Yara
Mehmet Rauf
Ağır bir hastalığa yakalanan Leyla, genç ve şımarık bir genç kızdır. Annesi Saniha Hanım’ın, kızını tedavi eden Doktor Sabih Bey’in yakın ilgisi dikkatini çeker. Ancak ne yazık ki kızı uğrunda kendi hayallerinden vazgeçer; onun tekrar rahatsızlanmaması ve mutluluğu yolunda hayatını harcar. Bu fedakârlık, bir annenin kalbinde kopacak şiddetli fırtınalara ve derin pişmanlıklara neden olacaktır. “…Çiçeklerin hastalar, hele genç kızlar üzerinde ne şifa verici tesiri olduğunu pek bilmezsiniz, hanımefendi… Bazı defa bir çiçek, en kuvvetli ilaçlardan daha etkilidir.”
Mehmet Rauf
Yara
YARA
Heybeliada’da arka tarafı sık ve koyu gölgeli çam ormanıyla kaplanmış, ön tarafı geniş bir taraşla[1 - Taraş: Tarla, bağ, bahçe vb. yerlerden toplanan üründen artakalanlar. (e.n.)] denize ve Anadolu kıyılarına bakan bir köşk. Köşkün yüksek camlı kapısı dört beş ayak merdivenle taraşa iniyor. Bir tarafta sarmaşık gülleri sarılmış bir çardak gölgesine boğulmuş taraşta hasır bir masa, bir hasır şezlong, bir koltuk, iki sandalye, bir balansuvar. Bir kenarda iki kısa ağaca takılmış bir hamak. Koltuklarda, hamakta, şezlongda karışık renklerle ipekli yastıklar. Bir haziran sabahı. Ağaçların arasında güneş dalgaları, hava pek durgundur.
Önce, dış kapının açılıp kapanırken çıkardığı zil sesi, çıngırak sesi işitilir. O anda köşkün camlı kapısı açılıp, elinde bir toz tüyle hizmetçi Şadan görünür. Kimin geldiğini anlamak için eğilip kapıya doğru bakar.
Şadan: (iki adım inerek) Buyurun beyefendi… Buyurun efendim.
Doktor Sabih Bey: (kırk yaşlarında, alnı derin bir ihtiras bulutuyla haledar[2 - Haledar: Haleli, halelenmiş. (e.n.)], eldivenlerini çıkarmaya çalışır, ayakta) Küçük hanım nasıl Şadan? İnşallah iyi ya…
Şadan: Evet efendim… İyidir…
Sabih: Bugün derece nasıl acaba?
Şadan: Dün akşam otuz altıya sekizdi.
Sabih: Oh oh… (Elindeki gül demetini masaya bırakır.)
Şadan: Küçük hanım daha kahvaltı ediyor… Hanımefendiye haber vereyim de. (Çıkar.)
Saniha: (girerek) Hoş geldiniz. (Saniha, otuz altı yaşında boylu boslu, vücudu olgun, şiir dolu, aynı zamanda derin bakışlarında küskünlük dalgaları dalgalanıp duran bir kadındır.)
Sabih: Hoş buldum. Şadan’dan derecenin dün akşam otuz altıya sekiz olduğunu haber aldım. Ne iyi, ne kadar iyi, değil mi?
Saniha: Artık ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz.
Sabih: Size söyledim ya efendim, zaten bir şey yoktu, ben yüzde beş bir ihtimal üzerine vücudu kuvvetli bulundurmak istedim, işte bakınız derecemiz… Bir haftadır değişmiyor.
Saniha: Demek artık…
Sabih: Evet, emin olabilirsiniz… Sizden benden bir farkı yok… Hatta belki daha sağlamdır… Çünkü bizde belki uzun müddettir muayene edilmemekten belli olmayan gizli, bilinmeyen sakatlıklar vardır… Hâlbuki Leyla Hanım dört aydır çok fennî bir tedavi altında yaşadığı için…
Saniha: Lütfunuz sayesinde…
Sabih: İnayet buyurunuz…
Saniha: Hayır. Herkese her yerde söylüyorum ya… Size nasıl minnettar olduğumu bir türlü anlatamam. Eğer siz olmasaydınız ihtimal bugün yaslı bir ana olurdum…
Sabih: Tanrı esirgesin! Niçin efendim? Hastalıklarda keramet hiçbir vakit doktorda değildir; asıl vücuttadır. Vücut kuvvetli olur, sağlık gelir, kerameti doktora yüklerler; bu haksızdır. Nitekim vücut dayanıksız ve zayıf olduğu için bir felaket olunca, gene doktorun bir suçu yoktur.
