Taras Bulba
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en yetenekli yazarlarından olan Gogol’ün, öyküleri, hem Rus toplumunun hem de tüm insanlığın mizacını ve çelişkisini dile getiriyor. Gogol, mizah anlayışı, gerçekçiliği veya aksine gerçeküstücülüğü ile Rus edebiyatının öncüsü olurken pek çok yazara da ilham kaynağı oldu. Bu eserde Gogol, Taras Bulba ve iki oğlunun kahramanlıklarını ele alıyor. “Ey sizler! Bira yapanlar ve bira içenler, çoktan beri sıralar üstünde, ocak başında sürünüyorsunuz. Sivrisinekler sizin yağlarınızla iyice beslendiler. Şimdi artık askerlik şerefini ve şanını aramak lazımdır. Haydi çift sürenler, kara buğday ekenler, koyun yetiştirenler, köy kadınlarının peşinde koşanlar! Güzel sarı çizmelerinizi çamurlatarak sapanınızın arkasında bu kadar dolaştığınız yeter, kadınlara kâfi derecede yeşillendiniz, kuvvetlerinizi bir şövalyeye layık olmayan bu oyunlarla artık israf etmemelisiniz! Kazaklık şanı sizi çağırıyor; onu takip ediniz.”
Nikolay Vasilyeviç Gogol
Taras Bulba
I
“Bana baksana oğul! Bu ne tuhaf giyiniş! Sanki bir papaz binişi! Siz akademinizde hep böyle mi dolaşırsınız?”
İhtiyar Kazak[1 - Kazak: Güney Rusya’da yaşayan Slavlaşmış bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse. (e.n.)] Bulba iki oğlunu böyle karşılıyordu. Bunlar Kiev seminerinde okumalarını bitirmişler, baba ocağına dönmüşlerdi.
Gençler, sağlam yapılı delikanlılardı. Hâlleri biraz savruk. Kendileri biraz tepegöz, lakin keskin bakışlı… Tam seminerden yeni çıkmış gençlere yakışan bir bakış… Yiğitlik ve sağlık fışkıran yüzleri şimdiye kadar ustura dokunmayan ince tüylerle çerçevelenmiş…
Babalarının karşılayışından biraz şaşırmışlar, önlerine bakıyorlar, hiç kıpırdanmıyorlardı.
“Durun size iyice bir bakayım! Bu ne uzun ceket! Hiç de böylesini görmedim. Aklınıza esse de koşmaya kalkışsanız ceketlerinizin etekleri ayaklarınıza dolaşacak, sizi yere yuvarlayacak!”
Büyük çocuk dayanamadı, dedi ki:
“Baba! Şaka yetişir, bizimle eğlenip durma!”
“Görüyor musunuz şunu? Şu kendini büyük görmüş koca adama bak! Canım sizinle eğlenmek isterse kim bana karşı duracak!”
“Babamsın! Ne olsan da iyi bil ki arkasını kesmezsen dövüşürüm!”
Taras Bulba donakaldı. Birkaç adım gerileyerek dedi ki:
“Ha? Babana mı vuracaksın?”
“Evet sana da vururum, ne senin ne başkasının alayına dayanamam.”
“Bana karşı hangi silahla dövüşmek istiyorsun; yumrukla değil mi?”
“Nasıl istersen?”
Bulba yenlerini sıvayarak dedi ki: “Peki, haydi dövüşelim!” Ve ilave etti: “Bakalım elinden ne iş gelecek?”
O kadar uzun süren bir ayrılıktan sonra birbirlerine sarılacak yerde, baba oğul gerileyerek, atılarak göğüslerine, omuzlarına, kaburgalarına alabildiğine yumruk sallamaya başladılar.
Uzun boylu, güzel kara gözlü, kuru bir kadın evin kapısı önünde durmuş, bu şaşılacak kavgaya bakıyor, bağırıyordu:
“Bakın şu yaşlı çılgına; aklı zıvanasından büsbütün çıkmış! Çocuklarını bir seneden beri görmedi; evlerine yeni döndüler. Koca kaçık! Büyük oğluyla dövüşmekten başka yapacak bir şey bulamıyor!”
Bulba dövüşmekten vazgeçerek biraz soluk soluğa “Doğrusu fena değil. Denebilir ki pek iyi dövüşüyor, vallahi. Hem sanırım ki ona çatmak hiç de hoş olmayacak! Bu yılmaz bir Kazak olacak. Şimdi gün aydın; sarıl bana yavrum!”
Hemen baba oğul, birbiri arkasına tekrar tekrar sarılıştılar.
“Pek iyi küçük! Hep böyle dövüş! Hem herkesle… Kimse seni yıldırmasın, bununla beraber yine derim ki giyinişin çok gülünç! Yanında sarkan bu kuşak ne?”
Sonra küçüğüne dönerek “Ya sen? Kolları sarkık koca budala! Sen de benimle niye dövüşmüyorsun? Salak!” dedi.
Bu aralık küçük oğlunu seven, okşayan anne haykırdı:
“Daha ne yenilikler çıkaracak! Nasıl olur da bir oğul babasını dövebilir? Hem şimdi düşünecek başka şey var: Çocuk daha çok genç. O kadar uzun yolculuktan gelmiş, yorulmuş. (Çocuk yirmi yaşını geçkindi. Boyu da hemen yedi kadem vardı.) Biraz bir şey yedikten sonra dinlenecek, babası da onu kendisiyle dövüşmek için kızıştırmaya bakıyor.”
Bulba gülerek dedi ki:
“Ah, ah! Bu, ne nazlı şey! Oğlum, annenin sözlerini dinleme! O bir kadından başka bir şey değil. Ne anlar ki?.. Sizin gibi delikanlılar için dinlenecek yer, ucu bucağı bulunmayan steplerle, güzel binek hayvanlarıdır. Akademinizde bütün öğrendiklerinizi, bütün felsefe kitaplarını, beyninize doldurulan o güzel şeyleri ben beş paraya almam! Daha iyisi, sizi en az bir haftaya kadar Dinyeper kenarında, Siyeç’teki Kazak kampına göndermektir. Orada öğrenecek en doğru şeyleri bulursunuz. Onlar sizi adam eder.”
Zavallı anne ağlayarak dedi ki:
“Demek onlar ancak bir hafta evde kalabilecekler. Biraz dinlenmek ve eve alışmak için ya zaman bulacaklar ya bulamayacaklar. Onları bir seneden beri görmedim. Sevdiğim yüzlerine doya doya bakamayacağım!”
“Kocakarı! Bu kadar sızlanmak yetişir! Bir Kazak’ın, kadınlar yanında vakit geçirmekten daha iyi yapacak şeyleri vardır. Sanki sen onları fistanının altına gizleyip tavukların kuluçkaya yatması gibi üzerlerine oturmak istiyorsun! Haydi, hemen yemek çıkaralım. Burada en iyi ne yiyecek varsa hemen yiyelim! Yalnız ne balla ne haşhaşla yapılmış pastalar ne de başka tatlılar olmamalı. Ancak güzel bir koyun veya bir keçi. Kırk senelik eski hidromel[2 - Hidromel: Bal şarabı. (e.n.)] ve tabii rakı olmalı. Sizin o kuru üzümlü berbat ratafya yahut icat ettiğiniz diğer içkiler değil. Kadehte incilenerek göz alan halis, berrak rakı isteriz.”
O zaman baba oğul salona girdiler. Orada iki güzel hizmetçi kız eşyayı yerleştiriyorlardı. Kırmızı mercan dizisinden yapılmış gerdanlıklarını şıkırdatarak kaçtılar. Onlar, şüphesiz, genç efendilerinin gelmesinden sıkılmışlar ve bunların kendilerine sataşmak fırsatını kaçırmayacaklarını bildikleri için kaçmışlardı. Yahut genç kızların yeni bir sima görünce kaçmak veya utanarak yenleriyle uzun zaman yüzlerini kapamak âdetine uymuşlardı.
Salonun süsleri, Ukrayna köylerinde yakın zamana kadar işitilen şarkılarda hatırası canlandırılan bir devrin zevkini gösteriyordu. Sakallı, bazen kör, birtakım ihtiyar saz şairleri, bu şarkıları, başlarını önlerine eğmiş, dikkatle dinleyen köylülerin önünde bandura çalarak söylerlerdi.
Bu sert ve kavgacı devirde, her an Ukrayna halkıyla Katolik Kilisesi Birliği veya Ortodoks Kilisesi taraftarları arasında kanlı çarpışmalar görülür, bu birlikleri Lehistan hükûmeti bütün kuvvetiyle himaye ederdi.
Duvarlar temizdi. Parlak boyalarla boyanmıştı. Boyaların üstünde kılıçlar, büyük ve küçük kırbaçlar, kuş ve balık avlamak için ağlar, tüfekler, piştovlar, barut kutuları sanatkârane yapılmış kabartmalar hâlinde göze çarpıyor, altınla süslenmiş gemler, gümüş işlemeli kasnak kayışları görülüyordu. Oldukça küçük pencerelere kalın, tekerlek ve kesif camlar takılmıştı. Bu camlar bugün eski kiliselerden başka bir yerde görülmez. Öyle ki dışarı bakmak için camları kaldırmak lazımdı.
Parlak kırmızı renkli pencereler, pencere kasalarını süslüyor, köşelerde iğnedanlıklar, şişeler, çoğu mavi veya yeşil boyalı toprak vazolar, gümüşle işlenmiş bardaklar, Venedik’ten, Türkiye’den, Asya’dan gelme altın yaldızlı sürahilerle dolu etajerler bulunuyordu. Bunlar Taras Bulba’nın evinde ve etajerlerde sıralanmadan evvel kim bilir kaç kişinin elinden geçmişti.
Duvarlar boyunca dizilmiş olan ahşap sıralar ve şeref köşesindeki kalın masa, ikonların himayesi altında idi. Türlü renkle dört köşe çini levhalarla kaplı pek büyük bir soba, muhtelif katlarıyla bütün bu ev eşyası, her sene tatil zamanlarını babalarının evinde geçirmeye gelen iki gencin gözlerine yeniden çarpıyordu.
Onlar her sene babalarının evine yaya geliyorlardı, çünkü memlekette âdet olduğu üzere mektepliler beygire binemezlerdi. Yalnız gençlikleri dolayısıyla silah taşıyan her Kazak yine âdet olarak tıraş edilmiş başlarında uzun bir perçem bırakırlardı.
Ancak okumaları bittiği zaman baba, oğullarına kendi haralarındaki beygirler içinde en oynak ve en kuvvetli beygirleri gönderebilirdi.
İki delikanlının eve dönüşlerini kutlamak için Bulba, bu anda memlekette bulunan kendi taburundaki bütün zabitleri ve rütbelileri çağırdı. Eski arkadaşı Yüzbaşı Dimitro Tovkaç diğer iki zabitle birlikte eve geldiği zaman Bulba oğullarını şu sözlerle onlara tanıttı:
“İşte iki delikanlı! Ben onları hemen Siyeç’e göndermeyi düşünüyorum.”
