Gönül
Natsume Soseki
Genç bir üniversite öğrencisi, tatil yerinde tanıştığı ve “hocam” diye söz ettiği adamla günden güne güçlenen bir dostluk kurar. Yıllardır taşıdığı sırrın ağırlığıyla kendini dış dünyaya ve hayata kapatan hoca, yavaş yavaş genç dostuna içini dökmeye başlar. Natsume Soseki, bu iki karakterin ilişkisini ve gencin hocasını anlama çabasını anlatırken yirminci yüzyılın başlarında Japonya’da gerçekleşen kültürel değişimin sonucunda doğan kuşaklar arası farklılıklara da ışık tutuyor.
Dostluklar, aile ilişkileri ve insanı ebedi yalnızlığından kurtarabilecek her şeyi irdelerken insanoğlunun karmaşık ruhsal durumuna unutulmayacak bir incelikle yaklaşıyor.
Natsume Soseki, modern Japon romancılığının sembol ismi.
– Haruki Murakami
Natsume Sōseki
Gönül
Çevirmenin Önsözü
Natsume Sōseki (9 Şubat 1867-9 Aralık 1916)
Japon romancı, eleştirmen ve İngiliz edebiyatı araştırmacısı. Meiji döneminin en önemli romancılarındandır. Başlıca eserleri arasında Gönül (Kokoro), Küçük Bey (Botchan), Ben Bir Kediyim (Va ga hai ha neko de aru) ve Sanşiro yer alır.
Natsume Sōseki’nin Japonya’sı: Meiji Dönemi
Asıl adı Natsume Kinnosuke olan Natsume Sōseki, 2 şubat 1876’da Tokyo’da ya da o zamanki adıyla Edo’da dünyaya geldi. Bu yıl, yüzyıllar boyunca dışarıya kapılarını sıkı sıkıya kapatmış Japonya’nın, biraz da Amerika Birleşik Devletleri’nin dayatmasıyla dünyaya açıldığı Meiji döneminin başlarına tekabül eder. Bu değişim, tıpkı vadiye sıkışmış bir nehrin bir yolunu bulup tazyikle fışkırması gibidir. O zamanın Japonya’sında hayatın her köşesi bu tazyikli selden nasibini almaktaydı; ama en büyük değişim şüphesiz Tokyo’da oluyordu. Bu selin getirdiği yeni şeyler de, götürdüğü eski şeyler de olmuştu. Meiji dönemi aynı zamanda Feodal Japonya’nın nihayet tek bir imparatorluk çatısı altında toplandığı dönemdir. Başrollerini Tom Cruise ve Ken Watanabe’nin paylaştığı “Son Samuray” adlı filmde, (her ne kadar tarihi gerçeklerin dışında da olsa) dramatik bir şekilde canlandırıldığı üzere bu dönem, işlevini yıldan yıla yitiren samuraylık müessesesinin de sonunu getirmiştir.
Sokaklarda kimonolu ve takunyalı insanların arasına fötr şapkalı ve ceketli insanlar karışmaya başlamış, ahşap Japon tarzı binaların yanında tuğladan Batı tarzı evler bitmiş, bu evlerin içinde masa sandalye gibi Batı tarzı mobilyalar yerlerini almış, taşıt trafiği için fazlaca dar ve yokuşlu olan yollar düzleştirilip genişletilmiş ve buradan çekçeklerin yanı sıra tramvaylar da geçmeye başlamıştır. Bu dönemde Japonya, Batı medeniyetlerinin yüzyıllar sonunda ulaştığı seviyeye koşar adımlarla ve aceleyle birkaç yılda yetişme gayretindeydi.
Çocukluğu ve Gençliği
Böyle bir dönemin içine doğmuş, bu dönemin getirdikleriyle yoğrulmuş Kinnosuke Natsume, zengin bir ailenin çocuğu olarak rahat bir yaşam sürmekteydi. Ne var ki henüz on yaşlarındayken, anne ve babası boşanmış ve ancak bu vesileyle aslında, bu iki kişinin gerçek anne babası olmadığını öğrenmiştir. İşin aslı, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğmuşken bir aileye evlatlık verildiğidir. Ne var ki üvey babasının annesini aldatması sebebiyle boşanma vaki olunca eski ailesine geri dönmek zorunda kalmıştır. Gerçek annesiyle ilk defa böylelikle karşılaşabilmiştir. Lakin öz annesine hiçbir zaman anne diye hitap edemediği söylenir. Zaten öz annesi de kısa bir süre sonra, Kinnosuke’ye yeterince annelik edemeden vefat edecektir. Böyle bir çocukluk hayatı geçirmiş olmasının Natsume Sōseki’nin eserlerinde de derin etkileri olduğu söylenebilir.
Her ne kadar ailesi bir mimar olmasını istese de, Natsume Sōseki üniversite yıllarında şair Masaoka Şiki ile tanışmasıyla bir şiir tarzı olan haikuya merak salarak bir daha çıkmamak üzere edebiyat dünyasına girmiştir. Kraliyet Üniversitesi (Şimdiki adı: Tokyo Üniversitesi) İngiliz Edebiyatı bölümünden 1892 yılında mezun olduktan sonra, İngiliz edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak, bir Japon olarak, muhtemelen o zamanın Japonya’sına halen uzak bir alan olan İngiliz edebiyatını çalışıyor olmanın anlamsız olacağını düşünmeye başlamıştır. Bundan iki yıl önce mutsuz biten bir aşk hikâyesi ve bir yıl önce baş gösteren tüberküloz hastalığı da eklenince, sinirleri epeyce zayıflamış ve hassas bir karakter sahibi olmuştur. Ardından Kamakura’da bir Budist rahiple yaptığı meditasyonlarla şifa arasa da bu da bir fayda sağlamamıştır.
Londra Hayatı
Japonya’nın çeşitli yerlerinde öğretmenlik ve öğretim görevliliğini sürdüren Natsume Sōseki, 1900 yılında Japonya devlet bursuyla İngiliz Edebiyatı üzerine ihtisasını sürdürmek üzere İngiltere’ye gönderildi. Böylelikle Japonya devlet bursuyla yurtdışına gönderilen ilk Japon öğrenci oluyordu.
İlk önce gittiği Cambridge Üniversitesi’nde bir gece kaldı. Japonya’dan gönderilen burs, bu okulun harcını karşılamaktan uzaktı. Sonunda Londra Üniversitesi Akademisi’ne (University College London) gitmekte karar kıldı. Daha sonra ise “Üniversitedeki derslerin para ödeyip dinlenecek değeri olmadığını” belirtip bir Shakespeare araştırmacısı olan William James Craig’den özel dersler almaya başladı. Bu durum Gönül adlı romanındaki kahramanın “hocası” hakkında söyledikleriyle ilginç bir benzerlik gösterir.
“Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Velhasıl kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.”
Natsume Sōseki’nin İngiltere’de geçirdiği yıllar ömrünün en acı dönemini oluşturacaktı. Yazar ömrünün bu kesiti için daha sonra şöyle diyecektir:
“İngiliz beyefendilerinin ülkesinde, bir sürü kurt arasında sürten zavallı bir köpek gibiydim.”
Geçim zorluğu ve aşağılık kompleksi neticesi odasına kapanmış ve kitaplarına gömülmüştü. Öyle ki, pansiyon sahibesi aklını yitirdiğinden endişe ediyordu.
Japonya’ya rapor olarak boş kağıtlar göndermesi ve ruh sağlığının bozulduğuna dair söylentilerin memleketine kadar ulaşması neticesince Sōseki derhal geri çağrılmış ve 5 Aralık 1902 tarihinde Japonya’ya geri dönmüştür.
Yazarlık hayatı
Natsume Sōseki, Tokyo’ya geri dönüşünün ardından İngiliz edebiyatı öğretmenliği işini sürdürmüş ve ilk romanı olan Ben Bir Kediyim’i (1905) yazmıştır.
Aslında Sōseki’nin yazarlık hayatı oldukça kısa olmuştur. Bununla birlikte, 37 yaşında bu ilk romanı ile üne kavuşmasının ardından, vefat ettiği 49 yaşına kadarki 12 yıl boyunca Japon edebiyatına kazandırdığı eserleri klasikler arasına girmiştir.
Sōseki 1907 yılında “Asahi” gazetesine girmiş ve kimi romanları bu gazetede tefrika halinde yayımlanmıştır.
Başlıca romanları şunlardır:
1905 Ben Bir Kediyim (Va ga hai va neko de aru)
1906 Küçük Bey (Botchan)
1906 Kusamakura
1908 Sanşirō
1911 Mon
1914 Kōjin
1914 Gönül (Kokoro)
1916 Meian
Son romanı Meian aynı zamanda en uzun romanıdır da. Lakin bu romanı tamamlayamadan bu dünyadan ayrılmıştır. Sōseki yazarlık hayatının son yıllarında mide rahatsızlığı ve sinir zayıflığı sebebiyle yazılarına kısa süreli aralar vermek zorunda kalmıştır.
Sōseki eserlerinde sanat için sanat düsturuna yakın bir duruş sergilemiş (Parnasizm) ve bu yanıyla döneminin romantizm ve natüralizm akımlarından ayrılmıştır. Takip ettiği dünya görüşünü yine kendi icat ettiği ve Türkçeye olağanüstücülük (Teikaishumi[1 - Okunuşu: Teykayşumi]) diye çevrilebilecek bir kelimeyle tanımlamıştır. Bu ifade, sıradan ve amiyane unsurları reddedip sanat ve doğadan zevk almayı temel alan aşkın bir görüşü tanımlıyordu.
Eserlerinde modern insanın iç dünyası, egoizm, aşk ve ihanet gibi temaları işlemiştir. Romanlarında umumiyetle üniversite çağlarında, çeşitli zorluk ve ikilemlerle boğuşan genç kahramanlar yer alır. Japonya’daki Batı tarzı modernleşme ve sonuçları, bireycilik, toplumdan ayrışma, insan doğasına yönelik olumsuz bir bakış açısı eserlerinde sık sık görülür. Yazar aynı zamanda eserlerinde birçok kelime oyunu yapmış, kendi icat ettiği kelimelere sık sık yer vermiş ve yer yer de hicivli bir dil kullanmıştır.
Gönül (Kokoro)
Gönül 1914 yılının 20 Nisan ile 11 Ağustos günleri arasında “Asahi” gazetesinde “Gönül, Hocanın Vasiyeti” adı altında tefrika halinde yayımlanmıştır.
Romanın adı daha sonraki kitap basımlarında Gönül olarak değiştirilmiştir. Kitap, “Ben ve Hocam”, “Ben ve Ailem” ve “Hocam ve Vasiyeti” olmak üzere üç bölümden oluşur. Bir gazetede tefrika halinde yayımlanmış olmasından olacak, bu üç ana bölüm de toplamda yüz on kısma ayrılmıştır.
Romanda hemen hemen hiç özel isim kullanılmayıp karakterler kişi zamirleriyle ifade edilmiştir. Bir karakter içinse isim olarak sadece K harfi kullanılmıştır. Başlıca karakterler şöyledir:
Ben: Romandaki ilk iki bölümün anlatıcısıdır. Genç bir üniversite talebesidir.
Hocam: İlk iki bölümün anlatıcısının “hocam” dediği şahıstır. Son bölümün anlatıcısıdır.
Hanımefendi: Romanda iki hanımefendi vardır. İlk iki bölümdeki hocanın eşi (Şizu) ve son bölümdeki pansiyon sahibesi.
Küçükhanım: Son bölümdeki pansiyon sahibesinin kızı.
K: Son bölümde hocanın arkadaşı.
Bunlardan başka anlatıcının anne, baba, abla, enişte ve abisi, hocanın amcası gibi birkaç alt karakter de bulunmaktadır.
Romanın birinci bölümünde, anlatıcı (ben) ve “hocam” dediği kişinin tanışması ve aralarında gelişen ilişki anlatılmaktadır. Meiji[2 - Okunuşu: Meyci] döneminin Japonya’sında bir üniversite talebesi olan “ben” hocasıyla ilk defa Kamakura’da bir kumsalda karşılaşacaktır. Birçok yönden esrarengiz bulduğu hocasına, kendisinin de tam açıklayamadığı bir sebeple daha da yakın olmak isteyecektir. Birinci bölüm ben ile hocası arasındaki samimiyetin giderek artmasıyla meydana gelecek olayları anlatmaktadır.
İkinci bölümde ise anlatıcının ailesiyle geçirdiği zamandan bahsedilmektedir. Babasının rahatsızlığı ve üniversiteden mezun olması sebebiyle Tokyo’dan ayrılıp memleketine dönen “ben” ile ailesi arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm, “hoca” ile ilgili sır perdesinin aralandığı romanda o âna değin oluşan soru işaretlerinin bir bir ve yavaş yavaş cevap bulduğu bölümdür. Bu bölümde romanın en esrarengiz karakterlerinden biri olan K de sahneye çıkmaktadır.
Sōseki’nin bu romanına ilham kaynağı olduğu söylenen şöyle bir olay vardır:
İmparator Meiji’nin vefatının ardından, sadık Generali Nogi, eşiyle birlikte sadakat intiharına teşebbüs edecektir. Burada sadakat intiharı diye çevirdiğimiz eylemin Japonca adı junşi olup, eski samuray geleneğine göre efendisinin ölümü ardından sadakatin bir ifadesi olarak ona bağlı olan samurayların da intihar etmesi anlamına gelir. Nogi, ölümünün ardından bıraktığı yazıda intihar sebebini anlatmıştır. İmparator güçleriyle isyancılar arasında çıkan bir savaşta General Nogi bayrağını düşmana kaptırmış ve bunun utancıyla intihar etmeyi düşünmüştür. Lakin İmparator’a olan bağlılığı sebebiyle intihar edemeyip İmparator’un vefat edişine kadar geçen otuz küsur yıl boyunca bu arzusunu içine gömmek durumunda kalmıştır. Nihayet İmparator’un vefatıyla intihar etme “özgürlüğüne” kavuşmuştur. Sōseki’nin bu romanında bu vakanın derin etkileri olduğu söylenebilir.
Gönül’ün Çevirisi Üzerine
Küçük Bey’den sonra Natsume Sōseki’nin Türkçeye çevrilen ikinci eseri olan Gönül, Japonca aslından Türkçeye doğrudan çevrilen az sayıda romandan biridir.
Denilebilir ki Türkçede “gönül” gibi gerekli anlam derinliğini haiz bir kelime bulunmasaydı, bu kitabın Türkçe başlığı “Kokoro” olarak kalabilirdi. Zaten İngilizce başta olmak üzere birçok dile yapılan çevirilerinde de başlığın “Kokoro” olarak kaldığını görüyoruz.
Kitap başlığının Türkçesine aday olan “kalp” ve “yürek” gibi kelimeleri bir kenara itip “gönül”ü seçişimizin sebebini İskender Pala’nın aşağıdaki sözleriyle açıklamış olalım.
Gönül, bedenimizde bulunan yürek değildir. Kalp kelimesi de onu tam olarak karşılamaz. Her ne kadar bu üç kelime birbirleri yerine kullanılıp, birbirlerinin anlamlarını ödünç alsalar da (acısı yüreğime işledi, kalbimi kırdın, gönül almak vb.), bugünkü kullanımda “yürek” ziyadesiyle maddî bir et parçasını (yürek-böbrek, kuzu yüreği vb.); “kalp” itina isteyen ve insanın hayat çekirdeği olan yarı soyut bir uzvu (kalp-damar cerrahisi, kalp hastası, kalpsiz adam vb.), “gönül” ise tamamen soyut bir varlığı (Gönül Allah’ın evidir, gibi) nitelemektedir. İnsan anatomisinde duygu ve heyecanlar genellikle kalbe etki eder ve onun atışını hızlandırır. Yani duyguya dönüşen tefekkür kalp denen merkezde biriktiği vakit insan maddeden manaya yükselir. İşte gönül bu mananın adıdır. İnsan kalbe akseden mana ile gönlünü tanır ve kendisinin gönül ile var olduğunu idrak eder (gönlünce yaşamak, gönlüne hoş gelmek, gönlüne göre olmak vb.).
Çevirmenin okurlardan isteği, kitabın ağırlığına yenilmeden ve sabırla okumalarını sürdürmeleridir. Bu amaçla çeviri birçok dipnotla desteklenerek içeriğin daha anlaşılır olması sağlanmıştır. Ayrıca çevirinin ikinci basımında birçok yerde yazım ve dilbilgisi, birkaç yerde de çeviri düzeltmeleri yapılarak eser daha anlaşılır bir hale getirilmiştir.
Sayfalar ilerledikçe yazarın üslubuna alışılacak, düşünsel ve edebi zevk şeklinde bu sabrın semeresi alınacaktır. Aslında eser günümüz dünyasında yaşayan bir Japon için bile eski sayılacak bir dilde yazılmıştır. O zamanın yaşam ve düşünce tarzı kitaba hâkimdir. Her ne kadar öyle olsa da, okuyucunun, bütün bu öğeler içinden yazarın insan gönlüne dair evrensel görüşlerini sağıp çıkarabilmesi gayet mümkündür.
Gönlünüzde iz bırakan bir okuma deneyimi olması dileğiyle…
Birinci Bölüm
Hocam Ve Ben
1
Ona hep “hocam” diye hitap ettim. Bu sebeple burada da sadece “hocam” diye söz edecek ve gerçek ismini açıklamayacağım. Açığa çıkmasından çekinmekten ziyade, böylesi bana daha doğal geldiği için. Ne zaman onu aklımdan geçirsem, hemen “Hocam” diyesim gelir. Elime kalemi aldığımda da aynı duyguya kapılıyorum. Ondan söz ederken baş harflerini kullanma resmiyeti hiç hoşuma gitmez.
