Norveç masalları
Frederick Herman Martens
Norveç kültürünün kökenine inen bu 32 masalla, yeraltından dağlara kuzeyin engin coğrafyasında bir yolculuğa çıkıyoruz.
Per Gynt’ten Ola Storbaekkjen’e, Helge-Hal’den Soria-Moria Kalesi’ne kadar çok sayıda masalda “trol” figürünün ne kadar baskın olduğuna şahit olurken bazı masallarda doğunun zengin kültürünün bu topraklara kadar geldiğini göreceksiniz.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.
Norveç Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları ve Çin Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada huzurun ülkesi Norveç’ten masallar var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giris
Çiftçiler, avcılar, oduncular, balıkçılar gibi yabanıl bir çevrenin ortasında, zorlu ve yalnız bir hayat yaşayan insanlar tarafından nesilden nesile aktarılan; dağın, ormanın ve denizin ruhunu yansıtan bu Norveç masalları, belki de İskandinav ülkelerinin bizlere sunabileceği en etkileyici ürünler arasında yer almaktadır. Çocukları eğlendirmeyi her zaman başaran bu masallar, hiç kuşkusuz ki yalnızca küçüklere eğlence vaat etmekle kalmaz. İyi anlatılmış bir hikâyeden hoşlanan “yetişkinler” de “Per Gynt” efsanesinin Ibsen tarafından sembolik anlamlar yüklenmeden önceki aslını okumaktan ve “Udröst Adası” hikâyesinde gösterilen kuzey denizlerinin kor gibi parlayan, güzel mi güzel Avalon'unu görmekten keyif alacaklardır. Bir trajedi olan “Yahudi Harpı Çalgıcısı”ndan daha insansı ve daha dokunaklı veya “Kral’ın Yabantavşanları”ndan daha eğlenceli bir şey olabilir mi? Heyecan verici ve büyüleyici kara büyüler ve gizemlerle sarmalanan "Gizemli Kilise" ve "Bahtı Açık Andrew" gibi hikâyeler… “Dört Şilinlik Parça” hikâyesinde İskandinav Dick Whittington'ın maceralarına ortak oluyoruz. “Fırtına Büyüsü” ise gelmiş geçmiş en heyecan verici deniz efsanelerinden biri. Bu derlemede yer alan, istisnasız her bir hikâyede İskandinav dağlarındaki rüzgârın veya kuzey denizlerindeki dalgaların esintisi hissedilir. Hikâyelerin bu kadar cezbedici olmalarının en büyük sebebi anlatımlarındaki açıklık ve sadeliktir. Tabii ki mizacını bozmadan, hikâyelerin doğruluğunu korumaya çabalayarak size aktaranların da hikâyelerin cezbediciliğine büyük bir katkısı olmuştur.
Norveç Masalları, insanların arzularını, tutkularını, sevgilerini, hırslarını ve hayal kırıklıklarını her ne kadar hayal gücüyle daha çekici hale getirse de çarpıtılmamış bir biçimde yansıtan masallardan oluşan bir kitap olduğundan herkesin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Tek umudum, kitapla şu veya bu şekilde karşılaşan kişilerin kitabı okurken en az benim hazırlarken aldığım kadar keyif almaları.
Frederick H. Martens
PerGynt
Bir zamanlar Kvam[1 - Norveç’in doğusunda bir bölge. (ç.n.)] bölgesinde Per Gynt isimli bir keskin nişancı yaşardı. Per Gynt sık sık dağlara gider, ayı ve geyik vururdu. O zamanlar fjälllerin[2 - İsveç ve Norveç’te dağlara verilen özel isim. /fjatl/ (fi-el) şeklinde okunur. (ç.n.)] eteklerinde daha sık ormanlar vardı ve türlü türlü hayvan bu ormanlarda barınırdı. Sonbaharın bitimine yakın sığırlar, geçici otlak yerleri olan dağlardan ineli çok olmuş, Per Gynt de bir kez daha fjälle gitmeye karar vermişti. Üç mandıra işçisi kız dışında sürüleriyle ilgilenen bütün herkes dağları çoktan terk etmişti. Per Gynt, Hövringalm’e ulaştığında geceyi bir çoban kulübesinde geçirmeyi düşünmüştü. Ancak hava o kadar kararmıştı ki gözünün önündeki ellerini bile göremez olmuştu. Çok geçmeden köpekleri de havlamaya başlayınca Per Gynt’in içi huzursuzlukla doldu. Birdenbire ayağının bir şeye çarptığını hissetti ve eğilip çarptığı şeyi eliyle yokladığında cismin soğuk, büyük ve kaygan olduğunu fark etti. İzlediği patikanın dışına çıkmadığından emindi ve bu yüzden ellediği cismin ne olabileceğine dair bir fikri de yoktu. Fakat bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordu.
“Peki ya sen kimsin?” diye sordu Per Gynt, ellediği cismin hareket ettiğini fark ettiğinde.
“Ben eciş bücüş olanım,” yanıtını aldı. Bu cevap pek de açıklayıcı olmamıştı. Per Gynt öylece yoluna devam etti. “Eninde sonunda ne olduğunu öğrenirim,” diye düşündü.