Davetliler bu kararı çok beğendiler. Bulba’ya tebriklerde bulundular. Dünyada Siyeç’ten daha iyi okul olamayacağını söylediler. Bulba neşe ile dedi ki:
“Beylerim, arkadaşlarım, beğendiğiniz yerde oturunuz. Önce çocuklarımın sağlığına güzel bir rakı içelim. Sana Ostap! Sana Andre! Tanrı sizi korusun! Kavgada talihiniz her zaman sizinle beraber olsun. Türkleri, Tatarları bütün dinimizin düşmanlarını vurunuz, eziniz! Eğer Lehliler de onlara karışır, bize dokunurlarsa onları da kırınız! Haydi uzat bardağını! Benim rakım ne tanınmıştır. Bana bak, Latincede rakıyı nasıl söylersin ha! Görüyor musun oğlum! Romalılar eşektiler. Çünkü rakıyı bile tanımazlardı. Bak! Latince şiir yazan bir adam vardı, neydi onun adı? Ben okumuş değilim lakin Horatius değil miydi?”
Ostap babasını dinlerken kendi kendine diyordu:
“Ne alaycı! Bir şey bilmez gibi görünüyor ve her şeyi biliyor!”
Bulba devam etti:
“Öyle sanırım ki size seminerde rakı koklamak bile yasaktı. Şüphesiz birçok kere adamakıllı dayak yediniz, yeşil gürgen dalları, kiraz değnekleri omzunuzu ve her yerinizi kamçıladı durdu. Yüksek fen okumalarına başladığınız zaman ihtimal ki yediğiniz kırbaç cezaları da caba! Yiğitler, teslim ediniz ki sopalar yalnız cumartesi günleri değil haftanın her günü yağmur gibi yağardı değil mi?..”
Ostap büyük bir sükûnetle cevap verdi:
“Baba, bunları söylemek neye yarar, olan oldu geçen geçti.”
Andre haykırdı:
“Şu saatte bize sadece dokunmaya kalkışanı bir görmek isterdim. Ne kadar Tatar sürüleri varsa kolumun yetişeceği yerde bulunsunlar, hepsi kendi hesaplarına bir Kazak’ın kılıcı ne demektir görürlerdi!”
“Oğul iyi söyledin. Vallahi ben de niye sizinle beraber gitmeyim? Haydi canım, işte yaman bir fikir! Ben de size arkadaşlık edeceğim! Bilmem ki burada ne ümitle oturuyorum. Bu gidişle karımın yanında tembel tembel oturmakla ya bir bahçıvan yahut olsam olsam domuz ve koyun yetiştiren bir çiftlik adamı olacağım. Dur bakalım, ben bir Kazak’ım. İşin sonunda, kimse ile kavgalı değilsek ne çıkar? Ben açıkça kendimi eğlendirmek için gideceğim. Haydi! Söz sözdür, vallahi sizinle beraber giderim.”
İhtiyar Bulba söz söyledikçe yavaş yavaş kızışıyordu. Bir an geldi ki büsbütün coştu. Sofradan kalktı. Kabadayılığını takındı, ayağını şiddetle yere vurdu. Ve kuvvetli bir sesle dedi ki:
“Yarın! Yarın yola çıkacağız, uzun zaman burada kalmak neye yarar? Orada bizi hangi düşman gelip bulacak. Bütün bu kaplar, bu sürahiler, bu tabaklar ne işe yarayacak?”
Bulba, bu sözleri söyleyerek kapları, sürahileri yere fırlattı. Hepsi yerde gürültü ile parçalandı.
Zavallı ihtiyar karısı odanın bir köşesinde oturmuş müteessirane kocasına bakıyordu. Hiçbir söz söylemeye cesaret edemeyecekti lakin Bulba’nın bu kadar ani olarak yola çıkacağı sözünü işitince gözyaşlarını tutamadı. Çocuklarına derin bir elemle uzun uzun baktı. Bu anda kim ona baksaydı zavallı gözlerinden, son derecede derin bir elemle muzdarip olduğunu anlardı. Ve dudaklarının takallüsî[3 - Takallüs: Kasılma. (e.n.)] bir titreme ile oynadığını görürdü. Lakin Bulba’nın vahşiyane bir inadı vardı. Ve yalnız bahsettiğimiz devrin ve mahallin vücuda getirebileceği bir huşunette idi.
Güney Rusya’nın yarı göçebe olan bu mıntıkasında halk, prensleri tarafından terk edilmiş ve Moğol ırkından başka bir de göçebelerin hücumuna maruz bırakılmış idi. Bunlar köyleri kana, ateşe boğuyorlar, ölümden kurtulanları büyük bir sefalet içinde bırakıyorlardı. Bunlar felaket mektebinde büyüyerek açıkta kalıyorlar ve her adımda ölümle karşılaştıkları için ondan yüz çevirmiyorlardı. Ardı arası kesilmeyen yeni yeni tehlikeler arasında ve zalim komşularının korkunç gözleri önünde eski evlerinin yıkıntıları üzerine yenilerini kuruyorlar ve nihayet korku nedir bilmiyorlardı. İşte bu Slav kuvvetleri o kadar sakin ahlaklı oldukları hâlde haşin hakikatin temasıyla ahlaklarını değiştirdiler.
Bu sebepten dolayı tevekkül yerine kavgacılık ruhu kaim oldu ve ruhları ateşleyerek tamamıyla Rusya’ya mahsus olan Kazak fikrini doğurdu. Nehirlerin, çayların büyük geçit yerleri ve sığlık olan bütün mevkiler mevcudiyet şartlarına uygun olduğu için bu halkın oralarda toplandıkları görüldü. O kadar toplandılar ki eğer istenilseydi sayılarını bulmak çok güç olacaktı. Vaktaki sultan böyle bir komşudan endişeye düşerek onların mümessillerinden malumat almak istediği zaman o mümessiller sultana haklı olarak şu müphem cevabı verdiler:
“Kimse bilmez, step Kazak’la dolu, en küçük bir tepeciğin arkasında bile varlar.”
Rus kavminin mukavemet kudreti, bu muhalefet darbeleri altında kalbinden fırlayan bu kıvılcımlarla açıktan açığa kendini gösteriyordu. Derebeylere tabi olan malikânelerin, köylerin eski siyasi ve içtimai teşkilatı, sefil maiyetleriyle beraber ortadan kayboldular.
Ticaretin toplandığı bu küçük köylerde yarı müstakil küçük hükûmetler, bir toprak parçasını mübadele veyahut zapt etmek için birbirleriyle çekişirlerdi. Bunların maiyetleri, şaşaalı görünmek isteyen av hizmetkârları ve ahır uşaklarıydı.
Her tarafta az çok kale duvarları, hendekler ve siperlerle tahkim edilen şehirler meydana çıkmıştı. Umumi tehlikeye karşı bu şehirlerin hepsi, aynı kin ile merhametsiz yangıncılara ve kâfir yağmacılara karşı birleştiler. Tarih, Avrupa’yı istiladan kurtarmakla müdafaa etmek için bu düşmanlara karşı Slavların bu amansız mücadelelerini hürmetle anar.
Bu mücadeleler olmasaydı Avrupa şüphesiz yağma edilirdi. Rus derebeyliği vazifesini göremediği için Lehistan kralları onların yerine geçmişler ve hükümlerini bu nihayetsiz ovalara yaymışlardı. Bunların hâkimiyeti hakikatte çok uzak bir hâkimiyetti. Hakiki olmaktan ziyade itibari idi. Bununla beraber Kazakların görmek istedikleri işi anlamışlar ve kavgaya çok hararetli ve ele avuca sığmaz olan bu askerlerden edecekleri istifadeyi takdir etmişlerdi. Lehistan kralları, Kazakların intihap ettikleri hatmanlarından[4 - Hatman: Kazak başbuğunun sanı. (e.n.)] bunların biriktikleri yerlere göre askerî dairelere ve alaylara kalbolunmaları[5 - Kalbolunmak: Dönüştürülmek, çevrilmek. (e.n.)] için muvafakatlerini elde ettiler; bununla beraber Kazaklar muntazam bir ordu hâlinde değildiler, çünkü sulh zamanında Kazakların varlıkları bile bilinmezdi.
Lakin harp patlayıp, nefir-i am[6 - Nefir-i am: Bir tehlike veya harp hâlinde halktan toplanan asker. Harp bölgesinde bulunan bütün halkın seferber edilmesi. (e.n.)] emri verilince Kazakların hepsi silahlanmış olarak, atları ve bütün teçhizatlarıyla beraber hepsinin cebinde bir duka altını aylık bulunmak şartıyla toplanmak için en nihayet sekiz günden fazla zamana lüzum görülmezdi. İki haftadan az bir zamanda bir ordu meydana gelirdi ki hiçbir resmî asker alma tarzı bu kadar bir zamanda böyle bir orduyu vücuda getiremezdi. Harp biter bitmez bu muharipler çayırlarına, tarlalarına dönerler, Dinyeper Nehri’nde balık avlarlar, şehirlerde ticaret ederler, bira yaparlar ve hepsi de serbest Kazak olurlardı. Ecnebi memleketten gelen yabancılar mutat mevcudiyetinden bu kadar farklı yeni bir hâle o kadar çabuk ve kolay uymasını bilen bu adamların şayan-ı dikkat meziyetlerine hayran olurlardı. Bunlara hiçbir meslek, hiçbir sanat yabancı değildi.
Şarap çıkarmak, yük arabası yapmak, tüfek barutu imal etmek, çilingirlik, demircilik, doğramacılık onların alışmış olduğu işlerdi. Bütün bu işleri nadir görülür bir maharetle yaparlardı. Bütün bu uğraşmalar onların sık sık ele geçen fırsatlardan istifade ederek eğlenmelerine, sarhoş olmalarına ve Ruslara has olan keyif sürmeye mâni olmazdı.
Muharebe zamanında, muharebe nizamına girecek olan Kazaklar silaha sarılmayı bir vazife biliyorlardı, fakat bu vazifeyi lüzum hissolunan herhangi bir zamanda yaparlardı.
Kalabalık yerlere, umumi meydanlara, pazarlara gitmek vazifesi iş adamlarına bırakılıyordu. Onlar orada bir yük arabasının yahut bir sıranın üzerine çıkarak dinleyenlerin anlayacağı derecede süslü bir üslup ile halka nutuk söylerlerdi:
“Ey sizler! Bira yapanlar ve bira içenler, çoktan beri sıralar üstünde, ocak başında sürünüyorsunuz. Sivrisinekler sizin yağlarınızla iyice beslendiler. Şimdi artık askerlik şerefini ve şanını aramak lazımdır. Haydi çift sürenler, kara buğday ekenler, koyun yetiştirenler, köy kadınlarının peşinde koşanlar! Güzel sarı çizmelerinizi çamurlatarak sapanınızın arkasında bu kadar dolaştığınız yeter, kadınlara kâfi derecede yeşillendiniz, kuvvetlerinizi bir şövalyeye layık olmayan bu oyunlarla artık israf etmemelisiniz! Kazaklık şanı sizi çağırıyor; onu takip ediniz.”
Bu sözler her Kazak’ın kalbinde uyuklayan cengâverlik telini titretir ve orada kuru odun üzerine konulmuş bir kıvılcım tesiri uyandırırdı. Tarla sürenler sapanlarını olduğu yerde bırakırlar, biracılar mahzenlerini, fıçılarını terk ederler, esnaflar aletlerini bir tarafa atarlar, tacirler ticaret düşüncesini unuturlar ve hepsi muharebe beygirlerinin üstüne atlarlardı.
