Sanşiro

Sanşiro
Natsume Soseki
Sanşiro, benim en sevdiğim kitaplardan biri.

–Haruki Murakami Modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden Natsume Sōseki’nin ince mizah ve sonsuz masumiyetle örülü bu romanı, 23 yaşındaki Sanşiro’nun yaşadığı küçük yerden ayrılıp üniversite için Tokyo’ya gitmesiyle başlıyor. Şehrin kalabalığı, yeni insanlar, akademik çevreler ve hepsinden önemlisi kadınlar arasında Sanşiro, yaşamını zenginleştirmenin yollarını arıyor.

Sanşiro, ilk aşk, gelenekler, modernleşme ve yaşlılığın alaycılığına karşı gençliğin idealizmini anlatırken, arka planda da dönemin sosyal ve kültürel yapısına getirdiği eleştirileri okuruna sunuyor.

Ondan fazla roman ve öykü kitabı olan ve hemen hemen hepsi başka dillere çevrilen Natsume Sōseki, Japonya’nın modernleşme yolunda büyük adımlar attığı Meiji döneminin en önemli yazarlarından biridir.

Natsume Sōseki
Sanşiro

Genç ana karakterinin ruh halini son derece akıcı bir üslupla anlatan Sanşiro, benim en sevdiğim kitaplardan biri. Sanşiro, etrafında sürüp giden hayatı, tıpkı gökyüzünde süzülen bulutları izlediği gibi izliyor.
Sanşiro’yu şimdiye dek birkaç kez okudum ve kitap beni her defasında bulunduğum yerden alıp o yaşlarıma götürdü. Bence Sanşiro’yu böylesine muazzam bir roman yapan şey, ana karakterin duyduğu heyecan ve korku arasındaki çatışmayı asla açık açık göstermemesi. Bu kitapta psikolojik güçlükler, modern romanlardaki gibi ortaya apaçık bir şekilde konmuyor.
Sanşiro, kendi hikâyesinde yalnızca bir gözlemcidir. Her şeyi olduğu gibi kabul eder ve başına gelenler karşısında sakinliğini korur. Bazen iyi ve kötüye dair yargılarını ifade eder, sevdiği ve sevmediği şeyler için yorum yapar ve hatta izlenimlerini anlatmaya bile kalkıştığı olur; ancak bunlar hep basit teşebbüslerden ibarettir. Enerjisini ve vaktini düşünmeye değil, görmeye harcar. Ağırdır, hatta bazen sakar bile denebilir; ancak adımları asla aksamaz. Natsume Soseki, işte bu masum, ancak özünde entelektüel ve hatta talihli bile denebilecek taşralı gencin yolculuğunu büyük bir incelikle anlatmayı başarmıştır.

    Haruki Murakami

Biyografi
Natsume Sōseki[1 - Japoncada önce kişinin soyadı yazılır. Natsume yazarın soyadı, Sōseki ise adıdır.] (Gerçek adı Natsume Kinnosuke; 9 Şubat 1867-9 Aralık 1916) modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden biridir.
O zamanlar Edo adıyla anılan Tokyo şehrinde, beş çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, kendisini istemeyen ebeveynleri tarafından çocuksuz bir aileye verildi ve bu aile tarafından büyütüldü. 9 yaşına geldiğinde kendisini evlat edinen çiftin boşanması üzerine öz anne babasının yanına dönmek zorunda kaldı.
Okulda Çince ve İngilizce öğrenirken Çin ve İngiliz edebiyatlarıyla da ilgilenmeye başladı; 15 yaşına geldiğinde, ileride yazar olmak istediğine karar vermişti. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıkınca Tokyo Kraliyet Üniversitesi’nde mimarlık öğrenimine başladı.
1887’de tanıştığı şair Masaoka Shiki’den haiku[2 - Geleneksel bir Japon şiir türü. Masaoka Shiki, en ünlü haiku şairlerindendir.] yazmayı öğrendi. Yine o tarihlerde yazdıklarını “Sōseki” (Çincede “inatçı” anlamında kullanılan bir ifade) mahlasıyla imzalamaya başladı. 1890 yılında aynı üniversitenin İngiliz Edebiyatı bölümüne girdi; okulu bitirdikten sonra bir lisede İngilizce öğretmenliği yaparken üniversitedeki akademik çalışmalarını da sürdürdü. Japon hükümeti tarafından İngiliz edebiyatı araştırmaları için 2 yıllığına Londra’ya gönderildi. Burada oldukça zor günler geçiren yazar, psikolojik sorunların da baş göstermesi üzerine ülkesine geri döndü, üniversitedeki görevinden de ayrıldı.
Edebiyat dünyasına haikularla giren Natsume Sōseki, bir süre renku ve haitaishi türünde şiirler yazmaya devam etti. 1905 yılında Wagahai wa Neko dearu adlı romanının yayımlanmasıyla adını duyurmaya başladı. Depresyon ve başka fiziksel rahatsızlıklarla boğuşan yazarın 7. romanı Sanşiro, ilk kez 1 Eylül-29 Aralık 1908 tarihleri arasında Asahi Shimbun adlı gazetede tefrika edildi. 1909 yılında ise kitap olarak basıldı. 1955 yılında Nobuo Nakagawa yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan roman, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Çekçe, Portekizce, Almanca gibi pek çok dile çevrildi.


2000’li yıllarda dünya çapında ün kazanan Natsume Sōseki’nin yazdıkları bugün 30’dan fazla dile çevrilmiş durumdadır. Siyaset-bilimci Kang Sang-jung’un “Natsume Sōseki bugün yüz yüze geldiğimiz sorunları yıllar önce tahmin etmişti, geleceğe dair öngörüleri onu önümüzdeki yıllarda daha da ünlü bir edebiyatçı haline getirecek,” diye söz ettiği yazar, 49 yaşında mide ülseri sebebiyle yaşamını yitirmiştir. 1984 yılında fotoğrafı banknotlara basılan Natsume Sōseki, yakın tarihin neredeyse bütün büyük Japon yazarlarını derinden etkilemiştir.

Çevirmenin Önsözü
BATI, DOĞU VE BIR ÇAĞIN DOĞUM SANCISI
Son iki asır boyunca Asyalı ulusların en büyük açmazı, Batı ile kurdukları ilişki olmuştur.
Asyalı için Batı daima, birbiriyle çelişen pek çok şeyi ifade etti. Batı, bir yandan bilim ve teknolojinin kaynağıydı. Bilim, hayatın ta kendisiydi. Çünkü yokluğu Asya’ya ölüm getiriyordu. Örneğin 19. yüzyıl sonlarında patlak veren büyük veba salgını, Asya’da 15 milyon insanın ölümüne neden olmuştu. İngiliz hekimler, vebaya karşı geliştirdikleri bir aşıyı Hindistan’da uygulamayı denediklerinde köylülerce taşa tutuldular. Çünkü halk, insan bedenine acayip maddeler enjekte eden hekimlerin esrarengiz ilminden ürkmüştü.
1842 yılında, İngilizlerin demirden yapılma buharlı gemisi Nemesis, Çin donanmasının ilkel gemilerini roketlerle vurdu. Aynı esnada İngiliz arkeolog Layard, Irak’ta Asur çağından kalma harabeleri araştırıyordu. Layard’ın bilgisi, yörenin Arap halkında korkuyla karışık bir hayranlık uyandırmıştı. “Babam ve onun babası, çadırlarını burada kurdular,” diyordu bir şeyh. “Buna rağmen hiçbiri yeraltı sarayı diye bir şey duymamıştı. Şimdi bak! Frenk’in biri günlerce mesafedeki ülkesinden geliyor, doğruca bu yere gidiyor. İşte, diyor; saray burada, şurası da kapısıdır. Bize ömrümüz boyunca ayaklarımızın altında, haberimiz olmadan yatan şeyleri gösteriyor.”
Çivi yazısının sırrı bir kez çözüldükten sonra, Anadolu’da, Irak’ta, İran’da kurulmuş eski uygarlıkların öyküleri topraktan çıkartıldı, okundu, arşivlendi. Anılmaz olmuş kralların, unutulmuş tanrıların isimleri yirmi asırdan beri ilk kez telaffuz edildi. Batı bir eliyle Asya’nın bileğini büküyor, diğer eliyle Asyalı toplumların tarihini, o toplumların iznini almadan ve fikrini sormadan yazıyordu.
İşte bu noktada Asya, kendini çözümsüz bir açmazın içinde buldu. Batı’yı örnek almamak demek, Batı’nın ezici gücü karşısında yok olmak demekti. Batı’yı örnek almak, yine yok olmak demekti.
Batı, askeri bakımdan güçlüydü. Ama Batı’ya karşı kendini savunmak isteyen bir ülke, Batılıdan tüfek yapmayı öğrenmekle yetinemezdi. O tüfeği üretmek için fabrika kurmak lazımdı. Fabrika kurmak için de, bütün bir “fabrika sistemi”ni benimsemek şarttı.
Avrupalılar, Asyalı ırgatlara “coolie” (kuli) derlerdi; bu sözcüğün, Türkçe “kul”dan türediği tahmin edilmektedir. O ırgatlar öylesine sabırlı ve çalışkandı ki, Avrupalılara birer “kul” gibi görünmüşlerdi. Bir “coolie” en ağır işlerde, en sağlıksız koşullarda, şikâyet etmeden çalışırdı. Fakat o, açık havada çalışmaya alışkındı. Boğucu, kalabalık ve gürültülü bir fabrikada, askeri bir disiplin içinde, bir örnek tulumlar giyerek, saat sekizden akşam sekize dek, makine başından ayrılmamak… Böylesi bir işyeri, Asyalı işçiler için cehennem demekti. Asya, hiç alışkın olmadığı bu çalışma kültürünü ya kabullenecekti yahut Batı tarafından sömürgeleştirilip daha beter bir kulluğun pençesine düşecekti.
Tüfeği üretmek bir sorunsa, kullanmak ayrı bir sorundu. Batı’nın silahlarıyla birlikte, tüm askeri geleneğini de benimsemek kaçınılmazdı. Askerler üniforma giymeliydi. Üniformalar da Avrupai ceketler, gömlekler, keplerdi. Hiçbir toplum, kendi ordusunun üniformasını kendi yerel kıyafetinden türetmeyi başaramadı. Dünyadaki tüm askerler, Avrupalı askerler gibi giyinmeye başladı.
Tüfekler tek başlarına mermi atamazlar. Üretilen her tüfeğin mermi atabilmesi için, orduya bir asker ilave etmek gerekir. Fabrikalar tüfek ürettikçe ordular kalabalıklaştı. Artık savaşçılık bir kastın, bir sosyal zümrenin imtiyazı olarak kalamazdı. İhtiyaç anında, silah tutabilen herkes asker yapılacaktı. Fakat bu askerler ne için savaşacaklardı? Milliyetçilik, vatanperverlik gibi öğretilerle aşılanmamış bir köylü, silah altına alınsa bile firar ediyordu. Çinli komutanlar, genç askerleri urganlarla birbirine bağlıyor, görev yapacakları vilayete kadar o vaziyette yürütüyordu. Çünkü çoğu Çinlinin kafasında “Çin” belli belirsiz bir kavramdan ibaretti. Onlar sadece kendi köylerini, kendi vilayetlerini tanıyordu. Ötesini, kendi memleketleri saymazlardı. Bin kilometre uzaktaki bir sınır ilini savunmak için savaşmak, onların gözünde yabancı bir ülkeyi savunmaktan farksızdı.
Şu halde Batı karşısında güçlü durmak için ekonomiyi, giyim kuşamı, iş anlayışını Batı’ya uydurmak yetmezdi. Toplum, kendini Batılı fikirlere göre yeniden tanımlamak zorundaydı. Kendini Doğulu terimlerle tanımlamayı deneyen toplumlar, o terimlerin çöküşüyle kaosa sürüklendiler. Yönettiği kitleleri bazen “Osmanlılar” diye, bazen de “ümmet” diye tanımlayan İstanbul, kendini Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar, Araplar diye (yani birer ulus olarak) adlandıran toplumları elinde tutamadı.
İşte bu noktada, şu soru gündeme geliyordu: Asyalı bir halk, kıyafetini, ekonomik yapısını, kültürünü, eğitimini Batılı modele uydurduğunda; üstüne kendisini de, milliyetçilik veya sosyalizm gibi Batılı fikirlere göre yeniden kurduğunda, o halk Batı’ya karşı savunulmuş mu olur? Yoksa o halk Batı karşısında yenilgiye uğramış, Batı tarafından ele geçirilmiş mi sayılmalıdır?
İki asırdan beri hiç kimse, bu soruya herkesi memnun edecek bir yanıt vermeyi başaramadı. Günümüzde dünyayı sarsan nice buhranın temelinde, işte bu çözülemeyen açmaz vardır.
Türkiye ve Japonya, tarihsel rolleri bakımından birbirlerinin aynadaki yansıması gibidirler. Japonya, Asya’nın doğu ucundaki ülkedir ve bayrağına, sabah göğüne yükselen güneş resmedilmiştir. Türkiye, Asya’nın batı ucunda yer alır ve bayrağı, hilal ile yıldızdır. Her iki ülkenin resmi lisanı, Orta Asya steplerinde konuşulmuş dillere dayanır. Her iki ülkenin devlet geleneğinde ve folklorunda, Orta Asya şamanizminin izlerine rastlanır. Asya’da asla sömürge statüsüne düşmemiş yalnız üç ülke vardır; bunlardan ikisi Türkiye ve Japonya’dır.
Türkiye ve Japonya, Batı kültürünü en çabuk benimsemiş Asya ülkeleridir. Türkiye, Avrupa’ya komşudur. Türkiye, Avrupa tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya, Amerika’ya en yakın Asya ülkesidir. Japonya, ABD tehdidine karşı kendini korumak için Batılılaşmıştır. Japonya’da imparator, siyasi iktidardan ziyade manevi bir otoriteye sahiptir. Osmanlı padişahları da kutsal birer şahsiyet, birer “halife” olarak hürmet ve itaat görmüşlerdir. Japonlar imparatora, “Mikado” derler. Bu tabir, Japoncada “Yüce Kapı” anlamına gelir. Türkler, padişahın mevkisini “Bab-ı Âli” diye anarlar. Bu tabir de, Osmanlı Türkçesinde “Yüce Kapı” demektir.
1912’de vefat eden İmparator Meiji’nin çağı, Japonya’nın Batılılaşma devri olarak bilinir. Bu dönemde Japonya’nın başkenti Tokyo, baştan aşağı değişmiştir. Sokaklar havagazı lambalarıyla ışıklandırılmış; caddelerde önce atla çekilen, sonra elektrikli tramvaylar boy göstermiştir. Barok tarzda tren istasyonları, banka binaları inşa edilmiştir. Beri yandan, kentin civarında yoksul varoşlar palazlanmıştır. Yeni icat edilen çekçek arabası, bu varoşlarda yaşayan on binlerce vasıfsız işçinin yegâne ekmek teknesidir.
Bu dönemde, yeni neslin Japon sanatçılarını yetiştirsinler diye, İtalya ve İngiltere’den ressamlar ve heykeltıraşlar getirtildi. Erkekler, Avrupalılar gibi giyinmeye, Avrupalılar gibi sakal bıyık bırakmaya başladılar. Kadınlar, bir dönem Batılı kıyafet kuşandıktan sonra, kimonoya geri döndüler. Kabarık, korseli, giyilmesi güç Batılı elbiselerin modası kısa sürse de, kadınların yaşam tarzındaki bazı değişimler kalıcı oldu. Fabrikalardaki kadın çalışan sayısı hızla arttı. Yirminci yüzyıl başladığında, Japonya’daki işçilerin yarısından çoğu kadındı.
Tarih boyunca, geri kalmış ulusların erkek ve kadınları, gelişmiş ülkelerdeki insanların karşı cinsle nasıl ilişki kurduğuna baktılar ve gelişmiş ülkelerin cinsel kültürünü örnek aldılar. Zengin ülkelerdeki kadın ve erkeklerin davranış kalıpları, yoksul milletlerce “ideal” sayıldı.
19. asır İngiltere’sinde cinsellik resmi, kurallı, gizli kapaklıydı. İngiltere cinselliğe o kadar soğuk bakıyordu ki, jinekolog hekimler hastalarını temasla muayene etmez, soru sormakla yetinirdi. Aynı dönemde bazı Asya toplumlarında cinsellik daha serbestçe yaşanıyor, serbestçe konuşuluyordu. Ve Asyalılar, sahip oldukları cinsel özgürlükten utandılar. Bu özgürlüğü bir ilkellik sayarak, İngilizleri taklit ettiler. Onlar İngilizlere benzemeyi başarana kadar, İngiltere bir “cinsel devrim” süreci geçirdi. Eski mazbutluğunu bir kenara bıraktı. Ve Asyalılar, bu sefer de cinsel konularda İngilizler kadar açık fikirli ve hür olamamaktan yakınmaya başladılar.
Aşk, sevgi, evlilik… Bu alanda Batılılaşmanın kendine göre tehlikeleri vardı. Japonya’da, (Bu romanda da adı anılan) Eğitim Bakanı Arinori Mori feminist fikirlere sahipti ve evlenirken, eşinin her bakımdan kendisiyle eşit haklara sahip olduğunu beyan eden bir belge imzalamıştı. Ne yazık ki evliliği tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Eşitlik, Mori’nin umduğunun aksine mutluluk değil, sürtüşme ve kavga getirdi. Bakan, boşandıktan sonra şöyle yazacaktı: “Eğitimsiz bir Japon kadınıyla öyle bir evlilik yapmaya kalkışmam hataydı.”
Sanşiro, işte bu değişim ve bocalama çağında yaşayan, genç bir adam. Naif, saf, dürüst. Bize aşina gelen kaygılarla boğuşuyor. Büyük şehrin aydınlık gecelerinde kayboluyor. Üniversitede tanıştığı bilimsel ve edebi âlemleri yadırgıyor. Aşkla ve ölümle yüzleşiyor. Ve ortasına düştüğü bu yeni dünyayı anlamaya çalışıyor.
Sōseki’nin ince bir mizahla çizdiği bir gençlik portresi bu. Yazılmasından beri geçen bunca yıldan sonra bile, halen güncel, halen taze. Yaşamaya devam eden bir öykü, Sanşiro’nun öyküsü. Öyle canlı ki, kıyısında dolaştığı gölet bugün bile, Tokyo Üniversitesi’nin talebelerince “Sanşiro Göleti” diye anılıyor.

