima askerlerin geçişini görmek için mektepten çıktığımız zaman Korso’ya giderdi. Dün oradan bir piyade alayı geçiyordu. Elli kadar çocuk cetvellerini çantalarının üzerine ahenk ile vurarak mızıkacıların etrafında sıçrıyorlardı. Biz toplu olarak yaya kaldırımının üzerinde duruyorduk.
Pek dar elbisesinin içinde sıkılmış, bir büyük ekmek parçasını ısıran Garron; daima ihtimamla iyi giyinen Votini, yanında babasının ceketini giyen çilingirin oğlu; Kalabralı; kırmızı saçlı Krossi, arsız çehresiyle Franti, topçu yüzbaşısının oğlu tramvayın altından bir çocuk kurtaran ve şimdi koltuk değnekleriyle yürüyen Robetti, biz: Hepimiz askerlerin geçişini görmek üzere orada idik. Topallayan bir askeri görerek Franti gülmeye başladı. Derhâl omzuna bir elin dokunduğunu hissederek döndü ve müdürümüzü gördü. “Görüyor musunuz Franti, sırasında yürüyen ve ne cevaba ne de kendini müdafaaya gücü yetmeyen bir askerle eğleniyor. Bu bağlı bir adamı aşağılamak gibidir ve buna alçaklık derler! “dedi. Franti saklandı.
Askerler ter içinde ve tozlarla örtülü dörder dörder geçiyor, tüfekleri güneşte parlıyordu.
Müdür bize diyordu ki “Askerleri sevmelisiniz çocuklarım. Onlar bizim koruyucularımızdır. Yarın toprağımıza bir ecnebi ordusu tecavüz ettiği zaman kendilerini bizim için fedaya gidecekler. Bunlar da sizin gibi çocuktur. Sizlerden farkları birkaç seneden fazla değildir. Onların da mektepleri, kışla mektepleri var. İçlerinde bizim aramızda olduğu gibi zengin veya fakir olanlar var ki her biri İtalya’nın bir kısmından gelmiştir. Bakınız kıyafetlerinden memleketleri hemen hemen tanınabilir. SicilyalıIar, Sardunyalılar, Napolililer, Lombardiyalılar geçiyor. Bu alay 1848’de galip gelen alaydır. Askerler aynı asker değilse de bayrak daima odur.
Siz doğmadan yirmi sene evvel memleket için bu bayrağın etrafında ne kadar adam can vermişti.”
Garron “İşte bayrak!” dedi.
Hakikaten askerin başı üzerinde kırmızı, beyaz ve yeşilli bir bayrak dalgalanıyordu.
“Haydi çocuklarım…” Müdür söylüyordu, “Orduya karşı hürmetinizi gösteriniz. Üç renk geçerken ellerinizi alnınıza götürerek mektepliler gibi selamlayınız!”
Bir zabit tarafından taşınan, örselenmiş ve eskimiş olan bayrak önümüzden geçti. Mızrağına bir madalya asılmıştı. Hepimiz birden ellerimizi alnımıza götürdük. Zabit bize bakıp güldü ve selamımızı aldı. Arkamızdan bir ses “Aferin çocuklarım!” diyordu. Döndüğümüz zaman yakasının iliğinde kurdele bulunan bir ihtiyar gördük. Bu emekli olmuş bir zabitti: “Aferin çocuklarım. Ne kadar iyi yaptınız. Küçük iken sancağı selamlayan büyüdüğü zaman müdafaa eder!”
Bu mert adam böyle söylerken alayın bayrağı, sesleri askerî mızıkaya refakat eden bir çocuk sürüsüyle kuşatılmış olarak, orada, Korso’nun üzerinde dalgalanıyordu.

NELLI’NİN KORUYUCUSU

    23 Çarşamba
Dün askerin geçişine Nelli de bakıyordu. Çaresiz küçük kambur hazin bir tavır ile “Ben hiç asker olamam.” diyordu. Zavallı çocuk çok çalışıyor fakat o kadar zayıf ve o kadar renksiz ki derhâl nefesi kesiliyor. Annesi, siyahlar giyen sarışın, ufak tefek bir hanım. Çıkış saatinde kalabalığın içinde itilip küçümsenmesin diye onu almaya gelir. Onu ne kadar okşadığını görmeli.
İlk günlerde talebe Nelli ile eğleniyorlar ve çantalarıyla arkasına dokunuyorlardı. O hiç isyan etmiyor ve annesine de söylemiyordu. Arkadaşlarının onu rahatsız ettiklerini öğrenip de annesinin müteessir olmasına meydan vermek istemiyordu. Nelli ile eğlenirlerdi ve o zavallıcık da alnını çekmecesine dayayıp sessizce ağlardı. Bir gün Garron müdahale etti ve mekteplilere dedi ki:
“Nelli’ye dokunanın benimle işi var. Ona öyle bir tokat atarım ki hiç hatırından çıkmaz.”
Franti Garron’un sözlerini hiç hesaba katmayarak Nelli’ye dokunmuş ve onu üç defa döndüren kuvvetli bir tokatı yemişti.
Bu zamandan beri artık kimse Nelli’yi rahatsız etmiyor. Mösyö Perboni, Garron’u küçük Kanbölle aynı sıraya koydu ve onlar bir çift dost oldular. Nelli, Garron’ı çok sever. Sınıfa girer girmez gözleri derhâl Garron’u arar. Ona Allah’a ısmarladık, demedikçe gitmez. Garron da böyle yapar. Nelli sıranın altına bir kalem yahut kitap düşürdüğü zaman arkadaşı yorulmasın diye derhâl Garron eğilir ve düşen şeyi alır. Sonra çantasının içine kitaplarını yerleştirmek, pardösüsünü giymek için de ona yardım eder. Bunun içindir ki Nelli onu o kadar sever ve muallim, Garron hakkında takdirde bulununca o kadar sevinir. Âdeta bu takdirlerin kendisine, Nelli’ye söylendiği zannolunur. İyice biliyorum ki Nelli annesine her şeyi, ilk günlerin takılmalarını, arkadaşının müdahalesini söylemiştir. Zira işte bu sabah bakın ne oldu? Mösyö Perboni ders programını götürmek üzere beni müdürün yanına gönderdi ben orada iken Nelli’nin annesi girdi. Müdüre soruyordu: “Oğlumun sınıfında Garron isminde bir çocuk var ya?”
“Evet madam.”
“Onu buraya lütfen çağırır mısınız birşey söyleyeceğim.”
Müdür kapıcıyı zille çağırarak Garron’u getirmesini söyledi. Bir dakika sonra Garron müdürü tarafından çağrılmasından dolayı şaşkın bir tavır ile girmişti. Madam Nelli koca çocuğu görür görmez hemen koştu ve başını tutarak müteaddit defa öptü:
“Garron sen misin, oğlumun arkadaşı, benim zavallı yavrucuğumun koruyucusu sen misin aziz çocuk?”
Sonra boynundan ucunda bir küçük haç bulunan altın bir kordonu çıkarıp Garron’un boynuna geçirerek: “Bu küçük yadigârı al muazzez çocuk!” diyordu, “Seni takdis eden ve sana teşekkür eden bir annenin elinden onu kabul et!”

