Bahçede felsefe

Bahçede felsefe
Damon Young
“Nasıl yaşanacağına dair fikirler sunan incelikli bir araştırma…
Bu kitap zihninizi geliştirecek ve yanaklarınıza bir ışıltı katacak.” —Deborah Levy

Bahçede Felsefe kitabında filozof Damon Young, doğanın felsefeyle ve insanlarla ilişkisini Marcel Proust’un yatağının yanındaki bonsaiden Friedrich Nietzsche’nin düşünce ağacına kadar felsefenin ve edebiyatın içinden örneklerle gözler önüne seriyor. Young; Voltaire, Jane Austen, George Orwell, Jean-Paul Sartre ve Jean-Jacques Rousseau gibi pek çok isme odaklanarak doğayla ve bahçeyle ilişkilerinin felsefelerini, eserlerini ve hayatlarını nasıl etkilediğini ele alıyor.

Bahçede Felsefe’de aşırı büyümüş çimenlerinizi nasıl biçeceğiniz veya kurumuş bir ağacı nasıl canlandıracağınız konusunda ipuçlarıyla karşılaşmayacaksınız. Parklarda, arka bahçelerde ve saksı bitkilerinde keşfedilen derin düşünceleri bulacaksınız. Bu kitap, bahçedeki yaratıcı ve eğlenceli işlerinizin felsefi arkadaşı olacak.

“Doğal dünya ve kendimizle olan ilişkimizi yeniden düşünmemize yardımcı olan parlak bir felsefi ve edebi meditasyon.” —Roman Krznaric

Damon Young
Bahçede Felsefe

Bahçede Felsefe: Ödüllü filozof ve yazar Damon Young’ın Türkçeye çevrilen Okuma Sanatı dışında, How to Think About Exercise, Beating and Nothingness ve Distraction da dahil olmak üzere yazdığı ve editörlüğünü üstlendiği on bir kitap bulunmaktadır. Kitapları on bir dile çevrilen ve ayrıca şiir, öykü ve çocuk kitapları olmak üzere farklı türde eserler veren Young, aynı zamanda Melbourne Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.





Açık Havada Felsefe
“Doğaya ait her yer muhteşem…”
    Aristoteles, Hayvanların Hareketleri Üzerine
Aristoteles züppeliğiyle tanınırdı. Antikçağ biyografi yazarı Diogenes Laertios’a göre bilimsel felsefenin babası, zamanın modasına uygun bir konuşma tarzıyla hafif peltek konuşur, modaya uygun şık giysi ve aksesuarlar kullanırdı. Makedonyalı asillerle bağları da düşünülecek olursa, refah içinde yaşayan ve iyi yaşamayı seven biri olduğu izlenimi doğuyor. Bunun tarihsel bir önemi var: Aristoteles’in kendisinin de belirttiği gibi felsefe; büyük, zengin şehirlerde doğmuş ve aydın, üst sınıf mensuplarının sohbet ederek ve yazarak hoşça vakit geçirmesini sağlamıştır. Ne var ki Aristoteles’in okulu; Makedonya Sarayı’nda, Atina’nın Kerameikos gibi prestijli bir bölgesinde ya da kalabalık pazaryeri agora’da değildi. Filozof, meşhur derslerini bir parkta veriyordu.
Aristoteles’in okulu Lyceum, ismini filozofun binalarını kiraladığı gölgeli koruluktan almıştı. Şehir surlarının doğusunda yer alan Lyceum, Zeus’un “kurttan doğma” oğlu Apollo Lyceus’a adanmıştı. İçinde yürüyüş ve koşu parkurları, giyinme odaları, güreş okulları, tapınaklar ve stoa, yani güneş ve yağmurdan korunmak için sütunlu bir galeri vardı. Askeri geçit törenleri ve dini ayinler burada yapılıyordu. Spor, din, politika ve felsefe gibi her türlü amaca hizmet eden bir alandı. Aristoteles öğrencilerine derslerini peripatoi, yani kemer altında gezinirken anlatıyordu; Aristoteles okulu öğrencilerinin adı olan “peripatetik”[1 - Aktif Felsefe. Yürüyerek, tartışarak yaptığı için Aristoteles’in felsefesini ve onun öğrencilerini tanımlamada kullanılan sıfat. (ç.n.)] de buradan gelmektedir. Aristoteles’in okulu ayrıca ilk botanik bahçesine ev sahipliği yapmıştır (bahçedeki bitkiler muhtemelen Makedonya Krallığı’ndan geliyordu). Hiç şüphesiz, bu bahçe onun Bitkiler Üzerine adlı kayıp kitabına önemli bir katkıda bulunmuştur.
Aristoteles, hocası Eflatun’un (Platon) izinden gidiyordu; çünkü Eflatun’un Akademisi de kutsal sayılan koruluk bir alandaydı ve o da derslerini gezinerek anlatıyordu. (Oyun yazarı Alexis, “Endişe içindeydim ve Eflatun gibi volta atıp duruyordum, fakat bu bacaklarımı yormaktan başka işe yaramadı,” diye takılmıştır). Bahçelere yakınlık antikçağ felsefesinde önemli bir yer tutmaktaydı. Aristoteles’in öğrencisi ve halefi Theophrastus, botanikle ilgili ilk sistematik bilimsel incelemeyi yazmış ve Lyceum bahçelerini, “burada, dostluk ve muhabbetle…felsefe ve edebiyat çalışacak olan” meslektaşlarına miras bırakmıştır. Lyceum ve Akademi, iki yüz yılı aşkın bir süre Akdeniz düşünce dünyasının merkezinde yer aldı. Eflatun ve Aristoteles’in önemli Helenistik dönem eleştirmenlerinden olan Epikür, sakin ve dingin bir yaşam (ve belki de ekşi üzümleri) için Atina’daki mülküne yerleşmiştir. Epikür’ün okulunun adı “Bahçe”ydi; bağımsızlığın ve bağımsızlığa ulaşma yolunun sembolü olarak bu ismi seçmişti. Porphyrios, Epikür’ün şu sözünü alıntılamıştır: “Doğanın izinden giden, her konuda kendine yeter.” Kültürlü Romalılar, Yunanlı atalarının ne kadar haklı olduğuna kanaat getirmiş ve onlar da akademik amaçlar ve sohbetler için bahçelere yönelmiştir. Devlet adamlığı görevinden azledilen Cicero da, Tusculum’daki villasında bir “Akademi” kuracağını yazmıştır. Cicero ve öğrencileri açık havada yürüyüş yaparken aynı zamanda ilim yapıyorlardı. Cicero, bitkilerin büyümesini izlemenin verdiği neşeyi anlatır. Cicero’nun “Yaşlılık Üzerine” adlı metnindeki Cato[2 - Marcus Porcius Cato. Romalı devlet adamı, hukukçu, hatip. Cicero bu eserini onun ağzından yazmıştır. (ç.n.)] karakteri, “Tabiatın verdiği mahsullerde, onun gücünü ve katettiği yolu izlemek bana mutluluk verir,” der. Antikçağın sonunda, yani Aristoteles’in okulunu açmasından yedi yüz yılı aşkın bir süre sonra, Platoncu tanrıbilimci Augustinus, yine bir bahçede Hıristiyanlığı seçmiş, İtiraflar adlı eserinde, “Kendimi bir incir ağacının altına attım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim,” diye yazmıştır. Dolayısıyla felsefe çoğunlukla açık havada yapılan bir şeydi.