Hocamla tanışmamız Kamakura’da[3 - Günümüz Japonya’sında Kanagava bölgesinin Kamakura şehri. Tarihi bir yer olup yazın denize girilebilmektedir. (ç.n.)] gerçekleşti. O zamanlar ben gencecik bir talebeydim. Yaz tatilini değerlendirip denize giden arkadaşımdan “Mutlaka gel,” diyen bir kartpostal alınca, bir miktar para biriktirip gitmeye karar vermiştim. Parayı denkleştirmem ise iki üç günümü almıştı. Ne var ki Kamakura’ya geleli daha üç gün olmuşken, beni oraya çağıran arkadaşım, hemen memlekete dönmesini isteyen bir telgraf aldı. Telgrafta annesinin hasta olduğu yazıyordu ama arkadaşım buna inanmıyordu. Bir süredir ailesi, yakın çevreden bir kızla istemediği bir evlilik yapması için arkadaşıma baskı yapıyordu. Modern anlayışa göre, evlenmek için çok gençti. Dahası söz konusu kişiden de pek hoşlanmamıştı. Bu sebeple yaz tatilinde normalde memleketine dönmesi beklenirken, bile bile bundan sakınıp Tokyo civarlarında vakit geçirmekteydi. Bana telgrafı gösterip “Ne yapmalı?” diye sordu. Doğrusu bilemiyordum. Ama annesi gerçekten hastaysa kesinlikle dönmesi gerekirdi. O da sonunda dönmeye karar verdi. Onca zahmetle gittiğim oracıkta tek başıma kalakalmıştım. Okuldaki derslerin başlamasına daha epeyce zaman olduğu için Kamakura’da kalmakta ya da memlekete dönmekte özgürdüm. Böyle bir durumda bir müddet daha halihazırda müşterisi olduğum pansiyonda kalmakta karar kıldım.
Arkadaşım Çūgoku[4 - Japonya’nın batı kesimine denk gelen bir bölge. (ç.n.)] bölgesinden varlıklı bir ailenin çocuğuydu ve maddi sıkıntısı da yoktu ama genç bir mektepli olması sebebiyle yaşam seviyesi benimkinden pek farklı değildi. Bu yüzden yalnız başıma kalınca daha makul bir pansiyon arama sıkıntım olmamıştı. Pansiyonum, Kamakura gibi bir yer için bile ücra denecek bir konumdaydı. Bilardo ve dondurma gibi modern eğlencelikler için çeltik tarlaları boyunca uzun bir yolu göze almak gerekiyordu. Faytonla gidilse yirmi kuruş tutuyordu. Ama orada burada birkaç müstakil yazlık da vardı. Denize de oldukça yakın olduğundan yüzmeye gitmek için çok elverişli bir konumdaydı.
Her gün denize yüzmeye gidiyordum. Köhne kulübeler arasından geçip kumsala çıkınca, kumsalın “Böyle bir yerde bu kadar şehirli mi kalıyormuş?” diye düşündürecek kadar çok sayıda kadın ve erkekle kaynadığını görüyordum. Kimi zaman denizin siyah başlarla dolup taştığı da oluyordu. İçinden bir kişiyi bile tanımadığım, çevremi saran bu cıvıl cıvıl insan manzarasının ortasında kumsalda uzanıp kendimi dalgalara bırakmak, oralarda öylece dolanmak bir eğlenceydi benim için.
Hocam işte böyle bir karmaşa ânında çıktı karşıma. O zamanlar sahilde iki tane çayevi vardı. Bir vesileyle bunlardan bir tanesine ayağım alışmıştı. Hase[5 - Kamakura’da bir yer ismi. (ç.n.)] bölgesindeki büyük yazlık sahiplerinin aksine, kendilerine ait üst değiştirme yerleri olmayan müşteriler için bu kumsalın çayevlerinde umumi üst değiştirme yeri gibi bir şey bulunması zorunlu olmuştu. Müşteriler burada çay içip vakit geçirmelerinin yanı sıra mayolarını yıkatırlar, vücutlarındaki tuzdan burada arınırlar, şapka ve şemsiyelerini buraya bırakırlardı. Yüzme kıyafetim olmadığından, denize her gidişimde çalınma ihtimaline karşı üzerimdekileri muhakkak bu çayevinde çıkarır olmuştum.
2
Bu çayevinde kendisini ilk defa gördüğümde hocam tam da üstündekileri değiştirmiş, az sonra denize girecek bir vaziyetteydi. Ben ise tam tersi yüzmekten yeni geliyordum ve ıslak vücudum rüzgârın etkisiyle ürperiyordu. İkimizin arasında görüşü engelleyen birçok siyah baş dolaşmaktaydı. Özel bir durum olmasa herhalde kendisine dikkat etmezdim. Kumsaldaki bu kadar kalabalığa ve kaygısız kafama rağmen kendisini fark edebilmem, ona eşlik eden Batılı sayesinde oldu.
Bu Batılının bembeyaz teni çayevine girer girmez dikkatimi çekti. “Yukata[6 - Genelde pamuktan yapılan ve banyo sonrası ve yazın giyilen hafif bir kimono çeşidi. (ç.n.)]” giymekte olan bu kişi, bunu taburenin üstüne özensizce fırlatmış, kollarını bağlayıp denize karşı dikilmekteydi. Üstünde Japon tarzı bir iç donundan başka bir şey yoktu. Bana en çok garip gelen şey de buydu. İki gün öncesinden Yuigahama’ya[7 - Kamakura bölgesinde denize girilen kumsallarıyla ünlü bir yer. (ç.n.)] gidip kumların üstünde çömelerek uzun süre Batılıların denize girişlerini seyretmiştim. Oturduğum yer hafif yüksekçe bir bayırın tepesiydi ve hemen yanındaki otelin arka girişine baktığından, orada öylece durduğum sürede çok sayıda erkek, tuzdan arınmak için duş almaya çıkmıştı ki hepsi de gövde, kol ve baldırlarını örtmekteydi. Kadınlar ise bilhassa tenlerini gizliyorlardı. Çoğu başlarına lastik şapkalar takmıştı. Dalgaların üzerinde kızıl kahve, lacivert ve çivit mavisi renkli başlıklar yüzüyordu.
Böyle bir manzarayı gözlemlemiş biri olarak bana herkesin önünde sadece iç donuyla duran bu Batılı, oldukça garip görünmüştü haliyle. Neden sonra iki yanına göz atıp orada çömelmekte olan bir Japon’a bir iki kelime bir şeyler söyledi. Bu Japon kuma düşürdüğü havlusunu alır almaz başına sarıp denize doğru yürümeye başladı. İşte bu adam hocamdı.
Sırf merakımdan bu yan yana denize doğru giden iki adamı arkalarından gözlemeye devam ettim. Derken ikili doğruca dalgaların içine dalıverdiler. Deniz kıyısının geniş, kayalık sığlığı yakınlarında cıvıldaşan insan kalabalığının olduğu alanı geçip nispeten daha genişçe bir alana gelince birlikte yüzmeye koyuldular. Ta ki başları küçücük görünene kadar okyanusa doğru açıldılar. Ardından da tam aksi istikamette dümdüz bir hat çizerek kıyıya kadar geri yüzdüler. Çayevine dönünce kuyu suyunda duş almadan hemen kurulanıp giysilerini giyerek apar topar bir yerlere çekip gittiler.
Onlar gittikten sonra az önceki tabureme oturup bir sigara tüttürmüştüm. O vakit hocam hakkında dalgın dalgın düşünmeye başladım. Yüzünü sanki önceden bir yerlerde görmüşüm hissine kapılmaktan kendimi alamıyordum. Ama ne zaman, nerede gördüğümü bir türlü çıkartamıyordum.
O sıralar bir işim gücüm olmamasından ötürü canım sıkılmaktaydı. Bu sebeple ertesi gün de hocamla karşılaştığım zamanı hesaplayıp aynı vakitte tekrar çayevine gitmiştim. Derken hocam, yanında o Batılı olmaksızın, başında hasır şapkasıyla tek başına çıkıp geldi. Gözlüğünü masaya bırakıp, havlusunu başına sararak hızlı adımlarla kumsala indi. Hocam önceki günkü gibi gürültülü insan kalabalığının arasından sıyrılıp kendi başına yüzmeye başladığında, arkasından takip edesim geldi. Ben de sığ su seviyesinin başımın tepesine geldiği oldukça derin mesafelere kadar gelip, hocamın yüzmekte olduğu yeri kendim için işaret tayin ederek yüzmeye devam etmiştim. Akabinde hocam, önceki günden farklı olarak bir daire çizip garip bir güzergâhtan kıyıya doğru dönmeye başladı. Böylece amacıma ulaşamamıştım. Karaya çıkıp suların damladığı ellerimi sallaya sallaya çayevine girerken, hocam artık kimonosunu tamamen giyinmiş halde bana aksi istikametten dışarı çıkmıştı.
3
Ertesi gün de aynı vakitte kumsala gidip hocamın yüzünü görmüştüm. Bir sonraki gün de aynısını yaptım. Ama ikimiz arasında ne bir laf açmaya fırsat ne de selamlaşacak bir ortam meydana gelmişti. Dahası hocam, nispeten soğuk bir tavır sergiliyordu. Belirli bir vakitte doğruca gelip yine doğruca geri dönüyordu. Etrafı ne kadar cıvıl cıvıl da olsa buna hemen hemen hiç aldırmıyormuş gibi görünüyordu. İlk kez kendisiyle birlikte gördüğüm Batılı, artık hiç görünürlerde yoktu. Hocam hep tek başınaydı.
Bir keresinde, hocam her zamanki sıraya uyarak doğruca denizden çıktı, her zamanki yerde çıkartıp bıraktığı yukatasını giymek üzereydi ki nedendir bilinmez kimonosu kum içindeydi. Hocam kumları dökmek için öne doğru eğilip yukatasını iki üç kez silkmişti. Akabinde kimonosunun altına koyduğu gözlüğü tahta masanın aralığından aşağı düştü. Hocam, beyaz desenli giysisi üzerine kuşağını bağladıktan sonra, gözlüğünü kaybettiğini sanmış olacak ki aceleyle sağını solunu eliyle yoklamaya başladı. Ben hemen oturağın altına başımı soktum ve gözlüğü bulup çıkarttım. Hocam teşekkür ederek gözlüğü benim elimden aldı.
Ertesi gün hocamın arkasından denize daldım. Kendisiyle aynı yolu takip ederek yüzmeye devam ettim. Yüz seksen metre kadar açılınca, hocam arkasına dönüp bana laf atmıştı. O civarda, geniş ve mavi denizin ortasında duran ikimizden başka hiçbir şey yoktu görünürde. Güneşin güçlü ışıltısı, suyu ve dağı aydınlatıyordu. Özgürlük ve neşe içinde kaslarımı hareket ettiriyor, su içinde çılgınca dans ediyordum. Hocam birden elini ayağını hareket ettirmez olmuş, dalgaların üstüne sırtüstü yatmıştı. Ben de bunu taklit ettim. Mavi gökyüzünün şaşırtıcı renk yoğunluğu gözümü aldığında haykırmıştım: “Ne kadar hoş!”
Neden sonra suyun içinden yukarı kalkarcasına doğrulan hocam, “İsterseniz dönelim artık,” diye seslendi. Fiziksel açıdan oldukça güçlü olan bense daha da açılmaya hevesliydim. Ama hocam böyle istediği için hemencecik “Peki, dönelim,” diye karşılık verdim.
Böylece iki kişi aynı yolu takip ederek kıyıya kadar yüzdük. Artık hocamla ahbap olmuştuk. Ama henüz hocamın nerede kaldığını öğrenememiştim.
Sanırım ondan sonraki iki günün ardından, tam olarak üçüncü günün öğleden sonrasıydı. Hocamla çayevinde karşılaştığımız vakit, hocam birden bana, “Daha uzun süre burada kalmaya niyetli misiniz?” diye sordu. Bir fikrim olmadığı için verebileceğim bir cevap da yoktu. “Ne olur bilmiyorum,” diye cevap verdim. Fakat hocamın kıs kıs güldüğünü görünce sıkıldım. “Peki, hocam siz?” diyerek soruya soruyla karşılık vermekten kendimi alamadım. Ağzımdan “hocam” kelimesi ilk defa işte o an çıkmıştı.
O akşam, hocamı kaldığı pansiyonda ziyaret ettim. Normal bir pansiyondan farklı olarak, eski ve geniş bir tapınağın avlusunun içinde, yazlık gibi bir binaydı. Burada kalanların hocamın ailesi olmadığı anlaşılıyordu. Kendisine “Hocam, hocam!” diye seslenince, yüzünde bir gülümseme beliriyordu. Ben de bunun kendimden büyük kişilere yönelik kullandığım hitap şekli olduğunu açıkladım. Hocama şu geçen günkü Batılıyı sordum. Hocam bu Batılının garip bir kişi olduğundan, şu an Kamakura’da bulunmadığından da bahsettiği konuşmasının sonunda, Japonlar içinde bile pek fazla arkadaşı olmamasına rağmen, böyle bir yabancıyla yakınlaşmasının çok garip olduğundan söz etti. Nihayetinde hocama dönüp gözümün onu bir yerlerden ısırdığını ama bir türlü hatırlayamadığımı söyledim. Gençliğimden olacak, içimden “Muhatabım da benimle aynı hisleri paylaşıyor olmasın?” diye merak etmekteydim. Bu şekilde içten içe hocamın vereceği cevabı tahmin etmeye çalışıyordum. Fakat hocam bir süre düşündükten sonra, “Yüzünüzü hiç mi hiç hatırlamıyorum, galiba beni biriyle karıştırdınız,” deyince tuhaf, derin bir hayal kırıklığı yaşadım.
4
Ayın sonunda Tokyo’ya döndüm. Hocamın yazlıktan ayrılması ise çok daha önce olmuştu. “Bundan sonra sizi evinizde ziyaret etmemin bir sakıncası olur mu?” diye sormuştum. Hocam kısaca “Tabii, buyurun gelin,” diye cevap vermişti sadece. O zamanlar hocamla oldukça samimi bir arkadaşlık kurduğumu düşündüğümden, kendisinden biraz daha sıcak bir cevap bekliyordum. O kadar tatmin edici olmayan bu cevap, biraz cesaretimi kırmıştı.
İşte bu gibi sebeplerle hocamdan yana çok defa hayal kırıklığı yaşadığım oluyordu. Hocamın bunun farkındaymış gibi göründüğü de, hiç ama hiç farkında değilmiş gibi göründüğü de oluyordu. Bu derin hayal kırıklıklarını art arda yaşamış olsam da sırf bu sebeple hocamdan uzaklaşasım gelmemişti. Tam aksine, her rahatsız edici olayla birlikte içimde daha da ileri gitme arzusu doğuyordu. “Beklentilerimin karşılığını bir gün mutlaka alırım,” diye düşünüyordum. Gençtim; ama böyle hisleri her insana karşı beslemiyordum. Bu hissiyatın neden sadece hocama yönelik olduğunu anlayamıyordum. Bunu ancak şimdi hocam vefat ettiğinde anlayabiliyorum. Meğerse hocam en başından beri benden nefret ediyor değilmiş. Hocamın zaman zaman beni soğuk şekilde selamlaması ve bana karşı ilgisiz bir tavır takınıyormuş gibi görünmesi, beni kendisinden uzaklaştırmaya çalışmak gibi hoş olmayan bir sebepten ileri gelmiyormuş. Zavallı hocam, kendisine yaklaşmaya çalışan insanlara vazgeçmeleri ikazında bulunuyormuş, çünkü aslında buna değmeyecek birisi olduğunu düşünüyormuş sadece. Öyle görünüyor ki insanların samimiyetine mukabele etmeyen hocam, başkalarını değil kendini hor görüyormuş.
Şüphesiz, Tokyo’ya hocamı ziyaret etme niyetiyle dönmüştüm. Döndükten sonra derslerin başlamasına daha dolu dolu iki hafta olduğundan, “Bu süre zarfında bir kere hocamı ziyaret edeyim,” diye aklımdan geçirmekteydim. Ama dönüşümün üstünden iki üç gün geçmesiyle birlikte Kamakura’dayken içimde olan o itici güç giderek zayıflamıştı. Dahası, büyük şehrin eski anılarımı canlandıran renkli havasının etkisi iliklerime kadar işlemekteydi. Okula gidip gelen talebelerin yüzlerini her görüşümde, yeni döneme yönelik bir umut ve heyecan hissediyordum. Uzun süre hocam aklıma gelmedi.
Derslerin başlamasının üzerinden bir aylık bir süre geçmişti ki içimi bir rehavet kapladı. Nedendir bilinmez okula sıkkın bir yüzle gider gelir olmuştum. Odamda gözlerim sanki bir şeyler arar gibi dolanıyordu. Hocamın siması tekrar gözümde canlandı. Kendisini bir kez daha görmek istiyordum.
Hocamın evini ilk ziyaret ettiğimde kendisi evde yoktu. İkinci kez gidişim bir sonraki pazar günüydü diye hatırlıyorum. Açık hava sanki içime işliyormuş gibi hissettiğim hoş bir güz günüydü. O gün de hocam evde yoktu.
Kamakura’dayken hocamın ağzından genelde evde durduğunu işitmiştim. Pek dışarı çıkmayı sevmediğinden de söz etmişti. İki kere gelip de ikisinde de kendisiyle buluşamayınca, bu sözlerini hatırlayıp bir huzursuzluk hissettim. Evin eşiğinden hemen ayrılamadım. Hizmetçi kızın yüzünü görünce, çekingen bir tavırla orada beklemeye devam ettim. Hizmetçi kız, adımı ve kartımı verdiğimi hatırlamış olmalıydı ki beni kapıda bekletip içeri girdi.