Yoluna devam ederken ayağı yine birdenbire bir şeye çarptı. Bu cisim de bir önceki gibi soğuk, büyük ve kaygandı.
“Peki ya sen kimsin?” diye sordu Per Gynt.
“Ben eciş bücüş olanım,” cevabını aldı yeniden.
“Eciş bücüş veya muntazam olman umurumda bile değil; öyle ya da böyle geçmeme izin vermen gerekecek,” dedi Per Gynt, çünkü bir daire çizerek ilerlediğini ve eciş bücüş olan cismin çoban kulübesinin önüne serilmiş olduğunu fark etmişti. Bu sözlerinin üzerine eciş bücüş olan cisim biraz kenara çekildi ve böylece Per Gynt kulübeye girebildi. İçeriye girdiğinde kulübenin içinin de en az dışarısı kadar karanlık olduğunu gördü. Eliyle duvarlara dokunarak tökezleye tökezleye ilerlemeye çalıştı, çünkü tüfeğini ve av çantasını bir kenara bırakmak istiyordu. Doğru yönü bulmaya çalışırken bir kez daha büyük, soğuk ve kaygan bir şeye ilişti gözü.
“Sen de kimsin yahu?” diye haykırdı Per Gynt.
“Ben eciş bücüş olanım,” yanıtını aldı.
Elini nereye atsa, ayağını nereye koysa eciş bücüş olanın kıvrımlarını çevresinde hissedebiliyordu.
“Burası konaklamak için çok garip bir yer,” diye düşündü Per Gynt, çünkü eciş bücüş cisim hem dışarıda hem de içerideydi; ancak Per Gynt her şeyi yoluna koyacaktı. Tüfeğini alarak dışarı çıktı ve eciş bücüş nesnenin kafasını bulana kadar elleriyle vücudunu yokladı.
“Peki sen gerçekten ama gerçekten kimsin?” diye sordu.
“Ben Etnedal’ın büyük eciş bücüş olanıyım,” dedi dev trol. Bunun üzerine Per Gynt hiç zaman kaybetmedi ve tam alnının ortasına üç kez ateş etti.
“Bir daha ateş et!” diye feryat etti eciş bücüş olan ancak Per Gynt tuzağa düşmeyecekti, çünkü eğer bir kez daha ateş ederse kurşunun sekeceğini ve kendisine isabet edeceğini biliyordu. Bu iş tamamlandıktan sonra Per Gynt ve köpekleri, cüsseli trolün vücudunu sürükleyerek kulübenin dışına çıkardılar. Böylece içeride rahat rahat oturabileceklerdi. Bu sırada tepelerden kahkahalar ve onlarla alay eden sesler duyuldu. “Per Gynt çekebildiği kadar güçlü çekti, ancak köpekler ondan daha da güçlü çektiler!” sesleri kulaklarında çınladı.
Sabah olduğunda Per Gynt avlanmaya gitti. Fjällin içlerine doğru ilerlediğinde bir kızın, kuzu ve keçilerden oluşan sürüsünü dağın yamacından öbür yanına doğru sürdüğünü gördü; ancak dağın zirvesine ulaştığında ne kız oradaydı ne de sürüsü. Görebildiği tek şey kocaman bir ayı sürüsüydü.
“Ömrüm boyunca ayıların sürüler halinde gezdiğini görmemiştim,” diye düşündü Per Gynt. Onlara doğru yaklaştığında hepsi birden kayboluverdiler. Yakındaki tepelerin birinden bir ses duydu:
“Koru yabandomuzunu ki anla,
Tüfeği elinde yoksa,
Per Gynt’in bir yanı noksan."
“Demek Per Gynt için çok kötü bir an bu, tabii aynı şey benim yabandomuzum için söylenemez; çünkü Per Gynt bugün temizlenmemiş,” sesi duyuldu tepenin gerisinden. Ne var ki Per Gynt avuçlarına tükürüp ellerini temizledi ve ardından ayıyı vurdu.
Tepelerden kahkaha seslerinin yankısı duyuldu:
“Yabandomuzunu daha iyi korumalıydın,” dedi bir ses.
“Elinde yıkama tasını taşıdığını düşünmemiştim hiç,” diye yanıtladı diğer bir ses.
Per Gynt ayının postunu yüzdü ve hayvanın bedenini iri kaya parçalarının arasına gömdü ama kafasını ve postunu yanına aldı. Kulübeye geri dönerken yolda bir dağ tilkisine rastladı.
Tepelerin birinden, “Gördün mü, benim küçük kuzucuğum, ne kadar da şişmansın!” diyen bir ses duyuldu; bir diğerinden, “Per Gynt tüfeğini nereye kadar taşıyabilecek acaba?” Tam bu sırada Per Gynt tüfeğini kaldırıp nişan aldı ve dağ tilkisini vurdu. Tıpkı ayıya yaptığı gibi derisini yüzdü ve postunu yanına aldı. Çoban kulübesine vardığı zaman hayvanların kafalarını uzun bir demire geçirdi ve dış duvarın önüne ağızları açık bir şekilde sapladı. Sonra içeri girip yemek için ateş yakıp kazanı ateşin üzerine astı. Kazandan o kadar çok duman çıkıyordu ki Per Gynt gözlerini dahi açamıyordu. Bu nedenle bir mazgal yapmak zorunda kaldı. Ansızın bir trol ortaya çıktı ve burnunu mazgala doğru uzattı. Gel gör ki burnu o kadar uzundu ki neredeyse ateşe değecekti.