Bu suretle bu şartlar altında Rus ruhu müstesna meziyetlerine uygun geniş bir saha buluyor ve bu meziyetler hiç zorlamaksızın kendini gösteriyordu. Taras Bulba son derece doğru bir seciye sahibiydi. Kendisi bir milis taburunun miralayı idi. Bütün hayatını muharebeler ve baskınlarla geçirmek için hazırlanmış bir cengâverdi. O devirdeki Leh asilzadelerinin tesiri altında kalmaya başlayan Rus asilzadeleri gibi zengin binalardan ziyade asker karargâhlarında ömür geçirmeye başlamıştı. Silah arkadaşlarından çoğu Lehistan âdetlerini kabul ediyorlar, azametli bir hayat sürüyorlar, şaşaa ile ava çıkıyorlar, ziyafetler veriyorlar ve küçük mikyasta hükümdarlar gibi maiyet besliyorlardı.
Taras’ın tabiatı pek ziyade sadeliği seviyordu. Gözleri daima Varşova’ya bakan eski silah kardeşlerinin meyillerini anlamıyor ve onlara “Leh derebeylerinin uşağı” adını veriyordu. Ve nihayet onlarla bozuştu, kendisi gürültülü hareketi çok sevdiği için kendini Ortodoks dininin müdafisi yaptı. Süvarilerinin başında hâkim bir vaziyet alıyor ve gittiği yerlerde vekilharçlardan şikâyet veyahut vergilerinin pek ziyade arttırıldığını iddia edenlere karşı adaletin hükmünü icra ediyordu. Üç hâl vardı ki orada Taras Bulba daima kılıç çekmek lazım olduğunu iddia ediyordu: Ne zaman Ortodoks dini ile veyahut cetlerin âdetleriyle istihza edilirse ve ne vakit bir hükûmet memuru bir Kazak reisine hürmet etmez ve onların önünde başını açmazsa velhasıl ne zaman Türklerin veyahut diğer din düşmanlarının karşısında bulunursa… Çünkü Hristiyanlığın galebesi için muharebe etmenin daima iyi bir şey olduğu kanaatinde bulunuyordu.
Taras Bulba, daha şimdiden Siyeç’te tekrar görüneceğinden ve iki oğluyla beraber onlara, askerlikte saçlarını, sakallarını ağartmış arkadaşlarına “İşte size iki cesur delikanlı prezanta ediyorum!”[7 - Prezanta etmek: Tanıtma, tanıştırma. (e.n.)] diyebileceğinden dolayı seviniyordu.
Ve çocuklarının muharebe sanatındaki ve aynı zamanda askerler için bir meziyet addettiği iyi içki içmedeki maharetlerini göreceğini sevinçle tahayyül ediyordu.
Önce oğullarını Siyeç’e yalnız göndermek istemişti. Fakat onların gençlikleri ve erkek güzellikleri karşısında kalbi ateşlenerek kendi isteğinden başka hiçbir mecburiyet olmadığı hâlde ertesi gün onlarla beraber yola çıkmaya karar vermişti. Evin içinde gidip geliyor, hararetle yerinde duramıyor, emirler veriyor, oğulları için atlar intihap ediyor ve en iyi eyer takımlarını seçiyor, ahırları, ambarları dolaşarak onlara refakat edecek hizmetçileri harekete getirmeye çalışıyordu.
Yaveri Yüzbaşı Tolkaç’a, kendisi evde bulunmadığı müddetçe ne yapılacağına dair inceden inceye talimat verdi. Ve ona bütün alayıyla beraber emir alır almaz hemen kendisine iltihak etmesini söyledi. Her ne kadar şarabın dumanı beynini sersemleştirmiş ise de hiçbir şey unutmadı, beygirleri suladı, beygirler gayet iyi arpa tayını yediler. Bütün hazırlıkların bittiğine hükmettiği zaman tekrar eve girdi. Ve yorulmuş olduğunu anladı.
“Çocuklar, şimdi uyumak zamanı geldi. Yarın bize Allah ne isterse onu verecek. Kocakarı, yatak yaymaya lüzum yok, biz avluda yatacağız!”
Henüz gece oluyordu, lakin Bulba geç yatmayı sevmezdi.
Bir halının üzerine uzandı. Hava serin ve evin içi sıcak olduğu için koyun postundan mantosunu üstüne örttü ve az zaman sonra horlamaya başladı. Kendisiyle beraber avluda yatanların hepsi de inceli kalınlı horlayıp duruyorlardı. Genç efendilerinin avdetlerini tesit[8 - Tesit: Kutlama. (e.n.)] için fazla içmiş olan gece bekçisi herkesten evvel uyumuştu.
Yalnız, zavallı anne uyanık kaldı ve birbirinin yanında uyuyan çocuklarının üzerine eğilmiş, onların kıvırcık saçlarını tarakla tarıyor, onları gözyaşlarına gark ediyordu.
Bütün ruhu, çocukların üzerine diktiği sevgi dolu gözlerinde toplanmıştı. Onları sütü ile beslemiş, şımartmış, sevmiş ve o kadar aşk ile büyütmüştü ki… Bunları, eve döner dönmez elinden alınması için mi yapmıştı?
“Oğullarım, sevgili yavrularım, acaba ne olacaksınız? Hayat size ne hazırlıyor?”
Hıçkırıklar artıyor, bir zamanlar o kadar güzel olan yüzü gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Hakikaten o kavgacılık zamanında yaşayan kadınların ekserisi gibi pek bedbahttı, aşk onun için kısa bir zaman sürmüştü. O zaman kendisi gençliğin ilk hararetli anında idi. Hoyrat bir asker tarafından bir köşeye atıldığını, ihmal edildiğini gördü. Asker, kılıcı ve muharebe arkadaşlarını ve içki âlemlerini ona tercih etmişti. Kocasıyla ancak senede birkaç gün yaşıyordu.
Senelerce kendisini habersiz bırakarak ortadan kaybolmadığı zamanlar, tesadüfen birlikte bulunurlarsa zavallı kadının hayatı gıpta edilecek bir hâlde değildi. Kocası onun üzerine hakaretler ve hatta yumruklar yağdırıyor; ancak arada sırada bir sevgi sadakası veriyordu.
Bu kadar serseri ruhlu ve vahşi muharipler arasında yaşayan bu kadının tecellisi ne garipti. Yüzü gençlik neşesiyle okşanır okşanmaz taze yanakları ve güzel alnı vakitsiz kırışıklıklarla örtülmüştü. Koca muhabbeti müstesna olmak üzere, bir kadın kalbinde bulunan bütün muhabbetleri, ihtirasları tek bir his hâlinde evlatları üzerinde toplanmıştı. Şimdi de çocukları elinden alınıyordu. Belki onları artık hiç görmeyecekti. Bu acı düşünce altında ızdıraptan kıvranıyor ve gözleri yaşla doluyordu.
“Daha ilk muharebede bunların başlarını Tatarların kesmeyeceğini kim bilir?” diye kendi kendine söyleniyor ve “Cesetlerinin yırtıcı kuş gagalarıyla parçalandığı yeri bile bilmeyeceğim!” diyordu. Yüzlerine hasretle baktığı ve ağladığı bu gözü uykuyla kapanmış çocuklarının yerine kendi kanını akıtmayı ve hayatını vermeyi tercih ediyordu.
Bununla beraber vakit vakit kalbinde bir ümit beliriyor ve kendi kendine diyordu ki: “Bulba’nın bu kadar sabırsızca gitmeye kalkışması çok sarhoş olduğu içindir. Gece uyuyup istirahat ettikten ve sinirleri yatıştıktan sonra belki de hareketini birkaç gün sonraya bırakacaktır.”
Ay, yerde çoktan beri serilmiş uyuyanları çiy ziyasıyla aydınlatıyor, yakınlarda bir söğüt ağacı kümesi veyahut kalın böğürtlen çalıları, yer yer avlunun etrafındaki duvarları örtüyordu. Aynı yerde oturup oğullarının üzerine eğilmiş olan anne, gözlerini bir dakika bu sevgili simalardan ayırmıyor ve uyumak aklından bile geçmiyordu.
Fecrin yakınlaştığını hisseden beygirler, çayırların üzerine yatmışlar, artık ot yemiyorlardı.
Söğüt yapraklarının dallardan süzülüp köklere doğru inen hafif bir hışırtıyla titreyişi işitiliyordu.
Zavallı kadın böyle hareketsiz, gün doğuncaya kadar kaldı. Sanki yorgunluk nedir bilmiyor ve onun kalbi gecenin daha çok zaman sürmesini istiyordu. Nihayet ufukta kırmızımtırak bir aydınlık belirdi. Bu esnada rüzgâr, stepten karışık bir gürültü aksettiriyor ve bu gürültü arasında atların kişnemeleri duyuluyordu.
Ansızın uyanan Bulba birdenbire ayağa kalktı ve bir gün evvel verdiği kararı tamamıyla hatırlayarak bağırdı:
“Çocuklar, uyku yeter, kalkıp atları sulamak zamanı çoktan geldi! Ey! Sen ihtiyar, çabuk bize yemek hazırla, çünkü Siyeç’e kadar uzun yol var!”
Son ümidinin de mahvolduğunu gören biçare kadın, kederle mutfağa doğruldu, sabah yemeğine lazım olan şeyleri hazırladığı sırada, Bulba kendi adamlarına emirler veriyor ve oğulları için silahları, levazımı ve en iyi atları ayırmak için çırpınıp duruyordu.
Seminerdeki elbiseleri değiştirip asker elbiselerini giymeye gitmiş olan Ostap ve Andre baştan ayağa kadar değişmiş olarak geldiler: Kırmızı meşinden çizmeler ve gümüş mahmuzlar, bir gün evvel giymiş oldukları çamurlu ayakkabıların yerine kaim olmuştu. Karadeniz gibi geniş dizlikleri, bele altın yaldızlı bir kemerle bağlanmış ve bu kemerin üzerine tütün içenlere lazım olan eşya ile beraber bir de pipo asılmıştı, ceketleri ateş gibi kırmızı parlak renkli, üzerleri işlemeli idi. Bu ceketler onların garip kıyafetlerini tamamlıyordu. Aynı zamanda eğri bir kılıç çizmelerini dövüyor, gümüş kakmalı bir çift tabancanın kabzası, altın yaldızlı kemerin üstünde görünüyordu. Siyah koyun postundan yapılmış kalpakların yaldızlı tepeleri onların henüz sakalla kararmamış yüzlerini daha beyaz, daha güzel gösteriyor ve esmer ter bıyıkları taze ciltlerinin üzerinde göze çarpıyordu.
Anne onlara bakarak bir tek kelime söyleyemiyordu, yeniden hıçkırmaya başladı. Bulba haykırdı:
“Haydi çocuklar, her şey hazır, kaybedecek vaktimiz yok. Şimdi eski Hristiyan âdetini takip edelim ve yola çıkmazdan evvel bir tecrübe yapalım.”
Hepsi, hatta uşaklar bile oturdular. Uşaklar hürmetle salonun kapısı önünde toplanmışlardı.