Sonra evin hanımına benzeyen bir kişi onun yerine kapıda belirdi. Güzel bir hanımefendiydi. Kibarca hocamın nereye gittiğini izah etti. Hocamın her ayın o gününde Zōşigaya Mezarlığı’nda[8 - Tokyo’nun Toşima semtinde, 1874’te, Tokyo Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan yaklaşık 10 hektarlık bir mezarlıktır. Ünlü şair, yazar ve politikacılar buraya gömülmüştür. Natsume Sōseki’nin mezarı da buradadır. (ç.n.)] çiçek sunma âdeti varmış.
Üzüntülü bir halde, “Az önce çıktı, on dakika ya oldu ya olmadı,” dedi. Ben de saygıyla eğilip oradan ayrıldım. Hayat dolu şehrin içine doğru bir miktar yürümüştüm ki, “Hazır dolaşmaya niyetlenmişken Zōşigaya’ya kadar gidivereyim,” dedim. İçimde “Hocamla karşılaşır mıyım acaba?” diye bir merak belirmişti. Dönüp doğruca oraya yöneldim.
5
Mezarlığın hemen önündeki çeltik tarlasının solundan mezarlığa girip iki tarafında da akçaağaçlar dikili geniş yoldan içeri doğru ilerledim. Derken yolun sonunda gözüken çayevinden, hocama benzer biri çıkıverdi birden. Bu adama, gözlük çerçevelerinin güneşte parladığını fark edinceye kadar yaklaştım. Hemen ardından da “Hocam!” diye haykırdım. Hocam birden irkilip yüzüme baktı.
“Nasıl olur! Nasıl olur!”
Hocam aynı ifadeyi iki kez tekrarlamıştı. Bu sözleri öğle vaktinin derin sessizliğinde yakışıksız bir halde tekrar etmişti. Bir anda ne cevap vereceğimi bilemedim.
“Arkamdan takip edip de mi geldiniz? Ama neden?”
Hocamın nispeten sakin bir hali vardı. Ses tonu da nispeten düşüktü. Ama bu görünümü gölgeleyen, tam ifade edemeyeceğim bir sis perdesi vardı. Neden oraya kadar gittiğimi hocama anlattım.
“Eşim, kabrini ziyaret etmeye gittiğim kişinin adını da söyledi mi?”
“Hayır, böyle bir şey ifade buyurmadılar.”
“Demek öyle, nihayetinde böyle bir şey beklenemezdi de. Sizin gibi ilk defa karşılaştığı birine… Söylemesi icap etmez.”
Hocam yavaş yavaş rahatlıyor gibi görünüyordu. Ne var ki ben bunun ne anlama geldiğini hiç anlamamıştım. Birlikte yola çıkmak üzere mezarların arasından geçtik. Sağlı sollu sıralanan “İzabel’in Mezarı”, “Tanrı Kulu Login’in Mezarı” yazılı mezarlıkların yanı başında, üzerinde “Her canlı içinde Buda’nın özünü taşır,” yazılı tahta tabletler dikiliydi. Birinde de falanca tam yetki bakanlığı diye yazılmıştı. Üzerine Çin harfleriyle yazılmış yazıyı okuyamadığım bir mezarın başında, “Bu nasıl okunuyor acaba?” diye hocama sordum. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle, “Andrew diye okunuyor olsa gerek,” dedi.
Hocam oradaki mezar taşlarında anlatılan kişi ve çeşitli merasimleri benim kadar ilginç bulmuyor gibiydi. Ben mezarların üstündeki yuvarlak taşı, ince uzun taş kitabesini falan işaret edip oradan buradan laflama arzusundayken, hocam önce sadece susup dinlemekle yetinmiş ve sonunda, “Siz ölüm gerçeğini adamakıllı hiç düşünmediniz değil mi?” demişti. Susup kalmıştım. Hocam da onun üstüne başka bir şey söylemedi.
Mezarlığın yol ayrımında büyükçe bir gingko ağacı[9 - Gingko biloba (mabet ağacı) günümüzde herhangi bir yakın türü ya da benzeri bulunmayan bir ağaçtır. Boyları 25-30 metreyi bulabilir, 50 metreyi aşan örnekleri de vardır. Çok uzun ömürlüdür. (e.n.)] gökyüzünü saklarmışçasına önümüzde bitiverdi. Altına kadar geldiğimizde hocam, başını kaldırıp ağacın tepesine bakarken, “Az bir zamanı kaldı. Bu ağacın yaprakları sararıp düşecek; altın rengindeki yapraklar toprağı örtecek,” dedi. Hocam her ay bir kez mutlaka bu ağacın altından geçerdi.
İleride engebeli araziye çekidüzen verip yeni bir mezar açmakta olan adam, kazmayı tutan elini indirip bize baktı. Biz oradan sola dönüp doğruca ana yola çıktık. Sonrasında gideceğim bir yer olmadığından, hocamla aynı istikamette yürümeye devam etmiştim. Hocam her zamankinden daha suskundu. Yine de ben pek o kadar can sıkıntısı hissetmediğimden, sallana sallana ona eşlik etmiştim.
“Doğruca evinize mi döneceksiniz?”
“Evet, gideceğim bir yer yok çünkü.”
Yine suskunlaşarak güneye doğru yokuş aşağı ilerledik.
“Orada aile mezarlığınız mı var?” diye tekrar ortaya bir laf attım.
“Hayır.”
“Bir akrabanızın mezarı mı var?”
“Hayır.”
Hocamın ağzından başka hiçbir şey çıkmadı. Ben de konuşmayı devam ettirmedim. Derken, bir müddet yürüdükten sonra, hocam ansızın o konuya geri döndü.
“Orada arkadaşımın mezarı var.”
“Her ay arkadaşınızın mezarını mı ziyaret ediyorsunuz?”
“Evet, öyle.”
Hocam o gün bundan başka bir şey söylememişti.
6
Artık hocamı ara sıra ziyaret ediyordum. Ne zaman gitsem kendisini evinde buluyordum. Art arda yaptığım ziyaretlerle hocamın eşiğini iyice aşındırır olmuştum.
Ama hocamın bana karşı olan tavrı, ilk kez selamlaştığımız o zamanla sonrasında samimi olduğumuz süre arasında hiç değişmemişti. Hocam her zaman sakindi. Kimi zaman aşırı sessizleşip mahzun bir hal alıyordu. En başından beri hocamda kendisine yakınlaşmayı zorlaştıran garip bir hal olduğunu düşünüyordum. Ama ne yapsam da ona yakınlaşmadan edemeyeceğime dair kuvvetli bir his vardı içimde. Hocama yönelik böyle bir hissiyat, onca insan içinde belki de sadece bana mahsustu. Ancak sonradan gerçek sebeplere dayandırabildiğim bu içgüdüyü toyluğuma verip saçmaladığımı düşünerek gülüp geçseniz dahi, bu sezgilerime dair şimdi güven ve memnuniyet hisleriyle doluyum.
İnsan sevgisiyle dolu bir kişi, insanı sevemeden edemeyen, buna rağmen kalbinde yer edinmeye çalışana da kollarını açıp onu bağrına basamayan bir kişi… İşte böyle biriydi hocam.
Az önce söylediğim gibi hocam hep sessizdi. Sakin bir hali vardı ama yüzüne kara bulutların çöktüğü zamanlar da olurdu. Tıpkı pencereye kuşların siyah gölgesinin yansıması gibi… Gerçi hemen siliniverirdi ama… Hocamın çehresinde bu bulutların varlığını ilk fark edişim Zōşigaya Mezarlığı’nda hocama ansızın seslendiğimde olmuştu. Bu garip anlarda, o âna kadar neşeyle atan kalbim, sanki sekteye uğrar gibi oluyordu. Ama bu sadece çok kısa bir süreçten öteye gitmiyordu.
Kalbim beş dakika bile geçmeden normal atış seyrine geri dönmüştü. Sonrasında ise bu karanlık gölgeleri unuttum. Bu gölgenin ansızın kendini tekrar hatırlatışı güzün ilk günlerinin bitmesine yakın bir akşam olmuştu. Hocamla konuşurken, birden hocamın söz ettiği koca gingko ağacı gözlerimin önünde canlandı. Hocamın rutin mezarlık ziyareti günü bundan üç gün sonrasına denk geliyordu. Üç gün sonrası, derslerimin öğle vaktinde bittiği rahat bir gündü. Hocama dönüp şöyle dedim:
“Hocam, Zōşigaya’nın gingko ağacı yapraklarını dökmüş müdür acaba?”
“Tamamen dökmemiş olsa gerek.”
Hocam cevap verirken yüzümü öylece süzüyordu. Bir müddet gözünü benden ayırmadı. Hemen şöyle dedim:
“Bu seferki mezarlık ziyaretinizde size eşlik etmemin bir sakıncası olur mu acaba?”
“…”
“Sizinle oraya kadar yürüyüş yapmak arzusundayım.”
“Yaptığım şey mezar ziyareti, yürüyüş değil ki.”
“Hazır gitmişken yürüyüş de yapsak olmaz mı?”
Hocam hiçbir şekilde karşılık vermedi. Uzunca bir süre sonra, “Benim yaptığım tam anlamıyla bir mezar ziyaretidir,” derken mezar ziyaretiyle yürüyüşe çıkmayı kesin hatlarla birbirinden ayırmak ister gibiydi. Benimle yürüyüşe çıkmak istemeyişine bir bahane bulmaya çalıştığını düşündüğüm hocamın davranışı, bana o vakit bir hayli çocukça ve garip gelmişti. Hemen üste çıkmak istedim.
“O zaman mezar ziyareti de olsa size eşlik etmek isterim. Ben de mezar ziyareti yapabilirim pekâlâ.”
Doğrusu yürüyüşe çıkmakla mezar ziyaretine çıkmayı birbirinden ayırmak bana pek bir anlamsız geliyordu. Derken hocamın kaşları biraz çatıldı. Gözlerinde garip bir parlaklık belirdi. Ne rahatsızlık, ne nefret ne de korkuyla açıklanabilecek şiddetli bir huzursuzluğa benziyordu. Birdenbire Zōşigaya’da “Hocam!” diye seslendiğim ânı net bir şekilde hatırladım. Bu iki yüz ifadesi de birbirinin tıpkısıydı.
“Ben,” dedi hocam, “size açıklayamayacağım bir sebeple, oraya bir başkasıyla birlikte gitmek istemiyorum. Daha kendi eşimle bile oraya gitmişliğim yok.”
7
Onu garip buluyordum. Ama hocamı araştırma düşüncesiyle evine girip çıkıyor da değildim. Durumu akışına bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da o zamanki bu tavrım, ömrümün takdire şayan noktalarından biriymiş. Sanıyorum, ancak ve ancak bunun sayesinde hocamla insancıl ve samimi bir ilişki kurmayı başarabildim. Eğer bir şekilde hocam, kendisine yönelik bu büyük ilgimin onun üzerinde bir araştırma yapma amacı gütmemden kaynaklandığı hissine kapılsaydı, affı asla mümkün olmayacak böyle bir durumda, aramızdaki samimiyet bağı kopuverirdi herhalde. Körpeliğimden olacak, bu davranışlarımın hiç idrakinde değildim. Aslında bundan dolayı kendimle gurur da duyuyorum ama bir yanlış yapıp da her şeyi altüst etseydim aramızdaki ilişkinin sonu nasıl olurdu kim bilir. Düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor. Öyle olmadığı halde, hocam sürekli soğuk bir gözle araştırılıyor olmaktan korkuyordu.
Ayda iki ya da üç kez mutlaka hocamın evine gider olmuştum. Evine gidip gelmelerimin giderek sıklaştığı bir gün hocam, birdenbire bana şöyle sormuştu:
“Neden benim gibi birinin evine sık sık ziyarete geliyorsunuz?”
“Neden mi? Aslında özel bir sebebi yok, yoksa sizi rahatsız mı ediyorum?”
“Rahatsızlık denemez.”
Doğrusu hocamda hiçbir şekilde rahatsız olduğunu gösterir bir hal yoktu. Oldukça dar bir arkadaş çevresi olduğunu biliyordum. Hocamın eski sınıf arkadaşlarından o sıralar Tokyo’da yaşayanların iki üç kişiyi geçmediğinin de farkındaydım. Hocamın, hemşerisi olan kimi talebelerle ara sıra zaşikide[10 - Zaşiki: Geleneksel Japon evinde en iyi durumdaki oda. Zemini hasır (tatami) kaplı olup genelde misafir burada karşılanırdı. İlerleyen bölümlerde “misafir odası” kullanılacaktır. (ç.n.)] oturup konuştuğu da oluyordu ama hiçbirinin de hocama benim kadar yakın olmadıkları anlaşılıyordu.
“Ben yalnız bir insanım,” dedi hocam. “Buraya gelmekle beni bahtiyar ediyorsunuz elbette. Neden bu kadar sık geldiğinizi bu yüzden sormuştum.”
“Neden yalnızsınız?”
Ben böyle soruyla karşılık verince hocam hiçbir şey söylemedi. Öylece yüzüme bakıp, “Siz kaç yaşındasınız?” diye sordu.
Hocamın karşılığı bana tümüyle alakasız gelmişti ve o gün de sadede gelemeden oradan ayrılmış oluyordum. Ama bu olayın ardından henüz dört gün bile geçmemişti ki hocamı tekrar ziyaret ettim. Hocam misafir odasına çıkar çıkmaz bir kahkaha atmıştı.
“Demek yine geldin,” dedi.
“Evet, öyle oldu,” diyerek ben de güldüm. Başka birisi benimle böyle konuşacak olsa bu sinirlerime dokunurdu diye düşünmüştüm. Ama konuşan hocam olunca bunun tam tersi olmuştu. Sinirlenmek bir yana, hoşuma bile gitmişti.
O akşam hocam, “Ben yalnız bir insanım,” diyerek geçen seferki sözlerini tekrarladı.
“Ben yalnızım; bu arada yeri gelmişken, siz de yalnız sayılırsınız değil mi? Ben yalnızsam da artık yaşımı da aldığım için yerimden kımıldamadan idare edip gidiyorum ama yerinden kımıldamamak sizin gibi bir delikanlıya uymasa gerek. İçinizde bir çırpınış olmalı. Çırpınışlarınızla kabuğunuzu kırmak istiyorsunuzdur belki de.”
“Aslında hiç de yalnız sayılmam.”
“Gençlikteki yalnızlıktan beteri yoktur. Öyleyse niye beni böyle sıklıkla ziyaret edesiniz ki?”
İşte burada da hocam, önceki sefer söylediklerini tekrar etmiş oluyordu.
“Korkarım beni ziyaret ediyor olsanız da içinizde bir yerlerde halen bu yalnızlığı hissediyor olmalısınız. Benim sizdeki bu yalnızlığı kökünden söküp atacak bir gücüm yok çünkü. Pek yakında bir başkasını bulup kollarınızı ona açmak zorunda kalacaksınız. Çok geçmeden evimden elinizi ayağınızı çekmiş olacaksınız.”
Hocamın sözlerinin ardından yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.
8
Şükür ki hocamın öngörüsü gerçekleşmemişti. Henüz hayat tecrübesine sahip olmadığım o yıllar, bu öngörünün içerdiği açık manaları dahi idrak edebilmiş değildim. Eskiden olduğu gibi hocamla görüşmeye gidiyordum. Gel zaman git zaman, kendimi hocama sofrada eşlik eder halde buldum. Bunun sonucunda hanımefendiyle konuşmak da icap ediyordu.
Her normal erkek gibi kadınlara karşı ilgim vardı. Ama daha yaşı genç biri olarak o zamana kadarki yaşantım boyunca, bir kadınla aramızda ciddi bir ilişki bağının kurulduğu da olmamıştı. Sebebi bu mudur bilinmez, gönlümdeki meyil sadece yoldan gelip geçen adını sanını bilmediğim kızlara yönelikti. Hocamın hanımıyla kapıda ilk karşılaştığımızda, kendisinin güzel olduğuna dair bir izlenimim olmuştu. Sonraki karşılaşmalarımızda da aynı düşüncenin devam etmediğini söyleyemem. Ama bunun dışında, hanımefendi hakkında özellikle sözü edilecek başka bir şey de bulamadığımı hissediyordum. Bunun sebebi, hanımefendinin dikkate şayan bir özelliğinin olmaması değil, böyle bir özelliği göstereceği bir fırsatın gelmemesiydi diye bir tespitte bulunmak sanırım yerinde olur. Fakat ben her zaman hanımefendiyi hocamın kendisine sımsıkı bağlanmış bir parçası olarak görüyordum.
Hanımefendi de kocasına ziyarete gelen bir talebe olmam hasebiyle bana iyi muamele ediyormuş. Yani aramızda duran hocam olmasa bizi bir arada tutan hiçbir şey kalmayacaktı. Velhasıl ilk defa karşılaştığımda kendisini güzel buluşum dışında, hanımefendi hakkında başka bir duygu hatıralarımda yer etmedi.