“İşte bu benim burnum, iyice bak bakalım!” dedi trol.
“İşte bu da benim pişirdiğim çorba, tadına bakmaz mıydın?” dedi Per Gynt, ardından bir kazan çorbanın tamamını trolün burnundan aşağı boşalttı. Trol acıyla haykırıp geri çekildi. Bu sırada çevredeki bütün yüksek tepelerden kahkaha ve alay sesleri duyuldu:
“Gyri Çorbakoklayan, Gyri Çorbakoklayan!”
Bunun ardından büyük bir sessizlik çöktü, ancak çok geçmeden yeniden gürültü patırtı başladı. Per Gynt kafasını kaldırıp karşıya baktığında ayılar tarafından çekilen bir yük arabası, yük arabasının içinde de bir trol olduğunu gördü. Hepsi birlikte Fjälle doğru tırmanıp gözden kayboldular. Birden bir kova su bacadan aşağı boşaltıldı ve ateşi boğarak sönmesine neden oldu. Per Gynt karanlıkta öylece oturdu. Çok geçmeden her köşeden ona gülen ve onunla alay eden sesler duyuldu ve içlerinden bir ses, “İşte şimdi Per Gynt’in, Val’deki mandıra işçisi kızlardan hiçbir farkı kalmadı!” dedi.
Per Gynt bir kez daha ateşi yaktı ve köpeklerine seslendi. Sonra çoban kulübesinin kapısını kilitleyip kuzeye, üç mandıra işçisi kızın bulunduğu Val’deki kulübeye doğru yola çıktı. Epey bir yol almıştı ki büyük bir yangın olduğunu gördü, sanki kulübe alev almış gibiydi. Tam bu sırada bir kurt sürüsüyle karşı karşıya geldi. Bu, daha önce içlerinden birkaçını tüfeğiyle vurduğu ve diğerlerini de öldürene kadar dipçikle dövdüğü sürüydü. Val’deki kulübeye vardığında ortalık zifiri karanlıktı ve ne uzakta ne de yakında bir ateş yoktu, fakat kulübenin içinde mandıra işçisi kızları korkutan dört yabancı vardı. Bunlar dört dağ trolüydü ve isimleri şöyleydi: Gust-i-Väre, Tron Valfjeldet, Kjöstöl Aabakken ve Rolf Eldförkungen. Gust-i-Väre kapının önünde dikilip gözcülük yapıyordu. Per Gynt ona ateş etti ancak isabet ettiremedi. Bunun üzerine trol kaçtı. Per Gynt kulübeye girdiğinde mandıra işçisi kızlar neredeyse korkudan ölmek üzereydiler. Troller içeri kimin girdiğini gördüklerinde feryat ettiler ve Eldförkungen’e ateşi yakmasını söylediler. Tam bu sırada köpekler Kjöstöl Aabakken’in üzerine atıldılar ve onu şömineye doğru iteklediler. Bu yüzden şöminedeki küller ve kıvılcımlar kulübenin her tarafına saçıldı.
“Yılanlarımı gördün mü Per Gynt?” diye sordu Tron Valfjeldet, ki “yılanlarım” derken aslında kurtları kastetmişti.
“Evet, sen de onlarla aynı yolun yolcusu olacaksın!” diye haykırdı Per Gynt ve trole ateş etti. Ardından tüfeğinin dipçiğiyle Aabakken’i öldürdü. Trol Eldförkungen şömineye tırmanıp kaçmıştı. Bütün bunlar olup bittikten sonra Per Gynt, bu kulübede daha fazla kalmak istemeyen mandıra işçisi kızlara köylerine kadar eşlik etti.
Noel geldiği zaman Per Gynt yeniden yola koyuldu. Dovre civarında, Noel arifesinde birçok trolün toplanmayı alışkanlık haline getirdiği bir çiftlik olduğunu duymuştu. Yılın bu zamanında çiftlik sakinleri, troller yüzünden evlerini terk ederek çevre çiftliklere sığınıyorlardı. Per Gynt işte bu çiftliği aramaya koyulmuştu, çünkü bu trolleri kendi gözleriyle görmeyi arzuluyordu. Üzerine yırtık pırtık bir kıyafet giymiş, yanına evcilleştirdiği ayısını, sivri uçlu tığını, biraz zift ve tel almıştı. Çiftliğe vardığında eve girdi ve geceyi orada geçirip geçiremeyeceğini sordu.
“Tanrı yardımcımız olsun!” diye haykırdı adam. “Geceyi burada geçiremezsiniz, çünkü her Noel arifesi burası trollerle dolup taştığından biz de evi terk etmek zorundayız!”
