Okuma sanatı

Okuma sanatı
Damon Young
Okuma Sanatı kitabında filozof Damon Young, okumanın ne kadar keyifli bir uğraş olduğunu Virginia Woolf’un günlüklerinden Batman çizgi romanlarına kadar edebiyatın içinden birbirinden değerli örneklerle gözler önüne seriyor. Young, okumakla geçen bir hayat boyunca yaptığı hataları ve yaşadığı aydınlanma anlarını içten ve esprili bir dille anlatıyor.

Her bir bölümü sabır, merak, cesaret, gurur, erdem, adalet gibi edebi bir temaya adanan Okuma Sanatı, sayfalardaki şekilleri alıp bunları hayat boyu sürecek bir maceraya dönüştüren okurun gücünü takdir ediyor.

“Okumak üzerine birbirinden ilginç bilgilerle zenginleştirilmiş, merak ve cesaret temalı harika bir kitap.”
–Hilary McPhee

“Şiir gibi bir üslup… Her sayfası, bizi iç dünyamıza doğru bir yolculuğa çıkaran bir kaside gibi. Kendimizi keşfimiz ve kişisel gelişimimiz üzerinde okumanın etkisi kesinlikle göz ardı edilemez. Okuma Sanatı, bana bir kitapsever olarak yalnız olmadığımı hatırlatıyor.”
–Tara Moss

Damon Young
Okuma Sanatı

Her şeyi, bana önce okuyarak sonra da okumayı keserek başlatan aileme…

Bir kitap her şeyden öte, kayıtsız evreni dolduran, başka ciltler arasında okuruyla, yani kaderinde o semboller olan kişiyle tanışana kadar kayıp olan bir ciltten ibarettir.
    —Jorge Luis Borges, A Personal Library’ye giriş yazısından.
İnsan, köleler için yazmaz.
    —Jean-Paul Sartre, “Why Write?”


Özgürleştiren Sayfalar


Sağ tarafımda çam ağacından yapılmış küçük, lekeli bir kitaplık var. Raflarında ise birçok diğer şeyle birlikte çocukluğum duruyor.
Haki ve şarap rengi keten bezlerle kaplanmış klasikler yan yana dizilmiş. Ezop Masalları, dört yaşındakiler için fazla dobra aforizmalarla dolu: “Savaşa hazırlıklı olmak, barışın en iyi garantisidir.” Biraz ötede Richard Burton’ın Binbir Gece Masalları çevirisi duruyor; kitaptaki müstehcen ifadeler çocuklara uygun hale getirilmiş: “Adam elini kadının sol koltuk altının üzerine yerleştirdi. Bu esnada kadının hayati organı da adamın hayati organı da birleşmek için yanıp tutuşuyordu.” Annemin yetmiş sene sonra bile hâlâ okunan gizem, macera ve ara sıra da fiziki işkence içeren masal kitabı Sihirli Ülkeler Ağacı. Annemin doğduğu yıl basılan Winnie the Pooh da bende. Yetmiş yıl sonra, şimdi de torunu Eeyore günlerinin tadını çıkarıyor: “İyi sabahlar Ayı Winnie! Tabii bu sabaha ‘iyi’ denebilirse… Doğrusu bundan emin değilim.” Ama benim için aralarında en önemlisi, suni deri ve sahte altın kaplamasıyla Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları.
Holmes, içine girdiğim ilk edebi dünyaydı. Conan Doyle’un, ilkokul arkadaşlarımın hepsinin okuduklarından çok daha kalın olan 800 sayfalık kitabını okumak bana gurur vermiş, üstünlük yarışıma da katkı sağlamıştı. Bu eski yazı yığını kendimi özel hissetmeme yardımcı olmuştu. Kitabın “Serif” denen ciddi yazı tipi, 11 yaşındaki diğer çocuklardan daha zeki olduğumu gösteriyordu. Süslemeli cildi ise, entelektüel anlamda öğretmenlerimden daha cesur olduğumun göstergesiydi.
Sherlock Holmes adeta varoluşsal bir kıyafet provası gibiydi; olmayacağını görmek için denediğim bir yetişkin bedeniydi. Ortak özelliklerimizden bir üniforma yaptım: sosyal tutarsızlık, duygusal kaçışlar ve iflah olmaz merak. Conan Doyle’un düzyazısında bu nitelikler, benim yeniyetmeliğime kıyasla çok daha zarif görünüyordu. Dörtlerin Yemini’ndeki ilk cümleleri ele alalım: “Sherlock Holmes, şömine rafının köşesinden şişesini ve düz maroken kılıfından da enjektörünü aldı.” Benim dedektifim bir bağımlıydı; ama afili bir bağımlı. (“Maroken” ve “afili” gibi sözcükler için yakınımda hep bir sözlük bulundururdum.)
Yine de Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nda benim rollerimden daha öte bir şeyler vardı. Sonunda Conan Doyle’un gizem dolu hikâyelerinden öğrendiğim şey maharet değil, özgürlüktü: Bağımsız bir zekânın çekiciliği! Bu Victoria dönemi İngiltere’si, karanlığı ve kan gölüyle tamamen bana aitti. Holmes “Keskin ucu hedefe ulaştır, minik pistonu aşağı it,” dediğinde ürperirdim; iğneyi ve vücuda girişini hayal etmek benim işimdi. Watson’ın centilmen bir hava taşıyan kahramanlığı ve Lestrade’ın sıradanlığı… Hepsi, el dokuması yün halıda sessizce uzanan küçük çocuğun hayal gücüne aitti. Bu nedenle benim Holmes eğitimimin yalnızca bir kısmı genel kültürle ilgiliydi: Ku Klux Klan örgütünün rütbe sembolleri, fundalık arazilerin havası ve tümdengelim prensibi. Aynı zamanda ve daha da önemlisi: Zihnimin kendi gayretiyle eğitilmesi.
Conan Doyle sayesinde bu tuhaf dünyanın var olmasına ön ayak oldum. Yazar, eğlenceli bir amcadan çok bir işbirlikçiydi. Benim, okulun can sıkıcılığı ve evdeki şiddet havasından kurtuluşumu sağlamlaştırmak amacıyla bir araya geliyorduk.
Holmes ilk kitabım değildi. Vladimir Nabokov’un Konuş, Hafıza kitabında sözünü ettiği “vaat edilen bölge”ye çoktan ulaşmıştım. Yani “sözcüklerin sahip olmaları gereken anlamlara sahip oldukları yer”e. Ailem konuşma balonlarında yazanları dillendirmeyi reddedince “Asteriks” maceralarını okumayı öğrendim. Sözcük oyunlarını ve yumruk yumruğa kavgaları istiyorsam, metni kendi kendime çözebilmem gerekiyordu. Başucumda, tavşan yemek yerine çorba içen bir aslan, endüstriyel hava kirliliğine karşı olan dinozorlar ve pasifist boğa Ferdinand bulunurdu. Bunlar önce alıştırmaya sonra da zaman geçirmeye yaradı. Tıpkı, açgözlülükle okuyan Germaine Greer gibi ben de kâğıttaki sözcüklerle meşgul oldum. Bu, meraktan çok hırsa benzer bir dürtüydü. Bu arzular, karikatürleri ve lazanyayı aynı iştahla tükettiğim sırada Garfield sayesinde bir araya geldi.
Ama Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları ile yeni bir üstünlük hissi ve bu keşfe dair bir hazza sahip olmuştum. Bir yanım Holmes’u efsanevi ve tarihsel bir kahraman olarak görüyordu ve Michael Chabon’un “gerçek ve kurgunun mutlu karmaşası” olarak tabir ettiği şeyin tadını çıkarıyordum. Gelişmekte olan ve biraz şaşkın bir diğer yanım ise yalnızca itaat etmekle yetiniyordu. Kâğıt üzerindeki bu koyu renk işaretlerin keyfini sürmenin ya da görmezden gelmenin, onlara değer vermenin ya da onlardan kaçınmanın tamamen bana bağlı olduğunun farkına varmıştım. Güçlü yanımı ilk kez, keş bir dedektif sayesinde keşfetmiştim: Ben bir okurdum.

Büyü
Bu günlerden otuz sene sonra, kitaplığım bu hayali özgürlüğün sonucunda keşfettiklerimle dolu. Bu yazarlar için, yazılı sözcükler yeni bir özgürlüğün başlangıcı olmuştu: Daha büyük bir farkındalıkla düşünmek, algılamak ve hissetmek.
Gençken okuduğum roman yazarı William Gibson’ın raftaki güncel yeri, Ian Fleming’in ergen gerilimleri ve Harry Harrison’ın galaktik hicivleri arasındaydı. Küçükken aynı benim gibi Sherlock Holmes’tan etkilenmiş olan Gibson, monoton banliyö mahallesini, adım adım Victoria dönemi İngiltere’sine çevirmişti. “Her yönde, sınırsız sayıda benzer bina olduğunu hayal edebiliyordum,” diye The Paris Review’a anlatmıştı Gibson, “ve ben Sherlock Holmes’un Londra’sındaydım.” Gibson için, Conan Doyle’un hikâyeleri kaçış ya da eğlenceden fazlasıydı. Onu uydurmaya teşvik ediyorlardı.
Gibson’ın iki raf altında bulunan Türk romancı Orhan Pamuk ise sıkıntı gözyaşlarından kurtulmak ve gerçekle yüzleşmekten kaçmak için okuduğunu anlatıyordu. Romancı, Öteki Renkler’de kendini (tıpkı benim de yaptığım gibi) “okumayanlara göre daha büyük bir derinliğe sahip olma” konusunda tebrik etmişti. Bu, bir yandan çocuksu bir kendini beğenmişlik olsa da bir yandan da işin içine giren emeğe, siyah mürekkebi aydınlatılmış bir gösteri salonuna çevirebilmeye şapka çıkarmaktı. Pamuk, küçük bir okurken, sözcüklerle işbirliği yaptığı zamanlarda tadını çıkardığı “yaratıcının saadeti”nden de bahsetmişti.
Pamuk’un iki bölüm ve bir yüzyıl kadar gerisinde ise Amerikalı roman yazarı Edith Wharton bulunuyor. Çocukken babasının kütüphanesine ilk kez çağırıldığında karşısına gizli bir sığınak, kendi deyimiyle bir “krallık” çıkmıştı. “Kendi içimde, kimsenin dahil olmasını istemediğim gizli bir inziva gibiydi,” diye yazmıştı A Backward Glance kitabında. Bu içe kapanıklıktan ötesiydi. Alfred Tennyson, Alexander Pope ve Algernon Charles Swinburne şiirleri, John Ruskin eleştirileri ve Walter Scott romanlarıyla Wharton, heyecanlı yeni temalar ve ritimlerle oynama fırsatı bulmuştu. Okumanın, büyüdükçe edindiği yeni kişiliğini şekillendirdiğini yazdı ve buna da “tuhaf iç dünyamın müziği” diyordu. Romancı, sararan sayfalarda kendini daha çok bulduğuna inanıyordu.
Kitapları, Wharton’ın yarım metre solunda istiflenmiş on sekizinci yüzyıl filozofu Jean-Jacques Rousseau, dul kalmış babasıyla gecenin geç saatlerine kadar romantik romanlar okumuştu. Hikâyeler sayesinde ilk kez kendi zihninin ayırdına varmıştı. “Ancak ilk okuduğum şeyleri ve onların üzerimdeki tesirlerini hatırlıyorum,” diye yazdı İtiraflar kitabında: “Kendi hakkımdaki şuurum fasılasız bu zamandan başlar[1 - Batı Klasikleri, İtiraflar I J. J., Rousseau, Milli Eğitim Yayınevi,1990, sf:7.].” Buradaki önemli nokta yalnızca Rousseau’nun duygularının romanlar tarafından teşvik edilmesi değil, onun da o romanları kendinin saymasıdır. Filozof, (karakter gereği) kendi aşırı duygusal eğilimiyle ilgili kurguyu suçlasa da küçük Jean-Jacques’ın içinde uyanan başlıca şey melodramdır.
Rousseau’nun bir altındaki rafta modern filozof Jean-Paul Sartre bulunuyor. O da edebi otoritesini, Paris’e tepeden bakan bir dairenin altıncı katında dedesinin kitaplarını karıştırırken keşfetti. Sözcükler, oğlan çocuğuna kendi üzerinde bir egemenlik bahşetti. Artık o, kâinata sözcükler aracılığıyla yaşam bahşeden bir egemendi. “Evren ayaklarımın altında seriliydi ve her şey, alçakgönüllülükle bir isim dileniyordu; bu isimlendirme, onu yaratmak ve almak gibiydi,” diye yazmıştı. Sartre aynı zamanda kovboy romanları ve dedektif çizgi romanları biriktiriyordu. Bu türlerde barınan kahraman tiplemeleri (dünyaya karşı yalnız bir adam) yıllar sonra bile felsefesinde yerini korudu.
Kütüphanemde de Sartre’a gerçek hayatta olduğu gibi yakın olan Simone de Beauvoir, kitapların verdiği güveni hatırlatıyordu. Sadece uysal burjuva ahlakları nedeniyle değil, aynı zamanda ona boyun eğdikleri için. “Söylemeleri gerekenleri söylediler ve başka bir şey söylüyormuş gibi yapmadılar, ben orada değilken suskun kalırdılar,” diye yazmıştı Beauvoir Bir Genç Kızın Anıları kitabında. Kitaplar, kendi yazarları yerine Simone’dan ikna ve sanatkârlık beklediler. De Beauvoir bu durumu “basılı sembolleri hikâyelere çeviren bir büyü” olarak tanımladı: Okur olmadığı anda büyü sona ererdi.
Edebi gücün keşfi söz konusu olduğunda herkese uyan bir kalıp yoktur. Dönemin tuhaflıkları, aile ve psikolojiyle ilişkili pek çok etken okumaya etki eder. Sartre gibileri aydınlanmayı egemenlikte bulur. Gösteriş, narsisizm ve korkaklık söz konusu olabilir (ama benden bu kadar söz etmek yeter). Çoğu durumda olay, filozof Herbert Marcuse’un “tatil gerçekliği” diye tanımladığı şeydir: Sıradanlıktan iltica etmek. Charles Dickens bu durumu gençliğinin “başka bir yer ve zaman umudu” olarak betimlemişti. Ancak Dickens’ın ileri dönemdeki ünü gösteriyor ki gençlikteki bu kitap aşkı, gücün keşfiyle çakışıyor. Çocuk farkındalık kazanıyor. Hem de yalnızca dedektiflerle dolu dünyaların, Galyalıların ve boğaların değil, aynı zamanda kendisinin, yani yaratıcılığı sayesinde bu dünyaları var eden okurun da farkına varıyor. Okumak daha hırslı bir zihinle tanışmak anlamına geliyor.