Bir gün hocamın evinde sake[11 - Pirinç ve tahıl tozundan yapılan geleneksel Japon içkisi. (ç.n.)] içiyorduk. Hanımefendi yanımıza gelip bize sake ikram etmişti. Hocam her zamankinden daha keyifli görünüyordu. Hanımefendiye, “Bir kadeh de sen alsana!” deyip kendisi dibine kadar içtiği kadehi uzattı. Hanımefendi ise, “Şey, ben…” diyerek kadehi geri çevirmeye kalkışmış, ardından da gönülsüzce kabul etmişti. Hanımefendi narin kaşlarını çatıp benim yarıya kadar doldurduğum kadehi dudaklarına götürdü. Sonra hanımefendi ve hocam arasında şöyle bir konuşma başladı:
“Garip, bana içki içirdiğiniz pek görülmüş şey değildir hani.”
“Sen sevmiyorsun da ondan. Ama ara sıra içmek iyi gelir. Keyfin yerine gelir.”
“Hiç de öyle değil. Beni bozuyor. Ama siz azıcık içer içmez keyfinize diyecek yok.”
“Bazen çok keyifleniyorum. Lakin her seferinde böyle oluyor da denemez.”
“Bu gece nasılsınız?”
“Bu gece keyfim yerinde.”
“O zaman her akşam biraz içseniz iyi gelmez mi?”
“Olmaz öyle.”
“Lütfen içiniz. Böylesi yalnızlığınızı gideriyor çünkü.”
Hocamın ev ahalisi karı koca ve bir hizmetçi kızdan ibaretti. Ne zaman gitsem evi genelde sessizlik içinde buluyordum. Yüksek sesli kahkaha benzeri bir şeyi duymuşluğum hiç mi hiç olmamıştı. Kimi zaman evde sadece hocam ve ben varmışız gibi bir hisse kapılırdım.
Hanımefendi bana dönerek, “Bir çocuğumuz olsaydı ne iyi olurdu,” dedi.
Ben de, “Sahiden öyle,” diye karşılık verdim. Ama aslında aynı hisleri paylaşıyor değildim. Daha çoluk çocuğa karışmamış biri olarak, çocuklar benim için baş ağrısından başka bir şey değildi.
“Bir çocuk evlat edinmeye ne dersin?” dedi hocam.
Hanımefendi, “Evlat edinmek mi? Üstüme iyilik sağlık!” diyerek bana doğru baktı.
“Hiçbir zaman gerçek bir çocuğumuz olamayacak,” dedi hocam.
Hanımefendi susmuştu. Onun yerine ben, “Acaba neden?” diye sorunca hocam, “İlahi ceza,” deyip kahkahayı bastı.
9
Bildiğim kadarıyla hocam ve hanımefendinin iyi bir karı koca ilişkileri vardı. Aslında evde olup bitenlerden aileden bir bireyin bileceği kadar haberim olması mümkün değildi tabii ama misafir odasında karşılıklı otururken, bir ihtiyacı olduğunda hocam hizmetçi kıza değil de hanımefendiye seslenmekteydi. (Hanımefendinin ismi “Şizu” idi.) Hocam her zaman “Hey Şizu!” diye kapıya doğru yönelip seslenirdi. Böyle bir hitap tarzı kulağıma pek samimi gelirdi. Hanımefendinin karşılık vererek huzurunda belirivermesinde de fazlasıyla uysal bir hal vardı. Kimi zaman yemek ikram edildiğinde, hanımefendi de sofraya oturunca, aralarındaki bu ilişki tarzı daha da belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkıyordu.
Hocam zaman zaman hanımefendiyi konser, tiyatro gibi yerlere götürürdü. Bundan başka hatırladığım kadarıyla bir haftalığına seyahate çıkmaları da iki üç kereden fazla olmuştu. Bana Hakone’den[12 - Günümüz Japonya’sının Kanagava bölgesinde Aşigaraşimo-gun Hakone-çō adlı yer. Hakone’nin sayılı tarihi yerlerinden biridir. Çeşitli kaplıcalarıyla ünlüdür. (ç.n.)] gönderdikleri kartpostalı hâlâ muhafaza ediyorum. Nikkō’ya[13 - Günümüz Japonya’nın Toçigi bölgesinde yer alan tarihi ve doğası ile ünlü yer. (ç.n.)] gittikleri vakit zarfın içine sararmış bir yaprak konulmuş bir mektup da almıştım. O zamanlar gözüme yansıyan tarafıyla hocam ve hanımefendinin arasındaki ilişki bundan ibaretti. Bu süre zarfında sadece bir istisna hâsıl olmuştu. Bir gün ben her zamanki gibi hocamın evinin eşiğinde, içeri alınmayı talep edeceğim sırada, içeriden birilerinin konuşma sesi geldi. Kulak kabartınca bunun sıradan bir konuşmadan çok, her haliyle tartışma gibi bir şey olduğu anlaşılıyordu. Hocamın evinde eşiğin hemen ötesi misafir odası olduğundan, aradaki kōşiden[14 - Geleneksel Japon evinin dış bölümünde yer alıp birbirine dik ahşap çıtalardan oluşan kafesli kapı, pencere dış kaplaması gibi işlevleri olan mimari yapı. İlerleyen bölümlerde “kafesli kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)] kulağıma ulaştığı kadarıyla, sitemkâr bir konuşmanın devam ettiğini az çok anlamıştım. Konuşanlardan birinin de hocam olduğu ara sıra yükselip duyulur hale gelen bir erkek sesi oluşundan anlaşılıyordu.
Karşısında hocamınkinden de alçak bir sesle konuşan birisi olduğundan, kim olduğu pek anlaşılmıyorsa da muhtemelen hanımefendi olduğu hissini veriyordu. Ağlamaklı bir hali vardı. “Acaba ne oldu?” diye merak edip eşikte gidip geliyordum ki ani bir kararla onları öylece bırakıp pansiyonumun yolunu tuttum.
Bu tatsızlık canımı sıkmaya başlamıştı. Bir kitap okuyayım dediysem de bir şeyler yapacak gücü kendimde bulamadım. Yaklaşık bir saatlik bir zaman geçmişti ki hocam penceremin altına gelip bana seslendi.
Şaşkınlık içinde camı açtım. Hocam aşağıdan beni dolaşmaya çağırıyordu. Az önce kuşağımın içine soktuğum saatim sekizi henüz geçmekteydi. Eve döndüğümden beri hâlâ hakamam[15 - Genelde erkeklerin giydiği bir çeşit geleneksel Japon giysisi. (ç.n.)] üstümdeydi. Hemen evin önüne çıktım.
O akşam hocamla birlikte bira içtik. Hocam önceden beri az içen biriydi. Bir miktar içip de sarhoş olamayınca, sarhoş olana kadar içme macerasına atılamayacak birisiydi.
“Kötü bir gün oldu,” diyen hocamın yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
“Keyfiniz bir türlü yerine gelmiyor mu?” diye endişeyle sordum.
O gün tanık olduğum olay sürekli zihnimi meşgul edip duruyordu.
Boğazıma kılçık batmış gibi acı çekiyordum. “Acaba konuyu açsam mı?” diye düşünüp sonra da, “En iyisi hiç bahsetmeyeyim,” diye karar kılmakta, bu ikilem içinde gidip gelmekteydim. “Canın bu akşam bir şeye sıkılmış gibi,” diyerek hocam konuşmayı başlattı.
“İşin doğrusu ben de biraz garibim. Farkındasın değil mi?”
Hiçbir karşılık verememiştim.
“Aslında az önce hanımla biraz tartıştık. Sinirlerim altüst oldu,” dedi hocam.
“Neden?”
“Kavga” kelimesini söylemeye dilim varmadı.
“Hanım beni yanlış anlıyor ve yanlış anladığını söylesem de bunu kabul ettiremiyorum. Sonunda ben de zıvanadan çıktım.”
“Sizi ne şekilde yanlış anlıyor?”
Hocam bu sefer hiç karşılık vermemişti.
“Eşimin düşündüğü gibi biri olsaydım şimdi böyle acı çekmezdim.”
Hocam nasıl bir ıstırap içindeydi? İşte bu akıl sır erdiremediğim bir meseleydi.
10
Dönüşte birkaç sokağı sessizlik içinde yürüyerek geçtik. Neden sonra hocam birden sessizliği bozdu.
“Yanlış yaptım. Bir hışımla evi terk ettiğimden, hanım muhakkak telaşlanmıştır. Şöyle bir düşününce, kadın dediğin güçsüz bir varlık. Eşim gibi birinin benden başka güvenebileceği hiç kimsesi yok.”
Hocam burada biraz duraksadı ama benden bir cevap bekler gibi de görünmeksizin hemen kaldığı yerden devam etti.
“Böyle deyince sanılacak ki evin reisinin kalbi daha sağlam ama biraz komik kaçıyor bu. Ben senin gözünde nasıl görünüyorum acaba? Zayıf biri mi, güçlü biri mi?”
“İkisinin ortasında bir yerlerde,” diye cevap verdim. Hocam bu cevabı biraz şaşırtıcı bulmuş gibiydi. Yine ağzını kapatıp konuşmadan yürümeye koyuldu.
Hocamın evine gidiş yolu pansiyonumun hemen yakınından geçiyordu. Oraya gelince, köşeyi dönüp, ayrılıp gitmek hocama karşı bir nezaketsizlik olur diye düşündüm. “Yolumuzun üstündeyken size evinize kadar eşlik etsem, olur mu?” dedim. Hocam birden eliyle susmamı işaret etti.
“Epey geç oldu, hemen evine dön sen. Ben de derhal eve döneceğim. Bizim hanım için…”
Hocamın lafının sonuna iliştirdiği “Bizim hanım için,” ifadesi, o an garip bir şekilde kalbimi ısıttı. Bu ifade sayesinde pansiyonuma dönüp huzur içinde uyuyabildim. O günden sonra uzun bir süre bu ifade aklımdan çıkmadı.
Hocam ve hanımefendi arasındaki kavganın o kadar ciddi bir şey olmadığını da bu ifadeyle öğrenmiş oldum. Olaydan sonra ardı arkası kesilmeden gerçekleştirdiğim ziyaretlerde vardığım sonuç, bir daha böyle bir şeyin vuku bulacağı bir vaziyetin söz konusu olmadığıydı. Üstelik hocamın bir gün bana şu duygularını dahi ifşa ettiği olmuştu:
“Şu dünyada kadın bildiğim sadece bir kişi var. Eşimden başka yeryüzündeki kadınların hemen hiçbirisinin gözümde kadın olarak bir çekiciliği yok. Sağ olsun, o da beni gökkubbenin altındaki tek erkekmişim gibi görüyor. Bu açıdan, yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor.”
Konuşmanın öncesini unuttuğum için hocamın böyle kişisel bir meseleyi benimle ne amaçla paylaştığını net olarak söyleyemem. Lakin hocamın o anki ciddi tavrı ve ses tonundaki kasvet, şimdi bile hafızamda yer etmekte. Yalnız, o vakit kulağıma garip gelen şey “Yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor,” şeklindeki son sözleriydi. Hocam neden “Yeryüzünün en mutlu çiftiyiz,” diyemeyip “Öyle olmamız gerekiyor,” demişti? İşte sadece bu ifade içime bir şüphe düşürmüştü. Özellikle hocamın bunu bir çeşit vurguyla, üstüne basa basa söyleyişi bana garip geliyordu. Hocam gerçekten mutlu muydu veyahut mutlu olması icap ederken acaba pek o kadar da mutlu değil miydi? İçten içe şüphelenmeden edemiyordum. Ne var ki bu şüphelerim az bir zaman sonra yok olup gitmişti.
Bu süre zarfında gittiğimde, hocamı evde bulamadığım bir vakit, hanımefendiyle baş başa sohbet etme fırsatım olmuştu. Hocam o gün Yokohama’dan demir alacak buharlı gemiyle[16 - O zamanlar yurtdışına gitmek için buharlı gemi kullanılmaktaydı ve Yokohama da dönemin önemli limanlarından biriydi. (ç.n.)] yurtdışına gidecek arkadaşlarını uğurlamaya Şimbaşi’ye[17 - Günümüz Japonya’sında Tokyo’nun Minato semtinde yer alan bir yer. Japonya’da ilk demiryolu hattı Şimbaşi ile Yokohama arasında kurulmuştur. (ç.n.)] gittiğinden evde yoktu. O zamanlar Yokohama’dan bu gemiye binecek kişiler, önce Şimbaşi’de sabah sekiz buçuk buharlı trenine binerlerdi. Ben bir okumam için hocamın yardımına ihtiyaç duymuş ve önceden hocamın iznini de almış olarak sözleştiğimiz gibi saat dokuzda kendisini ziyarete gelmiştim. Hocamın Şimbaşi’ye gidişi, bir gün önce lütfedip vedalaşmaya gelen arkadaşlarına yönelik bir nezaket gereği gerçekleşmişti ve hesapta olmayan bir durumdu. Kendisi hemen döneceği için evde olmasa da benim beklememi istemişti. Bunun üzerine ben de misafir odasına geçip hocamı beklerken hanımefendiyle sohbete koyuldum.
11
Üniversite öğrencisi olmamın üzerinden epey zaman geçmişti. İlk kez hocamın evine gelişimden beri oldukça olgunlaştığımı hissediyordum. Hanımefendiyle de artık iyice yakınlaşmıştık. Hanımefendiye yönelik bir çekingenlik duymuyordum. Karşılıklı havadan sudan konuşuyorduk. Fakat kayda değer bir mesele üzerinde konuşmamış olmalıyız ki şimdi hepsini unutmuşum.
Konuşmalarımız içinden zihnimde yer eden sadece bir şey var ama bundan bahsetmeden önce söylemek istediğim bir şey daha var. Hocam üniversite okumuş biriydi. Bunu başından beri biliyordum. Bununla beraber hocamın hiçbir iş yapmadan boşta gezdiğini ilk defa Tokyo’ya dönüşümün üzerinden bir müddet geçince fark etmiştim. O zamanlar niye bir işle meşgul olmadığını merak ediyordum.
Hocam, bu dünyanın tanımadığı bir insandı. Bundan dolayı hocamın ihtisas alanını ya da düşüncelerini paylaşma şerefine nail olan kişi, kendisiyle çok yakın bir ilişki içerisinde olan bendenizden başkası olmasa gerekti. Bunun üzüntü verici bir şey olduğunu dile getirirdim hep. Hocam ise, “Benim gibi birinin bu âlemin içine çıkıp da iki kelam etmesi olacak iş değil,” deyip kestirir atardı. Bana göre böyle bir cevap aşırı bir alçakgönüllülük olduğundan, bu dünyayı küçümsediği hissini veriyordu. Aslında, hocamın şimdi isim yapmış eski sınıf arkadaşını pek rahat bir şekilde eleştirdiği de oluyordu. Bu tezadı açık açık dillendirdiğim de oldu. Bu hislerimin kaynağı hocama karşı gelmem değil, dünyanın kendisinin varlığından bihaber halinden üzüntü duymamdı. O vakit hocam, çaresiz bir tavırla, “Ne yapsam ne etsem artık ben, bu dünyada nasibini arayacak kabiliyeti kalmamış bir adamım,” diye cevapladı. Hocamın yüzünü çok derin bir ifade kaplamıştı.
Bu bir umutsuzluk mu, yakınma mı yoksa ıstırap mıydı anlayamadım ama insanda diyecek söz bırakmayacak kadar kuvvetli bir ifade olduğundan, bundan öte bir şeyler söyleyecek cesareti kendimde bulamadım.
Hanımefendiyle yaptığımız konuşma döndü dolaştı, hocama geldi.
“Hocam acaba neden evlerindeki tefekkür ve çalışmalarıyla yetiniyor ve dünyaya karışıp bir meslekle meşgul olmuyorlar?”
“Onun gibi birisi için mümkün değil. Böyle bir şeyden nefret edecektir.”
“Bunun aşağı bir şey olduğunu mu düşünmektedirler acaba?”
“Öyle düşünüp düşünmeyeceği kadın başıma benim anlayacağım bir şey değil ama herhalde böyle bir mana çıkartılamasa gerek. Bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor belki de. Acı bir şey.”
“Fakat hocam sağlıklı ve bedenen herhangi bir rahatsızlığı yok gibi görünüyor, değil mi?”
“Sağlıklı birisidir. Herhangi bir rahatsızlığı yok.”
“Öyleyse acaba neden bir meşgalesi olamıyor?”
“Bilemezsiniz. Bu kadarını anlıyor olsaydım kendisi hakkında böyle endişe duyar mıydım? Anlaşılamadığından bu kadar acı veriyor ya.”
Hanımefendi gayet acıklı bir tarzda konuşuyordu. Fakat dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Dışarıdan bakıldığında ben daha kasvetli duruyordum. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp sükût etmiştim. Derken hanımefendi sanki birden bir şey hatırlamışçasına tekrar konuşmaya başladı.
“Gençken öyle birisi değildi. Gençken tümden farklıydı. Sonra tamamen değişiverdi.”
“Genç derken ne kadar zaman öncesini kastediyorsunuz?”
“Öğrencilik yıllarını.”
“Öğrencilik yıllarından beri hocamla tanışıyor muydunuz?”
Birden hanımefendinin yüzü hafifçe kızardı.
12
Hanımefendi bir Tokyoluydu. Bunu vaktinde hem hocamdan hem de hanımefendinin kendisinden birkaç kere duymuştum. Hanımefendi “İşin doğrusu ben melez sayılırım,” demişti. Babası Tottori[18 - Güney Japonya’da bir bölge. (ç.n.)] gibi bir yerden gelmesine karşın, annesi ta Edo[19 - Tokyo şehrinin eski adı. Edo Şōgunluğu’nun ülkeyi hâkimiyeti altına aldığı 1603-1868 yılları Edo Dönemi diye adlandırılır. (ç.n.)] zamanının İçigaya’sında[20 - Günümüz Tokyo’sunun Çiyoda semtinde yer alan İçigaya istasyonu çevresi. (ç.n.)] doğduğundan, hanımefendi şakayla karışık böyle bir şey söylemişti. Bu arada hocamın memleketi tamamen başka bir yer, Niigata’ydı[21 - Günümüz Japonya’sının kuzeyinde yer alan bir bölge. (ç.n.)]. Bu sebeple şayet hanımefendinin hocamı talebelik yıllarından tanıdığını kabul edersek, bunun hemşerilikle alakalı bir şey olmadığı açıktı. Lakin yüzü hafifçe kızaran hanımefendi, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyor gibi göründüğünden, ben de soru sormaya devam etmedim.
