Türk masalları

Türk masalları
Ignác Kúnos
Göçebe olan Türklerin kültüründe sözlü anlatım önemli bir yer tutmuştur. Masallar da bunun belli bir kısmını oluşturur.

Ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa anlatılarak günümüze kadar gelen bu Türk masallarında padişahlardan şehzadelere, sabır taşından sihirli aynaya, geyik prensten yedi başlı ejderhaya kadar pek çok figür yer almaktadır.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

Dr. Ignác Kúnos
Türk Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke[1 - Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anla mı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.]” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya. Şimdi de Doğu ve Batı’yı birleştiren geniş coğrafyamızda, nesillerdir sürdürdüğümüz sözlü geleneği kâğıda taşıyor ve masal dizimize ülkemizle devam ediyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Giriş
Macar âlim Dr. Ignatius Kúnos, bu masalları, Anadolu’ya[2 - Tecrübelerini 1891’de Pest’te yayımlanan, resimli ve oldukça popüler olan Anatoliai Kepek’te (Anadolu Resimleri) aktarmıştır.] yaptığı geziler sırasında Türk köylülerinden dinleyip derlemiştir. Derleme ilk kez 1889’da, tanınmış Macar edebiyat topluluğu “A Kisfaludy Tarsasag” tarafından Török Népmések (Türk Masalları) adıyla yayımlanmış, önsözünü ise Profesör Vambery yazmıştır. Bu seçkin Doğu bilimi uzmanı, Türk-Tatar halklarının primitif kültürleri konusunda yaşayan tartışmasız en büyük otorite, Özbek destanlarına ve Uygur öğretilerine de en az Batı Avrupa’nın poetik başyapıtlarına olduğu kadar aşina olan bu bilim insanı, elinizdeki masallara coşkulu övgüler düzmüştür. Türk halk kültürünün hazinelerini, filolojinin yan yollarında yatan, unutulmuş ve bir derlemeci tarafından bulunmayı bekleyen değerli taşlara benzetmiştir.
Dr. Ignatius Kúnos’un bu eşsiz derlemesi, yanmaktan kurtarılmış sayılabilir. Elinizdeki masallar her hâlükârda hem halk bilimiyle ilgilenenler hem de masalları sevenler için önemli bir “bulgu”dur. Bu hikâyelerin daha önce hiç bilinmeyen şeyler içermesini beklemek açıkçası büyük bir beklenti olur. Profesör Vambery bu masalların pek çoğu ile Binbir Gece Masalları’nın temelini oluşturan tamamen Doğu’ya özgü diğer hikâyeler arasındaki yakınlıkları ortaya çıkarmıştır. Birkaç Slav ve İskandinav öğesi de açıkça görülebilir. Mesela gizemli bir kuş olan Zümrüdüanka’nın, Rus Masalları ile Kazak Masalları ve Halk Hikâyeleri’nde sırasıyla Mogol Kuşu ve Zhar Kuşu olarak anılan kuşlarla oldukça yakın olduğu açıktır. Öte yandan Sihirli Sarık masalı da kimi noktalarda Hans Andersen’in Yol Arkadaşı’yla tuhaf bir benzerlik göstermektedir. Yine de bu masalların kendilerine has bir karakteri vardır. Her şeyden önce, canlı yaratıcılıkları, görkemli imge oyunlarıyla dikkat çekerler. Buna karşılık Batı’nın en popüler masallarındaki imgeler çoğunlukla sıkıcı olacak denli basittir. Profesör Vambery’nin öne sürdüğü gibi bu Népmések, Türk kadınlarının kahvelerini yudumlayıp hoş kokulu nargilelerini tüttürerek zaman geçirmeleri gibi eğlenceler sunuyorsa, bu şiirsel tat ve hoş ayrıma hayran olmaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Ben bu masalları, ilk Macar baskısından İngilizceye aktardım. Yani bu versiyon, belki de çevirinin çevirisi olarak eleştiriye açık. Ancak metni dikkatle ele aldığım ve Macarca ile Türkçenin aynı soydan gelen diller olduğu düşünülürse (dilbilgisi yapısı olarak hemen hemen hiçbir farkları yok), orijinal tatlarından ve kokularından çok bir şey kaybetmediklerini düşünüyorum.
Tamamen Türk masallarından oluşan bu seçkiye Ispirescu’nun Legende sau Basmele Româniloru (Bükreş, 1892) eserinin orijinal Romencesinden çevrilmiş dört yarı-Türk masal ekledim. Folk-Lore Society’nin dikkatine sunduğum bu koleksiyon son derece ilgi çekici ve orijinal olmakla birlikte çok bilinen masalların farklı güzellikte ve epey tuhaf çeşitlerini de içeriyor. Latin dilleri, Slav dilleri, Macarca ve Türkçe gibi dillerden öğeler içeren çok unsurlu Romencedeki tuhaf kombinasyonun doğal bir sonucu bu da.

    R. Nisbet Bain
    Haziran 1896

Geyik Prens
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Bir zamanlar bir oğlu ve bir kızı olan bir padişah yaşarmış. Bu padişah yaşlanmış, zamanı gelince de ölmüş. Yerine oğlu geçmiş. Çok geçmeden de ona kalan bütün mirası çarçur etmiş.
Bir gün kız kardeşine şöyle demiş: “Sevgili kardeşim! Bütün paramız bitti. Eğer insanlar hiçbir şeyimizin kalmadığını duyarsa bizi kapı dışarı eder ve bir daha asla dostlarımızın yüzüne bakamayız. O yüzden tası tarağı toplayıp başka bir yere gitsek iyi olur.” Böylece iki kardeş ellerinde kalan azıcık eşyalarını toplamış ve bir gece vakti babalarının sarayını terk edip kendilerini yollara vurmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, geniş bir kum çölüne varmışlar. İkisi de yakıcı sıcaktan yere yığılmış. Genç adam yerde küçük bir su birikintisi gördüğünde bir adım daha atacak hâli yokmuş. “Kardeşim!” demiş. “Şu sudan içmeden bir adım bile atmam.”


“Olmaz, sevgili abiciğim!” diye yanıtlamış kız. “Bunun gerçek su mu yoksa çamur mu olduğunu nereden bileceğiz? Bu kadar zaman dayanmışsak, biraz daha dayanabiliriz demektir.”
“Sana söylüyorum,” diye yanıtlamış abisi. “Sonunda ölüm dahi olsa bu sudan içmeden tek bir adım bile atmayacağım.” Bunları söyledikten sonra diz çöküp o bulanık suyu bir damlası bile kalmayana kadar içmiş ve birdenbire bir geyiğe dönüşmüş.


Küçük kız kardeş bu talihsizlik karşısında acı acı haykırmış ama yollarına devam etmekten başka bir şey gelmezmiş ellerinden. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, kum çölünü geçer geçmez koca bir ağacın altında yer alan coşkun bir kaynağa denk gelmişler. O ağacın altına çöküp soluklanmaya karar vermişler. “Bana kulak ver, küçük kardeş!” demiş geyik. “Ben yiyecek bir şeyler bulmaya gittiğimde sen de şu ağaca tırmanmalısın.” Kız ağacın tepesine çıkmış, geyik de yiyecek bir şeyler bulmak için yollara düşmüş. Dere tepe düz gitmiş, bir yaban tavşanı yakalayıp ağacın dibine taşımış. Kardeşiyle birlikte tavşanı yemişler. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken böylece yaşayıp gitmişler.


Masal bu ya, o ülkenin padişahının ahırında bulunan atlar da koca ağacın dibindeki kaynaktan su içermiş meğer. Bir akşam bir grup atlı, her zaman olduğu gibi atlarını oraya getirmiş. Ama atlar tam suyu içmek üzereyken suyun yüzeyinde genç bir kızın yansımasını görerek geri çekilmişler. Binicileri belki de su temiz değildir diye düşünerek yalağı boşaltıp taze suyla doldurmuş ama atlar son anda yine geri çekilip suyu içmemiş. Atlılar ne yapacaklarını bilemeyerek durumu anlatmak üzere Padişah’a gitmişler.
“Belki de su kirlidir,” demiş Padişah.
“Hayır,” diye yanıtlamış atlılar. “Yalağı tamamen boşaltıp temiz suyla tekrar doldurduk ama atlar yine de suyu içmedi.”
“Tekrar gidin,” demiş efendileri. “Etrafa iyice bakın. Belki kaynağın yakınlarında onları korkutan biri vardır.”
Atlılar geri dönüp kaynağın etrafını iyice aramışlar. Başlarını koca ağacın tepesine çevirince genç kızı görmüşler. Hemen geri dönüp durumu Padişah’a anlatmışlar. Padişah gidip kendi gözleriyle görmeye karar vermiş. Başını kaldırıp da ayın on dördü gibi parlayan kızı görünce gözlerini ondan alamamış. “Cin misin, yoksa peri mi?” demiş Padişah, genç kıza.
“Ne cinim ne de peri, senin gibi bir faniyim,” diye yanıtlamış kız.
Padişah ağaçtan insin diye boş yere yalvarmış kıza. Ne kadar dil döktüyse de kızı inmeye ikna edememiş. Bunun üzerine çok öfkelenen Padişah, adamlarına ağacı kesmelerini emretmiş. Adamlar baltalarını getirip ağaca vurmaya başlamışlar. Vurmuşlar, vurmuşlar, vurmuşlar. Ağacın gövdesi incecik kalana dek vurmuşlar. Fakat o sırada akşam çökmeye, hava kararmaya başlamış. Adamlar da ertesi gün devam etmek üzere işi bırakmışlar.
Onlar gittikten biraz sonra geyik ormandan koşarak gelmiş, ağaca bakmış ve kardeşine neler olduğunu sormuş. Kız, ağaçtan inmediğini, adamların da ağacı kesmeye çalıştıklarını söylemiş. “İyi yapmışsın,” diye yanıtlamış geyik. “Bundan sonra da sana ne derlerse desinler sakın inme.” Geyik ağaca yaklaşıp gövdesini yalayınca ağaç bir anda öncekinden de sağlam ve kalın bir hâle gelmiş.
Ertesi gün geyik, yiyecek bulmak için bir kez daha kardeşinin yanından ayrıldığında, Padişah’ın adamları gelmiş ve ağacın gövdesinin eskisinden de kalın ve sağlam olduğunu görmüşler. Ağacı baltalamaya başlamışlar yine. Neredeyse yarısına gelene kadar balta sallayıp durmuşlar ama yine akşam çökmüş ve işin kalanını sabaha bırakarak evlerine dönmüşler.
Ardından geyik bir kez daha gelip ağaçtaki boşluğu diliyle yalayınca bütün emekleri boşa gitmiş. Ağaç hiç olmadığı kadar kalın ve sert bir hâl almış.
Ertesi sabah erken saatlerde, geyiğin ayrılmasından hemen sonra Padişah ve oduncuları yeniden ağacın yanına gelmiş. Ağaç gövdesinin yeniden birleştiğini, üstelik daha kalın ve daha sert olduğunu görünce başka yöntemler kullanmaya karar vermişler. Böylece yeniden evlerine dönüp meşhur bir cadıyı çağırtmış, ona ağaçtaki kızdan bahsetmişler. Kurnazlığa işleyen aklını çalıştırıp kızı aşağı indirirse Padişah’ın ona büyük bir ödül ihsan edeceğini söylemişler. İhtiyar Cadı meseleye hemen el atmış. Demirden ocağını, kazanını ve birkaç çeşit çiğ eti alarak kaynağın yanına gitmiş. Üç ayaklı ocağını yere, kazanı ise onun üzerine yerleştirmiş. Ama ters olarak! Sonra kaynaktan su almış. Kazana değil de hemen yanındaki toprağa dökmüş. Sonra da körmüş gibi gözlerini kapamış.
Genç kız, kadının gerçekten kör olduğunu düşünerek ağaçtan ona seslenmiş. “Sevgili teyzeciğim! Kazanı oraya ters koydun. Suyu da yere döktün.”
İhtiyar kadın, “Ah, tatlı kardeşim!” diye haykırmış. “Gören gözlerim yok ki doğrusunu yapayım. Yanımda kirli çamaşırlarımı getirmiştim. Allah aşkına aşağı in de kazanı düzelt. Şunları yıkamama da yardım et.” Genç kızın aklına küçük geyiğin sözleri gelmiş ve aşağı inmemiş.
Cadı ertesi gün tekrar gelmiş. Ağacın yanında tökezlemiş, bir ateş yakmış ve ayıklamak üzere bir yığın yiyecek çıkarmış. Ama eleğe yiyecekleri değil de külleri koymuş. “Zavallı akılsız ihtiyar!” diye içlenmiş genç kız şefkatle. Sonra ağaçtan aşağı, ihtiyar kadına seslenerek yiyecekleri değil külleri elekten geçirdiğini söylemiş. “Ah, güzel kızım!” diye haykırmış kadın ağlayarak. “Körüm, göremiyorum. Aşağı gel de derdimi çözmeme yardım et.” Ama küçük geyik daha o sabah kıza, ona ne söylenirse söylensin ağaçtan asla inmemesini tembih etmiş. Genç kız da abisinin sözüne itaat etmiş.