Bunun pek çok sebebi var. Öncelikle bahçeler zihnin dağılmasını engeller. Felsefe sosyal bir uğraştır. Ama çok fazla uyaranın olması çılgınlığa yol açar, derin düşünceye değil. Yunan şehirleri, antik ve Helenistik dönemlerde bile gürültülü ve kalabalıktı, dikkat dağıtan çok fazla şey vardı. Atina’nın yolları dar ve dolambaçlıydı ve (genellikle de sempozyumlardan[3 - Antik Yunan’da, sempozyum kelimesi, Yunanca “birlikte içki içme” anlamına gelir, içki içilen partiler anlamında kullanılmıştır. (ç.n.)] çıkmış, sarhoş bir halde yalpalayarak evine dönenlerle) her saatte kalabalık olurdu. Yollardan bütün gün gıcırtılı sesler çıkaran yük arabaları geçerdi ve eğer komedya yazarı Aristofanes’in yazdıklarına inanacak olursak, herkes yollara işer ve lazımlıklarını boşaltırdı. Ne var ki Atinalılar için evlerine kaçmak da bu kaostan kurtulmak için bir çare değildi, zira evlerinde de eşek, keçi ve diğer çiftlik hayvanlarıyla birlikte yaşıyorlardı. Lyceum, Aristoteles ve öğrencilerine şehir hayatının hayhuyundan kaçış sağlıyor, bu sayede mantık ve metafiziğin inceliklerine yoğunlaşabiliyorlardı.
Ayrıca antik Yunanlar hareketli insanlardı, ilim yapmak onlar için dışarı çıkmadan, sadece oturarak yapılan bir şey değildi. İlk açılan okullar, kısa mesafe koşusu ve güreş gibi sporların yapıldığı yerlerdi. Halka açık bir park, onlar için bacaklarını ve yağlı kaslarını esnetecekleri bir yerdi. Bahçıvanlık ise Sokrates’in işaret ettiği gibi fiziksel bir aktiviteydi. Ksenofon, Economist (Ekonomist) adlı eserinde, Sokrates’in şöyle söylediğini yazar: “Üst sınıftan kudretli kişiler bile ziraatten uzak kalamaz, çünkü güzel ve bakımlı bir arazinin yaşattığı tatmin duygusu ile refah duygusu bu faaliyette bir aradadır; üstelik özgür bir insanın fiziksel enerjisini kullanabileceği bir alandır.”
Öğrencilerinin çoğu gibi Aristoteles de gözlem yapan bir filozoftu. Yani sadece akıl yürütmekle yetinmiyor, somut kanıtlar arıyordu. Nesiller ve Yozlaşma Üzerine adlı eserinde, “Soyut tartışmalarla yetinip gözlemden uzak kalanlar, birkaç gözleme dayanarak hemen dogma oluşturmaya meyillidir,” diye yazmıştı. Botanik bahçesi kurması ve yurtdışında çalışmalar yapması bu sebeptendir. Biyolojik sınıflandırma üzerine yaptığı çalışma son derece detaylıydı, titizlikle yapılmıştı ve bin yıllar boyunca benzerine rastlanmadı; öyle ki Charles Darwin, biyolojik ve botanik sınıflandırmanın ustaları Linnaeus ve Cuvier için, “Aristoteles usta ile kıyaslandıklarında okullu bir çocuktan ileri gidemezler,” demiştir. Lyceum bahçesi filozofa, felsefe için kaynaklık ediyordu; numune topluyor, analiz yapıyor, senteze ulaşıyor ve ders veriyordu; keşif gezisi ile laboratuvar burada bir aradaydı.
Doğa ve İkinci Doğa
Felsefenin açık havada yapılma geleneğinin daha entelektüel sebepleri de var. Bahçe sadece kaçış veya fiziksel aktivite yeri değildi. Entelektüel açıdan da zihni uyarıyordu, çünkü iki temel felsefi ilkenin birleşimiydi: insan ve doğa. İngilizce bahçe (garden) kelimesi ile Almanca ve diğer Latin dillerindeki (garten, jardin, giardino) kelimelerde bu anlam var. İngilizce “yard” (avlu) kelimesinde olduğu gibi, bir yeri çevirerek kapatma anlamına işaret ediyorlar. Bir yeri çevirerek kapatmak için iki şey gerekir: çevrilerek kapatılan bir şey (doğa) ve bu işi yapan biri (insan). Lyceum gibi kutsal sayılan korulardan başlayarak her bahçe bu türden bir birleşmedir: Doğanın bir parçası geri kalanından ayrılır, çevrilir ve insanlar tarafından dönüştürülür.
Bahçeyi benzersiz kılan şey bu birleşimin belirgin karakteridir. Doğa insanların elinde adım adım ve radikal bir biçimde dönüşüme uğrar. Aristoteles’in belirttiği gibi, zanaatın tanımı budur: Kendi kendine gerçekleşemeyecek doğal olasılıkları gerçekleştirmek. Fakat hem sanat hem de zanaatta, doğa ile insanın birleşimi ve her ikisinin de katkıları genellikle gizli kalır. Sözgelimi, ağaç kereste olur, maden filizi metale dönüşür, plankton ve yosunlar önce petrol, sonra plastik olur; kökenlerinde doğa vardır ama artık “doğa”nın kendisi değildirler. Doğa; vahşi doğa, hastalık, ezoterik semboller gibi şeylerle birleştirilerek “öteki” olarak konumlandırılır. İnsan emeği ise görünmezdir: Ürün ve hizmetleri görürüz ama onları üreten insanları her zaman görmeyiz. Bahçe, insan ile doğal süreçleri bir araya getirerek bu çift taraflı yabancılaşmayı aşar. Bitkiler ve taşlar, bitki ve taş olarak kalır ama belli bir düzene sokulmuş olarak ve bakımlı bir halde bulunurlar. İnsanın doğayla olan özel ilişkisi bahçede sergilenir. Bahçe, insanın fiziksel ve zihinsel olarak doğayla nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. Normalde saklı kalan veya unutulan doğa-insan birlikteliği, bahçede çarpıcı bir şekilde görünür hale gelir; bir şova, bir sergiye, bir sunuma dönüşür. Aristoteles’in ifadesiyle, bu ezeli ilişki bahçede ete kemiğe bürünür. Bahçe insanın doğayla fiziksel ve zihinsel dayanışmasının sergilendiği yerdir. Bahçe insanlaştırılmış evreni görünür ve anlaşılır kılar; bu görünen, hissedilen ve üzerinde düşünülen bir birlikteliktir.
İşte bu iki temel ilke, yani insan ile doğa, felsefi açıdan kışkırtıcıdır. Devamlı olarak düşünmeye davet eder, çünkü her ikisi için de nihai ve sabit bir tanım yoktur.
Mesela, “doğa” aldatıcı bir biçimde sıradan bir kelimedir; bu kelimenin aşinalığı onun çoğulluğunu ve belirsizliğini maskeler. Bu kelime, gerçekliğin tamamına; fiziksel şeylere ve ilkelere; hayata ve insanlarda alışılagelmiş şeylere işaret eder. Yine de en geniş anlamıyla bile doğa, tam olarak kavranamayan, belli bir tanıma sığmayan bir şeydir. Filozof Heraklitos’un, Aristoteles’in doğumundan yüz yıl önce belirttiği gibi, “physis saklanmayı sever.” Physis, oluşum anlamındaki doğa için kullanılmış Yunanca kelimedir. “Fizik” ve “fiziksel” kelimeleri buradan türemiştir. Doğa “saklanır”; insan anlam üreten bir varlıktır ama evrenin kendisi anlamsızdır. Evrenin “yasaları”ndan söz etmek yanıltıcıdır, çünkü doğanın işleyişini yorumlayan evrensel bir yasa koyucu olduğunu ima eder. Doğanın belli düzenleri ve belli bir ritmi vardır; filozof Alfred North Whitehead bunu doğanın “geçici alışkanlıkları” olarak tanımlamıştı. Ama doğanın ne yasaları ne de yasa koyucusu yoktur; doğa sadece vardır. Doğanın aksine, insan her zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak neyin “ne” olduğuyla ilgili bir bakış açısı edinir. Örneğin Aristoteles doğayı büyüyen ve hareket eden bir organizma olarak görüyordu. Eflatun’un doğaya bakışı ise onun ilahi tasarım olduğu yönündeydi; Epikür’e göre doğadaki her şey atomların rasgele hareketlerinden oluşmuştu. Dolayısıyla, doğa kendisi hakkındaki bütün yorumları emen felsefi bir süngerdir. Ama bunu eksiksiz bir biçimde yapamaz, çünkü her yorum kısmidir ve çıkarımlara dayanır; bizim kavramlaştırmamızın ötesinde daima daha fazlası vardır. Kısmen Heraklitos’un physis kavramından esinlenen Alman filozof Martin Heidegger, insan gerçekliğini “aydınlık veya açıklık” anlamında Lichtung olarak tanımlamıştır. Heidegger’in ormanlık alandaki bir açıklığa işaret eden bu mecazı kullanması, onun iflah olmaz modernite karşıtlığından ileri gelir. Ama bu uygun bir mecazdır. Physis’te olduğu gibi doğa bizim için beliren bir şeydir; tıpkı karanlık bir ormanda bir anda aydınlık bir açıklığın belirmesi gibi. Ama karanlık hep vardır: Doğanın büyük bir kısmını insanın algılaması ve tanımlaması mümkün değildir. Hakikat, kesinlik içeren tanım ve hesaplamalar kümesi olmaktan çok ezeli bir gidiş geliştir: Doğa açılır ve saklanır, doğa karşımıza çıkar ve unutulur, doğa yaratılır ve yok edilir. Doğanın “ne” olduğuyla ilgili söylenecek son bir söz yoktur.
Tam da bu yüzden insan da bir bulmacadır. Varoluşumuz bir muammadır, çünkü insan doğası evrensel ve ebedi değildir; kendimize karşı saydam değiliz. Sadece doğa yok, ikinci bir doğa daha var; birincisi var olan, ikincisi ise yaratılan doğadır. Bununla birlikte, insana atfettiğimiz anlam da belirsizlik içerir ve kesin değildir. Sofokles’in Kral Oedipus tragedyasında, Sfenks’in krala sorduğu bilmecede kapalı kalan noktalar bunlardı. Sfenks’in “Sabahları dört ayağı, öğlen iki ayağı ve akşamları üç ayağı ile yürüyen ama sesi olan şey nedir?” sorusunun cevabı, “insan”dı. Yanıltıcı bir biçimde, basit bir cevaptı bu. Türümüz devam ediyor ama biz devamlı değişiyoruz. Bireyler ve toplumlar olarak sürekli inşa halindeyiz, sürekli olarak yeni bakış açıları kazanıyor, yeni rotalar çiziyoruz. Ve bunların hiçbiri tam olarak kesin değil. Zavallı Oedipus, tüm bilgeliğine rağmen kendisine karşı trajik bir biçimde kördü. Roberto Calasso’nun Kadmos ile Harmonia’nın Düğünü adlı eserinde belirttiği gibi, “Sfenks, şifresi çözülemeyen insan doğasının, belli bir tanıma sığmayan, çok biçimli yapısına atfen, yine kaçamaklı ve çok biçimli bir tanımlama yapmıştır. Sfenks’in yanına gelen Oedipus, Sfenks’in bilmecesini çözmüş ancak bu kez kendisi bir bilmece olmuştur.” Calasso’nunki, Nietzsche, Heidegger ve Sartre’ı yankılayan modern bir çözümlemedir. Yine de, şüphe Aristoteles’ten önce de vardı ve Yunan tragedyalarında, felsefede olduğundan daha güçlü bir biçimde dile getiriliyordu: İnsan bitmek bilmeyen bir sorudur, bir yanıt değil.
Doğa ile insan bilmecesi bahçede bir araya gelir. Bu sebeple, bahçenin felsefede bir karşılığı vardır. Bahçe, evrene ve varoluşa dair fikirlere esin kaynağı olur; tarihi değerler, politik fikirler ve günlük hayat akışıyla şekillenir. Bahçe, doğanın insanlaştırılmış halidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görürüz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imasını da görürüz. Bu bizim dışımızdadır ve Aristotales’in şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, bitkilerin “gizli yaşamı”nda saklıdır. Ama aynı zamanda içimizdedir: İçgüdü ve alışkanlıkların kör ve karanlık güçleri, insan tininin doğaya gereksinim duymasına yol açar. Bahçe, bunu kendi içimizde hissedebileceğimiz şekilde açığa vurur. Aristoteles’in tasavvurları bir yana, o aslında insanın cismani bir varlık olduğunun farkındaydı: Fikirler fiziksel yolla akla gelir ve ifade edilir. Fikirler, bitkiler ya da taşlar gibi organik ya da temel bir biçim aldığında bu daha da belirgin hale gelir. Bahçe; temel kavramlara canlılık, devingenlik, yoğunluk ve ağırlık kazandırır.
Bahçelerin halen kutsal bir havasının olması, insana kattığı bu zihinsel ve duyusal zenginlik sebebiyledir. Lyceum’un “kurt tanrı” tapınaklarından Budist manastırlarına ve ortaçağ katedrallerine kadar birçok dini yapının yanında bahçeler bulunur. Bahçe aslında sadece tanrısal veya ruhani bir olgu değildir. Bahçe daha temel güdülere dayanır: Doğanın bir parçasını ayırmak ve onu diğer yerlerden ayrıştırmak gibi. İngilizce sacred (kutsal) sözcüğünün kökeninde de bunu görebiliriz: Hint-Avrupa dil ailesinde sak, ayırmak, sınır çizmek, bölmek anlamına gelir. Kutsal kelimesinin zıddı “dünyevi” değil, “sıradan”dır. Kutsal olan, sıradan olandan ayrılmış, ayrıştırılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, bahçe ilk kutsal alanlardan biridir, ondan önce Lyceum gibi korular vardı. Bahçe tamamen doğal olan yerlerden ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerden ayrılmış ama aynı zamanda doğa ile insanı bir araya getirmiştir. Tamamen dünyevi olsa da, etrafını çeviren duvar ve çitler “sağduyu”dan[4 - Herkesçe doğruluğu kabul edilen genelgeçer görüş anlamında. (ç.n.)] kopuşu sembolize eder. Bir başka deyişle bahçe, felsefeye davettir.
Erdemlilik ve Felsefi Çatışma
Düşünmek sadece akademisyenlere mahsus olmadığına göre, bu sadece filozoflara çıkarılmış bir davet değildir. Yunanlardan itibaren, amatör anlamda felsefenin uzun bir geleneği vardır; felsefe, felsefe seminerlerinde olduğu kadar edebiyatta, şiirde ve güzel sanatlarda da gelişimini sürdürmüştür. Felsefenin mutlaka üniversitelerde yapılması gerekmez, felsefenin ihtiyacı olan şey, insan toplulukları ile tenhalığın dengelenebileceği bir ortamdır. Aristoteles’in Lyceum’unda olduğu gibi, bahçe zihnin yaşantısının eşlikçisidir. Estetik açıdan, çeşitli zevklere hitap eder: rengârenk veya yumuşak tonlarda, geometrik veya yılankavi, süslü veya yalın. Daha da önemlisi, dikkatimizi dağıtan uyaranların hızlanarak arttığı bir çağda, bahçe biraz yavaşlamak, dikkatlice bakmak ve cesurca düşünmek için bir fırsattır; zihin dağınıklığının panzehiridir. Aristoteles, Metafizik adlı eserinde, “İnsan ırkı sanatla ve düşünceyle yaşar,” diye yazmıştı. Aradan geçen iki bin yıldan sonra bahçe hâlâ, bu ikisine ortam sağlayan ender mekânlardan biridir.
Bahçeler çok güzel olabilir, bazen öyle güzel olurlar ki nefesiniz kesilir. Bahçe insanı avutur, sakinleştirir, moralini yükseltir. Fakat bazen de bozguna uğratır ve kışkırtır; bahçenin felsefi değeri de buradan gelir. Bahçe daima düzen ile karmaşa, yeşerme ile çürüme, bilinç ile bilinçsizlik, hareketsizlik ile canlılık arasındaki çatışmayı açığa çıkarır. Bu kavramların arasındaki çatışmaya her uygarlıkta ve her uygar akılda rastlanır. Bu nedenle, bahçenin hikâyesinde farklı hassasiyetlere sahip çok çeşitli karakterler yer alır. Jane Austen, çiftlik bahçesine kusursuzluğun verdiği rahatlama duygusuyla bakıyordu. Leonard Woolf’un donmuş elma ağaçları, ona bu duygunun tam tersini yaşatıyordu: tekinsiz bir vahşet duygusu. Küf ve hela kokan yatak odasına sıkışıp kalmış Marcel Proust için üç bonsai ağacı, kayıp zamanın arayışını temsil ediyordu. Friedrich Nietzsche’nin İtalya’daki düşünce ağacı hasta filozofa, geçmişi unutup yaratmaya ve yok etmeye devam etme yolunda güç ve cesaret aşılıyordu. Skandalların kadını Fransız yazar Colette, güllerde tefekkür ve huzuru keşfetmişti. Bir nesil sonra, onun kafe müdavimi hemşerisi Jean-Paul Sartre, bir kestane ağacının yol açtığı bulantıyı anlattı; bir kuşağı galeyana getiren varoluşçu bir haykırıştı. Dolayısıyla bahçe, felsefi çatışmayı tespit etmeyi kolaylaştırırken, bunu göz ardı etmeyi zorlaştırır. Aristoteles, Nikhomakos’a Etik adlı eserinde, “Erdemlilik, hakikati her şeyden ve herkesten daha fazla onurlandırmaktır,” diye yazmıştı. Elinizdeki kitap, felsefe kitabı değil, felsefi yaşantıların portresidir. Bu yaşantıların ödülü, doğaya ve insan doğasına daha fazla yakınlaşma ve bu ikisinin gizemli birlikteliği olan bahçedir.



Jane Austen: Chawton Çiftliği’nin Sunduğu Avuntular
“Sağlığım oldukça yerinde ve Bahçede bol bol çalışıyorum.”
    Jane Austen’dan Anna Austen’a mektup, Temmuz 1814
“Biraz sessizlik lüksümüz olsun.”
    Edmund Bertram, Jane Austen’ın Mansfield Parkı’ndan
Sene 1811, East Hampshire’da bir Mayıs sabahı. Jane Austen’ın Orleans erikleri tomurcuk açmış. Jane Austen’ın mektupları ile akrabalarının anılarından edindiğim izlenimle, yazarı, en sevdiği köşesinde otururken hayal ediyorum. Çiftlik evinin ön kapısına yakın duran on iki kenarlı küçük ceviz masaya oturmuş, önündeki küçük sayfalara yazıyor. Ön kapının gıcırdamasıyla sayfaları bir yere sıkıştırıyor. O gün, sessizlik olmasa da ailesi onu kendi haline bırakmış. Sayfalar küçük el yazısıyla doluyor: Kalemini mürekkebe daldırıyor, eli bir müddet havada asılı kalıyor, bir şeyler çiziktiriyor, üstünü çiziyor, yazıyor, kalemi mürekkebe daldırıyor. Hızlı hızlı çalışıyor, çünkü çok az boş vakti var; iyice yoğunlaşıyor, çünkü kendisine ait sessiz bir çalışma odası yok. Kuştüyü kalemini sık sık elinden bırakıp bir hayali gözünde canlandırıyor. Bu hayalde Fanny Price, çapkın Henry Crawford’ın karşısında tir tir titriyor ya da tiyatronun acımasızlığından endişe duyuyor. Sonra kalemi eline alıyor ve tekrar yazmaya koyuluyor. Sonunda, içeride yemek pişirilir ve temizlik yapılırken çıkarılan sesler ve konuşmalar fazla gelmeye başlıyor. Romanındaki ana ve yan temalar bundan zarar görüyor. Tencere tava sesleri, hizmetçilerin gevezelikleri kulak tırmalıyor ve gözleri yanıyor. Bu kadar yeter. Austen kalemini mürekkep hokkasına bırakıp Chawton Çiftliği’nin bahçesinde dolaşmaya çıkıyor.
Sıkış tıkış yemek salonundan bir an için uzaklaşmış oluyor. Hava daha taze, ışık daha parlak. Kıpırdayacak yer var. Mektuplarında yazdığına göre Austen, filbahri çalısının beyaz taçyapraklarına ve baygın kokusuna dikkat kesiliyor. Asya’dan getirtilen şakayık yine çiçek açmış. Görmediklerini ise hayal ediyor: karanfiller, hüsnüyusuf, düğünçiçeği ile erik ağacının çiçekleri. Usul usul yürüyor, çevresine dikkatle bakıyor, derin derin nefesler alıyor. Fakat bu uzun sürmüyor; Austen’ın öğleden sonra yapması gereken günlük işler var. Henüz bitiremediği romanı ise yemek salonundan onu çağırıyor. O kendine özgü kararlı yürüyüşüyle içeri girerken, bu kadarcık bir sürede bile bahçenin ona iyi geldiğini fark ediyor. Küçücük çalışma masasına tazelenmiş olarak geri dönüyor; ona iyi gelen şey, bol miktarda bulunan kitaplar ile dedikodudan ziyade Chawton’ın meyve ağaçları arasında yaptığı kısa gezinti, kesilmiş çimenler ve egzotik çiçekler.