İki Özgürlük
Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?’de, “Sanat, yalnızca başkaları tarafından ve başkaları için yapılır,” diye yazar. Filozofun argümanı, yazarların kendileri için yazamayacağı değildir. Her sözcük elden kaçarcasına çıkar; zorba editörler ve okurların insafına kalır. Henry James bir mektubunda bu durumu “geç kalmış nüshamı akıttığım (…) aç işkembe” olarak tanımlamıştır.
Sartre’ın gerçekte söylemek istediği, bir yazının ancak yarısının yazar tarafından tamamlanabileceğidir. Okuru olmadan metin, yalnızca bir duygu akımı, açık ve koyu cisimler bütünüdür.
Bu, normal hayatın budalaca bir ihtiyaç gösterisi olduğu anlamına da gelmez. Hissiyat insanlar için her zaman anlamlıdır. Biz anlama ihtiyaç duyan canlılarız ve evren hiçbir zaman çıplak bir gerçeklik olarak anlamlandırılamaz. Ama belirgin dünya bir şeylere sürekli atıfta bulunmaz, çoğu zaman işaretlerin üstü kapalıdır. Sartre günlük hissiyatı, “İçinde hafif bir neşe, ürkek bir üzüntü vardır; barındığı loş anlama yaklaşır ya da yakınında duman gibi titreyerek durur,” diye anlatmıştır. Dil, parlak ve keskin bir ışık yayarken günlük hayatın puslu bir havası vardır.
Harfler, bunu dikkati kendilerinden öteye çekerek başarırlar. Metni değil, metnin özünü okuruz. “Gözlerimizin önünden geçen sözcükler birer düzyazıdır, tıpkı güneşe tutulmuş bir cam gibi,” der Sartre, şair Paul Valery’den alıntı yaparak. Sözcükler bir çeşit geçittir. Gerçekliği şekillendirirler ama biz baktığımızda görünmez olurlar.
Tüm metinler Sartre’ın ideal düzyazıları kadar geçirgen değildir. Şiir çok daha opak olabilir. Seamus Heaney’nin “The Bookcase” şiirini ele alalım. Şiirin üst metni bir şairin kütüphanesiyle ilgili. Şair aynı zamanda İngilizce dil oyunları da yapıyor. “Dişbudak kerestesi mi meşe kerestesi mi? İpek gibi pürüzsüzleştirilmiş / Sıra sıra dizilmiş, gözün alabileceği kadar, her biri parşömen kadar solgun / Kitaplığa döşenmiş, sımsıkı ve yerli yerinde.” Ses yinelemesi, ritim ve mecaz: Şiir, bir cisim ve onun yankılarıyla ilgili olduğu kadar dille de ilgilidir. Nasıl resim renklerle ve müzik de seslerle kendini ortaya koyarsa, şiir de kendini sözcüklerle ortaya koyar. Alman filozof Hans-Georg Gadamer, “Şiirsel deyimler, kendini aşmış sözcükleri geri getirip yerine mıhlar,” demiştir.
Dil, kehribar gibi yarı şeffaf ya da Valéry’nin camı gibi tamamen şeffaf olabilir, ama sözler aracılığıyla görmek her hâlükârda çaba gerektirir. Yazıtlar ya da izdüşümler, ince ayrımlar ve çerçevelerinin yanında bir de anlamları olan sözcüklere dönüşür. Sherlock Holmes’da ilk fark ettiğim de budur: Okumak her zaman duyuları hisse dönüştürür. “Her şeyi eğri büğrü yazılardan çıkarman lazım,” diye yazar Şair D. Nurkse, “aynı ölü karıncaların antenleri gibi”.
Okur açısından bu durum bir dünya oluşturma anlamına gelir: Sayfanın ötesinde karmakarışık bir topluluk. Conan Doyle, güneşin “büyük şehrin üzerine örtülmüş loş örtünün ötesinden görülebildiğini” yazdığında ben de Londra’yı kafamda yeniden yaratırım. Yalnızca gökyüzünün sarı ve gri rengini değil, aynı zamanda şehri “muhteşem” yapan kömür ve sanayiyi de gözümde canlandırırım. Gazetelerin Sherlock’un müşterisinin ölümünü yazmaları, hepsi metnin hayali dünyasında bir araya gelmiş bir grup orta sınıf okur grubunu uyandırır. Kurbanın aceleyle yürüdüğü Waterloo İstasyonu akla buharlı trenleri getirir; yolcu taşıyan ve Watson türünden adamların okuyacağı The Times istiflerini taşıyan trenler. Tüm bunları, ön plandaki düzyazının arkasına yansıtırım. Sartre’ın deyimiyle, “Sanat tarafından temsil edilen cisimler, evrenin arka planına yansır.” Ben, yazarın parçalarından bir kâinat yaratırım.
Tüm bunların pekiştirdiği ise yazarak hiçbir şeyin var edilemeyeceğidir. Bebekken, Sherlock Holmes’un Meşhur Davaları’nın ilk baskıları bana bir şey ifade etmezdi; onları sadece ağzıma sokup dişleyebileceğim şeyler olarak görürdüm. On bir yaşına geldiğimdeyse Holmes’u “kadife kaplı koltuğu”nda oturmuş vücuduna uyuşturucu zerk ederken hayal ediyordum. Kendimi metne adamam gerekiyordu; Conan Doyle’un sözlerini kabul edip sonra da onlara gerçeklik kazandırma sorumluluğunu aldığım aktif bir çeşit pasiflik içinde olmam gerekliydi.
Okumak bir miktar özerklik gerektirir; kimse beni dünyalar yaratmaya mecbur etmez. Kitaplar olsa olsa birer davetiyedir. Sartre bu duruma “cazibe” der, gerçekte çok az ihtiyaç durumu söz konusudur. Okuma her zaman iki özgürlüğün birleşimidir: Yazarın özgürlüğü ve okurun özgürlüğü.

Zorluklara Rağmen
Bu açıdan bakınca, çocukluğumun ahşap kitaplıkta durduğunu söylemek yanlış olur. Gerçi böyle hissetmem doğal, çünkü eski kitaplar nostalji hissi yaratır. Marcel Proust’un Okuma Üzerine’de yazdığı gibi, bazı gençlik anıları günlük hayat içinde kaybolur ama o yıllarda okunan sayfalar arasında yeniden bulunur. “Onlar kaybolan günlerin takvimleridir,” diye yazar. Ancak eğer bu kitapları bir daha hiç okumazsam, anılar Proust’un temps perdu’sü, yani “kayıp zaman”ı olur. Yazılı dünyada canlı halde olan bir şey varsa, ancak Hannah Arendt’in dediği gibi “istekli bir can onları hayata döndürmek için ölü harflerle yeniden temasa geçerse” canlanır.
Bu, daha genel bir bakış açısıdır. Benim kitaplarım, yalnızca diğer cisimlerin yanında duran ve pigment, tutkal, ölü selüloz ve inek derisinden oluşan cisimlerdir. Eğer bunlar, okuyan belli başlı insanlarla belli başlı bir ilişki içine girmezse okuma asla gerçekleşmez. Okuma bir gün tamamen ortadan kalkabilir. Eğer homo sapiens olarak bilinen türün soyu tükenirse, tüm bu okunabilir şeyler (kitaplar, gazeteler, tweetler, reklam afişleri, trafik levhaları, bakır levhalara yazılı minyatür sözcükler) artık metin olmaktan çıkacaktır. Belki yaşam alanı haline gelecek, yenecek, gömülecek, üzerine tırmanılacak, paslanacak ama asla okunmayacaklardır.
Yazının ulaşılabilirliği, okumanın nadirliğini ve kırılganlığını maskeler. Kâinatın dilinden konuşmak gerekirse, sözcüklerle yaptığımız bütün zorlukların üstesinden gelir.