Hocamla karşılaşmamdan vefatına kadar hocamın birçok mesele karşısındaki düşünce ve hissiyatına tanıklık ettimse de kendisinden evlilik dönemine dair hemen hemen hiçbir şey duymak nasip olmadı. Kimi zaman bunu iyiye yorardım. Bir büyüğüm olarak benim gibi genç biriyle aşk hayatı hakkında konuşmaktan bilerek uzak durduğunu düşünüyordum. Kimi zaman da bunu kötüye yorduğum oluyordu. Hem hocam hem de hanımefendinin, eski neslin adabına göre yetiştiklerinden, öyle aşk meşk meselelerinde içlerini dürüstçe dökecek cesarete sahip olmamaları da muhtemeldi. Elbette bu iki düşüncem de varsayımdan öteye geçemiyordu. Kurguladığım her iki senaryoda da aralarında şaşaalı bir duygusallığın vuku bulduğu varsayımı hâkimdi.
Bu tahminimde yanılmış da sayılmazdım. Fakat ben bu aşkın sadece bir bölümünü hayal etmekten öteye gidememiştim. Hocamın güzel aşkının altında korkunç bir trajedi yatmaktaydı. Bu trajedinin hocama nasıl bir ıstırap verdiğinden hanımefendi bihaberdi. Hanımefendinin halen bu gerçekten haberi yok. Hocam bu sırrını, hanımefendiye açmadan mezara kadar götürdü. Hocam, hanımefendinin saadetini bozmadan önce kendi canına kıymış oldu.
Şimdilik bu trajedi hakkında bir şey söylememeyi yeğlerim. Bu trajediden doğan aşk hikâyeleri ise yukarıda ifade ettiklerimden ibarettir. Her ikisi de bana hemen hemen hiçbir şey söylemediler.
Hanımefendi mütevazılığından, hocam ise daha derin bir sebepten ötürü…
Ancak hafızamda yer etmiş bir olay var. Bir gün hocamla açan çiçekleri görmeye Ueno’ya[22 - Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan kiraz çiçekleriyle ünlü bir yer. (ç.n.)] gitmiştik. Orada birbirlerine çok yakışan güzel bir çift gördük. Kiraz çiçekleri altında sarmaş dolaş yürüyorlardı. Fırsat bu fırsat, çiçekleri bırakıp bu çifte yönelmiş birçok göz vardı etrafta.
Hocam, “Yeni evlenmiş olmalılar,” dedi.
Ben de, “Araları iyi gözüküyor değil mi?” dedim.
Hocam tebessüm bile etmemişti. Gidiş yönünü çifti görüş alanı dışında bırakacak bir tarafa çevirdi. Sonra bana sordu:
“Sen hiç âşık oldun mu?”
“Olmadım,” dedim.
“Âşık olmak istemez misin?”
Cevap vermedim.
“İstemeyecek değilsin, öyle ya!”
“Evet.”
“Az önce o kız ve erkeğe alaylı gözlerle baktın değil mi? Bu alaylı bakışların altında aşkı arzulamana rağmen, kendine bir eş bulamamanın verdiği huzursuzluk yatıyor olsa gerek.”
“Size öyle mi göründü?”
“Öyle göründü. Aşka doymuş birisinden daha yumuşak bir ses çıkar çünkü. Ama… Ama sen, aşk suçtur. Anlıyor musun?”
Birden şaşırıp kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.
13
Kalabalığın ortasındaydık. Kalabalıkta herkes mutlu görünüyordu. Kalabalığı geçip de etrafta ne çiçek ne de insanın olduğu orman yerine varana kadar, bu konuyu tekrar açacak fırsat olmadı.
O anda birden “Aşk suç mudur?” diye sordum.
“Suçtur elbette,” derken hocamın ifade tarzı az önceki gibi sertti.
“Neden ki?”
“Nedenini anlarsın yakında. Yok, yok yakında değil, artık anlamış olmalısın. Senin gönlün uzun zamandır amansız bir aşk arayışında değil mi?”
Şöyle bir içimi yokladım. Lakin içim şaşılacak derecede boştu. Gönlümde yer eden hiçbir şey bulamadım.
“Gönlümün şudur diyebileceğim hiçbir maksudu yok. Bilirsiniz sizden hiçbir şey saklamam.”
“Asıl maksudu olmadığı için gönlün arayışta. ‘Maksudumu bulursam rahatlarım,’ diye gönlün hep arayışı arzuluyor.”
“Şimdilik içimde o tarz bir arayış yok.”
“Var olmalı ki bir tatminsizlik eseri olarak benim kapımı çaldınız.”
“Orası öyle olabilir belki. Ama bu, aşktan farklı bir şey.”
“Aşka giden basamaklardan biri. Karşı cinsle sarmaş dolaş olmadan önce hemcinsiniz olarak benim kapımı çaldınız.”
“Ben ikisinin tamamen birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyorum.”
“Hayır, aynılar. Bir erkek olarak ne yapsam da sizi tatmin edecek değilim. Hem başka bir özel durum sebebiyle sizi hiç mi hiç tatmin edemem. Açıkçası size karşı bir acıma hissi duymaktayım. Tek çare benden uzaklaşmanızdır. Ben bilhassa bunu istirham ediyorum. Fakat…”
İçimi bir garip üzüntü kaplamıştı.
“Sizden ayrılmamı talep ediyorsanız çare yok, fakat bende öyle bir ruh hali hiç vaki olmadı.”
Hocam sözlerime kulak vermiyordu.
“Lakin dikkat etmek gerekir. Aşk suç olduğu için… Benim yanımda tatmin olamamanıza karşılık hâlihazırda herhangi bir tehlike de yok. Sen uzun siyah saçlarla sarmaş dolaş olmak nasıl bir duygudur bilir misin?”
Hayalen bilsem de gerçeğini bilemiyordum. Her hâlükârda hocamın suç dediği şey muğlaktı ve pek bir şey anlamamıştım. Üstelik keyfim de kaçmıştı.
“Hocam, lütfen suçtan ne kastettiğinizi daha açıkça ifade buyurun. Aksi takdirde rica ederim bu meseleyi burada kapatınız. Ta ki ben bizzat bu suç denen şeyin manasını tamamen idrak edene kadar.”
“Kötü bir şey yaptım. Sizinle samimice konuşma niyetindeydim. Ne var ki canınızı sıktım. Kötü bir şey yaptım.”
Hocamla birlikte müzenin[23 - Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan Tokyo Devlet Müzesi. (ç.n.)] arkasından Uguisudani[24 - Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde bir yer ismi. (ç.n.)] yönünde sakin adımlarla yürüyorduk. Çitlerin arasından bakıldığında geniş bir bahçenin bir bölümünde yeşeren bambu yapraklarının sakince sıralandığı görülüyordu.
“Sen benim neden her ay Zōşigaya Mezarlığı’nda gömülü arkadaşımı ziyarete gittiğimi biliyor musun?”
Hocam bunu aniden sormuştu. Üstelik kendisi de benim bu soruyu cevaplayamayacağımın farkındaydı. Bir müddet karşılık vermedim.
Neden sonra hocam bir şeylerin farkına yeni varmış gibi şöyle dedi:
“Yine kötü bir şey yaptım. Canınızı sıkmanın kötü olduğunu düşünüp durumu izah etmeye kalkıştım. Fakat sonunda izahatla canınızı daha da sıkmış oldum. Ne yapsam faydasız. Bu meseleyi burada kapatalım. Her neyse, aşk günahtır tamam mı? Aynı zamanda kutsaldır da.
Hocamın dediklerinden hiçbir şey anlamaz olmuştum. Hocam da bir daha aşk mevzusunu ağzına almadı.
14
Gençliğimden olacak, tek bir şeye kafayı taktığım çok olurdu. En azından hocama öyle görünmekteymişim. Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.
Hocam, “Bana teveccühte fazla ileri gitmeyiniz,” dedi.
“Muhtelif sebepler neticesinde böyle düşünmekteyim,” derken kendimden son derece emindim. Hocam, bu emin halime tenezzül etmemişti.
“Kendinizi ateşe kaptırmışsınız. Ateşiniz sönüverince, hiç iyi olmayacak. Hakkımda şimdi böyle düşünüyor olmanız bana acı veriyor. Bundan sonra sizde meydana gelmesi muhtemel değişiklikleri de tahayyül edince daha bir acı veriyor.”
“Beni o kadar sıradan mı görüyorsunuz? O kadar güvenilmez miyim ben?”
“Size acımaktayım.”
“‘Acıyorum ama güvenmiyorum,’ mu diyorsunuz?”
Hocam rahatsız olmuşçasına bahçe tarafına dönmüştü. O bahçede birkaç gün öncesine kadar gür kırmızı benekli çiçekleri açmış kamelyalardan eser kalmamıştı. Hocamın misafir odasından bu kamelya çiçeklerini sık sık seyre daldığı olurdu.
“Güvenmiyorum derken sadece seni kastetmiyorum. Ben tüm beşeriyete güvenmiyorum.”
O sırada çalı çitleri tarafında kırmızı balık satıcılarınınkine benzer bir ses duyuldu. Ondan başka da hiçbir ses gelmiyordu. Ana caddeden iki mahalle ötedeki bu ücra sokak pek bir sessizdi. Evin içi her zamanki gibi sakindi.
Hanımefendinin yan odada olduğunu biliyordum. Sessizce oya işi yapan hanımefendinin kulağına konuşmalarımızın gidebileceğinin de farkındaydım. Fakat o an bunları tamamen unutuvermiştim.
“Peki, hanımefendiye de mi güvenmiyorsunuz?” diye hocama sordum.
Hocamın yüzünde bir huzursuzluk ifadesi belirdi. Öylece net bir cevap vermekten kaçınıyordu.
“Ben bizzat kendime bile güvenmiyorum. Yani kendi kendime güvenmediğim için başkalarına da güvenmez oldum. Kendime lanet okumaktan başka çarem yok.”
“O kadar derin bir düşünceyle yeryüzünde adam gibi biri kalmazdı.”
“Hayır düşünmedim. Yaptım. Yaptığıma da şaşıp kaldım. Ardından da fevkalade korktum.”
Bu konuda biraz daha ileriye gitmek istiyordum. Derken fusumanın[25 - Geleneksel Japon evlerinde oda içinde bölmeler oluşturmak için kullanılan ve sürgülü bir kapı düzeneği olan yapı. Yüzeyi resimlerle süslenip lakeyle parlatılır. İlerleyen bölümlerde “sürgülü kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)] gölgesinden “Bey, bey!” diyen hanımefendinin sesi iki kez duyuldu. Hocam ikinci seferde, “Ne var?” dedi. Hanımefendi “Gelsene biraz,” diye hocamı yan odaya çağırdı. Aralarında ne geçtiğini bilemiyordum. Hocam olup biteni tahmin etmeme fırsat vermeyecek bir hızla misafir odasına geri döndü.
“Velhasıl bana çok güvenmeseniz iyi olur. Sonunda pişman olursunuz çünkü. Sonra da aldatılmanıza karşılık zalimce bir öç almaya kalkışırsınız.”
“Bu da ne anlama geliyor şimdi?”
“Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz. Ben yarınki hakaretinize uğramamak için bugünkü takdirinizden feragat etmeyi yeğliyorum. Şimdikinden katbekat çetin olacak gelecekteki yalnızlığıma dayanmak yerine, şimdiki yalnızlığıma katlanmayı tercih ediyorum. Özgürlük, bağımsızlık ve benlik dolu günümüz dünyasına doğmuş bizler bunun bedelini yalnızlığa kurban olarak ödemek zorundayız.”
Böyle bir görüşe sahip olan hocam karşısında diyecek söz bulamamıştım.
15
O günden sonra hanımefendinin yüzünü her görüşümde aklıma takılan bir şey vardı. Acaba hocam hanımefendiye karşı hep bu tavrı mı takınıyordu? Şayet öyleyse hanımefendi bundan memnun muydu?
Hanımefendinin halinden hoşnut mu yoksa rahatsız mı olduğuna karar vermek mümkün olmuyordu. Bu, kendisine pek o kadar yakın olma fırsatı bulamamamdan kaynaklanıyordu. Aynı zamanda kendisiyle görüştüğümüz zamanlarda normal bir tavır takınmasından ve son olarak da hocamın bulunmadığı bir ortamda hanımefendiyle hemen hemen hiç baş başa kalamamamızdan ileri geliyordu.
Bundan başka sorularım da vardı. Hocamın insanlığa dair bu algısı nereden geliyordu? Yoksa bu sadece eleştirel bir gözle kendini okuması ve modern dünyayı gözlemlemesinin bir sonucu muydu? Hocam oturup tefekkür etme eğiliminde bir insandı. Onun kafa yapısında birinin oturup toplum hakkında tefekkür etmesi akabinde doğal olarak böyle bir tutum mu ortaya çıkardı?
Bana hepten öyle gibi de gelmiyordu. Hocamın düşünceleri hayatın içinden geliyor gibiydi. Ateşte yandıktan sonra soğumaya yüz tutmuş bir taş ev iskeletinden farklıydı bu yönüyle. Gördüğüm kadarıyla hocam tam bir düşünürdü. Lakin bu düşünürlüğünden kaynaklanan felsefesinin temeli sağlam gerçeklerle bina edilmişe benziyordu. Başkalarının gerçekleri değil bizzat kendisinin tüm şiddetiyle acısını tattığı bir gerçek, kanını kaynatacak, nabzını durduracak bir gerçek yatıyordu işin altında.
Bu benim kendi sezgilerimle tahmin ettiğim bir şey değil. Bizzat hocam öyle olduğunu itiraf etmişti. Lakin bu itiraf üst üste yığılı bir bulut kümesi gibiydi. Dimağım aslı meçhul bir korku perdesiyle örtülmüştü. Neden korktuğumu ben de bilmiyordum. İtirafı belirsizdi. Buna rağmen açıkça sinirlerimi altüst etmişti.
Hocamın bu hayat görüşünün temelinde şiddetli bir aşk hikâyesi yattığı tahminini yürüttüm. Elbette hocam ve hanımefendi arasında geçmiş olan bir hikâye… Hocamın önceki “Aşk suçtur,” lafından yola çıkarsak bu oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilirdi. Fakat hocam halen hanımefendiye âşık olduğunu bana itiraf etmişti. Yani ikisi arasındaki bir aşktan böyle karamsar bir sonuç çıkması mümkün görünmüyordu. Hocamın önceden dediği “Vaktinde dizimin dibinde el pençe divan durdunuz; sonradan başımı ayaklarınız altına almak isteyeceksiniz,” ifadesi, günümüzde sıradan biri hakkında söylenecek bir söz olmakla birlikte, hocam ve hanımefendiye yakışmayacak bir şeydi.
Zōşigaya’daki, kimin olduğunu bilemediğim mezar… Bu da ara sıra aklıma gelirdi. Hocamla bu mezar arasında köklü bir bağlantı olduğunu biliyordum. Hocamın yaşamına yakınlaşmakla beraber, kafasındaki yakınlaşamadığım hayatın bir parçası olan bu mezar benim kafamda da yer etmişti. Ancak benim için bu mezar, tamamen ölmüş bir şeydi. İki kişinin arasındaki hayat kapısını aralayan bir anahtar değildi. Daha çok özgürlükten alıkoyan kötü bir ruh gibiydi.
Derken hanımefendiyle karşılıklı görüşmemizi icap ettirecek başka bir fırsat doğdu. Günlerin kısalmak bilmediği, havanın soğuğunu herkese hissettiren bir güz mevsimiydi. Hocamın muhitinde üç dört gündür hırsızlık vakaları görülüyordu. Hepsi de akşamüstü meydana gelmişti. Önemli bir şeyini çaldıran bir hane yoktu ama hırsız her girdiği evden muhakkak bir şeyler götürüyordu. Hanımefendi tedirgindi. Üstüne hocamın bir akşam evden ayrılmasını gerektirecek bir işi çıkmıştı. Hemşerisi olup bir taşra hastanesinde çalışmakta olan bir arkadaşı Tokyo’ya geldiğinden, hocamın başka iki üç ahbabıyla birlikte bu arkadaşını yemeğe götürmesi gerekiyordu.
Hocam durumu anlatıp kendisi eve dönene kadar beklememi rica etti. Hemen kabul ettim.
16
Gittiğimde lambaların yeni yeni yakılacağı bir alacakaranlık vardı ki tedbiri elden bırakmayan hocam evden gideli çok olmuştu. “Geç kalmak olmaz deyip az önce çıktılar,” diyen hanımefendi beni kütüphane odasına buyur etti.
Kütüphanede masa ve sandalyeden başka birçok kitabın alımlıca yan yana dayalı sırtları, vitrin camından süzülen elektrik lambasının ışığıyla aydınlanıyordu. Hanımefendi hibaçinin[26 - Kelime anlamı Ateş Kâsesi’dir. Geleneksel Japon ısınma aletidir. Yuvarlak, üstü açık şekildedir. İlerleyen bölümlerde maltız kelimesi kullanılacaktır. (ç.n.)] önüne koyduğu mindere beni oturtup, “İsterseniz oradaki kitaplara göz atarak oyalanın,” diyerek odadan ayrıldı. Ev sahibinin gelmesini bekleyen bir ziyaretçiymişim hissine kapılıp sıkıldım. Öylece oturup sigara içmeye koyuldum.