Böyle bir çalışma rutiniyle Jane Austen, son üç romanını yaklaşık dört yılda yazdı. Bunlar İngiliz edebiyatının en sevilen eserleriydi: Mansfield Parkı, Emma ve İkna. Hastalığına, evdeki işlerine ve ailesiyle tatlı acı ilişkilerine rağmen Austen, küçücük masasında çiziktirmeye ve benzersiz karakterlerini yaratmaya devam etti.
Beyaz Işık Parlaması
Jane Austen her zaman bu kadar üretken değildi. Bahçenin olmadığı zamanlarda yazarlığı sekteye uğramıştı. Aralık 1800’de, tam da yirmi beşinci yaşına girdiği ay, yazmayı bıraktı ve on yıl boyunca yazmadı. Kaleme aldığı mektuplar oldu elbette, günümüze çok azı ulaşmış olsa da, belki de binlerce mektup yazdı. Ne var ki romanlarına neredeyse hiç dokunmadı. Susan’ı hiç de ileri görüşlü olmayan bir yayınevine sattı, bu yayıncı (10£ karşılığında) kitabı raflarına koydu. Yeni bir roman yazmaya çalıştı: The Watsons (Watson’lar). Fakat romanın kasvetli ve küskün hikâyesi hiç yol almadı. 1800-1809 yılları arasında, Austen’ın kitapları kamusal ve özel hafızalardan silindi. Edebiyat eleştirmeni FR Leavis’in “ilk modern romancı” dediği kadın, artık neredeyse hiçbir şey yazmıyordu.
Jane’in sessizliğinin ardında dört harfli bir yer vardı: Bath. 1800 yılının Aralık ayında, yaşlanan anne-babası emekli oldu. Babası Papaz George Austen ile annesi, hiç evlenmemiş kızları Cassandra ve Jane’le birlikte, batı kıyısındaki Bath kentine taşınmaya karar verdiler. Roma döneminden kalan bu kent, yepyeni bir favori tatil mekânı ve kaplıca merkeziydi. Aristokratlar ve zenginler burada tatil yapar, denize ve kaplıcaya gider, kaplıca salonlarında[5 - Kaplıcalardaki maden suyunun içildiği salonlar. (ç.n.)] dedikodu yapardı. Kent, mimari ve arkeolojik yönden heyecan vericiydi. Bath taşından yapılmış muazzam otel ve dükkânların hemen yanı başında Roma dönemi kalıntıları duruyordu. Bath’in kentli hoşlukları, civarda yapılabilecek kır gezintilerinin cazibesiyle dengeleniyordu. Civardaki Prior Park ve mağarası, Palladian köprüsü ve vahşi doğası, yürüyüş yapılabilecek yerler arasındaydı. Samuel Johnson’ın biyografisini yazan James Boswell, Bath’in dünyadaki en güzel yer olduğunu, çünkü hiç yorulmadan hem cemiyet hayatının hem de kır gezintilerinin tadını çıkarabileceğinizi yazmıştır. Pek çokları için Bath, capcanlı, güzel bir kentti. Londra’nın pisliği ve dağınıklığından uzakta, modern dünyanın tüm konfor ve eğlencelerini sunuyordu.
Jane Austen, Bath’i ziyaret etmekten memnun kalmış olabilir. Ama orada yaşamaktan nefret etti. Güneş ışığında bile çirkin göründüğünü düşünüyordu. Kentteki ilk yılında kız kardeşine, “Bath’in güzel havalardaki görünüşü benim beklentilerimi karşılamıyor,” diye yazmıştı. “Galiba yağmurda her şeyi daha net görüyorum.” Hiç bitmeyen balo ve davetlerinden, flörtçü havasından ve taşından hoşlanmıyordu. İkna romanında bundan “beyaz ışık parlaması” diye söz etmişti.
Bath erdemli ve sessiz bir yer dahi olsa, yine de bir eksiği olacaktı: Burası onun Hampshire kırsalındaki memleketi değildi, burada, kendine ait bir bahçesi yoktu. Burası onun doğup büyüdüğü ve ilk üç romanını yazdığı Steventon değildi. Okul için gittiği ve ona sürgün gibi gelen iki kısa zaman dilimi dışında, çeyrek yüzyılı, yani tüm hayatını Steventon’da geçirmişti. Tarım arazileriyle çevrili küçük bir köy olan Steventon olsa olsa otuz aile ile birlikte tavuk, inek, at, koyun ve domuzların yaşadığı bir yerdi. Jane’in babası George, hem papaz hem de köyün erkek çocuklarının öğretmeniydi. (Bunların arasında Jane’in beş erkek kardeşi de vardı.) Batı’ya yapılan bir seyahatin “telaşı” ve bir sahil kentinde yaşamak Jane Austen’ı heyecanlandırmış olsa dahi, Austen yine de bir kayıp hissi yaşıyordu.
Hampshire kırsalı Arcadia[6 - Eski Yunanistan’da Mora Yarımadası’nın orta kesiminde dağlık bir bölgenin adıdır. (ç.n.)] değildi: Buz gibi, ıssız ve sıkıcıydı. Hiç şüphesiz, köyün küçüklüğü ve yalıtılmışlığı Austen’ın geniş hayal gücünü boğmuştur. Buradan ayrılmadan önce, Cassandra’ya köyünün artık kendisine sıkıcı geldiğini yazmıştı. Fakat bu gerçek bir şikâyetten çok bir ironi ya da nazlanmaydı. Steventon onun yuvasıydı, Jane Austen’ın medeni ve soylu bir hayattan anladığı şeyi ona sunmuştu. Köyünün sıcaklığı, havadarlığı ve günlük rutinleri ona iyi geliyordu. Biyografisini yazan Claire Tomalin’e göre, “Günlük ev işleri, bahçedeki günlük yürüyüşler… Hep aynı ses ve sessizlikler; bu aynılık onun hayal gücünün çalışmasına izin veren güvenli bir ortam sunuyordu.”
Dolayısıyla, Jane Austen’ın sessizliğinin bir kısmı yaşadığı şoktandı: Çevresindeki güven çemberi bir anda ve kaçınılmaz biçimde ortadan kalkmıştı. Değişikliğe alışkındı: Seyahat ediyor, hayatın beklenmedik kederine ve ailesinin zaman zaman yaşadığı maddi sıkıntılara, kendisine özgü çilekeşliğiyle göğüs geriyordu. Ne var ki Steven-ton elle tutulur ve tanıdık olan tek değişmezdi; uzağa yapılan pek çok seyahatten sonra dönülecek yuvaydı. Modern ve kibar Bath kentindeki hiçbir şey, Steventon’ı Steventon yapan o karmaşık düğümle boy ölçüşemezdi. Manzarası, komşuları, havası; o bildik yürüyüşler, ziyaretler ve sohbetler bu karmaşık düğümü oluşturuyordu. Austen’ların yeni evi büyük, konforlu ve şehrin atan nabzından uzaktaydı. Fakat burası Hampshire’daki evleri değildi ve kaçılacak bir bahçesi de yoktu.
Austen, Bath kentinde gezintilerle, sosyalleşmeyle, kaplıcalara gitmekle ya da “Jane Teyze”nin gündelik işleriyle meşgul olurken “yazar sesi”ni kaybetti. Onun yazar sesi Steventon’da kalmıştı. En büyük ağabeyi James ve (Jane’in sevmediği) ikinci karısı Mary çok geçmeden buraya yerleşmişti bile. Bir zamanlar hayat dolu olan mektupları, Austen’ın depresif olmasa bile sönük olan bir portresini çizmekteydi artık.
Southampton’da Leylaklar
Özel bir bahçeye kavuştuğu zaman, Austen’ın o her zamanki enerjisi ve üretkenliği geri geldi. 1806’da dul kalan annesi ve kız kardeşiyle yeni bir eve taşındı. Ev, Hampshire kıyısında, Southampton, Castle Square’deydi. Jane’in sonraki mektuplarının bazıları, birtakım ufak tefek küçümseyici lafların yanı sıra manzaraya duyduğu hayranlıkla parlamaktadır. Tüm içliliği ve huysuzluğuna rağmen, kendi topraklarındaydı.
Ertesi yılın şubat ayında, Cassandra’ya, ilginç olduğunu umduğu uzun bir mektup kaleme aldı. Mektubun son satırlarında, “Sana güzel bir mektup yazdığımı düşünerek seviniyorum,” diye yazıyordu, “fakat sevgili Dr. Johnson[7 - Samuel Johnson. İngiliz yazar ve sözlükbilimci. Dr. Johnson olarak anılır. (ç.n.)] gibi, gerçeklerden çok fikirleri dile getirdim sanırım.” Austen elbette bu mektubun çoğunda yakınıyordu. Cassandra’nın Southampton’a dönmekte geciktiğinden yakınıyordu. Başkaları bebek sahibi olup sevgili edinirken kendisinin bunları yapmadığını dile getiriyordu. Dilbalığı (ya da pazarda bulunmayışı hakkında) mızmızlanıyordu. İngiltere’de mahcubiyetin kaybı ve yerini özgüvenin almasından şikâyet ediyordu. Austen’ın mektuplarında Monty Python’vari[8 - Bir İngiliz komedi grubu. (ç.n.)] bir hava vardı: “Siz balık mı yediniz? Bu bir lüks. Biz kömürü tuzlayıp tekir niyetine yedik,” tarzı bir bakış açısı ve espri anlayışı.
Mektuptaki tüm bu homurdanma ve cadalozluğun arasında harika bir paragraf da var. Bath mektuplarının çoğunda bulunmayan sessiz bir taşkınlık; kinizm ve alaycılığın bulaşmadığı oyuncu bir dil, onun ruh halindeki değişimle ilgili ipuçları veriyordu. Castle Square’deki bahçeyi tasvir eden bu paragrafta, Jane Austen’ın iç yaşantısına dair bir şeyler yakalamak mümkün. Kadın yazarın (kendisinden çoğunlukla bu şekilde söz ediyordu) kendi sözlerini alıntılayalım:

Bahçemize, dikkat çekecek derecede iyi bir karaktere ve güzel yüz hatlarına sahip bir adam bakıyor ve bir dediğimizi iki etmiyor. Çakıllı yürüme yolunun kenarındaki gül ve yabangüllerinin vasat bir tür olduğunu söylüyor; daha iyi cinslerden almalıymışız. Benim arzum üzerine, bize leylak alacak. Cowper’ın[9 - William Cowper, İngiliz şair ve hümanist. (ç.n.)]dizeleri dururken ben leylaksız yapamam. Ayrıca akasya almaktan da söz ettik. Teras duvarının altındaki tarha frenküzümü ile bektaşiüzümü dikilecek, ahududu için de çok uygun bir köşe bulundu.
Bu satırlarda, Jane’in bahçeyle ilgili yalın ve içten hevesliliği göz dolduruyor. Leylak veya filbahriden söz ederken, William Cowper’ın şiiri (“Akasya, zengin/ Sarı bir nehir; leylak, fildişi saflığında”) ile kendi bahçesinin keyiflerini zahmetsizce birbirine bağlıyor. Neşeli ve sade. Castle Square’in, “şehrin en iyi bahçesi” olarak bilindiğinden söz ederken gururu elle tutulur bir hal alıyor.
Jane son evi olan Chawton Çiftliği’nde yaşar ve son romanları üzerinde çalışırken yazdığı mektuplara bu sade ve keyifli ton hâkimdi. Jane henüz görmediği eve taşınmadan önce, erkek kardeşine yazmıştı. “Mutfak bahçesi nasıl?” diye soruyordu, ev ekonomisiyle özel ilgi alanını birleştirmişti. Taşınmadan önce çimlerin biçilmesi gerektiğinden söz ediyordu. 1811 yılı baharının sonlarına doğru eve taşındığında Austen, Kent’te yaşayan Cassandra’ya yazıp ona Hampshire’daki yaşantısının bir portresini çizdi. Yeni doğanlar, hastalıklar, skandal evlilikler ve havanın yanı sıra bahçede gözlemlediği değişimleri anlattı. Çiçekler güzel açıyordu, fakat Cassandra’nın Kent’teki muhabbetçiçeği “berbat vaziyetteydi”. (Jane kız kardeşiyle kendi arasında sık sık böyle kıyaslamalara girişirdi; kısmen onu özlediği, kısmen de belki kendi bahçıvanlığıyla gurur duyduğu içindi bu.) Erikler yoldaydı, Cowper’ın leylakları ise (belli ki, leylaklar Southampton’a olduğu gibi Chawton’a da dikilmişti) açmak üzereydi. Austen, bahardaki bir İngiliz çiftlik bahçesinin cazip bir resmini çiziyordu. “Göknarın altındaki genç şakayığımız daha yeni açtı ve çok güzel görünüyor,” diye yazmıştı, “fundalık yakında karanfil ve hüsnüyusuflarla şenlenecek, çoktan açmış olan düğünçiçekleri ise cabası.” Mektubun geri kalan kısmında Austen aile ziyaretleri, sağlık konuları ve bahar fırtınalarından söz ediyordu.
Üç yıl sonra, erkek kardeşi Henry’nin Londra’daki evinde kalırken, bahçeler Austen’ı yine büyülüyordu. 1813’de, Hans Place, Londra’nın kırsalındaydı ama taşra sayılmazdı. Büyük evler, iyi bir okul ve şık bahçeler vardı; hepsi de Londra’ya yürüme mesafesindeydi (Jane alışveriş için yürüyerek oraya gidiyordu). Henry Austen’ın konutu, geniş topraklara sahip bir malikâne olmamakla birlikte hiç de fena sayılmazdı (o sıralar Henry hali vakti yerinde bir bankacıydı). Jane evin genişliği ve sıcak atmosferini övdükten sonra, “Bahçe bir harika,” diye yazmıştı.
Bu mektuplarda, Austen’ın derin doğa sevgisi ve doğadan aldığı keyif seziliyordu. Neşesinin ne kadarının Bath’ten ayrılmasından kaynaklandığını kestirmek güç; nerede olduğundan çok nerede olmadığı önemliydi sanki. Yine de, okuru olarak Jane Austen’ı böyle düpedüz neşeli görmek rahatlatıcı.
Yaşamındaki değişikliklerle birlikte, farklı ruh halleri hayatına damgasını vuruyor; belli tema ve tonlar hayatını renklendiriyordu. Jane Austen’ın Bath’teki yaşamına, çocukken yatılı okulda kaldığı zaman olduğu gibi, kaderine boyun eğmişlik ve tatminsizlik hâkimdi. Ancak Castle Square, Hans Place ve Chawton Çiftliği’nin bahçelerinde hayata hevesle yaklaşıyordu. Artık Austen hislerini ve hayal gücünü içine atmak zorunda değildi.
Chawton’daki filbahri ile akasyadan söz etmesi bu anlamda önemli. Mektuplarında, her zamanki sıkıntıları ile gündelik işlerden bahseden satırların arasında bu sözler iyimserlik yayıyor. Jane’in, kız kardeşine ait soğukta kalmış saksı çiçeklerini sıcacık yemek salonuna taşıdığını okuduğumuzda sakin, huzurlu bir ev keyfine; günlük hayatı şekillendiren rutin ve hareketlere şahit oluyoruz. Ve bu sade bahçıvanlık işlerini ilk aşkı olan yazmakla birleştirdiğini görüyoruz. Bu, Austen’ın hayattaki öncelikleriyle ilgili önemli bir ipucu. Yazmayı çok seviyordu, fakat bahçe onun kendini iyi hissetmesinde önemli bir role sahipti. Bahçe onun moralini yükseltiyor ve üretken bir biçimde yazmasına yardımcı oluyordu. Peki ama nasıl?
Pür Telaş İçinde
Onun romanlarından başlamak en doğrusu. Yalnız bir konuda dikkatli olmak lazım: Austen, romanlarındaki kahramanlar değildi; Sir Walter Scott’ın onun romanlarında gördüğü “genç hanım” değildi. Yazarla karakteri bir arada düşünmek işimize gelir. Özellikle de onun romanlarındaki genç hanımlar zeki, bekâr ve taşralı olduğu için. Ne var ki Austen’ın hayatı boyunca yayımlanan altı romanındaki kadın kahramanlarından hiçbiri, yazarıyla kolaylıkla özdeşleştirilemez. Austen’da, Elizabeth’in sivri dilliliğini bulabiliriz ama Elizabeth gibi topluluk içinde cüretkâr davranmaz. Elinor’un sağduyusuna sahiptir ama onun gibi aklı felç edecek derecede tedbirli değildir; Catherine gibi edebiyat âşığıdır ama onun gotik zevkini paylaşmaz; Fanny gibi hürmetlidir ama onun gibi kılı kırk yarmaz; Emma gibi çöpçatandır ama onun gibi kendini beğenmişlik taslamaz; Anne gibi yalnızdır ama onun gibi romantik değildir. Kısacası, Jane Austen kendisini Gurur ve Önyargı ya da İkna romanlarının içine yerleştirmiş değildir; zaten benlik, raftan alınıp da bir ifade veya bir paragraf gibi yerleştirilecek bir şey değildir.
Yine de bu karakterler bir yerden çıkmıştır: Ham ve hazır bir hayat değil, değerli bir maden gibi çıkarılmış, işlenmiş ve cilalanmış bir hayattır sözkonusu olan. Jane Austen, babası zevzek bir baronet olan ve yavan ablasıyla yaşayan Anne Elliot değildir; ama bilinçaltına itilen hayal kırıklıkları, gurur ve can sıkıntısından nasibini almıştır ve Anne’in hayatını hayal edebilir. Aynısı diğer romanları için de söylenebilir: Onlar Austen’ın ustalıkla dönüştürülmüş hayat tecrübeleridir. Bunlar bize yardımcı olur, çünkü pek çok mektubunu yakan içine kapanık yazara ait ipuçlarını, romanlarının içinde yakalamak yine de mümkündür. Romanları, yazarlığını ve yaşamını besleyen fikirlerin ipucunu vermektedir; buna Chawton bahçesine duyduğu sevgi de dahildir.
Sözgelimi, dünyada en beğenilen Austen romanı olan Gurur ve Önyargı’yı ele alalım. Jane, First Impressions’ın[10 - Gurur ve Önyargı romanına ilk verdiği isim. (ç.n.)] (İlk İzlenimler) taslağını yirmi iki yaşında bitirdi. O zamanlar ne düşündüğü bilinmiyor; mutlaka kendine güveniyordu ama bu bize fazla bir şey anlatmıyor. On beş yıl kadar sonra, Thomas Egerton tarafından 1813’te yayımlandığında, Austen’ın bu kitapla ilgili karışık duyguları vardı. Bütün Jane hayranları gibi, kahramanı Elizabeth Bennet’ı seviyordu kuşkusuz. Romanın basıldığı ay kardeşi Cassandra’ya yazdığı bir mektupta, “Onun şimdiye dek basılmış romanların içindeki en tatlı karakter olduğunu düşünüyorum,” diye yazmıştı, “ondan hoşlanmayanlara nasıl tahammül edeceğimi bilemiyorum,” diye de eklemişti. Fakat kitabın bütününe dair bu kadar iyimser değildi. Bu romanın capcanlı oluşunu ve büyüleyici etkisini kabul etmekle birlikte ciddi olmadığını ve zıtlıklar içermediğini düşünüyordu. “Eser çok hafif, çok parlak ve pırıltılı,” diye yazmıştı kardeşine. Yine de yayımlanmaya değer olduğunu düşünüyordu. Adını kullanmamış (yazarı “Bir Hanım”dı) dahi olsa, eser sevabıyla günahıyla kendisinindi.
Yirmili yaşlarında mürekkebi henüz kurumamış bir esere sahip acemi bir yazar olarak Austen’ın bilmediği şey, Gurur ve Önyargı’nın İngiliz dilindeki en popüler romanlardan biri olacağıydı. UNESCO’nun Dünya Kitap Günü’nde, “olmazsa yaşayamayacağınız kitaplar” anketinde bir numaraydı ve halen de pek çok yayınevinin sürekli kazanç elde ettiği bir kitaptır (Austen, 2002’de John Grisham’dan fazla sattı). Amerikalı yazar William Dean Howells’ın 1901’de Harper’s Bazaar dergisinde yazdıkları bugün de geçerliliğini korumaktadır. “Gurur ve Önyargı’nın hikâyesi, giderek artan sayıda bir insan kitlesi tarafından biliniyor.” Yazar sözlerine şöyle devam ediyor, “Jane Austen okurları (kendisini de onların arasına dahil ediyor) ona hayranlık derecesinde bağlıdır: O bir tutku, din olmasa da bir mezheptir.” (Belki de Richard Dawkins yakında, Austen Yanılgısı[11 - Richard Dawkins’in ülkemizde de yayımlanan God Delusion (Tanrı Yanılgısı) kitabına gönderme yapılıyor. (ç.n.)] diye bir kitap yazar.)
Bu kitabın süregelen cazibesinin birçok sebebi var: kadın kahramanın cezbeden zekâsı, betimlemelerin ısırgan mizahı, nesir yazıdaki zarafet, Lizzy Bennet ile Fitzwilliam Darcy arasındaki baskılanan tutkulu ilişki gibi. Melon şapkalar, uzun favoriler ve yüksek belli elbiseler de günümüzde ayrıca ilgi çekmektedir. Gurur ve Önyargı’da psikolojik nüanslar eksiktir ama bir hiciv, bir aşk hikâyesi olarak, yer yer de zamanın görgü kurallarının yoğun bir portresi olarak muhteşem bir romandır.
Gurur ve Önyargı’yı muhteşem kılan unsurlardan bir tanesi, hikâyenin dramatik dönüm noktalarını oluşturan titizlikle kurgulanmış sahnelerdir: Meryton’daki balo, Bay Darcy’nin ilk evlenme teklifi, Lizzy’nin Lady Catherine de Bourgh ile yüzleşmesi gibi. En çarpıcı sahnelerden bir tanesi Elizabeth Bennet’ın, Bay Darcy’nin evi Pemberley’ye ziyaretidir (modern dünyada Colin Firth’ün ıslak gömlekle göründüğü sahne olarak bilinir). Özellikle de malikânenin, Lizzy’nin teyzesi Bayan Gardiner’ın “hayranlık verici” olarak tanımladığı bahçeleri, Lizzy’nin derin düşüncelere dalmasına olanak sağlar.
Austen hayranları hikâyeyi bilirler, yine de ayrıntıların üzerinden gitmeye değer. Derbyshire’da güzel bir öğleden sonra, Elizabeth Bennet heyecanlı ama endişelidir. Taşralı genç hanım, teyzesi ve eniştesiyle birlikte faytonla, Darcy ailesinin malikânesi Pemberley’ye gitmekte ve bu ziyarete kayıtsız gibi görünmektedir. Henüz hiç kimse Bay Darcy’nin beceriksiz evlilik teklifinden haberdar olmadığı için Bay ve Bayan Gardiner, Lizzy’nin “pür telaş içinde” olduğunun farkına varmaz. Lizzy sükûnetini korumaya çalışır. Darcy zengin, zeki, yakışıklı ve asildir; ama gururu ve ailesine duyduğu küçümseme Lizzy’yi çileden çıkarmıştır. Darcy üstü kapalı evlenme teklifiyle Lizzy’nin görünüşüyle dalga geçmiş, onu aşağılamıştır. “Senin bayağı aile bağların karşısında mutluluktan havalara uçmamı bekleyemezsin herhalde?” Daha da kötüsü, Lizzy’nin kız kardeşinin mutluluğuna mani olma konusunda tehdit oluşturmuştur. Lizzy ile ailesi için, muhteşem Bay Darcy tam bir baş belasıdır.
Ne var ki, Elizabeth’in hükmü yavaş yavaş değişmektedir. Darcy’nin “gurur ve küstahlığına” kızarken bile, ona yavaş yavaş yakınlaşmaktadır. Darcy dürüst, açıksözlü ve Lizzy’nin çok geçmeden anlayacağı gibi nazik biridir. Her ikisi de ince bir zekâya ve kendini güzel ifade etme yeteneğine sahiptir ve ikisi de kabalıktan hoşlanmaz. Kuşkularına rağmen Lizzy’nin kafası karışmıştır. Lizzy, Darcy’nin malikânesinde bir turist gibi dolaşırken onunla karşılaşmak istemez (“bunun fikri bile yüzünün kızarmasına sebep olur”). Ama Darcy iş seyahatindedir, Lizzy de utandığını keşfetmenin korkusunu yaşamadan rahat rahat gezinebilir; ya da o öyle olacağını sanmıştır. Pemberley’ye yaklaşırken Bayan Bennet soluğunu tutar ve fayton yavaş yavaş koruya girer.
Bir süre tepeyi tırmanırlar, meşe ağaçları ve karaağaçlar faytonun üzerinde bir kemer oluşturur. Bunların yüzlerce yıllık ağaçlar olduğunu hayal ediyorum; kalın dallı sık yapraklı yüksek ağaçlar. (“Geniş bir alana yayılmış güzel bir koru.”) Yaprakların arasından sızan gün ışığına rağmen korunun içi serindir. Ağaçlar yer yer açılarak bir sahne dekoruna yol verir; suyla çimenin kavuştuğu bir alan ya da neoklasik döneme ait bir tapınak gibi. Uzun bir yolculuktan sonra ağaçlıklı tepenin üstüne ulaşırlar ve bir açıklıkta dururlar. Nefes kesen bir manzaradır ve Elizabeth de (teyzesi gibi) “hayran olmuştur”. Pemberley Malikânesi ormanlık arazilerin önünden akan uzun bir ırmağın karşısındaki yüksek bir tepedeydi. Göl balık kaynıyordu, kuğular suyun yüzeyinde süzülüyordu. Dalgalı arazi vahşi doğa izlenimi yaratmakla birlikte çok daha güzeldi: ustalıklı, asil ve huzurlu. “Doğanın bu kadar güzel olduğu ya da doğal güzelliğin çirkin zevklerle bozulmadığı bir yeri daha önce hiç görmemişti,” diye yazar Austen. Darcy hakkındaki fikirlerinin değişmesine kısmen sebep olan şey de budur. Bahçelerde Darcy’nin ruhunun bir yansımasını görür: geniş, çok katmanlı ama huzurlu. Bu güzellik karşısında heyecanlanmış ve bir duygu seline kapılmış olsa da kadın kahramanın zihni sakin ve nettir. Gözlerinin önündeki perde kalkmıştır. “O anda, Pemberley’nin hanımı olmanın büyük bir şey olduğunu hissetti!” diye yazar Austen.
Güzel anlatılmış bir hikâyedir ve Austen dramatik gerilimi çok güzel taşır. Daha da önemlisi, yazarın bu sahnede ne yapmadığıdır. Lizzy’nin lafını sakınmayan, düşüncelerini güzel ifade eden bir karakter olduğu düşünülürse kahramandan bir monolog bekleyebilirdik: Pemberley’nin büyüsüne kapılarak düzülmüş bir methiye. Elbette Elizabeth, tıpkı Austen gibi bir romantik değildi. Bir miktar coşku olabilirdi belki ama Elizabeth Bennet’ın Pemberley ile ilgili hissettiklerinin dışavurumu bu kadardı.
Kendisini tamamen açığa çıkarmamıştı. Austen’ın yazdığı gibi, “pür telaş içinde” olmasına rağmen, Lizzy dilini tuttu. Bu sessizlik yazar için keyfi değildi; romanda rasgele ortaya çıkmış bir ayrıntı değildi. Gurur ve Önyargı’daki süzme salak Bay Collins karakterinde bunun tesadüfi olmadığını açıkça görüyoruz. Elizabeth’in kaypak kuzeni de bir bahçe aşığıdır. Yeni evli rahip kendisine tahsis edilen evle gurur duyar; derli toplu oluşunu, patronunun evine yakınlığını ve bakımlı arazilerini anlatır durur. Fakat bunların sessizce keyfini sürmek yerine, yüksek sesle lafı uzattıkça uzatır, bilgiçlik taslar. Bir türlü susmaz. Ağaçları sayar, yürüyüş mesafelerini ölçer ve bahçedeki her güzelliği uzun uzun anlatır. Austen, “Her manzaraya en ince ayrıntısına kadar dikkat çekilmesi manzaranın güzelliğini geri planda bırakıyordu,” diye yazar. Bay Collins, günlerini geçirdiği bahçeyle ilgili olarak herkesten övgü bekliyordu (“bu onun en kayda değer zevklerinden biriydi”). Bu anlamda, bahçe Collins’in hırsları ile beklentilerinin yerine geçmişti. Bahçe güzeldi, Austen’ın belirttiği gibi, “büyüktü ve iyi düzenlenmişti”. Ne var ki Collins’in zırvalaması bu güzelliğin önüne geçiyordu, tıpkı Collins’in boş gururu ve dalkavukluğunun iyi niteliklerinin önüne geçmesi gibi. Oxbridge eğitimi ve toplumdaki yerine rağmen, Collins’in ağzı kalabalık oluşu onun botanikteki becerilerinin önüne geçiyor ve onu bir salak gibi gösteriyordu.
Kadın kahramanın sessizliğiyle rahibin gevezeliği arasındaki bu kurgusal zıtlıkla Austen, bahçeye dair felsefi ilgisiyle alakalı harika bir ipucu sunuyor. İşte Castle Square ve Chawton’da eğilerek çiçeklerle ilgilenen, vazifeşinaslıkla saksı çiçeklerinin yerini değiştiren, Cowper’ın akasyalarından sipariş eden, frenküzümü ile bektaşiüzümü toplayan sessiz ve düşünceli Jane bu. Dedikodu ve gündelik işlerle uğraşmak yerine, sessiz bir çalışkanlık ve hülyalı bir halin hâkim olduğu bir yaklaşım. Austen’ın bu sessizliği değerli bulduğuysa kesin.
Düşmez Kalkmaz Bir Pope
Pemberley’nin sessizliğini anlamak için, Austen’ın felsefi bakışını, ona ilham veren fikir ve düşünce akımlarını biraz bilmekte fayda var. Yazar, akademisyen değildi ama müthiş bir okurdu. “Kadın yazar” olarak önemsizleştirilmeye çalışılmış olsa da (ki eleştirmenler bu sözle kibirli bir şekilde aşk romanı yazanları kastederler) pek çok akademik eseri iyi biliyordu. Robert Henry’nin İngiltere Tarihi kitabından alıntı yapmamış olması içeriğini bilmediği anlamına gelmiyor. Yirmi beş yaşındaki yazar bunu okuduktan sonra kız kardeşine bir sonraki konuşmalarında “bol bol bilgi” vereceğini söylemişti. Dr. Johnson ve onun biyografi yazarı James Boswell’ı okumuş ve beğenmişti, ayrıca Johnson’ın fikir tartışmasında bulunduğu Oliver Goldsmith’in İngiltere tarihini de okumuştu. Vaizleri de okuyordu, kız kardeşine Thomas Sherlock diye birinden övgüyle söz etmişti. Daha da ilginç olanı, Austen’ı 1813’de, Yüzbaşı Pasley’nin[12 - Charles Pasley, İngiliz ordusu subayı ve mühendis. (ç.n.)] ”Askeri Polis ve Britanya İmparatorluğu Kurumları Üzerine Bir Makale”sinin eğlenceli ve güçlü biçemi üzerine yorum yaparken görüyoruz. Chawton’dan Cassandra’ya şöyle yazmıştı; “gıpta ettiğim tek asker.” Jane Austen’ın tarih, felsefe, teoloji, toplum ve ordu konularında liberal bir okuma zevki olduğu da belli oluyor.
Filozof Gilbert Ryle, Austen’ın, aydınlanma çağı bilgelerinden Thomas Locke’ın hamisi ve öğrencisi Dördüncü Shaftesbury Kontu’ndan da etkilendiğini öne sürer. Shaftesbury’nin eserleri birçok filozoftan etkilenmiştir ama Aristoteles bunların arasında özel bir öneme sahiptir. Austen’ın, zaaf ve erdem karışımı olan karakterlerinin de, çağının Kalvinci teologlarının siyah-beyaz ahlakından çok, Aristoteles etiğine göz kırptığı söylenebilir (Ryle, Kalvin-ci ahlak psikolojisini çift kutuplu olarak tanımlar). Austen’ın, Willoughby gibi aşağılık karakterleri kusurlarla doludur ama şeytani değildir. Akıl ve Tutku’nun genç ve atak çapkını Willoughby, zayıf karakterli ve tutarsız biridir, dürüst değildir ama şeytan da değildir. Austen’ın romanlarında karton karakterler yoktur. Aynı biçimde, kadın karakterleri de hiç kusuru olmayan mükemmel yaratıklar değildir. Lizzy Bennet’ın önyargıları, Emma’nın kibri ile Austen, kadın karakterlerine gerçek insanların nüanslarını ve çeşitliliğini kazandırmıştır. Austen’da, Kurtarılmış ve Lanetlenmiş, İyi ve Kötü, İlahi ve Şeytani gibi basit ikili kutuplardan ziyade ahlaki tiplemeler vardır. Ryle bunun Aristoteles’in bakışı olduğunu, Shaftesbury’nin de ondan etkilendiğini söylüyor. “Shaftesbury bir pencere açmıştı,” diye yazar Ryle, “on sekizinci yüzyılda çok az kişi bu pencereden hava alıp ciğerlerini Aristo oksijeniyle doldurdu. Jane Austen ise bu oksijeni kokladı.” Kısacası, Austen’ın basit gibi görünen ama aslında öyle olmayan romanları, çağının en aydınlık kafalarından etkilenmişti: filozoflar, makale yazarları, biyografi yazarları ve tarihçiler gibi.
Onun eserleri üzerinde şairlerin de hatırı sayılır bir etkisi oldu. Austen’ın iyi ve doğru anlayışı, sistematik düşünürler kadar şiirden de etkilendi. Ryle, “‘ahlakçı’ sözünün Hutcheson ve Hume kadar Goldsmith ile Pope’u da kapsadığını” belirtir. Bu saptama özellikle de Alexander Pope için doğruluk taşır. Alexander Pope, on sekizinci yüzyılın en büyük ve en çok alıntılanan şairidir. Artık eserleri daha az okunuyor ama dizelerinin çoğu atasözü gibi oldu: “az bilmek tehlikelidir”, “kusur insana mahsustur, affetmek Tanrı’ya”, “meleklerin adım atmaya korktukları yere aptallar koşa koşa gelir”. Aralarındaki husumete rağmen, parlak Fransız yazar ve filozof Voltaire bile Pope’un eserlerini övmüştür. Bir muhabire hiç çekinmeden, “İngiltere’nin ve dünyanın yaşayan en iyi şairi,” demiştir Pope için. Pope tarafından küçümsenen ve göz ardı edilen bir adamdan büyük bir övgü. Şairin dile getirdiği fikirler fazla kullanılmaktan biraz aşınmış olsa da onları dile getiriş biçimi taze ve keskindi. Pope aşağıdaki dizelerde kendi “zekâ” anlayışını açıklıyor: “Nature to advantage dress’d; / What oft was thought, but ne’er so well express’d.”[13 - İng. Gerçek zekâ, insan doğasının giyinmiş halidir/ Herkesin aklına geleni, güzel ifade etmektir. (ç.n.)]
Bu ışıkta bakıldığında, Pope’un on sekizinci yüzyıl İngiliz dili ve düşüncesini, Jane Austen da dahil olmak üzere, “giydirdiğini” söylemek hiç de abartılı bir söz olmaz. Shaftesbury ile Austen gibi, Alexander Pope da Aristoteles geleneğinden geliyordu: Kalvincilerin ruhları kazanmak için verdiği savaştan çok insan çeşitliliğiyle ilgileniyordu. İnsan karakterinin incelikli, çeşitli ve değişken olduğunu düşünüyordu. Her insanın “hayatta bir tutkusu” olsa da, esas olan değişimdi: Lort Cobham’a yazdığı bir mektupta, “tutum ve tavırlar talihle; mizaç iklimle; inanç kitaplarla; ilkeler zamanla değişir,” diye yazmıştı. Austen, iki romanında Pope’tan alıntı yaptı; Northanger Manastırı ile Akıl ve Tutku’da. Cassandra’ya yazdığı bir mektupta ise, “Hayatta düşmez kalkmaz bir Pope,” diye yazarak şaka yapmıştı (Pope’un[14 - İng. Papa anlamında. (ç.n.)] katolik olduğu düşünülürse, bu ironikti). Aynı mektupta Austen kendi stoacılığını göstermek için, şairin dizelerinden yararlanmış, Pope’un “İnsana Dair Deneme” adlı şiirinden şu sözleri dokunaklı bir tonda alıntılamıştı: “Her neyse, en iyisidir.”
Pope’un bu şiiri Austen’ın dile getirilmemiş (ama asla dile getiremediğinden değil) hayat görüşünün bir özeti gibidir. Austen gibi, Pope’un başlangıç noktası da basitti: insanın cahilliği. Bununla sadece yanlış veya eksik bilgiyi kastetmiyordu; bu türden bir cahillik, verileri kontrol ederek veya dedektiflik yaparak aşılabilirdi çünkü. Pope’un sözünü ettiği insan algısı ve bilgisindeki sınırlamalardı. Tanrı her şeyi görür ve bilirken, (evren bir yana) bizim kendi küçücük dünyamızın sadece küçücük bir parçasını bildiğimizi; ehemmiyetsiz, küçük, savunmasız ve kafası çabucak karışan yaratıklar olduğumuzu savunuyordu. Pope’un tanrısı bütüne hâkimken, insanoğlu onun küçücük bir parçasına beceriksizce tutunuyordu; sonsuzluğu kavraması ise hepten güçtü.
Bundan daha da önemlisi Pope, evreni sorgulamanın pek bir anlamı olmadığını söylüyordu. Öncelikle, cahilliğimiz yüzünden kapsamlı bir cevaba ulaşmak mümkün olmadığı için. Bir öküz, çiftçinin tarım planını ne kadar anlarsa biz de evreni o kadar anlıyorduk. İkincisi; evreni bütünlüğü içinde mucizevi bir şekilde kavrayacak dahi olsak, herhangi bir şeyin değişmesini beklemek yersiz olurdu. Pope, “Mümkün olan tüm sistemler içinde,/ Sonsuz bilgelik yaratacaktır en iyisini,” diye yazar. Kısacası, mümkün olan en güzel evrene sahibiz. Bizim sınırlı ufkumuzdan bakınca, bazı şeyler çirkin, adaletsiz ve mantıksız görünebilir, ama aslında bu dengeli ve uyumlu bir sistemdir ve o ilahi amacına hizmet eder. Toz zerresi de, kuşlar da, memeliler de bu senfonide birer enstrümandır; ancak maestro dışında kimse büyük sonun nasıl olacağını bilemez. Kendi payımızı değiştirmeyi istemek saçma ve tehlikelidir, çünkü en ufak bir uyumsuzluk veya ritmi kaçırmak bütün kompozisyonu mahveder. Evreni sayısız dişli, çark ve yaylardan oluşan hassas, narin bir müzik kutusu gibi düşünün: En ufak bir hasar şarkıyı sonlandırır. Pope, “Doğanın zincirinden hangi halkayı çıkarırsan çıkar, onuncu ya da on bininci, zincir kopar,” diye yazar. Mükemmel bir biçimde bir araya gelmiş parçalardan oluşan rasyonel bir uyumdur sözkonusu olan. Pope’un dünyasında, her şey olması gerektiği gibidir.
Şairin bundan çıkardığı bir ders vardır: Fikir yürütmeyi ve kederlenmeyi bir yana bırakıp yaşamaya bakalım. Elbette yokluk karşısında yakınıp haksızlıklara isyan edebiliriz; kaçırdığımız fırsatlara hayıflanıp gelecekten korkabiliriz. Fakat sonuçta güç, otorite ve kapasitenin sahip olmamız gerektiği kadarına sahibiz ve dünyanın bütün güçleri düzenli ve kurallı bir evren meydana getirmek için yarışmakta ve çarpışmakta. Bunu sorgulayamayız, yazılmış olanın tek bir harfini de değiştiremeyiz; her şey evrensel ve ebedi olarak kalır. Evreni yenme kibrimizi bir yana bırakıp kendi hayatımıza bakmalı, gündelik zafer ve yenilgilerimizle ilgilenmeliyiz. Jane Austen’ın, Cassandra’ya mektubunda yalnızca bir kısmını aktardığı sözlerin kaynağı ve anlamı buydu. Austen’ın şair üzerinden aktardığı öğreti basit ama güçlüydü: Yukarıda her şey iyi durumda, o yüzden enerjini buraya, aşağıya sakla.
Her ne kadar şüphe duyulacak bir inanç gibi görünse de, bu evren tahayyülünde pek çok cesurane fikir göze çarpıyor ve bu fikirler Jane Austen’ın ahlak evreninde de yankı buluyor. Pope’un fizik veya biyolojinin gerçekleriyle uğraşmayı ya da evrenin “nedeni”ni düşünmeyi gereksiz bulduğu aşikâr. Bunun yerine, ailemizle ilgilenip dostlarımızın yanında durmayı ve öldüğümüzde arkamızda güzel, faydalı eserler bırakmayı öneriyordu. Daha da önemlisi Pope, insan hayatının kapsamı ve ölçeğinin önemli olduğunu; hepimize güç ve potansiyel bahşedildiğini ve bunların da bütünün değerli bir parçası olduğunu savunuyordu.
Pope ile Austen’ın ortak yönü, dünyaya ilişkin bu heveslilik, sükûnet ve inanç karışımıdır. Şair gibi, Austen da çok okuyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor ve üsluba kulak kesiliyordu. Fakat Austen metafizikçi değildi: Leibniz’in “olası dünyaların en iyisi” sözündeki yüce planın inceliklerini kavrıyor olsa dahi, bunlar onun merak alanına girmiyordu. O, evrensel düzene inanıyordu ve bunu sınamaya ya da devirmeye hiç niyeti yoktu. Claire Tomalin çarpıcı Austen biyografisinde, “Din, onun hayatında önemli bir yer tutardı. Sorgulanacak, araştırılacak bir şey değildi… Ruhani değil toplumsal bir unsurdu,” diye yazar. Austen’ın edebi eserlerindeki evliliklerin, ailelerin, erdem portrelerinin arkasında kendi sebatı, sabrı ve evrenin düzenine olan inancı bulunur. Yazar bu sayede günlük hırgüre, romantik entrikalara ve boğaz kavgasına yoğunlaşabiliyordu: Onun ilgi, bilgi ve ilham kaynağı bunlardı. Pope’un şu dizeleri bu durumu çok güzel yakalıyor:
Sen kendini bil, bırak Tanrı’yı incelemeyi;
Kendindir kendinin asıl bileceği.
Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada,
Aklı karanlık, cüssesi kaba.[15 - Çeviri, http://www.dusuncetarihi.com/makale/insana-dairdeneme, sitesinden alınmıştır. (ç.n.)]
İnsanlığı hor gören bu portrede Austen’ın kusurlu karakterlerini ve bilindik temalarını bulmak mümkün; onun kendi kırsal İngiltere’sinin ötesindeki dünyaya sessiz inancını da. Onun romanları, insanın kendini bilmesi üzerine bir çalışmaydı.
Hoş Görülebilir Avuntu
Lizzy Bennet’ın Pemberley’de sessizce tadını çıkardığı bu huzurdu. Pemberley’nin ona sunacağı zenginlik ve statüyü düşünmekten çok, bu uyum ve düzenin sessiz temsiline dalmıştı. Burası endişeli genç hanıma, bütün keder ve endişeleriyle kendi dünyasının her şey olmadığını; doğanın asil, zarif ve kısıtlayıcı olduğunu hatırlatıyordu. Aynı erdemleri Darcy’de de görüyordu.
Gurur ve Önyargı’da yazdıklarını Austen’ın kendisi; Chawton, Castle Square ve Steventon’da deneyimlemişti. Aile ve sanat yaşamındaki değişimlere katlanabilir; sıkıntı, keder ve haz duyguları arasında gidip gelebilirdi, sonra da Southampton’ın akasyasında ya da Chawton’ın kayın ağacında teselli bulurdu. Kardeşler arasındaki hırgür, Fransızlarla savaş tehdidi veya romana oturmayan bir karakterin inatçılığına karşın çiçekler her bahar açıyordu. 1811’in Mayıs ayının son gününde kız kardeşine yazdığı mektupta, “Ağaçlardan birinde bir kayısı görmüşler,” diyordu. Bu dedikodu ya da eğlence olsun diye verilmiş öylesine bir haber olmanın ötesinde, hayatın ebedi işaretlerine bir selamdır. Austen, Chawton bahçesinde Pope’un mükemmel evrenini görebiliyordu; bu hakikat, insan işleri gibi müphem, kusurlu ve geçici değildi. Bu da onun sessiz inancını; ön planda süregiden hareketliliğin arkasındaki kalıcı zemini pekiştiriyordu. Austen içli mektuplar yazmıyor olsa da avutulmaya ihtiyaç duyuyordu. “Bırakalım diğer kalemler suç ve sefaleti yazsın,” diye yazmıştı Mansfield Park’ta. “Ben bu tiksinti verici konuları bırakıp herkese hoş görülebilir bir avuntu sunmak için sabırsızlanıyorum.” Bu satırlarda bir tutam Austen ironisi bulunsa da, o yine de bunları yazarken ciddiydi: Yayımlanan romanları daima mutlu sonla bitmişti, Marianne Dashwood albayına kavuşuyordu. Yazar, psikolojik, toplumsal ve ekonomik gerçeklerin farkında olmakla birlikte bir teselli (Pope’un metafizik maskesi altında “hoş görülebilir bir avuntu”) aramaktan ve sunmaktan memnundu. Austen, tanrıbilimci Augustinus’un tarif ettiği “insan aklının şeylerin doğasıyla bir tür hasbıhale girmeye yaklaştığı durumları” yeniden keşfediyordu. Bunlar, tohum atmak, çiçek dikmek, ağaç aşılamaktı. Chawton bahçesi şimdilerde “büyük resim” olarak adlandırılan bir hayat dersiydi ama Jane Austen bunun zevkine küçük bir ölçekte varıyordu.