Saniha: Aman beyefendi! Sizinki doktorluğu geçti de bir baba iyiliği oldu.
Sabih: Tanrı korusun! Bence doktorluk asıl budur. Hastasına pek yakından bağlanmayan, soğuk soğuk muayene ederek gelişigüzel bir kâğıt karalayıp giden adam doktor değil, olsa olsa, bir reçete tüccarıdır. Doktor hastasını ilaçlarından ziyade duruşuyla, sözüyle, tatlı diliyle tedavi etmelidir.
Saniha: (çiçeklere bakıp) Hatta demetleriyle… Değil mi?
Sabih: Evet, elbette… Çiçeklerin hastalar, hele genç kızlar üzerinde ne şifa verici bir tesiri olduğunu pek bilmezsiniz, hanımefendi… Bazı defa bir tek çiçek, en kuvvetli ilaçlardan daha etkilidir.
Saniha: (demeti alıp koklayarak) Aman ne güzel güller! Leyla çıldıracaktır. O daha kahvaltı ile uğraşıyor. Bu sabah biraz geç kaldı. (Tekrar kapının zili; eğilip bakar.) A, Necmi geldi. (Doktor da dönmüş gelen adama bakmıştı.) Kendisini tanıyorsunuz değil mi? Dayızadem…
Sabih: Evet, burada görüşmüştük.
Saniha: (Necmi’ye dönerek) Hoş geldin Necmi! (Erkekler selamlaşırlar. Necmi güzel eldivenli, çok şık bir gençtir.)
Necmi: (eldivenlerini çıkarırken) Bugün yine pek çok sıcak olacak…
Sabih: Ey, mevsimi…
Necmi: Yani, hiç iş zamanı değil… İnsan uzanıp oturmalı… Hatta öyle bile rahat mümkün değil… Nefes almak kabil değil ki… Bir fırın… Bir ocak… (oturarak) Hoş hamdolsun benden iş isteyen, iş bekleyen de yok ya.
Sabih: Doğru geçen de söylüyordunuz… Bir memuriyet işi vardı…
Necmi: Ha, evet… Müsteşar Bey’in kuru bir sözü herkes yanında pek kuvvetli bir teminat iken bana namusu üzerine de söz vermişti… Ben talihimi bildiğim için, işin nasıl olup da bozulacağını merak ediyordum… Fakat bu pek sade oldu… Yani herkese karşı sözünün eri olan Müsteşar Bey bana karşı sözünü tutmadı. Hem bunun için ne yaptı bilir misiniz? (onların sorgulayan tavırlarına) Oldu… Yani dört senedir, kuvvetli iltimaslara, pek büyük dostluklara, güler yüzlere rağmen bir memuriyet bulunamadı.
Saniha: Ama sen de hep yüksek makamlara göz dikiyorsun…
Necmi: Elbette… Ufak bir memuriyete ihtiyacım da yok ya! Bunu bir süs, bir pastan olsun diye istiyorum… İş bulmakta becerikli değilim ama para bulmak hususunda ustayım…
Saniha: Evet ama borç…
Necmi: Elbette borç… Hem borç kelimesini söylerken fena bir şeyden konuşur gibi söylüyorsun. Borcun niçin fena olduğunu ben hiç anlamıyorum. Para bulmak mutlaka ticaretle yahut aylıkla mı olur? Tüccar mal satar, para kazanır, memur işine gider, maaş alır. Ben tüccar veya memur olmadığım için ben de borç yapıyorum. Borç etmek, para bulmanın başka bir yoludur. (Saniha ve Sabih gülerler.) Hem bir memurun çalışmayarak, hak etmeyerek aldığı bir maaş yahut ihtikârla[3 - İhtikâr: Vurgunculuk. (e.n.)] veya aldatarak mal satan bir tüccarın kârı borçtan iyi midir?
Sabih: (Saniha’ya bakar ve güler.) Vakıa…
Necmi: Hem ödünç para almak memuriyetten ve ticaretten daha değerli bir işgüzarlıktır. Tüccarın sermayesi, memurun işi var, ödünç para alanın ise hiçbir şeyi yoktur; ahmak bir tüccar, iş bilmez bir memur, yine para kazanır, yine maaş alır, hâlbuki ahmak bir müstakriz[4 - Müstakriz: Borç alan. (e.n.)] beş para bulamaz, yani borçlanmak zekâ sarf ederek para bulmaktır ki en doğru bir yoldur zannederim… Asıl beceriklilik benim yaptığım gibi sermayesiz, işsiz, lort gibi gezmek, prensler gibi yaşamaktadır.