SINIFIN BİRİNCİSİ
Garron bütün kalpleri kazandığı gibi Derossi de hep numaraları kazanır. O birincilik madalyasını almıştı. Bu sene de birinci olacak. Onunla kimse müsabaka edemez. Üstünlüğü her hususta tanınmıştır. Hesapta birinci, gramerde, yazıda, resimde hep birinci. Herşeyi fevkalâde bir kolaylıkla anlıyor. Hayrete şayan bir hafızası var. Her şeyi zahmetsizce başarıyor zannedilir ki tahsil onun için bir oyundan başka bir şey değil. Muallim ona dün de yine “Siz tabiatin büyük mevhibelerine maliksiniz. Onları israf etmemeye çalışınız.” diyordu.
Doğrusu her şeyde ondan aşağı olduğunu hissedince kıskanmamak mümkün değil. Ah! Votini gibi ben de ona gıpta ediyorum. Evde ödevlerimi yaparken Derossi’nin kendininkileri çoktan yorulmaksızın, hem de yanlışsız olarak bitirmiş olduğunu düşünürüm ve bundan bir acılık, hemen hemen bir hiddet hissederim fakat sınıfa gelip de onu mütebessim, güzel ve muzaffer bir hâlde görünce, muallimin suallerine verdiği cevapları, daima açık ve temiz cevapları işitince bütün acılık ve bütün hiddet kalbimden çıkar ve bu fena hisleri duymuş olduğumdan dolayı utanırım.
Derslerimi birlikte yapmak için daima onun yanında bulunmayı isterdim, çünkü onun huzur, hararet ve gayretinden bana da bir hisse ayırarak çalışmak cesaret ve arzu veriyor.
Mösyö Perboni kopya etmek üzere Derossi’ye verdiği “Lombardiyalı Küçük Keşşaf” ismindeki aylık hikâyeyi yarın bize okuyacak. Bu sabah bu kahramanca vakayı kopya ederken Derossi”nin gözleri nemleniyor ve dudakları titriyordu. Ben ona bakarken şu sözleri söyleyebilmekle kendim de saadet hissettim: Derossi sen benden çok değerlisin. Sana hürmet eden ve seni taklit etmek isteyen küçük Hanri’ye nispetle sen, yetişmiş bir adam gibisin.”

LOMBARDİYALI KÜÇÜK KEŞŞAF

(Aylık hikâye)