Dâhiler ve Azizler
Bir tahminde bulunayım: Bu sıradışı aktiviteden hoşlanıyorsunuz. Çoğu okur için bu, sorunsuz bir fedakârlıktır. Yol parasını ikinci el kitaplara harcayan oyun yazarı Tom Stoppard’ın duygularını anlamak hiç de zor değildir. Stoppard, “otostop canavarını, yarım saat kitapsız kalmanın cefasına” tercih eder. Neden bu kadar önem verdiğimizi saptamak ise daha zordur.
En belirgin sebep, okumanın eğitici olmasıdır. Bu nedenle ebeveynim her akşam Blyton’ı seslendirdi ve ben de pek çok akşamı kızıma Miffy at the Gallery’yi okuyarak geçirdim. Yazılı metinlerle erken tanışmak kişisel ve politik anlamda müthiş bir avantaj sağlar. Araştırmacı Anne Cunningham ve Keith Stanovich, çocuk edebiyatının, sıradışı sözcük öğrenimini üniversite öğrencilerinin gevezelikleri ve en popüler televizyon programından yüzde elli daha fazla teşvik ettiğini tespit etmiştir. Bu sözcüksel bereket ise, daha fazla okumaya teşvik eder. Olumlu besleme okuldan çok daha önce başlar ve hayat boyu sürer. Bu arada, okuma sayesinde aksi takdirde anlaşılamayacak birçok bilgi istiflenir. Siyasi hileler, bilimsel varsayımlar, tarihsel dramalar çantada keklik görünür. Metinler bu temelin çocukken atılmasına fayda sağlar.
Yazılı sözcükler aynı zamanda psikolojik sağlığı ve sosyal bağlantıları da güçlendirir. Araştırmalara göre, hayat boyu okumak, arkadaşlık kurmak ve fiziksel egzersiz yapmak bunama riskini azaltabilir. Emory Üniversitesi araştırmacıları, roman okuyan katılımcıların beyinlerinde dil, motor ve duyusal aktivitelerden sorumlu bölgelerdeki sinir uçlarında daha çok hareket olduğunu tespit etmiştir. Makalenin başyazarı Gregory Berns “bir roman okumanın kişiyi ana karakterin vücuduna taşıyabileceği”ni yazmıştır. Uçuk bir uğraş gibi görünen şey aslında derin bir kaynaşma fırsatı yaratır. Araştırmacılar aynı zamanda edebi kurgunun zihin kuramına, yani başkalarının duygu durumunun da farkında olma yetisini geliştirdiğini savunmaktadır. A New School for Social Research’ün yaptığı bir araştırma ortaya çıkarmıştır ki Don DeLillo ya da Anton Çehov gibi yazarları okumak, duygusal zekâda kısa ancak ölçülebilir bir artış sağlar. Deneyde kullanılan yöntemse bir yabancının ruh halini gözlerinden anlamaya çalışmaktır.
Okudukları sayfaların bir karşılığı olduğuna inanmak kitap kurtlarına kendilerini iyi hissettirse de duruma şüpheyle yaklaşmak gereklidir. Düzenli koşunun zihinsel çöküş üzerindeki iyileştirici etkisi Haruki Murakami’nin koşmak üzerine yazdıklarını okumaktan daha kesin sonuç verir. Bazı araştırmalarda kişi sayısı azdır ve ölçütler belirsizdir. Sonuçta beyin taramaları davranış ya da okumanın diğer zaman geçirme yöntemlerinden farkı hakkında bir şey ortaya koymaz. Diğer araştırmalar ise türler konusunda genellemeye gitmiştir. Çehov okumanın etkileriyle Kazuo Ishiguro ya da Iris Murdoch okumanın etkileri aynı mıdır? DeLillo birinin duygu durumunu anlamama yardımcı olsa bile, ilgili olmasam da tahminlerim doğru çıkabilir. Sonuçta arsız insanlar da kurgudan hoşlanabilir (ki bunların bazıları yazardır). Okumanın belli başlı yararları vardır ama okumak, dâhi ya da aziz yaratma konusunda kestirme bir yol değildir.
Bu bakış açısı, aynı zamanda okumayı bir araç olarak değerlendirir. Okumak önemlidir ve birçok hakiki değeri kapsar: Tarih, felsefe, aşçılık ve cinsellik gibi. Ben, Conan Doyle’u Victoria dönemi Londra’sı ile ilgili daha fazla bilgi edinmek için ya da Immanuel Kant’ı modern ahlaki teori hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak için elime alırım. Kimi sembolik sermaye için, kimi son dakika yemek tarifleri için, kimi ise orgazm için (“Bir saat okuduktan sonra bedenimi bir coşku kapladı,” der on sekizinci yüzyıl çoksatarı Therese the Philosopher kitabının ana kadın kahramanı). Metnin faydalarının (ister belirgin, ister gizli, ister akademik, ister biyolojik olsun) altını çizmekte hiçbir zarar yoktur. Ama bu yaklaşım okumanın başlı başına bir araç olduğu, yeni deneyimler yakalamak için bir fırsat olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıza neden olabilir.

Özre Gerek Yok
Deneyim hayatidir, sözün tam anlamıyla hayatla ilgilidir. Bir filozof olarak John Dewey, benim bedensel varlığım bir deneyim, varlıktan ortama doğru bir gidiş geliştir fikrini öne atmıştır. Ben bir şeylere göre davranırım, onlar da bana göre. Bazı izlenimler edinirim ama onlara birer renk, şekil ve değer biçen aklımdır. Tüm bunlar, dünyadan bir cevap bekleyen biraz refleks, huy ve seçime gerek duyar. Falan filan… “Yaşayan bir canlının kariyeri ve kaderi,” diye yazar Dewey, “onun çevresiyle en samimi şekilde gerçekleştirdiği alışverişlere bağlıdır.” Kendim ve kâinat arasındaki tüm bu etkileşim ne kaostur ne de mükemmel ahenktir, ama belirli ritimler halinde gözler önüne serilir. Bu evrenin ne olduğunu kesin bir şekilde bilemeyiz ve felsefi şüphenin defterini düren naif bir gerçekçiliği de kabul edemeyiz. Ancak burada bile deneyimin üstünlüğü açıkça bellidir: O, kişinin birbirlerinin sınırları hakkında kafa karışıklığı yaşayan kendisi ve diğerleri arasındaki yaradılışsal bir oyundur.
Okumak, deneyimlere yön verir. Bunu, beni Baker Street’te gerçekleşen bir suçu çözmem için atayarak ya da Romalı komutanları yumruklamak için gaza getirerek yapmaz, yalnızca duyularımı yönlendirir. Edebiyat, günlük hayattan bir şeyler alır ve yenilikçi bir dünya ve benlik görüşüne dönüştürür. Sartre’ın sıradan hissiyatta gördüğü “loş küçük anlam”a yeni bir değer verilmiş olur. Fikirler şaşırtıcı biçimlerde bir araya getirilir, duygular hafızadan hayale taşınır, algılar diriltilir ya da gözden geçirilir. Okuma, her uzuv ve organı kullanmasa da hayatın tümünden faydalanır; ona berraklık, canlılık ve dayanıklılık kazandırır. “Her sanat türü tümden bir deneyim kalıbını ve tasarımını takip eder,” diye yazar Dewey, “sonra onu daha kuvvetli hale getirir ve hissiyatını yoğunlaştırır.”
Bu sanat türünün edebi kurgu ya da şiir olmasına da gerek yoktur. En iyi romanlar ve şiirler dönüştürücü etkiye sahip olsa da felsefe gibi disiplinler de çeşitli deneyimler sunar. Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik kitabının tınısı Homeros’un İlyada’sından çok farklı olsa da Aristoteles yine de kâinatın duygusal bir portresini çıkarmayı başarmıştır. Başımızdan geçenler ve yaptıklarımız tek bir edebi türün tekelinde değildir. Sosyal medyadaki bir nükteli sözden İncil parşömenlerine kadar edebiyat, dünyayla daha büyük bir birlikteliğe uzanır. Yazılı sembollerin ötesindeki bir evrene. Okumanın tüm faydaları yalnızca okuma deneyimiyle kazanılacak türden şeylerdir ve bunlar, geri kalan her şeyle daha fazla iç içe olmanın getirileridir.
Okuyucular genelde bu deneyime kendi içinde değer biçerler. Öncelikle verilen emekten doğan bir keyif hissi vardır. David Hume’un İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’sinde değindiği üzere zihinsel çaba memnuniyet vericidir. Doğrunun peşinden, “onun keşfi ve icadından sorumlu olan deha ve kapasite yüzünden koşarız,” der. Bu durum kurgu okumakta da felsefe okumakta olduğu kadar geçerlidir: Her durumda psikolojik kaslarımızı çalıştırırız.
Ama sözü geçen emek kadar okumanın sunduğu dünya da önemlidir. Okurum, çünkü okumaktan, dünyanın arınmış ve onarılmış görüntüsüyle karşılaşmaktan keyif alırım. Bu demek değildir ki kitabın içinde bir cevher vardır ve ben istediğim zaman onu mürekkep ve kuru selülozun içinden çıkarıp kullanabilirim. Söylediklerimin anlamı şudur ki bu deneyimi sırf yaşamış olmak için yaşarım ve işin içinde fazlası yoktur. Belki bunun sebebi benim tartışılabilir zekâmın, Alfred North Whitehead ya da Deborah Levy’nin ifadelerinin kısa güzelliğini okurken hızlanıyor olmasıdır. Belki de sebebi, Holmes’un tetiklediği özlemdir ya da kendimi, utanç verici biçimde George Orwell’in Aspidistra kitabında bulmamdır. Belki de sebep Uzay Yolu’nun akıcı dili sayesinde yaşamın acılarından kaçabilmemdir. Bu nedenle Virginia Woolf, Kitap Nasıl Okunmalı?’da Tanrı’yı, edebi ruhları biraz kıskanan biri olarak betimlemiştir. Cennette Aziz Peter’a “Dinle beni, bunların ödüle ihtiyacı yok,” demiştir. “Onlara burada verebileceğimiz hiçbir şey yok. Onlar okumayı severdi.” Okumak kendine has bir iştir ve birine zarar vermediği sürece özür dilemeyi asla gerektirmez.

Dans
Okumanın gerekçeleri kolaylıkla sıralanabilir ama okuma eylemini gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Edebi değer, süreç içerisinde keşfedilir; aktiftir, pasif değil. Evet, okumak Dewey’nin dediği gibi metne karşı bir çeşit “teslimiyet” gerektirir. Bu işte aynı zamanda dikkatli bir çaba da gereklidir. Özgür olmak yeterli değildir, özgürlüğün kıymetini bilmek de gerekir. Sanatsal okumalar; düşünce ve hisler, içten gelme ve alışkanlık, bağlılık ve ayrılık arasında hassas bir dengeyi gerektirir.
Örneğin Frank Miller’ın klasik çizgi romanı Kara Şövalye Dönüyor’u ele alalım. Burada Batman korkunç bir çete liderini dövüşte yener. (“Anlamıyorsun oğlum. Burası bir lağım çukuru… Bu bir ameliyat masası ve ben de cerrahım.”) Stilize edilmiş şiddet keyif vericidir ama kavganın amacı adalettir. O yüzden sonuç idam yerine hapis olduğunda surat asmak yerine tatmin olurum. Benim arzularım hikâyeyle ve ardındaki mitosla tamamen uyum halindedir. Miller’ın hikâyesi aynı zamanda analize de teşvik eder. Örneğin liberal siyaset ya da çocukları sivil örgütlenme konusunda eğitmek hakkında analizlere. Yine de bu romanın keyfine varmam, eleştiriyi minimum düzeyde tutmamı gerektirir. Yani uzun, kaslı ve maskeli bir milyonerin kimse tarafından tanınmayacağına ve suçlularla birbiri ardına karşı karşıya gelmenin iyi niyetli bir suç önleme projesi olduğuna inanmış gibi davranmam gerekir. Bu dikkat, benim değişen mizah anlayışıma rağmen devam etmelidir. Eğer yorgun ya da gergin olduğum için Kara Şövalye Dönüyor’daki siyasi ya da etik ayrıntıları kaçırırsam Miller’ı suçlayamam. Kendi duygu değişimlerime, sonuçlarına esir olmadan sahip çıkmam gerekir. Tepki ve keyif, gözlem ve bönlük, içselleştirme ve uzaklaştırma arasındaki gergin denge, türün diğer örnekleri için de geçerlidir. Ron Marz’ın Yeşil Fener’inin 54. sayısında bir kadının basit kahramanvari bir nedenle korkunç bir cinayete kurban gitmesi tiksinti yaratırken, Miller’ın maço dövüşleri aynı hissi yaratmaz. Bir okuyucu olarak benim tepkilerim, eğilimlerin sürekli kontrol edildiği ve dürtüldüğü bir pazarlıktır.
Bu dengeye verilen isim “erdem”dir. Bu tabirde dantel örtü tipinde bir tutuculuk vardır: Sinir bozucu kıssadan hisseler ya da bir aile reisinin işaret parmağını sallamasına benzer şeyler. Aristoteles’in erdem anlayışında bazı tutucu kısımlar mevcuttur; hatta filozof Alasdair MacIntyre onu “kibirli bilgiç” diye tanımlamıştır. Ama bu tavrın sebebi Atinalı bilginin aristokrat kibridir; teorilerinin bütünüyle kendini beğenmiş ya da küçümseyici olması değildir.
Klasik Yunancada erdem için kullanılan sözcük “aretē” mükemmeliyet anlamına gelir. Aristoteles, mükemmeliyet bir zihin durumu değildir demiştir. Çünkü zihin durumları değişebilir. Mükemmeliyet bir ömür boyu adanmayı gerektirir, tek bir anı değil. Yalnızca kavramsal da değildir, aynı zamanda rasyoneldir de. Erdem, duygu içerse de yalnızca duygudan ibaret değildir. Bir âdet olsa da refleks değildir. Her mükemmeliyet Aristoteles’in hexis dediği şeydir: eğilim, yaradılış, yatkınlıktır. Hazır ve hazırlıklı olmayı gerektirir. Değişen durumlara düzenli olarak, bilerek ve isteyerek iyi tepkiler verirsem erdemliyimdir. O nedenle gerçek anlamda aretē ne doğuştandır ne de yapmacıktır. İyi bir hexis, doğarken sahip olduğumuz potansiyeldir; ancak düzenli olarak emek sarf etmemizi de gerektirir.
Aristoteles için her bir erdem, iki uç nokta olan eksiklik ve fazlalık arasındaki araçtır. Fyodor Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sından sırf sinir bozucu olduğu için vazgeçmek korkaklıktır ama ev sahibimi deli gibi sopalamama neden olacaksa da okumaya devam etmek gözükaralıktır. Cesaret araçtır: Burjuva denge durumuma karşı olan tehdidin farkındayımdır; yine de okumaya devam ederim çünkü roman bana psikolojik anlamda zengin bir deneyim vaat eder. Aristoteles’in üç kısımlı yöntemi her zaman ikna edici değildir, ölçülülük ve adalet gibi kimi erdemler şablona tam anlamıyla uymaz. Ancak genel anlamda, bu mükemmeliyet anlayışı yazılı sözcüklerin ihtiyacı olan dengeyi daha anlamlı kılar. Virginia Woolf bu yüzdendir ki James Joyce notlarında okumakla ilgili olarak erdemin gelişmesi için fırsat yayan “neredeyse bir kişilik okulu” diye yazmıştır.
Burada bir kanun yoktur; çünkü erdem, bağlam ve metne göre değişiklik gösterir. Bu, Aristoteles’in bakış açısındaki güçlü taraflardan biridir: Bir kural koymayı reddeder. “Eğitim insanı,” diye yazar, “varlığın doğasının izin verdiği boyutta, her şeyde bir benzerlik arayacaktır.” Aretē yalnızca deneyimle geliştirilebilir, bir ustalık, bir bilirkişiliktir; genelgeçer bir yargı değildir. İyi okumak için önce okumam gerekir: Kapsamlı ve dikkatli, kendi gücümün ve sorumluluklarımın farkında olarak okumak.
Bu, kendimi sanki ikiye bölünmüş (bir tarafı anlatım tarzlarına bakan diğeri de bu bakışı inceleyen) gibi gözlemlemem anlamına gelmez. Filozof Gilbert Ryle’ın sözünü ettiği gibi “ben” inceleme konusunda her zaman biraz geride kalır. Kendi davranışlarımıza başkalarının davranışlarına gösterdiğimiz tepkileri veririz. Sanki yaptıklarımız incelenmesi, eleştirilmesi, takdir edilmesi ya da görmezden gelinmesi gereken şeylermiş gibi. Ancak ortada bir tek bilinç vardır ve o da kendine odaklanamaz, kulak verdiği tek şey “mantıksal anlamda sonsuza kadar ikincilliğe hapsedilmiş olan” anılardır. Okumanın erdemi, şizofren bir teslimiyet demek değildir, aksine dürüst bir hatırlama ve geçmişe dönmedir.
Yine de önyargıdan tamamıyla kurtulmam mümkün değil. Aristoteles’in değindiği noktalardan biri benim önyargının ta kendisi olduğumdur. Birbirini tamamlayan ve işbirliği içinde olan bir yönelimler düğümü. Bunlar üzerinde düşünebilirim, ama Aristoteles’in sözünü ettiği gibi ruhumun mantıksız tarafından asla kurtulamam. Tefekkür bükülmenin hasıdır, sarf edilen çabayla güçlenir ya da zayıflar. Bugün özgürce okuyarak yarının önyargılarını oluştururum, ama önemli olan önyargılarımın vicdani olmasıdır. Friedrich Nietzsche, en iyi bilgeliğin ve düzyazının “kıvraklık ve güç” arasındaki dans olduğunu söylemişti. Ancak unutmamak gerekir ki okuma işi, çok yorucu olsa da çeviklik de gerektirir.