Marcel Proust: Yatak Odasında Bonsai
“Şu cüce Japon ağaçları… Odamda bunlardan birkaçını küçük bir su kaynağının yanına yerleştirsem, içinde çocukların yolunu kaybedeceği, nehre kadar uzanan kocaman bir ormanım olur.”
    Albertine, Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde
“Sana vereceğim üç küçük çirkin Japon ağacım var hâlâ. Bir yerde satışa çıkarıldıklarını görünce sözde sekreterimi onları almaya yolladım. Onları görmek ne büyük hayal kırıklığıydı! Neyse ki güzelleşecekler, öyle yaşlı ve küçükler ki.”
    Marcel Proust’tan Madam Straus’a mektup, 21 Haziran 1907
Uzun ayaklı bir başucu lambası dışında, birinci kattaki dairenin yatak odası karanlık; kepenkler kapalı, mavi saten perdeler çekilmiş. Küçük bir pirinç karyolanın üzeri silme kâğıt kaplı, her bir kâğıt parçasının üzeri sismograma benzeyen dağınık bir el yazısıyla dolu. Gür siyah sakalı ve yünlü iç çamaşırları, beyaz pijama üstü ve kalın çoraplarıyla Marcel Proust; henüz tam ünlü olmamış fakat olma yolunda. Henüz otuz altısındaki genç yazar hırıltılı bir biçimde soluyor, kronik astımı odanın tozu ve kirli çarşaflar yüzünden (biyografi yazarı Richard Barker diplomatik bir dille çarşafların temizlikten çok uzak olduğunu yazmış) iyice kötülemiş. Belki de oda bayat yiyecek ve sidik kokuyordu; arkadaşı Robert de Montesquiou, tipik acımasızlığıyla, “reçel kavanozları ve lazımlık” diye belirtmiş. Belki de oda günler önce çöken baca yüzünden hâlâ kirliydi. Proust, “Çok güzel ve çok tuhaf bir nesne” olarak tanımladığı güneşin ışınlarından hiç rahatsız olmadan çalışmaya hazırdı.
1907’de Paris’teki bu soğuk Mart gecesinde Proust henüz magnum opus’unu[16 - Başyapıt. (ç.n.)], yani Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmıyordu. Bir arkadaşının şiir kitabına tanıtım yazısı yazıyordu: Kontes Anna de Noailles’in Dazzlings (Göz Kamaşması) adlı kitabı. Bir ya da birkaç gün önce Noailles’in kendisine postayla yolladığı kitabı daha yeni okuyup bitirmişti.
Marcel, şairin başarısını fark etmekte ve tarif etmekte hiç zorlanmıyor; onu Voltaire, Victor Hugo ve Arthur Baudelaire gibi şairlerle aynı kefeye koyuyordu (ancak tarih onunla aynı fikirde olmadı). Yazısının ilk taslağını üç saatte yazmıştı. Onun hesabına göre on altı bin kelimeydi; bundan sonraki üç ayını, Le Figaro’nun ön sayfasında yayımlatma ümidiyle, yazıyı kısaltmakla geçirdi. Mamafih, son nüshası epeyce kırpılmış olarak haziran ortalarında Le Figaro’nun edebiyat ekinde çıktı (“Ebedi unutuluşu tatmak” demişti Proust). Yine de yazısı ölçülü ve açıklayıcıydı. Proust henüz Kayıp Zamanın İzinde eserindeki o unutulmaz sihri keşfetmemiş olsa da, Noailles’in şiirleriyle ilgili incelemesi, büyük bir zihnin o efsanevi saplantısının ilk notalarını mırıldandığını gösteriyor. Bu incelemede, diğer deneme ve edebiyat parodilerinde olduğu gibi sanat meraklısı aylak Marcel, mit ile nutuğun o efsanevi yaratığına dönüşüyordu: Proust, büyük modern yazar.
Yazarken yanında, kendi sözleriyle üç “sefil ve çirkin” Japon bonsaisi duruyordu; genç sekreteri Robert Ulrich’i bunları almaya yollamıştı. Kendi zevkine uymayan şeylere sinirlenen Proust bunların çirkin olduğunu düşünüyordu, bunları sonradan arkadaşı Madam Straus’a sattı. Fakat bonsailer yazarın işine yaramamış değildi, onun Noailles incelemesinde önemli bir rol oynamışlardı. Bunların sayesinde Proust’un aklına gelen şey onun hayat ve sanat hakkındaki görüşü için merkezi önemdeydi.