    26 Cumartesi
1859 senesinde Lombardiya’nın kurtarılması için yapılan muharebe esnasında Avusturyalılara karşı Fransız ve İtalyanlar tarafından kazanılmış olan Solferino ve San Martino Harbinden birkaç gün sonra idi. Haziran ayının güzel bir sabahında Salük süvarilerinden bir küçük takım civarı dikkatle araştırarak bir keçi yolundan düşmana doğru yavaşça gidiyorlardı. Asker kıtası bir zabitle bir onbaşı tarafından kumanda ediliyordu. Sessizce ve düşman ileri karakollarının beyaz üniformalarını her an içinde görmeğe hazır bir vaziyette önlerine, ileriye bakıyorlardı. Böylece dişbudak ağaçlarıyla ihata edilmiş küçük bir kır evinin yanına geldiler. Evin önünde on iki yaşlarında bir çocuk duruyor ve değnek yapmak için bir dişbudak dalını soymakla meşgul oluyordu. Evin bir penceresinden, geniş, üç renkli bir bayrak sallanıyor ve içinde hiç kimse bulunmuyordu. Köylüler bayrağı astıktan sonra Avusturyalıların korkusundan kaçmışlardı. Çocuk süvarileri gördüğü zaman değneğini attı ve şapkasıyla selâmladı. Bu sarı saçlı ve büyük mavi gözlerle tenvir edilmiş cesur, şimalî, güzel bir çocuktu. Arkasındaki gömleğin yırtığından çıplak teni görünüyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” Atını durdurmuş zabit, soruyordu, ”Niçin ailenle kaçmadın?”
“Ailem yok ki. Ben kimsesiz bir çocuğum. Hayatımı kazanmak için çalışırım. Burada muharebeyi görmek için kaldım.
“Avusturyalıların geçtiğini gördün mü?”
“Hayır, üç günden beri görmedim.”
Zabit biraz durduktan sonra attan atladı ve askerlerini düşman tarafına dönmüş bırakarak küçük evin içine girip dama çıktı. Ev alçak olduğu için yukarıdan ancak sahranın küçük bir kısmı görünebiliyordu.
Oradan inerek “Ağaçlara çıkmak lazım gelecek.” dedi.
Tamam! Kapının önünde maviliğin içinde, tepesi hafifçe sallanan bir dişbudak yükseliyordu. Zabit bazen askerlere, bazen de ağaca bakarak düşünceli kaldı ve sonra da birdenbire:
“Sen iyi görür müsün yavrum?” diye çocuğa sordu.
“Ben mi? Bin adımdan bir kuşu görürüm.”
“Bu ağacın tepesine çıkabilir misin?”
“Bu ağacın tepesine mi? Bu benim için iki dakikalık iş.”
“Peki, yukarıdan bana gördüklerini, bu tarafta Avusturya askerleri, toz bulutları, beygirler yahut parlayan tüfekler varsa bana söyler misin?”
“Şüphesiz, hepsini söylerim.”
“Bana bu hizmetimi görmek için ne istersin?”
“Ne mi isteyeceğim? Vallahi hiçbir şey! Eğer Avusturya askeri için olsaydı ne kadar para verseler yapmazdım. Fakat bizim askerlerimiz için.. Ben Lombardiyalıyım…”
“Pekiyi, öyle ise tırman bakalım!”
“Biraz durun ki ayakkabılarımı çıkarayım.”
Çocuk kunduralarını çıkarttı, pantalonunun kemerini sıktı ve kasketini çimenin üzerine atarak ağacın gövdesini kucakladı.
Zabit ani bir korku duymuş gibi “Aman! Dikkat et!” dedi. Çocuk arkasına dönerek mavi gözlerinin sessiz sualiyle baktı.
“Bir şey yok, çık!”
Çocuk bir kedi gibi tırmandı.
Biraz sonra koca ağacın tepesine vâsıl olmuştu. Ayakları yaprakların arasında kaybolmuş fakat gövdesi gözüküyordu. Güneş sarışın başına vurarak orada yaldızlı yansımalar yapıyor gibiydi. Yukarıda o kadar küçük görünüyordu ki zabit onu ancak görebiliyordu.
Zabit “Doğruca ön tarafına, uzağa doğru bak!” diye bağırdı.
Çocuk iyice görmek için sağ elinin dayandığı dalları ayırıyor ve gözünün önünden kaldırıyordu.
Zabitin “Ne görüyorsun?” demesi üzerine çocuk eğildi ve elini boru gibi yaparak ona seslendi:
“Yolun üzerinde beygirli iki adam.”
“Buradan ne kadar mesafede?”
“Bin yahut bin iki yüz adım.”
“Çıkıyorlar mı?”
“Hayır duruyorlar.”
Bir an sükûttan sonra zabit “Daha ne görüyorsun? Sağa bak!” diye sordu. Çocuk sağ tarafa baktıktan sonra:
“Mezarlığın yanında, ağaçların arasında… dedi, Parlayan bir şeyler var. Süngü olmalı.
“Adam görüyor musun?”
“Hayır, buğdayların içine saklanmışlar.”
Tam bu esnada bir kurşunun keskin ıslığı havadan geçti, Zabit “Seni gördüler. Artık hiçbir şey öğrenmek istemiyorum. İn!” diye bağırdı.
Çocuk “Ben korkmuyorum!” diye cevap veriyordu.
“İn! Sana in diyorum!”
“Durunuz! Orada, sol tarafta görüyorum ki…”
Çocuk bu defa diğerinden daha alçak geçen bir kurşunun ıslığıyla sözünü kesti. Birdenbire ürkerek:
“Hınzır Avusturyalılar muhakkak beni vurmak istiyorlar.” dedi. Kurşun kulaklarında çınlamıştı.
Zabit “Şimdi in!” diye âmir ve hiddetli bir sesle bağırdı.
“İnmiyorum, ağaç beni saklıyor, müsterih olunuz. Sol tarafta ne olduğunu öğrenmek ister misiniz?”
“Hayır. Hayır in!”
Çocuk gövdesini bu tarafa meylettirerek “Solda, küçük kiliseye yakın zannederim ki” diye bağırırken üçüncü bir kurşunun ıslığı işitildi ve sonra ağacın gövdesine ve dallarına çarparak çocuğun tekerlendiği ve baş aşağı, elleri açık düştüğü görüldü. Zabit “Ah lanet olsun!” diye bağırarak koştu. Çocuk arkaüstü düşmüş ve elleri bir haç gibi uzanmış kalmıştı.
Göğsünden bir miktar kan çıkıyordu. Zabit eğilip çocuğun gömleğini açarken onbaşı ile iki nefer de beygirlerinden sıçradılar.
Kurşun sol ciğere girmişti. Zabit “Ölmüş!” diye bağırırken onbaşı “Hayır, yaşıyor!” diyordu.
“Ah zavallı çocuk, mert çocuk.” Zabit diyordu, “Cesaret, cesaret!”
Fakat o cesaret, derken ve mendilini yaranın üzerine koyarken çocuğun gözleri haddinden fazla açıldı ve sabit bir hâlde kaldı. Başı da ruhsuz düştü. Artık ölmüştü.
Zabit sarardı ve çimenlerin üzerine serilmiş çocuğu bir müddet seyretti. Yanındaki birkaç asker de hareketsiz kalmıştı. Diğer askerler düşman tarafına döndüler. Zabit kendini toplayarak hüzünle tekrar etti: “Zavallı çocuk, zavallı ve cesur çocuk!” Ve eve doğru yaklaşarak pencereden üç renkli bayrağı kaldırdı ve çehresini açık bırakarak küçük ölünün üzerine bir kefen gibi serdi. Onbaşı kunduralarını, kasketini, tamamlanmamış değneğiyle bıçağını toplayarak yanına koydu.
Zabit bir an sessiz kaldıktan sonra onbaşıya dönerek;
“Onu almak üzere seyyar hastane memurlarını göndeririz. Askerlikte öldüğü için onu defnedecekler asker olmalıdır.” sözlerini söyledikten ve eliyle küçük ölüye bir buse gönderdikten sonra “Atlara!” komutunu verdi. Askerler eğerlere sıçradılar, kıta yolunu takip ettiler.
Birkaç saat sonra küçük ölüye askerî ihtiram yerine getiriliyordu.
Güneş batarken İtalyan ileri hatları düşmana doğru ilerliyorlardı.
O sabah süvarilerin geçtiği yoldan iki taraflı avcı askerleri geliyorlardı ki bunlar birkaç gün evvel San Martino Muharebesinde kanlarını değerli bir surette dökmüşlerdi.
Çocuğun ölüm haberi, ordugâhı terketmezden evvel asker sıralarının arasına yayılmıştı. Bölüklerin birinci zabitleri küçük cesedin üç renkli bayrağa sarılı olduğu hâlde dişbudak ağacının dibinde uzanmış olduğunu görünce onu kılıçlarıyla selamlıyorlardı. İçlerinden birisi yakından geçen bir ırmağın kenarına eğilerek birkaç çiçek topladı ve çocuğun cesedi üzerine attı. Şimdi bütün oradan geçen avcı askerleri kumandanlarını takliden küçük ölünün üzerine çiçekler atıyorlardı. Birkaç dakikada üzeri çiçeklerle örtülmüştü, zabitler ve askerler geçerken herbiri “Aferin küçük Lombardiyalı!” “Allah’a ısmarladık!” “Aziz çocuk!” “Cesur çocukmuşsun!” “Şeref sana yavrum!” “Elveda!” diye selamlıyorlardı. Bir zabit onun üstüne askerlik kıymeti bulunan madalyasını attı, bir diğeri alnından öpüyordu. Ve çiçekler çıplak ayaklarına, kanlı göğsüne, bayrağına sarılmış istirahat eden sarışın başına yağmakta devam ediyordu.
Zavallı yavrucuğun siması gülüyor gibiydi. Sanki bu selamları işitiyor ve muazzez Lombardiya’sı için hayatını verdiğinden dolayı bir saadet hissediyordu.

FAKİRLER

    29 Salı
Küçük Lombardiyalı gibi hayatını vatan için feda etmek büyük bir fazilettir fakat ihmal edilmemesi gereken diğer faziletler de var oğlum. Bu sabah mektepten gelirken önümde yürüyordun. Kollarının arasında sararmış ve narin bir çocuk bulunan bir fakir kadının yanından geçtik. O senden sadaka istiyordu: Baktın ve cebinde onluklar bulunduğu hâlde bir şey vermedin. Dinle yavrum. Elini uzatan sefaletin, hele çocuğu için bir onluk isteyen bir annenin önünden kayıtsızca geçmeye alışma! Bu küçük yavrunun belki aç olduğunu, zavallı annenin azabını düşün. Annen bir gün “Hanri sana verecek ekmeğim yok.” demeğe mecbur olursa onun ne kadar üzgün hıçkırıklarla ağlayacağını tasavvur et. Ben bir fakire sadaka verdiğim zaman o, aileme ve bana dua ederek teşekkür eder. Bilemezsin ki bu sözler bana ne kadar tatlılık verir ve onu söyleyen fakir için ne kadar şükranlık hissederim. O duanın sevdiklerimi muhafaza edeceğini zanneder ve kendi kendime “Bu fakir bana verdiğimden fazlasını iade etti.” diyerek evime daha memnun bir hâlde dönerim. Beni dinle Hanri’ciğim dayanağı olmayan bir ihtiyarın, ekmeksiz bir annenin, annesiz bir çocuğun eline bırakmak için küçük kesenden daima bir onluk ayırmalısın. Fakirler çocukların sadakasını severler. Çünkü o sadaka onları mahcup etmez. Çünkü her şeye ihtiyaçları olmak cihetiyle çocuklar onlara benzer. Dikkat ettin mi ki dilenciler daima mekteplerin geçidinde bulunuyorlar. Bir adamın sadakası insanca bir muameledir. Bir çocuğunki ise insanca bir muamele olmakla baraber aynı zamanda okşayıştır. Anlıyormusun? Sanki çocuğun elinden sadaka ile birlikte bir çiçek de düşüyormuş gibidir. Düşün ki senin hiçbir şeyin eksik değil; onların ise her şeyi noksan. Sen saadetini hissettiğin zaman onların ölmekten başka arzuları yoktur.
O kadar zengin evlerin arasında, arabaların, kadifeler giymiş çocukların geçtiği sokaklarda yiyecekleri olmayan kadınlar ve çocuklar var. Bunları düşünmek ne hazindir.
Yiyecek bir şeyi olmamak; ah ya Rabbi! Avcuna bir onluk koymaksızın dilenen bir annenin önünden hiçbir zaman geçme Hanri’ciğim!