Künye Tarikatı
Medeniyetteki amblem takıntısına rağmen okumanın erdemleri nadiren takdir görür. İyi bir okuyucu olmak, hayat boyu sürecek bir tutku ya da ısrarla zenginleştirilip iyileştirilecek yaratıcı bir yetenek yerine, temel bir beceri olarak görülmektedir.
Bu durum, popüler edebiyat endüstrisiyle çelişir çünkü o alanda üniversite bölümleri, kısa kurslar, çalıştaylar, uzmanlık dersleri, merkezler, festival konuşmaları vardır. Gazete ve dergilerde “Nasıl yapılır?” bölümleri olur: George Orwell ile anlaşılır düzyazı üzerine, George R. R. Martin ile fantezi ve Philip Pullman ile listeler üzerine yazılar olur. (Benim ana kuralım bu tarz şeyleri reddetmektir, çünkü bunlar beni asıl işlerimden alıkoyar. ) Edebi başarı ve Jane Austen üzerine bir yazı bile vardır. (İtiraf ediyorum: Onu ben yazdım.) Birçoğu yalnızca teknik uzmanlık sözü vermekle kalmaz aynı zamanda editörleri yayımlamaya ve okurları da satın almaya ikna etmek konusunda ipuçları da içerir.
Bu açıdan, okuma sanatı basım fantezisinde ikinci sırada yer alır. Bir ankete göre, ABD’de on insandan sekizi kitap yazmayı istemektedir. Bu rakam yarı yarıya doğru olsa bile oldukça korkutucudur. Yazar kimliğine bu kadar özlem duymalarına rağmen bu insanların büyük bir kısmı okur değildir. The Pew Research Center’ın araştırmasına göre Amerikalıların çeyreği geçtiğimiz sene hiç kitap okumamıştır. Çevirmen ve yazar Tim Parks’a göre yazarlık, bir sanat yerine havalı bir profesyonel kimliğe dönüşmüş durumdadır. “Sanki on dokuzuncu yüzyıl şairlerinin spontane romantizmi, artık bir iş tanımı oldu,” diye yazar. Bu, yazarların günlük düzeniyle uyumsuz olsa da tipleme bakidir. Roman yazarı Flannery O’Connor’ın huysuz gözleminde doğruluk payı vardır: “Onlar yazmakla değil yazar olmakla ilgilidir. Onları alakadar eden, isimlerini basılmış bir şeyin üzerinde görmektir ve ne olduğu da önemli değildir.” Bir künye tarikatı.
Belki de bu, tüm edebi ve serbest toplumların alametidir. İmparatorluk Roma’sı küçük ancak canlı bir mektup geleneğine sahipti. Birinci yüzyılda şair Martial, gelecek vaat eden bir yazarın tacizinden şikâyet etmişti. “Dikilirken bana okuyorsun, otururken bana okuyorsun,” diye sataşmıştı, “koşarken bana okuyorsun, sıçarken bana okuyorsun.” İzlenim, sonu gelmeyen ve çoğu zaman da benmerkezci edebiyat ve nutukla ilgilidir. Martial, çoğunlukla kendinden öncekilerin eserleriyle uğraşan, binin üzerinde nükteli şiir yazmıştır. Martial’ın daha genç çağdaşı Juvenal, cacoethes scribendi hastalığını yani habis yazma arzusunu yermiştir. Romalı destekçiler para yerine övgü verirler diye şikayet etmiştir ve ihtişam şarabın parasını ödemeye yetmez. “Yine de yazmaya devam ettik, boşa kürek çekmeye.” Juvenal’e selam gönderdiği bir şiirinde, Amerikalı doktor ve şair Oliver Wendell Holmes Sr. da on sekiz yüzyıl sonra benzer bir teşhiste bulunmuştur. Dünya bir kırtasiye olsa bile, her okyanus mürekkeple dolup taşsa bile, “Kötü yazarlar yine kenarında toplaşır / Daha çok kalem, daha çok kâğıt ve daha çok mürekkep isterdi,” diye yazmıştı Cacoethes Scribendi adlı eserinde.
Cacoethes scribendi, antik de olsa modern de olsa sorun yazmanın kendisinde değildir. Okumaya alkış tutarken yazarlara sırtımızı dönmek absürt bir tavırdır ve aslında, amatör bir kompozisyon da kıymetli olabilir. Filozof R. G. Collingwood’un iddia ettiği gibi yazmak iyileştirici olabilir. Şiir ya da felsefe yoluyla ifade, psikolojik berraklık şansı sunar. Bu ne otomatik ne de her zaman eğlencelidir; ancak Collingwood’un “bilinç yozlaşması” dediği şeyin, yani gerçekliği reddetme durumunun önüne geçer. Bu şifanın halka arz edilmesine gerek yoktur çünkü mektuplar ve günlükler de metinsel laboratuvarlardır. Yazmayı öğrenmek aynı zamanda diğer insanların yetenek ve başarılarına saygı duymayı öğrenmemize de yardımcı olur. Yetkinlik, erbaplığı getirir. Alman felsefeci şairler Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller, erbapların sanat çabasına da saygı duyabildiklerinin altını çizmişlerdir. Sanat meraklıları huzursuz istifçiler olsalar da başkalarının görünmez çabalarının da koleksiyonerleridirler. Bu nedenle amatör kisvesi altında önemsizleştirilenler, edebiyat için de tıpkı spor ya da resim için oldukları kadar kritik önem taşırlar. Yazmayı öğrenerek kendime daha aşina olabilirim (ya da en azından yanılsamalarımla) ve diğerlerinin çabasına karşı da daha cömert olurum.
Sorun bu hevesin yazmak için nadiren geçerli oluşudur. Beauvoir’ın “büyü”sü konusunda hızlı oluşum ancak bu büyüyü etkin kullanamıyor olmam nadiren önemsenir. Yani iyi bir yazar olsam da okurumun özgürlüğünü sakarca ya da acımasızca kullanıyor olabilirim.