Saniha: Acaba ne kadar borcun var, hiç merak edip hesap ettin mi?
Necmi: Ürkmemek için henüz yekûnunu çıkarmadım. Ne vakit hepsini birden verecek kadar para bulursam o vakit toplayacağım.
Saniha: Hepsini birden mi? Öyle ise beklesinler zavallılar. Bu kadar borcu birden vermek için ya birinci ikramiye ya da büyük bir miras ister.
Necmi: Elbette. Piyango bilmem ama miras ümidi… Malum ya, Atiye hala… Ha, Sahih, evvelsi gün Sarıyer’e gitmiştim. (ayağa kalkar.)
Saniha: Tabii hatır sormak için değil ya… Yine birkaç banknot koparmak için…
Necmi: Fakat zavallı pek hasta idi.
Saniha: Aman ne söylüyorsun! Ne olmuş?
Necmi: Yatağında kendini kaybetmiş, bir kalıp gibi yatıyordu… Evin içi tam bir hastane. Doktorlar giriyor, çıkıyor, hasta bakıcılar, hizmetçiler sersem, ev karmakarışık bir hâlde…
Saniha: Ah, vah vah teyzeciğim!
Necmi: Hatta doktorun birisi büyük bir tehlike olduğunu benden saklamadı… (Köşkün kapısı açılır, Leyla görünür; beyaz bir sabahlıkladır, başında beyaz kurdele vardır.)
Saniha: (telaşla Necmi’ye) Aman Leyla duymasın Necmi!
Leyla: (Sabiha koşup elini uzatarak) Ah affedersiniz Doktor Bey, sizi beklettim.
Sabih: O kadar hoş bir mecliste ki, hiç şikâyet edecek değilim…
Saniha: (demeti göstererek) Leyla, Sabih Beyefendi’ye pek büyük teşekkür borcun var!
Leyla: (el çırparak) Aman… Ne güzel! Ne kadar güzel! (demeti Sabih’ten alarak) Beni ne kadar sevindiriyorsunuz! (koklar; annesine) Aman anneciğim, Şadan çiçeklik getirsin de koyalım. Hemen, hemen! Aman bozulmasınlar! Gül için deli olurum. (Necmi’yi görerek) Vay Necmi Bey! Hoş geldiniz. (elini uzatır. Saniha zile basar.)
Necmi: (elini alıp sıkarak) Sen gülden daha güzelsin Leyla… Hele, yüzünde parlayan sağlık için seni kutlarım. (Saniha, Şadan’ın getirdiği çiçekliğe çiçekleri yerleştirmektedir.)
Leyla: Yalnız beni kutlulamak yetmez. Doktoruma da teşekkür etmek lazım.
Necmi: Elbette… Sabih Bey’e hem teşekkür hem tebrik borçluyuz… Çünkü bu görülecek ve şaşılacak bir şey! İstanbul’da iken, hele kış içinde, ne fena bir hâlde idin… Şimdi ne kadar iyileştin…
Sabih: Biraz evvel hanım efendiye de söylemiştim; sağlık ve hastalıkta doktorlardan evvel keramet vücuttadır. (tekrar kapının zili)
Saniha: (bakarak) A, a… Atiye teyzem…
Necmi: Ne söylüyorsun Allah aşkına? Lakin daha bir gün evvel ölü gibi yatıyordu: Mutlaka ölmüştür de cadı olmuştur. (hep kalkarlar; Atiye aldırışsız, erkek tavırlı bir kadındır.) Aman halacığım… Mutlak ahiretten geliyorsunuz… (Hepsi elini öper, hatır sorar.)
Atiye: Amanın susun çocuklar! (nefes nefese, çok terlemiş) Hele durun… Burasını buluncaya kadar neler çektim, nerelere gittim… Vapurdan çıktım, bir saattir dolaşıyorum. Biraz nefes alayım… (koltuğa oturur, mendiliyle yelpazelenir)
Saniha: (masadan bir Japon yelpazesi alıp vererek) Necmi daha şimdi sizin pek hasta olduğunuzu söylüyordu. Ev doktorlarla dolu imiş, siz yatakta kendinizi kaybetmiş bir hâlde bulunuyormuşsunuz…
Atiye: Evet, evet. Öyle idim. Fakat sesinizi çıkarmayın diyorum ya, korkarım sonra nazar değer. Bir gün evvel yatakta ölü gibi yatarken bir gün sonra katana beygirleri gibi kalkıp yalnız başına adalara gelmek yalnız benim yapabileceğim bir iştir. İki günün içinde, böyle ölüp dirilmek Allah’ın en sevgili kullarına bile nasip olmamıştır. Bütün doktorların ağzı iki karış açık kaldı. Hepsinin boynu altında kalsın ya!