Bulba dedi ki:
“Haydi anne, çocuklarını takdis et. Allah’a dua et ki cesaretle dövüşsünler. Şan ve şeref hissi onların en aziz rehberi olsun, daima Hristiyan dininin müdafisi kalsınlar, aksi hâlde ölsünler ve unutulsunlar! Oğullar annenizi kucaklayınız; onun duaları daima size yardımcı olacaktır.”
Anne onları şefkatle kucakladı ve boyunlarına iki küçük aziz resmi taktı. Söz söylemek istedi fakat yavaşça şu sözleri kekeleyebildi:
“Aziz Meryem sizi himaye etsin! Beni unutmayınız, bana haberlerinizi yollayınız.”
Bulba emretti:
“Haydi yola!”
Eyerlenmiş olan beygirler binek taşının önünde duruyorlardı.
Bulba, Şeytan ismindeki beygirinin üzerine bindi; hayvan, bu ağır ve şişman süvarinin üstüne yüklendiğini hisseder hissetmez yana doğru açıldı. İki erkek çocuk beygirlere biner binmez anne, büyüğünden daha halim görünen küçük oğluna birdenbire yaklaştı ve üzengiye o kadar meyusane bir surette sarıldı ki onu hiç bırakmayacak gibi görünüyordu. Lakin amirlerinin bir işaretiyle iki iri yarı Kazak ona yaklaştılar ve incitmeyecek surette onu tutup eve soktular. Kafile, araba kapısından çıkarken kadın evden çıktı ve yaşından umulmayacak surette bir yaban keçisi gibi atıldı, süvarilere yetişti, oğlunun beygirini durdurdu, onu olanca kuvvetiyle kucakladı. Kadını tekrar evine götürdüler.
Ostap ve Andre, göründüklerinden daha ziyade müteessir olarak gözyaşlarını güç tutuyorlardı. Çünkü babaları onların yanında gidiyordu. Hatta o da biraz müteessir olmuştu.
Hava bulutluydu, ovadaki tek tük çalılar içinde gizlenmiş olan kuşların cıvıltısı neşesizdi. Süvariler bir müddet atlarını koşturdular. Genç Kazaklar, ara sıra arkalarına bakıyorlar ve evlerinin gitgide ufuklara gömüldüğünü görüyorlardı. Artık iki baca ile çocuklukta sincaplar gibi tırmandıkları ağaçların tepelerinden başka bir şey görünmüyordu.
Çocukluk oyunlarına sahne olan çayırlık henüz görülüyordu. Bir zamanlar bu çayırda ne kadar çok koşmuşlardı. Bütün geçmiş çocukluk zamanlarını bu çayır onlara hatırlatıyordu.
Delikanlı oldukları zaman, bazı kere orada yürekleri çarparak siyah kaşlı, siyah kirpikli birtakım güzel Kazak kızlarını beklememişler miydi? Onlar yürekleri çarparak, ayakları çıplak, çekingen bir tavırla korka korka geliyorlar ve kırda onlarla buluşuyorlardı.
Kuyunun üzerindeki bir arabanın bir tekerleği ve onun uzun oku ufuk üzerinde yine göründü ve geçtikleri gayet geniş ova, onlara gerisinde babalarının evi bulunan bir yokuştan başka bir şey değilmiş gibi geldi.
O zaman müteessir bir kalple zihinlerinde çocukluklarına ve o zamanki oyunlarına ve bu zamana kadar kendi varlıklarını teşkil eden her şeye son defa veda ettiler.
II
Taras, düşünen çocuklarının yanında sessizce at koşturuyordu.
Babanın kendisi de gençlik hatıralarına dalmıştı. İlelebet kaybolan ve bir Kazak’ın daima teessüf edeceği bir devir teşkil eden güzel günler, birer birer gözünün önünden geçiyordu. Siyeç’te tekrar göreceğini ümit ettiği eski silah arkadaşlarının isimlerini hatırlıyor ve içlerinden sağ kalanları gördükçe hissedeceği sevinci ve kimlerin öldüklerini haber alacağını düşünüyordu. Gözlerinden birkaç damla yaş geldi. Ve ağarmış perçemli başını önüne eğerek bu gözyaşlarını gizledi.
Oğullarına gelince; teşebbüs ettikleri seyahat, onlara başka düşünceler ilham ediyordu. Şimdi onlarla daha iyi tanışmamızın zamanı gelmiştir.
Bunlar on iki yaşlarına geldikleri zaman Kiev’deki seminere gönderildiler, orada tahsil edeceklerdi. Çünkü zamanın muteber adamları ve baylar, çocuklara tahsil ve terbiye vermek lüzumunu kabul ediyorlar; bununla beraber tahsilden sonra bütün bildiklerini onlara unutturuyorlardı.
İki kardeş, o zamana kadar hakiki küçük vahşiler hâlinde diğer arkadaşları gibi başıboş yaşamışlardı. Lakin seminerde, sınıflarda Kazaklara biraz cila veriliyor ve bunlar bir dereceye kadar temeyyüz ediyorlardı.[9 - Temeyyüz etmek: Kendini göstermek, sivrilmek. (e.n.)]
Ostap tahsil hayatının başlangıcında bir ay geçmeden mektepten kaçmakla işe başladı. Yakalandı, merhametsizce kırbaçlandı, tekrar mektebe getirildi. Bundan sonra dört defa alfabe kitabını yırttı. Dört defa yenisi alındı. Alınmazdan evvel de mükemmelen kırbaçlandı. İhtimal ki beşinci defa olarak yine kitabını yırtacaktı fakat babası araya girdi. Ve kendisini yirmi sene papaz şakirdi olarak bir manastıra kapayacağını söyledi. Ve seminerde öğretilen ilimlerin hepsini öğrenmeden Zaporijya’ya gidemeyeceğini yemin ile temin etti.
Babanın bu arzusu garipti, çünkü kendisi ilme ehemmiyet vermiyor ve onunla alay ediyor, başkalarına da bu yolda tavsiyede bulunuyordu. Ostap babasının tehdidine kulak verdi, bu andan itibaren devamlı olarak çalışmaya koyuldu ve neticede sınıfın birincilerinden oldu.
Şunu da söylemek lazımdır ki onlara verilen malumat zamanın ahlakına uygun değildi. Gramerin, mantığın, belagatin, skolastiğin bütün incelikleri hakiki hayattan çok uzak şeylerdi. Bu hoş malumat bir kere güçlükle öğrenildi mi semineri terk ettikten sonra kolayca hatırdan çıkıyordu. Mekteplerde okutulan her şey böyleydi. Çünkü o zamanın âlimleri ve profesörleri bir fikir âleminde yaşıyorlar ve hakiki hayatı görmüyorlardı.
Bu şerait altında bir cumhuriyet gibi idare edilen ilim müesseselerinde bulunan talebenin nispi hürriyeti sayesinde, tabii olarak bunlar mücerret ilimleri öğrenmek arzusundan ziyade başka türlü bir hayat sürmek arzusunu düşünüyorlardı.
Bu talebeler iyi beslenmiyorlar ve sık sık ceza olarak yemeksiz bırakılıyorlardı. Bu hâl karşısında onlar, ne olursa olsun diyerek cesaretle serserilik arzusuna kapılıyorlar ve bu arzu sonra Zaporijya’da tamamıyla inkişaf ediyordu.
Aç kalmış seminer talebeleri Kiev sokaklarında dolaştıkları zaman ahali için daima kendilerini muhafaza etmek mecburiyeti vardı. Çarşıda satıcı kadınlar bir seminer talebesinin yaklaştığını görür görmez çöreklerini, kuru bisküvilerini, kabak çekirdeklerini korumak için bunların üzerine sanki bir kartalın yavrularını korumak için kanatlarını açması gibi kollarını uzatıyordu.
Arkadaşlarına nezaret etmeye memur olan konsül, elbisesinin altında o kadar büyük bir cebe malikti ki dikkatsiz bir satıcının bütün malı oraya sığabilirdi.
Zaten seminer hususi bir âlem teşkil ediyordu: Talebe, memleketin asilzade Lehlileriyle Ruslarından mürekkep olan kibar muhite kabul olunmuyordu. Voyvoda Adam Kissel akademiyi himaye için hiçbir fırsatı kaçırmadığı hâlde talebeyi cemiyete kabul etmek istemiyor ve onların en büyük bir şiddetle muamele görmesini tavsiye ediyordu. Bu tavsiye fazla idi. Çünkü kırbaç ve kayış, akademinin rektörü ve profesörleri tarafından gayet şiddetle kullanılıyordu; konsüller bile bundan kurtulamıyorlardı. Dayak atanlar cezayı o kadar şiddetli yapıyorlardı ki ceza gören talebe uzun zamanlar pantolonunun arkasını kaşımaktan vazgeçemiyordu.
Ceza görenlerden bazıları bu kırbaçları ehemmiyetsiz bir iş gibi telakki ediyor ve belki bir kadeh biberli rakı içmekten biraz daha sert bir şey görüyordu. Diğerleri bu ardı arası kesilmeyen zalimane cezaları çekmeye dayanamıyor, Zaporijya’ya gidebilmek ümidiyle mektepten kaçıyor, lakin ekseriya yarı yolda yakalanıyordu.
Ostap bir türlü bu kırbaçlardan kendini kurtaramıyor, mantık ve din derslerinde gösterdiği gayret buna mâni olamıyordu. Bundan dolayı çok kızıyordu, fakat bu cezalar hakiki bir Kazak’a layık olan çelik gibi bir salabet veriyor ve onun metanetini artırıyordu. Mektep arkadaşları onu, talebe serseriliklerine nadiren elebaşılık ettiği hâlde, iyi bir arkadaş sayıyorlardı.
Talebeler bostanları, bahçeleri yağma ettikleri sırada Ostap kendilerini idare eden cesur seminer talebesinin yanında birinciler sırasında tereddüt etmeden yer alıyordu.
Dünyada hiçbir şey onu bir arkadaşını ele vermeye icbar edemiyordu.[10 - İcbar etmek: Zorlamak. (e.n.)] Onun kendine layık gördüğü iki meşgalesi vardı: Biri kavga biri eğlence… Başka hiçbir şey düşünmüyordu. Mektep arkadaşlarıyla münasebetinde büyük bir doğruluk gösteriyor, bu doğruluğu bu alicenaplığı da o zamanın o kadar müstebit olan yaşayış tarzına uygun bir şekilde yapıyordu.
At koştururken biraz kederli idi çünkü annesinin hâli ona çok dokunmuştu. Annesinin yeisini hatırlayarak müteessir oluyordu.
Küçük kardeşi Andre daha uyanık fikirliydi. Zekâsı daha ziyade inkişaf etmişti. Kardeşi gibi zorlamaksızın kendini okumaya verebiliyordu. Daha ziyade sergüzeşt seven bir tabiatı vardı. Ekseriya en hayalî işlere teşebbüs ediyor ve arkadaşlarını da sürüklüyordu. Kendini cezadan kurtarmakta mahareti vardı. Büyük kardeşinin tamamıyla aksine olarak, yakalanır yakalanmaz sükûnetle ceketini çıkarıyor ve kendini haklı çıkarmaya tenezzül etmeyerek dayak yemek üzere yere yatıyor ve affı istemeyi aklına bile getirmiyordu.
