Eylül

Eylül
Mehmet Rauf
Suat, Necip, Süreyya ve diğerleri; Hacer, Fatin, dadı. Boğaziçi´nde bir yalıda geçirilen upuzun bir yaz mevsimi. Eylül, esas itibariyle Necip´in, yakın arkadaşı Süreyya´nın karısı Suat´a olan "yasak" aşkından ve Suat´ın da giderek bu aşka karşılık verişinden ibaret görünse de, onu sıradan bir aşk romanı olmaktan çıkaran asıl özellik, karakterlerin ruh tahlillerinin derinliğinde kendini gösterir. Bu özelliğinden dolayıdır ki edebiyatımızda "ilk psikolojik roman" olan Mehmed Rauf´un bu ölmez eseri, orijinalitesini bozmayacak seviyede bir sadeleştirmeye tabi tutulmuş olarak, okuyuculara sunulmaktadır.

Mehmet Rauf
Eylül

Halit Ziya’ya
“İlk eserim son üstadıma”
    Mehmed Rauf


1
Salonda, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.
Süreyya canı sıkılanlara mahsus bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış dışarıya baktığı görülen karısı dönüp “Bu gece hava ne güzel!” dedi.
Bu nisan gününün akşama doğru başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmişti. Yaş bir yeşilliğin üstünde şimdi altınlı incileriyle lacivert gökyüzü titriyor, toprağın, ağaçların ıslak soluğu her şeyin içine işliyordu.
Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes alışında hayatı artıyormuş gibi göğüs geçiriyordu. Sonra hâlâ sigaranın dumanlarına bulanmış, kıştan kurtulamayan bir tepe gibi karanlık ve gamlı duran Süreyya’ya doğru gelerek kolundan tuttu, kaldırmak istedi:
“Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmak sanki daha mı iyi? Haydi, biz de çıkalım.”
Süreyya’nın bu gece canı sıkılıyordu, “Adam bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye bulaştırıyordu. Sayfiyeye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de sahili olan bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyük babalarının vaktiyle nasıl budala bir hesap ile “şu taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kışın o Boğaziçi’ni kurarken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl onu artık çıkıp gezmekten alıkoyacak kadar bıktırmıştı! Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir vesile oluyordu. Bunun için her günkü hayatında ekseriya şen olan Süreyya buraya taşındıkları on günden beri hemen daima sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suat’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmayarak haksız davranıyordu.
Suat’ın kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek gerektiğini hatırlayarak firari, nursuz bir tebessümle:
“Şimdi hep çamur oluruz; toprak değil ki… İki dakika yağmur yağdı mı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar.” dedi.
Genç kadın beş senelik derin bir yakınlığın verdiği nüfuzu nazarla pek iyi fark ettiği bu neşesizliğin giderilmesine artık yetmediğine üzülür gibi acıklı bir sesle sordu:
“Pek sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma! Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı! Hele bu yemekten sonraki saatler! Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Hasılı her zaman insan boğuluyor! Herkes böyle birer köşede eziliyor! Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum!”
Suat, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözleri daha ziyade karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir hâl görülmeden geçirilmiş mesut günleri düşünerek susuyordu. Bir aralık, “Evvelden hiç böyle söylemiyordun!” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal; biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın şevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sade meselenin dışıyla uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat şu sebebi düşünülünce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve bağlılık ile geçerse geçsin, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin beşer kalbinin eskimeye olan kabiliyetinde idi. Ve o kadın, bu acı düşünce ile başını eğip susarken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak:
“ ‘Ah, büyük babalarımız!’ diyordu. Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde yaptıkları bağa gelip kapanacaklarına ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi… Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye irsî bir hastalık oluyor; bütün torunlar gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar… Bağ, üzüm… İşte filoksera hepsini berbat etti ya… Yer, yer değil ki… Bak babam elindeki avucundakini sarf etsin, bu tauna karşı koyabilir mi? Sonra birdenbire köpürerek; ‘Ah bu çöl.’ dedi. Şimdi farz et ki Boğaziçi’nde yahut mesela Adalar’dayız… Deniz yok mu deniz! En sıcak havalarda bile insana can verir! Serin… Mavi… Latif… Hâlbuki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman… Külhan gibi! Sonra manzaranın dar sınırı, değişmez rengi… Düşün Suat; bir sandalımız olurdu. Sabahları erken yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın oranın geceleri ne güzeldir!”
Süreyya söylerken kendini hülyaya kaptırıyor, sahiden orada, denizde imiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suat “Mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini tuttu; kocasının şu havalandığı sırada bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu imkânsızlık düşüncesi onu yeniden kızdıracaktı. Bunu Süreyya kendi söyledi:
“Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil… Çünkü… Çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte bundan! Eğer o istese biz mesut olacağız… Bak, saadetimize ne kadar ehemmiyetsiz bir engel var…”
Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi “Ah para!” diye söylendi.
Hiç olmazsa elli lira lazımdı. “Elli lira!” diyor, sonra meyus olarak “Ve bunu bulmanın imkânı yok…” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak kabil değil… Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm!”
Suat:
“Oh ne iyi olurdu.” diye sevindi.
Süreyya başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:
“Ne mesut olurduk Suat, ne mesut olurduk! Hem asıl senin için, vallah bütün senin için istiyordum… Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki, gelip burada kapanmak seni fena ediyor… Bir kere havasızlık… Sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım! Hayat, kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi, başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da, kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki, hiçbirinde rast gelmiyorum… Bu öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor! Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip ruhumda toplandığını, orada seninle buluşmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki, ben dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”
Bunları söylerken hemen dudaklarının yanında duran Suat’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suat, kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya bu elin ipek örgüsünü uzun uzun koklayarak bir inilti hâlinde:
“Ah Suat, dedi, sen de olmasaydın!”
Genç kadının mesut ve sessiz, sorar gibi bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle:
“Sen de olmasaydın ölürdüm Suat!” dedi.
Sesinde bir hüzün ürperişi vardı.
Suat sessiz, coşkun duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o daima sessiz durur, söylemek istediklerini onun gibi söyleyemediğinden, birdenbire kocasının boynuna sarılmak isteğiyle boğularak, bağlılık ateşlerini susmakla tutarak ezilirdi ve hâlâ böyle yeni gelin gibi kızarıp, duygularını ne bir sözle ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanı ile asıl ruhundan çıkan çığlıkları içine sindirirdi; bu hâl kalbini daha ziyade hararetle kocasına bağlayarak ruhu ona karşı, böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan coşkunluğu ile hücum ederdi. Şimdi yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler mesut olarak verirdi. Beş senedir kendini nasıl sevgi ile andığını, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara benzemeyerek nasıl yalnız ve yalnız kendini sevdiğini, bütün muamelelerine, bütün tavırlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını pek güzel fark ediyordu. Çocukluk hayatı anasıyla babasının geçimsizlikleri içinde kahırlı geçtiği için her türlü tasavvurundan üstün bulduğu bu karı koca hayatı onu ebedî minnettar etmişti. Sözle o kadar münasebeti olmayanlara mahsus içlilik sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu münasebetin ne gibi şeylerle alakalandığını fark etmiyor değildi. Hele gittikçe eski ateşin azaldığını, eski hararetin her gün biraz daha soğukkanlılığa döndüğünü görüyor, tetkik eden ince bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki, o da samimiyet idi. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu. Her gün, bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derece ki, evlendiklerinden bir sene sonrayı şimdi düşündükçe, o zaman birbirlerine bağlılıklarını teyit için pek kâfi, pek kavi gördüğü samimiyet derecesinin bugünküne göre hiç olduğunu anlıyor, bugün “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da kendisi tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan, bugünkü samimiyeti dünkü samimiyete tercih ederek bu dağılıştan duyduğu hüznü gidermeye çalışıyordu.
Süreyya tekrar pervasızlıktan şikâyet ederek:
“Bak.” dedi. “Bak Suat, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de erkeğiz değil mi? Karısını mesut etmek için elli lira bulamayan erkek…”
Kocasını böyle âciz görmek istemeyen Suat, o öyle düşünmesin, bitkin görünmesin diye:
“Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum.” dedi. Herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz!”
Sonra Süreyya’nın kederini dağıtmak için ilave etti:
“Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım… Gece o kadar güzel ki, istifade etmemek cinayet sayılır.”
Bu esnada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi.
Suat pencereye doğru yürüyerek:
“Bak kız kardeşine… O hiç senin gibi düşünmüyor!” dedi.
Süreyya da balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak:
“Yanında Necip mi var?” diye sordu.
Suat öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:
“Galiba.”
“Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf evlenme, tuhaf koca, tuhaf karı… Hususiyle tuhaf karı…”
Suat gülerek:
“Hususiyle tuhaf koca.” dedi.
Bunun üzerine birbirlerine karşı fikirlerini müdafaa ettiler.
Süreyya’nın iddiasınca her işte olduğu gibi bunda da babasının fena bir tedbiri neticesi olarak fena bir koca bulmuş olan kız kardeşi Hacer, evlendiğinin bu daha ilk senesi olduğu hâlde kocasından soğumuş; aralarında aleni bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü tasavvurun fevkinde bayağı bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer’de bu derin bir nefret uyandırmıştı.
Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp, ta karşıki dağların eteğine kadar giden bağa doğru bakarak tekrar ediyordu:
“Çılgın kız! Zavallı Necip, geldi geleli elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur…”
Necip, Süreyya’nın halazadesi idi ki, ara sıra köşke misafir gelirdi.
Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necip’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor, yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, daima bir istifade ümidiyle yan bakan küçük, hilekâr gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde yemek yerken ona bir hayvan şekli veren öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir sima olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede, gayretli bir namzet gibi beyefendinin gözüne girip evde demirbaş olmak için her şeyi yaparken, uysal görünür gibi ateşli, titiz Hacer’in Necip’i kederine bir intikam vasıtası yapmasından ürküyordu. Sonra dedi ki:
“Yok, bana öyle geliyor ki, Fatin’in yerinde kim olsaydı, Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki, artık mazeret falan kabul etmez. Kendisini gören mektepten kaçmış, komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.”
Suat müdafaa etti:
“Yoo, rica ederim bey, haksızlık etme… Hacer’i daima kabahatli görmeye o kadar alışmışsın ki, artık her ne yapsa fena görüyorsun. Hele düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şey beni tırmalıyor gibi geliyor.”
O zaman Hacer’in düğünden evvelki hâlini tarif etmeye başladı; genç kızın söylediği, itiraf ettiği ümitlerini, emellerini, bütün o genç kızların kadın olacakları zamana dair hülyalarını anlattı. Bugün o genç kız, karşısında birden böyle kaleminde otura otura, ihtiyar memurlar arasında büyüyerek ihtiyarlamış, tembelleşmiş bir koca bulunca ne hâle geldiğini gösteriyordu.
“Şimdi düşün.” diyordu. “Farz edelim… İşte mesela Necip Bey, ona pekâlâ koca olabilirdi. Öyle biri ile birleşip otursaydı zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa belki tabii gelirdi. Vakıa şimdi Hacer evvelkinden titiz, evvelkinden hırçındır ama yemin ederim ki fena kalpli değildir. Sen kardeşisin ama benim kadar bilemezsin, kadın kadını daha iyi tanır.”
Süreyya kendi kendine söylenir gibi:
“Necip, evet, Necip pek iyi olurdu… Hatta annem de hep onu ileri sürüyordu… Fakat babam ‘Aile içinde böyle izdivaç iyi olmaz!’ dedi gitti… Ondan başka ben de düşündüm ki, Necip Hacer’e pek muvafıksa da kız kardeşim Necip’e hiç layık değildir. Layık olmak şöyle dursun, hatta uygun bile değildir. Necip’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın lazımdır. Hem Necip evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”
Suat gülüyordu:
“Aman, Necip Bey tuhaftır; ‘Bence evlenmek ölmektir!’ der, durur.”
“Necip için gelip böyle bir bucağa kapanarak kalmak; baharı, bütün yazı böyle geçirmek… Bunun imkânı yoktur. O serbest alışmış; gezmeye, eğlenmeye alışmış… Ona bekârlık hayatının cazibelerini unutturup kendine bağlamak için, ben kadın isterim! Hacer mi? Hacer, Necip’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızlar ne olacak?”
Suat yeniden güldü:
“Aman beyefendi duymasın, yine neler söyler!”
Süreyya omuzlarını kaldırarak sustu.
Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu; gece berrak, altın pullu mavi tülleriyle titreyerek donuyordu.
Suat pelerinin içinde büzüldü:
“Soğuk.” dedi. “İstersen içeri girelim…”
O anda aşağıdan yükselen bir ses:
“Pek soğuk, pek!” diyordu.
Bu Necip’in sesi idi. Suat eğilerek:
“Biz içeri kaçıyoruz.” dedi.
Hacer soğuktan büzülmüş sesiyle:
“Ama bütün bütün kaçmayınız, biz de salona geliyoruz.” dedi.
Salona geçtikleri zaman Suat camları kapadı; Hacer’le Necip dışardan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açılarak Hacer içeri atıldı; pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü mosmor kesilmişti. Koştu, elini Suat’ın boynuna uzatarak:
“Üşümüş müyüm bak?” dedi.
Necip pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu. Süreyya ona doğru yürüyerek:
“Eğer Hacer hasta olursa seni sorumlu tutacağım Necip.” dedi; sonra elini alarak, bak senin elin de donmuş!” dedi.
Necip gülüyordu:
“O hâlde beni yine Hacer Hanım kurtarır; zira bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu herkesten iyi o bilir. Bir türlü kandırıp buraya getiremedim. Evvelden böyle değildi; şimdi şair olmuş… Elinden gelse biçilmiş, tartılmış şiir söyleyecek.”
Hacer lambanın yanında, ayakta, ellerini ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu. Sonra omuz silkerek Necip’e döndü:
“Sen korkma, nafile.” dedi. “Onlar hep sözdür… Biz o sözleri hep dinledik… Şimdi asıl senin yapacağın şey sobayı yaktırmaktır.”