Unutkanlık ve Baş Dönmesi
Okumanın ihmal edilmesi bazı açılardan dolaysızdır. Elbette ki okuryazarlık, çocukluğa ait otomatik bir başarıdır. Doğduğumuzda hiçbir şeyin ayırdında olmasak da yavaşça renkleri, şekilleri ve bazı şeylerin hareketlerini fark etmeye başlarız. Kenarları bombeli, siyah ve altın renklerdeki dikdörtgen, çevresini saran krem rengi ve mat mavi objeyle birlikte bizim için artık “kitap”tır. Her izlenim aslında yepyenidir ve yavaş yavaş akış içindeki düzeni görmeyi öğreniriz. Aynı şey okumak için de geçerlidir. Algıları bir şeylerle eşleştirmek mümkün hale gelir. Satırlar isimlere dönüşür (“a”, “b”, “c”), sonra da seslere dönüşerek tüm fikirlere ve hislere ses verir. “İlahi bir müdahale sayesinde okuryazar olmayız, olayı fevkalade hale getiren kültürel bir müdahale ve kültürel bir seçilim sayesinde okuryazar oluruz (…) önceden varolan sinirsel bir yatkınlık için yeni bir kullanım alanı bulmuşuzdur,” diye yazmıştır Oliver Sacks Aklın Gözü kitabında. Okuryazar yetişkinler için artık bu durum anında ve kolaylıkla gerçekleştiği için okumanın mucizevi ve orijinal tarafını unuturuz. İlk coşku, bu duyuyu geliştirme arzusunu da koluna takarak kaybolmuştur.
Okuma sanatı da insanın kendisi dışındakilere görünmez gelir çoğu zaman. “Fark ettim ki kimse (…) benim okuma alanıma giremezdi ve kendi arzum dışında hiçbir şey başkalarının bilmesini sağlayamazdı,” diye yazmıştır Alberto Manuel Okumanın Tarihi kitabında. Klasik ve ortaçağ zamanlarında adet olduğu gibi sesli okusam ve bir dinleyici kitlesine hitap etsem bile bu görüntü yanıltıcı olabilir. Okumayı psikolojik anlamda bu kadar zengin kılan çoğu şey kişiye hastır ve kişinin halka açık karakteriyle zıtlık içinde olabilir. Karizmatik bir performans ustası, nitelikli bir okuma yapmış gibi görünebilir (tıpkı Jane Austen’ın Mansfield Park’ındaki Henry Crawford gibi) ancak -mış gibi yapmakla çözümleme arasında bir darboğaz vardır. Bir roman hakkında gevezelik yapıp ne anladığımı ortaya koyabilirim: dikkatli ya da huzursuz, bilgili ya da cahil, kabullenici ya da iğneleyici. Ama okumanın çoğu gözlemden kaçınır.
Bu durum okumayı, kasıntılık ya da kendini beğenmişlik gösterileri için daha az uygun hale getirir. Evet, sosyolog Pierre Bourdieu’nün de katıldığı üzere okumayı bir statü sembolü olarak kullanabilirim. Benim altın kaplama Sherlock Holmes’ün Meşhur Davaları kitabım kültürel piyasadaki tek kötü yatırımımdır. Yine de bu tür bir güç oyunu benim sözcükleri nasıl anlamlandırdığım hakkında hiçbir şey söylemez. Bu nedenle de okumak daha içe kapalı bir yetenektir. Kültürel bir sermaye peşinde olan insanlar için yazmak daha hünerli bir kazanç kapısıdır.
Ama okuma sanatında unuttuklarımız, işin kökenleri ya da görünmeyen içe kapanıklıktan fazlasıdır. Okumak insanı tedirginliğe de sürükleyebilir. Yalnızca Beowulf’un Grendel’i ya da Lolita’nın Humbert Humbert’ı yüzünden değil, çünkü özgürlük mağlup edicidir. Kendi hayatımı ancak ben meşrulaştırabilirim ve bunu benim yerime kimse yapamaz. Bourdieu’nün “sosyal alan” dediği şeyden kaçamam. Ben belli psikolojik ihtiyaçları olan belli bir hayvanımdır. Ama benim tüm bunlardan, kendimden çıkarımım nedir? Yaşamdan ölüme doğru yol gösteren, büyük evrensel bir işaret yoktur. İnsanlık sorusuna verilecek nihai bir cevap yoktur. Bu durum, filozof Martin Heidegger’ın Varlık ve Zaman’da dediğine göre endişe ve kaygıya sebebiyet verir.
Endişe yalnızca korku ya da şu veya bu tehditten kaçınmak değildir. Endişe bir ruh halidir ve tüm dünyaya yayılır. Bir anda varlık yanlış, asılsız ve yalnızca anlamsız görünür. Ben bu sezgiyi nadiren hissederim çünkü genelde hesaplamalarla fazla meşgulümdür. Ama arada sırada mutlak kişisel kesinlikler diye bir şey olmadığının farkına varırım. Fikirlerim ve değerlerime sahip çıkmak ya da eleştirmek, takdir etmek ya da dalga geçmek benim işimdir. Heidegger’ın dediği gibi “günlük tanıdıklık çöker”. Bu ruh haliyle, doğaya ya da tanrılara bel bağlayamam, bu yükü kendim taşımalıyım. Bu yükle beraber denge kaybı ortaya çıkar; altımda ne olduğunun farkına varırım ki neredeyse hiçbir şey yoktur. Endişe, ağırlık ve hafiflikle korku ve neşenin kurnaz karışımıdır.
Sözcükler endişe yaratırlar; çünkü benim yeni oluşmakta olan dünyadaki rolümü hatırlatırlar ve güvenli gerçeklik uğruna görmezden geldiğim tüm olasılıkları gözümün önüne sererler. Oyuncunun yazar kadar özgür olduğu vakit bu potansiyel oyunundan kaçışı kalmamıştır. Sayfa, insani belirsizlikler arasındaki kısa bir kesinliktir. Başka sözcüğü değil de belli başlı bir sözcüğü olumlama sorumluluğumun ve yaptığım seçimin kırılganlığının farkına vardığım anda başım dönmeye başlar. Her bir sözcük dizisi varoluşsal bir meydan okuma olabilir.
Baş dönmesi, yazarın gücünün bir diğer nedenidir: Göstergelerin oyununa bir son vermemizi sağlarlar. Filozof Michel Foucault, yazarın okuma deneyimini güvenli hale getirebileceğinden bahsetmiştir. Burada sözü geçen, telif çekleri ve bel ağrısı olan gerçek yazar değildir; yazar fikridir, yani Foucault’nun “yazar işlevi” diye tanımladığı şeydir. Yazar işlevi bir kişi değil, bir doğruyu yönetme şeklidir; sosyal ve psikolojik kuvvetlerden doğar. Albertine Kayıp’taki Marcel’in Marcel Proust olduğuna ya da Nikos Kazancakis’in mitolojik anı kitabı El Greco’ya Mektuplar’daki “ben”in bonzaiden nefret eden bıyıklı olduğuna inanmak daha kolaydır. Yazar, metni basitleştirme yollarından biri haline gelir. Sözler, bu Fransız ya da Yunan adamdan çıkar ve yalın bir şekilde homoseksüelliğini ya da iktidarsızlığını belli eder ve olan biten de bu kadardır.
Foucault’nun demek istediği, yazarın yaşamının ya da yaşam amacının her zaman alakasız olduğu değildir. Yaratıcılık düğümüyle bağlanmış her şey alakalıdır: Platon’un Devlet’indeki veba, Superman’deki göç ve Yahudilik, Nietzsche’nin Ecce Homo’sundaki frengi gibi. Roland Barthes’ın dediği gibi yazar, elbette ki “halıdaki desen” gibi çözülebilir. Foucault’nun demeye çalıştığı şey, yazarın okuma biçimlerinden yalnızca biri olduğudur ve o da bazı anlamların altını çizerken kimilerini kendi gibi saklar. Buna “anlam çoğalmasındaki ekonomi prensibi” adını vermiştir. Yazarlığa odaklanarak bundan elde ettiğim rahatlıkla kendime aşikârlık hediye ederim. Metnin anlamı yalnızca budur, hikâye burada bitiyor.
Yani okurun özgürlüğü yalnızca unutulmamıştır, aynı zamanda sözcüklerin yarattığı sinir bozucu şüphe nedeniyle baştan savılmıştır. İster kutsal kitap, ister gazetede köşe yazısı ya da çizgi roman olsun, her türün sayfalarında kolay ulaşılabilen bir kesinlik aranır. Sözcükler başka birinin işi olur. Yazar, yalnız dehası nedeniyle kutlanır ya da Grub Street[2 - 19. yüzyıl başlarına kadar Londra’da beş parasız yazarların, ucuz yayımcı ve kitabevlerinin bulunduğu cadde. Buradaki yazarlar çok kısa sürede basit romanlar, müşterisinin fikrini yansıtan köşe yazıları ya da el ilanları yazarlar ve yazdıkları sözcük başına ücret aldıkları için uzun ama niteliksiz metinler ortaya koyarlar. (e.n.)] tarzı olmakla suçlanır. Okurun iktidarı ve bu iktidarı daha sanatsal biçimde değerlendirme şansı da elinden alınır.

Şenlik
Okuma Sanatı, bu baskıya verilen bir cevaptır; bir okurun sözcükleri fark etme gücünün hatırlatıcısıdır. Her bölüm belli bir erdemin altını çizer: merak, sabır, cesaret, gurur, ölçülülük ve adalet. Bu, elbette ki birçok klasik erdemi kapsamaz, ancak bunun da iyi bir nedeni vardır. Aristoteles’in ihtişamı, kitapseverlerden çok paralı soylular içindir; çünkü cömertlik, edebi boyutta fazla anlam taşımaz. Yunan filozofun doğruculuğu gururla örtülüdür ama asabilik bile hoş görülür. Augustine, iyi Hıristiyanların İncil’i sevgiyle ele almalarını buyurmuştur ama kendisi, çoğu yazıyı hor görmüştür. Onun için en iyisi, Tanrı’ya tapmakta başarısız olmaktansa yazılı sözcüklerden tamamıyla kaçınmaktır. (“İnsanlardan medet umana bela okunur.”) Aynı şekilde inanç ve umut, dini kozmolojiye ve ahlaka seküler okuyucuya faydası olmayacak kadar bağlıdır. Kutsal erdemlerden biri olan tevazu sağlıklı bir gururun bir parçasıyken, yazıya dökülmüş namus ölçülülüğe benzer. (Yine de kitaplar söz konusu olduğunda çokeşliliği öneririm.) Pagan ve Hıristiyan listelerindeki gibi, bu liste de taraflı ve nevi şahsına münhasırdır ama keyfi değildir. Saygı duyduğum şeyi yansıtır.
Okuma Sanatı yazının doğası üzerine kafa yorar; ancak Derrida’nın, inatla Batı metafiziğini kazıp çıkaran Gramatoloji’sinden epey farklıdır. Benim ilgilendiğim şey varlığın tarihi değil, ne kadar üstü kapalı ya da dengesiz olsa da karakterdir. Bazı yorumların diğerlerinden daha iyi olduğunu savunurum ama bu benim kitabımın Augustine’in On Christian Teaching’indeki (Hıristiyan Öğretisi Üzerine) gibi bir rehber kitabı olduğu anlamına gelmez. Ansiklopedi tarzı uzmanlığı, kitapseverin dürüstlüğü adına terk etmişimdir. Bilincim bir ölçüde okuduğum ve okuduğumu nasıl yorumladığım sayesinde şekillenmiştir. Okuma konusunda maceraperest olsam da (kurmacadan süper kahraman edebiyatına, Heidegger’dan Heinlein’e her şeyi okurum) yazarın üslubu ve eserin türü hakkında kendime has önyargılarım vardır. Bazen bu önyargıların üstesinden gelir ve şüpheci kişiliğimi aşarım. Bazen kararlılığımı haklı çıkarırım. Olay burada kutsal bir yargı yaratmak değil, çoğunlukla hususi olan bu sanat dalına daha umumi bir yaklaşımda bulunmaktır.
Bu itiraf büyük önem taşır; çünkü Alasdair MacIntyre’ın da dediği gibi en iyi erdemler toplu halde geliştirilenlerdir. Eğer okumak iki özgürlüğün yüzleşmesiyse, iyi okumak bir üçüncüsünü gerektirir ve o da bana rakip ya da ilginç hayat izlenimleri veren diğer okuyuculardır.
Edebi eleştirinin bu kadar önemli olmasının sebebi kısmen budur. Eleştirmenler burnu havada eşik bekçileri, uyuşturulmuş bilgiçler ya da parazitler olarak karikatürize edilirler ve bazısı da bu kalıplara uyar. Ama en iyi eleştirmenler, okuma sanatını örneklendirenlerdir. Yalnızca eserlerin üzerine ışık tutmazlar. Aynı zamanda, bu eserlere ve onların yücelttiği hayatlara dair açıklayıcı ya da kafa karıştırıcı, yardımsever ya da kötü niyetli, meraklı ya da yeniliklere karşı kayıtsız önyargılarımızı açığa çıkarırlar. Amerikalı deneme yazarı H. L. Mencken’ın iddiasına göre eleştirmen bir katalizördür. İki kimyasal madde yerine eleştirmen, metin ve okur arasında işlev görür. “Sanat eseri ve sanatsever arasındaki tepkimeyi açığa çıkarmak onun görevidir,” diye yazmıştır Mencken. Bu bazı durumlarda doğrudur; eleştirmen eğitimsiz ya da kararsız okurun elinden tutar. Dönem, dil ya da anlayış açısından kafa karıştırıcı derecede farklı olan eserler daha tanıdık bir hal alır. Ancak eleştirmenler, daha bilgili ve kendinden emin okuyucularda da tam tersi bir etkiye sebep olabilir. Daha bilgili ve kendinden emin oldukları için bu tür okuyucular kibirlerini bir kenara bırakmalıdır. En iyi eleştirel çalışmalar, çantada keklik sandığımız bilgiler konusundaki duruşumuzu değiştirebilir ve felsefi katkılarda bulunabilir.
Profesyoneller bu işi tekellerine de alamazlar. Evet, iyi eleştirmenler ciddiyet ve oyun, ben ve sen, metin ve içerik arasındaki gergin ipte yürümeyi işleri haline getirirler ve bir yandan da manzaranın tadına varabilirler. Bunun sebebi de sözcüklere karşı temelde daha duyarlı ve akıllı bir yaklaşıma sahip olmalarıdır. Bu mesleği seçmelerinin (ya da bu meslek tarafından seçilmenin) en büyük sebebi de budur. Okuma sanatının tadını en az yazma sanatı kadar çıkarırlar. Daha iyi yeteneklere “dilbaz reveranslar” yapmayı bu kadar çok istemelerinin nedeni, eleştirmen Geordie Williamson’ın da dediği gibi, büyük oranda tadına vardıkları kişisel yeterliliklerinden kaynaklanır. Bu tatmin edici yetenekler dergilerle ve akademik seminerlerle de sınırlı değildir. Yorumların çatışması büyük kentlerdeki edebiyat festivallerinde ve banliyö kitap kulüplerinde, bir kafe sandalyesinde ya da evde bir yemek masasında da bulunur. Herkes eleştirmen değildir ama her okur, diğer insanların yanında eleştirmen kimliğine bürünebilir. Bunun sebebi yazarların eksiklerinin peşine düşmek değil, kendilerine göz kulak olmaktır.
Okuma Sanat sokulgan bir okuma pratiğidir. Özgürlüğün ve bu cesur konuşlanmanın ödüllerinin bir hatırlatıcısıdır. Bu sözü geçen özgürlüğe sahip olmak aynı zamanda benim kişisel ricamdır.