Saniha: (hemen) Leylacığımı tedavi eden Sabih Bey’i takdim edeyim de doktorlar için, dilinizi sakınarak kullanınız. Teyzeciğim. (Hem konuşmaya dalar hem de Şadan’ın getirdiği çiçekliğe çiçekleri yerleştirir)
Atiye: (bakarak) Dilimi sakınarak kullanmak mı? Niçin o? Bunun için mi? Onu ben, senden iyi bilirim kızım. Hem şu kadarcıktan tanırım. Sen merak etme yavrum… Değil mi Sabık Bey? Siz beni belki pek bilmezsiniz ama ben sizi pek eskiden tanırım. Vefada peder ve valide merhumlarla komşu idik… Siz o vakit mektebe gider gelirdiniz… Kız kardeşiniz iyidir inşallah…
Sabih: Kız kardeşim sizlere ömür, hanımefendi…
Atiye: Ya! Allah size ömür versin. (Saniha’ya) Görüyorsun ya, yani o da benim evladım demektir. Hem canım, isterse yabancı olsun. Ahirete gittim geldim diye huyumu değiştirecek değilim ya. Sen benim ne dobra sözlü ne yordamsız ağızlı bir kadın olduğumu yeni mi öğreneceksin? Çünkü (Sabiha dönüp) oğlum ne çektimse yalnız doktor denilen o Allah’ın gazabı heriflerin sebebinedir… Bu yaşıma kadar hastalık nedir bilmezdim… A, herifler az kaldı beni mezara gönderiyorlardı a kardeşler… Eşek herifler!
Leyla: Aman teyzeciğim… (Saniha gülün bir tanesini Leyla’nın başına takar.)
Sabih: Yok, müsaade buyurunuz, efendim rica ederim. İhtimal hakları vardır. Bakalım işi bir defa anlayalım da hükmü sonra veririz değil mi?
Atiye: İşte bu sözlerden anladım ki siz de onlar gibi sersemin biri değilsiniz. Makul bir adama benziyorsunuz… Efendim, Necmi’nin hakkı var, evet öldüm öldüm de yeniden dirildim. Âdeta bir cenaze gibi yatağın içine uzattılar, yatırdılar. Gelen doktorların hiçbirisi de bir şey anlamıyordu. Onlara: “Ne oluyorum, neyim var Allah aşkına… Bu nasıl hastalık? Hiç olmazsa, ne olduğumu öğreneyim!” diyordum. Cevap olarak: “Sinir… Sinir…” diyorlardı.
Necmi: Zaten doktorlar bir hastalığı anlamadılar mı, hemen sinir derler çıkarlar…
Sabih: Pek yanlış da değil sanki…
Atiye: Hasılı kımıldayamayacak bir hâle geldim. Yemeye içmeye zayıfladım, zayıfladım, o derecede ki artık öleceğime kendim de inanmaya başladım.
Necini: (kalkar ona doğru giderek) Ben öğleden evvel geldim, sizi o hâlde görünce yeis ile döndüm.
Atiye: Ulan bana inandıramazsın ya… Yeni camideki dükkânlara nihayet kavuşacağım diye ne kadar sevinmişindir kim bilir?
(Şadan kahve getirir, dağıtır)
Necmi: Aman halacığım!
Atiye: (kahveyi alarak) Her neyse, ne diyordum? Ha… Nihayet bu sabah erkenden, uyandığım vakit kendi kendime düşündüm, mutlak beni geberteceklerdi, kurtulmak için ne yapmalıydı?
Saniha, Leyla, Necmi: Aman! Ey, ey, ey…
Atiye: O vakit, birdenbire vücudumda büyük bir yay kurulur gibi oldu… Yumruklarımı sıktım. “Siz iyi etmiyorsunuz ha, öyle ise ben kendim iyi olayım da siz görünüz!” diye haykırarak “ya Allah!” dedim, bir sıçradım… Ayağıma bir terlik taktım, başıma bir örtü attım, odadan dışarı fırladım… Haydi paldır küldür merdivenlerden aşağı… Kendimi sokakta bulur bulmaz koşmaya başladım.
Şabih: Allah Allah!