Bir
İçi geçmişti. Gözlerini açtığında kadın, kim bilir ne zamandır, yanındaki amcayla konuşuyordu. Bu amca, iki durak önce binmiş bir köylüydü. Tren kalkmak üzereyken deli gibi bağırıp koşarak trene girmiş, gelir gelmez de soyunmuştu; sırtı, çektirdiği bardakların[3 - Anadolu’da da uygulanan bardak çekme, Uzakdoğu kökenli bir tedavi yöntemidir. (ç.n.)] izleriyle kaplıydı. Bu yüzden amca, Sanşiro’nun belleğinde yer etmişti. Amca terini silip giyinene ve kadının yanına oturana dek Sanşiro onu incelemişti.
Kadın ise, Kyoto’dan beri Sanşiro’yla aynı kompartımanda seyahat ediyordu. Biner binmez Sanşiro’nun bakışlarını üzerine çekmişti. Her şeyden önce, kadının rengi siyahtı[4 - Japonya’nın güney ucundaki Kyuşu adasının iklimi çok güneşli ve bronzlaşmaya müsaittir. (ç.n.)]. Sanşiro, Kyuşu’dan gelip Sanyo hattına[5 - Japonya’nın doğu sahil şeridini takip eden demiryolu hattı. (ç.n.)] aktarma yaptıktan sonra, Osaka’ya yaklaştıkça kadın yolcuların renkleri giderek beyazlaşmıştı. Öyle ki, Sanşiro kadınlara baktıkça, memleketinden ayrı düştüğünü hissederek hüzünlenmişti. Ve bu kadın kompartımana geldiğinde Sanşiro, kendine karşı cinsten bir arkadaş bulduğunu hissetmişti. Kadının rengi, Kyuşu rengiydi.
Kadın, Mivataların kızı O-Mitsu’yla aynı ten rengine sahipti. Sanşiro memleketinden ayrılana dek, O-Mitsu yaygaracı bir kız olarak kalmıştı. O yüzden Sanşiro, o kızdan ayrıldığına hiç üzülmemişti. Ancak, şu koşullar altında bakınca, Bayan O-Mitsu gibi biri gözüne kesinlikle kötü görünmüyordu.
Sadece çehreler kıyaslanırsa, bu kadın O-Mitsu’dan çok daha üstündü. Ağzı ufacıktı. Alnı, O-Mitsu’nunki gibi kocaman değildi. İnsanın içine hoşluk veren yüz hatları vardı. O yüzden Sanşiro, beş dakikada bir başını kaldırıp kadına bakıyordu. Bazen, kadınla bakışlarının buluştuğu oluyordu. Mesela, amca gelip kadının yanına çömeldiğinde Sanşiro dikkat kesilmiş, olabildiğince uzun süre kadının halini tavrını gözlemişti. Kadın, tatlı tatlı gülümseyip buyurun oturun demiş ve amcaya yer vermişti. Bir süre sonra da, Sanşiro’nun üstüne bir ağırlık çökmüş ve genç adam uyuyakalmıştı.
Görünüşe göre o kestirirken, kadın adamla ahbap olup sohbete koyulmuştu. Gözlerini açan Sanşiro, sessizce ikisinin konuşmasını dinlemeye başladı. Kadın şöyle şeyler söylüyordu:
“Tabii ki çocuk oyuncakları, Kyoto’da Hiroşima’da olduğundan daha ucuz, hem de daha iyi. Kyoto’da biraz işim vardı, hazır trenden inmişken Takoyakuşi’nin[6 - Kyoto’da, sağlık için ziyaret edilen bir Budist tapınağı. (ç.n.)] yanından oyuncak aldım. Ne zamandan beri ilk defa bizim memlekete dönüyorum, çocuğumu göreceğim için sevinçliyim. Ama kocamın gönderdiği harçlıklar kesildi, mecburen ana babamın köyüne döneceğim. Bu yüzden endişeliyim. Kocam, Kure şehrinde uzun süre bir donanma fabrikasında çalıştı; ama savaş sırasında Lüşon’a[7 - Çin’de liman. Batı dünyasında daha ziyade Port Arthur olarak biliniyordu. 1904-1905 Japon-Rus savaşı sırasında en çetin çatışmalar, bu şehrin civarında yaşanmıştır. (ç.n.)] gitmişti. Savaş bittikten sonra geri döndü. Gelir gelmez de, orada daha iyi para kazanılıyor diye Dalian’a[8 - Doğu Çin’de liman. Bir Rus kolonisiyken, Japon-Rus harbinden sonra Japon denetimine girdi. (ç.n.)], gurbete gitti. İlk başlarda ondan haber alıyordum, aylarca düzenli olarak mektup geldi, bir sıkıntım yoktu; ama son altı aydır ondan ne mektup ne de para geliyor. Namussuz bir adam değildir, o bakımdan endişem yok; ama her günü boş boş oturarak geçiremem. Kocam sağ mı, değil mi öğrenene dek elimden bir şey gelmez; o yüzden köyüme dönmeye, orada beklemeye karar verdim.”
Amca, Takoyakuşi’nin adını bile duymamıştı, oyuncaklara da ilgisi yoktu, söze sadece “Evet, evet,” diye yanıt veriyordu; ama Lüşon’un adı zikredildikten sonra sempati belirtileri göstermeye, “Çok yazık olmuş,” demeye başladı. “Benim oğlum da savaşta askerdi, oralarda bir yerde ölüp gitti. Savaşı ne halt etmeye yaptılar anlamıyorum,” diyordu. “Sonrasında hem ekonomi düzelmedi, hem de canım evladım öldürüldü. Hayat her geçen gün biraz daha pahalı hale geldi. Böyle aptalca iş mi olur? Eskiden böyle gurbete gitmeler filan yoktu, hepsi savaş yüzünden. Ama neticede mühim olan inançtır. Eminim kocan sağdır ve çalışıyordur. Biraz beklersen mutlaka sana geri gelir…” Amca böyle şeyler söyleyerek kadına teselli verdi. Nihayet tren durduğunda amca, kadına: “Kendinize iyi bakın,” diyerek keyifli bir tavırla çıkıp gitti.


Amcayla beraber trenden dört kişi indiği halde, vagona sadece bir yolcu bindi. Zaten kalabalık olmayan vagon, artık göze iyice ıssız gelmeye başlamıştı. Belki de bunun sebebi, havanın kararmakta oluşuydu. Bir istasyon işçisi ayaklarıyla pat pat sesler çıkararak trenin üstünde yürüyor, taşıdığı yanan gaz lambalarını tepeden tavandaki bölmelere sokuyordu. Sanşiro, sanki açlığını anımsamışçasına, istasyondan satın aldığı yemeği yemeye başladı.
Tren hareket edeli herhalde iki dakika geçmişti ki, malum kadın ansızın ayağa kalktı ve Sanşiro’nun yanından geçip kompartımandan çıktı. Kadın yanından geçerken, giydiği kuşağın rengi Sanşiro’nun dikkatini çekti. Sanşiro, buğulanmış bir tatlıbalığın kafasını çiğneye çiğneye kadının ardından baktı. Herhalde tuvalete gitmiştir diye düşünerek iştahla yemeyi sürdürdü.
Kadın nihayet geri döndü. Sanşiro, şimdi kadını tam karşıdan görebilmişti. Genç adam yemeğini bitirmek üzereydi. Yemeğine eğilip yemek çubuklarını olanca hızıyla hareket ettirdi, ağzını iki üç kez yemekle doldurdu; ama galiba kadın, halen önceki koltuğuna dönmemişti. Sanşiro, “Acaba?” diye düşünerek kafasını kaldırdığında, kadını tam karşısında dururken buldu. Fakat Sanşiro gözlerini kaldırır kaldırmaz, kadın hareket etti. Sanşiro’nun yanından geçip deminki koltuğuna döneceğine dosdoğru yürüdü, yana doğru ilerleyip pencereden başını çıkardı, sessizce dışarıyı seyretmeye başladı. Sanşiro, sert rüzgârın kadının yüzüne çarpıp yanaklarına inen saçlarını uçurduğunu görüyordu. O zaman Sanşiro, boşalttığı yemek kutusunu var gücüyle pencereden dışarı attı. Kadının penceresi, Sanşiro’nun penceresine bitişikti. Rüzgârın tersine doğru attığı yemek kutusunun kapağı beyaz bir gölge halinde savrulunca, Sanşiro dangalaklık yaptığını fark edip kadının yüzüne baktı. Kadının yüzü, ne yazık ki trenin dışındaydı. Sonra kadın sessizce boynunu içeri çekti ve Hint kumaşı bir mendille, usulca alnını silmeye başladı. Sanşiro, özür dilesem iyi olacak herhalde diye düşündü.
“Affedersiniz,” dedi.
Kadın, “Önemi yok,” diye cevap verdi. Halen yüzünü siliyordu. Sanşiro, ne diyeceğini bilemeyerek sustu. Kadın da suskunlaşmıştı. Sonra, boynunu yine pencereden dışarı uzattı. Üç dört yolcunun her birinin suratları, lambanın ölgün ışığı altında aptal gibi görünüyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yalnızca tren, dehşetli gürültüler çıkara çıkara yola devam ediyordu. Sanşiro gözlerini yumdu.
Bir süre sonra kadının “Nagoya’ya yakında varırız herhalde,” diyen sesini duydu. Gözlerini açtı; kadın çoktan pencere başından ayrılmış, eğilmiş ve yüzünü Sanşiro’ya yaklaştırmıştı. Sanşiro şaşaladı.
“Herhalde,” dedi ama ömründe ilk defa Tokyo’ya gidiyordu ve yollar hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
“Tren biraz rötar mı yaptı dersiniz?”
“Yapmış herhalde.”
“Siz de mi Nagoya’da ineceksiniz?”
“Evet, ineceğim.”
Bu tren, son durağı Nagoya olan bir trendi. Sohbet ise son derece klişe bir sohbetti. Kadın Sanşiro’nun çaprazına henüz oturmuştu ki, sohbet kesildi. Ve yine, trenin gürültüsünden başka ses duyulmaz oldu.
Tren sonraki istasyonda durduğunda, kadın Sanşiro’ya, “Zahmet vermek istemem ama Nagoya’ya vardığımızda kalacağınız yere kadar sizinle geleceğim,” dedi. Tek başına olmaktan korktuğunu söyleyip ısrar etti. Sanşiro, bence sakıncası yok diye düşündü. Ama bu talebi kabul etmeye çok da hevesli değildi. Ne de olsa bu, tanımadığı bir kadındı. Sanşiro biraz tereddüt etti etmesine ama reddedecek cesareti de kendinde bulamadı. Nihayet, “Eh pekâlâ,” gibisinden yarım ağızla cevap verdi. Dakikalar geçti ve tren Nagoya’ya ulaştı.


Eşyalarının çoğunu Şinbaşi’ye[9 - Kelime anlamıyla “Yeniköprü”, o yıllarda Tokyo’nun kalbi sayılan mahalle. (ç.n.)] kargo servisiyle göndermişti, o bakımdan sıkıntısı yoktu. Sanşiro, bilet gişesinden geçerken sadece, hafif bir kanvas çanta ve bir şemsiye taşıyordu. Kafasına lise yıllarından kalma şapkasını takmıştı. Yalnız, mezun olmanın şerefine okul amblemini şapkadan söküp çıkarmıştı. Gün ışığında bakınca, amblemin söküldüğü yerin renginin şapkanın kalanından biraz farklı olduğu seçiliyordu. Kadın peşinden geliyordu. O an Sanşiro, şapkasından biraz utandı. Ama kadın peşine takılmıştı bir defa, iş işten geçmişti. Elbette, kadının gözüne bu şapka sadece pis bir paçavra gibi görünecekti.
İstasyona saat dokuz buçukta varması gereken tren yaklaşık kırk dakika rötar yaptığı için, saat onu çoktan geçmişti. Buna rağmen, sıcak mevsimde olmaları sayesinde, kent sokakları sanki akşam vaktiymişçesine canlıydı. Konukevi desen, istasyondan çıkar çıkmaz iki üç tanesine rastlamışlardı. Ama bu konukevleri Sanşiro’nun gözüne fazla lüks göründü. Elektrik lambaları olan üç katlı binaların önünden kayıtsızca yürüyüp geçti. Elbette, hiç tanımadığı bir yerde bulunduğundan nereye gideceğini bilemiyordu. Sadece, karanlık sokaklara doğru yürüdü. Kadın da, hiç söz etmeden peşinden geldi. Sonunda nispeten ıssız bir sokağa geldiler, bir köşeyi dönünce iki bina ileride, üzerinde “Pansiyon” yazan bir tabela gördüler. Bu Sanşiro’nun da, kadının da beğeneceği kadar kirli bir tabelaydı. Sanşiro dönüp kadına kısaca “Sizce nasıl?” diye sordu; kadın da “Fena değil,” deyince dosdoğru tabelaya doğru gittiler. Kapıda, evli olmayan çiftleri kabul etmiyoruz diye reddedilmeyi beklerken “Ooo, hoş gelmişsiniz, lütfen buyrun, odanız Erik 4[10 - Japon konukevlerinde birinci sınıf odalara Çam, ikinci sınıf odalara Bambu, üçüncü sınıf odalara Erik denirdi. (ç.n.)] numaradır,” diye karşılandılar ve cevap vermeye bile fırsat bulamadan, 4 numaralı odaya götürüldüler.
Hizmetçi onlara çay getirene kadar, ikisi sessizce karşılıklı oturdu. Hizmetçi çay getirip banyonuz hazır dediği zaman Sanşiro “Bu hanım eşim değildir,” diyecek cesareti bulamayacağını anladı. El havlusunu ensesine atıp “Önce ben gireyim,” diyerek banyonun yolunu tuttu. Banyo, koridordan dümdüz gidince, tuvaletin hemen yanındaydı. Loş bir yerdi ve Sanşiro’ya hayli pis görünmüştü. Sanşiro, kimonosunu çıkarıp küvete atladı ve biraz düşündü. Eliyle suları sıçratarak “Amma acayip bir hale düştük,” diye mırıldandığında koridordan ayak sesleri geldi. Birisi tuvalete girmişti. Sonra o kişi tuvaletten çıktı. Ellerini yıkadı. Elini yıkaması bitince, gelip banyonun kapısını biraz araladı. Girişten malum kadının sesi geldi: “Banyonuza biraz daha su dökeyim mi?” Sanşiro yüksek sesle, “Hayır, kâfidir,” diye cevapladı. Fakat kadın gitmedi. Onun yerine banyoya girdi. Kuşağını çözdü. Sanşiro’yla beraber banyoya girmeye niyetliydi galiba. Hiç de utangaç bir hali yoktu. Sanşiro derhal küvvetten fırladı. Vücudunu gelişigüzel kurulayıp odasına döndü. Yer minderine oturdu, kalbi hâlâ güm güm atıyordu. Hizmetçi, o sırada otel defteriyle çıkageldi.
Sanşiro otel defterini aldı, dürüstçe “Fukuoka vilayeti Miyagu bölgesi Masaki köyünden Ogawa Sanşiro, 23[11 - Aslında 21 veya 22 yaşında. Eski Japon hesabına göre insan yeni yaşına doğum gününde değil, yılbaşında girerdi. Yaşlar sıfırdan değil, birden başlanarak sayılırdı. Aralık’ta doğmuş bebek, Ocak’ta iki yaşına basmış sayılıyordu. Lise eğitimi 5 yıldı ve 21, üniversiteye girmek için olağan yaştı. (ç.n.)] yaşında, öğrenci” diye yazdı ama sıra kadının bilgilerini yazmaya gelince ne yapacağını bilemedi. “Keşke kadın banyodan gelene kadar bekleselerdi,” diye düşündü, ama esef etmek faydasızdı. Hizmetçi defteri almayı bekliyordu. Mecburen, deftere “Aynı vilayet aynı bölge aynı köy, aynı soyad, Hana[12 - Japonca “çiçek”. Sanşiro, Japonya’daki en yaygın ve klişe kız ismini yazıyor. (ç.n.)], 23 yaş” diye yazıp verdi. Sonra da yelpazeyi alıp kendini serinletmeye çalıştı.
Kadın nihayet banyodan döndü. “Sağ olun, sizi de rahatsız ettim,” dedi. Sanşiro, “Önemi yok,” diye cevapladı.
Sanşiro, çantasından defterini çıkarıp güncesini yazmaya girişti. Ama yazacak bir şey yoktu. Bu kadın olmasaydı yazacak bir sürü şey bulurdum, diye düşündü. O sırada kadın, “İzninizle biraz çıkıp geleceğim,” deyip gitti. Sanşiro için günlüğü yazmak büsbütün zorlaştı; çünkü kadın nereye gitti acaba diye merak etmişti.


O esnada hizmetçi, yatak sermeye geldi. Bir tek geniş şilte getirmişti; Sanşiro “Yere iki şilte sermelisiniz,” deyince hizmetçi kadın, “Odanız çok ufak, cibinlik de çok dar,” gibi bahaneler öne sürmeye başladı. Üşendiği açıkça belliydi. “Şimdi şef otelde değil, gelince ona sorup öyle getireyim şiltenizi,” dedi, inat edip o tek şilteyle tek cibinliği serdi ve gitti.
Bir müddet sonra kadın odaya döndü. “Kusura bakmayın, geciktim,” dedi. Sanşiro, kadının ne yaptığını cibinliğin ardından net göremiyordu ama çıngır çıngır birtakım sesler duyuyordu. Bu sesler, kadının çocuğuna hediye diye aldığı oyuncaktan geliyordu herhalde. Kadın, oyuncağı paketine geri sarıp bağladı. Cibinliğin içinden, “Hayırlı geceler,” diye seslendi kadın. Sanşiro, “Hı hı,” diye cevap verirken eşikte oturup yelpazeyi kullanmayı sürdürdü. “En iyisi bu şekilde sabahlamak,” diye düşündü. Ama sivrisinekler vızır vızır saldırıyordu. Cibinlik dışında kalırsa onlardan kaçıp kurtulamazdı. Sanşiro çantasından eprimiş bir gömlek ve bir paçalı don çıkardı, bunları giyerek üstüne çivit mavisi kuşağını bağladı. Bundan sonra iki tane Batı tarzı havlu[13 - Büyük banyo havluları kastediliyor. (ç.n.)] alıp cibinliğin içine girdi. Kadın, şiltenin diğer tarafında yelpazeleniyordu.
“Kusura bakmayın, ben biraz pimpirikli adamımdır, başkasının kullandığı şiltede uyuyamam… Kafama bit filan bulaşır diye korkarım. Kendimce bir çözüm buldum, müsaadenizle.”
Sanşiro böyle dedikten sonra, çarşafın şiltenin kıyısından sarkan kenarını kadının uyuyacağı yana doğru katlamaya başladı. Çarşafla, şiltenin tam ortasını boydan boya kateden beyaz bir sınır çizgisi çekti. Kadın, yattığı yerde yuvarlanarak kenara çekildi. Sanşiro, Batı tarzı havlularını açıp bunları kendi bölgesine yan yana yaydı, yan gelip havluların üstüne uzandı. O gece Sanşiro, elini ayağını bu eni dar Batı havlularından bir santim bile çıkarmadan yattı. Kadının ağzından tek söz bile çıkmadı. O da duvara dönmüş halde yattı ve yerinden kımıldamadı.
Gün ağardı. Yüzlerini yıkayıp kahvaltıya oturduklarında, kadın neşeyle gülümseyerek “Gece size bit gelmemiştir umarım,” dedi. Sanşiro da ciddi bir tavırla, “Evet, gelmedi. Sağ olasınız, sayenizde,” gibisinden bir şeyler söyledi ve başını öne eğip yemek çubuklarını çanağındaki üzüm bezelyelerine[14 - Şeker içeren bir tür baklagil yemeği. (ç.n.)] daldırdı.
Hesabı ödeyip handan çıktılar, istasyona vardıkları zaman kadın, ilk kez, Yokkai şehrine gideceğini söyledi Sanşiro’ya. Sanşiro’nun treni kısa bir süre sonra geldi. Kadınsa, kendi treni henüz gelmediğinden biraz beklemek zorunda kalacaktı. Sanşiro’ya biletlerin kontrol edildiği yere kadar eşlik eden kadın, “Size türlü sıkıntı çıkardım… Sağlıcakla kalın,” diyerek kibarca eğildi. Sanşiro, tek eli çantası ve şemsiyesiyle dolu vaziyette, serbest eliyle o eski şapkasını çıkartıp tek kelimeyle “Elveda,” dedi. Kadın, onun yüzünü uzun uzun süzdü; ama sonra, sakin bir ses tonuyla “Siz cesaretten oldukça yoksun bir insansınız, değil mi?” diyerek sırıttı. Sanşiro, kendini platformun üstüne fırlatılıp atılmış gibi hissetti.
Vagona bindikten sonra iki kulağı birden yanmaya başladı. Bir süre, koltuğunda büzülerek oturdu. Nihayet kondüktörün düdüğü, uzun trenin her yanından işitildi. Tren hareket etti. Sanşiro, başını usulca pencereden dışarı çıkardı. Kadın çoktan bir yerlere gitmişti bile. Gözüne sadece istasyonun büyük saati çarptı. Sanşiro, yine usulca kendi koltuğuna döndü. Vagonda pek çok yol arkadaşı vardı. Ama Sanşiro’nun haline, tavrına bakan bir tek kişi bile yoktu. Sadece çaprazında oturan adam, koltuğuna otururken Sanşiro’ya şöyle bir baktı.


Adamın bakışı, Sanşiro’yu nedense huzursuz etmişti. “Kitap filan okuyup kafa dağıtayım,” diye düşünüp çantasını açtığında, dün geceki Batı tarzı havlusu sıkıca rulo edilmiş halde karşısına çıktı. Onu yana ittirip altına elini uzattı, neye rastlarsam bahtıma deyip tuttuğu şeyi çektiğinde, çantadan çıka çıka okusa da anlamayacağı bir Bacon derlemesi çıktı. Bacon’a hürmetsizlik denecek kadar ucuz, iple tutturulmuş bir ciltti bu. Aslında trende kitap okumaya niyeti yoktu ama bavulunda kitapları koyacak yer bulamayınca bunu, başka iki üç ciltle beraber çantasına koymuştu ve ne şans ki şimdi eline bu kitap gelmişti. Sanşiro, Bacon’ın kitabının yirmi üçüncü sayfasını açtı. Aslında başka bir kitap da olsa, kendini okuyabilecek gibi hissetmiyordu. Hele Bacon okumak, içinden hiç gelmiyordu tabii ki. Yine de Sanşiro, istemeye istemeye yirmi üçüncü sayfayı açtı, sayfanın her yerine göz gezdirdi. Sanşiro, yirmi üçüncü sayfanın huzurunda, geçen gecenin muhasebesini yapmak niyetindeydi.
O kadın neyin nesiydi öyle? Dünyada öyle kadınlar da var mıydı yani? Kadın dediğin, öylesine sakin, öyle kayıtsız olabilen bir şey miydi? Cehalet miydi bunun adı, yoksa cüret miydi? Yoksa “saflık” sözcüğü mü daha uygundu? Yani, işi sonuna kadar götürmediği için şimdi hiçbir şey anlayamıyordu. Keşke cesaret edip kadınla biraz daha konuşmuş olsaydı. Ama korkunçtu. Ayrıldıkları an suratına, “Siz cesaretten yoksun birisiniz,“ denince irkilmişti. Yaşadığı yirmi üç yıldaki zaafların bir seferde gözler önüne serildiğini hissetmişti. Ana babası bile, ona bu kadar ustaca laf dokunduramazdı.
Sanşiro’nun morali şimdi iyice bozulmuştu. Adeta hiç tanımadığı birisi, onu yüzünü yere eğdirecek kadar azarlamıştı. Bacon’un yirmi üçüncü sayfası karşısında dahi, kendini çok mahcup hissediyordu. Paniklemeden, sakince düşünmesi lazımdı. Mesele ne aldığı tahsildi ne üniversite öğrencisi olması. Karakteriyle ilgili bir konuydu bu. Başka şekilde davransa daha iyi olurdu herhalde. Ama belki de, bir kadından gelen öyle bir çıkışa, eğitimli birisi olarak kendisinin başkaca tepki vermesi olanaksızdı. O halde, kendisinin kadınlara temkinsizce yaklaşmaması gerekiyordu. Bir tür özgüvensizlikti bu. Resmiyete hapsolmaktı. Adeta bir sakatlıkla doğmuş olmak gibiydi. Lakin…
Sanşiro, aklındaki konuyu değiştirip başka bir dünyayı düşünmeye koyuldu. Şimdi Tokyo yolundaydı. Üniversiteye girecekti. Ünlü âlimlerle dirsek teması kuracaktı. Klas sahibi öğrencilerle ahbaplık edecekti. Kütüphanede araştırma yapacaktı. Yazarlıkla uğraşacaktı. Toplumdan itibar görecekti. Annesi mutlu olacaktı. Böyle bir geleceği tembelce düşünüp keyfini geri getirdi, artık yüzünü yirmi üçüncü sayfaya gömme ihtiyacı duymuyordu. Pat diye başını kitaptan kaldırdı. Kaldırınca, çaprazındaki o adamın yine kendisine doğru baktığını gördü. Bu sefer, Sanşiro da adamın bakışlarına karşılık verdi.
Adam, kalın bir bıyık bırakmıştı. Yüz hatları narindi, göze biraz Şinto rahibi gibi gelen bir adamdı. Yalnız dümdüz ve uzun burnu, ona Avrupai bir hava veriyordu. Öğrencilik hayatı henüz devam eden Sanşiro, ne zaman böyle bir tip görse onun bir öğretmen olduğunu varsayardı. Adam sade desenli bir kimononun altına, mütevazı beyaz bir gömlek giymişti; çorapları çivit mavisiydi. Bu kıyafetten yola çıkarak, Sanşiro karşısındakinin ortaokul öğretmeni olduğuna hükmetti. Görkemli bir gelecek hayali kuran Sanşiro’nun gözüne gayet sıkıcı görünen biriydi. Adam kırkında vardı. Bu saatten sonra kendini geliştiremezdi herhalde.