Merak
Sonsuz Kitaplık


Bu bölüm, ben doğmadan önce bile vardı.
İngilizcede yirmi altı harf ve bir avuç dolusu da noktalama işareti var. Bu boyutta bir eserde, kartları karmanın ancak belirli sayıda ihtimali vardır. Belki sayılması güç, ama sınırlı. Söylenen birçok şey saçmalıktan ibaret olsa da büyük kısmı okunaklı ve makul olacaktır. Bir kısmında tam da bu paragraf yazılı olacak, yalnızca onun bölüm ismi “sardalye” olacak, bazılarında “saçmalığın daniskası” sözcüğü haricinde her karakter “z” olacak, bir başkasında her on üç sözcükten biri “sinestro” olacak. Düzyazı ya da fikir açısından ne kadar yenilikçi olursam olayım, derin olan hiçbir şey icat edilemez. Ben yalnızca, görünüşte sonsuz olan bir katalogdan sembol kombinasyonları seçebilirim.
Edebiyatın muhteşem restoranında tüm yazılar alakarttır.
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, kısa hikâyesi Babil Kütüphanesi’nde bundan bahsetmiştir. Borges sonsuz bir kütüphaneyi tasvir etmiştir. Her oda birbirinin aynısıdır; hepsi altıgendir ve dört duvarı kitap raflarıyla çevrilidir. Her bir odanın duvarlarındaki raflarda dizili altı yüzün üzerinde kitap bulunmaktadır. Odalar sonsuzluğa uzanır. Bu kütüphanede nesiller doğar ve ölür. Çoğu, bir hücreden diğerine süzülerek “tüm kitapların bilgisini içeren kitap”ı arar. Bu kitap tüm dünyaya rehberlik edebilecek güçtedir. Bazı sakinler ziyadesiyle mutludur; çünkü burada dünyayı fevkalade biçimde tasvir eden ve yaşamlarını da dürüstlükle açıklayan mükemmel bilim ve kehanet kitapları olmalıdır. Bir kısmı melankolik ya da delidir: Sonsuz sayfalarda banallik ya da saçmalık dışında bir şey bulma ihtimali nedir ki? Anlatıcı yorgundur ve içinde çok az umut kalmıştır. “Sanıyorum ki intiharlardan daha önce bahsetmiştim,” diye yazar, “son yıllarda daha çok ve sık hale geldiler.” İnsanlığın soyunun yakında tükeneceğine ancak kütüphanenin varlığını “ışıl ışıl, bir başına, sonsuz ve harikulade biçimde hareketsiz” şekilde devam ettireceğine inanmaktadır.
Borges’inki sonsuzluğa tüyler ürpertici bir bakıştır ve kütüphane kataloglarıyla alay eder: Dewey ondalık sisteminden[3 - Ondalık sisteme dayalı kütüphane sınıflandırması. Bilgiler 10 ana sınıfta toplanır ve alt bölümler bu sisteme göre 10, 100, 1000 şeklinde hiyerarşik olarak dallara ayrılır. (e.n.)] deliliğe. Aynı zamanda yazarın üstünlüğüne de burnunu sokar, her büyük şaheser gibi bu da ana planın bir kopyasıdır. Aslında Borges’in hikâyesi bile eski bir fikrin yeni versiyonudur. The Total Library’de bahsettiği üzere, temel konsept en az iki bin yıldır ortadadır. Aristoteles bu fikre bir selam göndermiş, Cicero ise ana sınırlarını çizmiştir. Blaise Pascal’dan, Thomas Huxley’ye ve Lewis Carroll’a kadar birçok yazar da bu fikir yanlısı ve karşıtı argümanlar oluşturmuşlardır. Yani Babil sert bir düzyazıda, antik bir tekrar anlayışında kendini basitçe yineler. Aynı imge Borges’in çocukluğunda ve kurgusunda da belirmiştir: çoğalma korkusu. “Aynalar ve ölçüler felaket sebebidir, çünkü insan sayısını artırırlar,” diye yazmıştır Tlön, Uqbar, Orbis Tertius’ta. Genel tablo Borges’in “ikincil korku” dediği şeydir: Enderliğini mağlup edecek kadar güzel, zamansız bir absürtlüğe sahip bir evren. Merkezinde ise sözcükler vardır.

Cennet
Tüm bu korkuya rağmen Borges olağanüstü derecede kitapseverdir. “Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir,” diye yazar Körlük’te. Babasının kitapları, edebi kimliğinin başlangıcı olmuştur. “Babasının kitaplığı, onun oyun alanı olmuştu,” diye yazar biyografi yazarı Edwin Williamson. Borges’in az sayıdaki eski işlerinden ikisi kütüphanede çalışmak olmuştur. Önce, genç bir adam olarak yerel bir kuruluşta (çok hızlı kataloglandırma yapıyordu ve bu da diğer çalışanların sinirine dokunmuştu) ve sonrasında da ellili yaşlarında Buenos Aires Milli Kütüphanesi’nde müdür olarak çalışmıştır. Yazar kör ve çoğunlukla eve bağımlı olduğu zamanlarda bile ikinci el kitap dükkânlarını sıklıkla ziyaret etmiştir. Gençliğinde bu dükkânların birinde çalışmış olan Arjantin doğumlu Alberto Manguel, Borges’in ziyaretini şöyle anlatır: “Neredeyse tamamen kördü, yine de baston kullanmayı inatla reddediyordu ve sanki parmakları isimleri görüyormuş gibi ellerini kitaplarda gezdiriyordu,” diye yazmıştır Manguel. Borges’in Milli Kütüphane’de iki döner kitaplığı vardır ve buradaki kitapların düzeni hiç değişmez. Kullanmaktan sayfaları eskidiği için yenilenmiş bir Webster Ansiklopedik İngilizce Sözlüğü’nden iki adet Norveç şiir kitabına kadar farklı türler vardı burada. Kör müdür, neredeyse altmış yaşına geldiğinde öğrencilerin de yardımıyla kendi kendine Eski İngilizce öğrenmiştir. “Görünür dünyayı kaybettim, ama şimdi bir tane daha oluşturacağım. Uzak atalarımın, fırtınalı kuzey denizlerinde kürek çeken bir kabile dolusu adamın dünyasını,” diye yazar. Kitaplar bir maceradır.
Anlatıcıyı, yazarı ve insanı birleştirmemek önemlidir. Borges de insan ve edebi varlık arasındaki farktan bahsetmiştir. “Borges ve Ben” hikâyesinde “ben”in “olayları yaşayan kişi” olduğunu ve insanın da biyolojik bir batarya gibi yazara güç verdiğini itiraf etmiştir. İnsan önemlidir ama devamlılığı olan eserdir ve eserin ötesinde dildir, dilin ötesinde bilinmeyen bir tür gizemdir. Borges bu fikri başka yerlerde de değerlendirmiş ve Dante’nin yazmakla sorumlu olduğu şiiri tam olarak anlamadığına işaret etmiştir. “Dünyanın işleyiş biçimi; Cehennem I, 32’de insanların basitliğine kıyasla fazla karmaşıktır,” diye yazmıştır. Shakespeare’in ve Tanrı’nın “boşluğu” konusunda da aynı şey geçerlidir: İkisi de yaratıcıdır. Bireylerin daha önemsiz ve göründüklerinden daha değişken oldukları konusu Borges’in birçok eserinde işlenir. Edebiyat düzenli bir otobiyografi değildir ve sayfada sade bir “Jorge Luis Borges” yoktur.
Her şeye rağmen, Borges’in hikâyeleri ve yazıları bir okuma çılgınlığını resmeder, burada karakter yalan söylemez. Bir insan olarak, Borges sohbetten büyük keyif almış ve Amerika turlarında iyi bir hikâye anlatıcı olarak tanınmıştır. Arkadaşlarla ve öğrencilerle yapılan bu özel görüşmelerin ana başlığı dedikodu değil, evde tek başına, yatak odasındayken yaptığı şey olmuştur: okumak. “Hep sonuca varırım,” diye yazmıştır The New Yorker’da, “elbette kitaplara vardıktan sonra.” Öğrenmeyi, âşık olmaya benzetmiştir.
Yazdıkları da bu tapınmayı kanıtlar. Klasik anlamda değil (ki bu oldukça ciddidir) ama şakacı, metinden metne, yazardan yazara atlayan bir tarzda. On the Cult of Books’ta Borges metnin yavaşça kutsal bir sanat eserine dönüşmesini anlatır. Eskilerden Platon, çoğu zaman yazılı metinlere karşı mesafeli yaklaşmış olsa da Fransız şair Stéphane Mallarmé “Dünyadaki her şey bir kitapta yer almak için vardır,” diye yazmıştır. Roger Bacon gibilerse, doğanın kendisinin bile bir çeşit kitap olduğunu ve içindeki yaratıkların da o kitabın karakterleri olduğunu belirtmiştir. Bu süreçte Borges, Homer’dan Cervantes’e, Bernard Shaw’dan Augustinus’a, Kuran’dan Kabala ilmine, Thomas Carlyle’a ve fazlasına yönelmiştir. Bu deneme yalnızca edebiyatın kutsallığını kanıtlamaya çalışmaz; aynı zamanda bu tapınma yöntemini tanıtır: Borges’in muhteşem evreni olan kütüphane. “Coleridge’in Rüyası” adlı bir diğer denemede, Coleridge’in Kubilay Han’ın sarayı ile ilgili şiirini merkeze alarak düşsel kökenli sanat eserlerini tanımlar. Borges, sarayın içinin bile bir hayal ürünü olduğuna dikkat çeker. Denemeyi, her düşün bizi “henüz insanoğluna afişe olmamış bir arketip”e daha da yaklaştırdığını ima ederek bitirir. Bu, insanoğlunun düşlerini inşa edebilecekleri ideal bir kalıptır. Borges, bu argümanı oluştururken John Keats gibi şairlere, antropolog Havelock Ellis, tarihçi Bede ve filozof Alfred North Whitehead’e, bendeki kopyaya göre dört sayfa boyunca göz kırpmıştır. Borges’in edebi kaynakları kullanış biçimi, fikirlerin ve ifadelerin devamlılığını beraberinde getirir, yabancı yerleri ve zamanları birleştirir. Bu farklılıklar arasında bu kadar neşeyle gidip gelerek gerçekliklerin arkasındaki dayanıklı prensipleri de ortaya koyar.

Buda ve Platon’la Sıçrayış
Bu, kısmen felsefi bir bağlılıktır. Borges akla fizikten, kurguya ise gerçeklikten daha çok itimat etmiştir. Onun, dönemden döneme ve ülkeden ülkeye atlama isteği daha yüce ihtimallerin farkındalığından ileri gelir. Gözü bereketli kâinatta olan biri için her zaman başka bir yol mümkündür. Bir boşluk koca bir cümleyi ve bir okuyucu da bir ispatı değiştirebilir. Yalnızca Babil Kütüphanesi bakidir. Sanat eserlerini huzursuzca gezmek ve hiçbirinin mükemmel olduğuna inanmamak mantıklıdır.
Bu platonik bükülmenin yanında Borges’in nihilizmi, yani her şeyin nihai hiçliğine olan inanç vardır. Bu nedenle ego konusunda şüpheleri vardır ve kendini aynen Dante ve Shakespeare gibi boş görür. Edebiyat araştırmacısı Jason Wilson, Borges üzerine yazdığı eleştirel biyografide, yazarın bakış açısını şöyle açıklamıştır: “Hepimiz, temel kimlikten yoksun, aç birer hayaletiz.” Borges gerçek anlamıyla bir Budist değildir ama yazılarında Asya kökenli felsefenin, başta “ben” olmak üzere, bir şeylerin kesinliği ve dayanıklığı ile ilgili şüpheleri yansıtır.
Bu iki gelenek, yani Budizm ve idealizm, Borges’in en sevdiği filozof olan Arthur Schopenhauer’da bir araya gelir. Filozof, denemelerinde “evrenin bilmecesi” kavramından bahsetmiştir. Bu bakış açısı nedeniyle, Borges’in edebiyat sevgisi, kesin bir gerçekliğin reddi ve kendi önemi hakkındaki içten alçak gönüllülüğü ile damgalanmıştır. Metinleri ve metinlerin harekete geçirdiklerini hiçbir zaman hafife almamıştır.
Borges’in eserlerinden edinilen şey genelde keyifle birlikte okuma yoluyla elde edilen kavrayışın heyecanıdır. Bu, kuşkusuz belirli türden bir kavrayıştır: politik ya da bilimsel değil, daha çok metafiziksel ve psikolojiktir. Ancak Borges’in kütüphanesinin sınırları içerisinde çokluk vardır. (Kendisi Whitman hayranıdır.) Borges, entelektüel keşiften duyduğu keyifle ilgili de yazmış ve “düşünmenin keyfi” hakkında övgülerde bulunmuştur. Polisiye kurgusunu da savunmuştur. Sunduğu heyecanlandırıcı dehşet nedeniyle değil, kurgu sayesinde beynin verdiği mücadele nedeniyle. Conan Doyle’dan Poe’ya kadar çeşitli dedektif hikâyelerinin bir fanteziye bağlı olduğuna, soyut akıl yürütmenin önemli olduğuna inanmıştır. “Bir Dedektif Hikâyesi”nde “Karmaşa döneminde düzeni korurlar,” diye yazmıştır. Borges’in eserlerinde, zihin genellikle kendi icatlarından keyif alır. Yapmak zorunda olduğu için değil de yapabileceği için. Bu deneysel bir kesinlik ya da pratik sağduyu değil de yapbozlara, oyunlara, mizaha ve şakalara karşı yakınlıktır. Borges, idrak kabiliyetini metinsel bir sıçrama tahtasından diğerine ayarlayarak ve akış büyümeye devam ederken gülümseyerek kullanmaktan memnuniyet duymuştur. Borges tek kelimeyle meraklıdır.