Ne var ki Per Gynt evi trollerden arındırabileceğini düşünüyordu. Böylelikle Per Gynt’in kalması kararlaştırıldı ve anlaşma karşılığında ona domuz derisi verdiler. Bunun ardından evcil ayı şöminenin kenarına uzandı; Per Gynt de sivri uçlu tığını, ziftini ve telini çıkarıp domuz derisini kullanarak büyük bir ayakkabı teki yapmaya koyuldu. Bağ için deriden kalın bir ip çıkardı, böylece yapım aşamasındayken ayakkabının dağılmasını önleyecekti. Ayrıca takoz olarak kullanmak için halihazırda iki araba tekerleği de vardı.
Birdenbire troller yanlarında kemanlar ve çalgıcılarla geliverdiler. Bir kısmı dans ediyor, diğerleri de masada duran Noel yemeğinden yiyordu. Bir kısmı domuz pastırması kızartıyor, diğerleri kurbağa ve benzer iğrençlikte şeyler kızartıyorlardı. Kızarttıkları Noel yemeğini yanlarında getirmişlerdi. Bu sırada içlerinden bazıları Per Gynt’in yaptığı ayakkabı tekini fark etmişti. Büyük bir ayak için yapıldığı bariz olan ayakkabı tekini hepsi denemek istediler. Her bir trol bir ayağını ayakkabının içine soktuğunda Per Gynt ortaya çıktı ve ayakkabının bağcıklarını tutarak takoza sıkıştırdı. Sonra bağcıkları öyle sert çekti ki her bir trolün ayağı ayakkabının içinde sıkıştı. Bu sırada ayı öne atılarak kızartmaları koklamaya başlamıştı.
Trollerden biri, “Biraz pasta istemez miydin küçük beyaz kedicik?” diyerek kızarmış bir kurbağayı ayının çenesine doğru fırlattı.
“Yumrukla onları Üstat Bruin!” diye haykırdı Per Gynt. Ayı öyle sinirlendi ki trollere doğru atıldı; her yönden darbeler indiriyor, pençelerini trollere geçiriyordu. Bu sırada Per Gynt, diğer araba tekerleğini alıp ortaya karışık güçlü darbeler savurdu. Sanki her birinin kafatasını patlatmak istiyor gibiydi. Kaçabilen troller hemencecik oradan tüydüler. Evde yalnızca Per Gynt kalmıştı, Noel boyunca yemekleri midesine indirip kendine bir ziyafet çekti. Uzun yıllar boyunca trollerden ne bir ses duyuldu ne de bir seda.
*
“Per Gynt” (Asbjörnsen, Norske Huldreeventyr og Folkesagn, Christiana, 1859, Part II, p. 77.), Dover dağları civarında bir yerde geçmektedir. Hikâye Asbjörnsen’e, ren geyiği avlarken şans eseri karşısına çıkan bir kuş avcısı tarafından anlatılmıştır. Tıpkı bunu izleyen “Udröst Adası” hikâyesi gibi “Per Gynt” de belirgin bir Kuzey masalıdır. Kvamlı korkusuz bir avcı, Etnedal’dan eciş bücüş olanla yaşanan macera dolu bir deneyim… Ibsen sayesinde bütün bu farklılığı, sembolik formu, Per Gynt’in masal boyu samimi ve doğaçlama hareketlerini sizlere sunuyoruz. Bu masal halen Dovre bölgesindeki avcı kulübelerinde yarı övgü yarı korku dolu hislerle anlatılagelmektedir.
Udröst Adasi
Bir zamanlar Röst[3 - Norveç’in kuzeyinde bir ada bölgesi. (ç.n.)] yakınlarında yer alan Vaerö’de Isaac isimli bir balıkçı yaşardı. Isaac’in bir kayığı ve birkaç keçisi dışında hiçbir şeyi yoktu. Karısı, keçileri balık artıklarıyla ve çevre tepelerden toplayabildiği otlarla beslerdi. Çocukların sağlıklı beslenebilmek için yeterli yiyecekleri yoktu. Buna rağmen Isaac her zaman Tanrı’nın ona verdiklerine minnet duyardı. Ona üzüntü veren tek şey, komşusuyla geçinemiyor olmasıydı. Komşusu zengindi, dilenci kılıklı Isaac’in aksine çok çabalamış ve böylece Isaac’in sahip olup olabileceğinden daha çok şeye sahip olmuştu. Dahası Isaac’i aradan çıkarmak, kulübesinin önündeki demirleme yerinin de sahibi olmak istiyordu.