“Bir Sürü Japon”
Yüzyılın sonunda bonsai modası vardı: Fransa ile İngiltere’yi istila eden Japonculuk hevesinin bir uzantısıydı. Komodor Perry[17 - Matthew Calbraith Perry (Komodor Perry). Perry Seferi’ni (1853 – 1854) komuta eden ABD’li deniz subayı. (ç.n.)] ve onun “kara gemileri” feodal Japonya’yı ticari ve diplomatik ilişkiye zorladığında Batı, Japon estetiği ve felsefesiyle tanışmaya başlamıştı. Japon gençliği, üç parçalı takım elbise giyer, melon şapka ve kol saati takarken, ressam James McNeill Whistler kimono giyiyor, futon yatakta uyuyor ve çubuklarla yemek yiyordu. Fransız ressam Henri Fantin-Latour 1864 yılının Temmuz ayında Londra’dan yazdığı mektupta, “Whistler’ın stüdyosunda üçümüz de imkânsız bir hayat sürüyoruz,” diye yazmıştı, “Nagazaki’de olmalıydık.” Whistler da Proust gibi, Robert de Montesquiou ve estetik meraklısı tayfayla arkadaştı (bunu onaylamayan bir aristokrat “bir sürü Japon” sözünü ortaya atmıştı. Whistler’ın takipçisi olan pek çok Art Nouveau ressamı da Japon ikonografisi, tahta basma kalıpları ve boyama tekniklerinden etkilenmişti. Aslında Proust’un bonsaileri, Bing’in stüdyosu ve atölyesinin kaynağı olduğu gibi aynı zamanda “yeni sanat” akımının da kaynağıydı; “L’Art Nouveau Bing”, 22 Rue de Provence, Paris. Degas ve Manet gibi empresyonizm öncüleri ve Monet gibi empresyonistler de Japon işçiliği ve sanatına tutkundu. Japonya ve Japonculuk yüzyılın sonunda, sanatta yenilik ve deneyselliğin merkezindeydi.
Proust da, Japonların sadelik ve incelik içeren sanatından etkilenmişti; birkaç canlı çizgiyle ima edilen büyüklük ya da minyatür işçiliğindeki zenginlik onu cezbediyordu. Yakın arkadaşı Marie Nordlinger de Art Nouveau atölyesinde çalışıyor ve Proust için Japon sanatına doğrudan bir kaynak oluşturuyordu. Nordlinger, Marcel’in yatakta onun Japon işçiliği emaye küpelerinden gözlerini alamadığı bir halini hatırlıyordu; küpelerin ince boyama ve cila işçiliğine dalıp gitmişti. “Onlara dokunabilir miyim? Sakın çıkarma!” 1904 yılının Nisan ayında Nordlinger, Proust’a daha önemli bir Japon minyatürü verdi: ıslandığı zaman açılıp çiçek, ağaç ve hayvana dönüşen küçük kâğıt topları. Proust’un astımı onu çok sevdiği kır hayatından yoksun bırakmış olsa da, bu sayede çiçek açmış bir bahçe hayal edebiliyordu. Marie’ye, “Senin sayende, karanlık odam Uzakdoğu Baharını yaşadı,” diye yazdı. Aynı dönüşümü kekini çayına batırdığında da yaşıyor, çocukluk anılarına dönüyordu. Kayıp Zamanın İzinde kitabının ilk cildi olan Swann’ların Tarafı, Nordlinger’in Japon işi hediyesinin büyüsüne yazılmış bir zafer şarkısı gibidir:

Japonların porselen bir kâseyi suyla doldurup içine küçük kâğıt topları daldırdığında olduğu gibi…bunlar ıslandığı anda açılıp kıvrımlanarak belirgin bir şekil ve renk kazanarak çiçek, ev ya da insanlara dönüşür. Kalıcı ve fark edilir bu dönüşümde olduğu gibi, bahçemiz ile Swann’ın parkındaki çiçekler, Vivonne’daki nilüferler, köyün ahalisi ile onların küçük evleri, kilise ve çevresindeki her şeyle birlikte Combray’in tamamı belli bir şekil alıp somutlaşarak çayımda varlık kazandı; kentin tümü ve bahçeler oradaydı.
Proust’un temas ettiği nokta çok açık: Büyük hatıralar ile fanteziler küçük şeylerden çıkar.
Proust’un edebi eserlerinde bu temel bir temaydı. Swann’ların Tarafı ile ilgili olarak yazdığı yazıda yazar Jean Cocteau; Proust’un karakterleri, toplumsal gözlemleri ve manzaraları ince ayrıntılar içine ustalıkla sıkıştırma yeteneğinden söz eder. “Swann kocaman bir minyatürdür,” diye yazar, “seraplar, üst üste binen bahçe imgeleri, uzam ve zaman oyunları ile Manet tarzında geniş ve serin dokunuşlarla doludur.” Proust’un bu yeteneğini, biyografisini yazan George Painter da fark etmiştir. Marcel Proust adlı eserinin dokunaklı bir bölümünde Painter, yazarın bir çağı ve sınıfı yakalamakta gösterdiği dehayı anlatır. Ona göre Proust, Birinci Dünya Savaşı ile ortadan kalkan aristokrasinin o benzersiz karakterinin bir portresini küçük ayrıntılara sığdırmıştır. Proust’un Japon işçiliği küpelere, tahta basma kalıplarına ve oyuncaklarına ilgisinin yanı sıra bonsaiye olan merakı da buradan anlaşılabilir. Onun büyük eserinde olduğu gibi, Proust’un bonsaileri de küçük şeylerin uyandırdığı büyüklüğe bir selamdı.
O mart gecesinde Proust’un Noailles’ın şiirlerini, yatağının kenarında üç bonsai ağacı dururken tam olarak da böyle tanımlaması hiç de tesadüf eseri değildi. Figaro gazetesine yazdığı makalede, şairin geçmişinden gelen albenili imgeler ile mecazları incelemişti. Proust bunları “bir zamanlar hissettiklerimizin yeniden canlandırılması” olarak tanımlıyordu. Balıklar kırlangıca, saksağanlar meyveye dönüşüyordu. Noailles, çıplak şeylerin bulunduğu dünyanın ötesine geçmişti; o geçmişin şiirsel mahzenindeydi. Proust, “Zamanın ve uzamın içine hapsedildiği derin bir fikir, artık bu ikisinin tiranlığından kurtulmuştur ve sonsuzdur; Noailles bunu biliyor,” diye yazmıştı.
“…Odamda Kocaman Bir Orman Olur”
Bu açıdan bakıldığında bonsai ağaçları, tesadüf eseri ya da moda oldukları için ani bir güdüyle satın alınmamıştı. Proust, egzersiz kitapları almaya gitmiş de bodur bir kiraz ağacıyla dönmüş değildi. Bonsai ağaçları, yazarın öteden beri aklını meşgul eden bir meseleyle uyum içindeydi: Bonsailer büyük hayaller sunan küçük yazıtlardı. Bu, Proust’un hem edebi damgası hem de ömrü boyunca onu cezbeden bir meseleydi.
Proust bonsai ağaçlarının büyüsünün tam olarak nereden geldiğini incelememişti. Fakat en önemli özelliklerini fark etmemek imkânsızdı: Onlar dolaysızdı, el altındaydı ve güzelliğin imbikten geçirilmiş çarpıcı bir biçimiydi. Bonsailer, her yerde göreceğimiz türden bir ağacın tüm inceliklerini daha küçük ve ulaşabileceğimiz bir boyutta sunar. Ayrıca zamanın gelip geçiciliğiyle benzersiz bir ilişki içindedir. Yaşlı bonsailer kıvrık dalları ve iki büklüm olmuş halleriyle, yaşlanmayı ve acı çekmeyi akla getirirken, bunu zamanın işaretlerini hiçe sayarak yapar. Kökleri, yaprakları ve dalları belli şekil ve desenler oluşturmak üzere budanmıştır. Saksısı değişebilir ya da verandadaki yerinden alınıp içerideki bir duvar oyuğuna yerleştirilebilir; baharda çiçek açıp sonbaharda renkleri kızıla dönebilir, ama bonsainin doğasında hep aynı kalmak vardır. Deborah Koreshoff’un bir klasik haline gelmiş Bonsai adlı eserinde belirttiği gibi, “Sizi ona çeken şey BİÇİMİ ve BİÇEMİ’dir…‘kemikleşmiş tasarımıdır.’” Yunanca typos sözcüğünün mühür anlamına gelmesi gibi. Bu nedenle bonsai birçok ağacın genel adıdır: Onların temel niteliğine örnek teşkil eder, hepsinde ortak olan “ağaç olma haline” bir numune oluşturur. Bonsai yılların birikimini sadeleştirerek damıtır. Ve bunu, Proust’un Japon tahta basma kalıplarında ve emaye küpelerde hayran kaldığı o incelikli karmaşıklıkla güzel bir biçimde yapar. Yarı ağaç yarı heykel olan bu cüce ağaçlar; ihtişam ve akışı tek, basit ve kalıcı bir tasarımda buluşturur.
Proust, Marie Nordlinger’a, bonsailerin “hayal ağacı” olduğunu bu yüzden söylemiştir. Bir tohum nasıl ki gelecekte açacak bir çiçeği bize hayal ettiriyorsa, bonsai de melankolik bir manzarayı tüm kederli evreleriyle hayal etmemizi sağlar. Bunlar, “yüzyıllık hayaller ile büyük bir toprak parçasının heybetli genişliğidir.” Bütün çirkinliklerine rağmen, bonsailer Proust’un hayal gücünü ele geçirmişti. Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde Albertine’e söylettiği sözlerin ardında da bu şiirsel bakış vardı. Albertine anlatıcı Marcel’e şöyle der: “Sedir, meşe ve manşinel oldukları hissini veren şu cüce Japon ağaçlarına bakınca, odamda bunlardan birkaçını küçük bir su kaynağının yanına yerleştirsem, çocukların içinde yolunu kaybedeceği, nehre kadar uzanan kocaman bir ormanım olacağı hissine kapılıyorum.” Bu fantezide, bonsai sadece küçük ağaçlardan, saksı bitkilerinden ya da egzotik Japonya’nın simgelerinden ibaret değildir; tipik bir Proust imgesidir: Enginliği ve zamanı hayal etmeye çağıran bir araçtır.
Sürgünden Dönüş
Proust’un çağrışımsal minyatürlere karşı hem yaşamsal hem de felsefi bir merakı vardı. Genelde küçük şeylere, özelde ise bonsailere duyduğu ilgi, Proust’un sadece bir edebiyat tekniği geliştirmenin peşinde olduğunu göstermiyor. O aynı zamanda, hayatın içinde kaybettiği bir şeyin telafisini arıyordu; yaşlılık ve halden düşme sonucu kendisinden alınan metafizik bütünlüktü bu. Proust, bu takıntılı arayışını Büyük Seyahatler[18 - Grand Tour: Avrupa’daki üst sınıftan genç erkeklerin sanat, kültür arayışındaki eğitim amaçlı seyahatleri. 1660’da başlamış bir gelenektir. (ç.n.)] ya da ders kitaplarında değil, göze çarpmayan küçük şeylerde sürdürüyordu.
Bunun bir sebebi hastalıktı. Proust doğadan uzak kalmıştı ve bonsailer ona hayali bir doğa sunuyordu. Sonraları sürdürdüğü inziva hayatın düşündürdüklerinin aksine Proust, kır hayatını sevmeyi genç yaşlarda öğrenmişti. Auteuil ve Illiers’de geçen çocukluğunda çayır, çimen, rüzgâr ve yeşil kubbeyle sarhoş gibiydi. Illiers’de Proust’un dayısının üç tane bahçesi vardı: küçük bir arka bahçe, bir sebze tarhı, bir de keyif bahçesi. Bu bahçe genç Proust’a çimenli, palmiyeli bir alan; turnagagası, iris ve unutmabeni çiçekleriyle çevrelenmiş, kuğu ve nilüferlerle süslü bir havuz sunuyordu. Bahçenin çevresinde pembe beyaz güllerden oluşmuş bir çit vardı. Pembe güller Marcel’in favorisiydi çünkü ona pembe şekerli bisküvi ile kremalı çileği hatırlatıyordu. Auteuil’de ise, büyük amcası Louis’nin “olabildiğince zevksiz” evinde, Marcel büyük ağaçların altında oturur, Bois de Boulogne parkında ailesiyle birlikte yürüyüşe çıkardı. Çok sevdiği güllerin yanı başında kestane ağaçları vardı; Jean Santeuil adlı romanında onlardan “çiçeklerini büyük ve narin bir burç gibi kuşanan genç bir dev nesli” olarak söz etmişti. Proust’un kırda geçen rüya gibi çocukluğu yazarın eserlerini etkilemiştir.
Bu pastoral hayat uzun sürmedi. Orta yaşlı bir adam olduğunda çiçekleri hâlâ çok seviyordu, kâhyası Céleste’e güllere daha dikkatli bakmasını söylemiş, “Gülden daha güzel bir şey düşünemiyorum,” diye eklemişti. Ne var ki Auteuil, Illiers ve bahar çabuk geçti ve Proust kronik astıma yenik düştü. Baharda açan çiçekleri koklamak yerine oturup kederle astım ilacını içine çekmek zorundaydı. Céleste’in kocası Odilon bazen patronunu arabayla Chevreuse Vadisi’ne çiçek açan elma ağaçlarını ve gülleri görmeye götürürdü; ama Proust daima arabanın sımsıkı kapatılmış pencerelerinin arkasından bakmak zorundaydı. Proust tamamen hastalığa ve yazmaya gömülmeden önce eski hizmetkârlarını ziyaret eder, camın kenarında duran hercaimenekşeleri eliyle tutarak mutlulukla koklardı. “Astıma tutulmadan koklayabildiğim tek çiçek,” demişti arkadaşına. Orta yaşlı Proust kırlara âşıktı ama sevgilisinden ayrı düşmüştü (ulaşılmaz aşk: bir başka Proust teması).
İşte bu ayrılık, bonsaileri onun gözünde daha da cazip kılıyordu: Onlar yatak odasında capcanlı duran gerçek ağaçlardı. Çirkin olsalar da onları nimet gibi görüyordu çünkü onun hasta odasına doğayı getirmişlerdi. Auteuil ve Illiers’deki manzaranın, kestane ağaçlarının, sazan balığıyla dolu göllerin ve gül bahçelerinin yerini hiçbir şey tutamazdı; ama Proust’un bonsaileri, yıllar süren sürgünden sonra kayıp manzaraları yeniden icat etmek, kayıp çocukluğunu geri getirmek için yapılmış bir çağrıydı.
Arayış…
Ancak Proust’un hayatını ilgilendiren bu güdünün yanı sıra felsefi bakışıyla ilgili olan ikinci bir gerekçe daha vardı. O sadece kendi geçmişini yeniden kazanmanın arayışı içinde değildi, onun fikirlerinin daha genel bir bağlayıcılığı da vardı. Proust, küçük şeylerin ve ince ayrıntıların, daha zengin ve daha geniş bir bilince yol açtığına inanıyordu. Bu fikir Proust’un olgunlaşmış felsefesinin merkezindeydi.
Proust’un bir “felsefesi” olduğunu söylemek yersiz görünebilir. Sonuçta pek çok kişi onun derin düşünceye muktedir olmadığını düşünmüştü. Orta yaşlarına kadar sosyetenin renkli simalarından bir dalkavuk, bir zevk düşkünü olarak ciddiye alınmadı; yeteneğinden ve entelektüel kapasitesinden şüphe edildi. Nouvelle Revue Française adlı yayınevi, romanının ilk cildini reddetmiş ve onu Andre Gide’in sözleriyle “amatör bir yazar, bir züppe” olarak dikkate almamıştı. Gide ve meslektaşları daha sonra özürler dileyerek bu sözlerini geri aldılar ve bir sözleşme önerisinde bulundular. Fakat ilk izlenimleri, Proust’un becerikli ama sığ ve kof bir züppe olduğu yönündeydi. Geleneksel düşünceye göre hoş ve egzantrik bir adam olabilirdi ama fazla hastalık hastası, yapmacıklı ve gerçekten büyük bir eser yazamayacak kadar aylaktı. Öykü ve makaleleri cezbedici olsa da gerçek felsefeden beklenen derinlik veya berraklığa sahip değillerdi. Onun taklitçiliği, modaya uygun partileri ve estetiğe meraklı tayfasının tamamı sığ ve dejenereydi. Çağdaşlarına göre Proust, parlak renkli bir papağandı.
Sonraki nesiller ona karşı daha saygılı davrandı: Amerikalı biyografi yazarı Edmund White onun “büyük bir felsefeci roman yazarı” olduğunu yazıyor. Proust, akademisyen olmamakla birlikte on bir yaşından on yedi yaşına kadar gittiği liberal Condorcet Lisesinde felsefe derslerinden zevk almıştı. Proust zor bir ögrenciydi, hastalığı yüzünden derslerine sık sık ara vermek zorunda kalıyor, hızlı ilerleyemiyordu. Yine de Marcel zeki, samimi ve tutkuluydu; bunlar felsefe için uygun erdemlerdi. Condorcet’teki son yılında, Marie-Alphonse Darlu ile philosophie’ye başladı; Proust ondan Zevkler ve Günler kitabında “büyük filozof” diye bahsetmiştir. Alaycı olmakla birlikte kendisini felsefe ve felsefenin öğretilmesine gerçekten adamış olan Darlu, genç Proust’un fikirlerini biledi ve onun, şeylerin derin önemine duyduğu sevginin tohumlarını ekti.
Ders temel olarak Immanuel Kant’ın fikirlerine dayalı olduğu için, Proust’un sadece olguları değil olguların kendi içindeki önemini; kendi algılarımızın ötesindeki gerçek dünyayı öğrendiğini düşünebiliriz. Kant’ın en temel fikrine göre, dünyayı anlarız çünkü onu algılarken kendi zihnimiz devreye girer. Evrenin bize rasyonel görünmesi, ilahi bir aklın ipleri kontrol etmesinden değil, bizim deneyimlerimize düzen getirmemizden kaynaklanır. Kant buna “olgu evreni” (fenomen) der: İnsan algısının evrenidir. Bunun karşısında ise bilinemez gerçeklik (numen) vardır: Herhangi bir olgunun bize göründüğü gibi değil, kendi içinde oluşudur. Gerçek olan budur ve insan zihni de bunun üzerine düşünür. Ancak bu evrene doğrudan erişimimiz yoktur: Biz şeyleri gördüğümüz ve onlar hakkında düşünmeye başladığımız andan itibaren onlar artık insanileşmiştir. Kant’ın kuramı, öncelikle entelektüel konularda sıkı bir eğitimdir ve onların ahlâk ve estetikle bağlarını gösterir; bunun sonucunda da dokunulabilir ama bilinemez bir alt dünya (insanın kovulduğu “gerçeklik dünyası”) fikrine ulaşılır.
Proust bu ülkücü ve neredeyse gizemli kuramı benimsedi ve Darlu’yu “yaşamındaki kahramanlarından” biri olarak tanımladı. Genç ve parlak bir zekâya sahip olan Marcel, asla felsefe profesörü olmayacaktı; onun yeteneği başka bir konudaydı. Yine de Darlu’yla çalışması Proust’ta derin izler bırakmış ve sonraki yıllarda da profesörle çalışmalarına geri dönmüştür. Yıllar sonra Sorbonne Üniversitesi’nden hukuk derecesini zar zor aldığında bile edebiyata ve felsefeye olan sevgisini itiraf ediyordu. Yirmi iki yaşındaki Marcel babasına “temps perdu”den (zaman kaybı) söz etmişti.
Darlu’dan aldığı dersler Proust’un roman ve hikâyelerindeki felsefi öze biçim kazandırmıştır. “Maddeye yapı kazandıran Ruhtur,” diye yazmıştı genç Proust. Bildiğimiz dünya, zihinlerimizin çizdiği ve düzenlediği dünyadır; “maddeyi psikolojik unsurlarına ayırabiliriz,” diye eklemişti. Fakat gerçekliği zihnimizde ne kadar ayrıntılı oluşturursak oluşturalım, daima ötesinde başka bir şey olacaktır; daha büyük, daha kadim ve daha mükemmel bir hakikat. Proust’un melankolik metafiziğine göre, bir bütün vardır, biz de onun yalnız ve özleyen bir parçasıyız.
Daha sonra, Kayıp Zamanın İzinde üzerinde çalışırken, makalelerinden oluşan Sainte-Beuve’e Karşı adlı seçkiye yazdığı önsözde, Proust bu fikri olgunlaştırmıştır: İnsanı olağan dünyada bekleyen ve olağan dünyanın ötesinde olan bir olağandışılık var. Bir kere, Proust için en değerli şey geçmişti. Painter, Proust’un biyografisinde geçmişin Marcel için kayıp zamandan fazlası olduğunu söyler. Geçmiş daha çok masumiyet zamanını ve saf bir bütünlüğü temsil eder. Yetişkinliğin kafa karışıklığının, çelişkilerinin ve acılarının üstünde ve ötesindeki ideal ve ebedi bir birliktir bu. Painter, “Zamanın ötesindeki dünyaya, bu gelip geçici ama sonsuz kabul edilişte kurtuluş vardır,” diye açıklar, “çünkü doğduğumuzda kaybettiğimiz erdemi ve dünyevi aşkın alıp götürdüğü neşeyi sadece orada bulabiliriz.”
Proust, bu büyülü geçmişin zaten o anda da kayıp olduğunu yazar: Öncelikle zihnimiz bunu fark edemeyecek kadar dağınıktır, ikinci olarak zekâmız bunun hakkını veremez. Başka bir deyişle, geçmiş ellerimizden kayıp gider ve onu sabitlemek imkânsızdır. Yaşanan zaman kaybedilen zamandır. Sainte-Beuve’e Karşı’ya yazdığı önsözde, “Hayatımın pek çok yazı kırdaki bir evde geçti. O yazları zaman zaman düşündüğüm oldu ama düşündüklerim o yazların kendisi değildi. Onlar ölüydü,” der. Proust’a göre, mükemmelin ve acısız olanın sabit kaldığı, sonsuz bir güzellik ve aşk dünyası vardır. Ama bunu ele geçirmek mümkün olmadığı için çoğumuz kronik bir tatminsizlik içindeyiz. Proust insanlık durumunun özünün, belleğin deposuna girememek olduğuna inanıyordu.
Aslında kapı hep açık, der Proust; geçmiş, gündelik şeylerin içinde kilitli kalmış ve çıkarılmayı bekliyor. Sainte-Beuve’e Karşı adlı eserinde, “Gerçekte, kişinin hayatının her saati biter bitmez bir bütünün içinde cisimleşiyor… ve orada saklanıyor,” diye yazar. Bir fincan çayın içinde bahçeyi, yerdeki gevşek bir taşın içinde Venedik’i anımsayan Proust budur işte. Bu anılara sadece ulaşmanın yeterli olmadığını; onları tanımamız ve geri kazanmamız gerektiğini savunur. Başka bir deyişle, bellek geri döndüğünde bilinçli ve yaratıcı bir ilgi ister. Proust’un ünlü sözü, “Önce tesadüf, sonra sanat”tır.
Kaçıp Giden Geçmiş
Proust’un meşhur “istemsiz bellek” kuramı budur. Sainte-Beuve’e Karşı kitabının net ve iddiasız önsözünde Proust, biriken geçmişin enginliğinden ve onu taklit etmenin veya yalanlamanın imkânsızlığından söz eder. Geçmiş soyut düşüncelerle kavranamadığı gibi yarı unutulmuş parçalardan da bir araya getirilemez. Uzun zamandır giyilmeyen bir ceketin cebinde bulunan eski bozuk paralar gibi, bu hazinelere ancak tesadüf edilebilir. O zaman da onları tanımak ve bilinçlilikle parlatmak gerekir.
Proust bu sözlerle, kendine aşırı güvenen rasyonalizme; zihnin kendine saydam olduğu; en uygar ve en sofistike izlenimlerin bilince tabi olduğu inancına karşı çıkıyordu. Proust, hatırlamanın şansa bağlı olduğunu ve saydam olmayan, bilinçsiz dürtülerin toplamı olduğunu savunuyordu. Zihnimizin bulanık, güvenilmez ve ele avuca sığmaz olduğu görüşündeydi. Kutsal aile yuvası veya çocukluğumuzda gittiğimiz park gibi geçmişimizin en saygıdeğer kılavuzları bile bizim demir atmamızı sağlayamaz. “Belli bir imgenin anısı bile sadece anlık bir pişmanlıktır,” diye yazar Proust, Swann’ların Tarafı’nın dokunaklı son satırlarında. “Evler, yollar ve meydanlar da kaçıp gider, ah, tıpkı yıllar gibi.”
İlginç olan bu kuramın, züppeliğe bir saldırı olmasıdır, oysa Proust züppeliğiyle nam salmıştı. Bu kurama göre, eğer geçmiş görece dünyevi şeylerde saklanabiliyorsa o zaman alelade şeyler, sanatçı için müze veya koleksiyon parçalarından daha değerli olmalıdır. Elbette Proust, Amiens Katedrali’nin Saint-Saëns’in sonatlarının veya Vermeer’in View of Delft (Delft Manzarası) adlı resminin ihtişamını yok sayıyor değildi. Hasta yazar “dünyanın en güzel resmi” dediği bu tabloyu görebilmek için vertigo veya baş dönmesine bile göğüs geriyordu. Hassas, ateşli ve iflah olmaz bir sanat âşığıydı. Fakat bunun yanı sıra rafine olmayan, sıradan şeylerin değerini de takdir ediyordu. Proust Sainte-Beuve’e Karşı adlı eserinde sanatçının nasıl biri olduğuyla ilgili olarak yazdığı satırlarda, “Çocukluğundan beri duyduğu isimlerle dolu olan bir kitap, ayrımcılık yapanlara hiçbir şey ifade etmese de sanatçı için hayranlık duyulan felsefi eserlerden çok daha kıymetli olabilir.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403243?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Aktif Felsefe. Yürüyerek, tartışarak yaptığı için Aristoteles’in felsefesini ve onun öğrencilerini tanımlamada kullanılan sıfat. (ç.n.)