Necip sobayı yaktırmaya giderken Suat dedi ki:
“Durun Necip Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırakın bana… Siz yalnız söyleyiniz de ateş getirsinler.”
Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima çekinirdi. Kabahatli çocuklara mahsus bahis değiştirmek fikriyle aynanın önündeki saate bakarak:
“Ooo, saat dokuz buçuk… Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”
Süreyya bu teklife cevap vermeyerek:
“Sen küçük olmalıydın da Hacer.” diyordu. “Seni minimini şamarlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman belki Necip Bey’in de intikamını alırdım…”
Necip sobayı yakmak için Suat’a yardım ediyordu:
“Benim intikamımı mı?” dedi. “Dünyada intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini yarın biri döverken görsem ağlayacağım gelir.
Şimdi soba alev almış, odunlar telaşlı bir çıtırtı ile yanmaya başlamıştı.
Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı:
“Haydi beziğe, beziğe.” diyordu.
Suat:
“Ben oynamam, bakarım.” diye masaya oturdu.
Hacer de seyirci kalmayı tercih etti. Necip ile Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken o seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen gözleri onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki, kendinin orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti.
Necip Bey kâğıtları devşirerek:
“Dur bakalım daha.” diyordu.
Süreyya önündeki kâğıtları iterek:
“Benim canım sıkıldı.” dedi.
Necip Bey:
“İşte gördünüz ya, bizim Süreyya ile oyun olmaz.” diye kâğıtları toplamakta Süreyya’ya yardım ediyordu.
Hacer:
“Efendim, Allah rahatlık versin!” dedi ve o gittiği zaman Necip kâğıtları bırakarak:
“Size tuhaf gelir ama hakkı da var ya.” dedi. “Burada oturup da insan yine neşesini muhafaza edebilmek için sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım… Burada nasıl hayat geçiriyorsunuz bilmem ki! İnsan zorla cehenneme girer mi?”
O zaman Suat, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin, kocası tarafından da bir saadet telakki edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı; o, demin karısına ettiği şikâyetleri şimdi Necip’e dinletmeye başlamıştı. Necip hep hak veriyor, kendinin bir an duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla:
“Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu.
Suat:
“Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.
“Ada’ya… Şimdi Ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda Adalar’dır. Dayıma gider kalırım… Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki…”
Süreyya daldığı sükûndan uyanarak:
“Ben olsam Büyükada’ya gitmem… Daha tenha bir yere… Öyle bir yer olsun ki, ben kalabalık içinde olayım da yine orada yaşamayım… Ben gitsem mesela Heybeli’ye yahut Burgaz’a…”
Necip gülerek:
“A, orada bir gün yaşayamam!” diyordu.
Sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla:
“Sizin için oraları âlâdır… Fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için… Eğer ben de sizin gibi olsam hatta buradan ayrılmam.” dedi.
Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından bahsediyordu. O zaman Necip kabul etti:
“Evet evet, öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı,fakat içine girmeden…”
Onlar konuşurken Suat düşünüyordu ki, kocası gibi kalabalığı sevmez bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necip Bey bile kendine bir eş bulursa burada kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razı idi ve Süreyya’yı böyle, daima neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, bir küçük korku, bu felaketin sahiden büyümesi fikrinden doğan bir acı gittikçe kendini hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı Yarabbim?” diyordu ve Necip söz söylerken hep kendilerinden mesut ve uygun bir eş gibi bahsettikçe, ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Hâlâ saadet rengini muhafaza eden bu müşterek hayatlarının derinliklerinde kendi hissolunmaz, görülmez bezginlikler duyduğundan, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar mesut olmadıklarına kanmak istiyordu. Hiç, hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat işte bu kadar samimi, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissedilmez şeyler ona bir tehdit gibi geliyordu.
Birden Necip’in “Kabahat daima aynı hayatı sürmekte…” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek lazım değil mi idi? Eğer bugün yalnız vücuduyla kocasını her emelden uzak tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima tek renk olması ise… Bundan sonra o korktuğu geleceği hükmü altında tutabilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla tertip etmemiş, hep vakaların akışına bırakmıştı fakat bundan sonra idare etmek, tertip etmek gerekeceğini anlıyordu. Hatta saadetlerinin bir hâlde devamı onları bezdirmese bile bezginliğe götüren bu duygu içinde tutmakta idi; bu kendisine kâfi bir ders oluyordu. Evet, artık biraz suni olmalı idi. Ve bunu derin bir acı ile hissediyordu. Geçirdiği tabii, endişesiz hayat, hiç kayıtlanmadan bile umulduğundan üstün bir neşe ile daima beklenmedik tebessümlerle gelen, hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat ona şimdi ele geçmesi imkânsız acı bir lütuf gibi görünüyor; o günlerin yoksunluğu, içine matem gibi çöküyordu.
Ah çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her vakitki gibi ta ciğerlerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun, bir ailede nasıl bir rabıta olduğunu, telafisi imkânsız zannolunan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle, kalpleri nasıl mahzuz ve mesut ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir matem tutuyordu. Ah sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki, Suat tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, doğurmaktan çekiniyordu. Ey o hâlde? Bırakacak mıydı? Saadetlerinin hiç böyle görülmeyen, hissedilmeyen fakat tesir eden, tahrip eden ve bir gün bir büyük yara hâlinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?
Kocasını gittikçe bu melale mağlup, gittikçe bu melalin pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor, hasret çekişi arttıkça kendine ait duyguları azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak bütün bütün ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi nüfuzunun kaybolmaktan ziyade kocasının başka bir nüfuza, daha kuvvetli bir nüfuza mağlup olması ihtimali onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:
“Ey o hâlde?”
Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Evvela onun istediğini yapmalı idi; birden kocasına karşı kalbinde yer tutmuş muhabbet o kadar kaynadı ki, “Peki, sen de git, Necip Bey’le beraber sen de eğlen…” diyeceği geldi. Fakat sonra kadınlığı ona birtakım manzaralar gösterdi. Daima her zevkte müşterek oldukları hâlde şimdi onu, kendisinin bigâne, mahrum kaldığı zevkler içinde gördü. Adi bir kıskanç, pek inhisarcı bir kadın olmadığı hâlde de buna tahammül edemedi; onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez fakat hep eğlencelerine iştirak isteğini de önleyemezdi. Birden fikrinde bir nur titredi; bu kendine o kadar beklenmedik bir şevk verdi ki, oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.
Süreyya ile Necip hâlâ sözlerine devam ediyorlardı. Şimdi Necip ona bir vaka anlatıyor, Süreyya dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın kocasını bahtiyar ve sevimli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mesut etmek, onu hiçbir kadının mesut edemeyeceği kadar mesut etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki, artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil bir haz olacağını düşünüyordu.
Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suat’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricayla onu yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necip Bey’le salonda bulunca şimdiden muvaffak olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.
Sabahleyin uyanır uyanmaz Suat’ın ilk işi hizmetçiye “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol bir güneş gecenin rutubetini silip, bitap buharlar hâlinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada bunlar asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçlar kaynaşan bir ovanın ötesinde ufka kadar deniz görünüyordu.
Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Sahi… Ama daha gitmemiştir. Gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım…” dedi ve camlı kapıyı açarak, köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.
“Ben seni uyuyor zannetmiştim.”
“Ooo! Saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı! Hele ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin gürültüsü içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”
“Evet, burada eğreti oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”
Necip ileride kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek:
“O hiç sizin gibi düşünmüyor!” dedi.
Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı:
“O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”
Güneş tatlı bir okşayışla sıcaklığını duyurmaya başlamış, pencerelerden giren ışık içerinin yarı gölgesinde güler yüzlü parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde hafif sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırtılarını işitiyorlardı. Süreyya:
“Annem geliyor.” dedi.
Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek bahçede kocasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak:
“Gördük.” dedi.
Hanımefendi, Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak:
“Garip sual.” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi… Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar… Hiç o zaman gelip sormazsınız. ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz… Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”
Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye:
“Vallahi benim kabahatim yok anneciğim.” diyordu. “O kabil değil, bu sene burada oturmayacak…”
Hanımefendi gülerek:
“Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür.” dedi.
Necip dedi ki:
“Ne iyi olur vallah. Bir küçük yalı… Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”
Suat, birden kalbi atarak sordu:
“Otuz liraya mı?”
Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek başını sallıyor:
“Kabil değil, imkânı yok.” diye tekrar ediyordu.
Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.
Süreyya:
“Ah sizde ne çıkınlar vardır!” diyor.
Annesi gülerek:
“Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.
O zaman Süreyya hiddetle:
“Evet hakkın var.” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı temin edebilirim… Peşin otuz lira… Bunun için borç mu etmeli?”
Onlar konuşurlarken Suat kocasına işittirmemeye çalışarak Necip’e dedi ki:
“Bugün gidiyor musunuz?”
Necip tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eden bir sesle ilave etti:
“Bugün kalınız!”
Sonra bunu da kâfi görmeyerek:
“Kalınız, size ihtiyacım var.” dedi.
Bu ses, bu eda o kadar esrarengiz, o kadar tatlı idi ki Necip hatta şaşmış bile görünmeden baş eğdi.

2
Suat onları sıkmadan akşamı etmek için ruh tüketti. Süreyya’yı bütün bütün kızdırmak istiyormuş gibi hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki, hepsi baygın baygın, perdelerin arkasına sinen serince gölgeye sığınmıştı. Fatin ile Beyefendi İstanbul’a, kalemlerine gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden evvel görünmedi. Onun merak edip ehemmiyet verdiği şeylerde böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara mahsus hassasiyet ile pek sıkıntılı olduğuna hükmederek onlar, Suat’la iki erkek otururlarken Suat gezmek teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necip’in musikiyi pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.
Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak:
“Sıcakta dinlenmiyor.” dedi. “Sonra gülerek, maahaza çal Suat, teşekkür ederim, etraftaki haşerat uğultusunun yanında piyano hakikaten musiki yerine geçiyor.” diye güldü.
Necip, bilakis pek mahzuz olarak, bir alçak sandalye ile köşede piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suat çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor, elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan bahisle şikâyet ediyordu.
Evin içinde mütemadiyen piyanonun nağmeleri dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapadı, “Musiki ile idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk Yarabbim! Sen de mi eza melaikesinden oldun Suat?” diyordu.
Sofrada yine o bahsi açtılar. Necip şikâyete başlamadan hanımefendi gülerek:
“İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi.
Süreyya acı bir rica ile:
“Evet, sayenizde!” derken, Hacer merakla sordu.
Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaz içinde bir yalı tutup Suat’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer evvela gerçek zannetti, birden bütün yüzünü kaplayan bir hiddet alevinden sonra kendini zapt ederek:
“Oh ne âlâ.” dedi. “Burada yalnız başımıza…”
Hanımefendi gülerek sözünü kesti:
“Artık biz de yalıya misafir gideriz; şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda… Değil mi Hacer?”
Hacer soğuk:
“O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.
Süreyya ah çekerek:
“Gitsek de hep beraber gitsek.” diyordu.
Hacer çehresinde bir sevinç parıltısını menedemeyerek:
“Ha!” dedi. “Ben de sahi gidiyorlar zannettimdi.”
Necip, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları, böyle adi adi meydana vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu; Suat’ın üstünlüğü, güzellikçe belki Hacer galebe ederdi fakat Suat’ın bütün sair şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki, bunu Hacer’in de fark etmemesi kabil değildi. Ahlakça, ağırbaşlılıkça, uysallık ve nezaketçe bu üstünlük Suat’a öyle bir hâl veriyordu ki, güzelliği bundan zenginleşiyordu. Kocasına olan rabıtası, sakin, daima güler yüzlü, daima mütevazı hâlleri bir yükseliş sebebi oluyor, onu yükseltiyordu. Hâlbuki Hacer’in öyle anları olurdu ki, bir gölge gibi belli belirsiz ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının güzel edası ile gerçekten güzel bir kadın olduğu görülür, Necip bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı bir kuş rengi bulurdu. Sonra Suat’ın saadeti yanında kendisinin ziyan edilmiş bir evlilik hayatı bu kadına karşı saklamaya nezaket ve tahammülünün kifayet edemediği bir kin ile onu incitir dururdu. Necip eğer Suat’ın yumuşaklığı ve iradesi olmasa Hacer’le anlaşmanın kabil olamayacağını anlıyor, Hacer’in hatta fırsat bile beklemeyen şu hırçın hücumlarına Suat’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammül ile mukabele ettiğini fark ediyordu.
Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman:
“Siz pek iyi yapıyorsunuz.” dedi.
Suat evvela anlamazlıktan geldi; bunların kendisine bir taarruz olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya’yla birleşerek bütün o tavırların birer açık taarruz olduğunu kabule zorladılar. O zaman onu bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her hâline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine ehemmiyet vermemeyi tercih ettiğini söyledi:
“Yemin ederim ki.” diyordu. “Hacer sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir; eğer iyi idare edilse pek iyi olur, hâlbuki…”
Süreyya ağız dolusu duman savurarak:
“İşte asıl iş orada ya.” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var…”
Necip gülerek:
“İşte ben de bu sabra hayran oluyorum.” dedi.
Süreyya, Suat’ın elinden tutmuş Necip’e gösteriyordu:
“Benim karım bir melektir, Necip…”
Suat gülümseyerek:
“Kızarmak mı lazım?” diye sordu.
Süreyya:
“Sen ne yaparsan yap.” dedi. “Ben müsaadenizle ve rahat rahat yahut rahat etmek niyetiyle gider, şuraya yatarım.”
Salona henüz giren Hacer:
“Ooo, ağabeyim bu sene öğle uykusuna pek erken başladı.” diye söylendi. Sonra dönüp Suat’a, “Bu uyku ile yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın pek sıkılacak zannediyorum.” dedi.