Aralık

İŞ ADAMI
Her tatil günü arkadaşlarımdan birini evimize davet etmeyi veya onlardan birine gitmemi, yavaş yavaş dost peyda etmemi babam istiyor.
Pazar günü o daima iyi giyinen Votini ile gezmeye gideceğim. Bugün karga burunlu, büyük ve zayıf olan ve gözleri her şeyi araştıran Garoffi’yi gördüm. Bu Garoffi pek tuhaf bir mahluktur. Daima cebindeki parayı sayar. Parmaklarıyla gayet çabuk hesap yapar. Çarpım cetveline muhtaç olmaksızın zihninde kim bilir hangi hesap uygulamasını yapar. Bütün onluklarını daima bir tarafa koyar. Daha şimdiden tasarruf sandığında defteri vardır. Mesela sıranın altına cebinden bir santim düşse onu saatlerce arar. Derossi’nin dediği gibi tıpkı saksağan kuşu gibi bulduğu her şeyi toplar: Eski kalem-uçları, battal edilmiş posta pulları, iğneler, boş kutular ve saire, îki seneden fazladır ki posta pulu topluyor. Büyük albümünde bütün memleketlerin yüzlerce pulu var. Koleksiyon tamam olduğu vakit; hiç şüphesiz onu hemen bir kitapçıya satacaktır. Kitapçı Garoffi’yi bekleyerek bedava defterler verir. Çünkü o kitapçıya birçok çocuklar götürür. Mektepte kendinin iş dediği, değiştirme, satış, piyango gibi şeyler yapar. Bazı defa değiştirdiğinden pişman olur ve verdiğini geri ister. Dört onluğa sattığını iki onluğa tekrar alır. Tütüncülere eski gazeteler satar. Bütün yaptığı bu işler bir küçük cep defterinde kayıtlıdır. Orada rakamların bütünlerinden, çıkarmalarından başka bir şey görülmez. Mektepte hesaptan başka bir şeye çalışmaz ve ondan madalya almak ister, amma bu ancak onun vasıtasıyla küçük kukla tiyatrosuna bedava girebilmek içindir. Bu Garoffi hoşuma gidiyor ve beni eğlendiriyor.
Dirhemler ve terazilerle ticaret oyunu oynadık. O her şeyin fiatını bilir. Dirhemleri tanır ve bir bakkal kadar çabuk kâğıttan külahlar yapar. Mektepten çıkar çıkmaz kendi tarafından icat edilmiş yeni bir ticaret yapmak için bir dükkân açacak. Ecnebi posta pulları verdiğim için pek memnundu. Koleksiyon için her birinin bir metelik kıymetinde olduğunu söylüyordu. Babam gazete okuyormuş gibi yaparak onun söylediklerini büs bütün dinliyor ve pek eğleniyordu. Garoffi’nin cepleri siyah bir zarf içinde bulunan bütün ticaret eşyasıyla daima doludur. Büyük tacirler gibi onun her zaman tedarikli ve işiyle meşgul bir hali vardır. Fakat en candan malik olduğu şey, pul koleksiyonu, onun hazinesidir. Ondan bir servet çıkartacakmış gibi daima bahseder. Arkdaşlar onu cimri ve faizci addediyorlar. Onların fikirlerine katılmam. Ben onu severim. Çünkü o bana çok şey öğretir ve bir büyük adam tesiri yapar. Odun tacirinin oğlu Koretti temin ediyordu ki Garoffi annesinin hayatını kurtarmak için olsa bile pullarını vermez. Pederim de “Hükmetmek için daha bekle!” diyordu.
Kısaca bu ticaret hevesi bana öyle geliyor ki kalp sahibi olmaya mâni değildir.

ÖVÜNME

    5 Pazartesi
Dün Votini ve pederi ile gezmeye gitmiştim. Dora Grossa Sokağı’ndan geçerken Stardi’yi gördük ki kendisini bunaltma bedbahtlığında bulunan arkadaşlarımı tekmeliyordu. Bir kitapçı dükkânının önünde durmuş gözlerini bir haritaya dikmişti. Sokakta bile çalışıyor. Küçük nezaketsiz, bizim selâmımızı ancak iade etti. Votini pek şık giyinmişti. Bir çocuk için hatta fazla şık diyeceğim. Kırmızı ile işlenmiş keçi derisi ayakkabıları, işlenmiş ve ipek harçlarla süslenmiş bir elbisesi, beyaz keçeden şapkası ve altın saati vardı!.. Azametle yürüyordu amma övünmesinde bu defa başarılı olamadı. Yavaş yavaş yürüyen Mösyö Votini’yi arkamızda bırakarak yolda bir müddet koştuktan sonra taş bir sıranın önünde şöyle böyle giyinmiş küçük bir çocuğun yanında durmuştu. Çocuk yorgun görünüyor ve başını eğmiş orada istirahat ediyordu. Babası olması lazım gelen bir adam ağaçların altında gazete okuyarak gidip geliyordu. Oturduk. Votini küçük çocukla benim aramda oturuyor ve komşusunun dikkatini celbetmek için çare arıyordu.
Bir ayağını kaldırarak “Benim zabit potinlerimi gördün mü?” dedi.
Eminim ki bunu çocuğa baktırmak için söylemişti. O ise hiç aldırmıyordu.
Şimdi Votini ayağını indirdi, bana ipek şeritlerini gösterdi ve yanımdakinin tarafını gözeterek bana bu sırmalı şeylerden hoşlanmadığını ve onların yerine gümüş düğmeler koyduracağını söyledi. Emeği boşunaydı. Küçük çocuk Votini’ye gözlerini bile kaldırmıyordu. Votini bu defa parmağının üstünde beyaz keçeden güzel şapkasını çevirmeye başladı. Fakat çocuk mahsustan yapıyormuş gibi şapkaya da bakmaya tenezzül etmiyordu.
Votini sinirlenmişti. Cebinden saatini çıkararak bana makinelerini gösterdi. Komşumuz yine dikkat etmiyordu.
“Altınla yaldızlanmış gümüş mü?” diye sordum,
“Hayır.” dedi. “Altındır.”
“Fakat tamamıyla altından değil ya, gümüşü de vardır.”
“Hayır. Seni temin ederim.” Bunu söyleyerek çocuğu bakmağa mecbur etmek için saati ta burnunun dibine götürerek ona dedi ki:
“Bakınız, tekmil altından değil mi?”
O kuruca “Bilmiyorum” cevabını verdi.
Votini “O! o! ne kadar azamet!” diye bağırdı.
Tam bunu söylerken Mösyö Votini gelmiş ve sözlerini işitmişti.
Küçük komşumuza dikkatle baktı. Oğluna sertlikle “Sus!” dedi.
Sonra kulağına eğilerek “Zavallı çocuk kör.” diye ilave etti.
Şimdi Votini de çocuğun simasına baktı, camdan gözleri ruhsuzdu.
Votini şaşkın ve hayret dolu gözleri inmiş kalarak “Teesüf!” diye mırıldandı.
Hepsini anlayan âmâ çocuk iyi ve hüzünlü bir tebessümle “Ederimi?” Bilmiyordum” diye cevap verdi:
“O! ehemmiyeti yok…”
Votini biraz bencil olabilir fakat kalbi fena değil. Çünkü bütün gezdiğimiz zamanlarda düşünceli kalmıştı.