Üçüncü gün ihtiyar Cadı yeniden ağacın altına gelmiş. Bu kez yanında bir koyun ve onun derisini yüzmek için bir bıçak getirmiş. Ama boğazını kesmek yerine arka tarafından bir çentik atıp deriyi yüzmeye başlamış. Zavallı koyunun melemeleri yürekleri parçalıyormuş. Ağaçtaki kız, hayvanın çektiği eziyeti izlemeye dayanamayarak zavallının acılarına son vermek için aşağı inmiş. Tam o sırada ağacın yakınlarında gizlenmiş olan Padişah harekete geçerek kızı sarayına götürmüş.
Padişah genç kızdan öyle hoşlanmış ki hiç zaman kaybetmeden onunla evlenmek istemiş. Ama genç kız, abisini, yani küçük geyiği ona getirene kadar buna razı gelmeyeceğini, abisini görmeden katiyen huzur bulamayacağını söylemiş. Bunun üzerine padişah ormana adamlarını göndermiş. Onlar da geyiği yakalayarak kız kardeşine getirmişler. Geyik o günden sonra kardeşinin yanından hiç ayrılmamış. Birlikte yatıp birlikte kalkmışlar. Padişah ve genç kız evlendiğinde bile küçük geyik onlardan uzaklaşmamış. Akşamları nerede olduklarını bulur, yanlarına yatmadan önce ön ayaklarından biriyle ikisini de usulca okşar ve şöyle dermiş:
“Bu ayak kız kardeşim için, bu da eniştem için.”
Zaman dünyada hızla akarken masallarda daha da hızlı akarmış ama en hızlı akıp giden de gerçek aşkla geçen zamanlarmış. Sarayda yaşayan zenci bir cariye olmasa, bizimkiler mutlu mesut yaşar gidermiş. Padişah’ın, onu değil de ağaç tepesinden indirdiği perişan bir kızı koynuna aldığını düşündükçe kıskançlıktan çatlayan bu cariye, intikam almak için fırsat kolluyormuş.
Sarayın güzel mi güzel bir bahçesi, bu bahçenin tam ortasında da bir göl varmış. Sultan’ın karısı bu gölün kenarında yürümeyi âdet edinmiş. Bir gün genç kız elinde altın bir tabak, ayağında gümüş bir sandalla göle doğru ilerlerken Cariye de peşinden gidip onu göle itmiş. Bu gölde büyük bir balık varmış ve Sultan’ın karısını hemen yutuvermiş. Cariye de saraya dönmüş, sultanın karısının altından kıyafetini giyip onun yerine geçmiş.
Akşam olup da Padişah gelince karısına yüzüne ne yaptığını, nasıl bu kadar değiştiğini sormuş. “Bahçede fazla yürümüşüm, güneş yüzümü yaktı,” diye yanıtlamış kız. Padişah ona inanarak yanına oturmuş. Ama küçük geyik de gelmiş tabii. İkisini de ön ayağıyla okşamaya başlayıp “Bu ayak kız kardeşim için, bu da eniştem için,” derken Cariye’yi tanımış.
Bunun üzerine Cariye, geyiğin onu ele vermemesi için bir an önce ondan kurtulmanın yolunu arar olmuş.
Biraz düşündükten sonra hastalanmış gibi yaparak doktorları çağırtmış. Onlara çok para vererek Padişah’a onu kurtaracak tek şeyin küçük geyiğin kalbi olduğunu söylemelerini istemiş. Doktorlar da Padişah’a gidip hasta kadının mutlaka küçük geyiğin kalbini yemesi gerektiğini, aksi takdirde onun için hiçbir umut olmadığını söylemişler. Padişah bunun üzerine karısı sandığı kadının yanına giderek öz kardeşinin kalbini yemenin onu üzüp üzmeyeceğini sormuş.
“Ne yapabilirim ki?” diye iç geçirmiş sahtekâr. “Ölürsem zavallı abime ne olacak? O kesilirse ben yaşarım, o da ihtiyar ve hasta hayvanların çekeceği o işkencelerden kurtulur.” Böylece Padişah, kasap bıçaklarının bilenmesini emretmiş. Bir ateş yakılmış, üzerine bir kazan su konmuş.
Zavallı geyik bütün bu koşturmacanın nedenini hissetmiş. Bahçedeki göle koşarak kardeşine üç kez seslenmiş:
“Bıçak taşın üstünde
Su ateşin üstünde
Çabuk kardeşim, çabuk!”
Kardeşi de balığın midesinden üç kez yanıt vermiş ona:
“Buradayım, balığın karnında
Elimde altın tabak
Gümüş sandal ayağımda
Küçücük bir de şehzade var kollarımda!”
Sultan’ın karısı, balığın karnında küçük oğlunu doğurmuş meğer.
Bahçedeki göle doğru kaçan geyiği yakalamak niyetiyle peşine düşen Padişah da hemen geyiğin arkasındaymış ve abiyle kardeşin birbirlerine söyledikleri her şeyi duymuş. Hemen gidip göldeki bütün suyun boşaltılmasını, balığın çıkarılıp karnının yarılmasını emretmiş. İstekleri yerine getirilince bir de ne görsün? Balığın karnında elinde altın bir tabak, ayaklarında gümüş sandallar ve kollarında küçük bir oğlan çocuğuyla karısı duruyormuş. Padişah hemen karısına sarılmış, oğlunu öpmüş. İkisini de saraya götürüp karısının başından geçenleri baştan sona dinlemiş.
Küçük geyikse balığın kanında bir şey bulmuş. O şeyi yutar yutmaz da tekrar insan olmuş. Hemen kardeşine koşmuş. Birbirlerine sarılmış, kurtuldukları için sevinç gözyaşları dökmüşler.
Padişah ise zenci cariyeyi huzuruna çağırtmış ve ceza olarak hangisini istediğini sormuş: dört iyi at mı, yoksa dört iyi kılıç mı? Cariye, “Bırakalım da kılıçlar düşmanlarımın boğazında olsun; bana dört at verin, sırtında zevke geleyim.” Cariye’yi dört atın kuyruğuna bağlayıp atları da yola koşmuşlar. Dört at, kızı paramparça ederek her bir parçasını bir yere dağıtmış.
Padişah ve karısı ise birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Bir zamanlar geyik olan Şehzade de onlarla birlikteymiş. Kırk gün kırk gece süren bir ziyafet vermişler.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.



Üç Turunçlar


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, her yanda bolluk ve bereket hüküm sürse de, insanların sabah akşam yedikleri hâlde yatağa aç gittikleri günlerde, oğlu olmadığı için günleri mutsuzluk içinde geçen bir padişah varmış.
Günlerden bir gün Padişah ile veziri bir gezintiye çıkmış. Kahvelerini içip çubuklarını tüttürerek uzun bir yürüyüş yapmışlar. Büyük bir vadiye varana dek yürümüşler. Burada oturup biraz dinlenmişler. Sağa sola bakınırken vadi birden deprem oluyormuş gibi sallanmaya başlamış ve önlerinde bir yarık oluşmuş. Derken karşılarında aniden yeşil urbalı, sarı terlikli, ak sakallı bir derviş belirmiş. Padişah ve Vezir o kadar korkmuşlar ki yerlerinden bile kıpırdayamamışlar. Derviş onlara doğru yaklaşarak “Selamünaleyküm,” diye seslenince cesaret bulan Padişah ile Vezir de “Ve aleykümselam,” diye karşılık vermişler.
“Burada ne işin var Padişahım?” demiş Derviş.
Padişah, “Benim padişah olduğumu bildiğine göre, neden burada olduğumu da bilirsin,” diye yanıt vermiş.
Derviş bunun üzerine koynundan bir elma çıkararak Padişah’a uzatmış ve şöyle demiş: “Bu elmanın yarısını sultana ver, diğer yarısını da sen ye.” Sonra da bir anda gözden kaybolmuş.