Gayretli Dâhi
Borges’in dikkatle okuduğu İskoç filozof David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de bir bölümü merak konusuna ayırmıştır. Hume, merakı “doğruluk aşkı” olarak tanımlamış olsa da bu tanım yanıltıcı olabilir. Merak, gerçekler hatta doğruluk için değil, emek ve keşif için bir arzudur. “En keyifli ve makul şey, dikkatimizi toplayıp dehamızı açığa çıkardığımız andır,” diye yazmıştır Hume. Elbette ki alelade bir doğru işe yaramaz: kolay yapbozlar sıkıcıdır. Borges, örneğin Cleridge’in rüyalarındaki hayallere olan göndermeleri sayıp çetere tutabilirdi. Bu tamamen doğru ama bütünüyle sıkıcı olurdu. Borges’in merakını kışkırtan ve temsil eden şey, Moğol bir general ve Lake dönemi şairi arasındaki ya da Tanrı, De Quincey ve Swift arasındaki ideal bir bağ fikriydi. Hume bu başarının tadını kendisi çıkarmıştır, kariyer ya da para amacı yoktur.
Bu merak, toplum ve insan ruhunun balçığı üzerinde “saf” bir ilgi demek değildir. Hume, keyfi de işin içine katarak entelektüel merakın da biraz meyil gerektirdiğini açığa çıkarmıştır. Tarafgirlik bizi daha yakından bakmaya teşvik eder ve aşikâr durumları görmezden gelmemizi öğütler. Sözde “tarafsız” araştırma hali bir çeşit yönelimdir. Önemli olan nokta, Hume’un merakının çıkarcı ya da görevle ilgili olmamasıdır.
Bu durum edebi gururla çelişir. Bir akademisyen, Borges’in hikâyelerindeki ayna figürüne dair yaptığı dikkatli analizle işin içine girer, emekten keyif almadan da gurur duyabilir. Bu basitçe, yılın zorunlu edebiyat eleştiri kotasını doldurmak adına sebatla tamamlanmış, profesyonel bir zorunluluk olabilir. Hume’un açısından merak, kendi başına gerçeği kovalamakla ilgilidir; kovalamayı gerçekleştiren “ben” ile ilgili değildir. Eylemin içindeki, eylemi gerçekleştirmeye duyulan heyecandır.
Hume, aynı zamanda merakın önem vermeyi gerektirdiğini de savunmuştur; çünkü merak dikkati artırır. “Dikkatsiz ve ihmalkâr olduğumuzda, aynı türden bir anlayışın üzerimizde hiçbir etkisi kalmaz,” der Hume. Bu değer duygusu kişiliği değiştirir. O nedenle Borges’in edebi değerleri, kütüphanedeki maço iş arkadaşlarından farklıdır. (Bunlardan biri, kataloglanmış yazarlardan birinin daha isminin Jorge Luis Borges olmasını komik bulmuştu.) Ama Hume’un söylemeye çalıştığı şey açıktır: Merak, işin içine giren gerçeklik tarafından teşvik edilir. Büyük şeyler, sonsuzluklar, hayal dünyaları, yüzyıllık sırlar vb. Borges’in burnunu kitapların dibinde tutmasına neden olmuştur. Bunun önemli olup olmamasının bir değeri olmadığını söyler Hume. Bunların metafiziksel ihtişamları ya da politik faydaları tamamıyla uydurma olabilir. Önemli olan ana şey psikolojik önemleridir, aklı ilgili tutan ağırlıktır.
Borges sürekli ve hararetle okumuş olsa da dedikodudan hoşlanan biri olmamıştır. Öyle ki, Elsa Astete Millán ile yaptığı son ve lanetli evlilik, kadının dedikodu merakıyla daha da içinden çıkmaz bir hal almıştır. (Bir arkadaşının iddiasına göre Borges, Elsa ile birbirlerini çok önceden beri tanıdıkları için evlenmişti. Tıpkı bir romanda göreceğiniz türden bir sebep.) İnceleme’de Hume, gerçek merak ve “komşuların yaptıkları ve içinde bulundukları duruma karşı, doyumsuz bir merak” arasında faydalı bir ayrım yapmıştır. Dedikodu çoğu zaman yenilik peşinde koşmak olarak çizilse de Hume, bu arzunun aslında yeni bir şeylere karşı duyulan korku olduğunu iddia etmiştir. Onların küçük dünyası durağan ve düzenlidir, değişikliği rahatsız edici bulurlar. “Çok ani ya da şiddetli değişiklik bizim için keyifsizdir,” diye yazmıştır, “nesneler kendi içlerinde ne kadar kayıtsız olsalar da geçirdikleri değişiklikler huzursuzluk yaratır.” Bu açıdan bakıldığında, dedikodu ve skandala arzu duymak, sinir bozucu belirsizliği uzaklaştırma yöntemidir.
Borges, Dante’nin Araf’ını ya da H. G. Wells’in Görünmez Adam’ını eline aldığında dedikodunun ve emniyetli gerçeklerin avuntusunun peşinde değildir. Fanilik ve cismin idealist ihtiyatı konusundaki Budistvari yaklaşımı onu huzursuz biri yapmıştır. Borges ofisindeki raflarda tahmin edilebilirlik aramış olsa da bu beklentisi kitaplığının içeriği için geçerli değildir. Eserlere yıllar sonra geri dönme konusu da bundan kaynaklanmıştır. Bu, onun için kapakların içinde ve arasında yeni ilişkiler açığa çıkarma yoludur. “Yeniden okumayı, okumaya tercih ederim,” demiştir Maine Üniversitesi’ndeki bir grup dinleyiciye, “çünkü yeniden okuduğun bir şeyin detaylarına girebilirsin.”

Babil’de Maceralar
Borges’in edebiyatını allayıp pullamamak büyük önem taşır. Onda, John Updike’ın “The Author as a Librarian”da dediği gibi “ateşli bir dar kafalılık” vardır. Özellikle kadınlar tarafından yazılmış birçok muhteşem esere karşı dışlayıcıdır. Jane Austen, George Eliot, Virginia Woolf, Iris Murdoch İngiliz edebiyatının önemli yazarları arasında değildir onun için. Hangi kadın yazarları sevdiği sorulduğunda şöyle cevaplamıştır: “Sanırım kendimi bir tanesiyle sınırlandırırım ve o da Emily Dickinson olur.” Sosyal ve politik ilimler konusuna çok az ilgi gösterir ki bu durum Arjantin’le ilgili hantal görüşlerini derinleştirmiştir. Borges, cunta yönetimi altında öldürülen hemşerilerini görmezden gelmekle suçlandığında, kayıtlara geçen cevabı dehşete düşürücüdür: “Ben gazete okumam.” Biyografi yazarı James Woodall da onu “acınası bir tarihçi” olarak tanımlamıştır. Özetle Borges’in okuyucu olarak keyif aldığı şeyler kendine has ve bazen de budalacadır. Antik Yunan anlayışına göre ise mahrem ve benmerkezci.
Yine de Borges’in merakı, belirli bir sınır içinde örnek alınasıdır. İlk kez okuyanları bu kadar etkilemesinin de nedeni budur. Borges okumak, Clive James’in tanımıyla “gençleri heyecanlandırması kesin olan entelektüel bir macera”dır. Arjantin’in Babil ve sonsuzluklarla birlikte Hume’un teorisine kattığı başkalığın önemi, her belirli ifadenin ardında bekleyen “belki”dir. Samimi olarak meraklanmak biraz gergin olmak; mevcut sayfayı, başka birçok ihtimalin ışığında yorumlanmış birçok ihtimalden biri olarak görmektir. Bu ne telaş ne de kendini beğenmişliktir. Borges’in durumunda olduğu gibi, sabır ve haysiyetle bir arada bulunabilir. Biraz tevazu hayatidir. İhtimaller sonsuz olduğu için son okuma diye bir şey mümkün değildir. Merak, okuyucunun bu keşiften memnun olmasına ve bu arayıştan zevk almasına izin verir. “Babil Kütüphanesi’nin gerçek kahramanı,” diye yazar Umberto Eco, “kütüphane değil okuyucunun ta kendisidir (…) hareket halinde, maceraperest ve her daim yaratıcıdır.”