İLK KAR
Elveda gezme günleri! İşte çocukların dostu olan kar geldi!.. Dün akşamdan beri yasemin çiçekleri gibi sık ve kuşbaşı yağıyor. Bu sabah mektepte karın camlara çarparak saçaklara birikmesini görmek zevkli idi. Muallim de ellerini ovuşturarak bakıyordu. Biz kartopu yapacağımızı ve bundan sonra olacak buzu ve evde yakılacak ateşi düşünerek memnunduk. Mevsime karşı hiddetli ve daima ders ile meşgul Stardi’den başka dikkat etmeyen yoktu.
Çıktığımız zaman ne kadar güzel bayram oldu.
Herkes bağırarak sokakta yuvarlanıyor. Karı karıştırıyor ve suya atılmış küçük köpekler gibi karın içinde bata çıka yürüyordu. Dışarıda bekleyen ebeveynin şemsiyeleri bütün perdeliydi. Belediye memurunun kasketi de bembeyazdı. Bizim çantalarımız da pek az bir zaman içinde bembeyaz oldu. Bütün talebe küçük solgun Prekossi’ye, çilingirin o hiç gülmeyen oğluna varıncaya kadar sevinç içinde idi. Tramvayın altından çocuk kurtaran zavallı küçük Robetti ise koltuk değnekleriyle sıçrıyordu.
Şimdiye kadar karın, yeri bu kadar kapladığını hiç görmemiş olan Kalabralı kendisine kardan bir yumak yaparak sanki şeftali imiş gibi yiyordu.[8 - İtalya yarımadası’nın en cenubunda bulunan Kalabra’da hakikaten karın bolca yağdığı pek nadir görülür.] Yemişçi kadının oğlu Krossi çantasına kar doldurdu. Küçük Duvarcı da kahkaha ile gülüyordu. Tam o esnada babam onu yarın için bizim eve davet etti. Ağzı karla dolu olduğundan, tükürmeye, ya da yutmağa cesaret edemeyerek cevap vermeksizin bize bakakaldı. Muallimeler de mektepten çıkarak gülüyorlardı.
Birinci sınıftaki muallimem, o zavallıcık bile karın arasından yürüyor. Yeşil örtüsüyle yüzünü siper alarak öksürüyordu. Muallimler, kapıcılar ve muhafızlar “Evlerinize!” diye bağırırlarken mektepten kurtulmuş bu çocukların kışı bayram yapmalarına onlar da gülüyorlardı. Babam dedi ki:
“Kış için seviniyorsunuz. Fakat elbisesi, kundurası, ateşi olmayan çocuklar da var. Soğuktan berelenmiş elleriyle mekteplerini ısıtacak odunları taşıyarak[9 - Eskiden bizde de olduğu gibi henüz bazı memleketlerde kışın mektebi ısıtmak için her çocuğun bir miktar odun getirmesi bir âdettir.] uzun bir yoldan köylere inen binlerce çocuklar da var. İçinde çocukların dumandan nefes alamadıkları, soğuktan titreştikleri mağaralar gibi çıplak ve karanlık yüzlerce mektepler var ki karın içinde gömülmüşlerdir. Oradaki çocuklar uzaktaki kulübelerinin üzerine nihayetsiz yağan ve aralıksız şekilde yığılan bu beyaz kuşbaşı karlara çığlardan korkarak dehşetle bakarlar. Kışı bayram yapınız. Çocuklarım pekâlâ! Fakat kendilerine kışın ızdıraplar getirdiği binlerce çocuğu da düşününüz!

KÜÇÜK DUVARCI

    11 Pazar
Bugün küçük duvarcı babasının elbisesinden yapılan, üzerinde henüz kireç ve alçı izleri bulunan bir ceket giymiş olduğu hâlde geldi.
Pederim onun gelmesini benden fazla istiyordu ve bu ziyareti bizi memnun etti. Girer girmez karla tümüyle ıslanmış olan kasketini çıkararak cebine koydu, sonra yorgun amelelerin ağır tavrıyla basık burunlu, elma gibi yuvarlak çehresini öteye beriye çevirerek ilerledi. Yemek salonunda etrafına bir göz attı ve Rigoletto’yu[10 - Rigoletto; Büyük İtalyan Bestekârı Verdi’nin meşhur operasındaki başlıca şahıstır. Bu tiyatronun mevzusu Viktor Hügo’nun bir dramından alınmıştır ki orada aynı şahıs Birinci Fransuva’nın dalkavuklarından biri olan “Tribule” ismiyle nitelendirilmiştir.], bu kambur soytarıyı tasvir eden levhaya gözlerini dikerek ona tavşan gibi burnunu oynattı. Onu tavşan gibi burnunu oynatırken görüp de gülmemek kabil değildir.
Yapıcılık oyunu oynamağa başladık. Bu aziz küçük duvarcı engellerler durdurulmak lazım gelen kuleleri, köprüleri yapmak için fevkalade bir yeteneğe maliktir. O bunları bir küçük adam ciddiyeti ve sabrıyla yapar. Bir kuleyi yapıp ötekine başlarken bana ailesinden bahsetti. Ebeveyni ve kendisi, bir tavan arasında oturuyorlarmış. Babası okumak, öğrenmek için akşam derslerine gidermiş. Ebeveyni onu seviyormuş galiba. Çünkü fakirce elbisesi onu soğuktan muhafaza etmek üzere kalınlaştırıldığı ve boyun bağın mutlaka annesinin eliyle bağlanmış olduğu görülüyor.
Babasının hemen hemen bir dev kadar kocaman olduğunu bana söyledi. Kapıların altından zorla geçebilirmiş. Fakat iyi bir adammış ve oğlunu “tavşan burunlu” diye çağırırmış. Kendisi babasının tamamen aksi olup boyu küçüktür.
Saat dörtte bize kahvaltı verdiler. Minderde oturuyorduk. Kalktığımız zaman bilmem ki niçin küçük duvarcının ceketinden beyaz döşemede kalan izi silmemi pederim istemedi. Beni elimden çekerek sonradan gizlice kendisi sildi. Oynarken duvarcı ceketinin bir düğmesini kaybetmişti. Annemin onu diktiğini gördüğü zaman kıpkırmızı olmuş, şaşırmış kalmıştı ve kendisi için zahmet çektiğini görmekten o kadar mahcup olmuştu ki nefes almağa bile cesaret edemiyordu. Ona, bakması için karikatür albümü vermiştim. O hissetmeksizin resimlerdeki tuhaf suratları o kadar mükemmeliyetle taklit ediyodu ki babam bile gülmeğe başladı.
Küçük Duvarcı bugününden o kadar memnundu ki giderken şapkasını başına koymayı bile unuttu. Şüphesiz bana şükranını göstermek için olacak ki merdivenin sahanlığında bana bir defa daha tavşan gibi burnunu oynattı. İsmi Antuvan Rabükko, sekiz yaşında ve sekiz aylık.
Babam diyordu ki: “Arkadaşın orada bulunduğu zaman minderi silmeni niçin istemedim, biliyor musun oğlum? çünkü bu, onu kirlettiğinden dolayı darılmak gibi olacaktı ve elbette iyi değildi. Hem zaten o mahsustan yapmış değildi. Babasının çalışarak beyazlattığı elbise ile kirletti. Çalışmanın işaretleri daima hürmete değer. Bunlar toz, kireç, vernik ve daha başka şeyler olabilir. Fakat pislik olamaz. Çalışmak hiçbir zaman kirletmez. Çalışmaktan gelen bir ameleye hiçbir zaman (pis) deme. Elbisesinde gayretinin izleri var, demelisin. Bunu hatırla ve küçük duvarcıyı sev. Çünkü o senin arkadaşın ve ayrıca çalışkan bir adamın oğludur.”