Padişah sarayına dönmüş, elmanın yarısını karısına vermiş, diğer yarısını da kendi yemiş. Bundan tam dokuz ay on gün sonra haremde küçük bir şehzade dünyaya gelmiş. Padişah çok mutluymuş. Fakirlere para dağıtmış, köleleri azat etmiş, dostlarına başı sonu görünmeyen bir ziyafet sofrası kurdurmuş.
Zaman hızla akıp geçmiş, el üstünde tutulan Şehzade on dört yaşına basmış. Bir gün babasının karşısına çıkıp demiş ki: “Sevgili padişah babam, bana mermerden küçük bir saray yaptır. İki de çeşmesi olsun. Çeşmelerin birinden yağ, diğerinden bal aksın!” Padişah tek oğlunu çok sevdiğinden isteğini yerine getirmiş ve o iki çeşmeli mermer sarayı yaptırmış. Şehzade bir gün mermer sarayında oturmuş yağ ve bal akıtan çeşmeleri izlerken ihtiyar bir kadının elindeki testiyi çeşmelerden akanlarla doldurduğunu görmüş. Şehzade bir taş kapıp ihtiyar kadının testisine fırlatmış ve testiyi paramparça etmiş. İhtiyar kadın hiçbir şey söylemeden oradan ayrılmış.
Ertesi gün başka bir testiyle yeniden gelmiş ve testiyi doldurmak üzere çeşmelere yanaşmış. Şehzade ikinci kez taş atarak kadının testisini yine paramparça etmiş. İhtiyar kadın yine hiçbir şey söylemeden gitmiş. Üçüncü gün tekrar gelmiş. İlk iki günde olduğu gibi o gün de testisi kırılmış. İhtiyar kadın bunun üzerine dile gelmiş. “Ah delikanlı!” diye haykırmış. “Allah’tan dilerim ki Üç Turunçlar’a âşık olasın!” Sonra da çekip gitmiş.
O andan itibaren Şehzade’nin kalbinde onu yakıp kavuran bir ateş peyda olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış. Padişah, oğlunun hastalandığını duyunca hemen şifacıları, hekimleri çağırmış ama hiçbiri bu hastalığa bir çare bulamamış. Şehzade bir gün babasına demiş ki: “Ah padişahım! Sizin şifacılarınız bana deva bulamaz. Ne yapsalar boşuna. Ben Üç Turunçlar denen perilere âşık oldum ve onları bulmadıkça bir daha asla toparlanamam.”
“Ah güzel oğlum,” diye inlemiş Padişah. “Bu dünyada sahip olduğum tek şeysin sen benim. Sen de beni bırakıp gidersen kim güldürür yüzümü?” Fakat Şehzade’nin durumu günden güne kötüleşince ve günlerini ağır uykularla geçirmeye başlayınca babası, oğlunun gidip dilinden düşürmediği Üç Turunçlar’ı bulmasına izin vermenin onun için daha iyi olacağına karar vermiş. “Belki geri döner,” diye düşünmüş.
Böylece Şehzade bir sabah uyandığında yanına yükte hafif pahada ağır birkaç eşya alıp yollara düşmüş. Dağları, vadileri aşmış, günleri günlere eklemiş. Sonunda geniş bir düzlüğün ortasında, bir yolun kenarında bir minare kadar uzun ve heybetli bir Devanası’yla karşılaşmış. Ayağının biri bir dağda, diğeri öbür dağdaki Devanası’nın ağzında da kocaman bir sakız varmış. Sakızı çiğneyişi çok uzaklardan duyuluyor, aldığı her nefes bir kasırga yaratıyormuş. Kolları ise metrelerce ileri uzuyormuş.
“İyi günler anneciğim!” diye seslenmiş genç adam ve Devanası’nın geniş beline sarılmış.
“İyi günler evlat!” diye yanıtlamış Devanası. “Benimle böyle kibar konuşmasan seni tek lokmada yutardım.”
Devanası, Şehzade’ye nereden gelip nereye gittiğini sormuş.
“Ah, ah!” diye iç geçirmiş Şehzade. “Öyle bir talihsizlik geldi ki başıma, ne sen sor ne ben söyleyeyim.”
“Anlat oğlum,” diye ısrar etmiş Devanası.
“Dinle o hâlde anneciğim,” demiş Şehzade ve daha da derin bir iç çekmiş. “Üç Turunçlar’a deliler gibi âşık oldum. Keşke onlara giden yolu bulabilseydim.”


“Şişşşt!” demiş Devanası. “O ismi değil dillendirmek, akıldan geçirmek bile günahtır. Ben ve oğullarım onların muhafızları olduğumuz hâlde ben bile yolu bilmem. Kırk oğlum var, kâh yeraltına iner kâh yeryüzüne çıkarlar. Belki onların bildikleri bir şeyler vardır.”
Hava kararmaya başlayıp da devlerin eve dönme vakti yaklaşınca ihtiyar kadın Şehzade’ye dokunarak onu bir testiye çevirmiş. Hemen ardından Devanası’nın kırk oğlu kapıyı çalmış ve “Ana, insan eti kokusu alırız!” diye haykırmışlar.
“Saçmalık!” demiş Devanası. “İnsanın burada ne işi olur oğullar? Bence siz dişlerinizi temizleseniz iyi olur.” Sonra kırk oğluna kırk ince dal parçası vermiş ki dişlerini temizlesinler. Birinin dişinden bir insan kolu, diğerininkinden bir insan bacağı düşmüş. Hepsi dişlerini temizledikten sonra sofraya oturmuşlar. Yemeğin ortasında anneleri onlara demiş ki: “Şimdi bir fani kardeşiniz olsa ne yapardınız?”
“Ne mi yapardık?” diye cevaplamış devler. “Onu kardeşimiz gibi severdik tabii.”
Bunun üzerine Devanası su testisine dokunmuş, testi birden Şehzade oluvermiş. “İşte kardeşiniz!” diye haykırmış Devanası oğullarına.
Devler Şehzade’ye onlara katıldığı için teşekkür etmiş, onu da sofraya davet etmişler. Sonra annelerine neden kardeşlerinden daha önce bahsetmediğini, bilseler beraber yemek yiyeceklerini söylemişler.
“Evet ama oğullarım,” demiş Devanası, “o sizin yediğiniz etleri yiyemez. Kuş eti, koyun eti gibi şeylerle beslenir o.”
Bunun üzerine devlerden biri fırlayıp dışarı gitmiş ve bir koyun avlayıp getirmiş, yeni kardeşinin önüne koymuş.
“Ne çocuksun sen!” demiş Devanası. “Onun yiyebilmesi için etin önce pişmesi gerektiğini bilmiyor musun?”
Devler koyunun derisini yüzmüş, bir ateş yakıp etini pişirmiş, Şehzade’nin önüne koymuşlar. Şehzade koyun etinden doyana kadar yedikten sonra kalanını bırakmış. “Ama bitirmedin ki!” diye itiraz etmiş devler ve kardeşlerine daha çok yemesi için ısrar etmişler. “Hayır, hayır oğullarım,” demiş Devanası. “İnsanlar o kadar çok yemez.”
Kırk devden biri, “Bakalım koyun etinin tadı nasılmış?” diyerek birkaç lokmada hepsini bitirmiş.
Ertesi sabah hepsi erkenden kalkmışlar. Devanası oğullarına, “Yeni kardeşinizin büyük bir derdi var,” demiş.
“Nedir derdi?” demiş devler. “Söyle de ona yardım edelim.”
“Üç Turunçlar’a abayı yakmış!”
“Öyle mi?” diye yanıtlamış devler. “Biz Üç Turunçlar’ın yerini bilmiyoruz ama belki teyzemiz bilir.”
“O hâlde bu genç adamı ona götürün,” demiş anneleri. “Benim oğlum olduğunu, ona her türlü saygıyı göstermesini söyleyin. O da kardeşinizi bir oğlu bilsin, derdine derman olsun.”
Devler genç adamı alıp teyzelerine götürmüşler ve neden geldiklerini anlatmışlar.
Devlerin teyzesinin altmış oğlu varmış. Teyze de Üç Turunçlar’ın yerini bilmediğinden, oğullarının dönmesini beklemiş. Yeni oğluna bir zarar gelmesin diye de onu bir dokunuşla çömleğe çevirmiş.
Devler eşikte belirir belirmez “İnsan eti kokusu alıyoruz anne!” diye haykırmışlar.
Anneleri, “Daha önce yediğiniz insanların kalıntıları dişlerinizin arasındadır,” demiş. Sonra onlara dişlerini temizlesinler diye kocaman odunlar vermiş ki başka şeyler de yiyebilsinler. Yemeğin ortasında ihtiyar kadın çömleğe dokunmuş. Altmış dev, ufacık insan kardeşlerini görünce çok sevinmiş. Onu masaya davet etmişler ve canı ne çekerse hemen söylemesini istemişler.
Ertesi sabah uyandıklarında anneleri altmış oğluna, “Evlatlarım,” demiş. “Bu delikanlı Üç Turunçlar’a âşık olmuş. Ona Üç Turunçlar’a giden yolu gösteremez misiniz?”
“Biz yolu bilmiyoruz,” diye cevap vermiş devler. “Ama belki ihtiyar büyük teyzemiz bu konuda bir şeyler biliyordur.”
“O hâlde bu delikanlıyı ona götürün,” demiş anneleri. “Teyzenize söyleyin, ona saygı göstersin. Bu genç adam benim oğlumdur, o da oğlu bilsin ve ona sıkıntısını gidermesi için yardımcı olsun.”
Böylece devler Şehzade’yi büyük teyzelerine götürmüş ve ona her şeyi anlatmışlar.
“Ne yazık ki ben de bilmiyorum yavrularım!” demiş ihtiyar mı ihtiyar olan büyük teyze. “Ama akşama kadar beklerseniz doksan oğlum eve dönecek. Onlara sorarım.”
Bunun üzerine altmış dev, Şehzade’yi orada bırakarak evlerine dönmüşler. Büyük teyze, akşam çökerken genç adama dokunarak onu bir süpürgeye dönüştürmüş ve kapının arkasına yerleştirmiş. Az sonra doksan dev eve dönmüş. Onlar da insan eti kokusu almış ve dişlerinin arasından insan parçaları çıkarmışlar. Yemeğin ortasında anneleri, insan bir kardeşleri gelse ona nasıl davranacaklarını sormuş oğullarına. Devler onun tırnağına bile zarar vermeyeceklerine yumurtalar üzerine söz verince anneleri süpürgeye dokunmuş ve Şehzade devlerin önünde belirmiş.
Dev kardeşler ona nezaketle yaklaşmış, sağlığını sormuşlar ve nefes alacak zaman bile tanımadan içtenlikle yiyecek ikram etmişler. Herkes sofradayken anneleri devlere Üç Turunçlar’ın yerini bilip bilmediklerini sormuş ve yeni kardeşlerinin onlara gönül düşürdüğünü anlatmış. Doksan devin en küçüğü neşeyle ayağa fırlayarak Üç Turunçlar’ın yerini bildiğini söylemiş.
“Madem biliyorsun,” demiş annesi, “bu oğlanı oraya götür de periler kalbinin arzusunu yerine getirsin.”
Ertesi sabah gün doğarken devlerin en küçüğü şehzadeyi yanına almış, neşeyle yola düşmüşler. Yürüdükçe yürümüşler. En sonunda küçük dev şöyle demiş: “Kardeşim, az sonra büyük bir bahçeye varacağız. Aradığın periler de oradaki çeşmede yaşarlar. Sana ‘Gözlerini kapa, gözlerini aç!’ dediğimde gördüğünü hemen yakala.”
Biraz daha ilerleyip bahçeye varmışlar. Dev, çeşmeyi görür görmez Şehzade’ye, “Gözlerini kapa, gözlerini aç!” demiş. Şehzade de ona söyleneni yapmış ve kaynağın fokurdadığı yerde, suyun üzerinde yüzen üç turunç görmüş. İçlerinden birini aldığı gibi cebine atmış. Dev bir kez daha “Gözlerini kapa, gözlerini aç!” demiş. Şehzade yine söyleneni yapmış ve ikinci turuncu da cebine koymuş. Üçüncü turuncu da aynı yolla ele geçirmiş. “Bundan sonra dikkatli ol,” demiş dev. “Sakın suyun olmadığı bir yerde keseyim deme bu turunçları. Yoksa pişman olursun.” Şehzade dikkatli olacağına söz vermiş, sonra da ayrılmışlar. Biri sağa gitmiş, diğeri sola.
Şehzade yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kum çölüne varmış. O sırada aklına turunçlar gelmiş. Birini çıkarıp kesmiş. Keser kesmez içinden periler kadar güzel bir kız çıkıvermiş. Ayın on dördü gibi parlıyormuş kız. “Allah aşkına bana bir yudum su!” diye haykırmış. Ancak etrafta suyun damlası bile yokmuş. Kız silinip gidivermiş. Şehzade derin bir kedere gömülmüş ama çare de yokmuş, olan olmuş.
Şehzade yeniden yola koyulmuş. Bir süre daha gittikten sonra “Kalan turunçlardan birini daha kesebilirim,” diye düşünmüş. İkinci turuncu cebinden çıkarmış, kestiği gibi içinden güzeller güzeli bir kız çıkıvermiş. O da çaresizce bir yudum su dilense de Şehzade’nin ona verecek suyu yokmuş. İkinci kız da yok olup gitmiş böylece.
Şehzade, “Üçüncüye gözüm gibi bakacağım,” diye ağlaya ağlaya yoluna devam etmiş. Gitmiş, gitmiş, sonunda bereketli bir su kaynağına varmış. Suyundan içip susuzluğunu dindirmiş. Sonra da “Artık üçüncü turuncu kesebilirim,” diye düşünmüş. Turuncu çıkarıp kestiği gibi içinden önceki iki kızdan katbekat güzel bir kız çıkmış. Kız su ister istemez Şehzade ona kaynağı göstermiş, su içirmiş. Kız kaybolmamış bu kez, Şehzade’nin yanında kalmış.
Fakat kız anadan üryanmış. Şehzade onu bu şekilde şehre götüremeyeceğinden kıza suyun hemen yanındaki ağaca çıkmasını söylemiş. O da şehre gidip kıza üst baş alacak, bir de at arabası getirecekmiş.
Şehzade yoluna gittikten biraz sonra, zenci bir köle testisini doldurmak için suya yanaşmış. Ağaçtaki perinin sudaki yansımasını görünce, “Şuraya bak,” demiş kendi kendine. “Gencecik bir kızsın sen. Hem hanımından da çok daha güzelsin. Onun bana su taşıması gerek, benim ona değil.” Elindeki testiyi yere çalıp parçaladığı gibi eve dönmüş. Hanımı testinin nerede olduğunu sorunca köle, “Ben senden çok daha güzelim. Senin bana su taşıman gerek, benim sana değil,” diye cevap vermiş. Hanımı aynayı kaptığı gibi kadına doğru tutmuş. “Aklını kaçırdın herhâlde,” demiş. “Şu aynaya bak hele!” Köle aynaya bakınca çirkin yüzünü görmüş. Hiçbir şey demeden başka bir testi alıp yeniden suyun başına dönmüş. Tam testiyi dolduracakken suyun yüzeyinde yine genç kızın yansımasını görüp kendisi sanmış.
“Doğruyu söylüyorum işte,” diye haykırmış. “Hanımımdan çok daha güzelim ben.” Böylece testiyi yine parçalara ayırarak evin yolunu tutmuş. Hanımı yine neden su getirmediğini sorunca, “Çünkü ben senden çok daha güzelim. O yüzden sen bana su getirmelisin,” demiş.
“İyice delirdin sen,” demiş hanımı. Aynayı çıkarıp kölesine doğru tutmuş. Köle kız aynadaki yüzünü görünce bir testi daha alıp üçüncü kez kaynağın yolunu tutmuş.