Bir gün Isaac balık tutmak için denize açıldığında kara bulutlar ansızın gökyüzünü sardı ve birden inanılmaz bir fırtına başladı. Isaac’in, canını kurtarabilmek için kayığındaki bütün balıkları denize atıp kayıktaki ağırlığı azaltması gerekmişti. O zaman bile kayığı dengede tutmak gerçekten zordu ama Isaac zaman zaman onu kayığıyla beraber yutacakmış gibi görünen dağ büyüklüğünde dalgaların arasında, dikkatli bir şekilde dümeni kontrol etti. Bu şekilde beş altı saat devam ettikten sonra artık karaya yakın bir yerde olması gerektiğini düşündü. Ne var ki zaman akıp gidiyor, fırtına ve sis daha da beter bir hal alıyordu. İşte o zaman fark etti ki ya dümeni açık denize yöneltmişti ya da rüzgâr onun yönünden şaşmasına neden olmuştu. Kayığıyla denizde yol almaya devam etmesine rağmen tek bir kara parçası dahi göremeyince yönünün rüzgâr yüzünden şaşmış olduğunda karar kıldı. Tam bu anda kayığın kıç tarafından korkunç bir çığlık duydu. Bu çığlığın sahibinin ölüm şarkısını söyleyen bir drang olduğunu düşündü. Artık ölüm zamanının yaklaştığını hisseden Isaac, Tanrı’ya karısını ve çocuklarını koruması için dua etti. Öylece dua edip otururken gözüne siyah bir şey takıldı. Kayığı yaklaştıkça, gördüğü şeyin yüzen bir kütüğün üzerinde duran üç karabatak olduğunu fark etti ve onların yanından geçiverdi. Açık denizde öylece yol alırken çok acıkmış, çok susamış ve çok yorulmuş olmasına rağmen ne yapacağına dair bir fikri de yoktu. Böylelikle kayığın dümeni elinde, zamanının çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Isaac yine uykudayken kayığı birdenbire bir sahile vurup durdu. Bu sarsıntı üzerine Isaac uyanıverdi. Sislerin arasından güneş görünüyor, bu harika kara parçasını aydınlatıyordu. Tepeler ve dağlar alabildiğine yeşil, ovalar ve tarlalar ise eğimliydi. Isaac şu ana kadar hiç duyumsamadığı kadar güzel, çiçek ve çimen kokuları alıyordu.
“Tanrım, şükürler olsun! Güvendeyim, burası Udröst!” dedi Isaac kendi kendine. Tam karşısında bir arpa tarlası uzanıyordu; başakları o kadar büyük ve ağırdı ki böylesini daha önce hiç görmemişti. Arpa tarlasının ortasında bulunan patikanın sonunda, tarlanın üzerinde yükselen, samanlarla yapılmış bir çatıya sahip kilden bir kulübe vardı. Kulübenin çatısında altın yaldızlı boynuzları ve en az bir ineğinki kadar büyük memeleri olan bir keçi otluyordu. Kapının önünde ise mavilere sarınmış, piposunu tüttüren küçük bir adam oturuyordu. Sakalı o kadar uzun ve o kadar gürdü ki göğsünden aşağı kadar uzanıyordu.
“Udröst’e hoş geldin Isaac!” dedi adam.
“İyi günler beybaba. Beni tanıyor musunuz?” dedi Isaac.
“Tanıyor olabilirim,” dedi adam. “Sanırım geceyi burada geçirmek istiyorsun, öyle değil mi?”
“Bu gerçekten de iyi olur beybaba,” diye cevapladı Isaac.
“Oğullarım biraz sorun yaratabilirler, bir Hıristiyanın varlığına tahammül edemiyorlar,” dedi adam. “Onlarla tanıştın mı?”
“Hayır. Yalnızca denizin üzerinde yüzen bir tahtanın üzerinde duran ve öten üç karabatakla karşılaştım,” diye yanıtladı Isaac.
“İşte onlar benim oğullarım,” dedi adam ve piposundaki tütünleri boşalttı. “Aç ve susamış olmalısın, içeri gel.”
“Evet, iyi olur," dedi Isaac.
Adam kapıyı açtığı zaman Isaac, kulübedeki her şeyin güzelliği karşısında küçük dilini yuttu. Böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti. Masanın üstünde birbirinden güzel yemekler vardı; kâseler dolusu krema, somon ve et, soslu ciğerle doldurulmuş hamur ve peynir, ayrıca yığınla donut,[4 - İng. Doughnut. Halka şeklinde bir çeşit tatlı hamur işi. Türk mutfağındaki lokmaya benzer. (ç.n.)] bal likörü ve daha niceleri… Isaac cüretkâr bir şekilde her şeyden yedi ve içti. Gelgelelim tabağı hiç boşalmıyordu; ne kadar içerse içsin bardağı hep doluydu. Adam ise ne çok yiyor ne de çok konuşuyordu. Durup dururken evin önünde bir yaygara koptu ve sesler duyuldu. Bunun ardından adam dışarı çıktı. Bir süre sonra üç oğluyla beraber içeri girdi ve onları kapıda gören Isaac bir ürperti hissetti. Buna karşın, babaları onları uyarmış olacak ki, oğulları samimi ve dost canlısıydılar. Yeteri kadar yemiş olduğunu söyleyip ayaklanan Isaac’e misafirliğin ona vermiş olduğu hakkı kullanıp onlarla yiyip içmeye devam etmesi gerektiğini söylediler. Böylece Isaac masadaki yerine tekrardan oturdu ve hep beraber bal likörü içip sohbet ettiler. Ardından Isaac’in onlarla balık tutmaya gitmesi gerektiğini, böylece eve eli boş dönmemiş olacağını söylediler.