Atiye: Koştum, koştum, koştum… Koştukça gözlerim açılıyor, vücuduma kuvvet geliyordu… Nihayet yine eski katana Atiye oluyordum. Hasta bakıcılar, uşaklar, hepsi beni deli oldu zannetmişler… Arkamdan peşime düşmüşler… Hâlbuki ben deli değil iyi olmuştum… Vapur iskelesine gelince bir etrafıma baktım… Oh hayat ve dünya varmış! İşte o vakit anladım… İnsan için vücudu sağlam olarak bir nefes almak bile ne derin bir saadet!
Necmi: Elbette… Elbette… “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…”
Atiye: Bu sefer bu hastalıkta şunu öğrendim ki bir insan her sabah yatağından uyanıp da vücudunu sağlam bulunca, ilk işi hemen Allah’a şükretmek olmalı…
Necmi: Aksi olacak ya ben sabahları uyanınca, en evvel böyle bir sabah yatağımda ölmüş veya mezara gömülmüş bulunacağımı düşünürüm. (Saniha Leyla’yı göstererek rica ile göz kırpar)
Atiye: A, üstüme iyilik sağlık a dostlar! Herifler beni “sinir” diye diri diri götürecekler mezara yatıracaklardı yahu… Neyse ellerinden canımı kurtardım ya… Şimdi buraya sizin başınıza bela geldim.
Saniha: Aman teyzeciğim, o nasıl söz?
Atiye: Yo, sözün doğrusu bu… Fakat ne olursa olsun, ister memnun olunuz, ister olmayınız… Bu yaz sizde, buradayım… Hava değiştireceğim… Şimdiye kadar rahmetlinin sebebine Sarıyer Sarıyer diye o murdar köye takıldım kaldım, buraları âdeta cennete benziyor vallahi çocuklar… Vapur Sarayburnu’nu döndü, içimde bir ferahlık, ferahlık ki sormayınız… Hele şu çamların güzelliği yok mu? Şu güzelliğe bakınız…
Saniha: Teyzeciğim, bu lütfunuz için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ana kız Leylacığımla beraber hele o hasta iken nasıl yalnız, nasıl kimsesiz idik… Bizi âdeta yeniden dirilteceksiniz…
Sabih: (Saatine bakarak kalkar.) Vakit uçuyor, haydi Leyla Hanım… Enjeksiyonu yapalım da vapuru kaçırmayayım.
Leyla: Vay, o ne o, yine gidiyor musunuz? Bugün kalacaksınız diye seviniyordum.
Sabih: Benim için de bu bir saadettir; fakat İstanbul’a dönmeliyim… Vazife…
Leyla: Oh vazife, daima vazife… Bu insanı bıktıran vazife… Hiç sevmiyorum. Ne vakit sizden bir ricada bulunsam, dikkat ettim, hep olamaz diyorsunuz. Ama hep vazife bahanesiyle…
Sabih: Doktor olduğumu, sizden başka daha birçok hastam bulunduğunu düşünürseniz ne kadar haksız olduğunuzu anlarsınız Leyla Hanım…
Leyla: Evet evet, ben de onu söyleyeceğim ya… Zaten sizi doktor olduğunuz için sevmiyorum… Böyle konuşurken ne iyisiniz… Doktor olunca ağır, ciddi, çekilmez bir adam oluyorsunuz… Hep sıkıcı şeyler söylüyor, hep fena şeyler istiyorsunuz…
Sabih: İşte yine o söz, yine o mazeret: Vazife!
Leyla: Beni sevindirmek isterseniz bir daha yanımda “vazife” kelimesini istemem… İşte artık iyileştim, canım efendim… Hem daha şikâyetlerim de var… Dün gece düşündüm de kendi kendime acıdım. Hasta oldum, bana hastalığın keyfini çıkartmadınız! Benim bildiğim hastalar buyurucu (mütehakkim) ve nazlı olurlar…
Sabih: Evet, elbette… Fakat bu tahakküm ve naz, tedaviden başka yollarda… Tedavi yolunda doktor olduğum için buyurma, emir verme tabii bende olacak… İşte ben bu sıfatla emrediyorum: Haydi enjeksiyona!
Leyla: Peki… Fakat bilmiş olunuz ki ben de intikam hakkımı korumayı düşünerek itaat ediyorum… Peki, Doktor Bey, haydi enjeksiyona! Böyle her şeyi vazifeye feda eden adamları hiç sevmem… Hâlbuki siz sade Sabih Bey olduğunuz vakit… Biliyorsunuz ya ne vakit Sabih Bey olursanız… Beni derece ile enjeksiyonla rahatsız etmediğiniz, yüz dirhem tereyağını, koca tabak makarnayı bir oturuşta tek başıma yemeye, mutlaka rahatlanma lakırtılarıyla saatlerce mum gibi oturmaya mecbur etmediğiniz vakitler… O vakit, ne kadar tatlı, ne kadar iyi bir adamsınız…
Sabih: Maatteessüf[5 - Maatteessüf: Maalesef. (e.n.)] bu tatlılık yalancıktandır Leyla Hanım. Çünkü ben yalnız doktorum… Yahut Sabih olsam bile Doktor Sabih’im ki bu da doktorlukla karıştığı için yine vazife sever olmak mecburiyetindedir. (Saniha gülerek Şadan’a emirler verir.)