Suda yine genç kızın yüzü belirmiş. Ama bu kez köle tam testiyi kıracakken genç kız ağacın üzerinden ona seslenmiş. “Testileri kırıp durma, suda gördüğün benim yüzümdür. Kendi yüzünü de görebilirsin orada.”
Köle başını kaldırıp bakınca müthiş güzellikteki genç kızı görmüş. Hemen yanına tırmanarak ona tatlı sözler söylemeye başlamış. “Ah benim altın kızım, orada onca zamandır çökmekten bacaklarına kramp girecek. Gel de başını yasla, dinlen!” Genç kız bu sözler üzerine başını köle kızın göğsüne dayamış. Onu sinesinde hisseden köle ise bir iğne çıkararak genç kızın kafasına batırmış. Turunç kız birdenbire bir kuşa dönüşmüş ve pırrr diye uçup gitmiş. Köle, ağaçta bir başına kalmış.
Şehzade sağlam bir araba ve güzel kıyafetlerle geri dönüp de ağaca baktığında simsiyah bir yüz görmüş ve kıza ne olduğunu sormuş. “Güzel soru,” diye yanıtlamış köle. “Neden beni bütün gün bir başıma bırakıp da uzaklara gittin? Güneşten öyle yandım ki kapkara oldum.” Zavallı şehzade ne yapsın? Zenci kızı alıp arabaya oturtmuş ve doğruca babasının sarayına götürmüş.


Padişahın sarayında herkes hevesle peri gelini karşılamayı bekliyormuş. Kara kızı görünce Şehzade’ye, “Gönlünü nasıl olur da siyah bir köleye kaptırırsın?” diye sormuşlar.
Şehzade, “O siyah bir köle değil,” diye cevap vermiş. “Onu bir ağacın tepesinde bıraktım, güneşten yanıp da kararmış. Biraz dinlensin de yeniden beyazlar.” Böyle dedikten sonra kızı odasına götürerek beyazlamasını beklemeye başlamış.
Şehzadenin sarayında güzel mi güzel bir bahçe varmış. Günün birinde turuncu bir kuş uçarak gelip o bahçedeki bir ağaca konmuş ve bahçıvana seslenmiş.
“Benden ne istersin?” diye sormuş Bahçıvan.
“Şehzade ne yapıyor?” diye sormuş kuş.
“Bildiğim kadarıyla iyi,” diye yanıtlamış Bahçıvan.
“Peki ya siyah karısı?”
“Ah, o da orada, her zamanki gibi oturuyor.”
Sonra küçük kuş şu sözleri şakımış:
“Onun yanında oturabilir şimdi,
Ama bu böyle sürmez daimi.
Çünkü o iyi yüzünün altında
Büyüyor dikenleri.
Ben bu ağaca çıktıkça
O sararıp solacak altımda.”
Sonra da uçup gitmiş.
Ertesi gün kuş tekrar gelip Şehzade ve kara eşini sormuş. Bir önceki gün söylediklerini tekrarlamış. Üçüncü gün de aynı şekilde davranmış ve üzerinde sektiği ağaçlar bir bir sararıp solmuş.
Günün birinde Şehzade, karısından sıkılıp yürüyüş yapmak için bahçeye çıkmış. Solan ağaçları görünce bahçıvanı çağırmış. “Bunlara ne oldu bahçıvan? Neden ağaçlarına göz kulak olmuyorsun?” diye sormuş. Bahçıvan onun bakımının faydası olmadığını, birkaç gün önce o ağaçlara küçük bir kuşun konarak Şehzade ile karısının neler yaptığını sorduğunu anlatmış. Kuşa Şehzade ile karısının oturduklarını söyleyince de kadının sonsuza dek oturamayacağı, çünkü dikenlerinin büyüyeceği cevabını verdiğini söylemiş. Üzerine konduğu bütün ağaçların sararıp solduğunu anlatmış.
Şehzade bahçıvana ağaçlara kuş ökseleri kurmasını emretmiş. O küçük kuş yakalanınca da kendisine getirilmesini söylemiş. Bahçıvan bütün ağaçlara ökse kurmuş. Ertesi gün kuş gelip de tuzağa yakalandığında tutup Şehzade’ye götürmüş. Şehzade ise kuşu bir kafese koymuş. Siyah kadın kuşa bakar bakmaz onun bir zamanlar periler kadar güzel olan o genç kız olduğunu anlamış. Hemen bir hastalık numarası yaparak sarayın başhekimini çağırtmış. Onu gösterişli hediyelerle kandırarak Şehzade’ye karısının filanca kuşun etiyle beslenmezse asla iyileşemeyeceğini söylemesi için ikna etmiş.
Şehzade karısının çok hasta olduğunu görünce başhekimi çağırtarak hasta kadının yanına götürmüş ve nasıl iyileşeceğini sormuş. Başhekim karısının ancak filanca kuşun etini yerse iyileşeceğini söylemiş. Şehzade, “Şansa bak, ben de daha bugün o kuşlardan birini yakalamıştım,” demiş. Kuşu getirip öldürmüşler, etiyle de hasta kadını beslemişler. Siyah kadın birden iyileşip yataktan kalkmış. Ancak kuşun uçuşan tüylerinden biri kazara yere düşüp döşemelerin arasına sıkışmış. Kimse fark etmemiş onu.
Zaman akıp geçmiş. Şehzade hâlâ karısının beyazlamasını bekliyormuş. Haremde, artık orada yaşayanlara okuma yazma öğretecek ihtiyar bir kadın varmış. Bir gün alt kata inerken döşemelerin arasında bir şeyin parıldadığını görmüş. Ona doğru ilerleyince elmas gibi parlak bir kuş tüyü bulmuş. Tüyü alıp evine götürmüş ve çatı kirişinin arkasına tutturmuş. Ertesi gün yeniden saraya gitmiş. O yokken kuş tüyü kirişten atlamış, bir süre titremiş, sonra da güzel mi güzel bir genç kıza dönüşmüş. Odayı toplamış, yemek pişirmiş, her şeyi yerli yerine koymuş, sonra yeniden kirişe zıplayarak bir tüye dönüşmüş. İhtiyar kadın eve geldiğinde gördükleri karşısında çok şaşırmış. “Tüm bunları birisi yapmış olmalı,” diye düşünmüş. Etrafa bakınmış, bütün evi arayıp taramış ama kimseyi bulamamış.
İhtiyar kadın ertesi sabah tekrar saraya gitmiş. Tüy aynı şekilde insana dönüşüp bütün ev işlerini halletmiş. İhtiyar kadın eve döndüğünde evini tertemiz, her şeyi yerli yerinde bulmuş. “Bu işin sırrını çözmem gerek,” diye düşünmüş. Ertesi sabah saraya gidermiş gibi evden çıkıp kapıyı aralık bırakmış. Sonra da gidip bir köşeye saklanmış. Birdenbire odada etrafı toplayıp yemek pişiren bir genç kızın belirdiğini görmüş. Saklandığı yerden fırlayarak kızı yakalamış, kim olduğunu ve nereden geldiğini sormuş. Genç kız ona talihsiz hikâyesini anlatmış. Siyah kadın tarafından iki kez öldürüldüğünü ve bir tüy olarak geri döndüğünü söylemiş.
“Kendini üzme artık kızım,” demiş ihtiyar kadın. “Ben işleri yoluna koyacağım. Hem de bugün.”
Bunları söyledikten sonra doğruca Şehzade’ye gidip onu o gece evine davet etmiş. Şehzade siyah kadından artık iyiden iyiye sıkılmış olduğundan onu evinden uzaklaştıracak her bahaneye memnuniyetle sarılıyormuş. O nedenle akşam da tam vaktinde ihtiyar kadının evine varmış. Yemeğe oturmuşlar, ardından da kahve vakti gelmiş. Genç kız elinde fincanlarla odaya girmiş. Şehzade onu görünce bayılacak gibi olmuş.
“Fakat anacığım,” demiş Şehzade biraz olsun kendine gelince, “o kız da kim?”
“Senin eşin,” diye cevaplamış ihtiyar kadın.
“Bu güzel yaratık nasıl buldu seni?” diye sormuş Şehzade. “Onu bana vermez misin?”
“O zaten bir zamanlar senindi, senin olanı nasıl sana vereyim?” demiş ihtiyar kadın. Sonra da genç kızın elini tutarak Şehzade’ye götürmüş, onun göğsüne yatırmış. “Bu kez Turunç Peri’ye iyi bak,” demiş.
Şehzade neredeyse bayılacakmış mutluluktan. Genç kızı alıp sarayına götürmüş, siyah kadını idam ettirmiş ve perinin şerefine kırk gün kırk gece süren bir şölen düzenlemiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Gül Güzeli
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; guguk kuşu terzi, kaplumbağa fırıncı, eşekler de hamal iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, siyah kedisi ile bir değirmenci yaşarmış. Yine aynı günlerde biri kırk, biri otuz, biri ise yirmi yaşında üç kızı olan bir padişah varmış. Günlerden bir gün en küçük kızı babasına bir mektup yazmış: “Sevgili babacığım! Büyük ablam kırk, küçük ablam otuz yaşında ve ikisinin de henüz bir kocası yok. Ben koca beklerken saçlarıma aklar düşmesini istemiyorum.”