BİR KARTOPU

    16 Cuma
Daima, daima kar yağıyor.
Bugün mektepten çıktığımız zaman bu kar yüzünden üzücü bir kaza oldu. Mektepten yeni boşanmış bir sürü çocuk erimiş kardan taş gibi sert ve ağır toplar yaparak birbirine atmağa başlamışlardı. Kaldırımın üzeri çok kalabalıktı. Bir mösyö “Artık bitiriniz kabadayılar!” diye bağırdı.
Tam bu esnada sokağın diğer tarafından keskin bir feryat işitildi. İhtiyar bir adam iki elini yüzüne kapamış sallanıyor ve yanında bir çocuk “İmdat! İmdat!” diye bağrıyordu.
Derhâl her taraftan koştular. Zavallı adamın gözünün üstüne bir kartopu gelmişti. Bütün mektepli sürüleri kaçışıyorlardı, ben babamın girdiği bir kitapçı dükkânının önünde idim ve arkadaşlarımdan birkaçının koşarak geldiğini ve durarak camekâna bakıyormuş gibi yaptıklarını gördüm. Cebinde bir parça ekmekle Garron, Koretti, küçük duvarcı ve adamı Garoffi vardı.
Halk ihtiyarın etrafına toplanmıştı. Bir polisle yolcular şuraya buraya koşuşarak soruyorlardı:
“Kimdir, bunu kim yaptı, söyleyiniz kim?”
Karla ıslanıp ıslanmamış olduğunu anlamak için çocukların ellerine bakıyorlardı. Garoffi benim yanımda idi. Onun titrediğini ve kar gibi bembeyaz kesildiğini gördüm.
“Kim yaptı, bu topu kim attı?” diye bağırmakta devam ediyorlardı.
Garron’un Garoffi’ye “Haydi git kendin olduğunu söyle; eğer başka birisini tutarlarsa bu bir alçaklık olur!” dediğini işittim.
Garoffi bir yaprak gibi titreyerek “Fakat ben mahsus yapmadım” diyordu.
“Nasıl olursa olsun. Sen vazifeni yap.”
“Cesaret edemiyorum ki.”
“Korkma! seninle beraber geleceğim.”
Polis ve diğer adamlar gittikçe daha fazla “Kim yaptı, kim yaptı?” diye bağırıyorlar ve “Gözlüğünün camını kartopu ile içeri sokarak haydutlar adamcağızın gözünü çıkardılar.” diyorlardı. Garoffi bu sözü işitince yere düşecek gibi oldu. Garron ona katiyetle:
“Gel!” dedi “Ben seni müdafaa edeceğim.” ve kolundan tutarak, bir hasta gibi yardım ederek ilerletti.
Garoffi görüldüğü zaman o olduğu anlaşılmıştı ve birkaç kişi yumruklarını kaldırmış yürüyorlardı. Fakat Garron arkadaşının önüne siper alarak “On kişi bir çocuğu dövmeye mi geliyorsunuz?” diye bağırdı. Yumruklar indi ve bir polis gelip Garoffi’yi aldı, kalabalığın arasından geçirerek yaralının bulunduğu dükkâna kadar götürdü. Yaralıyı gördüğüm zaman bizim apartımanın dördüncü katında oturan ihtiyar memur olduğunu derhâl tanıdım. Küçük yeğeni de yanında idi. Mendili gözlerinde, bir iskemlede dirseğine dayanmıştı.
Korkusundan yarı ölmüş bir hâlde Garoffi hıçkırarak: “Ben mahsus yapmadım, ben mahsus yapmadım ki!” diyordu. İki yahut üç kişi “Diz çök de af dile!..” diye bağırarak onu şiddetle dükkânın içine attılar.
Fakat derhâl iki kuvvetli kol Garoffi’yi ayağa kaldırdı ve kati bir ses “Hayır efendiler!” dedi. Bu hepsini görmüş ve işitmiş olan müdürümüzdü.
Garoffi hıçkırıklarla ağlayarak ihtiyarın ellerini öpüyordu. Adamcağız da bu pişman olan çocuğun başını elleriyle arayarak okşadı ve “Haydi çocuğum, “Evinize gidiniz.” dedi.
Babam beni kalabalığın arasından çekti. Yolda giderken bana, “Hanri sen de aynı mevkide bulunsan vazifeni yapacak, kabahatini itiraf edecek cesarette bulunabilir misin?” diye sordu:
“Evet!” dedim.
“Bana kalpli ve namuslu bir çocuğa yakışır söz ver!”
“Size söz veriyorum sevgili babacığım!”

MUALLİMLER

    17 Cumartesi
Garoffi bugün muallimin azarlamasını bekleyerek çok korkuyordu. Fakat Mösyö Perboni gelmedi ve o anda muavin bulunmadığı için derse gelen, muallimelerin en yaşlısı olam Kromi idi. Çocuğu hasta olduğu için mahzundu. Sınıfa girdiği zaman talebeler gürültü yapmaya başlamıştı. Ağır ve sakin sesiyle bize “Benim beyaz saçlarıma hürmet ediniz. Ben yalnız bir muallime değil, anneyim!” dedi. Artık kimse konuşmaya cesaret edemedi. Küstah Franti bile onunla ancak gizlice alay ederek kendini eğlendirebiliyordu.
Madam Kromi’nin sınıfına kardeşimin muallimesi Matmazel Del-kati, onun yerine de daima koyu renkte elbise giyindiği için burada “küçük rahibe” denilen muallime gönderilmişti. Bunun çehresi bembeyaz ve ince saçları parlak, gözleri şeffaf ve tatlı sedası dualar fısıldamak için yaratılmış gibidir. Hâlbuki o bu tatlı sesiyle kendi küçük âleminin usluluğunu temin etmeyi bilir ve en yaramazlar bile onun önünde yaramazlığa cesaret edemezler.
Çok hoşuma giden bir muallime var ki iptidaî birinci senenin üç numaralı sınıfında muallimedir. Pembe çehreli genç bir kadın. Yanaklarının ortasında iki küçük çukur var. Kırmızı tüylü şapka giyer. Daima neşelidir, sınıfı hep sevinçli bir hâlde bulundurur, ve daima tebessüm eder. Sükûtu temin için cetveliyle mütemadiyen masasına vurur. Bazen de hafifçe çocukların ellerine. Talebesi çıktığı zaman onları sıraya koymak, birisinin yakasını düzeltmek, ötekinin paltosunun önünü iliklemek için arkalarından koşar. Kavga etmemeleri için sokakta onları takip eder. Evde cezalandırılmamaları için ebeveyne ricalar eder, öksürenler için cebinde haplar bulundurur ve üşüyenlere atkısını eğreti verir, örtüsünden ve kısa mantosundan çekerek onu okşamak ve öpmek isteyen küçükler tarafından mütemadiyen hücuma uğrar ve müsait bulunarak onların okşamalarına tatlılıkla cevap verir. Güzel tebessümü yanaklarına küçük çukurcuklarını gönderir. Bu latif muallime ki aynı zamanda resim muallimesidir. Bütün gün çalışarak annesine ve kardeşine yardım ediyor.