2
Marcus Porcius Cato. Romalı devlet adamı, hukukçu, hatip. Cicero bu eserini onun ağzından yazmıştır. (ç.n.)

3
Antik Yunan’da, sempozyum kelimesi, Yunanca “birlikte içki içme” anlamına gelir, içki içilen partiler anlamında kullanılmıştır. (ç.n.)

4
Herkesçe doğruluğu kabul edilen genelgeçer görüş anlamında. (ç.n.)

5
Kaplıcalardaki maden suyunun içildiği salonlar. (ç.n.)

6
Eski Yunanistan’da Mora Yarımadası’nın orta kesiminde dağlık bir bölgenin adıdır. (ç.n.)

7
Samuel Johnson. İngiliz yazar ve sözlükbilimci. Dr. Johnson olarak anılır. (ç.n.)

8
Bir İngiliz komedi grubu. (ç.n.)

9
William Cowper, İngiliz şair ve hümanist. (ç.n.)

10
Gurur ve Önyargı romanına ilk verdiği isim. (ç.n.)

11
Richard Dawkins’in ülkemizde de yayımlanan God Delusion (Tanrı Yanılgısı) kitabına gönderme yapılıyor. (ç.n.)

12
Charles Pasley, İngiliz ordusu subayı ve mühendis. (ç.n.)

13
İng. Gerçek zekâ, insan doğasının giyinmiş halidir/ Herkesin aklına geleni, güzel ifade etmektir. (ç.n.)

14
İng. Papa anlamında. (ç.n.)

15
Çeviri, http://www.dusuncetarihi.com/makale/insana-dairdeneme, sitesinden alınmıştır. (ç.n.)

16
Başyapıt. (ç.n.)

17
Matthew Calbraith Perry (Komodor Perry). Perry Seferi’ni (1853 – 1854) komuta eden ABD’li deniz subayı. (ç.n.)

18
Grand Tour: Avrupa’daki üst sınıftan genç erkeklerin sanat, kültür arayışındaki eğitim amaçlı seyahatleri. 1660’da başlamış bir gelenektir. (ç.n.)
Bahçede felsefe Damon Young
Bahçede felsefe

Damon Young

Тип: электронная книга

Жанр: Афоризмы и цитаты

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Nasıl yaşanacağına dair fikirler sunan incelikli bir araştırma…

  • Добавить отзыв