Padişah mektubu okuyunca üç kızını da huzuruna çağırtıp şunları söylemiş: “Dinleyin beni. Her birinize bir ok ve yay vereceğim. Oku fırlatacak ve nereye düşerse evleneceğiniz kişiyi orada arayacaksınız.”
Üç kız yaylarını almış. En büyük kızın oku, vezirin oğlunun sarayına düşmüş; oğlan da kızı eş olarak almış. Ortanca kızın oku şeyhülislamın oğlunun yaşadığı saraya düşmüş, onlar da evlenmişler. Üçüncü kız da okunu fırlatmış ve ok genç ve fakir bir köylünün kulübesine düşmüş. “Sayılmaz, sayılmaz!” diye bağırmış herkes. Küçük kız oku bir kez daha atmış, yine aynı kulübeye denk gelmiş. Üçüncü kez attığında da ok aynı fakir gencin kulübesine saplanmış. Padişah öfkelenerek kızına bağırmış: “Görüyor musun işte? Hak ettin sen bunu. Ablaların sabırla bekledikleri için kalplerinden geçene kavuştular. Sense en küçükleri olarak bana o küstah mektubu yazmaya cüret ettiğin için cezalandırıldın. Seni de kocanı da gözüm görmesin. Onun sana verebilecekleri dışında hiçbir şeyin olmayacak!” Böylece zavallı kız köylünün kulübesine giderek adamla evlenmiş.


Aradan zaman geçmiş, genç kadının karnında taşıdığı çocuğu doğurma zamanı gelmiş. Köylü, ebeyi çağırmaya gitmiş. Kocası gittiğinde genç kadın bu soğuk kış gününde ne yatacak bir yatağı ne de onu ısıtacak bir ateşi olduğunu düşünerek kederlenmiş. Derken kulübenin duvarları birden bir ileri bir geri sallanmış, üç güzel peri içeri girmiş. Biri genç kadının başında, diğeri ayak ucunda, üçüncüsü ise yanında durmuş. Üçü de ne yaptığını biliyor gibi görünüyormuş. Birdenbire kulübedeki her şey bir düzene girmiş. Prenses artık güzel mi güzel, yumuşak mı yumuşak bir kanepede yatıyormuş. Gözünü kapayıp açmasıyla yanında yeni doğmuş güzeller güzeli bir bebek belirmiş. Her şey bitince periler gitmek için hazırlanmış. Gitmeden önce de teker teker Prenses’in yattığı kanepeye yaklaşmışlar. Birincisi şöyle demiş:
“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ağladığında gözyaşı değil inciler dökülecek gözlerinden!”
İkinci peri yaklaşmış ve şöyle demiş:
“Gül Güzeli olacak kızının adı ve gülümsediğinde güller bitecek yanaklarında!”
Üçüncü peri ise şunları demiş:
“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ayağını bastığı yerde yemyeşil otlar bitecek!”


Sonra üçü birden gözden kaybolmuş.
Onca zaman her yerde ebe arayan kocası ise kimseyi bulamamış. Eve dönmekten başka ne yapabilirmiş ki? Ama eve döndüğünde o perişan kulübesinde her şeyin güzelleştiğini ve karısının harika bir yatakta yattığını görünce çok şaşırmış. Genç kadın ona üç perinin hikâyesini anlatınca adam hayret etmiş. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken küçük bebek günden güne serpilip güzelleşmiş. Bütün dünyada onun gibi biri daha yokmuş. Ona bir kez bakan gönlünü kaptırırmış. Ağladığında gözlerinden inciler dökülür, güldüğünde yanaklarında güller açarmış. Bastığı yerden yeşillikler fışkırırmış. Onu görenin ruhu çekilirmiş. Gül Güzeli’nin şöhreti dilden dile yayılmış.
Sonunda o diyarın padişahı da genç kızın ününü duymuş ve oğlunu onunla evlendirmeyi kafaya koymuş. Oğlunu çağırtıp ona kasabada güzelliği dillere destan olan, ağladığında gözlerinden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, ayak bastığı her yerden yeşillikler fışkıran bu kızdan bahsetmiş. Oğluna o kızı bulup evlenmesini söylemiş.
Meğer periler, genç adama rüyasında bu genç kızı göstermişler. Şehzade’nin kalbinde aşk ateşi yanmaktaymış ama babasının bunu görmesinden utandığı için isteksiz davranmış. Bunun üzerine babası ona daha çok baskı yaparak bir an önce gidip kızla evlenmesini söylemiş. Saraydaki kadınlardan birini de köylünün kulübesine kadar ona eşlik etmekle görevlendirmiş.
Kulübeye gidip ziyaretlerinin sebebini söylemiş, genç kızı Allah’ın emriyle şehzadeye istemişler. Hane halkı başlarına konan bu talih kuşuna çok sevinmiş ve hemen hazırlıklara başlamışlar.
Ancak sarayda çalışan kadının da güzel bir kızı varmış ve ona göre Gül Güzeli’nden aşağı kalır bir yanı yokmuş. Bu kadın, Şehzade’nin onun kızını değil de fakir bir köylünün kızını almasına çok üzülmüş. Herkesi kandırıp Gül Güzeli’nin yerine kendi kızını geçirmek için hemen bir plan yapmış. Şölen günü zavallı kıza bir sürü tuzlu et yedirmiş. Sonra da bir testi su ile büyük bir küfe getirip gelin arabasına koymuş. Arabada Gül Güzeli ile kadının kızı varmış. Saraya doğru yola çıkmışlar. Yolda giderken (ki çok uzun zamandır yoldalarmış) genç kız susamış ve saraylı kadından su istemiş. “Bana bir gözünü vermezsen olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız ne yapsın? Susuzluktan ölüyormuş. Bir gözünü çıkarıp kadına vermiş, karşılığında suyu alıp içmiş.
İlerlemeye devam etmişler. Bir süre daha gittikten sonra genç kız yine susamış ve biraz daha su istemiş. “Diğer gözünü de vermeden olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız susuzluktan öylesine yanıp kavruluyormuş ki su içmek için diğer gözünü de vermiş.
İhtiyar kadın iki gözünü de aldığı âmâ kızı küfeye koyarak bir dağın tepesinde bırakıvermiş. Üzerindeki o güzel gelinliği kendi kızına giydirerek Şehzade’ye götürmüş ve “İşte eşin!” demiş. Büyük bir şölen düzenlenmiş. Şölenin ardından genç kızla odasına çekilip duvağını açan Şehzade, karşısındakinin rüyalarındaki kız olmadığını anlamış. Ama hafiften de olsa onu andırdığı için kimseye bir şey söylememiş. Öylece uyumuşlar. Ertesi sabah erkenden uyandıklarında Şehzade birden rüyalarındaki kızın gözlerinden inciler döküldüğünü, güldüğünde güller açtığını, bastığı yerde güzel otlar bittiğini ama bu kızda ne inci ne gül ne de güzel bitkiler olduğunu hatırlamış. Genç adam bu işte bir işler olduğunu hissetmiş. Evlenmek istediği kız bu değilmiş. “Bu işi nasıl çözeceğim?” diye düşünmüş kendi kendine. Yine de kimseye bir şey söylememiş.
Sarayda bunlar olurken zavallı Gül Güzeli de dağın tepesinde ağlıyormuş. Gözlerinden dökülen inciler o kadar çoğalmış ki küfeye sığmaz olmuş. O sırada arabasıyla çamur taşıyan bir arabacı yakınlardan geçiyormuş. Bir genç kızın acı acı ağladığını duyunca, “Kimsin sen? İn misin cin misin?” diye sormuş.


“Ne inim ne cinim,” demiş genç kız. “Bir faniden kalanlarım yalnızca.”
Bunun üzerine cesaretlenen arabacı küfenin kapağını kaldırmış. Zavallı kızcağız içeride hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözlerinden inciler dökülüyormuş. Arabacı genç kızı elinden tutup kulübesine götürmüş. Bu ihtiyar adamın kimsesi yokmuş. O da genç kızı kendi kızı gibi sahiplenip ona göz kulak olmuş. Ama zavallı kız yitip giden iki gözü için ağlayıp durmaktan başka bir şey yapmıyormuş. İhtiyar adamsa kızın gözünden dökülen incileri toplayıp paraya ihtiyacı oldukça satıyormuş. Böylece yaşayıp gidiyorlarmış.
Zaman geçip gitmiş. Sarayda neşe ve sevinç, arabacının kulübesinde sefalet ve keder hüküm sürüyormuş. Günlerden bir gün Gül Güzeli kulübede otururken bir şeyler onu gülümsetmiş ve anında bir gül bitivermiş orada. Genç kız onu evlat bilen arabacıyı çağırmış. “Bu gülü al, Şehzade’nin sarayına götür baba. Sonra da dünyada eşi benzeri olmayan bir gül sattığını haykır herkesin duyacağı şekilde. Saraylı kadın gelirse, ona gülü para karşılığı satmadığını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söyle.”
Adam da ona söyleneni yapmış, gülü alıp sarayın önünde dikilmiş ve bağırmaya başlamış: “Satılık gül! Satılık gül! Hiçbir yerde bulamazsınız böylesini.” Güllerin mevsimi bile değilmiş henüz. Saraylı kadın adamın birinin gül sattığını duyunca, “Kızımın saçına koyarım, şehzade de onu gerçek gelin zanneder,” diye düşünmüş. İhtiyar adamı çağırarak gül için ne kadar istediğini sormuş. “Para istemem,” demiş adam. “Bir insan gözü karşılığında satılıktır.” Saraylı kadın gidip Gül Güzeli’nin gözlerinden birini getirmiş ve gülü almış. Daha sonra bu gülü kızının saçına takmış. Şehzade gülü görünce aklına rüyalarındaki peri düşmüş. Birdenbire nereye kaybolduğunu anlayamamış bir türlü. Yine de onu bulmak üzere olduğunu düşünerek kimseye tek söz etmemiş.
Bu sırada ihtiyar adam aldığı gözü kulübesine götürüp Gül Güzeli’ne vermiş. Gül Güzeli gözünü yerine takarak her şeye kâdir olan Allah’a kalpten bir dua etmiş. Derken tek gözüyle yeniden görmeye başlamış. Zavallı kız öylesine mutluymuş ki gülümsemeden edememiş ve birden bir gül daha bitmiş oracıkta. Kız onu da babasına vererek sarayın önüne gitmesini, bu gülü de insan gözü karşılığında satmasını söylemiş. İhtiyar adam gülü alıp yola koyulmuş. Sarayın önüne gelip de bağırmaya başlar başlamaz saraylı kadın onu duymuş. “Tam zamanında geldi,” diye düşünmüş. “Şehzade güllerle süslediğim kızımı sevmeye başladı. Bu gülü de alabilirsem kızımı daha da çok sever ve o hizmetçi aklından tamamen çıkıp gider.”
Böylece arabacıyı çağırıp gül için kaç para istediğini sormuş ama adam yine gülü para karşılığında satmayacağını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söylemiş. Saraylı kadın da ona Gül Güzeli’nin diğer gözünü vermiş. İhtiyar adam gözü aldığı gibi aceleyle evine dönüp kızına ikinci gözünü vermiş. Gül Güzeli ikinci gözünü de yerine takıp Allah’a şükretmiş. Yaşam ışığı saçan iki parlak gözü olduğu için öylesine sevinmiş ki bütün gün gülümsemiş ve her tarafında güller bitmiş. Artık her zamankinden daha güzelmiş kız. Derken bir gün Gül Güzeli yürüyüşe çıkmış. Yürürken durmadan gülümsüyormuş ve etrafında sürekli güller bitiyor, ayağını bastığı yerde taptaze otlar yeşeriyormuş. Saraylı kadın onu görüp dehşete kapılmış. Bu kıza yaptıklarım ortaya çıkarsa başıma neler gelir diye düşünmüş. Yoksul arabacının nerede yaşadığını biliyormuş. Tek başına yollara düşüp kulübeye varmış ve adama bu evde kötü bir cadı olduğunu söyleyerek onu korkutmuş. Zavallı adam daha önce hiç cadı görmediğinden ölesiye korkmuş ve saraylı kadına ne yapması gerektiğini sormuş. “Önce gücü nereden gelirmiş, onu bul,” demiş saraylı kadın. “Ben gelir gerisini hallederim.”
Gül Güzeli eve döndüğünde ihtiyar adam ilk iş nasıl olup da sıradan bir fani olduğu hâlde bunca esrarlı gücü olduğunu sormuş ona. Kız hiçbir şeyden şüphelenmeyerek gücünü üç periden aldığını; tılsımı canlı olduğu sürece incilerin, güllerin ve taze otların kendisine eşlik edeceğini anlatmış.
“Nedir bu tılsım?” diye sormuş ihtiyar adam.
Genç kız, “Tepede yavru bir geyik yaşar. Ne zaman ki o ölür, ben de ölür kalırım,” diye yanıtlamış.
Saraylı kadın ertesi gün gizlice çıkıp gelmiş, arabacıdan her şeyi öğrenmiş ve büyük bir mutlulukla saraya dönmüş. Kızına yakınlardaki tepede bir yavru geyiğin yaşadığını, kocasından o geyiği istemesini söylemiş. Sultan hiç zaman yitirmeden kocasına gidip tepedeki yavru geyikten bahsetmiş ve o geyiğin kalbini getirip ona yedirmesi için yalvarmış. Şehzade’nin adamları kısa sürede geyiği yakalayıp öldürmüşler ve kalbini çıkarıp Sultan’a vermişler. Geyikle aynı anda Gül Güzeli de ölmüş. Arabacı genç kızı gömmüş ve derin bir yasa gömülmüş.
Küçük geyiğin kalbinde kimsenin fark etmediği küçük, kırmızı bir mercan parçası varmış. Sultan geyiğin kalbini yerken o mercan düşüp yuvarlanmış ve sanki gizlenmek istermiş gibi merdivenlerin arasına sıkışmış.
Aradan dokuz ay on gün geçmiş, Şehzade’nin karısı, ağladığında gözünden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, bastığı yerde otlar yeşeren küçük bir kız bebek doğurmuş.
Şehzade derin düşüncelere dalmış; zira küçük kız onu doğuran kadına benzemiyormuş, Gül Güzeli’nin ise bir kopyasıymış âdeta. Bir gece Gül Güzeli rüyasına girene kadar hiçbir gece huzurlu bir uyku çekememiş. O gece rüyasına giren Gül Güzeli, “Ah, şehzadem! Ah, sevgilim! Ruhum bu sarayın basamaklarında, bedenim mezarda, senin kızın aslında benim kızım ve tılsımım küçük mercan taş,” demiş.
Şehzade uyanır uyanmaz merdivenlere koşmuş ve her yeri köşe bucak aramış. Bir aralıkta ne görsün? Küçük mercan bir taş! Taşı alıp odasına götürmüş ve masanın üzerine koymuş. Bu sırada küçük kızı da odaya girerek mercanı görmüş. Taşı eline alır almaz sanki hiç var olmamış gibi yitip gitmiş. Üç peri, küçük kızı alıp annesinin mezarına götürmüş. Küçük kız mercanı ölü kadının ağzına koyar koymaz Gül Güzeli yeni bir yaşama uyanmış.
Fakat Şehzade’nin içi hiç huzurlu değilmiş. Mezarlığa gidip bir tabutun içinde kollarında kızıyla Gül Güzeli’ni bulmuş karşısında. Hem ağlayıp hem gülerken ikisinin de gözünden inciler dökülüyor, dudaklarından yere güller saçılıyormuş. Şehzade’ye doğru ilerlerken bastıkları her yerden yemyeşil otlar fışkırmış.
Saraylı kadın ve kızı yaptıklarının cezasını çekerken Gül Güzeli, babasıyla ve sultanın kızı olan annesiyle yeniden bir araya gelmiş. Bunun şerefine kırk gün kırk gece davullar çaldırmışlar.