Hanımefendinin ça no ma’da[27 - Geleneksel Japon evinde günün büyük bir bölümünün geçirildiği oda. İlerleyen bölümlerde “oturma odası” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)] hizmetçi kıza bir şeyler dediği duyuluyordu. Kütüphane oturma odasının kenarıyla kesişen köşeye tekabül ettiğinden konumu itibarıyla misafir odasına nazaran daha sakindi. Bir an hanımefendinin sükûtuyla ortam sessizliğe büründü. Ben de hırsızı bekler bir edayla derin bir teyakkuz halinde etrafa göz kulak oldum.
Yarım saat kadar sonra hanımefendi, kütüphane girişinde tekrar belirdi. “Aaa!” deyip gözlerinde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle bana baktı. Bir misafir gibi öylece resmi bir tavır takınmış halde duruşumu garipsemişlerdi.
“Biraz sıkılıyorsunuz herhalde.”
“Yok sıkılmıyorum.”
“Ama herhalde sıkıcı olsa gerek.”
“Yok, yok. Hırsız gelir mi endişesi sıkılmama imkân vermiyor.”
Hanımefendi elinde çay kâsesi olduğu halde gülerek orada dikiliyordu.
“Burası köşede kaldığından nöbetçilik için iyi bir konumda olmasa gerek,” dedim.
“O zaman bir zahmet biraz daha öne gelebilir misiniz? Sıkılmışsınızdır diye düşünüp çay koymuştum. Lütfederseniz oturma odasında ikram edeyim.”
Hanımefendinin peşi sıra kütüphaneden ayrıldım. Oturma odasında narin bir nagahibaçinin[28 - Kuzineye benzeyen uzunca bir maltız türü. (ç.n.)] üstünde çaydanlık fokurduyordu. Hanımefendi bana çay ve şeker ikram etti. Kendisi “Uykum kaçar,” diyerek çaydan almamıştı.
“Galiba hocam ara sıra böyle meclislere iştirak ediyor gibi, değil mi?”
“Hayır, hemen hemen hiç gitmezler. Son zamanlarda insan yüzü görmekten iyice hoşlanmaz oldular.”
Hanımefendide bunları söylerken pek o kadar telaş ifadesi olmamasından cesaret aldım.
“O zaman sadece hanımefendi bir istisna mı oluyor?”
“Hayır, ben de nefret edilenlerdenim.”
“Bu doğru değil,” dedim.
“Bunun yalan olduğunu bildiğiniz halde böyle söylüyor olmalısınız.”
“Neden ki?”
“Bana kalırsa hanımefendiyi sevince âlemden nefret etmeye başladılar da ondan.”
“Tahsilli bir kişi olmanız itibarıyla boş varsayımlar uydurmakta epey iyi sayılırsınız. Buna ‘Âlemden nefret etmesiyle birlikte benden de nefret eder oldu,’ da diyemez miyiz aynı mantıkla?”
“İkisi de mümkün olmakla beraber bu durumda benim dediğim doğru.”
“Felsefe yapmayı da hiç sevmem. Gariptir ki erkekler pek iyi yapar. Öylece usanmadan boş sake kadehlerini değiştirip dururlar diye düşünürüm.”
Hanımefendinin sözleri biraz sertti. Ancak sözlerinin rahatsız ediciliği açısından bakılırsa, pek o kadar dehşet verici de denemezdi. Hanımefendi, kendisinin de akıl sahibi olduğunu karşısındakine tasdik ettirerek gururu dışa vuracak kadar modern biri değildi. Ondan ziyade derinlerde saklı bir kalbe daha fazla önem veriyor gibiydi.
17
Daha diyeceklerim vardı. Ancak hanımefendi tarafından şımarıkça mantık dalaşına giren bir erkek gibi algılanırsam iyi olmaz diye düşünüp kendimi tuttum. Hanımefendi içip bitirdiğim çay kupasının dibine gözlerini dikmiş olan beni rahat ettirmek istercesine, “Bir bardak daha alır mısınız?” dedi.
Hemen bardağı uzattım.
“Kaç tane olsun? Bir, iki?”
Garip bir aletle küp şekerleri alan hanımefendi, yüzüme bakarak çay kupasına atacağı şeker sayısını soruyordu. Hanımefendinin tavırları beni şımartır cinsten olmasa da az önce sarf ettiği sert sözlerinin şiddetini silmeye yetecek kadar nezaket içeriyordu.
Konuşmadan çayı içtim. İçip bitirince de konuşmadım.
Hanımefendi, “Derin bir sessizliğe bürünüverdiniz,” dedi.
“Bir şeyler demeye kalksam yine ‘Felsefe yapmaya başladınız,’ diye azarlayacak gibi duruyorsunuz da ondan,” diye karşılık verdim.
Hanımefendi bu sefer, “Yok daha neler,” dedi.
Bu vesileyle tekrar sohbete koyulduk. Derken mevzu döndü dolaştı yine ikimizin de ortak ilgi alanı olan hocama geldi.
“Hanımefendi, müsaade ediniz de az önceki sözlerime biraz daha devam edeyim. Hanımefendiye boş bir safsata gibi görünse de öyle havai şeyler söyleyecek değilim çünkü.”
“Buyurun o zaman.”
“Şimdi aniden kaybolsanız hocam hayatına şimdiki gibi devam edebilir mi?”
“Nereden bileyim yahu, siz de! Onu ancak hocanıza sorup öğrenebilirsiniz. Bana sorulacak soru mu bu şimdi?”
“Hanımefendi, ben ciddiyim. Lütfen kaçamak değil, samimi bir cevap verin.”
“Samimiyim. Hakikaten bilmiyorum.”
“Peki, hanımefendi hocamı ne kadar seviyorlar? Hocama değil size sorulması gereken bir soru olduğundan doğrudan size soruyorum.”
“Sormasanız olmuyor mu böyle şeyleri?”
“Böyle aşikâr bir meseleyi sormak bile abesle iştigal mi demek istiyorsunuz?”
“Bir bakıma.”
“Bu âna kadar hocama bağlı olan sizin ani bir yokluğunuzda, hocam ne yapar ki? Bu dünyadan hiçbir nasibi olmayan hocam sizin ani yokluğunuz sonrası ne yapar, ne eder? Hocamın gözünden değil de sizin gözünüzden… Sizin bakış açınızla, hocam bahtiyar mı olur mahzun mu olur?”
“O kadarı benim gözüme de aşikâr. O belki öyle düşünmüyordur ama hocanız benden ayrılırsa muhakkak üzülür. Belki de yaşayamaz bile. Yeri gelmişken, övünmek gibi olacak ama elimden geldiği kadarıyla kendisini mutlu ettiğime inanıyorum. Hiç kimse onu benim kadar mutlu edemez diye düşündüğüm bile oluyor. O yüzden içim böyle rahat ya.”
“Ben de bu sadakatin hocamın gönlüne kadar işlediğine inanıyorum o zaman.”
“Orası başka.”
“Yani hocam sizi sevmiyor mu demek istiyorsunuz?”
“Beni sevmediğini sanmam. Beni sevmemesini gerektirecek bir sebep yok. Ne var ki hoca bu alemi sevmiyor, biliyorsunuz. Dünyadan ziyade son zamanlarda insanlıktan nefret eder oldu ya, bu yüzden bu insanlığın içinde bir fert olarak beni de sevmesi beklenemez değil mi?”
Sonunda hanımefendinin sevilmemek derken neyi kastettiğinin idrakine varmıştım.
18
Hanımefendinin ferasetinden etkilenmiştim. Tavrının eski tarz Japon hanımlarınkine benzememesi de dikkatimi çeken hususlardan biriydi. Hanımefendi, o dönem revaçta olan yeni kelimelerin de hemen hiçbirini kullanmamıştı.
Ben, bir hanımla derin bir ilişki tecrübesinden yoksun, saf bir gençtim. Bir erkek olarak şahsen, karşı cinse yönelik bir içgüdüyle, kadını genellikle ihtirasın hedefi olarak hayal ederdim. Fakat bu özlenen bahar bulutlarını seyre dalan birinin ruh hali gibi boş bir hayalden öte bir şey değildi. O yüzden gerçek bir kadının önüne çıkınca hislerimin birden değiştiği olurdu ara sıra.
Karşıma çıkan kadının cazibesine kapılmak yerine, duruma göre garip bir ters tepki verme hissine kapılırdım. Hanımefendiye karşı hiç öyle hislerim olmadı. Normalde kadın ve erkek arasında mevcut olan zihniyet farkı düşüncesi de bende hiç oluşmamıştı. Hanımefendinin bir kadın olduğunu unutmuştum. Kendisini sadece hocamın dürüst bir eleştirmeni ve dert ortağı olarak görüyordum.
“Hanımefendi, size ‘Hocam neden biraz daha dünyevi alanda faal olmuyor?’ diye sorduğumda bir şeyler söylemiştiniz. Önceden öyle değildi diye.”
“Evet, söyledim. Gerçekten öyle değildi de ondan.”
“Nasıldı peki?”
“Sizin arzu ettiğiniz ve benim de arzu ettiğim gibi imrenilecek bir insandı.”
“Neden aniden değişiverdi o zaman?”
“Aniden değil, yavaş yavaş böyle olup çıktı.”
“Hanımefendi bu süreç boyunca hep hocamla birlikte miydiler?”
“Tabii ki birlikteydim. Karı kocayız zira.”
“O zaman hocamdaki değişikliğin sebebini tamamen biliyor olmalısınız, değil mi?”
“İşte orası sorun ya. Size bile böyle söyletmek acı veriyor lakin ne kadar düşünsem boşuna. Kendisine kaç kere ‘Hadi içini dök artık,’ diye yalvardım, bilmiyorum.”
“Hocam ne buyurdular?”
“‘Söyleyecek bir şey yok. Endişelenecek bir şey yok. Böyle mizaçta birisi oluverdim işte,’ demekle yetinip konuşmaya yanaşmıyor.”
Susmuştum. Hanımefendi de konuşmasını yarıda bıraktı. Odasında duran hizmetçi kızdan çıt çıkmıyordu. Hırsız meselesini tamamen unutmuştum.
“Benim bunda sorumluluğum olduğunu düşünüyor musunuz?” diye hanımefendi aniden sordu.
“Hayır,” diye cevapladım.
Hanımefendi, “Lütfen hiçbir şey saklamadan söyleyin. Sizi öyle düşündürmek, gönlümü parçalarcasına bir acı verir bana çünkü,” diye devam etti. “Hocanız için elimden gelenin hepsini yapmışımdır herhalde.”
“Bunu hocam da tasdikliyor olduğundan, burada sorun yok. Müsterih olunuz, sizi temin ederim.”
Hanımefendi maltızın küllerini eşeledi. Ardından sürahiden çaydanlığa su koydu. Çaydanlığın fokurtusu hemen diniverdi.
“Sonunda dayanamayıp kendisine sordum: ‘Bir kabahatim varsa çekinmeden söyleyin, düzeltebileceğim bir kusursa düzeltirim.’ O da, ‘Sizde ne kusuru olacak, kusur sadece bende,’ dedi. O öyle deyince de çaresiz ve gözüm yaşlı, ‘Ne kabahatim oldu?’ diye tekrar tekrar sorasım geliyordu.”
Hanımefendinin gözleri yaşlarla dolmuştu.
19
Hanımefendi önceleri gözümde ferasetli biriydi. Sohbetlerimiz devam ettikçe ise gözümde giderek farklı bir çehreye bürünüyordu. Hanımefendi bir yandan benim fikirlerimi sorgulamakla birlikte, bir yandan da kalbimi derinden etkilemeye başlamıştı. Hocam ile aralarında hiçbir fenalık olmamıştı. Olması için bir sebep de yokken, görünen o ki ortada bir şeyler vardı. Gözleri dört açıp iyice bakınca da görünürde hiçbir şey yoktu. Hanımefendinin canını sıkan da işte bu noktaydı.
Hanımefendi ilk önceleri, âleme karamsarca bakan hocamın nihayetinde kendisinden de nefret eder olduğu kanısına varmıştı. Bu tespiti yapmakla beraber, bundan tatmin olmuş da değildi. İşi irdeleyince, bu sefer bunun tam tersinin olabileceğini düşünmüştü. “Acaba kendisinden nefret etmenin neticesi olarak en sonunda bu âlemden tamamen soğumuş mu oldu?” diye bir tahmin yürütmüştü. Ne yapıp ettiyse bu varsayımları sonlandırıp gerçeğe dönüştürmeyi başaramıyordu. Hocamın davranışları her haliyle iyi bir kocanınkine denkti. İnce ruhlu ve nazikti. Şüpheler yumağını günbegün sevgisiyle bağrına basıp, gönlünün derinliklerine usul usul gömmüş olan hanımefendi, o akşam o yumağı benim önüme olduğu gibi açmıştı.
“Ne dersiniz?” diye sordu. “Benim yüzümden mi böyle olmuştur, yoksa o dediği hayat görüşü müdür nedir, onun yüzünden mi böyle oldu? Lütfen bir şey gizlemeden açıkça söyleyin.”
Hiçbir şeyi gizleme niyetinde değildim. Bununla beraber şayet orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğunu varsayarsak, cevaplarım hanımefendiyi tatmin edemezdi. Orada benim bilmediğim bir şeylerin olduğuna inanıyordum.
“Bilemiyorum.”
O an, hanımefendinin yüzünde, şaşırdığı zaman görülen o mahzun ifade belirdi. Hemen sözüme devam ettim.
“Fakat şu kadarından sizi temin ederim ki hocamın sizi sevmemesi söz konusu değildir. Ben bizzat hocamın kendisinden duyduklarımı size aktarmaktayım. Ne de olsa kendisi yalan söyleyecek biri değildir.”
Hanımefendi hiçbir şey demedi. Neden sonra şöyle devam etti:
“Aslında aklıma gelen bir şeyler var ama…”
“Hocamın bu hale gelmesinin sebebine dair mi?”
“Evet. Sebep bu diyebilsek, o zaman benim sorumluluğum ortadan kalkar. Bu kadarı bile içimi fazlasıyla rahatlatırdı ama…”
“Nedir peki bu?”
Hanımefendi tereddüt içinde dizinin üstüne koyduğu ellerine bakıyordu.
“Bir anlam çıkarabilmeniz umuduyla anlatıyorum.”
“Elimden gelecekse bir anlam çıkarmaya çalışırım.”
“Bak her şeyi anlatamam ama. Anlatırsam azar işitirim. Sadece azar yemeyeceğim kadarını söylüyorum.”
Heyecandan nutkum tutulmuştu.
“Hocanın henüz üniversite yıllarında arasının çok iyi olduğu bir arkadaşı vardı. O şahıs üniversiteden mezun olmasına çok az bir zaman kala öldü. Aniden öldü.”
Hanımefendi sanki kulağıma fısıldıyormuş gibi kısık bir sesle, “Açıkçası alışılmadık bir ölümdü bu,” dedi. Burada “Neden ama?” diye sormadan edemeyeceğim bir tarzda söylemişti bunu.
“Daha fazla bir şey söyleyemem. Lakin olanlar, bu vakadan sonra oldu. Hocanın azar azar değişmesi… O şahıs neden öldü bilemiyorum. Hoca da bilmiyordur belki. Fakat bundan sonra değişti diye düşünmek hiç de akıl dışı değil.”
“O şahsın mezarı mı Zōşigaya’daki?”
“Yasak olduğu için onu da söyleyemem. Ama bir tanıdığını kaybetti diye bir insanın böyle değişmesi mi gerekiyor? Bunu bilmeyi o kadar çok istiyorum ki! İşte o yüzden bu konuda size danışmak istedim.”
Benim görüşüm, bunun bir sebep olamayacağı yönündeydi.
20
Yakalayabildiğim gerçekler ölçüsünde hanımefendiyi teselliye çalıştım. Hanımefendi de tarafımdan teselli edilmiş olmak istiyor gibi görünüyordu. Aynı mesele üzerinde sonu gelmez konuşmalarımız böylece devam etti. Ancak meselenin aslına erememiştim.
Aslında hanımefendinin huzursuzluğu da havada süzülen sis perdesi misali bu şüphelerden geliyordu. Olayın aslına gelince hanımefendinin de bilemediği birçok şey vardı. Bildiklerini de bana açık açık söyleyemiyordu. İşte bu şartlar altında, teselli eden şahsım ve teselli edilen hanımefendi, yani ikimiz birlikte dalgalar üstünde çırpınıyorduk. Hanımefendi can havliyle kollarını çırpıyor ve benim mesnetsiz görüşlerime tutunmaya çalışıyordu.
Saat on civarı hocamın ayak sesleri eşikte duyulduğunda hanımefendi, birden o âna kadar olanların hepsini unutmuşçasına, önünde oturan beni bırakıp ayağa kalktı. Böylece kafesli kapıyı açmakta olan hocamı karşılama vaziyeti almış oldu. Yalnız kalınca hanımefendinin arkasından ben de gittim. Sadece hizmetçi kız uyuyakalmış olacak ki hemen çıkıp gelemedi.