Leyla: Bugün yemeğe kalırsanız makarnamı bir nefeste bitireceğime söz veririm…
Sabih: Kalamadığıma çok teessüf ediyorum… Fakat siz makarnanızı hanımefendiyi üzmeden bitireceğinizi vaddederseniz ben de pazar günü için akşama kadar kalmaya söz veriyorum…
Leyla: Pazar mı? Bugün ne? Salı… O… Ne kadar cömertsiniz. Bir hafta bekleyeceğim. Fakat her neyse mademki söz veriyorsunuz… Bekleyelim… (annesine ve teyzesine bakarak ) Değil mi anne? Ne yapalım? Başka çare yok ki… Doktorun vazifesi var… (doktorla beraber köşke girerler.)
Saniha (teyzesine): Teyzeciğim, siz de içeri giriniz de soyununuz…
Necmi: Evvela ben halamla biraz görüşmek istiyorum…
Saniha: (eliyle para işareti ederek sorar, Necmi başıyla tasdik eder; gülümseyerek) O hâlde sizi yalnız bırakayım. (Atiye’ye) Şimdi gelirim teyze…
(Çıkar.)
Necmi: Aman halacığım… Bilseniz sizi böyle sapasağlam görünce ne kadar sevindim. Mümkün değil anlayamazsınız…
Atiye: Ey, çabuk söyle… Bekliyorum… Haydi durma…
Necmi: Evet, sizinle açık görüşmek hepsinden iyidir. Dalavereye, masala hiç gelmezsiniz… Fakat ne de olsa işin başlangıcı var, yalnız anlatmak için. (Şezlonga ters tarafından ilişir.)
Atiye: Canım onları geçiver… Sen de kısa, ben de kısa. Ne sen masal söyle ne ben. Sen ne kadar istiyorsan yalnız onu söyle. Ben olur ya da olmaz diye cevap vereyim de şu angaryadan kurtulalım…
Necmi: Şu ki… Olur cevabı âlâ ama… Olmaz cevabı pek fena. Bahusus[6 - Bahusus: Özellikle. (e.n.)] siz bir defa olmaz dediniz mi, katiyen yapmazsınız. Fakat çare yok ki… Boynumu satırın altına uzatıyorum… Bir tek sözle beni ya öldüreceksiniz ya da hayat vereceksiniz…
Atiye: (gülümseyerek) Ne kadar istiyorsun çabuk söyle de…
Necmi: Otuz…
Atiye: Hey Allah göstermesin… Aklını başına topla oğlum… Otuz lira mı? Beni deli etmek mi istiyorsun?
Necmi: Ey, peki peki, yirmi beş olsun canım… Yirmi beş… Artık bunu da geri çeviremezsiniz ya…
Atiye: Anlaşıldı, sen kendine benim kadar da acımıyorsun… Satırı kendin indiriyorsun! Oğlum, son sözüm beş tane liram var… Eğer elverirse işini yaparsa onları al… Başka tek bir mangır bile yok…
Necmi: Ne kadar inatçı olduğunu bilirim… Birçok tecrübem var… Eğer ihtiyaç çok şiddetli olmasaydı, almayacaktım, fakat ne yapayım, kabulden başka çare yok ki…
Atiye: İstersen bak, reddet… Her hâlde darılmayacağıma emin ol. (çantasından beş lira verir)
Saniha: (Necmi parayı alırken girerek yavaşça) Bunlar da yekûnsuz hesaba mı?
Necmi: Amma ediyorsun ha… Bu ödünç alma değil bir alelhesap…[7 - Alelhesap: Hesaba sayarak. (e.n.)] (Paraları çantasına kor.) Alelhesapları doğrudan doğruya varidat sütununa geçiririm. (az eğilerek yavaş sesle) Bir defa halam sonra da o kadar zengin olduğu hâlde, en güç ondan para alırım… Ne insafsızlık değil mi?