Yarım Akıllı Mehmet
Evvel zaman içinde, develer tellal iken, kurbağalar kanatlanıp uçar iken, bense havada süzülüp yeryüzünde yürüyerek dereleri tepeleri aşarken, birlikte yaşayan iki kardeş varmış.
Babalarından onlara kalan, birkaç öküz ile birkaç hayvan, bir de hasta analarıymış. Günün birinde, küçük kardeşin içine malları bölüşme arzusu düşüvermiş (Allah yardımcısı olsun, biraz da yarım akıllıymış bu kardeş). Abisine gidip demiş ki, “Bak şimdi abi, şuradaki iki ahırı görüyor musun? Biri olabildiğince yeni, diğeri ise eski ve harap. Gel bizim hayvanları buraya getirip serbest bırakalım. Yeni ahıra gidenler benim olsun, diğerleri de senin.”
“Öyle olmaz Mehmet,” demiş abisi. “Eski ahıra gidenler senin olsun.” Bizim yarım akıllı Mehmet kabul etmiş. Hemen gidip öküzleri getirmişler. Zavallı, ihtiyar ve kör bir öküz dışındaki bütün öküzler yeni ahıra gitmiş. Mehmet tek laf etmeden gidip kör, ihtiyar öküzü almış, otlamaya çıkarmış. Her sabah gelip öküzünü alıyor, otlamaya götürüyor, akşamları da geri getiriyormuş. Bir gün yolda giderken birden öyle bir rüzgâr çıkmış ki yolun kenarındaki devasa ağacın geniş dalları sızlanır gibi uğuldamaya başlamış. “Hey, sızlanan ağaç!” demiş bizim yarım akıllı, ağaca. “Abimi gördün mü?” Ağaç onu duymamış gibi sızlanmaya devam etmiş. Budala Mehmet öyle öfkelenmiş ki baltasını aldığı gibi ağaca vurmaya başlamış. Ağacın gövdesinde açılan yarıktan birden çil çil altınlar dökülmeye başlamış. Bunun üzerine yarım akıllı hemen eve gidip toprağı çift öküzle süreceğini söyleyerek abisinden ödünç bir öküz istemiş. Bir araba ile birkaç boş çuval da bulmuş bir yerlerden. Çuvalları toprakla doldurarak ağacın yanına götürmüş. Orada toprağı boşaltarak çuvalları altınlarla doldurmuş ve eve götürmüş. Abisi bu müthiş hazineyi görünce şaşkınlıktan hayretler içinde kalmış.


İki kardeş ellerindeki altınları bölüşmek isteyince küçük kardeş komşularına gidip bir terazi istemiş. Meraklı komşu, bu budala gencin ne tartacağını merak ettiğinden terazinin kefesinin dibine bir parça katran sürmüş. Çok geçmeden bizim yarım akıllı teraziyi geri götürmüş. Kefelerden birinin dibinde bir altın sikke gören komşu hemen gidip bu durumu bir başka komşusuna anlatmış. O birine, o diğerine derken çok geçmeden herkes her şeyi öğrenmiş.
Daha akıllı olan abi, bunca parayla ne yapacaklarını düşünüp korkmaya başlamış. Gidip bir kazma kürek getirmiş, bir çukur kazıp hazineyi oraya gömmüş. Sonra da tabana kuvvet kaçmaya başlamışlar. Biraz sonra abi evin kapısını kapamayı unuttuğunu hatırlayarak kardeşini kapıyı kapaması için geri göndermiş. Deli Mehmet eve dönmüş. Sonra kendi kendine, “Ben burada olduğuma göre ihtiyar annemi de unutmamalıyım,” demiş. Büyük bir kazanı suyla doldurup kaynatmış, sonra da zavallı anneciğini kazana yerleştirerek sesi kesilene kadar haşlamış. Daha sonra ihtiyar kadını bir süpürgeyle birlikte duvara dayayarak kapıyı menteşelerinden söküp omuzlarına almış ve ormanda bekleyen abisinin yanına dönmüş.
Abi, kardeşinin sırtındaki kapıyı görüp zavallı annesinin başına gelenleri dinleyince doğal olarak kardeşine sinirlenmiş ama kardeşi çok akıllıca davrandığını düşünerek övünüyormuş. Kapıyı yanında getirdiği için artık kimsenin içeri giremeyeceğini söylemiş. Abisi budala kardeşinden kurtulmak için her şeyini verirmiş. İçten içe bu işi nasıl halledeceğini düşünmeye başlamış. Önüne bakmış, ardına bakmış, yola bakmış ve üç atlının dörtnala onlara doğru geldiğini görmüş. İki kardeş, bu atlıların peşlerinde olduğunu düşünerek kapıyla birlikte bir ağaca tırmanmaya başlamışlar. Tam yerlerini almışlar ki üç atlı gelip ağacın dibine yerleşmiş. Akşam karanlığı çöktüğünden atlılar iki kardeşi görememiş.


Aslında birisi yarım akıllı olmasa, iki kardeşin ağacın tepesine çıkması çok iyi bir kararmış. Budala Mehmet, ağacın altında uzanan atlıları rahatsız edecek şakalar yapmaya başlamış. Sonra nasıl olduysa, bam! Uyuyan üç atlının ayaklarının dibine o koca kapı düşüvermiş. Adamlar, “Dünyanın sonu geldi! Dünyanın sonu geldi!” diye bağıra bağıra korkuyla kaçmışlar. Öyle bir kaçmışlar ki belki hâlâ koşuyorlardır. Büyük kardeş için bu olay bardağı taşıran son damla olmuş. Sabah kalkmış ve kendi yoluna giderek yarım akıllı kardeşini bir başına bırakmış.
Zavallı budala Mehmet artık dünyada yapayalnızmış. Bir köye varana dek yürümüş de yürümüş. Köye vardığında karnı zil çalıyormuş. Bir caminin kapısında durup kendine yiyecek bir şeyler almak için girip çıkanlardan para istemiş. Çok geçmeden içeriden şişman, kısa boylu bir adam çıkmış. Gözlerini Mehmet’e dikerek kendisi için çalışmak isteyip istemeyeceğini sormuş.


“Sen istiyorsan neden olmasın,” demiş Mehmet. “Ama bir şartım var: Ne olursa olsun ikimiz de birbirimize öfkelenmeyeceğiz. Eğer bana öfkelenirsen, seni öldüreceğim. Ben sana öfkelenirsem sen de beni öldürebilirsin.” Şişman adam bu şartı kabul etmiş, çünkü köyde hizmetli bulmak çok zormuş.