Adam sigarasından derin nefesler çekiyordu. Burnundan uzun duman sütunları çıkıyordu; kollarını kavuşturarak oturuşuna bakınca, ne kadar rahat bir adam diye düşünüyordunuz. Ve siz tam öyle düşününce, adam ansızın, belki tuvalete gitmek için, ayağa kalkıyordu. Kalkınca hımlayarak gerindiği de oluyordu. Galiba canı sıkılıyordu. Yanındaki yolcu, okuduğu gazeteyi bitirip yanına koyduğunda adam, gazeteyi ödünç almak için teşebbüste bulunmadı. Sanşiro durumu yadırgamıştı, Bacon derlemesini bir kenara bırakıverdi. Başka bir roman çıkarıp gerçekten okusam mı diye düşündü ama üşendiği için bu fikrinden caydı. Onun yerine, önündeki adamın gazetesini ödünç almak istedi. Ne yazık ki, önündeki adam çoktan uykuya dalmış, horlamaya başlamıştı bile. Sanşiro elini uzatıp gazetenin üstüne elini koydu ve bilmiyormuş gibi yaparak, “Bu gazeteyi okuyan var mı?” diye bıyıklı adama sordu. Adam rahat bir suratla, “Yoktur herhalde. Okuyunuz,” dedi. Gazeteyi ele geçiren Sanşiro’nun ise, içi hiç rahat etmedi.
Gazeteyi açtı ama içinde okumaya değecek pek bir şey yoktu. Bir iki dakikada, gazeteye göz gezdirmeyi bitirdi. Gazeteyi güzelce katlayıp önceki yerine koyarken, adama başıyla selam verdi; adam da şöyle bir selam verip, “Lise öğrencisi misin?” diye sordu.
Sanşiro, taktığı eski şapkadaki amblemin izi, bu adamın gözüne çarptığı için mutlu olmuştu. “Evet,” diye cevapladı.
“Tokyo’da mı okuyorsun?” diye sordu adam bu sefer.
Sanşiro ilk önce “Hayır, Kumamotoluyum,” dedi. “Ancak…” diye sürdürecekken sustu. Üniversite öğrencisiyim demek istemişti ama bunu belirtmenin gereği yok diye düşünerek çekinmişti. Beriki “Ah, demek öyle,” deyip sigarasını tüttürmeyi sürdürdü. Neden Kumamotolu bir öğrenci yılın bu döneminde Tokyo’ya gidiyor ki diye de sormadı üstelik. Anlaşılan Kumamotolu öğrenciler hiç ilgisini çekmiyordu. Tam bu sırada, Sanşiro’nun karşısında uyumakta olan adam “Hımm, demek öyle,” dedi. Konuştuğu halde besbelli uykudaydı. Kendi kendine konuşmuş filan da değildi. Bıyıklı adam Sanşiro’ya bakıp neşeyle gülümsedi. Sanşiro, fırsattan istifade, “Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Adam ağır ağır: “Tokyo,” dedi ve sustu. Artık Sanşiro’ya, bir ortaokul öğretmeni gibi görünmüyordu. Ama üçüncü sınıf vagona bindiğine göre, öyle mühim birisi de olamazdı. Sanşiro, sohbeti o noktada bitirdi. Bıyıklı adam da kollarını bağlayıp ara sıra takunyasının[15 - O yıllarda pek çok Japon, geleneksel tahta takunyaları Batı tarzı kunduraya tercih ediyordu. (ç.n.)] burnuyla tempo tutup zeminden ses çıkartıyordu. Herhalde canı çok sıkılıyordu. Ama bu adamın sıkıntısı, ona konuşma isteği vermeyen bir sıkıntıydı.
Buharlı tren Toyohaşi’ye vardığında, uyuyan adam hop diye kalktı ve gözlerini ovuşturarak vagondan indi. “Aferin doğrusu, nasıl da doğru zamanda uyanmayı başarabildi,” diye düşündü Sanşiro. Sonra adamın, uyku sersemliğiyle durakları karıştırmış olabileceğini düşünerek pencereden baktı ama katiyen öyle bir durum yoktu. Yolcu sağ salim bilet kontrolünden geçti, aklı tamamen yerinde bir insanın yürüyüşüyle çıkıp gitti. Sanşiro rahatlamıştı, deminki koltuğunun karşısındaki yere geçti. Böylece, bıyıklı adama komşu olmuştu. Bıyıklı adam ise, pencereden boynunu uzatmış bir satıcıdan beyaz şeftali alıyordu.
Şeftalileri kendisiyle Sanşiro’nun arasına koyup, “Buyurmaz mısın?” dedi.
Sanşiro teşekkür edip bir tane yedi. Bıyıklı adam şeftaliyi seviyordu anlaşılan, iştahla yiyordu. Sanşiro’ya da, “Biraz daha ye,” dedi. Sanşiro, bir şeftali daha yedi. İkisi beyaz şeftalileri yerken aralarında, havadan sudan sıcak bir sohbet başladı.


Adamın teorisine göre şeftali, meyveler arasında en bilge[16 - Orijinal metinde Sennin: Çin / Japon mitolojisinde ölümsüzlüğün sırrını bulmuş bilgelere verilen ad. Bazı efsanelere göre, bilgelerin ölümsüzlük kaynağı sihirli bir şeftalidir. (ç.n.)] görüneniydi. Tatları nedense bir acayipti. Üstelik çekirdeklerinin şekli de çok tuhaftı. Her yerlerinde ufak delikler vardı, görüntüleri çok komikti. Sanşiro, ilk kez işittiği bu teoriyi duyunca, amma da sıkıcı muhabbeti varmış bu adamın diye düşündü.
Sonra adam şöyle bir şey anlattı: Guguk[17 - Japon şair Noboru Masaoka (1867-1902), “Şiki” (Guguk) mahlasıyla yazardı. (ç.n.)] meyveyi çok severmiş. Ne kadar meyve bulsa hepsini yiyebilirmiş. Bir keresinde şarapta bekletilmiş on altı hurmayı birden yemiş. Hurmalar ona dokunmamış bile. Bendeniz Guguk’la boy ölçüşemem doğrusu. Sanşiro bunları gülümseyerek dinliyordu. O an ilgisini çeken tek şey Guguk’tu sanki. Sanşiro kendi kendine, “Ben de Guguk’tan bahsedeyim,” diyordu ki, adam “İnsan sevdiği şeye el uzatıyor doğal olarak. Başka çaresi yok. Domuzların eli yok ama onlar da burunlarını uzatıyorlar. Domuzu bağlayıp kımıldamaz hale sokarsan, o burnunun önüne de leziz bir şeyler koyarsan, hayvan kımıldayamıyor ya, burnu uzadıkça uzarmış. Yemeğe ulaşana kadar uzarmış burnu. Dünyada güçlü bir arzudan daha korkunç hiçbir şey yoktur,” dedi ve gülümsedi. Konuşma tarzı, ciddi mi yoksa şaka yollu mu konuştuğunu ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. “Çok şükür biz domuz değiliz. Burnumuz istediğimiz her şeye doğru uzasaydı, şimdiye kadar mutlaka trene sığmamızı önleyecek kadar uzun burunlarımız olurdu.”
Sanşiro kıkırdadı. Ama muhatabının çehresi, şaşılacak kadar sakindi.
“Sahiden ürkütücü. Leonardo Da Vinci denen adam, bir keresinde şeftali ağacına arsenik enjekte etmiş biliyor musun; zehir ağacın meyvelerine gidecek mi diye deney yapmış. Ne yazık ki ağacın meyvesini yiyip ölenler olmuş. Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” diye diye, peş peşe yediği beyaz şeftalilerin çekirdeklerini ve kabuklarını bir gazete kâğıdına sardı ve pencereden dışarıya attı.
Artık Sanşiro’nun içinden gülmek gelmiyordu. Leonardo Da Vinci’nin ismini duyunca biraz irkilmiş, nedense geçen geceki kadını anımsamış ve içinde acayip bir rahatsızlık duymuştu; bu yüzden içine kapandı. Ama adam bunu fark etmişe benzemiyordu. Nihayet, “Tokyo’nun neresine?” diye sordu.
“Aslında oraya ilk kez gidiyorum, şehri pek tanımıyorum… Şimdilik, bizim memleketlilerin konukevinde kalacağım herhalde,” dedi.
“Öyleyse artık Kumamoto’ya…”
“Geçen dönem mezun oldum.”
“Haa, demek öyle,” dedi adam ama ne bir tebrik cümlesi ne bir aferin ekledi. Sadece, sanki çok doğal bir şey söylercesine, “Öyleyse şimdi üniversiteye gireceksin herhalde?” diye sordu.[18 - O yıllarda Japonya’da sadece birkaç üniversite vardı ve bunların çoğu Tokyo’daydı. Taşralı Sanşiro, üniversiteli olmayı büyük bir başarı sayıyor ve karşısındakinin kayıtsızlığına şaşıyor. (ç.n.)]
Sanşiro verecek uygun bir karşılık bulamadı. Onun yerine, “Evet,” diye iki heceyle yetindi.
“Bölümün ne?” diye bir soru geldi bu kez.
“Sosyal bilimler.”
“Hukuk mu?”
“Hayır, edebiyat.”
“Haa, demek öyle,” diye tekrarladı adam. Bu “Haa, demek öyle”leri her duyuşta Sanşiro bir tuhaf oluyordu. Karşısındaki kesinlikle ya çok eğitimli biriydi ve Sanşiro’yu önemsiz görüyordu ya da üniversitelerle tümden alakasız, onları umursamayan bir adamdı. Ama Sanşiro bu iki ihtimalden hangisinin geçerli olduğunu kestiremiyor; bu adama karşı nasıl bir tutum takınacağını da bilemiyordu.


Hamamatsu’da ikisi beraberce konserve yediler. Yemekleri bittiği halde tren hareket etmedi. Sanşiro pencereden baktığında, dört beş tane Batılı insanın trenin yanında gezindiğini gördü. Aralarında galiba evli bir çift vardı, hava sıcak olduğu halde kol kola girmişlerdi. Kadın tepeden tırnağa bembeyaz bir kimono giymişti ve çok güzeldi. Sanşiro, doğduğu günden bugüne dek sadece beş ya da altı tane Batılı görmüştü. İkisi, Kumamoto’daki lisesinde öğretmendi ve bu iki öğretmenden biri de ne yazık ki bir kamburdu. Kadın olarak bildiği tek Batılı bir misyonerdi. Gayet sivri bir suratı vardı o kadının; mezgit balığına, sarıkuyruğa veya baraküdaya[19 - Soseki nükte yapıyor. Japon yazısıyla “Kamasu” (baraküda) diye yazarken kullanılan karakter, “misyoner” sözcüğü yazılırken kullanılan karaktere benzer. Ve balık, Hıristiyanlıkta Mesih’i simgeler. (ç.n.)] benzerdi. Dolayısıyla, böylesine gösterişli ve güzel bir Batılı, Sanşiro’nun gözüne hem çok ilginç geliyordu, hem de çok asil görünüyordu. Sanşiro, kadını seyretmeye dalmıştı. “Batılıların kendilerini beğenmesine şaşmamak gerek,” diye düşündü. “Eğer Batı dünyasına gidip böyle insanların arasında kalsam kesinlikle kendimi çok küçük hissederdim,” dedi kendi kendine. Batılı çift penceresinin önünden geçerken Sanşiro kulak kesilip dinledi, ama konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Telaffuzları, Kumamoto’daki öğretmeninkinden çok farklıydı.
Biraz sonra, yol arkadaşı pencereden başını uzatıp, “Tren hareket edeceğe benzemiyor,” diyerek az önce geçip gitmiş Batılı çifte göz attı. “Ah, güzelmiş,” diye mırıldandı ve hafifçe esnedi. Sanşiro, kendisinin tam bir taşralı gibi davrandığını fark edip boynunu pencereden içeri çekti ve oturdu. Adam da, onun ardından koltuğuna döndü ve “Batılılar da pek güzel oluyor değil mi?” dedi.
Sanşiro, uygun bir karşılık bulamayıp gülümsemekle yetindi. O gülümseyince bıyıklı adam, “İkimize de acıyorum,” deyiverdi. “Böyle suratlarımız oldukça, böyle çelimsiz göründükçe, istediğimiz kadar Japon-Rus Savaşı’nı kazanalım, Büyük Güçler arasına girelim fayda etmez. Zaten binalara da baksan, bahçelere de baksan ikisi de yüzlerimize benzeyen yerler… Madem Tokyo’ya ilk defa gidiyorsun, Fuji Dağı’nı görmüşlüğün de yoktur. Buradan görünüyor, iyice bak bakalım. O, Japonya’daki en ünlü şey. Onun dışında övüneceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Bu arada o Fuji Dağı da, ezelden beri var olmuş doğal bir şey, yani başarıdan sayılmaz. Bizim diktiğimiz bir şey değil,“ dedi ve tekrar gülümsedi. Sanşiro, Japon-Rus savaşından[20 - Japonların zaferiyle biten savaş, ekonomik anlamda önemli bir kazanç getirmese de Japonya’ya dünya çapında büyük prestij sağlamış ve Japonlara özgüven vermişti. (ç.n.)] sonra böyle bir insanla karşılaşacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Adam ona sanki Japon değilmiş gibi geliyordu.
“Fakat Japonya gelecekte adım adım gelişecek,” diye ülkesini savundu. O zaman adam, sanki olup bitmiş bir şeyden bahseder gibi, “Mahvolacak,” dedi. Eğer Kumamoto’da birisi ağzından böyle bir söz çıkaracak olsaydı, o saat yumruğu yerdi. Hatta belki de vatan haini muamelesi görürdü. Sanşiro, böylesi fikirlerin kafasının bir köşesine bile girmesine müsaade etmeyen bir atmosferde büyümüştü. O yüzden adamın, gençliğinden istifade edip onunla dalga geçiyor olabileceğini düşündü. Adam, halen neşeli neşeli gülümsüyordu. Buna rağmen o sakin konuşma tarzında alay eder gibi bir hal de yoktu. Sanşiro adamı çözememişti, onunla muhatap olmamaya karar verip sustu. O zaman adam şöyle dedi:
“Tokyo Kumamoto’dan geniştir. Japonya da Tokyo’dan geniştir. Ve Japonya’ya…” Sözünü yarıda kesti, Sanşiro’nun yüzüne bakıp onun kendisini dinlediğinden emin oldu. “Japonya’ya kıyasla da insanın kafası geniştir,” dedi. “Aklını ele geçirmelerine izin verme. Yoksa Japonya’ya hizmet ettiğini sanırken bile sadece ona zarar verirsin.”
Bu sözleri duyduğu an, Sanşiro, Kumamoto’yu sahiden geride bırakmış olduğunu hissetti ve anladı ki, Kumamoto’da geçirdiği günler boyunca kendisi çok ödlek birisi olagelmişti.
O akşam Sanşiro, Tokyo’ya ulaştı. Bıyıklı adam, ayrıldıkları ana kadar ona ismini söylemedi. Sanşiro, “Tokyo’ya vardıktan sonra, elimi sallasam böyle bir adama çarpacak nasılsa,” diye düşündü ve adamın adını soyadını sormaya kalkışmadı.

İki
Sanşiro’yu Tokyo’da şaşırtan pek çok şey vardı. İlk önce, elektrikli tramvayların çıkardığı “çin-çin” sesine şaşırdı. Sonra, iki çin-çin sesi arasında inanılmaz sayıda insanın binip inmesine şaşırdı. Daha sonra Marunouçi’de[21 - Kelime manasıyla “Halka İçi”. O dönemin önemli bir alışveriş bölgesi. (ç.n.)] şaşırdı. Onu en çok şaşırtansa, ne kadar giderse gitsin Tokyo’nun bir türlü bitmek bilmemesiydi. Üstelik nereye yürürse yürüsün, sökülmüş kalaslar ve yığılmış molozlar buluyordu; her sokağın yanında iki üç tane yeni ev vardı, yarısı yıkılmış depoların ayakta kalmış ön yarılarına bakınca insanın içi daralıyordu. Her şey imha edilme halindeydi adeta. Ve aynı anda, her şey inşa edilmekteydi. Acayip bir hareketlilikti bu.
Sanşiro çok şaşkındı. Yani, alelade bir köylü ilk defa kentin ortasında durduğunda ne kadar şaşırırsa, Sanşiro da o kadar şaşırmıştı. Şimdiye dek aldığı tahsil, onun şaşırmasını önlemekte reçetesiz satılan bir ilaç kadar bile etkili olamamıştı. Bu şaşkınlıkla beraber, Sanşiro’nun özgüveni yaklaşık yüzde kırk oranında azalmıştı. Kendini çok rahatsız hissediyordu.
Eğer bu vahşi faaliyet, gerçek dünya denen şeyin ta kendisiyse, demek ki kendisinin bugüne kadarki yaşantısı gerçek dünyayla tamamen alakasızdı. Adeta bir mağarada, uykuda yaşamıştı. O halde bugünden sonra uyumayı bırakıp bu faaliyete katılabilecek mi diye sorarsanız, bu onun için pek de kolay olmayacaktı. Şu an, o faaliyetin tam ortasında duruyordu. Ancak dört bir yanında sürüp gitmekte olan o faaliyet gözlerinin önüne serilmişti, o kadar. Bir öğrenci olarak sürdürdüğü yaşantıda değişiklik yoktu. Dünya, ileri geri çalkalanıp duruyordu. Kendisi o çalkantıyı seyrediyordu. Ama o çalkantıya katılmak elinden gelmezdi. Kendi dünyası ile gerçek dünya, birer kenarlarıyla yan yana gelmiş olsalar da, halen kesişmemişlerdi. Gerçek dünya, ileri geri çalkalanarak ve Sanşiro’yu geride bırakarak geçip gidiyordu. Sanşiro çok huzursuz olmuştu.
Sanşiro, Tokyo’nun göbeğinde durup elektrikli ve buharlı trenlerin, beyaz kimono giymiş insanların, siyah kimono giymiş insanların faaliyetini seyrederken bunları hissetti. Ancak öğrencilik yaşantısının arka planında yatmakta olan fikir dünyasındaki hareketliliğin hiç mi hiç farkında değildi. Meiji çağının[22 - İmparator Meiji’nin saltanat çağı (1868-1912) Japonya için hızlı bir modernleşme devri oldu. Nice Batılı fikir akımı ülkeye bir anda geldi ve bunlar özümsenene kadar tuhaf bir keşmekeş yaşandı. Örneğin Japon mimarisi barok, rokoko ve oryantalist tarzların her birini üç beş yıl deneyip terk etti. (ç.n.)] fikir dünyası, Batı âleminin tarihinde üç asırda yaşanan her şeyi, son kırk yılda tekrar etmişti.
Sanşiro’nun, hareketli Tokyo’nun bağrında kapana kısıldığı, tek başına tutsak olduğu o günlerde, memleketteki annesinden bir mektup geldi. Bu, onun Tokyo’dayken aldığı ilk mektuptu. Zarfı açtığında karşısına çıkan sayfalar, bir sürü şeyden bahsediyordu. Evvela, bu yıl da hasadı çok şükür kaldırdık diye başlıyor, sağlığına mutlaka dikkat etmelisin diye bir ikazla devam ediyor, Tokyo’da herkes kurnazdır ve insanlar kötüdür, o yüzden dikkatli ol diyor, okul harçlığını her ayın sonunda yollayacağız, için rahat olsun diye ekliyor, Katsutalardan Bay Masa’nın yeğeni olan biri hükümet okulundan mezun olmuş da temel bilimler akademisine mi neye girmiş, onu bir ziyaret et ki sana yardım etsin diye bitiyordu. Anlaşılan annesi en önemli şeyi, yani o adamın ismini yazmayı unutmuştu da, mektubun kenarına “Bay Souhaçi Nonomiya” diye eklemişti. Mektubun kenarında iki üç tane not daha düşülmüştü: Saku’nun kömür karası atı hastalandı öldü, Saku çok zor durumda kaldı, deniyordu. Mivatalardan Bayan O-Mitsu sana tatlıbalık yolladı, ama Tokyo’ya gönderseydik balıklar yolda kokardı o yüzden hepsini biz yedik, diye de bir not vardı.
Sanşiro mektuba bakınca, sanki eline karanlık çağlardan kalma bir belge geçmiş gibi hissetti. Annem kusura bakmasın ama benim bunları okuyacak zamanım yok diye düşündü. Yine de mektubu baştan sona iki kez okudu. Bir diğer deyişle, Sanşiro gerçek dünyayla bir şekilde temas kurmuş olsa bile, şimdilik annesinden başka kimsesi yoktu. Ve o annesi de, eski bir taşra beldesinin eski kafalı insanlarından biriydi. Ondan başka, bir de trende tanıştığı kadın vardı. O da, bir şimşek gibi gelip geçmişti. Kadınla tanışıklığı, birliktelik denmeyecek kadar kısa sürmüş ve çok keskin geçmişti. Sanşiro, annesinin sözünü dinleyip Souhaçi Nonomiya’yı ziyaret etmeye karar verdi.