Suat tebessüm ederek sordu:
“Niçin, siz gelmez misiniz?”
Hacer, bir nevi raks eder gibi Necip’e doğru giderken:
“Ben mi?” dedi. Biraz tereddütten sonra; “Canım hele bir kere yalı tutulsun da. Bu ne kadar acele?” dedi.
Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir uzun bir teneffüsle, orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi, Necip’e yaklaşıp:
“Akşama kadar benimle berabersin.” dedi.
Necip:
“Ya şimdi siz Suat Hanım’ın yalnızlığından bahsediyordunuz?” diyecek oldu. Hacer uzun bir “Ooo!” koyuvererek başladı:
“O şimdi yalnız değil ki… İnsana kuru hülyadan iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hülyası öyle bir hastalıktır ki, insanı gayet vefakâr bir dosttan iyi meşgul eder.”
Necip yine:
“Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” diyor. Süreyya yattığı yerden sesleniyordu:
“İsterseniz gezmeye çıkınız, küçük ormanlarına yahut fasulye korusuna…”
Hacer, Necip’in çekingen tavırlarına, Süreyya’nın biraz kuru sedasına bakıp sonra Suat’ın sessiz durmasına hücum etti:
“Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suat?”
Suat tebessüm etmeye çalışarak:
“Bakalım, daha karar vermedik.” dedi.
“Öyle ise karar vermek için çok zahmet çekmeyeceksiniz… Ben de ilk önce sahi zannettimdi… Bizde bu züğürtlük varken… Böyle söylenilir, söylenilir, birçok tatlı hülya kurulur –gülerek Süreyya’ya, Necip’e bakıyordu– sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim malum ya, evvela bir heves, bir heves… Üstüne uyku… O, Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”
Suat bu lakırtıların arasında hep kendi kendine “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı. Fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı; o kadar yalvardığı hâlde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suat her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkencesiyle bekliyor, bütün gün umduğu hâlde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, meyus oluyordu. Öbür gün tekrar Necip’i alıkoymak için pek ziyade sıkıldı. Amma niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu; yalnız onun Süreyya’ya kalben ne derece merbut olduğunu bildiğinden para geldiği zaman kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyordu. Bundan başka Necip’in Boğaziçi hakkındaki malumatından istifade edileceğini de düşünüyordu. Fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığı elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü büyük bir gayretle nefsini zorlayarak söyleyebildi. Necip Bey ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, hep sükûn ile beklemişti.
İkinci akşam yine bir aralık yalnız kalınca:
“Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum affediniz.” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım, sizin de bulunmanızı istiyorum fakat olmuyor ki…”
Necip:
“Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim.” diye tekrar ricayı menetti.
Ne olduğunu anlamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına hükmediyordu. Artık bütün köşkün ağzında bir alay mevzusu olan bu meseleden bahsolundukça Suat’ın heyecanlanması bu hükmü kuvvetlendiriyordu. Fakat meselede hepsi o kadar ifrata varıyorlardı ki, artık lüzumundan fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necip, Suat’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşıyordu.
Suat ile işte beş seneden beri tanışıyorlardı; bu beş sene içinde ona olan hürmeti her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine tesadüfün pek güç olduğunu düşünmeye kadar varmıştı. Necip zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya evlendikten sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı. O zaman henüz mektepten çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir telaş ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sahifeler arasında tetkikin, tecrübe ve muhakemeden ziyade tahayyülden hasıl olma sathi bir tetkikin şevkiyle evvela pek hülyalı fikirleri vardı; tecrübe kendisine acı hayal yaraları açtı ve gençliğe mahsus hararet şevkiyle tecrübelerini pek kolayca yaparak genel olarak kadınlara dair sağlam ve itiraz edilemez bir fikir ve felsefe edinmiş, artık hayat kavgalarında yaralanma tehlikesine tamamiyle dayanıklı bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu esnada ara sıra gördüğü Suat’ın uysallık ve sessizlik içindeki neşesi, ciddiyet ve vakara mâni olmayan çocukluğu kendisine pek zahirî, pek yapma gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar gösterdiği memnuniyet eserlerine içinden “Çok geçmez görürsün!” diye baş sallardı. Fakat zaman geçip bu memnuniyetin fazlalaştığını gördükçe merakı arttı, nihayet öyle oldu ki, bir gün Süreyya’ya:
“Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın, azizim.” dedi ve elini sıkarak, “Fakat birinci ikramiyede layık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; zira iltifat çakmadığıma eminsin ya, temin ederim ki birbirinize layıksınız.”
Şimdi köşkte hepsi, bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara katılan hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya kâh huşunetle, kâh latife ile mukabele ediyor, yalnız ara sıra Fatin’e ağırca ve acı gelen latifeleriyle hepsini güldürüyordu. Necip daima bitaraf kaldığı bu konuşmaların kendi üzerindeki tesirini muhakeme etmek isteyerek yalnız Suat’ın sükûnuna şaşırıyordu.
Fatin iki lokma arasında fırsat bulup bir kahkaha salıverirken, beyefendi sert çehresiyle sessizliği biraz bozarak:
“Ben Suat Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim.” diyor, o zaman Süreyya köpürerek:
“Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok.” diye haykırıyor, Hacer:”
“Sade gitmek isteyen var!” diye eğleniyordu.
Hanımefendi gülümseyerek ağır ağır sesleniyordu:
“Galiba herkesten habersizce kaçacaklar… Zavallı Suat’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya…”
Ve Fatin tekrar iki lokma arasında:
“Ve karı, kocasına itaate daima mecburdur!” düsturunu okuyordu.”
Bu hâl dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi:
“Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu.” diye Suat’ın eline bir zarf verdi.
Suat hemen zarfın kenarını yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu. Sonra koştu, balkonda konuşan Necip ile Süreyya’nın arasına atıldı:
“Yalıya gidiyoruz!” dedi.
Süreyya bakıyordu, evvela inanmadı. “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir nazarla Suat’ın gösterdiği banknotları aldı. Sonra birden “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu. Suat eliyle ağzını kapayarak, “Sus!” dedi; öbürü “Kim gönderdi?” diye sorarken “Babam, babam…” cevabını verdi. Sonra oraya oturup alçak bir sesle:
“Şimdi bu para ile kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli.” dedi.
O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı. Yalı tutulunca, köşkten yalnız hanımefendiye haber verilerek sıvışılacak ve herkes bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşacaktı…
Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhâlde on beş lira ile idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya:
“Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım!” diyordu. Sonra Necip’e dönüp:
“Artık bize misafir gelirsin.” diyor, Suat:
“Elbette, elbette!” diyerek Necip Bey’i üç gündür yalnız bunun için, yalı birlikte tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor, artık bütün tertibinin ne olduğunu anlatıyordu.
Süreyya seviniyor, “Ah Suat, Suat!” diyor ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden “Yarın yalı tutuluyor…” diyeceğini söylüyordu. Suat, “Aman Süreyya sabret, iki gün daha…” diye yalvarıyor, Necip zaferin tamam olması için iki gün daha beklemenin iyi olacağını teslim ediyordu.
Süreyya çocuk gibi olmuştu:
“Hemen taşınırız.” diyordu. “ ‘Hemen o gün… Aman burada bir dakika durmayalım! Şu uğursuz yerden kurtulalım… Ah ne zevk Necip, ne zevk! Hepsine birden ‘Biz yarın gidiyoruz artık; bugün yalı tutuldu.’ demek ne zevk! Billahi Fatin’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırs ile açıldığını buradan görüyorum! Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere…”
Hemen karar verildi: Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necip ile Süreyya gidecek, küçük, şık bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı. Suat “Yetişmezse…” diye esefleniyor, Necip temin ediyordu: “Ötesi kolay, asıl lazım olan elde…”
Ve birden Necip kendini hatırlayıp düşündü ki, bu işte o pek bigâne olduğu için hiçbir dahli olamazdı fakat onlar kendisini o kadar hararet, o kadar mahremiyetle işe karıştırıyorlardı ki, artık arzusu hilafına cereyana kapılmaktan başka çaresi yoktu.
Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş zevk içinde birbirlerine baktı.
Süreyya kendini tutamayıp, sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle:
“Evet, yarın gidip tutacağız.” dedi.
Hacer gülerek:
“Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi.
Beyefendi sade yemeğiyle meşgul:
“Mahmutpaşa’da han mı yok? Bir tanesini satmıştır.” diye mırıldandı.
Fatin gülerek, yemek esnasında boğuluyor gibi:
“Vallah billah!” diyordu.
Süreyya bütün bütün söyleyecekti fakat Suat o kadar derin, yalvaran bir nazarla baktı ki, karşıdan Necip, Süreyya’nın mukavemet edemeyip susmasına hak verdi.
Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya’nın küçük odasına geçti; balkona çıkmış olan Suat havaya bakarak:
“Hava pek kapanık, Allah vere yağmur yağmasa!” diyordu.
Süreyya artık gülünç bir tavırla:
“Ne?” dedi. “Yağmur mu? Taş yağsa vallah yine gideriz… Değil mi Necip?”
Necip gülerek:
“Hayhay!” dedi.
O zaman tekrar konuştular; yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını müzakere ettiler. Suat Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu; Necip karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de yahut Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda içerilerdeki evler bile yalı gibidir.” diye teşvik ediyordu. Suat’ın asıl istediği tenhalık idi.
On bire kadar konuştular; Süreyya bol bol hayal kurarak yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden tertip ediyor, bazı ufak mülahazalarla Suat buna başka tertipler ilave ediyordu.
Süreyya bir sandal bulacaktı; gülerek:
“Bir de araba.” diyordu.
Suat mahzun mahzun başını sallarken:
“Bu uzun olur, değil mi? Asıl o vakit aç kalırız işte.” diye içini çekiyordu.
Yalıda sürülecek zevkleri şimdiden ifrata vardırarak mahzuz olurken birdenbire:
“Lakin bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek.” diye gülüşüyorlardı.
Ve Necip son dakikalarda garip bir hüzün içine gömülerek bu mesut karı kocaya bakıyor, “eğer evli olmak bu ise” hiç fena olmadığını görüyordu. Fakat bu izdivacın nasıl müstesna şartlar, tesadüflerle husul bulduğunu düşünerek birçok fena izdivacı göz önüne getiriyor, kendisine “kabil değil, kabil değil böyle bir ikbal teveccüh etmeyeceğini; bu kadar muvafık bir kadına kabil değil nail olamayacağını, mahrum ve zelil hayatını ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve bedbaht sürükleyeceğini” kuruyordu.
Yarın erken kalkılacağından erken yatılmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necip hep bu fikirlerin zebunu idi. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların yağdığını görerek bu serinlikten istifade için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir müddet öyle kaldı.
Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kati kararı ara sıra zaafa uğruyordu; şimdi yine o zaaf zamanında idi. Bu karı koca arasında şahit olduğu anlaşma ve yakınlık, bu hararet, bu birinin küçük bir emeli için öbürünün canını verecek derecede telaşı, bu sakin ve mesut muhabbet onu harap ediyordu. Muvaffakiyetleri hep birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış muzafferiyetlerinde bile böyle kavi, böyle fedakâr, böyle müşfik ve sıcak samimiyet hamlesine nail olamamıştı. Birçok saadeti, zehirli bir ayrılık yahut muhakkak bir lakaydi ile bitmiş, hiçbiri en mesut zamanında bile şu saadetin sükûn ve letafetine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra mutsuzluk ve umutsuzluğun ebedî nakaratı, “Neye iyi!” hitabı takip ediyordu. Onun, zevkin hay ve huyuna tutulmuş, sergüzeştlere meyyal olan tabiatı bunlarla anlaştığı için artık huy olmuş, şimdi kendisinde sükûn ve şefkate, gölgeye, azamet ve şiire müştak bir tabiat uyanmaya başlamıştı. Hayatın en memnun olduğu anında bile ruhundaki eksiklik hissi bir başka ihtiyaç ile dağlanıyordu; şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir muhabbetle, böyle dostane bir vefa ile tatmin edilecek…
Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafında bunların yapraklara düşmesinden ileri gelen vezinsiz bir ses hışıldıyordu. Necip ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği asude bir teneffüsle uyuyan bu karı kocanın büyük bir hürmet ve muhabbetle mesut olmalarını temenni etti. Layık olan mesut olur fikri bir müddet zihnini işgal etti. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.
“Evet.” dedi. “Layık olan mesut olur yahut Goethe’nin dediği gibi layık olan kazanır, kazanamayan layık değildir.”
Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibiydi, o kadar başı küflü ve ağır kalktı fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve tazeliği ile içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.
Süreyya “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız…” diyordu. Sonra balkonun parmaklığından aşağı sarkıp “Araba hazır mı Selim, araba?” diye haykırdı.
Necip beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu, Suat tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu. “Aman Süreyya, Allah aşkına…” derken Necip birden dün geceki mülahazalarına döndü, gülümsedi. Suat arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin…” diyor; Suat, “Ya bırakmazsanız…” diye tereddüt ediyordu. Necip, Suat’ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan “İstasyona gelseniz de yine araba ile dönseniz daha iyi olmaz mı?” dedi.
Karı koca ikisinin de bunu istediği hemen gösterdikleri sevinçli kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın bozuk yolundan bazen devrilecek gibi giderken Necip şu on dakikalık mesafede bile, beraber bulunmak için hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telaşıyla birbirine bakmadığına dikkat ederek “Beraber olmak yetiyor.” diyor ve tekrar –bulanık ve tortulu cevap vermek yahut tutunmak için mülahazaları daima inkisara uğrayarak– bu hâli bile bir saadet mertebesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil teskin edici aşkı, hayır bu aşk olamaz, kalp bağlılığını düşünüyordu.
Tren hareket ettiği zaman istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suat’ı aradılar; elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola düzüldüğünü gördüler.