Hocam her zamankinden iyi görünüyordu. Fakat hanımefendi daha da iyi görünüyordu. Hanımefendinin güzel gözlerinde daha önce biriken yaşların parıltısı ile sonradan simasını bürüyen o kasvetli ifadedeki bu olağandışı değişimi dikkatle seyrediyordum. Eğer bu bir numara değilse (öyle olduğunu düşünmüyordum) hanımefendinin o âna kadarki tavırlarını bir çeşit duygusallık oyunuyla beni makaraya aldığı bir muzipliğe de yorabilirdim. Şu kesin ki o zaman gönlümde hanımefendiye o kadar da eleştirel gözlerle bakacak bir istek belirmemişti. Bilakis, yüzünde güller açmasıyla rahatlamış oldum. Eğer öyleyse artık o kadar endişe etmeye gerek yokmuş diye düşündüm.
Hocam gülerek, “Haydi geçmiş olsun. Hırsız gelmedi mi?” diye bana sordu. Sonra da ekledi: “Gelmediği için hevesiniz kaçmadı umarım.”
Dönüşte hanımefendi, “Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettik,” diyerek başıyla selam verdi. Bu söyleyiş tarzında “Meşgul bir zamanınızda boş yere vaktinizi çaldık”tan ziyade “Zahmet edip gelmenize rağmen hırsız gelmediği için boşu boşuna rahatsız ettik” manasında bir şaka seziliyordu.
Hanımefendi bunları söylerken az önce çıkardığı alafranga kurabiyelerinden arda kalanları kâğıda sarıp elime tutuşturdu. Bunu cebime koyup gelen geçeni az ve gece soğuğu sinmiş sokağa dönüp renkli şehre doğru aceleyle yol aldım.
O akşamdan hatırladıklarımı derleyip buraya ayrıntılı bir şekilde yazdım. Bunu yazmam icap ettiği için yazmış oldum ama doğruyu söylemek gerekirse, hanımefendiden kurabiyeleri alıp eve dönerken, o akşam konuşulanları pek o kadar ciddiye almayan bir ruh halindeydim. Ertesi gün öğle yemeği için okuldan eve dönüp akşam masanın üstüne koyduğum kurabiye paketini görünce, hemen içinden çikolata kaplı kızıl kahve kurabiyeleri çıkarıp atıştırdım. Yerken de her şey bir yana o iki kişinin yeryüzünde mutlu bir çift olarak yaşadıklarının idrakiyle kurabiyelerin tadına varmıştım.
Güz bitip de kış gelene kadar hususi bir olay vuku bulmadı. Hocamın evine gidiş gelişlerimde fırsat buldukça hanımefendiden çamaşırlarımı yıkayıp kimonomu dikmesini rica ederdim. Henüz içlik denen şeyi giymezken gömleğin üstüne siyah kollu giymeye başlayışım da o zamanlara rastlar.
Çocuğu olmayan hanımefendi o kadarlık bir şeyin zahmet bir yana, kendisi için bir eğlencelik ve en nihayetinde sağlığına da iyi gelen bir uğraş olduğu gibi şeyler söylüyordu.
“Bu el dokuması kumaştan değil mi? Böyle güzel dokumalı bir kimonoyu daha önce hiç dikmemiştim. Hem pek bir zormuş bunu dikmesi. Hiç iğne geçiremem ki buna. Sizin yüzünüzden iki iğnem kırıldı.”
“Böyle bir şikâyette bulunurken dahi hanımefendinin yüzünde pek öyle bunu angarya görüyor gibi bir ifade de yoktu.”
21
Kış gelince aniden eve gitmem icap etti. Annemden gelen mektupta babamın hastalığının gidişatının pek de iyi olmadığı yazmakta, halihazırda telaşa gerek olmasa da yaşı da epey ilerlediğinden, mümkünse bir zamanını ayarlayıp memlekete gitmem istenmekteydi.
Babam böbreklerinden hastaydı. Orta yaş üstü kişilerde de sık sık görüldüğü üzere, babamdaki bu hastalık müzmindi. Buna rağmen hem kendisinin hem de ev halkının, biraz dikkat edilirse hastalığın kötüye çevirmeyeceğine dair tam bir inançları vardı. Şimdilerde babam misafir gelen eşe dosta sırf iyi beslenmesi sayesinde bir şekilde bugünlere kadar yaşayıp geldiğini söylüyordu. Aynı babam, annemin mektubuna bakılırsa, bahçeye çıkıp bir şeylerle uğraşırken fenalaşmış ve sırtüstü yığılıvermişti. Ev halkı bunun hafif derece bir beyin kanaması olduğu şeklinde yanlış bir kanıya varıp ona göre müdahale etmişlerdi. Sonrasında doktorun işin pek öyle olmadığı, muhtemelen müzmin hastalığının bir neticesi olduğu şeklindeki teşhisini duyunca, ilk defa düşüp bayılmak ile böbrek hastalığı arasında bir ilişki olabileceği üzerine düşünmeye başlamışlar.
Kış tatilinin başlamasına biraz daha vardı. Dönem bitene kadar beklememin bir mahzuru olmasa gerek diye düşünüp bir iki gün harekete geçmedim. Derken bu bir iki gün içinde babamın yataktaki hali ve annemin telaşlı yüzü durmadan gözümün önüne gelir oldu. Her defasında yüreğimde garip bir acı hissedince sonunda memlekete gitmeye karar verdim. Memleketten yol parasını alma işlemleriyle vakit kaybetmemek için vedalaşma vesilesiyle hocamın evine kadar gidip, yol parasını da kısa zamanda geri ödeyeceğimi belirterek kendilerinden temin etmeye karar verdim.
Hocam hafiften bir nezle geçirdiğinden, misafir odasına geçmek zahmetli olur diye beni kütüphaneye buyur etti. Kütüphanenin penceresinden kış geleli beri ender görülüp kendini özleten narin güneş ışığı giriyor ve masanın ayaklarını parlatıyordu. Hocam yılın o günlerinde evin en iyi köşesi olan bu odanın ortasına büyük bir maltız koymuş, üçayağın üstüne yerleştirdiği çaydanlıktan çıkan su buharıyla nefesini rahatlatmak niyetindeydi.
“Büyük hastalık neyse de, az bir soğuk algınlığı gibisi daha can sıkıcı, değil mi?” diyen hocam, acı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu.
Hocamın adamakıllı hasta denecek kadar hasta olmuşluğu yoktu. Sözlerini duyunca gülesim geldi.
“Ben de soğuk algınlığı kadarına katlanabilirim ama ondan ötesi bana uzak dursun. Sizin için de aynı olsa gerek. Başınıza geldiğinde anlarsınız.”
“Belki de öyledir. Hasta olacaksam ölümcül olanını yeğlerim.”
Hocamın söylediklerini pek o kadar ciddiye almamıştım. Hemen annemden gelen mektup konusunu açıp borç para talep ettim.
“Öyleyse durum ciddi. O kadarı elimizin altında olsa gerek. Verelim de onunla yola çıkın.”
Hocam, hanımefendiyi çağırıp gereken meblağı önüme koydurdu. Parayı kendi çay takımı dolabı gibi bir şeyin çekmecesinden getiren hanımefendi, beyaz kâğıdın üzerine paraları narince koyup “İnsan ister istemez endişeleniyor, değil mi?” dedi.
Hocam, “Sık sık baygınlık geçiriyor muymuş?” diye sordu.
“Mektupta hiçbir şey yazmıyor. Bu şey sık sık tekrar etmeye mi meyillidir?”
“Öyle.”
Hocam, hanımefendinin annesinin de babamınkiyle aynı hastalıktan öldüğü konusunu ilk defa açmış oldu.
“Her hâlükârda durumu kötü olmalı,” dedim.
“Öyle vesselam. Mümkün olsa da onun yerinde ben olsaydım. Mide bulantıları var mıymış?”
“Pek söz etmediğine göre, bulantıları hemen hemen hiç olmasa gerek.”
Hanımefendi, “Bulantı gelmiyorsa henüz durumu iyidir,” dedi.
O günün akşamı buharlı trenle Tokyo’dan ayrıldım.
22
Babamın durumu düşündüğüm kadar kötü çıkmadı. Ancak eve vardığımda, hasta yatağında bağdaş kurmuş bir vaziyette, “Millet endişelenmesin diye dişimi sıkıp böyle yatmaya devam ediyorum. Artık kalksam da sakıncası yok,” diyordu. Fakat aradan bir gün geçmişti ki annemin durdurmasına aldırmayıp nihayet yatağını kaldırttı. Annem istemeye istemeye yorganı katlarken, “Babanın sen gelince birden gücü yerine geldi,” dedi. Ben de babamın bu tavrını kendini olduğundan iyi gösterme uğraşı olarak görüyordum.
Abim, Kyūşū[29 - Japonya’yı oluşturan büyük adalardan en güneyde olanıdır. (ç.n.)] gibi uzak bir yerde bir işle meşguldü. Yani çok hususi bir durum haricinde, işlerinden başını kaldırıp anne babasının yüzünü görecek hali yoktu. Ablam başka bir ile gelin gitmişti. Bu yüzden de acilen yetişip gelecek bir durumda değildi. Anlaşılan, üç kardeş içinde en müsait olanı talebe olmam sebebiyle sadece bendim.
Annemin buyruğuna uyup, okulun derslerini bir yana bırakarak tatilden önce dönüp gelmemden babam büyük bir memnuniyet duymuştu. “Bu kadarcık bir hastalık için okulunu ihmal ettirmekle ayıp ettik. Annen mektupta işi iyice velveleye vermiş, hiç iyi olmadı bu.”
Babam böyle diyordu. Demekle de kalmayıp şimdiye kadar serili duran hasta yatağını kaldırtıp her zamanki gibi dinç bir görüntü çiziyordu.
“Sakın ha durumu iyice hafife alıp hastalığı tekrar azdırma.”
Babam uyarılarımı memnuniyetle karşılamakla birlikte pek ciddiye almıyordu.
“Bir şeycikler olmaz. Böyle her zamanki gibi kendime dikkat etsem yeter.”
Doğrusu babam iyi görünüyordu. Evde rahatça dolaşıyor, nefes nefese kalmadığı gibi kendini kaybettiği de olmuyordu. Bir tek benzinin rengi normal insanınkine nazaran gayet kötüydü ama bu da yeni çıkan bir şey olmadığından, biz de pek endişeleniyor değildik.
Hocama mektup gönderip borç para için teşekkürlerimi ilettim. Borcumu Tokyo’ya döneceğim yılbaşı zamanı ödeyeceğimi söyleyip o vakte kadar beklemelerini rica ettim. Bu arada babamın hastalığının düşündüğüm kadar ağır olmadığını bildirdim. Göründüğü üzere endişelenecek bir şey yoktu, baş dönmesi olmadığı gibi bulantı ve benzeri belirtilerden hiçbiri de yoktu. Son olarak da nezaketen kısaca hocamın soğuk algınlığının ne durumda olduğunu sordum. Hastalığını pek ciddiye almıyordum.
Bu mektubu gönderirken hocamdan cevap gelir diye bir beklentim yoktu. Gönderdikten sonra anne babama hocamdan bahsederken, gözümün önüne hocamın kütüphanesi geliyordu.
Annem, “Tokyo’ya dönüşünde hocana şiitake mantarı[30 - Japonya’da ve birçok Doğu Asya ülkesinde yetiştirilen lezzetli bir mantar türü. (ç.n.)] götür,” dedi.
“Tamam da, hocam kurutulmuş şiitakeyi yer mi acaba?”
“Çok lezzetli olmasa da nefret edeni de yok.”
Hocam ile şiitake mantarını bir arada düşünmek bana garip geldi.
Hocamdan cevap gelmesi beni biraz şaşırttı. Özellikle de öylesine yazılmış gibi görünmesi şaşırtmıştı aslında. “Hocam sadece nezaketen bir cevap buyurmuş,” diye düşündüm. Öyle düşününce de bu basit mektup, benim için oldukça büyük bir sevinç kaynağı oldu. Elbette bunda hocamdan aldığım ilk mektup olmasının da payı vardı.
“İlk” deyince hocamla yazışmalarımız devam etmiş gibi anlaşılabilir ama işin aslının öyle olmadığını burada belirtmek isterim. Hocamın ömrü boyunca, kendisinden sadece ve sadece iki mektup aldım. Bunlardan ilki şimdi bahsettiğim bu basit mektuptu; ikincisi ise hocamın ölmeden önce özellikle bana hitaben yazdığı oldukça uzun bir mektuptu.
Hastalığının tabiatı gereği babamın fazla hareketten kaçınması icap ettiğinden, hasta yatağını kaldırmamız sonrası da hemen hemen hiç dışarı çıkmıyordu. Bir keresinde havanın oldukça yumuşak olduğu bir günün öğleden sonrası bahçeye indiği oldu ama o zaman da tedbiri elden bırakmayarak ben babamın koluna girmiş vaziyette yanında bulundum. Endişeyle babamın elini omzuma almaya çalışsam da babam tebessüm ederek buna yanaşmıyordu.
23
Sıkıcı bir rakip olan babamla bol bol şōgi[31 - Satranç benzeri geleneksel Japon oyunu. (ç.n.)] oynuyorduk. Her ikimiz de tembel tabiatlı olduğumuzdan, kotatsunun[32 - Etrafı yorganla çevrili ve altında ısıtma sistemi bulunan masa. (ç.n.)] dibine sokulmuş halde oturduk, oyun tahtasını yorganın üzerine yerleştirip sadece hamle yapmak için ellerimizi yorgandan dışarı çıkarıyorduk.
Kimi zaman alınan pullar kayboluyor, bir sonraki oyuna kadar ikimizin de bundan haberi olmuyordu. Bir keresinde bunlardan birini annemin küller arasında bulup maşayla tutup çıkardığı ilginç bir hadise de geçti başımızdan.
“Go’nun[33 - Çin kökenli tahta üzerinde oynanan bir strateji oyunudur. (ç.n.)] sehpası çok yüksek, hem de ayaklı olduğundan kotatsunun üstüne koyulamıyor. Bu açıdan bakınca şōgi sehpası daha iyi. Bak rahatça oynayabiliyoruz. Tembel adam için çok iyi. Hadi bir el daha çevirelim!”
Babam kazanınca muhakkak, “Hadi bir el daha çevirelim,” diyordu. Gel gör ki ben kaybedince de bir daha oynayalım diyordu. Yani kaybetse de kazansa da kotatsunun yanı başında şōgi oynamaktan büyük zevk alan biriydi.
Başlarda her zaman tecrübe edemediğim emekli işi bu eğlencelik, benim de epey hoşuma gitmişti. Lakin gitgide, gençliğimden olsa gerek bu kadarı bana yetmemeye başladı. Kimi zaman altın pul ya da mızrak pulunu tuttuğum, yumruğumu başımın üstüne uzatarak iyice bir esnediğim oluyordu.
Tokyo’yu düşünüyordum. Derken yerinden çıkacakmışçasına delice atmaya başlayan kalbimin gümleyişlerini duyuyordum. Gariptir ki bu gümleyişin şiddetini hocamın gücünden aldığı yönünde tuhaf bir hissiyat besliyordum.
İçimden şöyle bir babam ile hocamı karşılaştırdım. Her ikisi de âlem içinde yaşıyor mu ölü mü farkına varılmayacak kadar sessiz sakin insanlardı.
İnsanların gözünde kendilerine bir not biçilecek olsa bu sıfır olurdu. Ne var ki ha bire canı şōgi oynamak isteyen babam, basit bir eğlence arkadaşı olarak bile beni tatmin etmiyordu. Önceleri kendisine eğlence için gidip geldiğimi hatırlamadığım hocamın ise kafamda bir eğlence ilişkisiyle ortaya çıkacak samimiyetten çok öte bir tesiri vardı. Buna sadece kafa demek fazlaca soğuk bir ifade şekli olacağından gönül diyelim. Tüm vücuduma hocamın kudreti sinmiş ve can damarlarımda hocamın hayatı akıyor gibiydi desem, o zamanki hissiyatım için abartı sayılmaz. Babam benim öz babam iken, hocamın, söylemeye bile gerek yok, tamamen bir yabancı olduğu yönündeki su götürmez gerçek hakkında, bile bile kafa yorup da sanki ilk defa büyük bir keşifte bulunmuşum gibi şaşırdığım oluyordu.
Artık yapacak bir şey olmamasından sıkılmaya başlayınca, önceleri hep el üstünde olan ben, yavaş yavaş anne babamın gözünde bayağılaşmaya başladım. Bu yaz tatilinde memleketine dönen herkesin muhakkak az çok tecrübe ettiği bir duygudur. Eve ayak bastığınız bir hafta müddetince, eliniz sıcak sudan soğuk suya konmezken, bu eşiği aşınca artık evdeki heyecan kayboluverir ve en nihayetinde olsanız da olmasanız da fark etmezmiş gibi bir muameleyle karşılaşırsınız. İşte ben o eşiği aşmıştım. Dahası memlekete dönerken beraberimde anneme de babama da yabancı bir şeyler getirmiştim. Eskilerin tabiriyle Konfüçyüs’ün evine Hıristiyan havası getirmek misali, beraberimde getirdiğim şey evin havasına uymuyordu. Elbette bunu gizlemekteydim.
Ne var ki her ne kadar açığa vurmayayım desem de bu bir şekilde anne babamın gözünden kaçmıyordu. Keyfim kaçmıştı. Hemen Tokyo’ya dönmek istedim.
Şükür ki babamın sağlığı vaziyetini muhafaza ediyor, en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermiyordu. Ne olur ne olmaz diye uzaklardan iyi bir doktor çağırıp muayene de ettirmiştik ki benim zaten bildiğim hususlar haricinde bir vakaya rastlanmamıştı. Kış tatilinin bitiminden hemen önce dönmeye karar verdim. Gariptir ki hem annem hem de babam buna karşı çıktılar.