Sonraki gün, normalden bile daha sıcak[23 - Tokyo oldukça sıcak bir iklime sahiptir. (ç.n.)] bir gündü. Sanşiro, “Okullar tatil, o yüzden temel bilimler akademisine gitsem bile Nonomiya’yı orada bulamayabilirim,” diye düşündü. Ama annesi Nonomiya’nın hangi yurtta kaldığını yazmadığı için, hele gidip bir soralım bakalım dedi ve öğleden sonra dörtte, lisenin yanından geçince az ilerideki Yayoi Mahallesi[24 - 1884’te bu kapı yanında yapılan kazıda tarihi eserler bulundu. Eserler Japonların Asya anakarasından gelen atalarınca kurulmuş ilk uygarlıktan kalmaydı. Bu uygarlık halen “Yayoi Kültürü” diye anılır. (ç.n.)] kapısından kampüse girdi. Yol bir parmak tozla kaplıydı ve bu tozda, tahta takunyaların dişleri, ayakkabıların tabanları, hasır sandaletlerin altları net desenler bırakmıştı. Arabaların[25 - Bu sözle kısmen at arabaları, ama daha ziyade el arabaları ve çekçekler kast ediliyor. (ç.n.)] ve bisikletlerin izleri sayılamayacak kadar çoktu. Kalbi boğacak kadar iç sıkıcı bir yoldu, ama kampüse girince insan kendini üniversiteye layık bir bahçede, ağaçlar arasında buluyor ve biraz rahatlıyordu.
Sanşiro, en yakındaki kapıdan geçmeye yeltendi ama kapı kilitliydi. Binanın diğer yanına dolanması da hiçbir işe yaramadı. Sanşiro, sonunda binanın yan tarafına çıktı. “Şansımı bir de burada deneyeyim,” diyerek yan kapıyı itince kapı ardına kadar açıldı. Koridorun köşesinde bir müstahdem uyukluyordu. Sanşiro neden geldiğini söyleyince, müstahdem kafasını toplamak istercesine Ueno ormanının manzarasını seyretti ve aniden, “Belki buradadır,” deyip bir odaya girdi. Kısa bir sessizlik oldu. Adam nihayet odadan çıktı. Dostça bir tavırla, “Buradaymış. Geliver hele,” dedi. Sanşiro, müstahdemin peşine takılıp köşeyi döndü, beton koridordan geçip bir kat aşağıya indi. Dünya birden loşlaşmıştı. Dışarıdaki yakıcı güneşte kamaşmış gözleri bir müddet iyi göremedi, ama bir süre sonra karanlığa alıştı. Burası bodrum kat olduğundan nispeten serindi. Sol tarafında bir kapı vardı ve kapı aralık duruyordu. Orada, bir çehre seçiliyordu. Alnı geniş, gözleri iri, Budist keşişleri hatırlatan bir çehreydi. Yazlık gömleğinin üstüne ceket giymişti ama ceketinde yer yer lekeler vardı. Boyu hayli uzundu. Bu sıcak havada bile terlemeyecek kadar sıska biriydi. Eğilip selam verdiğinde, ensesi ve sırtı sanki cetvel yutmuşçasına dümdüz oluyordu.
“Buyurun,” diyerek yüzünü eşikten geri, odaya çevirdi. Sanşiro kapının önüne geldi ve odanın içine göz attı. Genç Nonomiya, bir sandalyeye oturmuştu bile. Bir kez daha, “Buyurun,” dedi. Buyurun diyerek davet ettiği yerde bir sehpa vardı. Dört çubuğun üstüne oturtulmuş bir tahtadan ibaret, sade bir şeydi. Sanşiro, sehpaya oturup adama kendini tanıttı. Sonra da, “Sizinle tanıştığıma gerçekten çok memnun oldum,” diye ekledi. Nonomiya, sadece, “Evet, evet,” diyerek onu dinliyordu. Tavırları, trende beyaz şeftali yiyen adamınkine benziyordu. Sanşiro artık diyeceklerini tüketmişti, sustu. Nonomiya da, “Evet, evet,” demeyi kesti.
Etrafına bakınınca, daha önce fark etmediği meşeden bir masa gördü. Masanın üstü epey kalabalıktı; orada her yanından kalın kablolar görünen bir makine, makinenin yanında da kocaman bir cam çanak dolusu su vardı. Bunlardan başka bir eğe, bir bıçak, bir de boyunbağı duruyordu. Son olarak masanın uzak köşesine, bir metre eninde granit bir levha üzerine, turşu kavanozu ebadında bir acayip aygıt konmuştu. Sanşiro, gözlerini bu kavanoz benzeri şeyin ortasına açılmış iki deliğe yaklaştırdı. Delikler, koskoca bir yılanın gözleri gibi parlıyordu. Nonomiya gülümseyerek, “Işık çıkarıyor değil mi?” dedi. Sonra da, açıklamaya koyuldu:
“Gündüz saatlerinde aygıtları hazırlıyoruz, gece olup diğer insanlar dinlenmeye çekildikten sonra, bu sessiz ve karanlık depoda, teleskopla o göz küresine benzer şeylere bakıyoruz. Ve ışınım basıncını ölçme deneyleri yapıyoruz. Bu yılın başından beri bu işle uğraşıyoruz ama ekipman yetersizliği gibi sıkıntılar yüzünden istediğimiz sonuçları alamadık. Yazın burası nispeten tahammül edilebilir bir yerdir, ama soğuk geceler başlayınca dayanması çok zordur. Palto giyip boynuna atkı dolasan bile öyle soğuktur ki, çalışamazsın.”
Sanşiro çok şaşırmıştı. Şaşkınca, “Işık nasıl basınç yapacak ki? Yapsa bile o basınç ne işe yarayacak ki?” diye düşündü, anlatılanların özünü kavramak için çırpınıyordu.


Sonra Nonomiya, Sanşiro’ya “Bak bakalım,” dedi. Sanşiro yarım bir ilgiyle, taş levhanın iki üç adım önünde duran teleskobun yanına gitti ve sağ gözünü merceğe dayadı, ancak hiçbir şey göremedi. Nonomiya, “Durum ne, görebiliyor musun?” diye sordu. “Bir şey görünmüyor,” diye cevapladı Sanşiro. “Ah, kapağını çıkarmamışız,” dedi Nonomiya, sandalyesinden kalkıp geldi ve teleskobun önünü kapatan şeyi çıkardı.
Sanşiro teleskoptan bakınca, sadece kenarları flu bir ışık ve bu ışığın içinde, ölçüm amacıyla çizilmiş derece çizgilerini gördü. Aşağıda 2 rakamı okunuyordu. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” diye sordu. Sanşiro, “2 rakamı görünüyor,” deyince, “Şimdi çalıştıracağım,” dedi ve karşıya geçip bir şeyler yapmaya başladı.
Derece, ışık huzmesinin içinde hareket etmeye başladı. 2 rakamı kayboldu. Onun yerine 3 rakamı geldi. Sonra o da yerini 4 rakamına bıraktı. Ve 5’e. Böylece 10 rakamına kadar çıktı gösterge. O zaman derece, tersine hareket etmeye başladı. 10 rakamı kayboldu, 9 rakamı kayboldu, 8’den 7’ye, 7’den 6’ya, gösterge adım adım 1’e kadar geldi. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” dedi. Sanşiro şaşalayarak teleskoptan gözünü ayırdı. Gördüğü derecenin ne anlama geldiğini sormaya cesaret edemedi.
Kibarca teşekkür edip depodan ayrıldı. İnsanların gezindiği yere çıktığında, dünya halen cayır cayır yanıyordu. Sanşiro, sıcağa rağmen derin bir nefes aldı. Batıya doğru alçalmakta olan güneş, tepeye yandan vuruyor; tepenin her iki tarafındaki mühendislik bölümü binalarının camları alev almışçasına parlıyordu. Gökte tek bulut yoktu, açık gökten, Batı ufkundan yakıcı bir ateşin alevleri, kızıl bir pus halinde esip geliyor, Sanşiro kafasının tepesi yanıp kül olacakmış gibi hissediyordu. Yandan çarpan güneş sırtını ısıtırken, Sanşiro sol taraftaki ormanın içine girdi. Akşam güneşi, ormana da yandan vuruyordu. Siyaha çalan yemyeşil yaprakların arasından süzülen gün ışığı kızıldı. Zelkova ağaçlarının tombul gövdelerinde cırcırböcekleri ötüyordu. Sanşiro bir göletin kıyısına geldi ve çömelip oturdu.
Ortalık son derece sessizdi. Tramvayların sesi bile işitilmiyordu. Normalde Kızıl Kapı’nın[26 - Japoncada “Akamon“. Tokyo Üniversitesi’nin girişlerinden biri. (ç.n.)] önünden geçmesi gereken tramvayın rotası, üniversitenin protestosu üzerine Koişikava’dan dolaşacak şekilde değiştirilmişti; Sanşiro memleketindeyken gazetede okumuştu bunu. Sanşiro, göletin kıyısına çömelmiş otururken deminki olayları hatırından geçirdi. Civarından tramvayların bile geçmediği bu üniversite, toplumdan oldukça yalıtılmış bir yerdi.
İnsan kazayla kendini burada bulunca, bir bodrumda altı aydan fazla süre, ışığın basıncı deneyleri yapmış Nonomiya gibi insanlara rastlıyordu. Nonomiya son derece mütevazı giyinmişti ve ona dışarda rastlayan birisi, genç adamı elektrik şirketinde çalışan bir teknisyen sanabilirdi. O bile besbelli, bir bodrumu işlik edinmiş ve hiç mi hiç savsaklamadan, kendini araştırmalarına adamıştı. Ancak teleskobun içindeki gösterge ne şekilde kımıldarsa kımıldasın, gerçek dünya onunla ilgilenmeyecekti. Belki de Nonomiya’nın, gerçek dünyayla ömür boyu temas kurmaya niyeti yoktu. Yani Nonomiya, bu sessiz sakin atmosferi soluya soluya, öyle bir karaktere dönüşmüştü. Belki kendisi de günün birinde, farkına dahi varmadan, yaşamını dünyayla alakası kalmamış bir şekilde sürdürmeye başlayacaktı.
Sanşiro kımıldamadan göletin yüzeyine baktı, civardaki büyük ağaçların pek çoğunun yansıması suda kendini gösteriyordu; daha da derinlerde mavi gökyüzü görünüyordu. Sanşiro o an kendini tramvaylardan da, Tokyo’dan da, Japonya’dan da çok uzaklara gelmiş gibi hissetti. Fakat biraz sonra, bu duyguya bulut gibi bir yalnızlık bulaştı. Nonomiya’nın bodrumuna tek başına girip otursa, kendini ancak bu kadar ıssız hissederdi. Kumamoto’daki lisesinde okurken, bu yerden daha da sessiz olan Tatsuta Dağı’na çıkmış, çuhaçiçeklerinin bürüdüğü oyun alanında uyumuş, adeta dünyayı unutmuştu; ama şimdi içine düştüğü yalnızlık duygusunu ömründe ilk kez tadıyordu.
Bunun sebebi, Tokyo’daki o delice hareketliliği görmüş olmak mıydı? Yoksa – Sanşiro’nun yüzü kızardı. Çünkü trende karşılaştığı kadını anımsamıştı. Galiba kendisine gerçek dünya lazımdı. Lakin gerçek dünyanın tehlikelerinden korkuyor ve ona yaklaşamayacağını hissediyordu. Sanşiro, “Bir an evvel öğrenci yurduna dönüp anneme mektup yazayım bari,” diye düşündü.


Gözünü sudan kaldırdığında, sol yanındaki tepenin eteklerinde iki kızın durduğunu gördü. Kızların ayaklarının dibinde gölet başlıyordu; arkalarında, dik bayırda bitmiş ağaçlardan bir koru, onun da ardında ise gösterişli kırmızı tuğlalardan gotik tarzda bir bina vardı. Ve batmaya yüz tutmuş güneş, tüm bunların ötesinden ışınlarını gönderiyordu. Kızlar yüzlerini güneşe doğru dönmüş duruyorlardı. Sanşiro’nun çömeldiği gölgelikten bakınca tepenin üstü müthiş aydınlık görünüyordu. Kızlardan biri parlıyordu adeta, yelpazesiyle yüzünü gölgelemişti. Çehresi görünmüyordu. Ama Sanşiro, onun kimonosunun ve kuşağının rengini açıkça seçmişti. Hatta kızın çoraplarının beyaz olduğu da gözüne çarpmıştı. Sandaletinin bağcıklarının rengini değilse de, kızın hasır sandalet giydiğini görebilmişti. Diğer kızsa bembeyaz giyinmişti. Onun elinde yelpaze yoktu. Alnını kırıştırarak karşı tarafa, dallarını gölete suyu örtmek ister gibi uzatan yaşlı ağaçlara bakıyordu. Yelpazeli kız ondan biraz daha ileride durmuştu. Beyazlı ise gerideydi, göletin kıyısına çok yakındı. Sanşiro’nun durduğu yer kızların tam karşısında değil, biraz çaprazındaydı.
O anda Sanşiro’yu etkileyen tek şey renklerin güzelliğiydi. Ama taşralı olduğu için, renklerin gözüne neden güzel göründüğü sorulsa ne sözle ne de yazıyla cevap verebilirdi. Sadece beyazlı kızın, bir hemşire olduğunu düşünüyordu.
Sanşiro kızlara bakakalmıştı. O bakarken beyazlı kız kımıldadı. Bu kımıldayışın bir amacı yoktu. Sanki ayakları öylesine, kendiliğinden yürüyüvermiş gibiydi. Sanşiro, yelpazeli kızın da hareket etmiş olduğunu fark etti. İkisi, sözleşmişçesine amaçsız bir yürüyüşle tepeden aşağı indiler. Sanşiro da onları seyretti elbette.
Tepenin altında taştan bir köprü vardı. Kızlar köprüye uğramadan dümdüz yürürlerse, temel bilimler bölümünün oraya çıkarlardı. Köprüden geçerlerse, suyun öbür yakasına, yani Sanşiro’nun olduğu yakaya gelirlerdi. Kızlar taş köprüye adım attılar.
Yelpazeli, artık yüzünü gizlemiyordu. Sol elinde küçük, beyaz bir çiçek tutuyordu; onu koklaya koklaya yaklaştı. Burnunun altındaki çiçeğe baka baka yürüdüğü için gözleri aşağıya dönüktü. Böylece Sanşiro’nun bir adım önüne kadar geldi ve aniden durdu.
“Bu nedir acaba?” dedi ve yukarıya baktı. Başının üstünde kocaman bir gürgen ağacı, güneşi göstermeyecek kadar sık yapraklarını su kıyısına dek daire şeklinde yaymıştı.
“Bu bir gürgen,” dedi hemşire. Adeta çocuğa ders verir gibiydi.
“Demek öyle. Ama palamutları henüz olmamış,” dedi ve göğe bakan yüzünü tekrar indirdiği an, Sanşiro’yla göz göze geldi. Sanşiro, kızın kara gözlerinin kımıldadığı ânı görmüştü. O an, renklere karşı duyduğu hisler kayboldu ve yerlerini, adını koyamadığı bir şeye bıraktı. Bu şey kısmen, trendeki kadından “Siz cesaretsiz birisiniz değil mi?” cümlesini işittiği an hissettiklerine benziyordu. Sanşiro, büyük bir korkuya kapıldı.
İki kız, Sanşiro’nun önünden geçtiler. Daha genç olanı, şimdiye dek kokladığı beyaz çiçeği Sanşiro’nun önüne bırakıp gitti. Sanşiro, ikilinin ardından uzun uzun baktı. Hemşire önden gidiyordu. Daha genç olan kızsa geriden gidiyordu. Şaşaalı renklerin arasından, boyanmamış kuşağının beyazı kendini gösteriyordu. Saçına da bembeyaz bir gül takmıştı. O gül, gürgen ağacının gölgesinin altında, siyah saçlarının arasında öylesine ışıltılıydı ki!
Sanşiro dalgınlaşmıştı. Nihayet alçak sesle, “Bu bir çelişki[27 - Japoncada “çelişki, paradoks” manasında kullanılan Mujun, kelime anlamıyla “Mızrak ve Kalkan” demektir. Delici gücü sonsuz bir mızrak ve dayanıklılığı sonsuz bir kalkanın karşılaştığını hayal edin. (ç.n.)],” dedi. Üniversitenin atmosferiyle o kız mı çelişiyordu, yoksa renklerle o bakışlar mı çelişiyordu, o kıza bakınca trendeki kadını anımsaması mı çelişkiydi, yoksa geleceği için aldığı iki karar birbiriyle mi çelişiyordu yahut deminki rastlaşmanın ona hem müthiş bir mutluluk, hem de korku vermesi mi çelişkiydi? Taşralı genç adam tüm bu soruların cevabını bilmiyordu. Ama bir yerlerde bir çelişki vardı.
Sanşiro, kızın bırakıp gittiği çiçeği yerden aldı ve kokladı. Ama çiçeğin herhangi bir kokusu yoktu. Sanşiro, çiçeği gölete fırlattı. Çiçek suda yüzüyordu. Ve ansızın, karşı kıyıdan birileri ona seslendi.


Sanşiro gözlerini çiçekten ayırdı. Uzun süredir taş köprüde duran Nonomiya’yı yeni fark etmişti. “Sen hâlâ burada mıydın?” diyordu Nonomiya. Sanşiro cevap vermeden önce sessizce yürüdü. Taş köprüye çıkarak, “Evet,” dedi. Bu cevabı vermesi epey zaman almıştı. Ama Nonomiya, durumu hiç mi hiç yadırgamadı.
“Serinledin mi?” diye sordu. Sanşiro yine, “Evet,” dedi.
Nonomiya, bir müddet göletin sularına baktıktan sonra, sağ elini cebine sokup bir şeyler aradı. Cebinde, yarısı görünen bir zarf vardı. Bu zarfın üstündeki yazı, bir kadının el yazısına benziyordu. Nonomiya, düşündüğü şeyi bulamamış olacak ki, elini cebinden çıkardı ve şöyle dedi:
“Bugün cihazlarımızda ufak bir arıza çıktı da, akşamki deneyleri iptal ettik. Ben de eve gidiyordum, Hongo civarına doğru yürüyecektim. Sen de benimle yürümez misin?”
Sanşiro teklifi memnuniyetle kabul etti. Beraberce yokuşu çıkıp tepenin doruğuna vardılar. Nonomiya, az önce kızların durduğu yerde biraz duraksadı, bakışlarını karşıdaki yeşil ağaçların arasından görünen kırmızı binada, bayırın yüksekliğine nispet yaparcasına durgun gölette gezdirerek:
“Güzel manzara değil mi? Şu ‘building’ bu noktadan biraz daha iyi görünüyor. Ağaçların arasında boşluk var çünkü. Güzel, değil mi? Fark etttin mi? O bina oldukça iyi inşa edilmiş. Mühendislik bölümünün binası da iyidir ama o bina daha güzel.”
Sanşiro, Nonomiya’nın estetik anlayışına biraz şaşmıştı. Ne yalan söylemeli, kendisi iki binadan hangisinin daha güzel olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Bu yüzden Sanşiro, tıpkı az önce Nonomiya’nın yaptığı gibi, söylenen her şeye “Evet, evet,” diye cevap verdi.
“Ya bu ağaçların ve suyun yarattığı etkiye ne demeli? Çok da ahım şahım bir şey değil ama Tokyo’nun tam ortasında olduğumuzu düşününce… Sakin bir yer, değil mi? Böyle bir mekân olmadan eğitim yapılamaz, değil mi? Tokyo son zamanlarda tam bir keşmekeş haline geldi, ne yazık ki. Şurası, Eğitim Sarayı…” diye, yürürken sağ eliyle bir binayı işaret etti. “Profesörlerin kurultay yaptıkları yer. Eh, neyse ki benim oraya işim düşmüyor. Bodrumda çalışmaktan başka bir şey yapmam gerekmiyor. Son zamanlarda ilim çok emek gerektirir oldu, biraz olsun tembellik etsen geride kalırsın. Benim bodrumdaki çalışmalarımla alay edenler var, ama öyle bir işle meşgulken insanın kafası canavar gibi çalışır. Beynin, elektrikli bir tramvaydan daha hızlı işlemeye başlar. Hatta yaz tatiline çıktığında hayıflanırsın,” diyerek başını engin göklere doğru kaldırdı. Gökyüzü, artık neredeyse kararmıştı.
Durgunlaşmış gökyüzünde ince beyaz bulutlar, bir fırçanın bıraktığı izler misali, yanlamasına uzanıp gidiyordu.
“Şunu biliyor musun?” dedi Nonomiya. Sanşiro, başını kaldırıp yarı saydam bulutlara baktı.
“Onların hepsi, aslında kar taneciklerinden oluşuyor. Böyle aşağıdan bakınca, hareket etmiyor gibi görünüyorlar. Ama aslında, yeryüzünde görülen kasırgalardan bile daha hızlı rüzgârlarca savruluyorlar. Ruskin’in eserlerini okudun mu?”
Sanşiro, cesareti kırılmış bir edayla okumadığını söyledi. Nonomiya sadece, “Şu göğün resmi yapılsa ne ilginç olurdu. Belki de Haraguçi’yle konuşmalıyım,” dedi. Elbette Sanşiro, Haraguçi denen bu ressamın da kimin nesi olduğunu bilmiyordu.