Vagonda iki kişi yalnızdı. Necip nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu noksanı, hatta kendisini mahzun eden bu kadın noksanını hissetmediğine şaştı. Bu kadar rabıta üzerine bu ayrılığın muayyen bir müddet için olsun kalbi elbette mahzun etmesi gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.
Süreyya başını trenin hızından hasıl olan havaya açmış yarı durgun, susuyordu. Sonra:
“Bakalım ne yapacağız?” dedi. Daha sonra ilave etti; “Sahi güzel bir şey bulursak… Suat ne kadar sevinecek değil mi?”
Evet, Suat… Şimdi onsuzluktan mahzun iken bu mülahaza onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek… Bu mahzunluğa sonsuz bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezaları bir gam damlasıyla karışık bir hoş sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar tatlılaştırıyordu.
Süreyya:
“Ah bak, akşam bizi araba ile beklemesini tembih etmeyi unuttuk.” diye esef etti. Sonra hemen, “Ama zannederim düşünür ve gelir.” dedi.
Eğer geleceğini zannetmeseydi haksızlık edecekti; zira Necip, Suat’ı onun kadar bilmediği hâlde bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, kendisine daima mevcut olan tahlil vesvesesi ile bu saadetin de derinliklerine girip hakikati görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mesut olmadıklarını, Suat’ın da hakikat hâlde bu kadar kusursuz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin bunların karşısındaki hayran vaziyetini pek gülünç buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, esasen kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken; niçin hiçbir noksan alameti kendi “müşikâr nazarına”[1 - Biz buna “Gözünden kıl kaçmaz.” deriz.] isabet etmediğini soruyordu. Birden bir tepki ile “Bu kadarı da bir muvaffakiyet değil mi? Bakalım ben bu kadarına nail olacak mıyım?” dedi.
Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini sevine sevine bitirdikten sonra trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık hissettiler. Önlerinde memnun ve mutlu geçecek birkaç gün vardı. Süreyya muvaffakiyetli zamanlarına mahsus evza ve etvarı ile ve hayal ile anlatıyordu: Şimdi Suat’ı bulacaklar, ona anlatacaklar. Süreyya’nın “mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o kadar sevecek… Sonra evdekileri nasıl şaşırtacaklar… Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu. Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak…
Necip:
“Ya Hacer?” dedi.
“Hacer mi? Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak…”
Sonra gülerek:
“Fakat Fatin… Vallah onu boşar da öyle bir halt etmez.” dedi.
O asıl onu görmek istiyordu:
“Ah şu Fatin.” diyordu. “Patlayacak, patlayacak…”
Sonra birden:
“Patlasa da Hacer de kurtulsa.” dedi.
Necip, Suat’ın ciddiyet ve metaneti yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki hak veriyordu.
İstasyonda Suat’ı bulur bulmaz bütün emelleri altüst oldu. Süreyya ona müjde verirken o:
“Nafile… Her şey bozuldu.” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı:
“Ben dadıma tembih etmeyi unutmuştum, hepsini Hacer’e söylemiş… Şimdi herkes biliyor.”
Süreyya eyvah makamında elini alnına götürerek:
“Ne söylüyorsun Suat?” dedi. Sonra saadetinin çokluğundan onu da bir muvaffakiyet sayarak:
“Bilsinler, ne yapalım, menetmek de ellerinden gelmez ya…”
Suat öyle düşünmüyordu. “Beyefendi mâni olmak isterse?” diyordu. Süreyya yavrusunu müdafaaya hazırlanan bir canavar mehabet ve tehevvürüyle bakarak:
“Ne?” dedi; azametle omuzlarını kaldırdı, “Ben artık mektebe gitmiyorum.” diye güldü. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya, “fildişi yuvasını” tarif için her şeyi unuttu. O kadar galeyan ile naklediyor, Suat da deminki kederi unutarak öyle şen şakrak görünüyordu ki Necip bile kendisine, “Bunda sana ait ne var?” diye içinden yükselen zehirli sesi unutarak cereyana kapıldı.
Süreyya methettikçe Suat, Necip’e dönüyor, “Sahi mi Allah aşkına, sahi mi?” diye soruyordu.
Evet, hepsi sahi idi. Bu fildişinden yuva Boğaz’ın üstünde Kavaklar’ın yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, heyeti mecmuası fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’nda idi. Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçerisi yarı döşeli idi.
Süreyya:
“Suat, piyano da var.” diyordu.
Bunların hepsi Suat için bir neşe kaynağı oluyordu. Süreyya oranın sükûnundan, gölgesinden, manzarasından galeyanla bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak:
“Deniz, kapısının önüne kadar geliyor Suat, bilsen!” diye sevincinden taşıyordu.
Sonra Suat, Hacer’in nasıl mosmor kesilip “karısının parasıyla sayfiyeye giden” Süreyya’nın artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya hiddetlenerek “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” dedi ve zalimleşerek “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söylendi. Suat eliyle ağzını tutarak susturmak istedi. Süreyya haksızlıklara böyle acı mukabele ettiği zaman içi ezilir, onu sevememekten korkardı. Necip’e dönerek:
“Düşününüz Necip.” dedi. “Biz gidince yalnız kalacak, bütün bütün yalnız… Zavallı kız ne yapacağını şaşırıyor, sonra…”
Süreyya, Suat’ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı:
“Sonra… Sonra da kıskanıyor… Niçin bir şeye kendi adını vermezsiniz? Kıskanıyor… İşte bu… Ve kıskançlığı onu şirret, hain ediyor… Bunda acınacak ne var?”
Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak:
“Maşallah efendim, Boğaziçi’nden öyle mi?” dedi.
Yukarıda, balkondan hanımefendinin sesi:
“Allah güle güle oturmak kısmet etsin… Nerde tuttunuz bakayım?” dedi.
Süreyya, Fatin’e omuz kaldırıp annesine cevap verdi:
“Hele yemek yiyelim, uyuyalım da… Rüyayı o zaman görürüz… Ne kadar sabırsızsınız!”
Hacer, öfkesine mağlup olarak birden atıldı:
“Ah, ben biliyorum canım… Bana Behice Dadı söyledi; hatta bak yengem inkâr edemiyordu, amma şimdi hep bir oldular, el birliğiyle saklayacaklar… Fakat ben biliyorum, bugün onlar Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular… Dün para gelmiş…”
Fatin kahkaha ile gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp hiddetli bir tavırla:
“Pekâlâ küçük hanım, farz edelim ki öyle olmuş! Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun.” dedi.
O zaman Fatin’in pantolonunu bir kere daha çekip sessizce içeriye kaçtığını görerek hep birden güldüler.
Yalnız kaldıkları zaman Süreyya:
“Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım.” diyordu.
Suat:
“Dur bakayım, izin alalım bir kere.” dedi.
Süreyya:
“Kimden? Neden? İzin mi? O niçin?” diye söylenirken karısı:
“Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak!” dedi. Ve sessiz, mütebessim gidip beyefendi ile hanımla görüştü. Dönüşünde, “Yalnız Hacer…” dedi, “Onu ne yapacağız?” Ve anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle “Onu da götürsek…” diye yalvardı.
Süreyya yerinden fırlayarak haykırdı:
“Ne? Fatin’i de mi?”
Buna bir karar vermek için müzakere ediyorlardı, bu geç vakte kadar sürdü. Yatma zamanı gelince Necip:
“Artık ben de yarın iniyorum.” dedi ve Suat’a bakarak:
“Bana başka hizmet var mı?” diye sordu.
Suat güldü:
“İzin mi? Bir şartla!” diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek:
“Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla.” dedi.
Ertesi sabah kalktıkları zaman Süreyya anlattı ki, gece köşkün öbür köşesinde kıyametler kopmuştu. Hacer kocasını onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmeye icbar etmiş, o tabii bu teklife kulak asmamış… Süreyya “Yüreğine inmiştir!” diye gülüyor fakat sonra kızıyordu. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş, bey, hanım hep oraya koşmuşlar. Fatin ısrar etmiş, daha icbar edilirse rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş…
Süreyya:
“Katırı görüyor musun, katırı!” dedi. Sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek, “Katır çeksin meheldir!” dedi. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün… Çünkü o kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: ‘Hanım, aradım amma öyle bir yakut buldum ki…’ Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da.” diyordu.
Suat darılarak:
“Bey, Bey!” dedi.
“Peki, sustum, sustum amma haydi kaçalım bakayım… Zira artık onların yüzünü görmek istemiyorum…”
Suat yalvardı:
“Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle… İstediği vakit gelsin… Söyleyeceksin değil mi?”
Kocasından muvafakat cevabını almadan işe başladı ve Necip kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya, Hacer’le konuşmak için odasına gidiyordu.

3
Bir daha on gün sonra Beyker’in önünde rast geldiler.
Necip, Beyoğlu’na doğru yürürken arkasından birinin kolundan tuttuğunu hissetti, dönünce Süreyya’yı gördü:
“Ooo, nereden böyle?”
Öbürü elinden tutup Beyker’e doğru yürüyerek:
“Ya sen?” dedi. “Kırklara mı karıştın, ne oldun? Bizi yarı yolda yalnız bırakmak…”
Necip özür dilemek için söz bulamıyordu; dükkâna girmişlerdi. Süreyya bir çırağa bir şey sordu, sonra öne düştü. İçeri yürüyorlarken:
“Görüyorsun ya.” dedi. “Masraf masraf… Otuz beş kırk lira derken yalı bize altmış liraya oturuyor.”
İçeride ipekli kumaşlara bakmaya başladı, bir taraftan anlatıyordu:
“Ama gelsen de bir görsen… Ha, sahi, ne vakit geleceksin? Bekleyip duruyoruz… Ah Necip, biz bağda meğer cehennemde imişiz, ne yer, ne yer! Ben ilk baktığımız gün bu kadar güzel bulmadımdı. Sabahları, ya akşamları… Hele öğleden sonraki güzellik… Akşamüstü Suat ile beraber çıkıyoruz; orada bir yol var, tepenin kenarında, Kavak’a kadar gidiyor. Ne manzara, ne manzara! Bir kere Büyükdere’ye gittik… Daha istediğimiz gibi gezemiyoruz ki, iyice yerleşemedik. Ev tamam olsun da uzun seferlere çıkacağız… Sen de gelirsin.” dedi.
Sonra kendi de teşvik olsun diye:
“Mayıs, malum ya, Büyükada’nın tam mevsimidir!” dedi.
Süreyya güldü:
“Mayıs Boğaziçi mevsimidir, azizim, Boğaziçi! Sade mayıs değil, bütün sene… Zannederim ki, oraları kışın bile güzeldir. Bir rüzgârı var, aman Yarabbi, bir rüzgârı var Necip! O temiz rüzgâr başka nerede bulunabilir? Sizin adanıza gelen rüzgâr bütün Boğaz’ın üstünden geçip kirlendikten sonra size gelir. Beni mübalağa ediyor zannediyorsun ama geldiğin vakit göreceksin ki hakkım var. Oraya gittiğimizden beri ne kadar fark ettiğimi ben bilirim. Suat bile bambaşka oldu. Bir neşe geldi, bir hayat geldi… Sabahları demir gibi kalkıyoruz, sonra, sana bir şey söyleyeyim mi? En sevdiğim hâli rahatlığı… Ne Fatin var, ne Hacer var… Yapayalnızız!”
Necip hatırlayarak:
“Sahi, onu ne yaptınız? Kandırabildiniz mi?” diye sordu.
Süreyya hiddetle:
“Bırak şu acuzeyi!” dedi. “Bana inan Necip, acuzelik yalnız ihtiyarlarda değil, asıl gençlerde… Bilmezsin bu kadınlar fena olunca ne kadar fena oluyorlar. Kendisine barışmak için gittim de bana ne cevap verdi bilir misin? İmkânı yok… Bana karımı çekiştirdi; evet bana Suat’ı… Anlıyorsun ya? Dur, şuraya girelim, kurdele alacağım. Malum ya, kadın işleri bitip tükenmez… Fakat şikâyet etmeye gelmiyor, azizim; hain şeyler, pek pahalı ama onlarsız elbise de bir şeye yaramıyor…”
Süreyya böyle gamsız kuşlar gibi gevezelenerek her şeyden hafiflikle bahsederken Necip bütün birer saadet olan bu şeylerden mahrum geçen kendi hayatını düşünüyordu. Tünel’e geldikleri zaman Süreyya:
“Artık bana müsaade.” dedi.
Onu çeyrek geçeye doğru Yeniköy’e giden vapura yetişmek istiyordu. Arkadaşının elini sıkarken:
“Ey ne zaman?” diye sordu. Necip tereddüt ediyordu. Süreyya:
“Karışmam. dedi. “Sonra Suat’ı darıltırsın… Onda bilsen ne hazırlıklar var… Senin için ayrıca bir oda hazırlıyoruz… Görüyorsun ya, gelmek bir vazife oluyor. Ne vakit gelsen evdeyiz. Ben haftada iki gün İstanbul’a inmek istiyorum ama daha karar vermedim… Bir de sandal bulduk, onu da alırsak, gelsin keyif. Sahi sen sandalcılığı sevmezsin… Ooo, düdük öttü, adiyö!”
Koşuyordu. Necip arkasından seslendi:
“Selamları unutma…”
Süreyya:
“Unutmam, unutmam.” diye kayboldu.
Necip dönerek kalabalığa karıştı. “Kim der ki şu adam beş senelik bir kocadır!” diyordu. Bu kendisinin yaşamak ve evlenmek hakkındaki bütün felsefesine muhalif bir hâldi fakat işte vaki idi. Ve hayalen Süreyya’yı görüyor, Suat’ı beklerken görüyor, yine onların şevk ve huzur ile geçecek gecelerinin yanında kendi geçireceği gecenin acılığı şimdiden kalbine çöküyordu. Birden:
“Adam sen de, bunlar hep hülya!” dedi. “Onun yerinde ben olsam ilk haftadan bunalırım… Zaten ben hiçbir şeyden memnun olmamak nasibi ile doğmuş değil miyim?”