Saniha: Ödünç para alma hesabına girmemesi de büyük bir faydaya…
Necmi: Evet, neyse… Tabii bu da bir şeydir.. Ey artık müsaadenizle…
Atiye: Şimdi doğru git de onları da o murdar karıların eteklerine dök olmaz mı? Haydi koş…
Necmi: Halacığım, ben malum ya yaptığım şeyleri yüksekçe yaparım. Beş liranın nesi olur ki eteklere serpilsin? Ha, yirmi beş, otuz lira verseydin belki… Bir gece şöyle böyle eh yaşardım… (çıkarken Saniha’ya) Ha, yemeğe buradayım.
(Çıkar.)
Atiye: Adam olmayacak ki… Ne yapsan nafile… (Birden Saniha’ya dönüp) Lakin size de şaştım kaldım demezsem yalan söyleyeceğim… Allah aşkına bu nasıl doktorluk, nasıl hastalık? Bu adamcağızla ne çabuk içli dışlı oluvermişsiniz ayol?
Saniha: Ne gibi teyzeciğim?
Atiye: Ne gibi olacak? Bir kere aranızda hiç çekingenlik yok… Fakat bu bir şey değil, asıl Leyla’nın o yapmacık cilveleri neydi öyle? Ne saklayayım, benim malum ya, içim nasılsa dışım da öyledir ve gizli şeyim yoktur; hiç, ama hiç hoşuma gitmedi…
Saniha: Aman teyzeciğim, Leylacık daha çocuk… Onunki çocuk deliliği…
Atiye: Ne çocuğu a kız! Ne çocuğu! Bizim zamanımızda onun yaşındakilerin çocukları mektebe başlardı. A, bir de baktım ki koskoca kız, daha dün tanıdığı doktora cilveler, bilmem neler savuruyor. Sonra kendisi neyse haydi ufak, çocuk, hasta diyelim. Anası bile başörtüsü almaya lüzum görmüyor…
Saniha: Aman teyzeciğim, her şey bitti de bu mu kaldı? İlk geldiği günler tabii biz de çekinerek, büzülerek çıktık. Fakat gide gele gide gele, bahusus evin içinde bu kadar büyük bir tehlike üstünde beraber titremekten aileden gibi oldu…
Atiye: Aileden gibi mi? Öyle ise ne duruyorsunuz ayol? Hemen koynuna giriveriniz…
Saniha: Aman teyze. Siz benim bu dört beş aydır geçirdiğim sıkıntıyı bir düşünseniz nasıl olup aklımı saklayabildiğime şaşarsınız. Beş aydır kızgın bir çember içinde bu zavallı başım her gün, her gün bin eza, bin işkence geçirdi. Böyle şeyleri düşünecek aklım mı vardı? Sonra doktor Allah için pek kibar, pek terbiyeli, son derece ağırbaşlı bir adam… O olmasaydı ne kadar bilgiç, ne kadar usta bir adam olursa olsun, belki Leyla yine kurtulurdu; fakat ben mutlak deli olurdum… Leyla’nın hayatı, benim aklım onun metaneti, iyi tutumluluğu sayesinde kurtuldu.. Bize hem doktorluk hem babalık hem de kardeşlik etti. Bu iyiliği ölünceye kadar unutamayacağım…
Atiye: Mademki öyledir, bari haydi gerçekten Leyla’nın babası oluversin, (onun kıpkırmızı olduğunu görüp) ah zavallı Sanihacığım… Hâlâ, hâlâ on dört yaşındaki masum kızsın… Hâlâ… Öyle ya, hiç yaşamadın ki… Sen daha açılmamış bir çiçeksin… Kocan olacak o zorba adam sana gün mü gösterdi… Canım adamcağız kışlasında ne kadar cebbar ise evinde de o kadar cebbar idi… Karısına askerlerine emreder gibi söz söylerdi. Sonra Leyla belası… (onun karşılık verme tavrına) Yok, yok… Sözün doğrusu evvela o sert herife tapındın, şimdi de bu şımarık kız için canını veriyorsun… Nafile gün görmedin, gün görmedin… Hâlbuki sen ne kadar fedakâr, ne kadar şefkatli isen gördüğün muamele o kadar sert, o kadar ters…
Saniha: Ah, teyzeciğim, haydi paşa için hakkın var diyeyim… Fakat Leylacığım… Zavallı yavrucuğumun ne yaptığı var? Daha on altı yaşında… Bir gül bile değil, bir goncacık… Hasta olup yataklarda sürünmesi, sonra bir gün bakımsızlıktan sönüvermesi yazık değil mi?
Atiye: Canım elbette yazık, yazık… Ben sana o yataklarda sürünsün de sen keyfine bak mı diyorum? Lüzumsuz yere kendini yeme, manasız yere yorulup didinme demek istiyorum… Baksana, ne hâle gelmişsin kızım… Sana da yazık değil mi? Kaç yaşındasın?