YARALININ YANINDA

    12 Pazar
Kar topu ile yaralanan ihtiyar memurun yeğeni bahsettiğim sevimli muallimenin sınıfında bulunuyor. Bugün onu gördük. Kendisini oğlu gibi yetiştiren amcasının yanında ikamet ediyor. Gelecek hafta bize okunacak olan “Floransalı Küçük Yazıcı” başlıklı aylık hikâyeyi yazıp bitirdiğim zaman babam “İhtiyar mösyöden haber almak için dördüncü kata çıkalım!” dedi. İhtiyarın yattığı, hemen hemen karanlık odaya girdik, yastıklara dayanarak yatakta oturuyordu. Zevcesi başucunda duruyor ve odanın bir köşesinde küçük yeğeni oynuyordu. Bir gözü sarılı idi. Babamı görünce memnun oldu. Oturduk. Bize iyi olduğunu, gözünün çıkmadığını ve birkaç güne kadar tamamıyla iyileşeceğini anlattı ve “Bu bir fena tesadüftü. O zavallı çocuğun çektiği korkuya teessüf ediyorum!” diye ilave etti. Sonra bize kendisini tedavi eden doktordan bahsetti. Kapının çalındığını işiterek “Ah! İşte muhakkak odur” dedi. Kapı açıldı, kimi göreyim: Uzun mantosuna bürünmüş Garoffi. Eşiğin üstünde, başı eğilmiş, girmeğe cesaret edemiyordu.
İhtiyar “Ne var?”diye sordu.
Babam “Kar topunu atan çocuk” diye fısıldadı.
Elini Garoffi’ye uzatarak ihtiyar “Gel zavallı yavrum sen yaralıdan haber almağa geldin değil mi?” dedi “O pek iyidir. Merak etme. Neredeyse tamamen iyileştim…”
Garoffi ağlamamak için kendini zorlayarak mahcubiyetle yatağa yaklaştı. İhtiyar onu okşuyor fakat o, o derece utanıyordu ki bir kelime bile söyleyemiyordu.
Yaralı devam etti: “Geldiğine teşekkür ederim. Git babana ve annene de ki merak edilecek hiçbir şey yok.”
Garoffi kalbini ezen birşey varmış da söylemeye cesaret edemiyormuş gibi kımıldayamıyordu.
“Ne istiyorsun? Bana söyleyeceğin bir şey mi var?”
“Ben… Hayır!”
“Öyle ise selametle yavrucuğum. Kalbin rahat olarak gidebilirsin.”
Garoffi kapıya doğruldu fakat kapının yanına geldiği zaman durdu ve merakla bakarak kendisini takip eden küçük yeğene döndü. Derhâl mantosunun altından bir şey çıkardı ve “Bu senin için.” diyerek çocuğun eline tutuşturup bir şimşek gibi kayboldu.
Çocuk verilen şeyi amcasına getirerek sargısını açtı. Ben hayretimi zaptedemeyerek “Ay!” dedim, bu zavallı Garoffi’nin getirdiği o meşhur albüm, o posta pulu koleksiyonu idi. Bu koleksiyondan o, daima bahsederdi. Ona o kadar pahalıya mal olan bu kıymetli şey üzerine o ne büyük ümitler kurmuştu. Hülasa bu onun hazinesiydi. Zavallı çocuk! Af ile değiştirmek için hayatının yarısını vermiş oluyordu.