Açıldıkları ilk seferde büyük bir fırtına patlak vermek üzereydi. Oğullardan biri dümeni kontrol ediyor, bir diğeri pruvada oturuyor, son kardeş de ortalarında oturuyordu. Isaac ise terden sırılsıklam olana kadar balık yemleriyle uğraşmıştı. Büyük bir hırçınlıkla denizde ilerliyorlardı. Hiç camadan vurmadılar,[5 - Fırtınalı kötü havalarda denizcilerin yelkeni küçültmesine denir. (ç.n.)] teknenin içi suyla dolduğu zaman dalgaların doruğunda dans ediyor, dalgaların üzerinde kayıyorlardı; böylece teknenin kıç tarafındaki su tıpkı bir çeşme gibi fışkırıyordu. Bir süre sonra fırtına kesildi ve balık tutmaya başladılar. Denizde o kadar çok balık vardı ki çapa dahi atmalarına gerek kalmadı, çünkü zaten teknelerinin altı balık sürüleriyle doluydu. Udröst’ün oğulları ardı ardına balık yakalıyorlardı. Isaac işinin ehliydi ancak yanına kendi olta takımını almıştı, bu nedenle ne zaman bir balık tutacak gibi olsa balık elinden kaçıveriyordu. Günün sonunda tek bir balık bile yakalayamamıştı. Tekne balıkla dolup taştığı zaman eve, Udröst’e doğru yelken açtılar. Döndükleri zaman oğullar balıkları temizlediler ve tezgâha yığdılar, Isaac ise bu sırada babalarına ne kadar şanssız olduğundan yakınıyordu. Adam bir dahaki sefer daha iyi bir iş çıkaracağını söyleyerek ona birkaç olta iğnesi verdi. Balık tutmaya gittikleri bir sonraki sefer Isaac de en az diğerleri kadar balık yakalamayı başardı. Avdan eve döndüklerinde hakkı olan üç tezgâh balık Isaac'e verildi.
Bir süre sonra Isaac evini özledi; ayrılmasına yakın yaşlı adam, ona hediye olarak yiyecekler, halat takımı ve diğer kullanışlı eşyalarla dolu yeni bir balıkçı teknesi yaptı. Isaac defalarca teşekkür etti, bunun üzerine yaşlı adam balık sezonu açıldığında tekrar geri gelmesi için onu adaya davet etti. Adam da zaten ikinci grup Stevne’ye[6 - Kuzey bölgelerinden Bergen’e balık satmak için topluca yola çıkan gemi filosu.] katılarak Bergen’e yük götürecekti. Neden Isaac de balıklarını satmak için ona katılmasındı? Isaac bu teklif karşısında mutlu olmuştu ve Udröst’e tekrar gelebilmek için hangi yöne yelken açması gerektiğini sordu.
“Tek yapman gereken açık denize doğru yol alan karabatağı izlemek. O seni doğru yöne sevk edecektir,” dedi adam, “İyi şanslar!”
Isaac yola çıktıktan kısa bir süre sonra çevresine bakındığında görünürde ne Udröst vardı ne de başka bir şey; dört bir yanında sadece ve sadece okyanus uzanıyordu.
Zamanı geldiğinde Isaac yola çıktı, denize açılıp Udröstlü balıkçı adama katıldı. Hayatı boyunca böyle bir tekne görmemişti. Tekne o kadar uzundu ki teknenin kıç tarafındaki dümenci, kürekçilere bir şey söylemek için seslense kimse onu duyamazdı. Bu nedenle dümenciden aldığı emri kürekçilere iletmesi için teknenin tam ortasında, gemi direğine yakın durması için bir adam görevlendirilmişti; kendini duyurabilmesi için ne kadar bağırması gerekiyorsa o kadar bağırıyordu.
Isaac’in görevi geminin pruva tarafında bulunmasını gerektiriyordu. Balıkları askılardan indiriyordu ancak nasıl oluyordu da askılar tekrar tekrar bu kadar çok, taze balıkla doluyordu, anlayamıyordu. Ne kadar balık indirirse indirsin her defasında bir o kadar balık daha yakalıyorlardı. Bergen’e vardıklarında balıklarını sattı. Öyle çok para kazandı ki bu parayla Udröstlü adamın kendisine tavsiye ettiği, yükünü saklayabileceği bir deposu olan, iki direkli, tam donanımlı bir gemi alabilirdi. Akşamın son saatlerinde, tam eve yelken açmaya hazırlanıyorken yaşlı adam tekneye çıkıp komşularını unutmaması gerektiğini söyledi. Daha sonra Isaac’e başarılar, teknesineyse iyi bir talih diledi. “Gökyüzüne yükselen her şey sağlam ve her şey yolunda,” dedi adam. Burada aslında demek istediği, kimsenin göremediği fakat eğer ihtiyaç olursa geminin direklerine destek sağlayacak birinin gemide bulunuyor olmasıydı.
O andan beri şans Isaac’in hep yanında oldu. Bunun nedenini iyi bildiğinden dolayı sonbahar geldiğinde, kışı atlatmak için tekneyi karaya çektiklerinde her kim nöbet tutacaksa ona iyi bir şeyler hazırlamayı hiçbir zaman unutmadı. Üstelik her Noel zamanı yelkenlinin üzerinde ışık parıltıları görülür; keman sesleri, müzik ve kahkahalar duyulur ve kutlama yapılıp danslar edilirdi.