Saniha: Otuz altı…
Atiye: Öyle ya, yazık değil mi sana? Yarın kocaya varsın, yüzünü gösterirse yüzüme tükür! Evlat değil mi? Hangisinden hayır gelmiş ki… Hepsi de keyfinin havasında… Ne ana tanıyan var ne baba! Ne şefkat var ne insaf! Sen kendini o şımarığın heveslerine bağışla, didin, öl. Göreceksin, bak bir para edecek mi?
Saniha: Ben ondan bir fayda görmek için değil, anlatamayacağım bir ihtiyaç ile kendimi ona bağladım. Hangi ana evladından kazanç bekler? Bu bir fedakârlık olsa bile bunu zevk ile yüreğimin, ruhumun zoruyla sevine sevine yapıyorum…
Atiye: Analık için belki hakkın vardır… Ana olmadığım için ben anlamıyorum… Fakat hiç hoşlanmadığım şey bu hoppalık, bu soğuk şımarıklıktır. Doktor bile dikkat ettin mi nasıl soğuk karşıladı…
Saniha: Evet doktor gayet ciddi, hiç sarsılmaz bir adamdır. Teyzeciğim, siz kendisini nereden tanıyorsunuz?
Atiye: Ben çocukluğunu, bir parça da gençliğini bilirim. Pek rabıtalı[8 - Rabıtalı: Sözünü bilen, ağırbaşlı, düzenli. (e.n.)] bir delikanlı idi. Zengin ve gayet güzel bir kızla evlenmiş idi. Fakat anası babası ölüp de kız kardeşiyle yaşamaya başladıkları vakit zannederim kardeşinin hatırı için karısından ayrılmaya mecbur kaldı… Kardeşi iyice çirkin, yamru yumru, kambur kumbur bir şey idi. O da önce kocaya varmıştı. Kocası adamcağız bir müddet bu belaya dayandı. Fakat baktı ki olmayacak, başını alıp kaçtı kurtuldu. Anlaşılan kadıncağız pek azılı bir şey idi. Bunun intikamını kardeşinden çıkardı. Adamcağızı ölünceye kadar yalnız ve üzücü bir hayat içinde öldürdü, süründürdü…
Saniha: Sabih Bey’in aldığı kız demek ki pek ahlaksız bir şey idi.
Atiye: Galiba… Hikâyelerini az mı dinledikti? Her günkü görümce gelin hikâyesi… Kadınlar birbiriyle geçinemediler… Ve erkeğin hayatını yediler… Şimdi kardeşi ölmüş, adamcağız da beladan kurtulmuş demek… İşte birbiriniz için pekâlâ bir çiftsiniz… O da tıpkı senin gibi çile içinde ömür geçirdi. Sonra senin kudurmuş paşan gibi zorba bir adam da değil… Mesut olmak istersen hemen varıver…
Saniha: Aman teyzeciğim, latife mi ediyorsunuz? Ben artık ihtiyar oldum. Zavallı adam bir beladan yeni kurtulmuş, yeni bir belaya mı çattıracaksınız? Aman susunuz, işte geliyor. (Ayağa kalkar; Sabih köşkün kapısından çıkar ilerler).
Sabih: Leyla Hanım mutlak istirahat cezasında… İçeride şikâyet, şikâyet, hiç durmadan sürekli şikâyet etti… Ne içlilik efendim, ne içlilik… Şaşılacak bir derecede… Fakat artık zerre kadar tehlike kalmadığını söyleyebilirim. Vücut iyice kuvvetlendi… Zaten pek az kullandığımız ilaçlara artık hiç lüzum yok… Şırınga için kutuda üç ampul kaldı… Onlar da bitince, bir müddet artık ara vermek iyi olur. Bundan sonraki işimiz sizce zaten belli olduğu için anlatmaya lüzum yoktur… Fakat (tereddütle
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mehmet-rauf/yara-69428134/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Taraş: Tarla, bağ, bahçe vb. yerlerden toplanan üründen artakalanlar. (e.n.)
2
Haledar: Haleli, halelenmiş. (e.n.)
3
İhtikâr: Vurgunculuk. (e.n.)
4
Müstakriz: Borç alan. (e.n.)
5
Maatteessüf: Maalesef. (e.n.)
6
Bahusus: Özellikle. (e.n.)
7
Alelhesap: Hesaba sayarak. (e.n.)
8
Rabıtalı: Sözünü bilen, ağırbaşlı, düzenli. (e.n.)