İkisi, Baelz’in[28 - Ömrünün çoğunu Japonya’da geçirmiş Alman hekim. Japonya Uyanıyor adında bir kitabı vardır. (ç.n.)] bronz heykelinin önünden Karataçi Tapınağı’na bitişik demiryolu geçidine kadar yürüdüler. Heykelin önünden geçerken, “Bu heykel sence nasıl?” diye bir soruya maruz kalan Sanşiro yine bocaladı. Etrafta vızır vızır akan bir trafik vardı. Tramvaylar peş peşe geçip duruyordu.
“Tramvay sesi sinirini bozuyor mu?” diye sordu Nonomiya. Tramvayların gürültüsü, Sanşiro’ya göre sinir bozucu değil, dehşet verici düzeydeydi. Yine de, sadece “Evet,” demekle yetindi. Nonomiya ise, “Bence de sinir bozucu,” dedi. Ancak hiç de siniri bozulmuş gibi durmuyordu.
“Ben kondüktöre sormadan, tek başıma, kafama göre aktarma yapamıyorum. Son iki üç yılda tramvayların sayısı o kadar arttı ki. Hayatı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyorlar. Tıpkı benim araştırmalarım gibi,” diyerek gülümsedi.
Ders yılı yeni başladığı için, başlarında yeni lise şapkalarıyla yürüyen çok öğrenci vardı. Nonomiya neşeyle bu gençlere bakıyordu.
“Bir sürü yeni öğrenci var, değil mi?” dedi. “Gençlerin enerjisi hoşuma gidiyor. Bu arada, sen kaç yaşındasın?” diye sordu. Sanşiro, konukevinde kaldığı akşam deftere yazdığı cevabı verdi. O zaman Nonomiya, “Öyleyse benden yedi yaş küçükmüşsün. Yedi yılda insan pek çok şeyi başarabilir. Ama günler çabuk geçer. Yedi yıl dediğin nedir ki?” dedi. Sanşiro, berikinin söylediği iki zıt sözden hangisinin doğru olduğunu anlayamadı.
Yotsukado civarına geldiklerinde, bir sürü kitapçının ve dergicinin arasından geçtiler. Bu dükkânlardan iki üç tanesinin önüne insanlar yığılmıştı ve hepsi dergi okuyordu. Sonra da dergi falan almadan gidiyorlardı. Nonomiya, “Herkes çakal olmuş,” diyerek gülümsedi. Sonra başını kaldırıp güneşe bir bakış attı.
Dörtyol ağzına çıktıklarında kendilerini, sol tarafta Batı tarzı bir öteberi dükkânıyla, karşı taraftaki Japon tarzı bir öteberi dükkânının arasında buldular. Tramvaylar, iki dükkânın arasındaki yolda bir dönemeci aldıktan sonra, büyük bir süratle yollarına devam ediyordu. Zilleri çin-çin çalıyordu. Trafik yoğundu, karşıdan karşıya geçmek zordu. Nonomiya, karşıdaki öteberi dükkânını işaret ederek, “Şurada biraz alışveriş yapacağım,” dedi ve çınlaya çınlaya giden iki tramvayın arasından koşarak geçti. Sanşiro onun bir adım ardından koşup karşıya geçti. Nonomiya duraksamadan dükkâna girdi. Sanşiro dışarıda bekliyordu, neden sonra vitrine baktığında karşısına, raflara dizilmiş taraklar ve saç tokaları çıktı. Sanşiro şaşırmıştı. Nonomiya ne alıyor acaba, diye merak edip dükkâna girdiğinde Nonomiya, cırcırböceği kanadına benzeyen bir kurdeleyi sallayarak, “Nasıl?” diye sordu.
Sanşiro, ben de bir şeyler alayım da, yolladığı balıklara teşekkür için Mivatalardan Bayan O-Mitsu’ya yollayayım diye düşündü. Ama O-Mitsu aldığı eşyanın bir teşekkür hediyesi olduğunu anlamaz, kendi kendine gelin güvey olup umutlanırdı. Sanşiro ona hediye göndermekten vazgeçti.
Sonra Masago mahallesine gittiler ve Nonomiya, ona Batı yemeği ısmarladı. Nonomiya’ya göre Hongo’daki en lezzetli yemekler o dükkânda yapılıyordu. Fakat Sanşiro’nun damağı, alelade Batı yemeği tadından öte bir tat algılamamıştı. Yine de yemeğini sonuna kadar yedi.
Batı yemeği lokantasının önünde Nonomiya’dan ayrıldı; Oivake’ye[29 - Üniversitenin yakınında bir semt, burada (Sanşiro’nun da kaldığı) bir öğrenci yurdu vardı. (ç.n.)] dönmek için, geldikleri yoldan dört yol ağzına kadar gidip sola saptı. Takunya alayım, diye düşünerek bir takunyacı dükkânına baktı; ama orada bembeyaz gaz lambasının altında, bembeyaz boyanmış bir kız, alçıdan yontulmuş bir canavar gibi oturuyordu; manzara Sanşiro’ya o denli itici geldi ki, genç adam takunya almaktan caydı. Oradan eve dönene kadar, üniversitedeki göletin kıyısında rastladığı kızın yüzünün renginden başka bir şey düşünmedi… O kızın teni çok hafif bir bronzluktaydı, ateşe tutulmuş pirinç lokumu gibiydi. Ve teninin dokusu kusursuzdu. Sanşiro, kadın dediğinin teni mutlaka o renkte olmalı, diye düşündü.

Üç
Ders yılı, Eylül’ün on birinde başladı. Sanşiro, uslu çocuk olup sabah saat on buçukta okula gitti, ama kapının önüne geldiğinde duyuru panosuna asılı ders programı dışında hiçbir şey bulamadı; meydanda tek bir öğrenci bile yoktu. Kendini ilgilendiren derslerin saatlerini defterine not edip öğrenci işlerine gitti ve orada, memurlardan başka kimseye rastlamadı. Derslerin ne zaman başlayacağını sorduğunda memurlar, “Eylül’ün on birinde başlayacak,” dediler. O gün zaten ayın on biriydi. “Ama bir sürü sınıfa baktığım halde ders yapan kimseyi görmedim,” dediğinde, “Hocalar yok da ondan,” diye cevap verdiler. Sanşiro, “Demek bu yüzdenmiş,” diye düşünüp ofisten çıktı. Binanın arkasına kadar yürüyüp, oradaki büyük zelkova ağacının altından gökkubbeye baktığında, gök ona normalde olduğundan daha aydınlık göründü. Bambu otlarının arasından yürüye yürüye su kıyısına indi, o malum gürgen ağacına kadar geldi ve onun altına, yine çömelerek oturdu. “Keşke o kız yine bir daha buradan geçse,” diye düşünerek ara sıra tepenin üstüne doğru baksa da, orada hiçbir insan silueti yoktu. Bu çok doğal, diye düşündü Sanşiro. Yine de oturmayı sürdürdü. Sonra öğle topu atıldı ve Sanşiro irkilerek öğrenci yurduna döndü.
Ertesi gün tam sekizde okula gitti. Kampüsün ön kapısından girince dümdüz uzanan yolun iki yanına dikilmiş mabet ağaçlarının sıralanışına baktı. Yol, mabet ağaçlarının sona erdiği yerden aşağı, hafif eğimli bir yokuşu iniyordu; Kampüs kapısının yanı başından bakınca Sanşiro’nun bina namına tek görebildiği, yokuşun öte yanındaki temel bilimler fakültesinin ikinci katının bir kısmıydı. Binanın çatısının ardında da, sabah güneşinin aydınlattığı Ueno ormanı[30 - Ueno: Tokyo’da bir semt. Burada 540 dönümlük bir park bulunmaktadır. (ç.n.)] ışıldıyordu. Güneş tam karşısındaydı. Sanşiro, bu derinlikli manzaradan çok hoşlanmıştı.
Mabet ağaçları sırasının bu yanında, sağ tarafta hukuk ve edebiyat fakülteleri vardı. Sol tarafta, biraz içeride, doğa tarihi amfisi duruyordu. Karşılıklı duran bu iki bina birbirinin tıpkısıydı, ince uzun pencerelerinin üstünden, üçgen şeklinde çatılar yükseliyordu. O üçgen çatıların kenarları, çatının siyah rengiyle kırmızı tuğladan duvarların kesiştiği yer, yontma taştan ince bir şerit şeklinde yapılmıştı. İşte bu taş uçuk mavi renkte uzanıyor, hemen altındaki tuğlaların kızıl rengi bu sayede göze daha çarpıcı geliyordu. Ve o uzun pencerelerle o yüksek üçgenlerin kim bilir kaç tanesi, yan yana uzanıp gidiyordu. Sanşiro, geçen gün Nonomiya’nın teorisini dinler dinlemez, bu binayı daha güzel görmeye başlamıştı; ama bu sabah, binanın güzel olduğu düşüncesi Nonomiya’nın değilmiş de başından beri kendisine aitmiş gibi hissediyordu. Bilhassa doğa tarihi binasının, hukuk ve edebiyat fakülteleriyle aynı hizada durmayıp biraz içeride oluşu ona bir intizamsızlık gibi gelmeye başlamıştı. “Bir dahaki sefere Nonomiya’yla karşılaşınca, bunu bizzat icat ettiğim bir teori olarak sunayım,” diye düşündü.
Hukuk ve edebiyat fakültelerinin sağında, elli metre kadar ileride duran kütüphane binasını da çok beğenmişti. Neden bilmiyordu ama bu iki bina, gözüne aynı mimariyi paylaşıyormuş gibi gelmişti. Kütüphanenin kırmızı duvarının hemen dibinde bitmiş şu beş altı tane koskoca telli palmiye bilhassa güzel görünüyordu. Sol tarafta, epeyce ileride yükselen mühendislik fakültesi, feodal çağa ait Avrupa tarzı bir şatodan kopartılmışa benziyordu. O bina, kusursuz bir kare şeklinde yapılmıştı. Pencereleri de kareydi. Sadece köşeleri yuvarlatılmıştı ve girişi halka şeklindeydi. Herhalde bir şatonun kulesi model alınarak inşa edilmişti. Tıpkı kale gibi sağlam olduğuna şüphe yoktu. Hukuk binasının aksine, asla yıkılamazmış gibi görünüyordu. İnsana kısa boylu bir sumo güreşçisini hatırlatıyordu.
Sanşiro, durduğu yerden bakabildiği her şeye uzun uzun baktıktan sonra, daha bunların dışında göremediği pek çok binanın da bulunduğunu hesaba katınca, belli belirsiz bir büyüklük hissi duydu. “Eğitim kenti dediğin işte böyle olur. Böylesi yapılar varsa insan daha iyi araştırma yapar. Harika bir şey bu.” Sanşiro, kendini sanki âlim olmuş gibi hissediyordu.
Ama sınıfa gittiğinde, zil çaldığı halde hoca gelmedi. Hatta öğrenciler de gelmedi. Sonraki ders saatinde de durum değişmedi. Bu durum karşısında siniri bozulan Sanşiro yerinden kalktı, sınıftan çıktı. Ne olur ne olmaz diye göletin civarında iki tur attıktan sonra öğrenci yurduna döndü.


O günün üzerinden on gün daha geçtikten sonra, nihayet dersler başladı. Sanşiro sınıfa girip de ilk kez diğer öğrencilerle beraber hocanın gelişini beklediğinde, kalbinde gerçek bir kıvanç duydu. Bir Şinto rahibi, kıyafetlerini giyip tören gerçekleştirmek üzereyken herhalde böyle hisseder, diye kendi hislerini yine kendi başına betimledi. Üzerine, eğitimin yüceliğinden bir damla olsun yağdığından emindi. Ayrıca, zil çalalı on beş dakika geçtiği halde halen gelmemiş oluşu içindeki beklentiyi kamçılamış, hocaya duyduğu hürmeti çoğaltmıştı. Sonunda, şık görünümlü, Avrupalı bir amca kapıyı açıp geldi ve akıcı bir İngilizceyle ders vermeye başladı. O saat Sanşiro, answer sözcüğünün Anglo-Sakson dilindeki andswaru’dan türemiş olduğunu öğrendi. Sonra da, Scott’ın ilkokula gittiği köyün adını öğrendi. Bu bilgileri özenle defterine kaydetti. Daha sonra, edebiyat eleştirisi dersine gitti. O dersin hocası sınıfa girip, kara tahtaya bir süre baktıktan sonra, tahtada yazılı duran Geschehen ve Nachbild kelimelerine bakıp “Haaa, demek Almanca,” dedi; gülerek tahtayı sildi. Sanşiro, bundan ötürü Almancaya karşı beslediği hürmetin biraz zayıfladığını hissetti. Hoca, tahtayı sildikten sonra antik çağların edebiyatçılarının, edebiyatın ne olduğunu izah için getirdiği tanımlardan yaklaşık yirmi tanesini anlattı. Sanşiro, bunları da özenle defterine kaydetti. Öğleden sonra sınıftan çıkıp anfiye gitti. Bu anfide yaklaşık yetmiş seksen dinleyici vardı. Dolayısıyla hoca da, tiyatro sahnesindeki oyuncuların sesiyle konuşuyordu. Ders, “Bir top gürlemesiyle Uraga’nın rüyası son buldu[31 - 1638’dan 1854 yılına dek Japonya kendini dış dünyaya kapattı. Yabancıların ülkeye gelmesi yasaktı. 1854’te, Amerikan savaş gemilerinin Uraga limanına gelmesiyle bu izolasyon devri sona erdi. (ç.n.)],” diye başladığı için, Sanşiro ilgiyle dinliyordu; ama sürüyle Alman filozofunun ismi geçmeye başlayınca dinlediğini anlamakta zorlanır oldu. Oturduğu sıraya bakınca, önceki öğrencilerin kazıdığı yazıları gördü. Birisi, kusursuz şekilde “Sınıfta Kaldım” diye yazmıştı. Bunu kazıyan kişinin epeyce boş zamanı vardı anlaşılan; sert meşeden masaya böyle muntazamca yazı kazıyabilmek emek ve ustalık isterdi. Yazılar, çok derince kazınmıştı. Yanında oturan adam, takdir edilesi bir sebatla not alıp duruyordu. Sanşiro, adamın defterine göz attı ve not almadığını gördü. Adam, bu mesafeden hocanın karikatürünü çiziyordu. Sanşiro bakar bakmaz, yanındaki adam defterini Sanşiro’ya uzatıp gösterdi. Resim çok güzel çizilmişti çizimesine ama yanına “Bulutlu Göklerin Guguk Kuşu” diye yazılmıştı; Sanşiro bunun anlamını çözmeyi başaramadı.
Ders bitince, Sanşiro belli belirsiz bir yorgunlukla, dirseğini pencerenin pervazına, çenesini de eline dayayarak bahçeyi seyretti. Büyük bir çamla bir kiraz ağacı dikilmişti; aralarından çakıl döşeli geniş bir yol geçiyordu sadece, görünürde başka bir şey yoktu; ama yine de güzel bir manzaraydı. Nonomiya’nın anlattığına göre, burası eskiden bu kadar güzel değildi. Nonomiya’nın bir hocası, adı her neyse, öğrenciyken buralarda atla dolaşmaya çıkmıştı. At komutlarını dinlememiş, ağacın altından geçmişti ve bu yüzden adamın şapkası çam ağacının dallarına takılmıştı. Takunyasının dişleri[32 - Japon takunyası, iki ahşap platform üstünde durur. Diş sözüyle bunlar kastediliyor. (ç.n.)] de üzengiye dolanmıştı. Hoca böyle sıkıntıdayken, kampüs girişinin önündeki Kitadoko adlı berber dükkânının çalışanları topluca çıkıp gelmiş ve onun haline neşeyle gülmüşlerdi. O günlerde bir gönüllü, bağış yapıp kampüste bir at ahırı inşa ettirmiş, ahıra üç at ve bir de at terbiyecisi tahsis etmişti. Bu arada, bahsi geçen hoca epey içkici biriydi ve gün gelmiş, o üç at arasından en hası olan beyaz atı satıp parasını içkiye yatırmıştı. Nonomiya, o atın III. Napolyon zamanından[33 - Fransa kralı (Egemenlik Dönemi 1853-1870) (ç.n.)] kalma yaşlı bir hayvan olduğunu söylemişti. Ama at sahiden 3. Napolyon döneminden kalma olamazdı herhalde. Sanşiro, amma da rahatmış o dönemin insanları, diye düşünüyordu ki, az önce karikatür çizmiş olan adam gelip “Üniversitenin dersleri de çok sıkıcı değil mi?” dedi. Sanşiro, öylesine bir yanıt verdi. Aslına bakarsanız Sanşiro öyle toydu ki, dersler sıkıcı mı değil mi diye yargıda bulunamıyordu. Ama o dakikadan itibaren, o adamla ne zaman karşılaşsalar selamlaşıp sohbet eder oldular.


O gün üstüne nedenini bilmediği bir sıkıntı çöktü, içinden gelmediği için göletin civarında turlamaktan vazgeçip yurda döndü. Akşam yemeğinden sonra notlarını gözden geçirdi, ama okudukları ona ne keyif ne de can sıkıntısı vermişti. Annesine, gündelik konuşma diliyle mektup yazdı: “Okul başladı. Bundan sonra her gün oradayım. Okul çok geniş bir yer ve binalar da çok güzel. Tam ortasında bir gölet var. O göletin etrafında gezinti yapmayı iple çekiyorum. Tramvaylara binmeye yeni alıştım. Size hediye göndermek istiyorum ama ne alacağımı bilemediğimden almadım. İstediğiniz bir şey varsa bana yazın. Bu yılın pirinç fiyatları henüz açıklanmadı, mahsulü satmayıp elde tutsanız iyi olur. Mivatalardan Bayan O-Mitsu’yla da fazla samimi olmasanız iyi edersiniz. Tokyo’ya gelince gördüm ki burası çok kalabalık. Burada adam da çok, kadın da…” Bu gibi şeyleri rastgele anlatıp durdu.
Mektubu bitirince eline aldığı İngilizce kitabının altı yedi sayfasını okuduktan sonra sıkıldı. Yabancı dilde basılmış bir tek kitabı okumak bana bir şey kazandırmaz, diye düşündü. Uzanıp uyumaya karar verdi, ama uykusu gelmedi. Eğer uykusuzluk hastalığına tutulduysam hemen hastaneye gidip doktora görüneyim, diye düşünürken uyuyakaldı.
Ertesi gün de tam saatinde okula gidip dersleri dinledi. Ders arasında, bu yılın mezunlarından hangisinin nerede, ne kadar maaşa iş bulduğu konuşulurken kulak misafiri oldu. Birisi, kimlerin hâlâ işsiz kaldığının, kimlerin hangi devlet okulunda kadro için birbiriyle rekabete girdiğinin dedikodusunu yapıyordu. Sanşiro, henüz uzakta olan gelecek bir anda burnunun dibine sokulmuş gibi, belli belirsiz bir baskı hissetti; ama bu hissi çabucak unuttu. Dedikoducular, “Şounosuke” hakkında konuşmaya başlamıştı ve bu sohbet Sanşiro’ya, gelecek kaygısından daha ilginç gelmişti. Koridora çıkıp kendisi gibi Kumamotolu bir sınıf arkadaşına, Şounosuke de kimin nesidir diye sordu; onun konser salonunda sahnelenen bir kukla tiyatrosu olduğunu öğrendi. Bu konser salonu sahnesi nasıl bir yerdir, Hongo’nun neresindedir diye sorduğunda arkadaşı, “Gelecek Cumartesi oraya beraber gidelim,” diyerek onu davet etti. Sanşiro, Tokyo’yu ne çabuk öğrenmiş, diye düşündü; ama sonra o arkadaşının da konser salonuna, ilk kez geçen gece gitmiş olduğunu öğrendi. Sanşiro’nun canı, o salona gidip Şounosuke’yi seyretmeyi nedense çok istemişti.
Öğle yemeği yemek için öğrenci yurduna dönmeyi tasarlarken, dün karikatür çizen adam gelip, “Hey, hey!” dedi ve onu, kolundan tuttuğu gibi Hongo’nun ana caddesindeki Yokomiken diye bir yere götürüp körili pilav[34 - Köri, Japonya’da bir baharatın değil; bu baharatla yapılan et yemeğinin adıdır. (ç.n.)] ısmarladı. Yodomiken denen bu yerin önündeki dükkânda meyve satılıyordu. Yeni bir binaydı. Karikatür çizen adam, binanın cephesine işaret ederek, “Bu art nouveau tarzı bir binadır,” dedi. Böylece Sanşiro da, mimaride art nouveau tarzının bulunduğunu öğrenmiş oldu. Dönüş yolunda, Aokido’nun[35 - Savunma disiplini Aikido ile alakası yoktur. Aokido, o yıllarda öğrencilerin sık uğradığı bir kafeydi. İsmi, “Mavi Ağaç Salonu” anlamına gelmektedir. (ç.n.)] yerini de öğrendi. Burası üniversite öğrencilerinin sık gittiği bir yerdi. İki arkadaş Kızıl Kapı’dan girip göletin etrafında tur attılar. O zaman Karikatürcü Adam, “Merhum Yakumo Koizumi Hoca öğretmenler odasında bulunmayı hiç sevmez, dersten çıkar çıkmaz bu civarda volta atardı,” dedi; sanki Koizumi Hoca’yı bizzat tanırmış gibi konuşmuştu. Sanşiro, öğretmenler odasını neden sevmezmiş diye sorunca, “Sevmemesi çok tabii değil mi? Onların anlattığı dersi dinler dinlemez anlamadın mı? Aralarında sohbet edilecek bir tek adam yok,” dedi; böyle zalimce bir şeyi rahatça söyleyerek Sanşiro’yu şaşırtmıştı. Bu adamın adı Yojiro Sasaki’ydi, yüksekokuldan mezun olmuştu ve bu yıl seçmeli dersler alıyordu. “Doğu Katamaçi’de beş numarada, Hirota diye birinin yanında kalıyorum, bir ara gel de biraz takılalım,” dedi. Öğrenci yurdunda mı kalıyorsun, diye sorunca; “Yok yahu, hocamın evinde kalıyorum,” diye cevapladı.