Andre’nin ruhu kardeşininkinden daha hisli idi. Genç kalbi tatil esnasında karşılaştığı bir Kazak kızını heyecanla hatırlıyor, bu tatlı hayal, içine işleyen bu sevgi, derslerde zihninden hiç çıkmıyordu. O zaman çok dalgın bir hâlde felsefe derslerini takip ediyor ve bir Kazak’a yakışmayan bu düşüncelerini mektep arkadaşlarından dikkatle saklıyor ve içinin acısını örtmeye çalışıyordu. Çünkü seminerde bulunduğu son senelerde yavaş yavaş arkadaşlarıyla beraber kendini tehlikeli sergüzeştlere atmaktan vazgeçti. Ve mektepten tek başına çıkarak şehrin dış mahallelerinde gelişigüzel dolaşmayı âdet etti.
Buradaki fakirane evleri kısmen örten kiraz ağaçları arasında dolaşıyor, bazen de bugün Kiev’de Eskişehir denilen, küçük, Ruslarla Lehlilerin ve asilzadelerin oturdukları kibar mahallelere dalıyordu. Buralarda bir dereceye kadar mimari kıymeti olan bazı evler bulunuyordu.
Bir gün düşüncelerine dalmış bir hâlde etrafında ne olduğuna bakmaksızın dolaşırken bir Leh beyzadesinin az kaldı arabasının altında kalıyordu. İri bıyıklı arabacı ona dehşetli bir bakışla baktı. Ve oturduğu yerden ona gayet ustaca bir kırbaç yapıştırdı. Genç adam çılgınca bir tehevvürle[11 - Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)] atıldı ve iki eliyle araba tekerleğinin bir sopasını tutarak arabayı durdurdu. Arabacı böyle yaman bir adamla boy ölçüşmeyi gözüne kestiremediği için atlarını kırbaçladı.
Andre tam zamanında tekerleği ellerinden bırakabildi. Fakat arabanın verdiği atalet tesiriyle kendini tutamadı, yüzükoyun çamurlar içine yuvarlandı. O zaman yukarıdan genç bir billuri kahkaha duydu, gözlerini kaldırınca bir pencerenin önünde, kendine gayet güzel gelen bir kadın gördü. Bu kadın, kar gibi beyaz tenli, gayet güzel siyah gözlü idi. Sabah güneşinin ilk hüzmeleri yüzüne vurmuştu. Bütün kalbiyle gülüyor ve bu gülüş onun parlak güzelliğini daha çok arttırıyordu.
Andre biraz sersem bir hâlde orada kalmıştı, hayretinden kendini toplayamıyordu. Yüzüne bulaşan çamurları, ne yaptığını bilmeksizin eliyle silmeye çalışıyor fakat sildikçe bir kat daha yüzüne sıvaştırıyordu.[12 - Sıvaştırmak: Bulaştırmak, üstüne sürmek. (e.n.)]
Bu derece fevkalade güzel olan kadın kim olabilirdi? Evin kapısı önünde bandura çalan bir delikanlıyı dinlemek için birikmiş uşaklar duruyordu. Hemen onlardan malumat almak istedi. Lakin uşaklardan hiçbiri ona cevap vermeye tenezzül etmedi ve hepsi de onun çamurlu yüzüyle eğlendiler.
Bununla beraber Andre, bu güzel kızın Kovno voyvodasının kızı olduğunu ve muvakkaten[13 - Muvakkaten: Geçici olarak. (e.n.)] Kiev’de oturduğunu öğrenebildi.
Andre yalnız talebelerin gösterebileceği bir düşüncesizlikle, ertesi gece duvardan atlayarak voyvodanın oturduğu evin bahçesine girdi. Bir ağaca tırmandı. Ağacın bir dalı evin damı üzerine uzanmıştı. Bu daldan geçerek dama ayak bastı. Bir bacaya gitti, bacadan kendini içeri sarkıttı ve tam genç kızın odasına indi. Oda iki meşale ile aydınlanmıştı. Güzel Lehli kız bu sırada kulaklarından elmas küpelerini çıkarıyordu, birdenbire genç adamı görünce o kadar şaşırdı ki bir söz söyleyemedi. Lakin delikanlının kendi önünde hareketsiz durduğunu ve ellerini bile kımıldatmaya cesaret etmediğini görünce daha dikkatli baktı ve sabahleyin kendini o kadar güldüren seminer talebesi olduğunu anladı. O zaman gülmeye başladı. Çünkü Andre’nin yüzü onu korkutmuyor ve simasının fevkalade güzel olduğu görülüyordu; onun için bütün kalbiyle güldü. Ve bu beklenilmeyen ziyaretçi ile eğlendi.
Güzel genç kız ekser Lehli kadınlar gibi işvekârdı. Lakin şaşaalı derin gözlerinin öyle uzun ve yüreğe işleyen bakışları vardı ki seminer talebesini uyuşturuyordu. Andre nefes alamıyor, kımıldanmaya cesaret edemiyordu. Hâlbuki voyvoda kızı gidip geliyor ve bin türlü işveler yapıyordu. Ansızın ona yaklaştı ve kendi elmaslı tacını onun başına koydu. Sonra küpelerini dudakları arasına sıkıştırarak gayet ince muslinden kenarı kılaptan işlemeli bir atkı aldı. Ve Andre’nin omuzlarına örttü. Andre kendisiyle bu kadar cazibeli ve samimi bir hoppalıkla eğlenen bu sehhar[14 - Sehhar: Büyü gibi bir kuvvetle çeken, büyüleyici. (e.n.)] kadının önünde ne yapacağını şaşırmıştı.
Şaşkınlığı kendisine çok kaba bir hâl veriyordu. Ağzı yarı açık, genç kızın güzel yüzüne dalıp gitmişti.
Bu anda kapı vuruldu, Andre yerinden sıçradı, kız ona yatağın altına saklanmasını söyledi. Tehlikenin geçtiğine hükmedince oda hizmetçisini çağırdı. Bu, esir düşmüş bir Tatar karısı idi. Ve genç adamı bahçeden geçirerek evden çıkarmasını emretti.
Fakat bu dönüş, eve giriş gibi kolay olmadı; gürültüden uyanan gece bekçisi, Andre’nin bacaklarına müthiş bir sopa indirdi. Her taraftan uşaklar koşuştular ve Andre’ye yumruk yağdırmaya başladılar. O ancak tabana kuvvet vererek ellerinden kurtulabildi.
Bu gürültüden sonra Andre yeniden bu evin etrafında tekrar dolaşmanın tehlikeli olduğuna hükmetti. Çünkü evde uşaklar çoktu. Voyvodanın kızını Katolik kilisesinde bir kere daha gördü. Kız onu tanıdı ve eski bir tanıdık gibi ona gülümsedi, bir kere de sokakta tesadüf etti, ondan sonra hiç görmedi.
Voyvoda şüphesiz şehirden gitmişti. Kızı gözünden kaybettikten sonra onun hatırası Andre’nin yüreğini çarptırıyordu. Kızın penceresinin önünden geçtiği zaman, çok sevimsiz kaba bir simadan başka bir şey görmemişti.
Andre böylece gözlerini atının yelesine dikmiş, düşünüyor ve bir şey görmüyordu. Hâlbuki kendisiyle arkadaşlarını çağıran yeşillik içindeki steplerde hayli ilerlemişlerdi. Süvariler âdeta yüksek otların içinde kayboluyorlardı. Yeşilliklerin üstünde yalnız Kazakların kara kalpakları görülüyordu.
Bulba birdenbire haykırdı:
“Hey yiğitlerim! Papazlar gibi sakin duruyorsunuz. Haydi çocuklarım, düşünceyi bırakınız. Pipolarınızı çekmeye başlayınız. Hayvanları mahmuzlayınız. Bakalım kuşlar bize yetişebilecekler mi!”
Beygirin dizginleri üzerine eğilen üç Kazak, çok geçmeden yüksek otlar içinde kaybolmuşlar, hatta siyah kalpaklarını da kaybetmişlerdi. Çiğnenip yere yatmış olan otlar onların geçtikleri yolu gösteriyordu.
Gökyüzünde yükselen güneş, çoktan beri stepleri, hayat veren ziyasına boğmuştu. Baba ile iki oğlunun ruhunu sıkan bütün hisler gitmiş ve kuşlar gibi yürekleri, ilerlemekten başka bir şey düşünmez olmuştu. O devirde Kazakların geçtikleri bu memleket -ki bugün Yeni Rusya denilir- Karadeniz kıyılarına kadar imtidat ederdi.[15 - İmtidat etmek: Uzanmak. (e.n.)] Burası yeşillikle örtülmüş geniş bir çölden başka bir şey değildi. İleri gidildikçe manzara güzelleşiyordu. Sapan demiriyle hiç sürülmemiş olan bu nihayetsiz ova yalnız at nallarıyla çiğnenmişti. Atların ayak izleri balta girmemiş bir ormanda olduğu gibi kaybolup gidiyordu.
Tabiatta hiçbir şey, bu yeşillikler deryasına kıyas edilemezdi. Burada otların narin sapları arasında sayısız çiçekler açılmıştı: Mavi menekşe ve erguvani çan çiçekleri kalın bir bulut teşkil ediyor; bütün çiçekleri açılmış olan sarı katırtırnakları, ehramlar vücuda getiriyor; beyaz yonca kümeleri, yer yer parlak noktalar hasıl ediyor; aynı zamanda kim bilir nereden gelen buğdaylar burada başaklanmışlar, gölgelerinde boynunu uzatmış bıldırcınlar dolaşıyordu. Binlerce kuşun cıvıltısı, kanatlarını açmış çaylakların ve gözleriyle boşlukları arayarak uzaklardaki bir gölden gelmiş yaban ördeklerinin sesleri diğer kuşların sesleriyle karışıyor; bazı kere bir step martısı kanatlarını ağır ağır çarparak sanki semanın mavilikleri içinde ağır ağır yüzüyordu. Biraz sonra uzaklaşıyor, havada siyah bir nokta gibi kalıyor, sonra dönüyor ve ansızın şimşek gibi beyazlığı göze çarpıyordu.
Oh! Stepler, ne kadar güzelsiniz!
Yolcular yemek için kısa bir zaman ayırmışlardı. Maiyetlerindeki on Kazak, rakı dolu mataralarını, tabak yerini tutan kabaklarını çıkarıyorlar, domuz yağı ile ekmek yiyorlardı. Bazı kere de ekmek yerine yedikleri adi galetalardı. Bu yemek yalnız bir küçük bardak rakı ile yeniyordu. Çünkü baba, yolda giderken sarhoş olmalarını istemiyordu. Bu kısa yemek bittikten sonra tekrar beygirlere atlanılıyor ve güneş batıncaya kadar bazen dörtnala, bazen de tırıs olarak yola devam ediliyordu.