FLORANSALI KÜÇÜK YAZICI

(Aylık hikâye)
O ilk mektebin dördüncü sınıfında idi. On iki yaşında, siyah saçlı, beyaz tenli bir nazik Floransalı; maaşı pek az, ailesi kalabalık olduğu için pek sıkıntı ile ancak geçinebilen bir şimendifer memurunun oğlu. Babası onu pek sever ve hakkında gayet müsaadeli bulunurdu. Her şey için müsaadeli, yalnız ders için değil. O bu noktada sert ve ciddidir. Çocuklarının en büyüğü olan bu oğlu aileye yardım için mümkün olduğu kadar erken bir mevki kazanmalı ve buna çabuk layik olmak için de az zamanda çok çalışmalı.
Zaten o babasının teşvikinden fazla çalışırdı. Baba yaşlı olmakla beraber fazla gayrete mecbur olduğu için hakikatte olduğundan daha ihtiyar görünüyordu. Bununla beraber ailesinin ihtiyacını temin için vazifesinde tahammül ettiği zor hizmet dışında, oradan buradan kopya edilecek yazılar alıp gecesinin bir kısmını da bu meşguliyetle geçirirdi.
Son zamanda gazete ve cüz cüz kitaplar neşreden bir yayıncının verdiği, abonelerin isim ve adreslerini sargı kağıtlarının üzerine yazma vazifesini kabul etmişti. Muntazam yazılmış beş yüz adres için üç frank kazanıyordu fakat bu çalışma onu yoruyor ve çoğu zaman, akşam sofrada “Gözlerim harap oluyor, gece işleri beni bitiriyor!” diye şikâyet ediyordu.
Çocuk bir gün “Bırak baba senin yerine ben yazayım. Biliyorsun ki tıpkı senin gibi yazıyorum…” demiş, baba ise yok evladım sen çalışmaya mecbursun. Mektep ödevlerin benim sargı kâğıtlarımdan çok ehemmiyetlidir. Senin bir saatini meşgul etmek bile benim için azaptır. Teşekkür ederim, fakat katiyen istemem…” diye cevap vermişti.
Çocuk babasının razı olmayacağını anlayarak ısrar etmedi. Fakat bakın ne yaptı: Biliyordu ki babası tam gece yarısında yazısını bitiriyor ve yatmak için yatak odasına çıkıyordu.
Çok zaman asma saat on ikiyi vurduktan sonra babasının iskemlesini yerine koyarak ağır adımlarla yatak odasına yol aldığını işitmişti.
Bir gece babasının uyumasını bekledi, sonra kalkarak sessizce giyindi, yoklaya yoklaya odaya girerek lambayı yaktı. Üzerinde bir yığın boş sargı kâğıdı ve bir adres listesi bulunan masanın önüne oturup babasının yazısını tamamıyla taklit ile yazmağa başladı.
Başarıyla yazmaktan memnundu. Fakat yine ızdıraptan bağımsız değildi…
Sargı kâğıtları yığılıyordu… Ara sıra ellerini ovuşturmak için kalemi bırakıyor, sonra etrafı dinleyerek ve tebessüm ederek daha dikkatle başlıyordu.
Böylece yüz altmış tane adres yazmıştı.
Tam bir frank hak edilmişti. Şimdi kalemi aldığı yere koydu.. Lambayı söndürdü ve parmaklarının uçlarıyla yürüyerek yatağına döndü.
Bugün öğleyin peder sofraya daha keyifli gelmişti o hiçbir şeyin farkında olmamıştı. Başka şeyler düşünerek tabii hâlinde işini görüyor, ertesi günkü sargıları düşünmüyordu. Neşe ile oturmuş ve elini oğlunun omuzuna koyarak “Eh Jül! Artık baban senin inanmayacağın kadar çalışıyor. Dün akşam iki saatte evvelki gecekilerden fazla iş yaptım. Ellerim henüz çevik, gözlerim de daha vazifelerini pekâlâ yapıyor.”
Jül, tamamen memnun. Kendi kendine “Zavallı babacığım! İkinci bir kâr olarak kendine gençleşmek kanaatini de veriyorum. Öyle ise gayret!” dedi.
Başarısından cesaretlenerek ertesi gece saat gece yarısını çalınca Jül yine çalışmak için kalktı ve bunu birçok geceler yaptı.
Baba şüphe etmiyordu. O yalnız bir defa akşam yemeğinde birdenbire “Ne tuhaf şey. Bir zamandan beri burada fazla mürekkep sarf edilmeye başlandı.” dedi. Jül titremişti fakat bahis ileriye gitmedi ve çocuk yine gece çalışmalarına devam etti.
Bütün gece böyle çalışarak kâfi derecede rahat edemiyor. Sabahları yorgun kalkıyor, geceleri vazifelerini yaparken gözleri ister istemez kapanıyordu.
Bir akşam ömründe ilk defa olmak üzere defterinin üzerinde uyudu. Baba ellerini çırparak “Haydi gayret, gayret oğlum!” diye bağırdı.
Jül kendini toplayarak işine devam etti. Fakat ertesi gün aynı şey oldu. Gittikçe bu dermansızlık artıyordu.
Kitabının üzerinde uyuyor, âdetinden geç uyanıyor, derslerini çabucak yapıyor ve çalışmaktan lezzet almıyormuş gibi görünüyordu. Babası nasihatlar vermeye sonra da ilk defa olarak oğlunu tekdire başladı.
Bir sabah “Jül!” diyordu “Sen pek değiştin. Evvelki çocuk değilsin. Hatırına getir ki ailenin bütün ümidi senin istikbalindedir. İtiraf ederim ki senden memnun değilim.”
Bu sözlerle çocuk dehşete uğrayarak kendi kendine “Evet pek doğru.” diyordu, “Ben böyle devam edemem, bu hilenin artık bitmesi lazım.”
Fakat bu sabahın akşamında baba pek ziyade neşe ile sargı kâğıtlarından bu ay geçen aya kıyasla otuz iki frank fazla kazandığını söyleyerek bu fazla hasılatın şerefine çocukları için aldığı şekerleme kâğıdını cebinden çıkardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edmondo-de-amicis/cocuk-kalbi-69428752/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bkz. Dr. Nurhan Özaltın ve Mehmet Aydın.

2
Görülüyor ki İtalya mekteplerinde derslerin bittiğini işaret etmek üzere mektep kapıcısının sınıf sınıf dolaşarak “Bitti” (İtalyanca Finis) kelimesini bağırması adettir.

3
Bu fıkranın vatana ait manasını anlamak için İtalya Krallığı teşekkülünün nispeten yeni bir tarihte olduğu bilinmeli. Bu siyasi birleşmeden evvel İtalyanca konuşan memleketler birbirinden farklı müteaddit hükümetlere ayrılmıştı. Cenupta Sicilyateyn Krallığı ki Kalabra da onun bir kısmıydı. Daha yukarıda Roma eyaletleri yahut kilise hükûmeti, ondan sonra Toskana, Modena, Parma gibi müteaddit dükalıklar ve kuzeydoğu Lombard-Venesiyen Krallığı ki hepsi birden Avusturya sülalesi hükmünde idi. Nihayet kuzeybatıda Sard Krallığı ki Savua ve Piyemontete sülalesine mensup bir prens, kralları olurdu: Muharebelerden sonra bu sülale İtalya Krallığı hanedanını teşkil etti.

4
İtalya ittihadının teşekkülünden evvel Torino, Piyemontete’nin büyük şehri Sard Hükûmetlerinin merkezî idaresi idi.

5
İtalyanın üç renkli bayrağı kırmızı, beyaz ve yeşildir.

6
Avusturya hâkimiyetine karşı İtalyan mücadelesinin son askerî safhası olan 1866 muharebesi Vensiya’nın İtalya Krallığı’na kati iltihakıyla neticelendi. İtalya tacının meşru varisi olan Prens Hümber pederi İkinci Viktor Emanoel’in yerine 1878 senesinde Birinci Hümber unvanıyla Kral olmuş ve 1900 tarihinde Monza’da katledilmiştir.

7
Padu Vensiya eyaletinin bir şehridir.

8
İtalya yarımadası’nın en cenubunda bulunan Kalabra’da hakikaten karın bolca yağdığı pek nadir görülür.

9
Eskiden bizde de olduğu gibi henüz bazı memleketlerde kışın mektebi ısıtmak için her çocuğun bir miktar odun getirmesi bir âdettir.

10
Rigoletto; Büyük İtalyan Bestekârı Verdi’nin meşhur operasındaki başlıca şahıstır. Bu tiyatronun mevzusu Viktor Hügo’nun bir dramından alınmıştır ki orada aynı şahıs Birinci Fransuva’nın dalkavuklarından biri olan “Tribule” ismiyle nitelendirilmiştir.
Çocuk Kalbi Edmondo de Amicis

Edmondo de Amicis

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Çocuk Kalbi” çocuk edebiyatının en önemli klasiklerinden biridir. Tüm dünyada çocukların büyük bir ilgiyle okudukları bu romanla sizler de tanışabilirsiniz. Bu eser, aile ve memleket sevgisini, arkadaşlığı, dürüstlüğü, haksızlıklara karşı direnmeyi telkin ediyor ve ele aldığı olayları çocuk kalbinin sevgi ve merhamet süzgecinden geçiriyor. Bu değerli eseri, Türkçeye yapılan ilk tercümesiyle sizlere sunuyoruz. İbrahim Alâettin Gövsa’nın bu tercümesi, çocuklarımızın kelime dağarcığını geliştirecek ve onları yeni kelimeler öğrenmeye teşvik edecek bir niteliğe sahip. Ayrıca kitabın sonuna eklediğimiz küçük alıştırmalarla “Çocuk Kalbi” artık çok daha eğitici ve eğlenceli…

  • Добавить отзыв