Gerçeğin Çekiciliği
Belki de en hayati merak, varoluşun hissizliğine karşı olan dirençtir. Bir şeylerin çoktan ve açıkça varoluşu gerekli görünür. Meraklı okuyucu metne bir ihtimalmiş gibi davranır, birçok ihtimalin içinde bir tanesi gibi. Bu, eleştirmenlerin yaptığı bilinçli bir hamle, yazarı bir nevi yanlış romanı ya da şiiri yazdığı için köşeye sıkıştırma hareketi değildir. Bunun yerine merak, yaradılışın hassasiyetine karşı kadirşinas bir hassasiyettir; her sanat eserinin bir şeyin parçası olduğu hissidir.
Örneğin Batman, kanuni bir ağırlığa sahiptir. Dönemin, hikâyeleri uyarlanan, hicvedilen ve on yıllar boyu kopyalanan sembol kahramanlarından biridir. Süper kahraman türü içerisinde, Yeşil Fener, Moon Knight ve Iron Man, Batman taklitleri olarak değersizleştirilmişlerdir. Bunlara ek olarak Çin, Rusya, Fransa ve Avusturya temsilciliklerinin resmi olarak ürettiği Kara Şövalye versiyonlarından söz etmeye gerek bile yok. Eğer bir yüzyıl geriye gidersek Zorro, Gölge ve Jean-Paul Sartre’ın sevgili Nick Carter’ı (Le Grand Detective Americain) gibi kahramanlar buluruz. Bunların arkasında da aralarında Sherlock Holmes ve Borges’in favorileri olan Wilkie Collins ve Edgar Allen Poe’nun bulunduğu daha geniş bir dedektif kurgusu türü bulunur. Popülerliğine rağmen Batman; gece infazcılarının, olağanüstü mantığa ve pahalı aletlere sahip dedektiflerin olduğu bir kitapta yalnızca bir sayfadır.
Bu fark edildiği anda Batman özgün olmaktan, diğerlerinin ilham aldığı kalıp olmaktan çıkar. Bunun yerine kahraman, okuyucunun ihtiyaç duyduğu cevabı, daha doğrusu birçok şekilde yazıldığı için birçok farklı cevabı temsil eder. Batman başlı başına bir karakterden çok bir grup özelliği içinde barındıran bir isimdir. Batman’in çeşitli yorumlamaları ortak bir özsel ruha sahip değildir. Bunun yerine Ludwig Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’ında tabir ettiği üzere “ailesel benzerlikler”e sahiplerdir. Kara Şövalye’nin her yeniden doğuşunda karakter, anne ve babasını küçükken kaybetmiştir ama Batman Thomas Wayne oğlunu kaybetmiştir. Çoğu öldürmez ama Batman Arkham Knight kabadayıları yakarak öldürür, sonra da onların dumanı tüten cesetlerinin yanında sevişir. Çoğu sessiz ve gaddardır; ama 1960’lı yılların televizyon Batman’i daha konuşkan ve şakacıdır. Neredeyse hepsi siyah, mavi ve gri giyer ama “Gökkuşağı Batman” bir terzilik isyanıdır. Her hikâye, yalnızca uyarlamalardan oluşan bir uyarlamanın kendine has versiyonundan başka bir şey değildir: Özgünlük ihtimallerden oluşur, esasi bir özden değil.
Merak, bu şekilde tesir ve yineleme peşinde koşmak anlamına gelmek zorunda değildir, doğruları bulmakla da ilgili olabilir: Örneğin Batman gibi huzuru sağlamaya çalışsa da aslında kanunlara karşı gelen birinin emeklilik zamanı gibi. (Nörolog E. Paul Zehr’e göre felç edici sakatlıktan birkaç sene önce.) Yaşamöyküsel olabilir: Batman markasının ardındaki hukuki ve etik çatışma gibi. Elbette, süper kahramanlarla ilgili olmak zorunda değildir; en basit tanımıyla bu ikonik karakterler keşif oyununu daha net biçimde ortaya çıkarırlar. Merak, tahmin edilemez sonuçlara yol açar. Batman üzerine Alan Moore’u, özgürlük üzerine John Stuart Mill’i, asil New York üzerine Edith Wharton’ı ya da ejderhalar üzerine Ursula K. Le Guin’i okurken önemli olan her zaman edebi dünyanın sınırlarını zorlamaktır.
Merak, edebi keyfi mahvediyor gibi görünebilir; çünkü merak özgünlüğe ve mükemmeliyete bir darbe vurur. Geçmişi, paralelleri, gündemleri ve basit hataları açığa çıkarır. Şurası kesindir ki kurgusundaki kaba yabancı düşmanlığının izlerini keşfettikten sonra H. P. Lovecraft’ı aynı heyecanla okuyamam. Masum Borges keyfim de gerici politikası ve ırkçılığı nedeniyle berbat olmuştur. Onun sanki bu dünyadan değilmiş gibi görünen varlığı, yüce gönüllü olduğu kadar sinsi de görünür. Birçok romanın sanatsallığı, gerçek hayattaki eşdeğerleri gösterildiğinde göze yanlış gelmeye başlar. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i ya da Simone de Beauvoir’ın Mandarinler’i günlüklerden alınmıştır. Ama bu gerçekleri bulma çabası kendi içinde eğlencelidir. Hume’un dediği gibi bilgelik, bir çeşit avcılık gibidir. Sporun kendisinden uzak olsak bile zaferle ilgilenmeye başlarız. “Olayın hararetiyle, bu neticeye fazla dikkat ederiz,” diye yazmıştır, “öyle ki her türlü hayal kırıklığı bizi huzursuz eder ve oyunu kaçırdığımızda üzülürüz.” Borges ya da Lovecraft’ın hatalarını bulma niyetiyle yola çıkmamış olsam da avımı kovalamaktan ziyadesiyle memnunumdur.
Benzersizliğin altını oymak dışında, merak bazen yenilik atmosferini güçlendirir. Herhangi bir metni saran ihtimalleri göstererek bu sanatın özgüllüğünün altını çizer. Tüm hikâye ve argümanlarda, karakter ve atmosferde, konu ve tabirlerde, yazar bunları harekete geçirir. James Joyce’un Ulysses’indeki resmi soru-cevaptan duyumsal monoloğa geçişte, Ted Hughes’un “The Thought-Fox” şiirinde, “sıcak”taki “ani ve keskin tilki kokusu”ndaki canlılıkta… Her metin bu seçimlerle gücünü elde eder. Joyce’un yazdığı bölüm sadece Katolik sınıf kitaplarından alınmış bitkin bir nakarat değildir. Hughes’un hayvanı, rüya yoluyla şiire esin kaynağı olan yanmış tilkinin aksine bir şey söylemez. (“Dedi ki kes şunu, bizi yok ediyorsun.”) Her eser farklı bir şekilde de yazılabilirdi ve meraklı okur Borges’in sonsuz kütüphanesini deşerek bunu keşfeder. Gerçeğin çekiciliğini fark etmek için saplantılı bir ihtimal hissine sahip olmak gerekir.

Muhterem ve Muhteşem
Evrensel anlamda en çok takdir edilen erdemlerden biri olan merakı övmek kolaydır. Ama her tertibat gibi merak da yanılabilir. Hâlihazırda bulunanı sıçrayarak geçtiği için, merak gerçek olanı fazlasıyla geride bırakabilir. Yaratıcı biçimde okuruz ama sonunda gözlerimizi kısarak uzaktan bakmak zorunda kalırız, işin kendisi bulanıklaşır. Entelektüel çaba, metnin detaylarından ve yazarın seçimlerinden keyifli bir kaçamak halini alır. Merak aynı zamanda neden merakta olduğumuz konusundan bir kaçış, kendi tuhaflık ve kusurlarımızı görmezden gelme yöntemi de olabilir.
Yirminci yüzyılın en önde gelen filozoflarından olan Martin Heidegger’ı örnek alalım. Heidegger’ın ana ilgi alanı ontoloji, yani varlık bilimidir ve neyin ne olduğudur. O aynı zamanda da dar görüşlü bir antisemitist ve Nazi sempatizanıdır. Bu gerçekler okuru zorlayan eserlerini hem gölgeler hem de aydınlatır. Formundayken derin sürprizler sunar, hiçlik yerine bir şeylerin var olduğunu hatırlatır ve bu çok heyecan vericidir. Filozof ve eleştirmen George Steiner, Heidegger’ın politik ve etik başarısızlıklarına haklı olarak eleştirel yaklaşsa da onu “apaçık gerçeklerin yoluna parıldayan engeller” koyan bir “şaşırtma ustası” olarak tanımlar.
Heidegger, kısmen de olsa Sokrates öncesi akımın savunucularının, İsa’dan önce altıncı ve beşinci yüzyıllarda çalışan filozofların rönesansından sorumludur. Heidegger, bu filozofların külliyatından hayatta kalan parçaları almış, onları cesur ve yeni şekillerde, “ilkel Yunanca sözcüklerin özgün gerçeklikleri” diye betimlediği şekillerde yeniden yorumlamıştır.
Heidegger’ın en akılda kalan çalışması Elealı Parmenides üzerine olandır. Muhtemelen en önemli Sokrates öncesi düşünürlerden biri olan Parmenides, beşinci yüzyılın başında başarısının zirvesindedir. Birlik, çokluk ve varlığın sonsuzluğu üzerine düşünceleri ve entelektüel mirası Batı felsefe ve teolojisinin temelini oluşturan Platon’u etkilemiştir. Platon’un Theaetetus’unda, Sokrates Parmenides’i “muhterem ve muhteşem” olarak tanımlar ve derin asaletini anlatır. Bir nesil sonra, Aristoteles de Parmenides’i “sezgisel” anlamda önder saymış ve Fizik’in birkaç bölümünü onun varlık hakkındaki temel fikirlerini devirmeye adamıştır. Aristoteles, Parmenides’in, filozoflar onun güçlü argümanlarını aşmaya çalışırken Yunan atomculuk kavramının gelişmesine öncülük ettiğine inanmıştır. Bu kavram iki bin yıl sonra Aydınlanma dönemi bilim insanlarını yüreklendirmiştir. Parmenides Batılı düşünce sistemlerine dikkat çekici ve kapsamlı katkılarda bulunmuştur ve Heidegger da onun mirasının tanınmasında önemli rol oynamıştır.
Buna rağmen, Parmenides’in tek bilinen eseri, bazı parçalarına ulaşılabilmiş “Doğa Hakkında” şiiridir. Büyük âlimlerin karşısında duran bu kafa karıştırıcı bilge, bize minik bir kitapçıktan daha azını bırakmıştır; elimdeki yayın yalnızca iki sayfadır. Pasajlar eksiktir, metnin parçaları yer değiştirmiştir ve yüzyıllar boyu gerçekleşen kopyalama ve bir daha kopyalama bazı yanlışlıkların önünü açmıştır: orada bir harf silinmiş, şurada bir hece eklenmiş gibi. Çoğu zaman banal sayılabilecek hatalara ek olarak, günümüze ulaşan dizeler antik Yunancadır. Yani bu bir çeviridir ve işin içine anlam karmaşası girer. Parmenides’in birçok fikri, daha sonraki filozofların (örneğin Platon ve Aristoteles gibi) fikirleri ışığında yeniden yazılmıştır. Bu nedenle elimize geçen parçalar yüzyıllar boyu ödünç alınmış ışıkların yarattığı aydınlıkta okunmuştur.
Bu şekilde parçalara ayrılmış oldukları için, Parmenides’in muammalı kırıntıları merak yaratır. Tarih, arkeoloji, dilbilim, antropoloji, edebiyat eleştirisi, felsefe vb. alanların modern araştırmacıları uzmanlık içeren incelemeleriyle boşlukları doldurmaktadır. Elbette ki ilim, Coleridge’in “Kubilay Han”ından Frank Miller’ın Batman’ine kadar birçok esere ışık tutabilir. Ama Sokrates öncesi düşünceleri bu daveti daha bariz hale getirir: kırık bir çömlek gibi, kırık parçalar dikkatli bir yenilemeye muhtaçtır. Parmenides, sayfanın ötesindeki ihtimalleri aramaktan keyif alan sorgulayıcı okurun ilgisini çeker.

Sıçrayış
Heidegger, bu araştırmacı bakış açısını, “kaba” ve “Yunancadan uzak” çevirilerin ana noktayı kaçırdığından şikâyet ederek örneklendirmiştir. “Metafizik’e Giriş” adı altında 1930’lu yıllarda Freiburg Üniversitesi’nde verdiği derslerde, Batı felsefesinin, Sokrates öncesi bilgeliğinin mütemadi ve trajik bir eksik tercümesi olduğunu öne sürmüştür. Parmenides’i on sekizinci yüzyıl Almanı olarak değil de beşinci yüzyıl Yunanı olarak okumalıyız diye savunur. Heidegger, Parmenides’in ifadelerinden birini alıp yeniden yorumlar: “Düşünmek ve var olmak aynı şeydir.”
Heidegger’a göre bu mısranın normal çevirisi zırvalıktır. Antik Yunancada fikir, varlıkla aynı anlama gelmez; bu düşünce yalın gerçekliktir. Onun anlatmaya çalıştığı, düşünce ve varoluşun birbirlerine ait olduklarıdır. Düşünmek ya da Yunancada noein, varoluşa kavrayışlı yönelimdir ve varlık da bizimle buluşmak için yükselen bir şeydir. “İnsan olmak,” der Heidegger, “bir şekilde varlığı kabul etmektir: Platon’un biçimleri, Aristoteles’in cismi ve Hıristiyanlığın da tanrısı vb.” Her dönemin kendine has bir varlığı karşılama yöntemi vardır. Ama bunun tek sebebi bizim zaten varlıktan ve varlıkta olmamızdır. Çünkü biz gerçekliği bir şekilde açığa çıkarma gücüne sahibizdir. Öyle ki varoluşun bu açığa çıkışı, normalde kapkaranlık olan ormandaki küçük bir açıklık gibidir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/damon-young/okuma-sanati-69403462/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Batı Klasikleri, İtiraflar I J. J., Rousseau, Milli Eğitim Yayınevi,1990, sf:7.

2
19. yüzyıl başlarına kadar Londra’da beş parasız yazarların, ucuz yayımcı ve kitabevlerinin bulunduğu cadde. Buradaki yazarlar çok kısa sürede basit romanlar, müşterisinin fikrini yansıtan köşe yazıları ya da el ilanları yazarlar ve yazdıkları sözcük başına ücret aldıkları için uzun ama niteliksiz metinler ortaya koyarlar. (e.n.)

3
Ondalık sisteme dayalı kütüphane sınıflandırması. Bilgiler 10 ana sınıfta toplanır ve alt bölümler bu sisteme göre 10, 100, 1000 şeklinde hiyerarşik olarak dallara ayrılır. (e.n.)
Okuma sanatı Damon Young
Okuma sanatı

Damon Young

Тип: электронная книга

Жанр: Афоризмы и цитаты

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Okuma Sanatı kitabında filozof Damon Young, okumanın ne kadar keyifli bir uğraş olduğunu Virginia Woolf’un günlüklerinden Batman çizgi romanlarına kadar edebiyatın içinden birbirinden değerli örneklerle gözler önüne seriyor. Young, okumakla geçen bir hayat boyunca yaptığı hataları ve yaşadığı aydınlanma anlarını içten ve esprili bir dille anlatıyor.

  • Добавить отзыв