4
Necip böyle düşünmesine rağmen o pazar Ada’ya gidecek yerde Boğaz’a gitti.
Vapur, Boğaziçi’ne koşuşan halk ile taşarak köprüden çözülüp Boğaz’ın mavi göğsüne gömüldükçe içi açılıyor, gitgide kendinde bir ferahlık duyuyordu. Etrafına bakarak hepsi de memnun, güler yüzlü görünen yolcuların bahar ile kendilerinden geçerek sürdükleri hayat, ona duyduğu sevinçle çok zevkli bir hayat gibi geliyor, geniş nefes alarak, dalgalanan kır yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerin taze kokularıyla içinde bir canlılık, bir ferahlık duyuyordu.
Bütün melal ve sıkıntısı Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her yüzde bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde, kadınların hepsi ona bugün, arzulanmaya değer bir güzellikte görünüyordu. Sahil binalarının yan yana ve birbirlerini kovalamalarındaki hazdan yarı sersem, gözlerinin önünde kaynayan şu coşkun hayattan yarı baygındı. İskeleler kendilerine gelen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere son yolcuları alıp vapur âdeta boşaldığı zaman Necip kendini topladı. Şimdi nasıl bir sevinçle, gıllıgışsız temiz kalplilikle, nasıl bir saadetle karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, nihayetsiz bir memnuniyetle telaş ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş heyecan oluyor, Suat’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.
Evvela kendisini Suat tanıdı; eliyle işaret ederek içeri seslendi, o zaman pencerede karı koca ikisinin de başları göründü. Süreyya uzun bir “Ooo!” ile selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açtı. İçeri girer girmez kendini merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında buldu. Bu sevinçli bir karşılayış oldu. Süreyya:
“Ne iyi ettin de geldin.” dedi. Yukarı çıktılar, Suat ile beraber Süreyya da, Necip’e bugün geleceğini umduklarını söylüyordu. Necip merak ederek:
“Neden?” dedi.
Süreyya izah etti:
“ ‘Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefis idi ki.’ Suat, ‘Bugün Necip belki gelir.’ dedi… Ah sabahları erkenden buradaki güzelliği, tazeliği tarife söz bulamıyorum. Denizin nezaketini, tazeliğini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip… Fakat bugün Ada’ya gideceğini bildiğimiz için üzülüyorduk. Buna rağmen bilmem niçin, yine umuyorduk.”
Gülerek karısına baktı:
“Hatta Suat hazırlıkta bile bulundu; malum ya, artık o ev kadını oldu.”
Suat kızararak yarı sitemli:
“Fildişini, beyefendiyi misafir kabul edecek bir hâle koymaya uğraşıyorum.” dedi.
O zaman Necip lafa girdi. Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün Ada’ya gitmek istediği hâlde oraya gidip birtakım renksiz çehreler, lakayıt dostlar, bigâne kalpler göreceğine gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini anlattı.
“Ah görseniz artık.” dedi. “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar tahammül edilmeyecek hâle geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor, rutubet biraz işe yarıyor fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz… Sonra, öğle oldu mu, durmak, oturmak kabil değil. Toz, güneş, ter! İnsan boğuluyor, boğuluyor! Onun için buraları adama bir köy gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle… Sahiden fildişinden yuva… Uzak, uzak… Sanki kaçmış, kaybolmuş… Ah buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”
Süreyya muvaffakiyetinin gülümseyen saadetiyle ilave etti:
“Unutmuş ve unutulmuş, değil mi?”
Sonra Necip’i elinden tutarak:
“Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim, servetimizi gör… Bir kere balkonlu odaya gidelim de bak manzaraya.” dedi.
Bir merdiven çıkarak deniz üzerindeki salona girdiler. Burası evin eni kadar geniş bir oda idi. Panjurları açınca evvela bol bir ışıkla gözleri kamaştı. Suat ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı, üçü birden balkona geçti. Saçaklarından girmeyen güneş, beyaz, taşkın bir ziya ile burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir parlaklığa boğuyor; denizde, dalgaların oyunlarıyla kıvrımlanarak akseden gölgeler bile bir gümüş beyazlığı ile yıkanıp kendini açığa vurmayan bir sıcaklık içinde güneşten gelen kahkahalar gibi billurlaşıyordu.
Süreyya:
“Asıl buraya bak!” dedi. Karşısında Anadolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşabahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’ya, Büyükdere Koyu’nu takip ile Masarburnu’na kadar gelen kıyılar arasındaki çok büyük, geniş gölü gösterdi. Eliyle işaret ederek:
“Nasıl! Tıpkı bir göl, değil mi?” diye sordu.
Necip:
“Cidden güzel!” dedi.
Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir rüzgâr okşamasıyla dalgalanan deniz, güneş altında baygın, dermansız serilmiş, girintili çıkıntılı bir gümüş yayla inceleniyor; kıyıların üstünde gözü alabildiğine sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında, havasının ateşten titrediği sezilen eflatun, kurşuni, sarı dağ çizgileri, en nihayet geniş bir denizle ışıklar altında ufka gömüldüğü sanılan adalara benzeyerek, ateş koru üstünde ürpere ürpere, ses vermeyen setler gibi sıralanıyordu.
Süreyya tekrar:
“Nasıl muhteşem değil mi?” diye sordu. “Sonra birden alevlenerek, ‘Ya bu rüzgâr!’ dedi. Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necip? İmkânı var mıdır? Bu temiz, bu saf… Suat’ın dediği gibi köpüre köpüre esen rüzgârı… Şu sevince, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına… Bağ diye gidip o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”
Necip oraya, bir büyük saksının yanına konmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak:
“Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.
Karı koca memnun, saadetleri gözlerinde gülerek birbirlerine bakıyorlardı.
Suat:
“Daha bu ilk memnuniyetin arkası alınmadı.” dedi. “Her gün başka bir güzellik var.”
Süreyya Suat’a gözleriyle teşekkür ederek baktı:
“Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe… Benim sevgili karıcığım!”
Suat elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp kırgınlıkla gözlerini süzerek:
“Bak yine söylüyorsun.” dedi, “Şu fena kelimeyi yine ediyorsun.”
Süreyya gülüp, çırpınarak:
“Ne yapayım, unutuyorum… Affet Suat.” dedi. Sonra Necip’e döndü:
“Bir türlü kendimi menedemiyorum. Hâlbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük zıddı…”
Necip bu küçük, içli dışlı aile meclisinde yarı dalgın, derin bir acı ile kendi kendine “Evet, insanın bir karısı olup da onu sade ismiyle çağırmak saadeti…” diye esefleniyordu.
Süreyya nihayet Suat’ın elini tutmuştu. Necip’e dönüp:
“Evet kardeşim.” dedi. “Biz artık Boğaziçi’nin mesut, saadetlerinden çılgın kuşları! Buna rağmen bu saadet ara sıra gagalaşmamızı menetmiyor. Hele ben… Tasavvur et ki artık her şeyime itiraz olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile…”
Suat haklı olduğunu ispat için telaş ederek:
“Ooo, özellikle ona.” dedi. “Her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı?”
Süreyya latife eder gibi yine hep Necip’e anlatıyordu:
“Ey ne yapalım? Para kazanmak lazım değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana baba adama para vermiyor. Hâlbuki her sene insan karısının parasına boyun eğmez ya… Ev tutulmasına ne ise… Fakat karısının ekmeğine…”
Suat, uzaktan gelen kulak kabartmış bir kuş tavrıyla başını eğerek yarı sitemli bir gülümseyişle dinliyordu. Sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi, “Devam edersen… Devam edersen…” diye eliyle tehdit ediyordu. Süreyya elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde hiddet şimşeği çaktırarak kurtulmaya uğraşıyordu.
Süreyya koyuvermeyerek:
“Haklı değil miyim, Necip Bey?” diyordu. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necip’i hakem tayin edelim?”
Suat nihayet mağlup olup durdu:
“Pekâlâ, ben onun insafından eminim fakat evvela ben anlatacağım.”
Hafif bir inatçılık oldu. Önce hangisinin anlatması lazım geldiğini kararlaştırdılar. Suat, uzun zaman her gün evde oturmaya alıştırdıktan sonra şimdi İstanbul’a inmeye kalkmasını istemiyor, “Özellikle asıl yeni misafir olduğumuz için çıkıp kırdan, bahardan, buradan istifade edeceğimiz yerde her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.
Süreyya gaddar çocukluk ederek, “Niçin inilmesin?” diyor, gülerek, Suat’ın elini hâlâ bırakmıyordu. Hizmetçi kızın balkon kapısında görünüp işaret etmesi Suat’ı bütün bütün kurtulmak çaresini aramaya mecbur etti. Süreyya, “Olmaz, olmaz, göndermeyiz.” diyordu; “hem misafiri yalnız bırakıp gitmek…”
Necip:
“Mademki ev işi için.” dedi.
Süreyya çıkıştı:
“İşte ben de bundan bıktım… Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor. İşte ben de bundan şikâyet ediyorum. Evde akşama kadar beni oturmaya alıştırıp, akşamları ev kadınlığını bahane ederek ortadan kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”
Suat:
“İşim var, canım!” diye darıldı. Nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu:
“Allah aşkına bırak.” dedi. Gözleri rica ile yanıyor, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu.
“Gideyim bakayım, bırak… Allah aşkına bırak…”
Süreyya, çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı. Ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp yarı mahzun:
“İşte böyle kardeşim.” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam ölürüm…”
Sustular. Rüzgârın sade ürperterek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışırtı oluyor, bu ses denizin parıltılarından çıkıyor zannedilecek kadar o parıltıların ahengine uyuyordu.
Necip:
“Demek her gün böylesiniz?” dedi.
“Evet fakat sade bu değil, hele kalk da bak; ne letafet ne letafet…”
Necip birden acı bir teessüfle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince o, koltuğundan fırladı:
“Ne? İmkânı yok! Vallah billah olmaz. İnsan Boğaziçi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa cinayet işlemiş olur, her cezaya müstahaktır.” dedi.
Necip söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica etti, Süreyya inat ile:
“Koyvermeyiz, imkânı yok… Suat kabil değil razı olmaz.” dedi.
Bu kadarla Necip’i ikna etmiş gibi başka bahse, konuşulan bahse geçti, buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.
O asıl, sabahları seviyordu, oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi, o siyah dumanlı, insanın belini büken güneş değil, saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor, “Uyanınız!” diyordu. Sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen kızarak gürlüyor, köpürüyor fakat çok kere böyle sakin, bir kuzu gibi bezgin ve uslu… Suat her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman içeri sabah, hayat, neşe, hele gençlik bütün bunlar, her şey, sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle odalarına, kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin körpeliği ile serin bir sıcaklık veren güneşle yıkanıyorlardı… İşte Süreyya buna doyamıyordu.
“Bazen Suat bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular falan yok ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var… Oraya gelince Karadeniz görünüyor. İşte o her şeye bedel…”
Eğer Suat’ın bu ev deliliği olmasaydı daha uzaklara gideceklerdi. Fakat o inat ediyor, mutlaka, her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, göz gezdirilecek işler buluyordu. Her neyse, bu güzel sabahtan sonra sofra başında karısını karşısına alıp da sükûn ve samimiyet içinde yemeğini yerken hayatından duyduğu zevke doyum olmuyordu.
Süreyya bunu söyledikten sonra göz kırpıp “Öyle mi zannedersin?” diye öğleyi methetmeye başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı; hararet çoğalmış fakat aşağıda deniz hâlâ serin… Onun seslerinde öyle çığırtkan bir ahenk çağlıyordu ki, insan kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rehavet, bu serinliğin, bu yarı hararetin arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki, yarı uykuda, yarı uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat devam ediyordu, sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine… Bir arabaya atlayınca Büyükdere’ye doğru…
Sonra gece İstanbul’un en zarif, en süslü, en sakin geceleri… Aydınlığa lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen, o kadar gevşeklik veren ışıklar yağdırıyordu ki, o gölgenin içine gömülmüş, yarı ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, gökyüzünün, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.
Süreyya uzanmış, sade ellerini kullanarak, bazen bahisten bahise geçmek için biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necip sessiz dinliyordu. Nihayet Süreyya:
“İşte hayatımız.” dedi. “Yemin ederim ki, hiç bu kadar mesut olduğumu bilmiyorum.”
O sırada Suat’ın sesini işittiler.
“Şükretmeli, şükretmeli.” diyordu. Süreyya yattığı yerden kımıldamayarak:
“Sen şükredeceğine buraya bak.” dedi ve eliyle Necip’i göstererek, “Akşama gidiyormuş!” dedi.
Suat şaşalamış:
“Kabil değil, latife ediyorsun.” dedi.
Süreyya temin ediyordu; sonra gülerek:
“İşte bir haber ki, Suat’ın bütün tasavvurlarını harap etti. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.” dedi.
Suat, Necip ile meşgul iken bu söz üzerine kocasına dönüp tehditli bir kaş çatışıyla:
“Susmak ne iyi şeydir!” dedi.
Necip hâlâ teessüfle kalamayacağını tekrar ediyordu. Süreyya gülerek:
“Bu ne ısrar.” dedi. Sonra göz kırparak ilave etti, “İleri gitmeyelim… Kim bilir… Beyoğlu bu…”
Nihayet Suat bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi. Süreyya:
“Öyle ya, bahar bitiyor.” dedi. Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri hâlde şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necip çarşambadan evvel gelemeyeceğini söylüyor, onlar ısrar ediyordu. Nihayet çarşambaya karar verdiler.
Süreyya hizmetçinin gölgesini görünce:
“Yemek mi?” diye haykırdı. “Koşalım, koşalım… Yemekler darılmasın!”
Suat bu evin bir özrünün yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken:
“Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz.” diyor, buna hep birden gülüyorlardı.
Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak:
“Aman çabuk, çabuk… Yemekler iltifatımızı bekliyor… Baksanıza, saat bire gelmiş.” dedi.
Suat:
“Her zaman kaçta yiyoruz?” diye sordu.
Süreyya:
“Malum.” dedi, “Yani demek istiyorsunuz ki bir muvakkit saati kadar muntazam yemek yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye lüzum yok. Allah sayinizin mükâfatını versin, yalnız temenni ederim ki, bu merak nihayet bir cinnet hâline gelmesin… Ev kadınlığı cinnet ölçüsü… Doktorlara yeni bir hastalık daha…”
Suat serzenişli bir nazarla:
“Birikiyor!” dedi.
Süreyya hem yemek alıyor, hem daima Necip’e bakarak devam ediyordu:
“Ne! Cinnet mi?”
Suat başını sallayarak:
“Hayır, kabahatler… Haksızlıklar.” dedi.
Necip:
“Omlet enfes.” dedi.
Süreyya gülerek:
“Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak… Bereket versin küçük hanıma… O kendini yoruyor ama kocacığına… Ay, kocasına diyecektim… Ay, yine olmadı. Süreyya’ya, Süreyya’ya.” dedi.
Suat, Necip’e bakarak:
“Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necip Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa…”
Süreyya hâlâ alay ederek:
“Yoksa ne olacak?” diye sordu.
Suat tereddütle:
“Yoksa… Yoksa… Karınızı mesut etmemiş olursunuz…”
Süreyya:
“ ‘Ooo dedi, o kadarcık mı?’ Ben de mühim bir şey olur zannediyordum… Necip de benim kadar bilir ki evlilikte hanımlar solda sıfırdır… Asıl akıl ermeyen bir şey varsa bu kadar dikkate rağmen şu etlerin aşçılık başarısıyla böyle simsiyah olmasıdır.”
Suat gülümseyerek:
“Mademki kocaların saadeti lazım, veriniz onu ben yiyeyim… Zavallı kadınlar!”
Necip:
“Bilakis zavallı erkekler Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne verimsiz, ne yağmursuz, ne çorak bir siyah çöl olduğunu bilseniz… Bunu çok erkek bilir de sonra unutur… Bir kadının, bir erkeğin hayatına sade varlığı ile nasıl şiir ve körpelik verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile yalnız vücut için de nasıl büyük bir koruyucu olduğunu bilseniz… Demin bana burada hayatınızdan bahsediyordunuz. Siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki, ölecek derecede bunalıyorum.
Ötekiler susuyorlardı.
“Bilmezsiniz Beyoğlu hayatının, hatta eğlenilecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hâli vardır. Evvela bin bir renkli bir hayat görünür, hiç birbirine benzemez sefahati var gibi gelir fakat o kadar tek renk, aman Yarabbi o kadar tek renktir, görülen çehreler o kadar daima aynıdır ki… Mahremiyetsiz, samimiyetsiz, gösterişli bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat… Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık… Hiçbir el sıkmazsın ki, mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğine emin olasın, hiçbir ses işitmezsin ki, senin arkandan en hain, en haksız bir istihzada, bir zemde bulunmayacağına emin olasın… Riya, istihza, kendini beğenmek, hodkâmlık… Bu aç kurdun elinde bütün çehre morarmış, bütün gözler bulanmış; herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesine bağlı imiş gibi bir çekememezlik, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir bahane olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu paskal yüzünde göz dudağa, dudak çeneye güler… İğrenç bir şey hasılı…”
Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul:
“Buna rağmen inkâr edemezsin ki kadınları nefistir.” dedi.
“Evet hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce… Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri… Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular! Sana cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil…”
Süreyya, yarı kızarmış Suat’a yan bakıyordu. Derin derin bakıştılar.
Sofradan kalktığı zaman Necip kendi kendine “Ah herkes böyle olsa… Herkes mesut olsa…” dedi. Başka bir yerde olsaydı şu temennisini pek gülünç bulurdu fakat bu saadet ve samimiyet içinde bütün meyilleri, alışkanlıkları kayboluyor; hayatını, karanlık, hain, fena hayatını unutuyor; hıncı, bezginliği hissetmeden değişerek başka, iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah insanlar, şu beşer kalbi… Yüz bin manalı bir muamma… İçinden çıkmak mümkün değil…” diyordu. “Acaba fenalık gibi iyilik de bulaşıcı mıdır?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya:
“Aman Suat gelmeden bir sigara tellendirelim.” diye kutusunu verdi. Henüz sigaralarını yakmışlardı ki Suat göründü. Balkona çıkmayarak kapıdan:
“Dehşet, dehşet, yine mi duman, yine mi?” diyordu.
O zaman tütünden bahsedildi; sigara, Suat’ın birinci zıddı idi. Süreyya müdafaa etmek istiyordu.
Necip dedi ki:
“Yok Süreyya, herhâlde bu iddia edilecek kadar ehemmiyetli bir şey değil. Bana öyle gelir ki, evli olsam da sigaramdan şikâyet edilse…”
Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:
”Galiba yine bir şey yumurtlayacaksın, Necip…”
Necip gülerek bitirdi:
“Elimden sigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı sevinerek atardım…”
Süreyya sigarasını zevkle bir daha çekerek ağır ağır dumanlarını savuruyordu:
“Ne güzel fikir… Yalnız bir kusuru var, yapmak kabil değil…”
“Azıcık fedakârlığa katlanılmayınca hiçbir şey yapmak kabil değildir.”
Suat korkarak:
“Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum.” dedi.
Ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir konuşma oldu. İki sözde bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip, Suat’a piyano çalmasını rica etti.
“Demin Süreyya’nın anlattığı bu hayatın imrendiğim saadetine bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti.
Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmış, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu sıcak anı, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek:
“Görüyor musun!” dedi.
Şimdi deniz durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi ağır, uzanıp gidiyor, hararet havayi nesimi içinde titrek, değişken fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki, gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir bakışla görüyorlardı.
Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedricî bir tarraka ile yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.
Bu Traviyata’dan bir parça ile başlamıştı. Fakat Necip sonrasını hatırlayamıyordu, bir andaluz serenadı gibi geliyordu. Sesler, kâh billur gibi şakıyarak, kâh matemli sürüklenerek, kâh şevk ve şetaretle yükselip sonra yeis ve fütur ile dökülerek devam ettikçe bütün kurduğu hülyalar karanlıklara boğuldu. Fark ve hissedememeye, hatırlayamamaya başladı; sanki yaşamıyordu.
Birdenbire saatin sesini işitti, bu ses onu uyandırdı. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı; piyano hâlâ ağır ağır, içinden gelen bir dert ile inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek:
“Çaldığım havalara yazık oluyor, değil mi?” dedi. Necip “bilakis” makamında başını salladı. Bitirince Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bildiği morsoları bile artık şaşırdığını söylüyordu.
“Hele notalar.” diyordu. “Görseniz ne hâlde… İçinden çıkmak kabil değil… Çocuk kitapları gibi olmuş… Birçoğunu bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş… Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”
Necip notalara göz gezdiriyordu; bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpuriler idi fakat o kadar harap bir hâlde, o kadar eksik idi ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni morso getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi. Saate bakarak:
“Ooo, saat dört buçuk.” dedi. “Acaba vapur kaçta var?”
Ve Suat’ın şikâyetli bir bakışı önünde yarı tereddütlü:
“Temin ederim ki.” diye başladı, kendini burada kalmamaya icbar eden bütün sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat:
“Bari sizi Tarabya’ya kadar geçirelim.” dedi.
Sonra yüksek sesle dışarıya seslendi, cevap alamayınca sesini daha yükseltti:
“Bey, bey, uyuyor musun?” dedi.
Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin armonili akması, kesilmeyen bir sevinçle şakıyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak:
“Ne âlâ, ne âlâ!” dedi.
Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddia ile:
“Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir.” dedi. Sonra Suat’a göz kırparak, daha doğrusu akıl da ermez ya… Yemin edebilirim, bu gece bütün masumiyetinle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun… O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına… Değil mi?” latifesine dökülüyordu.
Necip Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek susturmaya uğraşıyordu.
Suat:
“Karar verildi, değil mi beyler?” dedi.
Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değiştirmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar çekiştirdiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine şaşıyordu. O zaman da samimi idi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok tavır takınıp hareketlerde bulunması, hepsinde de samimi oluşu onu çözümünü bulamadığı bir muamma gibi meşgul eder, iki katlı değil, yüz katlı bir kadın kalbi gibi birbiri içinde esrarengiz kutu olduğunu zannettirirdi.
Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım!” dedi; Suat da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar. O Büyükdere’ye kadar yayan gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu. Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de fikrinden birer parça kabul edildi; sandal ile Büyükdere’ye gidecekler, oradan arabaya bineceklerdi.
Yolda çayırdan geçerken, Süreyya daha vapura vakit olduğundan bahsederek arabayı biraz Bentler yoluna sürdürdü ve iki tarafı bütün ağaç ve çayır olan bu yoldan giderken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip:
“Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hay ve huy, gürültü, sersemleşmek lazımdır.” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla methederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.
Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığını dikkat edip, “Evet.” dedi, “Seni oraya kadar takip edecek bir yol arkadaşın olduktan sonra…”
O zaman Suat’ın gözleri müşfik bakışlarını kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu bakış o kadar derin, sıcak bir muhabbet ile nemliydi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir helecanla titredi. “Evet, böyle bir bakışla insan dünyanın öbür ucuna gider.” diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider… Onun şimdi terk etmek istemediği hayat, bir çölden başka ne idi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl…
Evet, hatta serapsız… Fakat bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan bakışlar bile ona bir şiir taşkınlığı verir, onu canını feda etmek ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz… İnsan değilim, muadeleyim…” diyordu.
Ayrılırken Suat tekrar ediyor; “Çarşambaya, değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya, “Erken gel de Bentler’e gidelim.” diyordu. Karar verildi; çarşamba günü akşam gelecek, ertesi gün sabahleyin Bentler’e gidilecekti. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş, dayanmış duran Süreyya ince uzun boyuyla o kadar mesut, o kadar güzel görünüyordu ki, onların yanında duyduğu saadet ve kalp rahatından onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne yabancı kaldığını anlamış gibi melül, ayrıldığına pişman oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef etti. Onlar küçüle küçüle bir nokta olunca azalarak nihayet yeise çevrilen bu sevinç gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, buluşacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan sayıyor, verdiği sözü unutmanın bir hıyanet olmayacağını düşünüyordu.
“İşte böyle.” diyordu. “Kararsız, isteksiz, boş…”
Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar!” diyerek güldü…

5
Süreyya ile Suat’ın birbirlerine ilk günden şevk ve gönül açıklığına benzeyen bir bağlılıkları vardı; Boğaz’a geldiklerinden beri içleri açılmıştı, hep aynı şeyleri özlüyorlardı. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu. Bunlar Suat’a, kalbinde duyduğu sıcaklığın okşanmak isteyen kaynaşmalarından büyük bir saadet veriyordu ve Suat hayatlarını muntazam, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Bezginlik nedir bilmeyen bir ömür kurabilmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe, Süreyya’yı böyle yeniden neşeli buldukça emeline kavuştuğundan dolayı mesut oluyordu. İstiyordu ki, Süreyya evde şikâyet edecek hiçbir şey bulamasın. Hazırlık, öteberi edinmeler, her şeye düzen vermekle geçen ilk günler, evin her zamanki gidişi hâlini aldığı, birbirine benzeyen günler ardı ardına gelip geçtiği hâlde bile, bu günlerde bağdaki son zamanlara nispeten yeni evli bir karı kocanın heyecanı ve neşesi vardı.
Necip bu hayatın bir başka neşesi oluyordu. Bu hâlin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada vücudu meserretlerini biraz daha tamamlıyor gibi idi. Onun gelmesini sevinçle karşılıyorlar, gitmesini geciktirmek için tuhaf tuhaf bahaneler icat ediyorlardı. O, ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere, çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu iki günü bir büyük sevinç gibi kabul ettiler. Onlar daha Necip gelmeden seyranlar hazırlamışlardı. Bentler’e, Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suat, “Şimdi Bentler ne güzel olur…” diyor; Süreyya, “Hele Beykoz Çayırı!” diye mukabele ediyordu. Hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini konuşuyorlardı. Nihayet üçü de sabah erkenden Bentler’e gitmekte birleştiler.
Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkmışken üçü de hazırlanmıştı. Sabahın sessizliğinde, geceden tembih edilip kapının önünde bekleyen arabaya bindiler. Bu mayıs sabahı, Bentler yolculuğu, üçüne de bir seyahat hayalinin şiir ve sarhoşluğunu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki yeşillik bolluğu ile yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız serin havadaki hareketsizlik içinde yayılmak için soluk bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, kocaman ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer karanlık hâlinde görünen koruların göğüsleri, hep bu sessizlik, bu tenhalık, bu parlak durgunluk içinde, şurada burada oynayan ziya parıltıları arasında kuşların ışık gibi süzülen şakımaları, arabadan indikleri vakit içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku hissi ile büyük orman, nihayet havuzlar, insana birer korku ürpermesi ile hayattaki bağlara yakınlaşmak duygu ve ihtiyacı veren mehib havuzlar ve sonra dönüş…
Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün kuvveti ile midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya “Yemek! Yemek!” diye gürlüyordu. “Buyurun.” dedikleri zaman iki delikanlı koştular. Önden giden Süreyya odaya girince:
“Vay, çilek!” diye sevinçle haykırdı. Sonra Suat’a dönerek:
“Bu nereden böyle?” diye sordu. Suat gülümseyerek:
“Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” dedi.
Latif bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunu bastırıyordu. Süreyya, Necip’e dönerek:
“Görüyorsun ya azizim, ne varsa kadınlarda var.” dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak, “Her şeyi bir sır hâline koymak inadı bile.” dedi.
Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı; Süreyya birdenbire:
“Eyvah!” dedi.
Evvelki gün bugün için yelkenli bir sandal tembih etmişti. Sandalda yelkeni açıp gezmeyi çok sevdiğini, yelkenli bir sandal kiralamak istediğini söyleyip duruyordu. Sandal bugün Moda’dan gelecek, beğenmezse geri gidecekti. Bunun için verdiği sözü unutmak istemiyordu.
“İsterseniz siz gidip gezin, ben beklerim.” dedi. Onlar kabul etmediler.
“O hâlde yarın sabah gideriz.” diyordu. Necip döneceğini ihtar ediyordu:
“Sen kalırsın sen.” diyor. Necip, çekiniyormuş gibi başını salladıkça Süreyya:
“Öyle ise zorla.” diye bağlayacağını anlatıyordu.
Yemekten sonra vakit sandal bahsi ile, özellikle Süreyya’nın beklemesiyle geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek zevklerini övüyor, “Deniz köpükler içinde… Rüzgâr etrafında fişek gibi çatlar… Yelkenler çırpınır… Sandal dalgaların göğsüne sarhoş gibi yaslanmış… Uçmak da değil, yüzmek de değil… Bir hâl ki…” diye bitiremiyor, sonra dürbünü alıp Paşabahçesi koyuna doğru araştırıyordu.
Necip:
“Amma havasız kalmamak şart.” dedi.
Süreyya ümidini keserek dürbünü bir sandalyeye bıraktı:
“Ooo, evet… Rüzgârsız kaldı mı sandal ölmüş demektir; hele güneş de olursa… Hiç çekilmez!”
Suat:
“Ya akıntı?” diye sordu.
Bunun üzerine Süreyya, Boğaz’ın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yasa kürek, başka çare olamazdı.
“Fakat kotra ile iş büsbütün başka olur.” diyordu. “Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine bağlıdır, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâr bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu?” Bunu söylerken eliyle rüzgârı gösteriyor:
“Şu rüzgâra bak!” diyordu.
Rüzgâr, Karadeniz’in bütün hiddeti ve körpeliği ile tepelerden koparak saldırıyordu.
“Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir!” dedi.
Sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere gülerek “Vaktiyle…” dedi, bir kere Boğaz’ı geçmek için iki gün uğraştıklarını anlattı.
Sandal bahsi, sönen bir rüzgâr gibi bitap cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın beklemesi artık bir söz söylemeyerek dürbünü elinden bırakamamak derecelerine geldiği zaman Necip’le Suat arasında “Artık gelmeyecek.” sözü başladı. Suat:
“Eğer sandal gelmezse elimizden kurtulamazsın.” dedi. Necip ile bir olarak onu ümitsiz bırakmak istiyorlardı. Sonra Suat, Beykoz’dan bahsetti. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi; bu rüzgârda çayırları görmeliydi!
“Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra…” diyerek yarı şikâyetli bir eda ile Necip’e baktı.
Sonra:
“Canınız sıkılıyor, Necip Bey.” dedi.
Necip gülümseyerek:
“Galiba biraz.” diye göz kırptı.
“Piyano çalalım mı?”
Bu teklif cana minnet bilinerek kabul olundu; onlar piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.
Necip piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayıp “Eyvah!” dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki, nota düşünmeye vakit kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu tesiri olmuştu ki, hürmet ve muhabbet ettiği, hürmet ve muhabbet gördüğü Süreyya ile Suat’tan ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine, gelecek sefer mutlaka unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi’nin birkaç operası Suat’ta yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de tabii bulunmuyordu. Bulunanlar arasında kullanılmayacak hâlde olanlara da nişan koyup yenilemek istiyordu.
Suat piyanoda birkaç gam yaparak:
“Hangi havaları seversiniz?” diye sordu.
Necip notaları karıştırarak gözden geçirdi:
“Aman romans olmasın!” dedi. Sonra romanslar hakkındaki ilgisizliğin hikâyesini anlattı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu. Suat:
“Granviya?” dedi.
“Âlâ!” dediler; Granviya’yı ikisi de pek seviyordu.
Necip:
“Onda her şey var.” diyordu. “Oynak, çevik, üzgün, süzgün… Her tel var.”
Granviya’dan Faust’a geçtiler ve Granviya’nın valsinden sonra Faust’un valsini kıyasladılar. Arkalarından askerler marşı geldi. Rigoletto marşı çalındı. Necip can atan havaları tercih ediyordu; bunun için Troyatore, Traviyata’yı koydu. “Adiyö del pasato”, “Bu kadar genç ölmek”, “Ah, belki!” parçaları çalındı. Necip:
“Verdi girdi mi iş değişiyor fakat sizde Verdi tekmil değil.” dedi.
Suat bestekârların iyice bilmediği hayatlarına dair malumat soruyor, Necip bildiği tafsilatı veriyordu. Öyle oldu ki, musiki susup yalnız bahsi devam etti. İkisi de şunda birleşiyordu ki, dünyada musiki gibi hiçbir şey yoktur. Necip için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu zamanlar değil, musikiyle mest olduğu zamanlar idi. Musiki o kadar çetinlik ve düşkünlük ile hissine dokunuyordu. Asıl ağır musikiden anlamak birçok senelik hususi eğitime ihtiyaç olan Glück, Haydn, Beethoven gibi üstatlardan bahsederek onları dinleyip anlamadığı için eseflerini söylüyordu.
Balkona çıktıkları zaman saat ona geliyordu:
“Hani kotra?” diye gülüştüler. Süreyya iyice canı sıkılmış gibi:
“Belli olmaz ki, belki gece gelir.” dedi.
Suat:
“Artık herhâlde bizi evde daha ziyade hapsedemez ya?” dedi.
“Evet, çıkalım.” dediler.
Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp kıyıları teftiş etmekten geri kalmıyordu.
Necip gülerek:
“Sandala mı bakıyorsunuz?” dedi. Suat serzenişle:
“Beykoz Çayırı’na bakmaz ya?” diye söylendi.
Necip:
“Evet, yazık oldu, görmek isterdim.” dedi.
Süreyya hiddetlendi:
“İşte yarın gideceğiz a canım!”
Fakat Necip erkenden İstanbul’a inecekti; o zaman hep bu söz oldu. Süreyya, Suat rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar halisane idi ki, Necip kabul etti. Zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil mi idi?
Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancı ile bağırarak konuşuşu Necip’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz kaplama tahtalı, başı kıçı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde çok büyük olduğu anlaşılan bir yelken vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necip’in pek hoşuna gitti ve Süreyya kendisine tecrübe etmek üzere sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindi. Rüzgâr hafifçe idi fakat sandal yine iyi yürüyordu. İstihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya eski maharetini göstermek için dümene geçmişti; merak ederek “Acaba dayanır mı?” diyordu. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu. Necip, Süreyya ile sandalcıları pazarlıkta bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suat’ın yanına çıktı. Suat:
“Nasıl?” dedi.
Necip methetti.
Suat:
“Hava her vakit böyle olmuyor ki.” diyerek salıntı olduğu zaman binilemeyeceğini anlatıyordu; Süreyya da geldi:
“Yemek yiyelim de Beykoz’a sandal ile gideriz.” dedi. Sandalı kışa kadar tutmuştu; şimdi oturup bir küçük bayrak dikmek için meşgul oldular. Bu meşguliyetleri arasında Süreyya hep havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.
Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar muvafık buldu ki bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı fakat Suat’la Necip saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyorlar, gizli hileler bularak işi tehire uğraşıyorlardı. Nihayet Süreyya âciz kaldı, sandal sekizden evvel hareket edemedi.
Suat sandala girip oturunca:
“Ooo, büyükmüş!” dedi.
Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru süratle akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş onları rahatsız ettiğinden Suat şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı bir küçük şemsiye idi. Necip şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki inceliğe ruhunun derinliklerinde göresi gelmiş gibi titreyen bir tutkunlukla bakıyor, sonra Suat’ın küçük, bir küçük kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiire hayran, peşiran oluyordu.
Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal pervasız bir can atma ile üzerine gelip ardı arası kesilmeyen suların üstünde dalgalandıkça Suat’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ızdırap bulutu duruyordu fakat dubadan Serviburnu’na doğru bükülüp rüzgârı pupaya aldıkları zaman salıntı kesildi. Süreyya gibi Suat’la Necip’in de keyfine artık nihayet yoktu. Sandalın etrafını kucaklayan çırpıntı sesleri, biteviye musiki gibi şakıyan su serpintisi onları oyaladı, Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat olmamıştı.
Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suat’la Necip rıhtımdan bakıyordu. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Evvela rüzgâr çayırdan soluklar getirmeye başladı. Bu, birçok çiçeğin, otun katımlanan bir soluğu, serin, taze, yaş kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler, uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibi görünüyordu. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark ettiler. Bol yeşilliklerin arasında bol renkler, çiçekler tarladan taşıyor, rüzgârla dalgalanıyordu.
Onlar hep “Ah ne güzel!” diye ilerliyorlardı; karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına gelip çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman nihayetsiz bir hayret ve sevinç hissettiler. Bir deniz enginliği ve azametiyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları etkiledi.
Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün bolluğu, yeşillik ve kokusu içinde mest ve mesut ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar orada bir küçük tepe, beride çayır arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere orada fısıldayarak, burada ürpererek düşüyor, akıyor, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sessizlik içinde aktığı fark edilmeyerek akıyordu. Bazen, zevkli bir ahenkle çağlayan bir kurbağanın artsız arasız ötüşünden sonra, bu sessizliğin içinde, bir tek “ah” gibi yükselip susan sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında bu yeşil zemin üstüne nakşedilmiş papatyaların, sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra, yalnız bir renge inhisar ederek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı dalgacıklarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.
Süreyya:
“Oturalım!” dedi.
Necip:
“Yatmalı.” diye söylendi.
Doğrusunu isterseniz, coşan duygularıyla bu otlara, bu topraklara karışmak istiyor, bir türlü yenemediği bu istekle azap çekiyordu. Kendisini en fazla hayran eden güzellikler karşısında her zaman duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi onu daha kuvvetli, daha da yanılmaz bir inatçılıkla eziyordu. Şemsiyesine dayanmış, ahenkli bir eda ile önde yürüyen Suat’ın kocasına yaslanan vücudunu görüyor, her yerde, her zaman, her zaman aynı özleyiş ve aynı vefa ile sizin olan bir kadın yoksuzluğu ve ateşi ile titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O her aşktan zehirlenmişti; evvelden kendini bir kere görmek için canını vermeye razı bir iki kadın, parası mı yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız, hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğin önüne yatan dört beş kadın… Hep öyle hürmetsiz, nefret ve istikrah veren aşklar olmuştu. “Sonra evlenmek mi?” diyordu; tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalı idi. Bunların kendisinde bıraktığı tesirleri düşünerek “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.
Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler. Orada önlerine yine gölgelik başka bir yol çıktı. Suat “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu Tokat’a gidiyordu; Necip bu yolu, nihayetteki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf hep bahçeydi.
İspinozlar neşeleriyle burasını doldurmuşlardı. Sükûn içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşmesinin şarkısı duyuluyordu.
Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında, otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki küçük söğütlerle belli oluyordu. Yanı başından ince, bir kuş gibi öten ince bir su akıyordu. Burada çayır yüksekten, yolun ağaçlarındaki mehabet, derenin yılan gibi kıvrılıp bükülen şeridi, çayırın bütün renk ve dalgacık olan sathiyle baygın baygın serpiniyordu.
Onlar gittikçe coşarak, neşelendikçe neşelenerek kuşlar gibi cıvıldadıkça Necip, birçok zaman kendisini neşelendiren yasının ve acısının ara sıra yaptığı gibi sessiz ve karanlık, ruhunu ezen bu acıklı bezginlik içinde çok bahtsızdı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Niçin o daima böyle idi? Dünyada durgunluk ve rahatın hep kuruntu olduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi muhayyilesinin, kendi dileğinin icatları olduğunu düşünerek kendisine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini iyi etmek için bir çare bulamadığından deliren bir hiddet ve öfke duyuyordu. Evvela yerden havalanmak için gökyüzünü kâfi bulmayan bir güzel hülya, yüksek bir emel, bir ismet isteği ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biri ile bütün havalanarak yükselme hevesi yaralanır, her güzeli bir yara hâline koyan incelme duyguları uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğuk kanla, kendine karşı bile düşmanca, bir damla şiire mağlup olmayarak, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, muvaffakiyetlerinin ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne mundar olduğunu düşünmekten doğan yeis ve bezginlik ile harap olur; sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla ürperten o masumluk güzelliğine her zaman meyledebilseydi; herkes gibi o da hayatı sade ve masum gözlerle görseydi… Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleri ile paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı…
“Hâlbuki…” diyordu… Evet, bilirdi ki ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa ruhunda fırtınayı, karanlığı, esrarı da öyle derin bir özleyiş vardır. Bu sükûn devrelerinden sonra şimşek ve yıldırıma muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek, “Hâlbuki…” diyordu.
Şimdi tabiatın bu bereketli gelişmesi içinde, su ile şişkin toprakların, otların, çiçeklerin içe işleyen güzel kokuları ile bütün duyguları coşarak onu ateşli bir acele ile hırstan ürpertiyordu. Her şeyin böyle çiçekli, güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir zamanda ta ruhunun derinliğinde titreyen acıklı bir istekle, beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen yoksun hayatının bütün verimsiz ihtiyaçları ile saadet isteklerinin taştığını duyuyordu. Fakat onda her düşündüğünü işlemez bir hâle sokan dimağı yine işlemeye başlamış, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onlar gibi mesut bir evlilik hayatı kurmuş olsa bile yine acılar icat edeceğini, hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye başlamıştı.
“Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan yahut gizlenmiş neler vardır?” diyordu.