O günden sonra bir müddet, Sanşiro her gün okula gidip uslu uslu ders dinledi. Ara sıra, zorunlu dersler dışındaki derslere de giriyordu. Yine de tatmin olamıyordu. Bu yüzden, aklına estikçe kendi dalıyla hemen hiç alakası olmayan derslere bile uğrar oldu. Ama her birine en fazla iki üç kez gidiyordu. Hiçbir dersi bir aydan fazla sürdürmedi. Yine de, haftada ortalama kırk saat derse giriyordu. Çoğu köylü gibi çalışkan olan Sanşiro için bile haftada kırk saat biraz aşırıydı. Sanşiro, üstünde azalmak bilmez bir baskı hissediyordu. Ama yine de tatmin olamıyordu. Dersler, Sanşiro’ya zevk vermez olmuştu.
Bir gün Yojiro Sasaki’yi görmeye gidip bu derdini anlattığında, Yojiro “kırk saat” sözünü duyar duymaz gözlerini kocaman açarak, “Aptal, aptal!” dedi ve öyle bir benzetme yaptı ki Sanşiro yumruk yemişe döndü: “Öğrenci yurdunun berbat yemeğini günde on defa yersen damak zevkinin tatmin olacağını sanmak gibi bir şey bu!” Sanşiro utanarak, “Öyleyse ne yapmalıyım?” diye sordu.
“Tramvaya bin yeter,” dedi Yojiro. Sanşiro, “Herhalde mecazi konuşuyor,” dedi içinden ve bir süre fikir yürütmeyi denedi; ama aklına “Yojiro demek istiyor ki,” diye başlayan bir düşünce gelmeyince, “Gerçek tramvay mı?” diye sordu. O zaman Yojiro kahkahalarla gülerek, “Tramvaya binip Tokyo’yu on beş ya da on altı defa gez; sen gezerken öğrenme isteğin kendiliğinden tatmin olacaktır,” dedi.
“Niye?”
“Niye mi, eh, yaşayan kafanı ölü derslere hapsederek kendini kurtaramazsın. Dışarı çık, taze hava al. Aklını doyurmanın pek çok yolu vardır ve eh, tramvaya binmek de hem en sade hem de en pratik çözümdür.”
O günün akşamı Yojiro, Sanşiro’yu kaçırıp Yonçome’ye giden tramvaya bindirdi, Şinbaşi’ye götürdü; Şinbaşi’den tekrar tramvaya bindirip Nihonbaşi’ye[36 - Kelime anlamıyla “Japonya Köprüsü”. Eskiden Japonya’daki tüm yollar Tokyo’ya, Tokyo’daki tüm yollar bu köprüye bağlanırdı. Dolayısıyla Nihonbaşi, bir bakıma Japonya’nın kalbiydi. (ç.n.)] getirdi, orada indirip, “Nasılmış?” diye sordu.
Sonra ana caddeden dar bir yan sokağa saptılar; tabelasında Hiranoya yazan bir lokantaya girdiler, akşam yemeği yiyip içki içtiler. Orada çalışan garson kızların hepsi Kyoto ağzıyla konuşuyordu. Ve gençlere çok sıcak davrandılar. Dışarı çıkınca, Yojiro kırmızı bir suratla yeniden, “Nasılmış?” diye sordu.
Yojiro’nun, “Şimdi de seni en iyi Yose[37 - Geleneksel tarzda inşa edilmiş, komedyenlerin ve hikâye anlatıcılarının sahne aldığı salon. (ç.n.)] salonuna götüreceğim,” demesiyle yine dar sokaklara daldılar, Kiharadana diye bir salona girdiler. Burada, Kosan diye bir Rakugo[38 - Meddahlığa benzer bir hikâye anlatma sanatı. Kosan, anlatıcının gerçek adı değil, sahne adıdır. (ç.n.)] sanatçısını dinlediler. Saat onu geçtikten sonra ana caddeye döndüklerinde Yojiro yine, “Nasılmış?” diye sordu.
Sanşiro tatmin oldum diyemedi. Ama içindeki tatminsizlik duygusu hafiflemişti. Ardından Yojiro, Kosan’ı tartışmaya başladı.
“Kosan bir dâhidir,” diyordu Yojiro, “Öylesi sanatçılar dünyamıza sık gelmez. İnsanlar, her istediklerinde gidip dinleyebildikleri için ona kıymet vermiyorlar; çok acı bir şey bu. Aslında, onunla aynı çağı paylaşan bizlerin kendimizi bahtiyar saymamız gerek. Eğer biraz daha erken doğsaydık, Kosan’ı dinleyemezdik. Biraz geç doğsaydık da aynısı olurdu… Enyu da çok iyi bir anlatıcıdır. Fakat Kosan’la farklı bir ekolden geliyor. Enyu, Davulcu’yu oynarken aslında Davulcu’ya dönüşmüş Enyu’yu gördüğümüz için gülüyoruz; Kosan Davulcu’yu oynadığındaysa, Kosan’dan ayrı bir Davulcu gördüğümüz için gülüyoruz. Enyu’nun oynadığı tipler, Enyu kendini gizlerse adeta yok olur. Kosan’ın oynadığı tiplemelerse, Kosan kendini gizlese bile yaşamaya, nefes almaya devam eder. İşte bu müthiş bir başarı.”
Yojiro bunları söyledi ve bir kez daha, “Nasılmış?” diye sordu. Aslında Sanşiro, Kosan’ın tadını pek alamamıştı. Üstelik Enyu diye anılan adamı dinlemişliği de yoktu. Dolayısıyla, Yojiro’nun teorisinin doğruluğunu tartacak durumda değildi. Ama onun, iki oyuncuyu edebiyat diliyle kıyaslayacak kadar bilgili oluşunu takdir etmişti.
Lisenin önünde vedalaştıklarında Sanşiro, “Teşekkür ederim. Çok doyurucu bir deneyimdi,” diyerek teşekkürlerini sundu. Cevap olarak Yojiro, “Bundan böyle kütüphaneye girmeden mutlu olamazsın,” dedi ve Katamaçi’ye doğru kavşağı dönüp gitti. Bu tek cümle sayesinde Sanşiro, ilk kez kütüphaneyi ziyaret etmek istedi.


Ertesi günden başlayarak Sanşiro, kırk saatlik ders yükünü yarı yarıya azalttı ve kütüphaneye gitti. Geniş, uzun, tavanı yüksek, iki yanında bir sürü penceresi olan bir binaydı. Sanşiro, bu kitap deposunun sadece girişini görebildi. Karşıdan bakınca, içinin bir sürü kitapla donatıldığı anlaşılıyordu. Durup seyredince, içeriden iki üç tane kalın cildi kucaklayarak çıkan, girişe gelip sola dönen insanlar görüyordunuz. Bunlar, personel okuma odasına giden kişilerdi. Aralarında, gereken kitabı raflardan indirip göğüslerine yaslayarak açan ve ayakta araştırma yapanlar da vardı. Sanşiro çok imrenmişti. İçeriye gidip ikinci kata çıkmak, sonra üçüncü kata çıkmak, Hongo’dan çok daha yüksekte, yaşayan kişilere hiç yaklaşmadan kâğıt kokusunu soluyarak okumak istiyordu. Ama neyi okuyacaksın deseler, o an bir cevap veremezdi. Okumadan bilemezdi tabii ama herhalde bu binada okumaya değer bir sürü şey vardı.
Sanşiro birinci sınıf öğrencisi olduğundan, kitap yığınları arasına girme imtiyazına sahip değildi. Mecburen, koca koca çekmecelere konmuş fihrist kartlarını tek tek inceledi; kaç kart çevirirse çevirsin arkasında hep başka kitap adları görüyordu. Nihayet omzu sızlamaya başladı. Mola verdi, yüzünü kaldırıp gözlerini binanın içinde gezdirdi, içerisi bir kütüphaneden bekleneceği üzere sessizdi. Üstelik bir sürü insan vardı burada. Karşıda, biraz ötede duran insanların kafaları gözüne karaltı olarak görünüyordu. Onların gözlerini, ağızlarını net seçemiyordu. Yüksek pencerelerin ötesinde, dışarıda yer yer ağaçlar göze çarpıyordu. Gökyüzü de ucundan görünmekteydi. Çok uzaklardan kentin sesi işitiliyordu. Sanşiro öylece durmuş bakarken, öğrencilik hayatı sessiz ve derin bir şeymiş diye düşündü. Ve o gün başka bir şey yapmadan yurda döndü.
Sonraki gün, ortalıkta bir hayalet gibi gezmeyi bıraktı ve kütüphaneye girer girmez bir kitap ödünç aldı. Fakat yanlış kitabı almıştı ve onu hemen iade etti. Ardından aldığı kitap çok zordu, okuyamadığı için onu da iade etti. Sanşiro, bu şekilde her gün en az sekiz dokuz kitap ödünç alır oldu. Hatta ara sıra, aldığı kitabın birazını okuyordu bile. Sanşiro en büyük şaşkınlığı, hangi kitabı alırsa alsın, o kitabın daha önce en az bir kişi tarafından incelenmiş olduğunu keşfettiği an yaşadı. Bu, yazıların arasında yer yer rastladığı kurşunkalem izlerinden belliydi. Bir keresinde Sanşiro, deneme yapmak için Aphra Behn adlı yazarın bir romanını ödünç aldı. Kitabı açana kadar, yok canım daha neler diye düşünüyordu ama kitabı açınca yine, kurşunkalemle hafifçe çekilmiş çizgiler buldu. “Dayanılır şey değil bu,” diye düşündü Sanşiro. Sonra pencerelerin dışından bir bando geçti; bu yüzden Sanşiro yürüyüşe çıkma isteği duydu, caddeye çıktı ve Aokido’ya gitti.
Kafeye girdiğinde orada iki müşteri öbeği vardı, herhalde öğrenciydiler; ama bir de ilerideki köşede tek başına çay içen bir adam vardı. Sanşiro bu adamın yüzünü ilk bakışta, Tokyo’ya gelirken vagonda bir sürü beyaz şeftali yiyen adama benzetti. Adam Sanşiro’yu fark etmemişti bile. Çayından bir yudum içip sigarasından bir nefes çekti, çok rahat görünüyordu. Bugün o sade yukatasını[39 - Sıcak havalarda giyilen hafif kimono. (ç.n.)] giymemişti, sırtında ceket vardı. Fakat kıyafeti katiyen şık değildi. Hatta ışık basıncıyla uğraşan Nonomiya’nın kılığından tek üstün yanı, gömleğinin daha beyaz oluşuydu. Sanşiro adama bakarken, gözü ister istemez beyaz şeftaliler arıyordu. Üniversitede dinlediği derslerden ötürü olsa gerek, trendeyken adamın söylediği şeyler birden ona çok anlamlı gelmeye başladı ve Sanşiro, gidip adama selam vermeye karar verdi. Fakat adam sadece karşıya bakıyor, çay içip sigara tüttürüyor, sigara tüttürüp çay içiyordu. Ona yaklaşmak Sanşiro’ya zor geldi.
Sanşiro, adamı profilden süzmeye devam etti, ama sonra fincanındaki şarabı bitirdiği gibi kalkıp gitti. Kütüphaneye döndü.


Sanşiro mutluydu; çünkü o gün, şarabın etkisi ve bir nevi beyin fırtınası arasında, daha önce hiç çalışmadığı kadar sıkı ders çalışmıştı. İki saat boyunca tüm zihnini okumaya vermiş, saatin geç olduğunu fark edip dönüş hazırlığına başladıktan sonra, ödünç aldığı kitaplar arasından henüz açmaya fırsat bulamadığı bir cilde şöyle bir göz gezdirmişti. Kitabın son sayfasının arkasına, kurşunkalemle ve kargacık burgacık harflerle, bir şeylerin yazılı olduğunu görmüştü:
“Hegel, Berlin Üniversitesi’nde felsefe dersi verdiği günlerde, felsefeden para kazanmayı hiç düşünmezmiş. Verdiği dersler de gerçeği izah eden dersler değil, gerçeği bizzat yaşayan insanlar olmayı öğreten derslermiş. Dille verilen dersler değil, kalple verilen derslermiş. Gerçek ve insan karşılaşıp birleştiklerinde, her şeyin izahı doğacaktır; o zaman ders yapmış olmak için ders verilmez, yol göstermek için ders verilir. Felsefe dersleri, işte bu noktadan yola çıkarak dinlenmelidir. “Gerçek”ten eften püften bir şeymiş gibi bahsedenler, ölü mürekkeple ölü kâğıda boş laflar yazmaktan başka şey yapamazlar. Bunun hiçbir anlamı yoktur. Şimdi sınavlar için, yani ekmek parası için, üzüntünü ve gözyaşlarını yutup bu kitabı okumalısın. Başını ellerinin arasına al ve ebediyete kadar sınav sistemini lanetlemeye ant iç.”
Böyle yazıyordu. İmza yoktu tabii. Sanşiro farkına varmadan gülümsedi. Fakat bir bakıma aydınlandığını hissetmişti. Bu yazılanlar sadece felsefe için değil, edebiyat için de geçerli diye düşünerek sayfayı çevirince, karşısına yazının devamı çıktı:
“Hegel’in…” Hegel’i çok seven bir adama benziyordu bu. “Hegel’in derslerini dinlemek için Berlin’in dört yanından gelen öğrenciler, bu dersler hayatımızı kazanmamıza, para kazanmamıza yarayacak umuduyla toplanmıyordu. Sadece bilge Hegel diye birinin olduğunu, kürsüden saf ve evrensel gerçekleri bildirdiğini duymuşlardı; onları buraya getiren samimi bir gerçek arayışıydı; kürsünün karşısında toplanan kalabalık, içimizdeki kuşkulara izah diliyoruz diyen saf bir emelin tezahürüydü. Bu sayede onlar, Hegel’i dinleyerek geleceğe karar verebildiler. Kendi yazgılarını değiştirebildiler. Şahsiyetini yitirmiş dersleri dinleyip şahsiyetsizce mezun olan siz Japon üniversite öğrencileri kendinizi onlarla aynı kefeye koyuyorsanız, tarihteki en büyük yüzsüzlüğü yapıyorsunuz demektir. Sizler daktilodan başka bir şey değilsiniz. Üstelik de açgözlü daktilolarsınız. Sizin yapacaklarınızın, düşüneceklerinizin, söyleyeceklerinizin, amansız toplumun yaşam gücüyle alakası yoktur. Böyle giderse ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız. Ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız.”
Sanşiro, sessizce düşüncelere daldı. O sırada birisi, arkadan omuzuna dokundu. Yojiro’ydu bu. Yojiro’yla kütüphanede rastlaşmaları çok nadirdi. Derslere faydasız diyen ama kütüphanenin önemini vurgulayan Yojiro’ydu. Ama Yojiro, önemini vurguladığı bu yere çok seyrek geliyordu.
“Hey, Bay Sohaçi Nonomiya seni arıyordu,” dedi. Yojiro’nun Nonomiya’yı tanıması beklenmedik bir şeydi; Sanşiro bu yüzden, her ihtimale karşı “Temel bilimlerden Bay Nonomiya mı?” diye sordu ve “Evet,” cevabını aldı. Derhal kitapları bırakıp girişin yanındaki gazete okunan odaya kadar gitti, ama Nonomiya’yı göremedi. Sonra girişe kadar çıktı, ama adamı yine bulamadı. Taş basamakları inip, boynunu uzatıp etrafa bakınca bile, adamdan en ufak ize rastlamadı. Çaresizce geri döndü. Kitaplarının yanına vardığında Yojiro, deminki kitaptaki Hegel’e dair yazıyı göstererek, alçak sesle, “Birisi epey uğraşmış bunu yazmak için. Mutlaka eski mezunlardan biridir. Eskiler çok vahşiymişler, ama ara sıra ilginç işler de yapmışlar. Adam yazdıklarında haklı,” dedi ve keyifle gülümsedi. Okudukları epeyce hoşuna gitmişti anlaşılan. Sanşiro, “Bay Nonomiya yoktu,” dedi.
“Az önce girişteydi ama.”
“Sence benimle önemli bir şey mi konuşacaktı?”
“Bana öyle geldi.”
İkisi beraber kütüphaneden çıktılar. O zaman Yojiro anlatmaya başladı. Nonomiya, evinde kaldığı Hirota Hoca’nın eski çırağıydı ve sık sık eve geliyordu. Bilgiyi çok seven biriydi ve hayli araştırma yapıyordu. Onunla aynı dalda çalışan Batılılar arasında bile, Nonomiya çok ünlüydü.
Sanşiro, Nonomiya’nın hocası olan ve vaktiyle, ön kapının orada attan eza gören adamın hikâyesini anımsadı ve acaba o hoca, Hirota mıydı diye merak etti. Yojiro’ya bunu sorduğunda Yojiro, “Bilmem ki… Bizim hoca sonuçta, ondan beklerim doğrusu,” diyerek güldü.