Uzun lafın kısası, bizim yarım akıllı ilk iş efendisinin kümeslerindeki tavukları, ahırındaki koyunları tek tek kesmiş. Sonra gidip efendisine, “Kızdın mı?” diye sormuş. Efendisi çok şaşırmış ama “Kızmak mı? Tabii ki hayır! Neden kızacakmışım?” demiş yalnızca. Fakat adam artık ondan korktuğu için hiçbir şey yapmadan evde oturmasına izin vermiş.
Efendisi artık hem karısına hem çocuğuna hem de Mehmet’e bakıyormuş. Mehmet çocuğu havaya atıp tutmayı çok seviyormuş ama sakar olduğundan düşürüp canını yakıyormuş, o yüzden çok geçmeden bunu yapmayı bırakmış. Efendisinin karısıysa hayvanların başına gelenlerden sonra sıranın er ya da geç kendilerine geleceğinden korkuyormuş. Bu yüzden kocasını bir gece vakti bu deliden kaçmak için ikna etmiş. Mehmet onların konuşmalarını duyup sandıklarından birine gizlenmiş. Aile bir sonraki köye vardığında sandığı açmış ve Mehmet birden dışarı fırlayıvermiş.
Bir süre sonra efendi ile karısı bir plan yapmış. Bir gece gidip gölün kıyısında yatacaklarmış. Mehmet’i de yanlarında götürecek, yatağını suyun hemen kıyısına sereceklermiş. Böylece Mehmet uyurken onu suya iteceklermiş. Ama bizim yarım akıllı Mehmet o kadar da aptal değilmiş. Kendisi yerine efendisinin karısının suya düşmesini sağlamış. “Kızdın mı?” diye sormuş efendisine. “Kızdım ya!” demiş adam. “Nasıl kızmayayım? Mallarımı mahvettin, karımı ve çocuğumu öldürdün, beni dilenecek hâle getirdin. Hepsi senin yüzünden!” Deli Mehmet efendisini yakalayıp tanıştıkları günkü anlaşmaları gereği suya atıvermiş.
Mehmet bir kez daha yapayalnız kalmış. Aylak aylak yürümeye başlamış. Kahvesini içip çubuk tüttürmekten başka bir şey yapmıyor, arada omzunun üzerinden geriye bakıp rahat rahat yürümeye devam ediyormuş. Bir gün yine böyle avare avare dolaşırken yerde beş para bulmuş. Hemen gidip leblebi almış bu parayla ve yemeye başlamış. Yol kenarındaki bir kuyunun yanından geçerken leblebilerinden birini kuyuya düşürmüş. Bunun üzerine avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış: “Leblebimi geri ver! Leblebimi geri ver!” Derken kuyudan bir dudağı yerde bir dudağı gökte korkunç bir cin uzatmış başını. “Ne dilersin?” diye sormuş cin. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış Mehmet.
Cin kuyuya geri girmiş. Yeniden yukarı çıktığında elinde küçük bir masa varmış. Deli adama bu masayı vermiş. “Acıktığın zaman ‘Küçük masa, bana yemek ver,’ demen yeterli. Doyduğun zaman da ‘Küçük masa, bu kadarı yeter,’ de,” demiş.


Mehmet masayı aldığı gibi köye dönmüş. Bir süre sonra acıkıp “Küçük masa bana yemek ver!” demiş. Karşısında birbirinden güzel yemeklerle dolu bir masa belirmiş. Mehmet hangisinden başlayacağına karar verememiş. Sonra, “Köydeki yoksulları da bu mucizeden haberdar etmeliyim,” diye düşünerek hepsine bir ziyafet çekmiş.
Köylüler arka arkaya gelmeye başlamış. Sağa bakmışlar, sola bakmışlar ama ne bir ateş görmüşler ne de herhangi bir yemek hazırlığı. “Bizimle dalga geçti herhâlde,” diye düşünmüşler. Ama genç adam masasını getirip orta yere bırakmış ve “Küçük masa, bana yemek ver!” diye haykırmış. Köylülerin karşısında aniden bir sürü lezzetli yiyecek ve içecek belirmiş. O kadar çok yemek varmış ki bütün davetliler tıkabasa doydukları hâlde hizmetçilere de yetecek yemek kalmış arkalarında. Köylüler kafa kafaya vererek her gün böyle bir yemek yemenin yolunu düşünmeye başlamışlar. İçlerinden bazıları, “Bir gün Mehmet’in üzerine yürüyüp masayı elinden alalım da bu ahmağın ihtişamlı sofrası bizim olsun,” önerisinde bulunmuş. Öyle de yapmışlar.
Bizim yoksul ve aç yarım akıllı ne yapsın? Gitmiş yine yol kenarındaki kuyunun başına, “Leblebimi isterim! Leblebimi isterim!” diye haykırmaya başlamış. O kadar çok tekrar etmiş ki bunu, sonunda cin yine başını kuyudan çıkarıp ne olduğunu sormuş. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim,” demiş deli.
“Peki masan nerede?” diye sormuş cin.
“Çaldılar,” diye yanıtlamış Mehmet.
Koca dudaklı cin tekrar kuyuya dalmış ve bu kez elinde küçük bir değirmenle çıkmış. Elindekini deliye uzatarak, “Sağa çevirdiğinde altın dökülür, sola çevirdiğinde gümüş,” demiş. Genç adam değirmeni alıp evine gitmiş. Değirmeni önce sağa, sonra sola çevirmiş. Önünde bir yığın altın ve gümüş duruyormuş. O kadar zengin olmuş ki ne köyde ne şehirde bir dengi varmış.
Ama çok geçmeden köy ahalisi bu küçük değirmenden haberdar olmuş. Yine kafa kafaya verip planlar kurmuşlar. Mehmet bir sabah kulübesinde uyandığında küçük değirmenin yerinde yeller estiğini görmüş. Bir kez daha kuyunun başına koşarak, “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış.
Koca dudaklı cin, “İyi de masan nerede? Değirmenin nerede?” diye sormuş.
Yarım akıllı genç, “İkisini de çaldılar,” diyerek acı acı ağlamaya başlamış.
Cin bir kez daha kuyuya dalmış ve elinde iki değnekle geri dönmüş. Bu değnekleri Mehmet’e verirken sakın ama sakın “Vurun, vurun değnekler!” dememesini tembihlemiş.
Mehmet değnekleri almış, sağını solunu incelemiş ama ne işe yaradıklarını çözememiş. Sonra “Vurun, vurun değnekler!” demenin ne işe yarayacağını merak etmiş. O, bu sözleri söyler söylemez değnekler acımasızca ona vurmaya başlamışlar. Mehmet’in vücudunda vurulmadık yer kalmamış. Başına, ayaklarına, kollarına, sırtına vurdukça vurmuşlar. Mehmet’in her yanı ağrıyormuş. “Durun, durun değnekler!” diye haykırmış Mehmet can havliyle. O da ne? İki değnek, o bu sözleri söyler söylemez durmuş. Mehmet onca ağrı ve acıya rağmen çok neşeliymiş, çünkü içinde bulunduğu gizemli durumu çözmenin bir yolunu bulmuş.
Değneklerini almış ve hemen evine dönüp köylüleri davet etmiş. Neden davet ettiğine dair de hiçbir şey söylememiş. Birkaç saat içinde herkes Mehmet’in evinde toplanıp büyük bir merakla yeni gösteriyi beklemeye başlamış. Mehmet elinde iki değnekle gelip, “Vurun, vurun değneklerim! Vurun, vurun!” demiş. Bunun üzerine iki değnek bütün köylüleri davul çalar gibi dövmeye başlamış. Adamlar çaresizlik içinde merhamet dilenirken aklı başına gelen Mehmet, “Masamı ve değirmenimi bana geri verene kadar kimseye merhamet edecek değilim,” demiş.
Yara bere içindeki köylüler her şeye razıymış, hemen gidip değirmenle masayı getirmişler. Mehmet ancak bundan sonra “Durun, durun değnekler!” demiş ve her yere yeniden huzur çökmüş.
Mehmet üç değerli hediyesiyle birlikte kendi köyüne dönmüş. Artık hem varlıklıymış hem de aklı başına gelmiş. Abisi de oradaymış. Gömdüğü hazinenin hepsini ona vermiş. İki kardeş evlenecek birer eş bulmuşlar ve kendi dünyalarında yaşamışlar. Zengin olan Deli Mehmet, köyün en akıllı adamıymış artık.



Altın Saçlı Kardeşler
Bir varmış bir yokmuş. Çok uzun zaman evvel, babam babam iken, ben babamın hem oğlu hem de anası iken, çok uzak diyarlarda, iblisler ülkesinin kıyısında devasa bir şehir varmış.
Bu şehirde yoksul bir oduncunun üç yoksul kızı yaşarmış. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmadan dikiş diker, nakış işlerlermiş. İşlemeleri bittiğinde içlerinden biri pazara gidip bunları satar, kazandığı parayla yiyecek alırmış.
Günün birinde o şehrin padişahı halka öfkelenmiş ve üç gün üç gece boyunca şehirde mum yakılmasını yasaklamış. Bu zavallı üç kardeş ne yapacakmış şimdi? Karanlıkta çalışamazlarmış. Onlar da pencerelere kalın perdeler örmüş, kuru sazdan cılız bir mum yakmış, ekmek paralarını kazanmak için çalışmaya devam etmişler.
Yasağın üçüncü gecesi, Padişah şehirde bir gezintiye çıkarak herkes emirlerine uyuyor mu diye bakmak istemiş. Tesadüf bu ya, bizim üç kardeşin evinin önüne gelmiş. Perdenin katları pencerenin altını tam olarak örtemediğinden içeriden gelen ışığı görmüş padişah. Kardeşler ise evlerinin önündeki tehlikeden habersiz dikiş nakışa devam ediyor, bir yandan da dertleşiyormuş.
“Ah, ah!” demiş en büyükleri. “Keşke padişah beni baş aşçısıyla evlendirse. Her gün leziz mi leziz yemekler yerdim. Ona öyle bir halı işlerdim ki bütün atlarına ve bütün adamlarına yeterdi.”
“Ben,” demiş ortanca kardeş, “padişahın elbiselerinden sorumlu olan adamla evlenmek isterdim. Nasıl da muhteşem kıyafetlerim olurdu o zaman düşünsenize. Eğer onunla evlenseydim padişaha öyle büyük bir çadır yapardım ki bütün atları ve bütün adamları sığardı içine.”
En küçükleriyse, “Ben kimseyle değil, padişahın kendisiyle evlenmek isterdim,” demiş. “Beni kendine eş alsaydı ona altın saçlı iki çocuk doğururdum. Biri kız, biri oğlan. Oğlanın alnında bir yarım ay parlar, kızın şakaklarında parlak yıldızlar oynaşırdı.”
Padişah kızların sohbetine kulak misafiri olmuş. Şafak söker sökmez üç kardeşi sarayına çağırtmış. En büyüklerini baş aşçıyla, ortancayı kâhyasıyla evlendirmiş. En küçüğünü de kendine almış.
Üç kardeş de düşlerine kavuşmuş. En büyük kardeşin bir sürü yiyeceği olmuş ama söz verdiği halıyı işlemeye gelince sürekli yiyip uyuduğu için iğnesini bile kıpırdatmamış. Böylece onu oduncunun kulübesine geri göndermişler. Ortanca kız da altın ve gümüş işlemeli elbiseleri giyinmiş kuşanmış ama söz verdiği çadırı yapmak için lütfedip de elini çamura değdirmemiş. Bunun üzerine onu da oduncunun kulübesine, ablasının yanına göndermişler.
Peki ya en küçüğü? Dokuz ay on gün sonra iki ablası, zavallı kardeşlerinin gerçekten sözünün eri olup olmadığını, iki muhteşem çocuk doğurup doğurmadığını görmek için saraya sokulmuşlar. Sarayın kapısında ihtiyar bir kadınla karşılaşmış, onu hediyeler ve vaatlerle, bu işe burnunu sokması için ikna etmişler. Karşılaştıkları ihtiyar, şeytanın özbeöz kızıymış. Kötülük ve hainlik onun için ekmek ve su gibi bir şeymiş. Hemen gidip iki yavru köpek bularak kadının yatağına yanaşmış.
O sırada ne olmuş dersiniz? Padişahın karısı yıldızlar gibi parlayan iki küçük çocuk doğurmuş. Biri oğlan, biri kızmış. Oğlanın alnında yarım ay, kızın şakağında bir yıldız varmış. İki çocuğun bulunduğu yerde karanlıklar aydınlanırmış. Ama ihtiyar kadın, bu çocukları alıp yerine yavru köpekleri bırakmış. Sonra da Padişah’ın kulağına karısının iki yavru köpek doğurduğunu fısıldamış. Padişah öfkeden kudurmuş. Zavallı karısını tuttuğu gibi beline kadar toprağa gömmüş ve bütün şehre tellallar salarak kadının yanından geçen herkesin kafasına bir taş atmasını emretmiş. Kötü cadı da çok geçmeden iki çocuğu alıp şehrin çok uzağına götürmüş ve bir akarsuyun kenarına bırakmış. Sonra da işini halletmenin memnuniyetiyle saraya dönmüş.