Bu saatte stebin manzarası büsbütün değişiyor; güneş son hüzmelerde ovayı bin türlü renklerde parlatıyordu. Çayırların yeşilliği daha derinleşiyor, üzerinde geçici gölgeler dolaşıyor; güneş ufka doğru gömüldükçe her renk esmerleşiyordu. O zaman yerden bir koku geliyor; çiçeklerin ve en küçük otların kokuları iki kat oluyor ve bütün ovayı güzel kokulara gark ediyor. Gayet güzel koyu bir maviye boyanan gökyüzünün açık maviliği üzerinde, devasa, bir sanatkâr eliyle boyanmış gibi yaldızlı, gül renginde geniş kuşaklar görünüyor, ötede beride hafif, şeffaf, parça parça bulutlar, semada beyaz lekeler vücuda getiriyordu.
Kokulu, hafif bir rüzgâr, yüzleri hissolunur hissolunmaz derecede hafif hafif okşuyor ve otların tepelerini hafif hafif dalgalandırıyor; bütün gün ovayı dolduran cıvıltılar kesiliyor. Onların yerine başka gürültüler duyuluyor: Tüyleri benekli jerbuazlar kovuklarından çıkmışlar, uzun arka ayaklarına dikilerek hafif ıslıklar çalıyorlar; ağustos böcekleri daha ahenkli sesleriyle havayı dolduruyorlardı. Göze görünmeyen bir bataklığın kenarında toplanmış yabani kuğular gümüş sesi gibi seslerini işittiriyorlardı.
Süvariler ovanın ortasında durmuşlar, geceyi nerede geçireceklerini tayin için araziyi tetkik ediyorlar, geceleyin yatacakları bir yer arıyorlardı. Ateş yakılıyor, üzerine bir tencere konuluyor, tencerede lapa pişiriliyor, tencerenin dumanları kıvrıla kıvrıla havaya dağılıyordu.
Yemek bitince hepsi mantolarının üzerine uzandılar. Bu sırada kösteklenmiş beygirler çayırda otluyorlardı. Yıldızların altında yatan adamlar, otlardan yükselen iniltileri, hışırtıları, ıslıkları duyuyorlardı. Bütün bu sesleri gece esen meltemler bastırıyor ve onları uykuya sürükleyen bir ninni tesiri yapıyordu. Eğer bunlardan biri gece kalkmış olsaydı ovanın ateş böcekleriyle ışıldadığını görür, hayran olurdu. Bazı kere ufuk, yangını andıran bir kızıllıkla örtülüyordu. Bu kızıllıklar bazı münferit yamaçlarda yakılan sazların aleviydi, kuğular kuzeye doğru uçtukları zaman bu alevin üzerinden geçiyor, kızıl bir renk alıyordu. Bunlar, karanlık boşluklarda sallanan kanlı çevreleri andırıyordu.
Hiçbir sergüzeşt,[16 - Sergüzeşt: Macera. (e.n.)] hiçbir hadise seyahatin yek-ahenkliğini bozmuyordu. Daima aynı ağaçsız yol, aynı muhteşem ve nihayetsiz ova devam edip gidiyordu. Yalnız bazı kere Dinyeper kıyılarına uzanan ormanların mavimtırak çizgileri görünüp kayboluyordu…
Nihayet bir gün Taras oğullarına ovada yerini değiştiren bir siyah noktayı parmağı ile gösterdi, dedi ki:
“Bakınız orada at koşturan şüphesiz bir Tatar’dır.”
Bir zaman sonra düşük bıyıklı bir süvariyi gördüler. Düşük bıyıklı bu adam, küçük ve çekik gözleri ile bunlara garip garip bakıyordu. Bir av köpeği gibi nefes alan adam, Kazakların kuvvetli olduğunu gördükten sonra süratle gözden kayboldu. Bulba bağırdı:
“Haydi! Çocuklarım tutunuz! Lakin faydasız! Yapacak bir şey yok. Onun hayvanı benim Şeytan’dan daha hızlı gidiyor!”
Lakin bir pusuya düşmekten korktuğu için bazı ihtiyat tedbirleri almaya lüzum gördü. Ve önlerinde görünen bir nehre doğru at koşturmayı emretti. Beygirleriyle beraber nehre girdiler, izlerini kaybettirmek için uzun müddet yüzdüler, sonra nehrin karşı kıyısından ovaya çıkarak yollarına devam ettiler.
Üç gün daha geçti. Gidecekleri yere yaklaştıklarını hissediyorlardı. Çünkü bir gün evvelkinden daha ılık bir meltem rüzgârı, büyük bir nehre yaklaştıklarını onlara hissettiriyordu.
Vakıa uzaklardan Dinyeper Nehri göründü. Ufukta gümüşten ince bir şerit gibi iken yaklaştıkça gözlerinin önündeki sahanın yarısını kapladı.
Önlerinde görülen nehir, şiddetli akıntıların önündeki kısımdı. Burada sular ne bir tepeye ne bir kayaya tesadüf ediyor ve serbestçe yayılmış akıyordu. Yalnız arada sırada suların ortasında bazı adacıklar görünüyor, bunlar nehrin sularını kıyılara doğru atıyordu.
Yolcular hemen atlardan indiler, bir nehir kayığına bindiler. Üç saat gittikten sonra Portika Adası’na vardılar, o zamanlar Siyeç karargâhı buradaydı. Adanın yamacına ayak basar basmaz onların geldiğini gören kalabalık birtakım adamlar tarafından karşılandılar. Hepsi bunları latifelere boğdular, bunlar da aynı veçhile mukabele ettiler. Karşılayıcılar atların koşum takımlarını muayeneye ve intizama koymaya başladılar. Taras azametli bir tavır aldı, kemerini sıktı. Azametle bıyıklarını burdu. Ostap ve Andre baştan ayağa onların elbiselerini süzdüler. Ve bir nevi haşyet duydular; bu haşyet onların kendilerini hararetle karşılayışlarına bakarak yavaş yavaş azalıyordu.
O zaman Kazaklar atlara bindiler ve nehir kenarına muvazi[17 - Muvazi: Paralel. (e.n.)] dış mahallelere daldılar, bu yol onları yarım verst uzakta bulunan Siyeç’e götürdü.
Oraya vardıkları anda kulaklarına sağır edici bir gürültü çarptı. Bu gürültü toprağa gömülmüş yirmi kadar demirhaneden geliyordu. Burada cesur arkadaşlar kuvvetle demir dövüyorlar, çekiçler örs üzerine inip duruyordu. Biraz ötede siperlerin altında, yolun kenarında sağlam vücutlu debbağlar koyun derileri üzerinde hararetle çalışıyorlar, onların yanında, tüfek için çakmak taşı, barut satan esnafın barakaları görülüyordu. Bir Ermeni gayet süslü ve güzel mendiller satıyor, onun yanında koyun eti geçirilmiş bir şiş görülüyor ki sinsi bakışlı bir Tatar yavaş yavaş şişteki koyun etlerini ateşte çeviriyor ve boynunu uzatmış rakı satan bir Yahudi’ye gözlerini dikmiş bakıyordu.
Lakin iki birader, kollarını ve bacaklarını salip gibi birbiri üzerine koymuş ve sükûnetle yolun ortasında uyuyan bir Zaporog Kazağını görerek hayret ettiler. Taras bila-ihtiyar Kazak’a bakmak için durdu ve haykırdı:
“Hakikat, işte heybetli bir babayiğit! Ne güzel uzanmış!”
Manzara hakikaten dikkate şayandı. Tembel tembel uzanıp uyumuş olan adamın başında bir kadem uzunluğundaki saçları tozlar içinde sürünüyordu. Gayet güzel al renkte bir çuhadan pantolonu üzerinde, kasten yapılmış büyük katran bulaşıkları vardı. İhtimal ki bu lekeler emlak sahiplerinin her türlü ziynete istihfafla baktıklarını göstermek için yapılmıştı.
Taras bir müddet hayran hayran baktıktan sonra, sanatlarını icra eden birçok işçinin şose üzerinde bıraktıkları dar yolda ilerlemeye başladı. Aynı zamanda burada her milletten birçok satıcı görülüyor ve bunlar Siyeç’in dış mahallelerine bir panayır manzarası veriyordu.
Hakikaten burası bir panayırdı. Yalnız dövüşmeyi ve zevk etmeyi bilen Siyeç Kazaklarını burası besliyor, burası giydiriyordu.
Küçük kafile nihayet varoştan çıktı. Çuhalarla veyahut çimenlerle Tatar usulünce örtülmüş ilk karargâha vardı. Bu karargâhların bazıları toprakla çevrilmişti.
Burada, şehrin dış mahallelerinde olduğu gibi kısa direklerle tutturulmuş binalar, baraka hâlinde dükkânlar yoktu. Karargâhın methali[18 - Methal: Giriş. (e.n.)] bir yokuşla müdafaa olunuyordu. Burada hiçbir nöbetçi beklemiyordu. Bu hâl, karargâha kapanmış olan askerlerin pek ziyade ihmalci olduğunu gösteriyordu. Yolcular yol üzerinde yatmış 4-5 Zaporog Kazağının yanından geçtiler. Kazaklar bunlar geçerken yerlerinden bile kımıldamadılar. Yalnız lakayt bir surette pipolarını tüttürerek bakmakla iktifa ettiler. Taras’la oğulları bunların arasından büyük bir ihtiyatla geçmeye mecbur oldular. Taras onlara “Bonjur efendiler!” dedi.
Zaporoglar cevap verdiler:
“Size de bonjur.”
Her tarafta garip kıyafetli Kazak grupları görünüyordu. Bunların esmerleşmiş yüzlerinde kapanmış yara izleri vardı. Bu izler birçok şanlı kavgayı, birçok acı felaketi hatırlatıyordu.
İşte, Siyeç! İşte aslan gibi kuvvetli cesur ve mağrur Kazakların kuvvet aldıkları yuva! Buradan hürriyet fikri ve Kazak âdetleri Ukrayna’nın ta uzaklarına kadar yayılır!
Süvariler büyük bir meydana geldiler. Burada mutat olarak meclis toplanıyordu. Şimdiki hâlde gövdesi çıplak bir Kazak burada büyük bir fıçının üzerine oturmuş dikkatle gömleğini tamir ediyordu. Meydanı geçtikten sonra mızıkacılarla tıkanmış bir yola girdiler. Genç bir Kazak göğsünü açmış, kollarını gelişigüzel başına koymuş, elleri havada hararetle dans ediyordu. Bir taraftan dönüyor ve ardı arası kesilmeden bağırıyordu:
“Mızıkacılar hızlı çalınız, durmadan çalınız! Sen de Toma! Rakı için hasislik etme, arkadaşlara, canları ne kadar isterse rakı ver.”
Bir kavga neticesinde gözü şişmiş olan Toma, gayet büyük kadehlerle arkadaşlarına ve oraya gelen herkese bol bol rakı ikram ediyordu. Dört yaşlı Kazak, genç arkadaşıyla kısa adımlarla dans ediyorlar, kendilerini birdenbire yanları üzerine atıyorlar ve hemen mızıkacıların başları üzerine düşüyorlar, nihayet gümüş mahmuzlu ökçelerini kuvvetle şakırdatarak sert toprak üzerine atılıyorlardı.
Hafif rüzgâr bu halk danslarının sesini kırlara dağıtıyor, “hopaks trepaks” denilen bu raksın ökçe vuruşları, mahmuz şıkırtıları ahengini teşkil ediyordu.