Sanşiro’nun şansına, ertesi gün pazardı; yani okulda Nonomiya’yla görüşmesi gibi bir ihtimal yoktu. Ancak adamın dün kendisini aramaya gelmiş oluşu da Sanşiro’yu endişelendirmişti. Neyse ki daha önce Nonomiya’nın yeni evini ziyaret etmemişti. “Güle güle oturun,” deme vesilesiyle gidip adamın derdinin ne olduğunu sormaya niyetlendi.
Nonomiya’ya gitmeye karar verdiğinde sabahtı; ama gazete okuyup tembellik ederken vakit öğle oldu. Öğle yemeğini yedikten sonra yola çıkmaya yeltendiğinde, nicedir görmediği Kumamotolu bir arkadaşı geldi. Nihayet onu yolcu edebildiğinde saat dördü geçmişti. Biraz geç olmuştu, ama yine de planladığı gibi yola çıktı.
Nonomiya’nın evi biraz uzaktı. Nonomiya, dört beş gün önce Ookubo’ya taşınmıştı. Ama tramvay kullanarak çabucak gidilebilirdi oraya. Nonomiya’nın evinin istasyona yakın olduğunu duymuştu, o yüzden adresi bulmak güç olmayacaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Sanşiro başka bir yolculuk denemesinde başarısızlığa uğramıştı. Kanda’daki meslek okuluna gideyim derken, Hongo-Yonçome istasyonundan tramvaya binmiş, aktarma yapıp Kudan’a kadar gelmiş, sonra kendini İida Köprüsü’nde bulmuş, oradan Sotobori hattına aktarma yapmış, Oçanomizu’dan[40 - Eski Tokyo’da bir akarsu ve bu akarsuyu geçen köprü. Oçanomizu, “Çay Suyu” demektir. (ç.n.)] Kanda Köprüsü’ne gelmiş, hâlâ akıllanmadığı için aceleyle yanlış tramvaya binmiş ve Kamakura Nehri’nden Sukiya Köprüsü yönüne doğru gitmişti. O günden beri tramvaylar ona ayrı bir tehlikeli gelmeye başlamıştı; ama Koubu hattındaki tramvayın aktarmasız, dosdoğru gittiğini öğrenmişti; bu sayede araca rahatça bindi.
Ookubo durağında indi, Nakahyakunin Caddesi’nde Toyama Okulu’na doğru gitmektense, yaya geçidinden hemen karşıya geçip genişliği ancak bir metre kadar olan dar bir yola saptı. Bu yolu yavaşça, ayaklarının ucuna basa basa geçtikten sonra, kendini gelişigüzel boy vermiş bambuların arasında buldu. Bu bambuların ilerisinde, insanların yaşadığı tek tük evler görülüyordu. Nonomiya’nın evi, bu evler arasında bambuluğa en yakın olandı. Evin bahçe kapısı küçüktü ve sanki sokağı umursamıyormuşçasına yola doğru bakıyordu. Bahçeye girince, umduğunuzun aksine evi karşınızda değil, çaprazınızda buluyordunuz. Galiba bahçenin duvarı ve kapısı, sonradan ilave edilmişti.
Mutfağın yanı başında harika bir çalı uzanıyordu; ama bahçenin kendisinde ne çit ne de çalı vardı. Sadece insana tepeden bakacak kadar serpilmiş, verandayı kısmen gizleyen koca bir Japon yoncası vardı. Nonomiya o verandaya sandalye çıkarmıştı, orada oturmuş Batı’dan ithal bir dergiyi okuyordu. Sanşiro’nun geldiğini görünce, “Buyrun,” dedi. Temel bilimler bölümündeki bodrumda kullandığı karşılama sözcüğünün aynısıydı bu. Sanşiro, bahçeden verandaya mı çıksın yoksa evin ön kapısından geçip mi gitsin bilemedi; o tereddüt edince Nonomiya emredercesine, “Buyrun,” diye tekrarladı. Sanşiro, bahçeden doğruca verandaya çıkmaya karar verdi. Verandanın bitişiğindeki oda, tatami kilimleriyle kaplı bir çalışma odasıydı. Sekiz kilimlik[41 - Tatami: Japonya’ya özgü hasır kilim. Eskiden evlerin çoğu odası bu kilimlerle kaplanırdı ve evlerin genişliği döşemedeki kilim sayısıyla ölçülürdü. Sekiz kilim, on üç metrekareye eşittir. (ç.n.)] bir odaydı bu, içindeki kitapların çoğu Batı kökenliydi. Nonomiya sandalyesinden kalkıp yere oturmuştu. Sanşiro, “Ne sakin bir yer,” gibi, “Buradan Oçanomizu’ya gitmek çok kolay,” gibi, “Teleskopla yaptığınız deneyler nasıl gidiyor,” gibi havadan sudan şeyler söyledikten sonra, “Dün beni aramışsınız da, acaba bir şey mi isteyecektiniz?” diye sordu. Bunu duyunca Nonomiya, biraz üzgün bir yüz ifadesiyle, “Şey, aslında bir şey yoktu yahu,” dedi.
Sanşiro: “Ya…” demekle yetindi.
“Bunun için mi, zahmet edip beni görmeye geldiniz?”
“Şey, pek öyle sayılmaz.”
“Aslında, memleketinizdeki valideniz, sağ olsun, oğlum size emanet diyerek güzel bir şey göndermiş bana. Size teşekkür etmek için uğramıştım.”
“Ya, demek öyle. Ne göndermiş?”
“Eee… Pirinç şarabı tortusu içinde kırmızı balıklar göndermiş, ama…”
“Himeiçi göndermiş yani…”
Sanşiro, “Amma da saçma bir hediye yollamış,” diye düşündü. Ama Nonomiya, himeiçi hakkında bir sürü soru sordu. Sanşiro, bilhassa balıkların nasıl yeneceğini izah etti. Onları şarap tortusuyla beraber pişirmesini, ama balığı tabağa koyarken tortuyu sıyırmasını, yoksa balığın tadını alamayacağını öğretti.
İkisi himeiçi hakkında konuşurken hava karardı. Sanşiro, gideyim artık, diye düşündü; müsaade istemeye hazırlandığı sırada eve bir telgraf geldi. Nonomiya, zarfı yırtıp telgrafı okuduktan sonra mırıldanarak, “Eyvah,” dedi.


Sanşiro, o duyduğu sözcüğü duymazlıktan gelemedi; ama kulak misafiri olduğu bir şey hakkında adamı sorguya çekmeyi de istemedi. O yüzden sadece, düz bir sesle, “İyi bir haberdir umarım,” demekle yetindi. Nonomiya, “Şey, önemli bir şey değil,” diyerek elindeki telgrafı Sanşiro’ya gösterdi. Telgraf, ”Lütfen çabuk gel,” diyordu.
“Sizi nereye davet ediyorlar?”
“Eee, geçenlerde kız kardeşim hastalandı da, üniversitenin hastanesine yatmıştı. İşte oradan çağırıyorlar,” dedi ama hiç de telaşlı bir hali yoktu. Buna karşılık Sanşiro çok şaşırmıştı. Nonomiya’nın kız kardeşini, kız kardeşinin hastalığını, üniversitenin hastanesini kafasında birleştirmiş, üzerine göletin kıyısında karşılaştığı kızı da katıp bir güzel çalkalayınca, şaşırıp kalmıştı.
“Öyleyse, durumu ağır mı?”
“Şey, öyle değildir herhalde. Aslında annem refakat etmek için yanında kalıyor, mesele hastalıkla ilgili olsaydı tramvaya atlayıp buraya gelerek haberi daha çabuk iletebilirdi. Şey, kız kardeşimin muzipliği olabilir bu. Salaktır, o yüzden sık sık böyle şeyler yapar. Buraya taşındığımdan beri onu görmeye gitmedim; o yüzden, bugün gelmemi beklemiş falan olmalı. O yüzden…” dedi ve boynunu yana eğerek düşündü.
“Yine de ziyaretine gitmeniz iyi olur sanırım. Eğer durumu kötüleştiyse gitmemeniz yazık olur.”
“Hakkınız var. Onu görmediğim dört beş gün içinde durumu birden değişmiş olamaz herhalde; ama, eh, yine de gideyim.”
“Bence mutlaka ziyarete gitmeniz gerekir.”
Nonomiya gitmeye karar verdi. Gitmeye karar verdikten sonra Sanşiro’ya, “Bir ricam olacak,” dedi. “Pek olası değil ya, eğer telgraf hastalık yüzünden gönderilmişse bu gece dönemem. O zaman evde hizmetçi kadın tek başına kalmış olacak. Aşırı korkak bir kadındır, bu mahalle de pek tekin bir yer değil. İyi ki beni görmeye bugün gelmişsiniz. Eğer yarınki derslerinize engel olmayacaksa, bu gece burada kalmaz mısınız; zaten telgrafı öylesine göndermişlerse hemen geri döneceğim. Böyle olacağını bilseydim her zamanki gibi evi Sasaki’ye emanet ederdim, ama bu saatten sonra o buraya gelemez. Sadece bir gecelik, hastanede gecelemem gerekecek mi gerekmeyecek mi bilemiyorum; alakasız birini böyle sıkıntıya sokarak da bencillik ediyorum, ama eğer çok zahmet olmayacaksa…” Tabii ki Nonomiya, isteklerini öyle süslü bir dille anlatmıyordu; ama karşısındaki Sanşiro da, öyle süslü bir ricaya gerek duyan birisi değildi. Hemen kabul etti.
Hizmetçi, “Ya yemek?” dediğinde Nonomiya, “Yemeyeceğim,” diyerek Sanşiro’ya, “Ayıp ediyorum ama lütfen, yemeği ben gittikten sonra tek başınıza yiyin,” dedi ve daha yemek saati gelmeden, konuğunu tek başına bırakıp çıktı. Tam gitti derken, karanlık Japon yoncasının arasından yüksek sesle, “Ben çalışma odasındaki kitapların hemen hepsini okudum. Çok ilginç kitaplar sayılmazlar ama hangisine isterseniz bakın. Birkaç tane roman da var,” dedi ve gözden kayboldu. Onu uğurlamak için verandaya çıkan Sanşiro, “Teşekkür ederim!” diye seslendiğinde, on metrekarelik bambuluktaki bambular halen tek tek seçilebiliyordu.
Bir süre sonra Sanşiro, sekiz kilimlik çalışma odasının tam ortasına bir sehpa koydu ve akşam yemeğine oturdu. Sehpaya konan yemeğe baktığında, ev sahibine boş yere malumat vermiş olduğunu gördü; çünkü himeiçiler zaten pişirilmişti. Sanşiro, memleketine özgü hasret kaldığı bu kokuyu duyunca mutlu olmuştu; ama yemek pek de leziz olmamıştı doğrusu. Hizmetçi de, tıpkı patronunun dediği gibi, hayli ürkek görünen biriydi.


Yemek bitince hizmetçi mutfağa çekildi, Sanşiro tek başına kaldı. Tek başına kalıp gevşeyince, birden Nonomiya’nın kız kardeşi için endişe duydu. Sanşiro’ya kızın ciddi bir hastalığı varmış gibi geliyordu ve sanki Nonomiya yola çıkmayı ağırdan almış gibiydi. Ayrıca Nonomiya’nın kardeşi, geçenlerde gördüğü kızmış gibi geliyordu ki, bu sezgi çok şiddetliydi. Sanşiro yeniden, kızın yüz hatlarını ve bakışlarını, giysilerini, o gün gördüğü haliyle gözünde canlandırdı. Bu hayali, hastanedeki bir yatağın üstüne yerleştirdi, yanına da Nonomiya’yı dikti; onu ve kardeşini iki üç kez konuşturdu, ama kızın ağabeyi bu sahne için yetersiz kalmıştı; bu yüzden hayalinde onun yerine kendisini geçirdi ve kıza şevkatle yardım etti. O esnada bambuluğun ötesinden bir buharlı tren, düdüğünü öttürerek geçti. Temelleri yıprandığı için mi, toprağı gevşek olduğu için midir bilinmez, oda biraz sallandı.
Sanşiro hastabakıcılık etmeyi bırakıp odaya bakındı. Eski bir binaydı, sade ahşaptan kolonları zarifti. Ama kâğıt kaplı kapısı yuvasına tam oturmuyordu. Tavanı simsiyahtı. Sadece lambası bu çağa aitti. Heves edip böyle bir ev tutmak, feodal devirden kalma bambuları seyrederek yaşamak, Nonomiya gibi bir zamane âlimine çok uygun düşüyordu. Eğer sahiden heves yüzünden bu yeri tutmuşsa bu Nonomiya’nın bileceği işti; ama zaruretten ötürü buraya sığınmışsa, bu çok üzücüydü. Sanşiro’nun duyduğuna göre, o kademedeki bir öğretim görevlisi, üniversitesinden ayda elli beş yenden fazla maaş almazdı. Nonomiya özel bir okulda da ders veriyordu, bunun sebebi mecburiyet olsa gerekti. Bunun üstüne kız kardeşinin hastaneye yatışı eklenince, adamın derdi başını aşmıştı. Ookubo’ya taşınması da, ihtimal ki böylesi ekonomik nedenlerden ötürüydü.
Gece yeni yeni çöktüğü halde, buralar daha şimdiden çok sessizdi. Bahçeden böceklerin sesleri geliyordu. Tek başına oturunca, güz başının hüznü insanın üstüne çöküyordu. O sırada uzak bir yerden birisi, “Aaaah, birazdan olacak!” diye seslendi. Ses galiba evin arka cephesinin baktığı yönden geliyordu, ama çok uzaktan duyulduğu için Sanşiro emin olamadı. Ses hemen kesilmiş, Sanşiro’nun kulak kabartıp sesin hangi taraftan geldiğini kestirme şansı olmamıştı. Fakat Sanşiro’nun kulağına bu tek cümlecik, her şeyi terk etmiş, hiç kimseden cevap beklentisi kalmamış birinin kendi kendine konuşması gibi gelmişti. Sanşiro ürperdi. O sırada, yine bir buharlı trenin gürültüsü uzaklarda yankılandı. Bu ses perde perde yaklaşıp bambuluğun oradan geçerken, önceki trenden bir kat daha yüksek gürültü çıkartıp gitti. Odanın sallanması bitene kadar donakalan Sanşiro, ansızın şimşek gibi bir ilhamla, deminki haykırışla şimdiki tren sesi arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurdu. Derhal ayağa fırladı. Farkına vardığı sebep sonuç ilişkisi, onu öylesine sarsmıştı.
Sanşiro, o an kımıldamadan oturup bekleyemeyeceğini anladı. Rahatsızlıktan kıvranmaya başlamıştı. Kalkıp tuvalete gitti. Pencereden dışarı göz attı; yıldızlı göğün altında, toprak bayırın üstünde uzanan demiryolu ölüm sessizliğine bürünmüştü. Yine de pencerenin bambu parmaklıklarının arasından burnunu uzatıp karanlığa dikkatle baktı.
İstasyon tarafından, ellerinde Çin feneriyle[42 - İçine mum konulan, kâğıttan yapılmış fener. (ç.n.)] yürüyen birkaç adam, rayların üstünden ilerleyerek bu tarafa doğru geliyordu. Seslerine bakılırsa üç dört kişiydiler. Raylar boyunca yürüdüklerinde, toprak şev[43 - Demiryolunun önüne alçak bir tepe çıktığında raylar, genellikle bu tepenin ortasına kazılan bir hendekten geçirilir. Bu hendeğin kenarlarına “şev” adı verilir. (ç.n.)] fenerlerinin ışığını gizledi; bambuluğun yanından geçerken Sanşiro onların sadece konuşmalarını işitiyordu. En azından söyledikleri bir şeyi, sanki yanı başında konuşuluyormuşçasına net duyabildi: “Biraz ileride.”
Ayak sesleri uzaklaştı. Sanşiro bahçeye gidip takunyalarını ayağına geçirdi, adamların peşinden koşturdu; bambuları geçti, bir adam boyundaki toprak şevden indi ve Çin fenerinin peşinden gitti.


Daha beş altı adım gitmemişti ki, başka birisi daha şevkli koşarak indi ve yanına gelerek, “Birini tren mi çiğnedi?” diye sordu.
Sanşiro cevap vermeyi denedi, ama ağzından ses çıkmadı. Karaltı adam çok beklemedi, yanından geçip gitti. Sanşiro onun peşinden giderken, Nonomiya’nın komşularından biriydi herhalde, diye düşündü. Elli metre kadar yürümüştü ki, Çin fenerlerinin durduğunu gördü. İnsanlar da durmuştu. Adamlar, fenerlerini uzatmış sessizce duruyordu. Sanşiro, sessizce fenerlerin aydınlattığı yere baktı. Işığın altında yarım bir ceset vardı. Tren, sağ omuzundan başlayıp memelerinin altından kalçasının üstüne kadar jilet gibi ikiye ayırmıştı cesedi; çaprazlamasına böldüğü gövdenin alt kısmını alıp götürmüştü. Yüzünde sıyrık bile yoktu. Genç bir kadındı.
Sanşiro o an hissettiklerini ömür boyu hatırlayacaktı. Hemen gideyim buradan, diye düşünüp topukları üstünde dönmeyi denedi ama ayaklarına kramp girmişti adeta, onları kımıldatamıyordu. Toprak şevi tırmanıp eve dönebildiğinde, kalbi göğsünde çırpınmaya başladı. Su almak için hizmetçiye seslendi, hizmetçi -ne talihli ki- hiçbir şeyin farkında değildi. Bir süre sonra, komşu evlerden telaşlı gürültüler geldi. Sanşiro, demin rastladığı adamın evine döndüğünü anladı. Sonra şevin altından mırıl mırıl konuşmalar duyuldu. Bu konuşmalar kesilince etraf sessizleşti. Neredeyse dayanılmaz bir sessizlikti bu.
Az önce gördüğü kadının çehresi, Sanşiro’nun gözünün önünden gitmiyordu. İnsan o yüzü, “Aaaah!” diyen o zayıf sesi ve bu iki şeyin arasında bir yerlerde saklı zalim kaderi peş peşe düşününce, hayat denen ve sağlam sanılan şu geçici varoluşun farkına bile varılmaksızın çözünebileceğini, her an karanlığa gömülüp gidebileceğini düşünüyordu. Sanşiro öyle korkmuştu ki, tüm arzular ve istekler aklından silinmişti. Sadece, trenin düdüğünü öttürdüğü bir tek an… O ana kadar kesinlikle yaşıyordu.
Sanşiro birden, trende kendisine beyaz şeftali veren adamın, “Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” dediğini anımsadı. Ürkütücü dediği halde, adam son derece sakindi. Demek ki Sanşiro da ağzıyla “ürkütücü, ürkütücü” derken, ayağıyla güvenli bir zemine basmaya gayret ederse, günün birinde öyle bir adama dönüşebilirdi. Belki de dünyanın üzerinde duran ve dünyayı gözlemleyen insanlar, bu noktada kendilerine bir eğlence buluyordu. O adamın beyaz şeftali yiyişinden, Aokido’da çay içişinden, sigarasını tüttürüp, çayını içip, dümdüz boşluğa bakan halinden, böylesi bir şahsiyet olduğu belliydi. O bir eleştirmendi. Sanşiro, bunu düşünürken “eleştirmen” sözcüğünü farklı bir anlamda kullanmıştı. Ama sözcüğün çok uygun düştüğünü hissetti. Ayrıca, “Acaba gelecekte ben de eleştirmen olarak yaşasam mı?” diye düşündü. O korkunç ölü çehreyi görünce, içinde böyle bir istek doğmuştu.
Sanşiro gözlerini odanın köşesindeki masada, masanın önündeki sandalyede, sandalyenin yanındaki kitaplıkta, kitaplığa özenle dizilmiş Batılı kitaplarda gezdirdi ve bu sakin çalışma odasının sahibinin, tıpkı o eleştirmen gibi, ne kadar tehlikesiz ve mutlu bir hayat sürdüğünü düşündü. Işığın basıncını ölçmek, hiçbir kadının trenin önüne atlamasına yol açmazdı. Bu evin sahibinin kız kardeşi hastaydı. Ama bu hastalığı ona ağabeyi vermemişti. Kız, hastalığa kendi başına tutulmuştu. Sanşiro, aklından böyle düşünceler geçire geçire saati on bir etti. Nakano hattındaki tramvaylar bu saatten sonra işlemezdi. “Yoksa kızın hastalığı kötüleşti de, Nonomiya o yüzden mi dönmedi?” diye endişelendi Sanşiro. Tam bu sırada Nonomiya’dan bir telgraf geldi: “Kız kardeşim iyi. Yarın sabah dönerim.”
İçi rahatlayarak döşeğine uzansa da, Sanşiro’yu berbat rüyalar bekliyordu. Rüyasında, tren tarafından ezilerek ölmeyi tasarlamış o kadın, Nonomiya’yla ilişkisi olan bir kadındı ve Nonomiya bunu bildiği için eve dönmemişti. Sırf Sanşiro’yu rahatlatmak için telgraf göndermişti. “Kız kardeşim iyi,” demesi de yalandı. Bu gece kadının çiğnenip öldüğü saatlerde, Nonomiya’nın kardeşi de ölmüştü. Üstelik o kız kardeş, Sanşiro’nun gölet kıyısında gördüğü kızdı.
Sanşiro, ertesi sabah hayatında hiç uyanmadığı kadar erken bir saatte uyandı.