Çocukların bırakıldığı nehrin yakınlarında ihtiyar bir çiftin kulübesi varmış. İhtiyar adamın da sabah saatlerinde otlamaya alışkın bir dişi keçisi varmış. Akşamları da kulübeye döner ve sütü sağılırmış. Bu yoksul insanlar bu şekilde geçinip gidermiş. Ancak günün birinde ihtiyar kadın, keçinin bir damla bile süt vermediğini görerek şaşırmış. Bu durumu kocasına anlatıp sabah keçiyi takip etmesini, sütü çalan biri olup olmadığına bakmasını söylemiş.
İhtiyar adam ertesi gün keçinin peşine düşmüş. Keçi doğruca suyun kenarına giderek bir ağacın ardında gözden kaybolmuş. İhtiyar adam oraya gidince bir de ne görsün? Gören herkesi mest edecek bir manzara! Çimlerin üzerinde altın saçlı iki çocuk uzanmaktaymış. Keçi de yanlarına gidip onları emzirmiş. Başlarında biraz meledikten sonra da otlamaya gitmiş. İhtiyar adam pırıl pırıl parlayan küçük bebekleri görünce o kadar mutlu olmuş ki aklı başından uçmuş. İki bebeği aldığı gibi kulübesine götürmüş, karısına vermiş. (Allah onlara çocuk vermemiş ne yazık ki.) Kadın, Allah onlara bu çocukları gönderdiği için çok ama çok sevinmiş. Onlara bakıp büyütmeye karar vermiş. Küçük keçi ise eve endişeyle meleyerek gelmiş ama çocukları görür görmez onların yanına gidip bebekleri emzirmiş, sonra yeniden otlamaya gitmiş.
Zaman akıp geçmiş, iki müthiş çocuk büyüyüp dere tepe gezmeye başlamış. Karanlık ormanlar onların altın saçlarıyla aydınlanıyormuş. Vahşi hayvanları avlayıp koyunlara bakar, ihtiyarlara güzel sözler söyleyip yardım ederlermiş. Zaman su gibi akmış, çocuklar büyümüş, ihtiyarlar iyice ihtiyarlamış. Altın saçlı kardeşler güçlenirken gümüş saçlı ihtiyarlar zayıf düşmüş. Sonunda bir sabah ölmüşler. İki kardeş yapayalnız kalmış. Ağlayıp sızlanmamışlar. Ağlayarak kim iyileşmiş ki? İhtiyarları gömmüşler. Kız keçiyle birlikte evde kalırken delikanlı da avlanmaya gitmiş. Sonuçta artık yiyecek bulmak onların işiymiş.
Günlerden bir gün, ormanda vahşi hayvanları avlarken gerçek babası olan padişahla karşılaşmış ama babası olduğunu bilmiyormuş. Padişah da oğlunu tanımamış. Buna rağmen bu harika çocuğu görür görmez çok sevmiş. Onu bağrına basmak istemiş. Yanındakilere çocuğun nereden geldiğini araştırmalarını söylemiş.
Bunun üzerine saraylılardan biri çocuğun yanına giderek, “Ne çok hayvan avlamışsın beyim!” demiş. Çocuk, “Allah bol bol yaratmış,” diye karşılık vermiş. “Hem sana hem bana yeter.” Sonra adamı oracıkta bırakıp gitmiş.
Padişah saraya dönmüş ama o çocuk yüzünden kalbi sızlıyormuş. Padişah’a onu neyin iyi edeceğini sorduklarında, ormanda çok güzel bir çocuk gördüğünü, onu çok sevdiğini söylemiş. Altın gibi saçları, alnında da karısının ona vaat ettiği parıltı varmış.
İhtiyar kadın bu sözleri duyunca çok korkmuş. Hemen derenin kenarına giderek kulübeyi bulmuş ve içeri girmiş. Evde ayın on dördü gibi güzel bir kız oturuyormuş. Kız, ihtiyar kadını nezaketle karşılamış ve ne istediğini sormuş. İhtiyar kadın, kıza bir kez daha sorma fırsatı vermemiş. Hatta adımını eşikten atar atmaz tatlı sözlerle yalnız yaşayıp yaşamadığını sormuş genç kıza.
“Erkek kardeşimle yaşıyorum,” diye cevaplamış kız. “Bir erkek kardeşim var. Gündüzleri ava çıkar, akşamları eve döner.”
“Bütün gün evde tek başına sıkılmıyor musun?” diye sormuş Cadı.
Kız, “Sıkılsam bile ne yapabilirim ki?” diye sormuş. “Zamanımı olabildiğince iyi geçirmeye çalışıyorum.”
“Söyle bana güzel kızım, abini çok mu seviyorsun?”
“Elbette seviyorum.”
“O hâlde güzel kızım,” demiş Cadı, “sana bir şey söyleyeyim ama kimseye söyleme. Bu akşam kardeşin eve geldiğinde ağlayıp sızlamaya başla. Ağlayabildiğin kadar ağla. Kardeşin sana neyin olduğunu sorduğunda cevap verme. Yeniden sorduğunda da tek kelime etme. Üçüncü kez sorduğundaysa bütün gün bir başına evde kalmaktan çok sıkıldığını, eğer seni gerçekten seviyorsa Peri Kraliçesi’nin bahçesine gidip sana oradan bir dal getirmesini istediğini söyle. Hayatın boyunca hiç görmediğin güzellikte bir dal.”
Genç kız, kadına söylediklerini yapacağına dair söz vermiş, cadı da çekip gitmiş.
Akşama doğru genç kız öyle ağlayıp sızlamış ki gözleri kan çanağına dönmüş. Kardeşi eve gelip de kardeşini böyle üzgün görünce çok şaşırmış ama bir türlü nedenini öğrenememiş. Genç adam, derdinin ne olduğunu söylerse kalbinin arzusunu yerine getirmek için gereken her şeyi yapacağına yerdeki bütün çimler ve ormandaki bütün ağaçlar üzerine yemin etmiş kardeşine. Altın saçlı çocuk ertesi sabah Peri Kraliçesi’nin bahçesine doğru yola koyulmuş. Kahvesini içip çubuğunu tüttürerek yürüye yürüye periler diyarının sınırlarına varmış. Kuş uçmaz kervan geçmez çölleri, dağları, vadileri aşmış. Allah’a sığınıp devam etmiş. Sonunda ne bir gözün değdiği ne bir âdemin ayak bastığı geniş bir çöle varmış. Bu çölün ortasında güzel mi güzel bir saray varmış. Yol kenarındaysa bir devanası oturmaktaymış. Etrafını bulaşıcı bir hastalık sarmış gibi kokuyormuş.
Genç adam doğruca Devanası’nın karşısına dikilip ona sarılmış, öpmüş. Sonra, “İyi günler anacığım! Ölene kadar evladınım!” diyerek elini öpmüş.
“Sana da iyi günler oğlum,” demiş Devanası. “Eğer bana anacığım demeseydin, sarılıp öpmeseydin ve masum annen yerin altında olmasaydı seni tek lokmada yutardım. Şimdi de bana oğlum, nereye gidersin?”
Biçare delikanlı Peri Kraliçesi’nin bahçesinden bir dal istediğini söylemiş.
“Sana bu ismi kim öğretti oğlum?” diye sormuş kadın şaşkınlıkla. “O bahçeyi yüzlerce ama yüzlerce tılsım korur. Yüzlerce ruh orada can vermiştir bu yüzden.”
Delikanlı yine de vazgeçmemiş. “İnsan ancak bir kez ölür zaten,” diye düşünmüş.
İhtiyar kadın, “O hâlde masum, gömülü annene selam olsun,” demiş ve genç adamı yanına oturtup ne yapması gerektiğini anlatmış. “Şafak sökerken yola koyul ve tam karşında bir kuyu ile bir orman görene dek sakın durma. Oklarını ormana doğru at, beş on kuş yakala. Ama hepsi canlı olsun. Bu kuşları kuyuya götür. İki rekat namaz kıldıktan sonra kuşları kuyuya atıp yüksek sesle bağırarak anahtarı iste. Kuyudan bir anahtar çıkacak. Onu al ve yoluna devam et. Büyük bir mağara göreceksin. Anahtarınla kapısını aç. İçeri adım atar atmaz sağ elini kör karanlığa uzatıp elinin değdiği ilk şeyi al, çekip çıkar. Sonra anahtarı yeniden kuyuya at. Ancak tüm bunları yaparken sakın arkana bakma, yoksa Allah sana merhamet etmez!”
Ertesi gün şafak sökerken genç adam yola çıkmış. Ormandan beş on kuş yakalamış, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış ve sağ elini uzatıp bir şey tutmuş. Arkasına bir kez bile bakmadan ve hiç durmadan kız kardeşinin kulübesine kadar yürümüş. Ancak oraya vardığında elindekinin ne olduğuna bakmış. Bir de ne görsün? Periler Kraliçesi’nin bahçesinden bir dal varmış elinde. Ne dalmış ama! Dalın üzerinde ince filizler, filizlerin üzerinde yapraklar, yaprakların her birinde küçük bir kuş varmış. Her kuş kendine has bir şarkı söylüyormuş. Öyle bir müzik, öyle bir melodiymiş ki bu, ölüye bile can verirmiş. Bütün kulübe neşeyle dolmuş.
Genç adam ertesi gün yeniden ava çıkmış. Ormanın yaratıklarını kovalarken Padişah onu bir kez daha görmüş. Genç adamla birkaç kelam ettikten sonra sarayına dönmüş. Oğluna duyduğu sevgi yüzünden daha da hasta düşmüş.
İhtiyar Cadı bunun üzerine yeniden kulübeye yollanmış. İçeride genç kızın elinde sihirli dalla oturduğunu görmüş.
“Gördün mü kızım?” demiş Cadı. “Ne demiştim sana? Ama sadece bu kadar değil. Eğer kardeşin sana Periler Kraliçesi’nin aynasını da getirirse, Allah bilir bu güzel dalı gözün bile görmez. Sana aynayı getirene kadar kardeşine huzur verme.”
Cadı kulübeden çıktıktan sonra genç kız öyle çok ağlayıp sızlanmış ki kardeşi onu nasıl teselli edeceğini bilememiş. Onu memnun etmek için koca dünyayı omuzlarında taşıyabileceğini söylemiş. Doğruca Devanası’na giderek öyle içtenlikle anlatmış ki derdini, kadın ona yok diyememiş.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ignac-kunos/turk-masallari-69403504/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anla mı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.

2
Tecrübelerini 1891’de Pest’te yayımlanan, resimli ve oldukça popüler olan Anatoliai Kepek’te (Anadolu Resimleri) aktarmıştır.
Türk masalları Ignác Kúnos
Türk masalları

Ignác Kúnos

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Göçebe olan Türklerin kültüründe sözlü anlatım önemli bir yer tutmuştur. Masallar da bunun belli bir kısmını oluşturur.

  • Добавить отзыв