Bilhassa bir Kazak, ötekilerinden ziyade bağırarak şeytan gibi çırpınıyordu. Göğsü açık, koyun derisinden elbisesi arkasındaydı, kollarını bile geçirmişti. Alnı ter içinde idi. Taras ona bir dakika baktı ve ceketini çıkarması için bağırdı. Adam cevap verdi:
“Kabil değil!”
“Niçin?”
“Kabil değil! Çünkü neyi arkamdan çıkarırsam doğrudan doğruya meyhaneciye gider!”
Bu yiğit doğru söylüyordu: Külah, kemer, işlemeli mendil hepsi meyhaneciye gitmişti.
Kalabalık dans edenler yeniden yeniye dans edenlerin gelmesiyle artıyordu. Genç ihtiyar bütün bu adamların hâline bakanlar ve bu cesur adamların Kazak dansı dedikleri ve danslar içinde en çılgın ve en sürükleyici olan bu dansın son derece çabuk ve delice hareketlerini görenler, istemeyerek teessür duyuyorlardı. Taras bu manzaradan heyecana gelmişti, yola düzüldüğü sırada dedi ki:
“Vallahi beygirim olmasaydı ben de onlara katılacaktım.”
Taras’la oğulları yolda giderlerken cesaretlerinin telkin ettiği hürmet ve eski kahramanlıkları sebebiyle ekseriya Siyeç’in reis intihap ettikleri ihtiyar Kazaklara tesadüf ediyorlardı.
Taras, bu Kazak gruplarındaki hemen birçok arkadaşını tanıyordu. Ostap’la Andre gruplardan gelen hayret seslerini anlamak için başlarını her dakika kâh sağa kâh sola çeviriyorlardı. Bu seslere babaları neşeli neşeli cevap veriyordu:
“Sen misin koca Peçeriça! Bonjur Kozolup!”
“Taras seni hangi rüzgâr buraya attı?”
“Ya sen, Dolofo nereden geliyorsun?”
“Bonjur Kırdıyağa! Bonjur Gusti!”
“Remen seni tekrar göreceğimi zannetmiyordum.”
Doğu Rusya’nın bütün bu karışık köşelerinde şerefle, şanla kanlarını dökmüş olan bu ihtiyar muharipler, kardeşçesine birbirlerini kucaklıyorlar ve yekdiğeri hakkında sorular soruyorlardı:
“Kasiyan ne oldu?”
“Ya Borodavka, Koloper, Pitsitok?”
O zaman Taras öğrendi ki Barodavka Tolopan’da asılmış, Koloper Kizikirmen’de diri diri çengele vurulmuştu. Pitsitok’un da kesilmiş başı tuz dolu bir fıçı içinde İstanbul’a gönderilmişti!
İhtiyar Bulba başını önüne eğdi, birçok defa tekrar etti:
“Her üçü de cesur Kazaklardı!”
III
Bulba ile oğullarının Siyeç’e geldiklerinden beri bir haftaya yakın bir zaman geçmişti.
Askerî talim iki kardeşin pek az bir zamanını alıyordu. Yaşadıkları muhitte ne nazariyeden ne disiplinden ne de herhangi bir talimden bahsolunmuyordu. Gençler iş görerek kendi kendilerini terbiye etmeye yani muharebe ateşi içinde yaşayarak bir şey öğrenmeye mecburdular. Zaten bu sebepten dolayı Kazaklar hemen mütemadiyen harp hâlinde bulunuyorlardı. Nadiren muharebe etmedikleri kısa zamanlarda harp sanatında ileri gitmeye çalışmayı beyhude addediyorlar, nihayet ok atma talimi yapıyorlar, at yarışları tertip ediyorlar veyahut stepte vahşi hayvanları avlıyorlardı. Lakin tabiatları alicenaplık ve cömertlikle dolu olduğu için zamanlarının büyük bir kısmını eğlencelerle, ziyafetlerle geçiriyorlardı.
Siyeç daimî bir bayram manzarası arz ediyordu. Dans gürültüsünün sonu gelmiyordu. Kazakların pek azı bir sanatla meşguldü, bazıları ufak mikyasta ticaret yapıyor ve küçük bir barakada çalışıyordu. Lakin çoğu, her gün sabahtan gecenin geç vaktine kadar, yani ceplerinde para şıkırtısı kalmayıncaya kadar, içki ile eğlenmeye devam ediyorlardı. O suretle ki ellerinde silah, ne kazandılarsa dükkâncıların, meyhanecilerin cebine naklolunuyordu.
Bu çılgınca eğlenceler her şeye rağmen bir dereceye kadar cazipti. Bu eğlentiler işret buharıyla dertlerini unutmak için sarhoşların toplandıkları sefil meyhaneleri hatırlatmıyordu, bilakis şeytani bir neşe ve canlılık alabildiğine hüküm sürüyordu. Yeni gelenler eskiden alakadar oldukları şeyden büsbütün ayrılıyor, dünya gözlerine görünmüyor ve evvelce orada oturanlar gibi evsiz, ailesiz ve rabıtasız hürriyetten ve daimî eğlenceden başka bir şey düşünmeyerek samimi bir arkadaşlık hissine kendilerini kaptırıyordu. İşte bu bir tanecik muhit, başka hiçbir sebebin hasıl edemeyeceği çılgınca bir neşe meydana getiriyordu.
Tembel tembel toprak üzerine uzanmış olan Kazak grupları içinde herkesin birbirine anlattığı hikayeler ve bir kısmını diğer bir kısmıyla münakaşaya sevk eden muhavereler[19 - Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)] ekseriya çok tuhaftı ve o kadar tatlı idi ki bunların karşısında hissiz kalmak, hatta göz kırpmak için hakikaten Zaporog ırkını temyiz eden soğukkanlılığa malik olmak lazım gelirdi. Tabiat bugün bile güneydeki Rusları diğer Ruslardan tamamıyla farklı bir hâlde bulundurmaktadır.
Bütün bu arkadaşların neşeleri çok hareketli ve gürültülü idi.
Lakin meyhanelerin hareketlerine ve gürültülerine hiç benzemiyordu. Çünkü meyhanelerde insanlar her şeyi hatta kendilerini bile unuturlar ve nefislerini hazin ve tereddi ettirici[20 - Tereddi etmek: Soysuzlaşmak, yozlaşmak. (e.n.)] ihtiraslarına terk ederler.
Burada daha ziyade birbirlerini bulduklarından memnun olan mektep arkadaşlarının samimi meclisi kurulmuş zannolunurdu. Bunlar sınıflarının ve profesörlerinin can sıkıcı derslerinden kaçarak 5-6 bin süvariden müteşekkil gruplar hâlinde çapulculuğa çıkmış ve top oyunlarını mektep avlularında bırakarak yağmacı Tatarlara karşı iyi muhafaza edilmeyen hudutlara doğru atılmış insanlara benziyorlardı.
Öyle hudutlar ki buralarda onları ya yağmacı Tatarlar veyahut yeşil sarıklı Türklerin sert ve durgun nazarları bekliyordu.
Bunları bilhassa muntazam askerlerden ayıran şey şu idi ki kendileri bir kumandanın arzusu ile toplanmamış, belki kendiliklerinden evlerinden kaçarak, analarını, babalarını terk ederek sergüzeşt arkasında koşmak için bir yere gelmişlerdi. Birtakımları da celladın ipinden dar kurtulmuş ve ölüme bedel bu ateşli ve baş döndürücü hayata tekrar atılmışlardı.
Bu neşeli delikanlıların arasında birçokları vardır ki âdetler arasında en asili olan, cepte beş para tutmamak âdetinde idiler. O suretle ki Yahudi mültezimlerinin himmet ve gayreti sayesinde korkmadan ceplerini dışarı çıkarabilirler ve bu cepten bir metelik düşmeyeceğini bilirlerdi.
Dersle alakasını kesmiş, akademinin kırbaçlarından usanmış ve orada öğretilen ilmî, edebî sermayelerden hiçbir şeyi muhafaza etmemiş olan seminer talebeleri, orada öğrendiği Roma tarihini bilen ve Çiçero’yla Horatius hakkında fikir sahibi olan mezunlarla yan yana bulunuyorlardı. Yine orada, sonraları Leh ordusu saflarında temeyyüz edecek olan zabitlere ve kavga olsun da nerede olursa olsun diyen askerlere tesadüf olunuyordu.
Siyeç’te neler yoktu! Hatta birtakım adamlar görülüyordu ki “Ben bir gün Siyeç’te yaşadım!” diyerek cesur muhariplere karşı herkesin gösterdiği hürmeti kendi üzerlerine cezbetmek için oraya gelmişlerdi.
Bu garip cumhuriyetin mevcudiyeti bir dereceye kadar haklı idi. Çünkü serseriliğe atılmak isteyen para, erzak, mücevherat, zengin kumaş ve ipekli yağma etmek isteyen herkes için burası bir meşguliyet buluyordu. Yalnız kadın meftunları[21 - Meftun: Tutkun, gönül vermiş, vurulmuş. (e.n.)] burada arzularına nail olamıyorlardı, çünkü nizam kadınların ne Siyeç’e girmelerine ne varoşlarında yaşamalarına müsaade etmiyordu.
Ostap’la kardeşi, Siyeç’e gelen insanlara kimsenin adlarını bile sormadığını ve bunların nereden geldiklerinin de belli olmadığını görerek hayretler içinde kalmışlardı.
Yeni gelenler kısa bir ayrılıktan sonra rahat rahat evlerine dönen insanlara benziyorlardı. Bunlar bütün Zaporog Kazaklarının reis olarak intihap ettikleri “koşevoi atamanın” önüne geliyorlar, ataman da umumiyetle bunların her birine şu sualleri soruyordu:
“Bonjur! İsa’ya inanır mısın?”
“İsa’ya inanırım!”
“Ya mukaddes teslise?”
“Ona da inanırım!”
“Kiliseye gider misin?”
“Kiliseye giderim!”
“İstavroz çıkar!”
Adam işareti yapıyor, reis de şu hükmü veriyordu:
“İstediğin kurene[22 - Kuren: Bölük. (e.n.)] gidebilirsin.”
Bu sözle kabul muamelesine nihayet veriyor ve gelen adam intihap ettiği kurene gidiyordu, yani bugün bizim tabur dediğimiz “cüz’ü tam”a giriyordu.
Bütün Kazaklar aynı kilisedeki dinî ayinlerde bulunuyorlardı. Bunlar icap ettiği zaman kiliseyi kanlarının son damlasına kadar müdafaa etmeye azmetmişlerdi. Lakin hiçbiri oruç ve perhiz kaidelerine riayet etmek istemiyordu.
Tatar, Ermeni, Yahudi tacirler muhtekirlikle[23 - Muhtekirlik: Vurgunculuk. (e.n.)] varoşta yerleşmekte tereddüt etmiyorlar ve orada ticaret ediyorlardı. Çünkü Kazaklar hiç pazarlık etmiyorlar ve ceplerinden gelişigüzel avuçlarıyla çıkarabildikleri para ile istediklerini alıyorlardı. Zaten bu satıcıların akıbetleri, Vezüv Yanardağı’nın yamaçlarında ev yapan köylülerin akıbeti gibi kararsızdı. Çünkü Kazaklar çok defa olduğu gibi parasız kalır kalmaz dükkânlara hücum ediyorlar, yağmaya koyuluyorlar, parasız geçiniyorlardı.