*
“Udröst Adası” (Asbjörnsen, Huldreeventyr, Bölüm I, p. 259, Nordland menşeili, anlatıcının kimliği bilinmiyor) bir Norveçlinin fırtınalı bir denizde yaşadığı kaza sonucu, tehlikenin tam ortasında karşısına çıkan efsanevi bir yeryüzü cennetidir. Gürültülü dalgaların yakınında verimli olmalarına rağmen çok az getirisi olan tarlalara sahip Norveçli, bu yerin kelimelere sığmaz bereketi ve daimi huzuru karşısında küçük dilini yutar. Udröst, hayatları tehlike ve arayış içinde geçen balıkçı halk için neredeyse bir Kutsal Ada’dır, bir Avalon’dur.
Üç Limon
Bir zamanlar anne ve babasını kaybetmiş üç erkek kardeş yaşardı. Aileleri tarafından barınabilecekleri bir ev bırakılmadığından dünyada dolanıp kendi talihlerini aramaktan başka çareleri yoktu. En büyük ve ortanca kardeş yolculuk için hazırlanabildikleri kadar iyi hazırlanmışlar, ancak her zaman ocağın arkasında oturup çakısını yonttuğu için “Ocak Mike” adını taktıkları küçük kardeşlerini yanlarına almak istememişlerdi. Dolayısıyla sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkmışlar ancak ne kadar acele etmişlerse de Kral’ın sarayına vardıklarında Ocak Mike da onlarla aynı zamanda saraya varmıştı. Saraya vardıklarında Kral’dan onları hizmetine kabul etmesini istediler. “Öyle mi?” dedi Kral ve düşündü, ancak onlara vermek için uygun bir işi yoktu. Yine de fakir olduklarını bildiğinden bu kocaman sarayda onları meşgul edecek bir şeylerin bulunabileceğini düşündü, duvarlara çivi çakabilir, sonrasında da çivileri yerinden çıkartabilirlerdi. Bunu yaptıktan sonra mutfağa odun ve su taşıyabilirlerdi. Ocak Mike duvara çivi çakma ve çivileri yerlerinden çıkarma konusunda içlerinde en hızlı olanıydı, ayrıca mutfağa su ve odun taşımada da diğerlerinden hızlı çıkmıştı. Bu nedenle erkek kardeşleri onu kıskanmaya başlayıp küçük kardeşlerinin on iki krallık içindeki en güzel prensesle, kral olmak için evlenmek istediğini duyurdular; çünkü kralın eşi ölmüştü ve dul kalmıştı. Bunu duyan Kral, Ocak Mike’a dediği şeyi yapmasını, eğer ki başaramazsa onu kütüğe yollayacağını ve başını kaybedeceğini söyledi.
Ocak Mike böyle bir şeyi ne düşündüğü ne de söylediği karşılığını verdi ama Kral'ın ne kadar ciddi olduğunu görünce denemeye karar verdi. Böylelikle yiyecekle dolu bir sırt çantası alarak yola çıktı. Ormanda ilerlemeye başlayalı yalnızca kısa bir süre olmuştu ki Mike’ın karnı acıktı, Kral’ın sarayında ona temin edilen erzaklarına bakmaya karar verdi. Büyük bir rahatlıkla bir çam ağacının altına serildiğinde aksayarak yürüyen bir kadının ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Kadın, sırt çantasında ne olduğunu sordu. “Et ve domuz pastırması, nineciğim,” dedi genç adam. “Eğer açsanız, lütfen gelin birlikte yiyelim!” Kadın, açlığını bastırdıktan sonra genç adama teşekkür etti ve bu iyiliğinin karşılığı olarak ona bir iyilikte bulunacağını söyleyip ormana doğru aksayarak ilerledi. Ocak Mike kendine ayırdığı payı yedikten sonra bir kez daha çantasını sırtlanarak yoluna devam etti. Yola çıkalı çok olmamıştı ki bir düdük buldu. Bir düdüğü olmasının iyi olacağını, kendi kendine bir ezgi tutturabileceğini düşündü. Sahiden de çok geçmeden düdükten ses çıkarmayı başardı. İşte tam o anda ormanın her tarafını cüceler doldurdu ve hepsi bir ağızdan, “Lordumuz ne emreder? Lordumuz ne emreder?” diye sordu. Ocak Mike, onların lordu olup olmadığını bilmediğini söyledi ama eğer bir emir verecek olsaydı bu, onlardan on iki krallıktaki en güzel prensesi getirmelerini istemek olurdu. "Bu gerçekten çok kolay," dedi cüceler. Bu prensesin kim olduğunu biliyorlardı ve ona yolu gösterebilirlerdi. Böylelikle kendisi gidip prensesi bulabilirdi, çünkü cücelerin prensese dokunabilme güçleri yoktu. Cüceler, Ocak Mike’a yolu gösterdiler; kimse ona müdahale etmediğinden kolaylıkla amacına ulaştı. Bir trol kalesine ulaşmıştı ve orada üç güzel prenses vardı. Ne var ki Ocak Mike içeri ayak basar basmaz üçü de sanki akıllarını kaybetmiş birer kuzu gibi oradan oraya koşturmaya başladılar. Bir süre sonra üçü de pencere pervazında duran birer limona dönüştü. Ocak Mike çaresiz kalmıştı ve bu durum karşısında mutsuzdu, çünkü ne yapması gerektiğini bilemez haldeydi. Bir süre düşünüp taşındı ve ardından üç limonu da alıp çantasının içine koydu. Seyahati süresince olur da susarsa bunu yaptığı için ileride memnuniyet duyabilirdi; limonların ekşi olduğunu duymuştu.