Ah eğer Suat ve Süreyya arkalarından bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle konuşmalarına iştirak eden yahut gördükleri şeyler hakkında bir düşüncesini söyleyen ve hatta şen görünen Necip’in ruhundan neler geçtiğini bilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necip, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve asıl bu, onu azaba sokuyordu. Yine o dimağının sesini yükselterek “Lakin herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacağı anlar vardır.” demek istiyordu. Fakat onu öldüren herkesten ziyade kendisinin fenalığı idi. Kendine hürmet edememek kadar ona azap veren bir hâl yoktu.
Kendinden korktuğu, ruhunun karanlığından ürkek bir istikrah duyduğu zamanlar, “Ah ne kirli bir muammayım!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mai ve saf fakat ekseriya böyle kanlı, murdar maneviyatları düşünür, daimî bir ses hâlinde içinden kendine “Canavar!” diye hitap eden bir vicdan bulurdu. Etrafında hep kötülükler görmesi, bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. Kendi o kadar yükseklere tutkun olduğu hâlde bu kötülüklerden el çekemezse başkaları ne olur diye düşünerek kendinden kaçmak ister, masumluk hayvanlıkla zincirlenmiş gibi onda daima boğuşur, hiçbir zaman yapmadan evvel, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanmadan, başkalarının içgüdüsü ile yaptığı adi fenalıkları bile yapamazdı.
Birden Suat döndü:
“Susuyorsunuz siz.” dedi.
Necip bir yalan bulmak için sıkılarak:
“Şu yola bakıyordum.” diye cevap verdi.
Sonra ilave etti:
“Galiba gelirken gördüğümüz Küçüktepe’ye çıkıyor… Ne idi o, Serviburnu mu diyorlar ne diyorlar.”
Suat şemsiyesiyle göstererek:
“Şurası mı?” diye sordu.
Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:
“Ha, Serviburnu.” dedi. “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”
Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin gümüş bir gevşeklikle bayılmış olduğunu gördüler. Zeminin dalgaları dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe silsilelenen bayırlar, sonra dağlar hasıl ediyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle baştan başa örtülü görünüyor, oradan ta Hisar’a, Kaplıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş Tarabya’nın üstünde, bir aynada görülüyormuş gibi kamaştıran ateş beyazıyla bir güneş değil, hudutsuz, şekilsiz bir cehennem levhası gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır adım sesleri sayılıyor, ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.
Suat biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Oo!” diyordu. Hep oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Buranın cam göbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. Dibindeki en ufak taşlar bile elle gösterilerek sayılacak kadar duru olan deniz gitgide yeşili mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe kâh yeşil, kâh mor, kâh mavi uzanıyordu.
Suat gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:
“İşte şurası tehlike burnu.” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar!”
Necip sordu:
“Acaba sandallar da mı?”
Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önünde durularak dere gibi sahilin bütün binalarını koynunda aksettiren denizden başını çevirip bakarak güldü:
“Galiba yalnız sandallar… Hatta durgun havada bile… Zannederim asıl durgun havalarda… Baksanıza…”
Eliyle geniş bir çizgi çizerek bir dalgasız denizi, bir rüzgârsız gökyüzünü gösterirken Suat gülüyor, Necip’e bakıyordu:
“Gemici Bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı…”
Süreyya omuzlarını kaldırdı:
“Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün… Bakınız püf yok…”
Suat dudak büktü:
“Kürekleri siz çektikten sonra… Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necip Bey’le biz ikimiziz.”
Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki:
“Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz; sandalı da bırakırız, Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin…”
Necip başını salladı. Acaba akıntı müsaade edecek mi idi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?
Suat güldü:
“Gemici Bey akıntıyı unuttu!” dedi. Süreyya’nın fikrini müdafaa için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu. Süreyya haykırarak “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya?” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.
Suat şemsiyesini sallayarak:
“Herhâlde şimdiden sandala girmeliyiz, yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.” dedi.
Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış olan tül dalgaları gibi dumanları göstererek ve gizli bir sesle sokularak:
“Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.
Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:
“İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur!” diye eğlendi. “Onlar sade ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa… Başka çare yok Suat, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin.”
“Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa…”
Süreyya gülerek:
“Ah kadınlar.” dedi. “Eksik söyledin Suat, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi, merdiven gibi yükselerek arkası gelmez… Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak… Sonra… Ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç…”
Suat kolunu kurtararak ve şuh bir gülüş ile dişlerini göstererek:
“Elimize mi, dilimize mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha… Lakin bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?”
Süreyya şüpheli şüpheli başını sallayarak soruyordu. Suat, saydığı şeyleri anlatmak için yüzünde küskünlüklerini göstermek isteyerek:
“Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük…”
Süreyya kahkahalarla gülerek:
“Aman neler neler.” dedi. Sonra ciddiyetle döndü; “Ya siz?” dedi. “Ya siz, ya siz?”
Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necip onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine, “Evet sizin elleriniz!” diyordu, “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak, “Beni bu hâle getiren sizin elleriniz, o sizin örülüşündeki nezakete, zarafete bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu. Fakat acaba harap edici eller olduğu gibi şifa ve hayat veren eller de var mıydı?
Sonra Suat’a bakarak içinden, “Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?” diye soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi olsaydı, hayat yaralısı Suat gibi bir kadının öyle bir yarayı tedavi etmekte tesirini görecekti. Fakat Süreyya kendini neşelerinde, saadetlerinde bile öldüren o hastalığın zehrinden salim bir ruh, temiz, habersiz bir ruh idi…
Birdenbire Suat durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi. “Allah aşkına Necip Bey…” diye iddialarına iştirakini rica ediyordu. “Erkekler mi olmasa kadınlar fena olurdu, kadınlar mı olmasa erkeklerin hâli yaman olurdu?” Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.
Necip gülerek dedi ki:
“Bütün fikrimi söylememe müsaade eder misiniz Suat Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat şimdi mademki ikisi de var, ona göre fikir vermeli. Erkeğine, kadınına göre başka başka fikirler verilebilir. Erkekler var, ki olmasalar iyi olmazdı fakat kadınlar da var, ki olmasalar hiçbir şey olmazdı… Elem de saadet de…”
Suat dönerek:
“Süreyya gördün mü?” dedi.
Necip devam etmek istedi:
“Fakat sonra öyle kadınlar da var ki…”
Süreyya gülerek Suat’ı zorluyordu:
“Devamı var devamı var… Onu bekle.” dedi.
Onlar iddialarında, gülüşerek haykırışarak devam ediyorlardı; Necip arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar… Onların hepsinden şüphe etmek… “Ah, hıyanet!” diyordu; şimdi, Suat’ın kendine bakan gözlerindeki derin, uçsuz bucaksız ismet, kendi kirli muhayyilesinin bile bir leke görmediği o temiz yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.
Bu bakış, demek dünyada böyle bakışlar var! “Ah bana böyle bir bakış, bana böyle bir yüz! Ben kurtuldum!” diye inliyordu. Hülyaya daldıkça düşündüğü o ruhunun kadınını, hep mükemmelliklerden mesutlandırdığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bütün muhayyel güzelliklerle süslediği hâlde bile ona bu kadar saf ve ince, bu kadar pak ve nurlu bir nazar verememişti. Suat elbette onun kadar mükemmel bulunmadığı hâlde bile hayalinin yetişemediği güzelliğe sahipti. Onun ruhunun ne kadar, ah ne kadar temiz olması gerekirdi…
Şimdiye kadar böyle kendine ismetiyle, sükûn ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle tesir eden gözler görmediğini düşünerek “Ya nerede göreceğim?” diyordu. Hep tanıdığı kadınları düşündükçe, ya sefaletin sevk ettiği namusları pahasına servet ve tantana içindeki kızları yahut salon hayatının muhtelif sebeplerle solmuş evli kadınlarını görüyor, “Pislik içinde ismet aramak… Bulunmayacağı tabii olan yerde inci avlamak…” diye gülüyordu. Böyle yüce meyillerle, kocasına rabıtasıyla temiz ve münevver kalmış kadınların ne kadar nadir olursa olsun niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu.
Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu: Namus ve ismet hakkında tahrip eden birçok nazariyeleri vardı ki bir kısmı düşünmelerinden, bir kısmı gördüklerinden doğma şeylerdi. Bunları tatbik etmek istiyordu ve böyle saffet ve melekliğin mümkün olmasını, bunun kendine tesadüfünü kabul etmediği hâlde de bu saffet ve sükûn içinde ruhundaki meçhul ihtiyaçla ne yapacağını düşünüyordu.
Birdenbire Suat yine döndü:
“Canım, siz hâlâ susuyorsunuz!” dedi.
Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necip’le Suat rastgele konuşarak gelirken Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle meşgul oluşuna bakıyorlar, gülüyorlardı.
Suat, Süreyya’ya seslenerek:
“Nafile bey, nafile.” diyordu. “Herkes cezasını çekmeli… Küreklere sarılmaktan başka çare yok…”
Necip, sandala girmesi için Suat’a yardım ederek:
“Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız.” dedi…
Palamarları çözdüler, sandalcı kanca ile rıhtıma dayandı. Yelken dalgalandı, sandal denize açıldı ve ilk hız geçtikten sonra durdu.
Süreyya gülerek:
“Çala kürek bakalım… Suat, sen de dümene geç.” diye kürek çekmeye teşebbüs etti.
Suat başını sallayarak ve dümeni kullanmak için şemsiyesini iyi bir yere koymaya çalışarak:
“Şemsiyemi koymak için yer bulmak kabil değil ki.” dedi.
Kürekler o kadar büyüktü ki kolay idare edilmiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken:
“Kürek çekmiyorsun ya şükret!” diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.
Suat birdenbire:
“Oh, bakınız.” dedi. Güneş, Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar arasında bir kırmızı billur gibi mehib kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havasının keskin kokusu sarmıştı. Deniz, uzakta bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya’ya doğru bir gümüş parlaklığı ile yumuşak dalgacıklarla akıyordu.
Tekrar kürek başladı, Süreyya ara sıra Suat’a dümeni anlatıyordu. Suat:
“Böyle mi?” diye söz dinliyordu. Serviburnu’na kadar böyle yükseldiler.
Necip:
“Tamam on sekiz dakika!” dedi. Biraz daha gayret ettiler.
Suat:
“Siz gurubu görmüyorsunuz ki.” dedi. Şimdi Büyükdere koyu ateşli bir cila ile kadifelenmişti. Güneş, Bentler’in vadisi üstüne iyice inmiş, köşe bucağı dumanla, karanlıklarla dolu olan yeşilliklerin üstünde dumanlarla boğuşarak, kanlı bulutlara bürünmüş batıyordu.
Necip:
“Nur içinde yüzüyoruz.” dedi.
Suat ilave etti:
“Duruyoruz demek icap eder.”
Tekrar küreğe asıldılar. Dalgalardaki renkler gittikçe morararak sönüyor, deniz bir cam duruluğu ile uzanıyordu.
Arkalarından tufandan gelme bir ses inledi, hep birden uyandılar. Korkunç bir geminin, bir canavar, yeryüzü kıtası saldırımı ile üzerlerine doğru geldiğini, pervanenin kestiği suların mehib bir şelale homurtusu ile inlediğini gördüler. Suat sararmış, dümeni şaşırmıştı.
“Aman vallahi battık!” diyordu. Süreyya’nın verdiği kumandayı yanlış yapıyordu. Süreyya sıçradı, dümeni bastı, küreklere sıkı asıldılar ve gemi ancak on metre açıklarından, suyun içinden yeraltı gürültüleri çıkıyor gibi, korkunç canavar geçti.
Süreyya, Suat’a gemiyi göstererek:
“İşte erkekler olmasa kadınlar ne olurdu bak.” dedi.
Suat başını sallayarak:
“Zarar yok fakat yalnız kalsam bu tekne ile ben buraya çıkamazdım ki.” diyordu.
Necip:
“İşin doğrusu yine benim söylediğimdir. Ne biri, ne diğeri.” dedi.
Yenimahalle daha uzun sürdü.
Eve girdikleri zaman yorgunluğun, beklemenin sevkiyle o rahat hepsine tasavvuru imkânsız bir saadet gibi oldu. Yemek bir buçuğa kadar bekleyen mideler tarafından minnetle kabul edildi. Necip’le Suat sandal bahsinde bir olmuşlardı, bunun için Süreyya hiç o bahse yanaşmıyor, onların yanında hep mağlup oluyordu. O asıl “Bugün aksi oldu, bir de rüzgârlı havalarda…” demek istiyordu fakat Suat, “Bir daha mı? Bizi elbet bu kadar bön zannetmezsin?” diye gülüyordu. Süreyya, “Size akşama kadar burada oturup onda gidelim demedim mi ya? Herkes bilir ki rüzgâr guruba doğru söner.” demek istiyor fakat Suat’ın çatalını kaldırıp; “Sus!” diye tahakkümüne gülerek razı oluyor, boynunu bükerek, “Hakkınız var.” diyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mehmet-rauf/eylul-69428065/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Biz buna “Gözünden kıl kaçmaz.” deriz.
Eylül Mehmet Rauf

Mehmet Rauf

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Suat, Necip, Süreyya ve diğerleri; Hacer, Fatin, dadı. Boğaziçi´nde bir yalıda geçirilen upuzun bir yaz mevsimi. Eylül, esas itibariyle Necip´in, yakın arkadaşı Süreyya´nın karısı Suat´a olan "yasak" aşkından ve Suat´ın da giderek bu aşka karşılık verişinden ibaret görünse de, onu sıradan bir aşk romanı olmaktan çıkaran asıl özellik, karakterlerin ruh tahlillerinin derinliğinde kendini gösterir. Bu özelliğinden dolayıdır ki edebiyatımızda "ilk psikolojik roman" olan Mehmed Rauf´un bu ölmez eseri, orijinalitesini bozmayacak seviyede bir sadeleştirmeye tabi tutulmuş olarak, okuyuculara sunulmaktadır.

  • Добавить отзыв