Annem, “Ne dönmesiymiş, daha çok erken değil mi?” dedi. Babam da, “Dört beş gün daha kalsan yetişirsin,” dedi.
Karar verdiğim dönüş tarihini kabul ettirememiştim.
24
Tokyo’ya döndüğümde kapılardaki matsukazariler[34 - Yılbaşında kapıların önlerine yerleştirilen çam ağacından yapılan dekor. Şinto inancına göre yeni yılın tanrısını karşılamak için yerleştirilirdi. (ç.n.)] çoktan kaldırılmıştı. Esen soğuk rüzgâra teslim olmuş şehirde, nereye baksam yılbaşı havasından eser yoktu.
Hemen hocamın evine borcumu ödemeye gittim. Hediyelik şiitake mantarını da götürdüm. Ancak öylece vermek biraz garip kaçacağından, “Bunu annem size vermemi söyledi,” diye açıkça söyleyerek hanımefendinin önüne koydum. Şiitake yeni bir şekerleme bohçasının içindeydi. Kibarca şükranlarını sunan hanımefendi yan odaya geçerken, bu bohçayı eline alınca hafifliğine şaşırmış olacak, “Bu nasıl bir şekerleme acaba?” diye sordu.
Hanımefendinin böyle samimiyken çocukça bir uçarılık görünürdü yüzünde hep. Her ikisi de babamın hastalığı konusundaki sorularını tekrarladıkları sırada hocam şunları söylemişti:
“Anlaşıldı. Söylediklerine bakılırsa şimdilik telaş edilecek bir şey yok ama hastalık hastalıktır. Her an teyakkuz halinde olmak lazım.”
Hocam, böbrek rahatsızlığı konusunda benim bilmediğim birçok şey biliyordu.
“Hastalığa müptela olan kişinin bunu fark etmeden normal bir yaşam sürdürmesi bu hastalığın özelliğidir. Bir subay tanıdığım vardı; sonunda bu dertten gitti ama ölümü sanki yalan gibi oldu. İşte yanında yatan hanımının başında durmasını gerektirecek bir zaman bile söz konusu olmadı. Gece yarısı biraz rahatsızlandığını söyleyerek hanımını uyandırdığı olmuş o kadar. O günün sabahı çoktan ölmüşmüş. Lakin hanımı kocasını uyuyor zannettiğini söylemişti.”
O vakte kadar bende iyimser bir hava hâkimken şimdi birden içimi huzursuzluk kaplamıştı.
“Benim babam da öyle mi olacak? Olmayacak da diyemeyiz değil mi?”
“Doktor ne diyor?”
“İyileşmez diyor. Fakat hastanın endişe etmesini gerektirecek bir şey olmadığını söylüyor.”
“İyi o zaman. Doktor öyle diyorsa… Benim bahsettiğim kişi hiç fark etmemişti hastalığını. Ayrıca hayli kaba bir asker hayatı vardı.”
Biraz içim rahatlamıştı. Ruh halimdeki değişikliği dikkatlice gözlemleyen hocam şöyle devam etti:
“Lakin insan dediğin sağlıklısıyla, hastasıyla zayıf bir varlık. Kim bilir ne zaman, ne sebeple ve ne şekilde geliverecek ölüm.”
“Siz de mi öyle düşünüyorsunuz?”
“Ne kadar sağlıklı da olsam, ben bile böyle düşünmeden edemiyorum tabii.”
Hocamın dudaklarında hafiften bir gülümseyişin gölgesi belirdi.
“Sessiz sedasız öleni var. Tabii bir şekilde… Bir de apansızın ölenler var ya! Gayri tabii bir vahşet eseri…”
“Gayri tabii vahşetten kastınız nedir?”
“Onun mahiyeti bana da malum değil ama bir ihtimal, intihar edenlerin çoğu bu gayri tabii vahşetten istifade ediyor olmalılar.”
“O zaman öldürülmek de böyle gayri tabii bir vahşetin eseri olsa gerek.”
“Bak öldürülmeyi düşünmemiştim ama düşününce makul geliyor.”
O sohbetten sonra eve döndüm. Döndükten sonra da babamın hastalığı pek o kadar aklımda değildi. Hocamın bahsettiği tabii ölüm, gayri tabii bir vahşet neticesi ölüm tabirleri, sadece o gün akılda kalacak geçici laflardan öteye geçmemiş, sonrasında aklımda hiç yer etmemişti. O güne kadar kaç kere el atayım dediysem de bir türlü girişemediğim bitirme tezini artık yavaş yavaş yazmaya başlamak gerek diye düşünmeye başladım.
25
O yılın Haziran ayında mezun olmam gerektiğinden, mevzuat gereği Nisan sonuna kadar bitirme tezimi tamamlamam gerekiyordu. İki, üç, dört diye kalan zamanı parmaklarımla sayınca, hesaplamalarımın tutacağından şüphelenmeye başladım. Etrafımdakiler kaynak toplamakla, not yazmakla oldukça meşgul görünürken ben daha hiçbir şeye dokunmamıştım. Yılbaşı geçsin de sonra etraflıca işe koyulurum diye karar vermiştim sadece. Karar verdiğim gibi de işe başladım. Derken birden elim kolum bağlandı. O vakte kadar bu büyük mesele hakkında basit ana hatlardan ötesini tasarlayamamıştım. Başımı ellerimin arasına alıp kara kara düşünmeye başladım.
Daha sonra tez konumun alanını daralttım. Ortaya koyacağım düşünceleri sistematik bir şekilde özetleme ihtiyacı doğmaması için sadece kitaplarda olan bilgileri sıralayıp azar azar sonuç kısmı ekleme yoluna gittim. Seçtiğim konu hocamın ihtisas alanıyla da yakından ilişkiliydi. Evvelinde, bu konunun seçimi hakkında hocamın görüşünü sorduğumda, “Neden olmasın,” demişti. Telaştan elim ayağıma dolanınca, doğruca hocama gidip okumam gereken kaynakları sordum. Hocam tüm bildiklerini seri bir şekilde bana aktardıktan sonra, “Gerekli kitaplardan iki üç tanesini ödünç vereyim,” dedi. Ne var ki hocam bu noktada beni biraz bile yönlendirme sorumluluğu almaya yanaşmıyordu.
“Son zamanlarda pek kitap okumadığımdan yeni gelişmeler hakkında bilgim yok. Okuldaki hocalarına sorsan daha iyi olur.” Hocamın bir zamanlar tam bir kitap kurduyken, sonrasında nedendir bilinmez eski ilgisini kaybediverdiği hakkında hanımefendiden duyduklarım o an birden hatırıma geldi. Tez konusunu bir kenara bırakıp öylesine bir konuya geçtim.
“Hocam neden eskisi kadar kitaplara ilgi duymaz oldunuz?”
“Şudur diyebileceğim bir sebebi yok ama… Nihayetinde ne kadar kitap okusam da pek öyle bir yerlere gelemeyeceğimi düşündüğümden olsa gerek. Bir de…”
“Daha başka bir sebebi mi var?”
“Ayrı bir sebep denecek kadar büyük bir şey değil ama önceleri insanlar karşısında bir şey sorulduğunda bilmiyorum demeyi ayıp bilip bundan sakınırdım, sonradan bunun pek öyle utanç verici bir şey olmadığına yönelik bir intiba edindiğimden, öyle durmadan kitap okuma arzusunu kaybetmiş olmalıyım. Yani uzun lafın kısası bizden geçti artık.”
Hocam nispeten sakin bir tavırla söylemişti bunları. Topluma sırtını dönmüş bir adamın acılarını tatmamış biri olarak benim buna diyeceğim pek bir şey yoktu. Aklımda hocamın yaşı geçmiş olmasa da muhteşem biri olmadığı yönünde bir intiba edinerek evimin yolunu tuttum.
Ondan sonra ise var gücümle tezime girişmiş, bir ruh hastası gibi gözlerim kıpkırmızı kesilene kadar çalışır olmuştum. Benden bir yıl önce mezun olmuş bir arkadaşıma sorular sorup çeşitli konularda görüşünü aldığım zamanlarda, birisinin teslim süresinin son günü araba tutup güç bela yetişebildiğinden bahsetti.
Başka birisi de saat beşi on dakika geçe teslim ettiği için neredeyse reddedilecekken bölüm başkanının ihsanıyla tezini kabul ettirebilmiş. Telaşlanmakla beraber kendime çekidüzen de vermiştim.
Her gün masa başında gücüm yettiği kadar çalışmaya devam ettim. Kimi zaman da loş kütüphanenin yüksek rafları arasında dolaşıp duruyordum.
Gözlerim bir hazine avcısı misali, kitap ciltlerindeki altın yaldızlı harfleri tarıyordu. Erik ağaçlarının çiçek açmasıyla birlikte soğuk rüzgârlar yavaş yavaş yönlerini güneye çevirdiler. Az bir zaman geçmişti ki kulağıma kiraz ağacının çiçek açtığına dair söylentiler gelmeye başladı. Oysa benim gözlerim sadece önüne bakan yarış atları gibi tezimden başka bir şey görmüyordu. Nisan ayının sonu gelip de en nihayetinde tezimi vaktinde bitirene kadar hocamın eşiğinden adımımı atmadım.
26
İşimin bitmesi, yae kirazının[35 - Taç yaprakları kat kat açan bir kiraz çiçeği türü. (ç.n.)] çiçeklerinin dökülüp dallarındaki yaprakların yeşererek büyümeye yüz tuttuğu yaz başlarına rastladı. Kafesinden kurtulmuş bir kuş misali gökyüzünün enginliklerine özgürce kanat çırpmaya başlamıştım. Hemen hocamın evine gittim. Kararmış portakal dalı çitlerinin üstlerini bir alev misali filizlerin sarışını, kurumuş nar ağacı köklerinden parlak kızıl kahve yaprakların yumuşakça gün ışığını aksettirmesini yol boyunca seyrettim.
Dünyaya geleli beri ilk defa böyle ender bir manzara görüyormuşum hissine kapılmıştım. Hocam sevinçli yüzümü görünce, “Demek tezini bitirdin sonunda. Hadi geçmiş olsun bakalım,” dedi.
“Sayenizde sağ salim tamamına erdirdim. Artık yapacak bir şey kalmadı,” dedim.
İşin doğrusu o an yapmam gereken bütün işleri bitirdiğimden, o andan sonra gururla bunun tadını çıkarabileceğim yönünde ferah bir ruh haline kapılmıştım. Yazdığım teze yönelik tam bir güven ve tatmin duygusu içindeydim. Hocamın önünde bir çırpıda içeriğini anlatıverdim. Hocam her zamanki haliyle, “Anladım,” ve “Öyle mi?” gibi sözlerle dinlediğini belli etse de onun ötesinde bir fikir belirtmedi. Tatminsizlik değilse de biraz hevesimin kırıldığını hissettim. Buna rağmen o günkü ruh coşkunluğum nispeten sakin görünen hocamın tavırlarına karşı bir atağa kalkıyor gibiydi. Hocamı yeniden doğmaya yüz tutmuş tabiatı seyretmeye davet ettim.
“Hocam, bir yerlere yürüyüşe çıkalım mı? Eminim dışarıya çıkmak bize çok iyi gelecek.”
“Nereye?”
Benim için neresi olsa fark etmezdi. Sadece hocamla birlikte dışarıya çıkmak istiyordum.
Hocam ve ben hedeflediğimiz gibi bir saat sonra şehir merkezinden uzaklaşmış, şehir mi köy mü ayırt etmesi zor ve oldukça sakin bir muhitte öylesine yürürken bulmuştuk kendimizi. Ben alev ağacından taze ve yumuşak bir yaprak alıp, yaprak düdüğü öttürmeye başladım. Kagoşimalı[36 - Günümüz Güney Japonya’sında bir yer ismi. (ç.n.)] bir arkadaşımın yapışını taklit ede ede kendiliğimden öğrendiğim bu yaprak düdüğü denen şeyde epey bir ustalığım vardı. Ben ustalıkla bu düdüğü çalarken buna pek oralı olmayan hocam, başka bir yöne doğru bakarak yürüdü.
Taze yapraklarla örtülmüş gibi sık bitkili hafif bir tümseğin altından uzun ince bir yol gidiyordu. Kapının sütunlarına çakılmış levhada falanca parkı diye yazdığından, şahsa ait bir mülk olmadığı hemen anlaşılıyordu. Hocam yokuşun üst yamacındaki girişe bakarak, “Bir girip bakalım mı?” dedi. Ben de hemen, “Bahçıvanın alanı, değil mi?” diye karşılık verdim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/natsume-soseki/gonul-69403189/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Okunuşu: Teykayşumi
2
Okunuşu: Meyci
3
Günümüz Japonya’sında Kanagava bölgesinin Kamakura şehri. Tarihi bir yer olup yazın denize girilebilmektedir. (ç.n.)
4
Japonya’nın batı kesimine denk gelen bir bölge. (ç.n.)
5
Kamakura’da bir yer ismi. (ç.n.)
6
Genelde pamuktan yapılan ve banyo sonrası ve yazın giyilen hafif bir kimono çeşidi. (ç.n.)
7
Kamakura bölgesinde denize girilen kumsallarıyla ünlü bir yer. (ç.n.)
8
Tokyo’nun Toşima semtinde, 1874’te, Tokyo Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan yaklaşık 10 hektarlık bir mezarlıktır. Ünlü şair, yazar ve politikacılar buraya gömülmüştür. Natsume Sōseki’nin mezarı da buradadır. (ç.n.)
9
Gingko biloba (mabet ağacı) günümüzde herhangi bir yakın türü ya da benzeri bulunmayan bir ağaçtır. Boyları 25-30 metreyi bulabilir, 50 metreyi aşan örnekleri de vardır. Çok uzun ömürlüdür. (e.n.)
10
Zaşiki: Geleneksel Japon evinde en iyi durumdaki oda. Zemini hasır (tatami) kaplı olup genelde misafir burada karşılanırdı. İlerleyen bölümlerde “misafir odası” kullanılacaktır. (ç.n.)
11
Pirinç ve tahıl tozundan yapılan geleneksel Japon içkisi. (ç.n.)
12
Günümüz Japonya’sının Kanagava bölgesinde Aşigaraşimo-gun Hakone-çō adlı yer. Hakone’nin sayılı tarihi yerlerinden biridir. Çeşitli kaplıcalarıyla ünlüdür. (ç.n.)
13
Günümüz Japonya’nın Toçigi bölgesinde yer alan tarihi ve doğası ile ünlü yer. (ç.n.)
14
Geleneksel Japon evinin dış bölümünde yer alıp birbirine dik ahşap çıtalardan oluşan kafesli kapı, pencere dış kaplaması gibi işlevleri olan mimari yapı. İlerleyen bölümlerde “kafesli kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
15
Genelde erkeklerin giydiği bir çeşit geleneksel Japon giysisi. (ç.n.)
16
O zamanlar yurtdışına gitmek için buharlı gemi kullanılmaktaydı ve Yokohama da dönemin önemli limanlarından biriydi. (ç.n.)
17
Günümüz Japonya’sında Tokyo’nun Minato semtinde yer alan bir yer. Japonya’da ilk demiryolu hattı Şimbaşi ile Yokohama arasında kurulmuştur. (ç.n.)
18
Güney Japonya’da bir bölge. (ç.n.)
19
Tokyo şehrinin eski adı. Edo Şōgunluğu’nun ülkeyi hâkimiyeti altına aldığı 1603-1868 yılları Edo Dönemi diye adlandırılır. (ç.n.)
20
Günümüz Tokyo’sunun Çiyoda semtinde yer alan İçigaya istasyonu çevresi. (ç.n.)
21
Günümüz Japonya’sının kuzeyinde yer alan bir bölge. (ç.n.)
22
Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan kiraz çiçekleriyle ünlü bir yer. (ç.n.)
23
Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde yer alan Tokyo Devlet Müzesi. (ç.n.)
24
Günümüz Tokyo’sunun Taitō semtinde bir yer ismi. (ç.n.)
25
Geleneksel Japon evlerinde oda içinde bölmeler oluşturmak için kullanılan ve sürgülü bir kapı düzeneği olan yapı. Yüzeyi resimlerle süslenip lakeyle parlatılır. İlerleyen bölümlerde “sürgülü kapı” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
26
Kelime anlamı Ateş Kâsesi’dir. Geleneksel Japon ısınma aletidir. Yuvarlak, üstü açık şekildedir. İlerleyen bölümlerde maltız kelimesi kullanılacaktır. (ç.n.)
27
Geleneksel Japon evinde günün büyük bir bölümünün geçirildiği oda. İlerleyen bölümlerde “oturma odası” ifadesi kullanılacaktır. (ç.n.)
28
Kuzineye benzeyen uzunca bir maltız türü. (ç.n.)
29
Japonya’yı oluşturan büyük adalardan en güneyde olanıdır. (ç.n.)
30
Japonya’da ve birçok Doğu Asya ülkesinde yetiştirilen lezzetli bir mantar türü. (ç.n.)
31
Satranç benzeri geleneksel Japon oyunu. (ç.n.)
32
Etrafı yorganla çevrili ve altında ısıtma sistemi bulunan masa. (ç.n.)
33
Çin kökenli tahta üzerinde oynanan bir strateji oyunudur. (ç.n.)
34
Yılbaşında kapıların önlerine yerleştirilen çam ağacından yapılan dekor. Şinto inancına göre yeni yılın tanrısını karşılamak için yerleştirilirdi. (ç.n.)
35
Taç yaprakları kat kat açan bir kiraz çiçeği türü. (ç.n.)
36
Günümüz Güney Japonya’sında bir yer ismi. (ç.n.)