Rahatsızca uyuduğu yere bakarak bir sigara içti, geceki olaylar ona rüya gibi geliyordu. Verandaya çıkıp çatının kenarından göğe baktı, bugün hava iyi olacağa benziyordu. Gök, şafağın yeni söktüğünü gösterir renkteydi. Kahvaltısını bitirip çayını içti, verandaya bir sandalye çıkarıp gazetesini okumaya başladığında Nonomiya, söz verdiği üzere, çıkageldi.
“Dün buralarda birini tren ezmiş,” dedi. İstasyonda bir şeyler duymuştu anlaşılan. Sanşiro, yaşadığı deneyimi hiçbir detayı atlamadan anlattı.
“Nadir bir vaka. İnsanın başına pek gelmez böyle şeyler. Keşke ben de evde olsaymışım. Artık cesedi kaldırmışlardır herhalde. Gitsem de göremem.”
Sanşiro, “Tabii ki göremezsiniz,” diye karşılık verdi, ama Nonomiya’nın aldırmazlığına şaşmıştı. Sanşiro, bu duygusuzluğun geceyle gündüz arasındaki farktan öte geldiğine hükmetti. Işık basıncını ölçen bir adamın huyunun, bu tür durumlarda tavrına aynen yansıyacağı hiç aklına gelmedi. Herhalde gençliği yüzünden.
Sanşiro, mevzuyu değiştirip hastanın durumunu sordu. Nonomiya’nın verdiği cevaba göre, önceden tahmin ettiği gibi, hastada hiçbir değişiklik yoktu. Sadece beş altı gündür onu görmeye gitmediği için, kardeşi ihmal edildiğini düşünmüş ve can sıkıntısından kurtulmak için abisine olta atmaya karar vermişti. “Günlerden pazar olduğu halde gelmemesi çok zalimce,” diye düşünüp öfkelenmişti. Nonomiya, “Benim kız kardeşim salaktır,” dedi. Galiba kardeşini sahiden salak buluyordu. “Ben bu kadar meşgulken zamanımı boşa harcaması aptallık,” diye düşünüyordu. Ama Sanşiro, adamın kız kardeşine neden “salak” dediğini anlamadı. Kız kardeşi ağabeyini telgraf gönderecek kadar özlemişse, bir iki pazar gecesini onunla geçirmek neden kötü olsundu ki? Böyle bir kardeşle beraber geçirilen zaman, gerçekten yaşamaya ayrılmış zamandı; o zamana kıyasla, bir bodrumda ışık deneyleri yaparak geçirilen günler boşa harcanmış sayılırdı. Sanşiro, Nonomiya’nın yerinde olsaydı, çalışmalarını kız kardeşi için aksatmayı dert etmez, hatta bundan mutlu olurdu. Duyguları halen dünkü intiharın etkisi altında olsa da, o esnada trenin ezdiği kadın aklından çıkmıştı.
Nonomiya, “Dün gece pek dinlenemedim ama uykusuzluğun beni etkilemesine izin vermemeliyim,” dedi. “Neyse ki bugün, öğleden sonra Vaseda’daki okula gittiğim gün, üniversitedeki boş günüm. Okula gidene kadar uyuyayım bari,” diyordu. Sanşiro, “Epey geç saate kadar ayakta mı kaldınız?” diye sorunca, “Aslında bakarsan, eskiden öğretmenim olan Hirota adlı kişi, kız kardeşimi ziyarete gelmişti, ona rastladım. Üçümüz sohbete daldık ve o arada son tramvayın saatini kaçırdım, mecburen geceyi hastanede geçirdim. Aslında Hirota’nın evinde kalmam daha uygun olurdu ama kız kardeşim, yine mızmızlık edip ille de hastanede kal diye inatlaştı; çaresiz daracık bir yerde yattım ama o kadar konforsuzdu ki, uyuyamadım. Kardeşimin ahmaklıkları işte,” diye yine kız kardeşine saldırdı. Sanşiro eğlenmişti. Kızın avukatlığını yapmaya niyetlendi, ama söze nereden gireceğini bilemedi ve vazgeçti.
Onun yerine, Hirota hakkında sorular sordu. Sanşiro, bugüne kadar Bay Hirota’nın ismini üç dört defa duymuştu. Ve “Beyaz Şeftali” hocaya, Aokido’da gördüğü hocaya, içinden Hirota’nın ismini yakıştırmıştı. Sonrasında, kampüs kapısının orada yaramaz atın azizliğine uğrayıp Kitadoko denen dükkânın çalışanlarınca gülünen adamı da, Hirota Hoca olarak düşünmüştü. Şimdi Nonomiya’nın anlattıklarını dinlerken, o at vakasındaki hocanın sahiden Hirota olduğunu keşfetti. Bu yüzden, beyaz şeftali yiyen adamın da kesinlikle aynı hoca olduğuna karar verdi. Düşünürseniz, bunun biraz zorlama bir teori olduğunu anlarsınız.
Ayrılacağı sırada, “Hazır gitmişken, öğleye kadar şunu da hastaneye bırakır mısın?” diye eline ince bir kimono tutuşturuldu. Sanşiro çok mutlu olmuştu.


Sanşiro o gün, dört köşeli yeni bir şapka takıyordu. Bu şapkayı takarak hastaneye gidebileceği için kendini biraz özel hissetti. Aydınlık bir yüzle Nonomiya’nın evinden çıktı.
Oçanomizu’da tramvaydan inip, hemen bir çekçek arabasına bindi. Bu, normalde Sanşiro’dan hiç beklenmeyecek bir hareketti. Güle oynaya Kızıl Kapı’ya yaklaştığı sırada, hukuk ve edebiyat fakültesinin zili çaldı. Başka zaman olsa, Sanşiro şimdi elinde defterle ve mürekkep hokkasıyla sekizinci sınıfa giriyor olurdu. Bir iki dersi kaçırsam bile önemli değil diye düşünerek, çekçeği dosdoğru Aoyama dahiliye kliniğinin kapısına götürdü.
“Kapıdan girince ikinci köşeden sağa dönüp koridorun sonundan sola sapınca doğu tarafında kalan oda,” tarifine göre yürüyerek hedefine vardı. Kapıya siyaha boyalı bir tabela tutturulmuştu, üzerine kana[44 - Japonya’ya özgü hece yazısı. Özel adları bu yazıyla yazmak ve okumak daha kolaydır. (ç.n.)] ile “Yoşiko Nonomiya” diye yazılmıştı. Sanşiro bu ismi gördüğü halde, bir süre kapının önünde oyalandı. Köylü olduğu için, kapıyı çalmak gibi medeni bir şeyi yapmadı.
“Bu odadaki kişi Nonomiya’nın kız kardeşi, Yoşiko diye bir kız.” Sanşiro böyle düşünerek dikildi. Kapıyı açıp onun yüzünü görmek istiyor ama aynı zamanda görüp de düş kırıklığına uğramaktan korkuyordu. Korkuyordu; çünkü kafasının içinde dolaşan kızın suratı, Bay Sohaçi Nonomiya’ya hiç mi hiç benzemiyordu.
Arkasından bir hemşirenin sandalet sesleri yaklaşıyordu. Sanşiro pat diye kapıyı yarısına kadar açtı ve içerideki kızla göz göze geldi. (Kıza bakarken, tek eli halen kapı kolunun üstündeydi.)
Gözleri iri, burnu ufak, dudakları ince, alnı tas gibi geniş, çenesi sivrice bir kızdı. Yüz hatları bundan ibaretti. Ama Sanşiro, bu yüzde o esnada beliren, bir anlık ifadeyi hayatında ilk defa görüyordu. Solgun alnından başlayan ve serbestçe dökülen simsiyah saçları omuzlarının ardında kayboluyordu. Bu saçlara, doğuya bakan pencereden içeri giren sabah güneşi arkadan aksediyor; saçlarla ışığın teması ettiği çizgi, mora çalan bir ışıltıyla parlıyordu. Sanki kızın başına nur inmiş gibiydi. Buna karşın, kızın yüzü de alnı da karanlıktaydı. Hem karanlıktı, hem de solgun. Ve bu yüzde, uzaklara dalıp gitmiş gözler vardı. Hani gökte hareketsiz bir bulut vardır. Ama kımıldamadan da duramaz ve usul usul sürüklenir. Kız Sanşiro’nun yüzüne bakarken gözlerinde işte böyle bir bakış vardı.
Sanşiro bu yüzde, hem yorgun bir melankoliyi hem hastalığın örtemediği bir enerjiyi birlikte görmüştü. Gördüğü bu birliktelik Sanşiro’ya göre, insanlığın asaletinden bir parçaydı. Sanşiro, çok önemli bir şeyi keşfettiğini hissediyordu. Eli kapı kolunu tutar vaziyette, kafasını kapı aralığından odanın içine uzattığı o anda hissettiği bu duyguya kapılıp gitmişti.
“Giriniz.”
Kız, sanki Sanşiro’nun geleceğini biliyormuş gibi konuşmuştu. Sesinde yeni tanışılan bir kadından umulmayacak sakin bir ton vardı. Böylesi bir ses, ya tertemiz bir kız çocuğundan ya da genci yaşlısıyla, pek çok erkeği tanıyan olgun bir kadından çıkabilirdi. Yılışık bir konuşma tarzı değildi. Sanki eski bir dostu selamlar gibiydi. Kız, zarif yanaklarını kımıldatarak gülümsedi. Solgun tenine tatlı, sıcak bir renk yayıldı. Sanşiro’nun ayakları, kendiliğinden odanın içine doğru hareket etti. O an genç adamın kafasından, uzak memleketindeki anasının hayali gelip geçti.


Kapıyı örtüp yüzünü odaya döndüğünde elli yaşlarında bir kadın Sanşiro’ya selam verdi. Bu kadın, Sanşiro’nun gövdesi henüz eşiğin öbür yanındayken oturduğu yerden kalkmış ve onun içeri girmesini beklemişti. Kadın, “Siz Bay Ogawa mısınız?” diye sorarak Sanşiro’yu kendini tanıtmak zahmetinden kurtardı. Yüzü Nonomiya’nın yüzüne benziyordu. Kızının yüzüne de benziyordu. Lakin benzerlik sadece yüzlerdeydi. Sanşiro kendine emanet edilen paketi uzatınca, kadın verilen şeyi alıp teşekkür etti, “Buyrun,” diyerek sandalyeyi gösterdi. Kendisi de yatağın diğer ucuna geçti.
Yatağın üstüne serili şilte bembeyazdı. Şilteye serili örtü de bembeyazdı. Kız bu örtünün yarısını çaprazlama katladı, örtünün kalın görünen yerinden kaçınır gibi, sırtını pencereye vererek oturdu. Ayakları zemine ulaşmıyordu. Elinde örgü şişleri tutuyordu. Bir yün yumağı, yatağın üstünden yere yuvarlandı. Kızın elinden kırmızı bir iplik uzanıyordu. Sanşiro, yatağın altından yumağı alsam mı diye düşündü; ama kız yumağı umursarmış gibi görünmediği için bunu yapmaya çekindi.
Kızın annesi, odanın diğer yanından birkaç kez, geçen geceki yardımı için Sanşiro’ya teşekkür etti. “Onca işinizin arasında…” falan diyordu. Sanşiro, “Sorun değil, zaten boş vaktim vardı,” dedi. İkisi konuşurken Yoşiko susuyordu. Konuşmaya ara verdiklerinde aniden, “Geceki intihar olayını görmüşsünüzdür,” dedi. Sanşiro, odanın köşesinde duran gazeteyi fark etti.
“Evet,” dedi.
Kız, “Çok korkmuşsunuzdur, değil mi?” diyerek boynunu biraz yana eğdi ve Sanşiro’yu süzdü. Kızın boynu, ağabeyininki gibi uzundu. Sanşiro, korkup korkmadığını söylemeden kızın boynunu bükmüş halini seyretti. Sessizliğinin bir sebebi, sorunun çok safça, bu yüzden de cevaplaması zor oluşundandı. Sessizliğinin diğer nedeni, cevap vermeyi unutmasıydı. Kız onun bakışlarını fark etmişti, hemen boynunu düzleştirdi. Ve solgun yanakları biraz kızardı. Sanşiro, “Artık gitsem iyi olur herhalde,” diye düşündü.
Selam vererek odadan çıktı, ön kapının karşısına gelip ileriye baktığında, koridorun ucundaki aydınlık ve kenarları ışıkla çizilmiş dörtgen şeklindeki çıkışın önünde, göletten tanıdığı kadını gördü. Sanşiro afallamıştı, yürürken tökezledi. O an, saydam havadan bir tuvale gölgelerle çizilmiş kadın, ona doğru bir adım attı. Sanşiro da davet edilmişçesine ilerledi. İkisi, düz koridorun bir yerinde karşılaşmalarını buyuran kaderin buyruğuyla, birbirlerine yaklaştılar. Ama kadın birden döndü. O, sadece, dışarıdan gelen ışığın içinde, yeni başlamış güz mevsiminin yeşilliklerini görüyordu. Dönüp giden kadının gözlerinden bakınca, koridorun dörtgen çerçevesinde beliren hiçbir şey yoktu; kadının bakışını karşılayacak kimse de yoktu. Sanşiro, o saniyelerde kadının siluetini ve kıyafetini aklına kazıdı.
Kadının kimonosunun rengine ne diyeceğini bilemedi. Üniversitedeki göletin suyuna, her dem yeşil bir ağacın bulanık aksi düştüğünde nasıl görünürse, işte öyle bir renkti. Kimonoda, en yukarıdan başlayıp ta aşağıya kadar inen parlak şeritler vardı. Bu şeritler dalgalanıyor, birbirine yaklaşıp uzaklaşıyor, yan yana gelip kalınlaşıyor, tekrar ayrılıp iki şerit oluyordu. Şeritler gelişigüzel hareket ediyordu ama hareketlerinde yine de bir düzen vardı. Kimono, üst yarısının ortasından geçen geniş bir kuşakla ikiye ayrılmıştı. Kuşağın sıcak bir görüntüsü vardı. Herhalde, sarı renk içerdiği içindi.
Kadın döndükten sonra, sağ omuzunu geriye atıp sol elini kalçasına yaslayarak yürüdü. Elinde mendil vardı. Mendilin parmaklarının arasından taşan kısmı çiçek gibi açılmıştı. İpektendi herhalde. Kadının belden aşağısının duruşu düzgündü ve edepli olduğu izlenimi uyandırıyordu.


Kadın tekrar Sanşiro’ya doğru döndü. Yere bakarak Sanşiro’ya doğru iki adım yürümüştü ki, birden başını geri attı ve karşısındaki erkeği gördü. Gözleri geniş, göz kapakları kıvrımlıydı.[45 - Doğu Asya’da çoğu insanın göz kapaklarının ortasında, çizgi şeklinde bir deri kıvrımı vardır. (ç.n.)] Bakışları sakindi. Çarpıcı kara kaşlarının altında, gözleri ışıl ışıldı. Ağzını araladığında, güzel dişleri meydana çıktı. O dişler ve o ten rengi, Sanşiro’da unutulmaz bir izlenim bırakmıştı.
Beyaz pudrayla hafif bir makyaj yapmıştı. Ama yüzünün rengini örten, zevksiz bir makyaj değildi bu. Narin tenine güzel bir renk katacak şekilde, çok hafifçe sürmüştü pudrayı. Yüzünü beyaza boyamış değildi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403477?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Japoncada önce kişinin soyadı yazılır. Natsume yazarın soyadı, Sōseki ise adıdır.

2
Geleneksel bir Japon şiir türü. Masaoka Shiki, en ünlü haiku şairlerindendir.

3
Anadolu’da da uygulanan bardak çekme, Uzakdoğu kökenli bir tedavi yöntemidir. (ç.n.)

4
Japonya’nın güney ucundaki Kyuşu adasının iklimi çok güneşli ve bronzlaşmaya müsaittir. (ç.n.)

5
Japonya’nın doğu sahil şeridini takip eden demiryolu hattı. (ç.n.)

6
Kyoto’da, sağlık için ziyaret edilen bir Budist tapınağı. (ç.n.)

7
Çin’de liman. Batı dünyasında daha ziyade Port Arthur olarak biliniyordu. 1904-1905 Japon-Rus savaşı sırasında en çetin çatışmalar, bu şehrin civarında yaşanmıştır. (ç.n.)

8
Doğu Çin’de liman. Bir Rus kolonisiyken, Japon-Rus harbinden sonra Japon denetimine girdi. (ç.n.)

9
Kelime anlamıyla “Yeniköprü”, o yıllarda Tokyo’nun kalbi sayılan mahalle. (ç.n.)

10
Japon konukevlerinde birinci sınıf odalara Çam, ikinci sınıf odalara Bambu, üçüncü sınıf odalara Erik denirdi. (ç.n.)

11
Aslında 21 veya 22 yaşında. Eski Japon hesabına göre insan yeni yaşına doğum gününde değil, yılbaşında girerdi. Yaşlar sıfırdan değil, birden başlanarak sayılırdı. Aralık’ta doğmuş bebek, Ocak’ta iki yaşına basmış sayılıyordu. Lise eğitimi 5 yıldı ve 21, üniversiteye girmek için olağan yaştı. (ç.n.)

12
Japonca “çiçek”. Sanşiro, Japonya’daki en yaygın ve klişe kız ismini yazıyor. (ç.n.)

13
Büyük banyo havluları kastediliyor. (ç.n.)

14
Şeker içeren bir tür baklagil yemeği. (ç.n.)

15
O yıllarda pek çok Japon, geleneksel tahta takunyaları Batı tarzı kunduraya tercih ediyordu. (ç.n.)

16
Orijinal metinde Sennin: Çin / Japon mitolojisinde ölümsüzlüğün sırrını bulmuş bilgelere verilen ad. Bazı efsanelere göre, bilgelerin ölümsüzlük kaynağı sihirli bir şeftalidir. (ç.n.)

17
Japon şair Noboru Masaoka (1867-1902), “Şiki” (Guguk) mahlasıyla yazardı. (ç.n.)

18
O yıllarda Japonya’da sadece birkaç üniversite vardı ve bunların çoğu Tokyo’daydı. Taşralı Sanşiro, üniversiteli olmayı büyük bir başarı sayıyor ve karşısındakinin kayıtsızlığına şaşıyor. (ç.n.)

19
Soseki nükte yapıyor. Japon yazısıyla “Kamasu” (baraküda) diye yazarken kullanılan karakter, “misyoner” sözcüğü yazılırken kullanılan karaktere benzer. Ve balık, Hıristiyanlıkta Mesih’i simgeler. (ç.n.)

20
Japonların zaferiyle biten savaş, ekonomik anlamda önemli bir kazanç getirmese de Japonya’ya dünya çapında büyük prestij sağlamış ve Japonlara özgüven vermişti. (ç.n.)

21
Kelime manasıyla “Halka İçi”. O dönemin önemli bir alışveriş bölgesi. (ç.n.)

22
İmparator Meiji’nin saltanat çağı (1868-1912) Japonya için hızlı bir modernleşme devri oldu. Nice Batılı fikir akımı ülkeye bir anda geldi ve bunlar özümsenene kadar tuhaf bir keşmekeş yaşandı. Örneğin Japon mimarisi barok, rokoko ve oryantalist tarzların her birini üç beş yıl deneyip terk etti. (ç.n.)

23
Tokyo oldukça sıcak bir iklime sahiptir. (ç.n.)

24
1884’te bu kapı yanında yapılan kazıda tarihi eserler bulundu. Eserler Japonların Asya anakarasından gelen atalarınca kurulmuş ilk uygarlıktan kalmaydı. Bu uygarlık halen “Yayoi Kültürü” diye anılır. (ç.n.)

25
Bu sözle kısmen at arabaları, ama daha ziyade el arabaları ve çekçekler kast ediliyor. (ç.n.)

26
Japoncada “Akamon“. Tokyo Üniversitesi’nin girişlerinden biri. (ç.n.)

27
Japoncada “çelişki, paradoks” manasında kullanılan Mujun, kelime anlamıyla “Mızrak ve Kalkan” demektir. Delici gücü sonsuz bir mızrak ve dayanıklılığı sonsuz bir kalkanın karşılaştığını hayal edin. (ç.n.)

28
Ömrünün çoğunu Japonya’da geçirmiş Alman hekim. Japonya Uyanıyor adında bir kitabı vardır. (ç.n.)

29
Üniversitenin yakınında bir semt, burada (Sanşiro’nun da kaldığı) bir öğrenci yurdu vardı. (ç.n.)

30
Ueno: Tokyo’da bir semt. Burada 540 dönümlük bir park bulunmaktadır. (ç.n.)

31
1638’dan 1854 yılına dek Japonya kendini dış dünyaya kapattı. Yabancıların ülkeye gelmesi yasaktı. 1854’te, Amerikan savaş gemilerinin Uraga limanına gelmesiyle bu izolasyon devri sona erdi. (ç.n.)

32
Japon takunyası, iki ahşap platform üstünde durur. Diş sözüyle bunlar kastediliyor. (ç.n.)

33
Fransa kralı (Egemenlik Dönemi 1853-1870) (ç.n.)

34
Köri, Japonya’da bir baharatın değil; bu baharatla yapılan et yemeğinin adıdır. (ç.n.)

35
Savunma disiplini Aikido ile alakası yoktur. Aokido, o yıllarda öğrencilerin sık uğradığı bir kafeydi. İsmi, “Mavi Ağaç Salonu” anlamına gelmektedir. (ç.n.)

36
Kelime anlamıyla “Japonya Köprüsü”. Eskiden Japonya’daki tüm yollar Tokyo’ya, Tokyo’daki tüm yollar bu köprüye bağlanırdı. Dolayısıyla Nihonbaşi, bir bakıma Japonya’nın kalbiydi. (ç.n.)

37
Geleneksel tarzda inşa edilmiş, komedyenlerin ve hikâye anlatıcılarının sahne aldığı salon. (ç.n.)

38
Meddahlığa benzer bir hikâye anlatma sanatı. Kosan, anlatıcının gerçek adı değil, sahne adıdır. (ç.n.)

39
Sıcak havalarda giyilen hafif kimono. (ç.n.)

40
Eski Tokyo’da bir akarsu ve bu akarsuyu geçen köprü. Oçanomizu, “Çay Suyu” demektir. (ç.n.)

41
Tatami: Japonya’ya özgü hasır kilim. Eskiden evlerin çoğu odası bu kilimlerle kaplanırdı ve evlerin genişliği döşemedeki kilim sayısıyla ölçülürdü. Sekiz kilim, on üç metrekareye eşittir. (ç.n.)

42
İçine mum konulan, kâğıttan yapılmış fener. (ç.n.)

43
Demiryolunun önüne alçak bir tepe çıktığında raylar, genellikle bu tepenin ortasına kazılan bir hendekten geçirilir. Bu hendeğin kenarlarına “şev” adı verilir. (ç.n.)

44
Japonya’ya özgü hece yazısı. Özel adları bu yazıyla yazmak ve okumak daha kolaydır. (ç.n.)

45
Doğu Asya’da çoğu insanın göz kapaklarının ortasında, çizgi şeklinde bir deri kıvrımı vardır. (ç.n.)
Sanşiro Natsume Soseki

Natsume Soseki

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sanşiro, benim en sevdiğim kitaplardan biri.

  • Добавить отзыв