Siyeç’te altmış kadar kuren vardır, bunların her biri serbest birer cumhuriyete benziyordu. Daha ziyade leyli[24 - Leyli: Yatılı. (e.n.)] bir mektepte yaşayan talebe sınıfını andırıyordu. Kurenin intihap edilmiş olan reisi kurennoi, her nevi levazımı elleri altında bulunduruyordu. Yiyecek, giyecek hatta yakacak maddeler onun elinde idi. Kazaklar kendi paralarını ona saklatıyorlar ve onu “küçük baba” diye çağırıyorlardı.
Kurenler arasında bir münakaşa çıkınca derhâl kavga ile neticeleniyor ve biraz sonra da iş güreşmeye varıyordu. Kazaklar ikiye ayrılarak orada, bir taraf diğer tarafı mağlup edinceye kadar yumruk yumruğa geliyorlar, nihayet birbirine kin bağlamadan hepsi birden içmeye gidiyorlardı.
Ostap ve Andre bu yeni yaşayış tarzının cazibesine karşı duramadı. Gençliğin bütün hararetiyle buraya atıldılar. Ve bu zincirden boşanmış âlem içinde baba evini, semineri ve bütün geçmiş zamanlarını unuttular. Her şeyle alakadar oluyorlardı. Siyeç’in kanunları gayet basit olan idaresi ve âdetleri onları cezbediyor, hatta başka kusurlarda kendilerine o kadar serbestlik veren bir cumhuriyet için bu âdetleri, bu kanunları çok sert buluyorlardı.
Bir Kazak ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun bir hırsızlık cürmü işlerse bu hırsızlık bütün cemaat için bir leke addolunuyor, hırsız büyük meydanın ortasına dikilen bir direğe bağlanarak yanına bir sopa konuluyor ve canı çıkıncaya kadar gelen geçen ona bir sopa vuruyordu.
Borcunu veremeyen her borçlu, zincirle bir topa bağlanıyor ve borçlunun arkadaşları alacaklının gönlünü edinceye kadar bağlı olarak kalıyordu.
En müthiş ceza katillere veriliyordu: Bir çukur kazılıyor, katil oraya indiriliyor, öldürülen adamın cesedini havi[25 - Havi: İçinde bulunduran, kapsayan. (e.n.)] tabut katilin üzerine konuluyor ve ikisi birden toprak altına gömülüyordu. Andre böyle bir idam cezasını gördü ve bu müthiş manzara onu o dereceye kadar dehşete düşürdü ki bu meşum sıkletin altında diri diri gömülen bedbahtın hayalini uzun zaman unutamadı.
İki genç, Kazaklar arasında temeyyüz etmekte gecikmediler. Bunlar kendi kurenlerinden birkaç arkadaşla, hatta bazı kere bütün kurenle sık sık stepi boyluyorlar, birçok ceylan, geyik, kuş avlıyorlardı, stepte bunlar çoktu, bazı kere de göllerde, nehirlerde balık tutuyorlar, birçok balıkla Siyeç’e dönüyorlardı. Bu balıklar bütün kurenin beslenmesine sarf ediliyordu.
Her ne kadar bu işler bir Kazak için pek güç şeyler değilse de Ostap ve Andre bunlarda cesaretleri ve muvaffakiyetleriyle öteki delikanlıları gölgede bırakıyorlardı. Eğer ok atmada göze çarpacak derecede liyakat gösterirler ve yüzmede Dinyeper Nehri’ni cereyanının aksi istikamette yüzerek geçmekle herkesin hayretini mucip olurlarsa bunlar öyle bir meziyet teşkil ederdi ki acemiler resmen Kazakların arasına kabul olunurlardı.
Bununla beraber ihtiyar Bulba kendi çocukları için onların şerefiyle daha ziyade mütenasip başka bir faaliyet tarzı düşünüyordu. Sürdüğü tembel hayat onun canını sıkmaya başlamıştı. Daha ciddi bir şeylerle uğraşmak istiyordu, zihninde birtakım projeler kuruyor ve Siyeç’i cüretkârane bir sergüzeşte sürükleyerek Kazakların kol ve bacaklarını uyuşukluktan nasıl kurtaracağını kendi kendine soruyordu.
Nihayet koşevoinin yanına gitti. Ve birdenbire dedi ki:
“Koşevoi, Zaporogların kendilerini biraz eğlendirmeleri zamanı gelmedi mi dersin?”
Koşevoi soğukkanlılıkla piposunu ağzından çekti, yanına tükürdü ve cevap verdi:
“Hiçbir çare yok.”
“Nasıl çare yok Türklerin, Tatarların üzerine atılabiliriz.”
“İmkânı yok, ne birinin ne ötekinin üzerine atılabiliriz.”
Bu cevabı verdikten sonra sükûnetle gene piposunu ağzına koydu.
“Niçin imkân yok.”
“Sultana vadettik, ona taarruz etmeyeceğiz.”
“Kâfire sulh vadedilmek caiz olur mu? Allah ve İncil-i Şerif kâfirlerle kavga etmeyi bize emrediyor.”
“Eğer dinimize yemin etmemiş olsaydık belki dediğin mümkün olurdu. Hâlbuki şimdi buna hakkımız yok, onun için imkânsız.”
“Niçin imkânsız? Niçin hakkımız yok? Benim iki genç oğlum var ki henüz harbe girmediler, sen bana imkânsız diyorsun, demek Zaporoglar artık kavga etmeyecekler.”
“Söylediğim gibi.”
“O hâlde senin fikrince kuvvetlerimizi tembellikle tüketelim, Kazaklar iyi bir iş görmeden köpekler gibi gebersinler, vatan ve Hristiyanlık onların cesaretinden istifade etmesin! O hâlde niçin yaşamalı! Vay canına, şunu bana izah et, sen boş yere koşevoi intihap edilmedin, zekisin, niçin yaşadığınızı bana izah et.”
Koşevoi bu suale cevap vermeye tenezzül etmedi. Biraz sükûttan sonra ısrarla dedi ki:
“Ne olursa olsun harp olmayacak!”
Taras şiddetle tekrar etti:
“Harp olmayacak mı?”
“Onu akla getirmek bile lüzumsuz.”
Bulba ayrılırken homurdanıyordu:
“Sen hele dur! Şeytan kafalı! Sana bir ders verelim.”
Ve koşevoiden intikam almaya yemin etti.
Taras bazı dostlarıyla gizlice konuştuktan sonra Kazakları bir eğlentiye davet etti. Ziyafetin sonunda Kazaklar son derece sarhoş olarak kalktılar ve hepsi birden gürültüyle meydana doğru yürüdüler, burada dikilmiş bir direk vardı ki üzerine bir çan asılmıştı, bu çan “rada”yı, yani Kazaklar meclisini toplamak için çalınırdı. Taras çan çalmak için kullanılan değneği bulamadı çünkü çan çalmaya memur olan adam değneği yanında saklardı. Kazaklar birer odun aldılar, her biri sıra ile çana olanca kuvvetleriyle vurmaya başladılar. Gürültü çancıyı uyandırdı. Bu, zayıf, uzun boylu, bir gözü kör bir adamdı. Uyku sersemi olarak göründü:
“Ne cüretle çan çalıyorsunuz!”
“Sus!” dediler. “Değneği al sen çal!”
Bunu söyleyen reisler diğer Kazaklar kadar sarhoştular, bu gibi işlerin nasıl nihayet bulacağını iyi bilen çancı tereddüt etmedi, üzerinde taşıdığı değnekleri çıkardı, hemen çalmaya başladı.
O anda Zaporoglar karga sürüleri gibi meydana doldular, az bir zaman içinde meydan siyah elbiseli Zaporoglarla dolmuştu.
Hepsi halka teşkil edecek surette dizildiler.
Birbirini müteakip üç çandan sonra idare erkânı göründüler. Elinde amirlik alameti olan gümüş topuzla koşevoi, sonra yine elinde ordu mührüyle hâkim, hokkasıyla kâtip, değneğiyle mülazım geldiler. Her dördü derin bir eğilişle dört tarafı selamladılar. Kazaklar yumruklarını kalçalarına dayamışlar, azametle karşılarında duruyorlardı. Koşevoi sordu:
“Bu cemiyet niçin? Ne istiyorsunuz efendiler?”
Sözü bağrışmalar ve tahkirlerle kesildi:
“Topuzu bırak! Hemen şimdi! Şeytan oğlu! Biz seni artık istemiyoruz!”
Ziyafete ve içki âlemine iştirak etmemiş olan kuren, koşevoinin lehinde işe karışmaya kalkıştı ve kurenler kulakları sağır edici bağrışmalar arasında pençe pençeye geldiler.
Söz dinletmek için beyhude uğraştıktan sonra koşevoi, bu çılgınların kendine emsali çok defa görüldüğü üzere tecavüz edeceklerini bildiği için onları yerlere kadar eğilerek selamladı, topuzu bıraktı, kalabalığın içine karıştı.
Hâkimin, kâtibin ve mülazımın da emniyetleri kalmadığından onlar da mührü, mürekkep hokkasını ve değneği ellerinden bırakmaya hazırlanıyordu. Lakin Kazaklar “Hayır, kalınız! Biz yalnız koşevoiyi istemiyoruz! Bu bir kocakarıdır! Biz bir erkek isteriz!” diye bağırarak onlara mâni oldular.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nikolay-gogol/taras-bulba-69428041/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kazak: Güney Rusya’da yaşayan Slavlaşmış bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse. (e.n.)
2
Hidromel: Bal şarabı. (e.n.)
3
Takallüs: Kasılma. (e.n.)
4
Hatman: Kazak başbuğunun sanı. (e.n.)
5
Kalbolunmak: Dönüştürülmek, çevrilmek. (e.n.)
6
Nefir-i am: Bir tehlike veya harp hâlinde halktan toplanan asker. Harp bölgesinde bulunan bütün halkın seferber edilmesi. (e.n.)
7
Prezanta etmek: Tanıtma, tanıştırma. (e.n.)
8
Tesit: Kutlama. (e.n.)
9
Temeyyüz etmek: Kendini göstermek, sivrilmek. (e.n.)
10
İcbar etmek: Zorlamak. (e.n.)
11
Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, köpürme. (e.n.)
12
Sıvaştırmak: Bulaştırmak, üstüne sürmek. (e.n.)
13
Muvakkaten: Geçici olarak. (e.n.)
14
Sehhar: Büyü gibi bir kuvvetle çeken, büyüleyici. (e.n.)
15
İmtidat etmek: Uzanmak. (e.n.)
16
Sergüzeşt: Macera. (e.n.)
17
Muvazi: Paralel. (e.n.)
18
Methal: Giriş. (e.n.)
19
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
20
Tereddi etmek: Soysuzlaşmak, yozlaşmak. (e.n.)
21
Meftun: Tutkun, gönül vermiş, vurulmuş. (e.n.)
22
Kuren: Bölük. (e.n.)
23
Muhtekirlik: Vurgunculuk. (e.n.)
24
Leyli: Yatılı. (e.n.)
25
Havi: İçinde bulunduran, kapsayan. (e.n.)