Epey bir yol aldıktan sonra çok terledi ve susadı. Ne etrafta su ne de susuzluğunu nasıl giderebileceğine dair fikri vardı. Bunun üzerine çantasına koyduğu limonları hatırladı, bir tanesini çıkarıp ısırdı. Bir de ne görsün! Prenses limonun içindeydi, baştan aşağıya gerçekten de oradaydı, “Su, su!” diye haykırdı. “Eğer birazcık su bulamazsam,” dedi Prenses, “öleceğim.” Genç adam su bulabilmek için koşturup durdu ancak çevrede su bulmak imkansızdı. Geri döndüğünde Prenses çoktan ölmüştü.
Ocak Mike bir süre daha yoluna devam etti ama susadıkça susuyordu. Susuzluğunu giderecek herhangi bir şey bulamadığı için çantasından bir limon daha alıp ısırdı. Bir de ne görsün! Bir diğer Prenses limonun içinden ona bakıyordu, ilkinden çok daha güzeldi. “Su,” diye haykırıp eğer biraz su içmezse öleceğini söyledi Prenses. Ocak Mike taşların, yosunların altlarına bakındı durdu ancak ortada su falan yoktu. Böylece bu Prenses de öldü.
Ocak Mike işlerin kötüden daha da kötüye gittiğini hissediyordu. Bu gerçekten de doğruydu, çünkü yoluna devam ettikçe sıcak daha da bastırıyordu. Seyahat ettiği bölgede hava öyle kuruydu ki tek bir damla dahi su bulabilene aşk olsun. Susuzluk yüzünden yarı ölü gibiydi. Uzun bir süre boyunca kalan son limonu ısırıp ısırmamak konusunda kararsız kaldı ama sonunda yapılacak başka bir şey olmadığına karar verdi. Limonu ısırdığında, içindeki prensesin ona doğru baktığını gördü. Bu, on iki krallıktaki en güzel prensesti ve biraz su içemezse oracıkta öleceğini söyledi. Ocak Mike bir oraya bir buraya koşturup su aradı. Bu sefer şansına kralın değirmencisiyle karşılaştı. Değirmenci ona değirmen havuzunun nerede olduğunu tarif etti. Ocak Mike, içinde prensesin olduğu limonu da alıp değirmen havuzuna giderek ona havuzdan su verdiğinde Prenses limonun içinden dışarı çıkıverdi. Gel gör ki kızın üzerinde giyecek hiçbir şeyi yoktu. Bu yüzden Ocak Mike ona gömleğini verdi. Prenses gömleği giydikten hemen sonra bir ağaca tırmandı. Ocak Mike Kral'a yaşanan her şeyi anlatıp Prenses'i bulduğunu söyleyene ve kaleden giyecek bir şeyler getirene kadar onu burada bekleyecekti.
Bu esnada kralın aşçısı havuza su almaya gelmişti. Aşçı kız, havuza yansıyan şirin yüzü görünce kendi yüzü sandı ve o kadar mutlu oldu ki zıplayıp dans etmeye başladı. Ne kadar da güzel bir yüze kavuşmuştu böyle!
“Şeytan alsın suyu umurumda değil, bunu umursamak için fazla güzelim!” dedi aşçı kız ve su kovasını fırlatıp attı ama sonra fark etti ki sudaki yansıma ağaçta oturan Prenses'in yüzüne aitti. Bu onu o kadar kızdırdı ki Prenses'i ağaçtan indirip havuza itti. Sonra da Ocak Mike’ın gömleğini giyip ağaca kendisi tırmandı. Kral gelip de yanık tenli, gösterişsiz mutfak hizmetçisini görünce kızarıp bozardı ancak insanların onun hakkında on iki krallıktaki en güzel kız dediklerini öğrenince, gönülsüz de olsa buna inanmak durumunda kaldı. Kızı bulmak için bunca çaba sarf eden Ocak Mike’a haksızlık etmek de istemiyordu. “Belki mücevherler takındığı ve iyi giysiler giydiği zaman güzelleşir,” diye düşündü Kral. Böylece kızı evine kabul etti. Bunun üzerine perukacılar[7 - Takma saç yapan kişilere verilen ad. Günümüzde bu kişiler daha çok sahne sanatlarında görev alır. (ç.n.)] ve terzi kadınlar getirilmesi emredildi. Kıza takılar takıldı ve tıpkı bir prenses gibi giydirildi, ancak tüm bu süsleyip püslemelerden sonra dahi hâlâ yanık tenli ve gösterişsizdi. Bundan bir süre sonra aşçı kız, su almak için havuza gittiğinde kovasında çok güzel gümüş bir balık gördü. Kovasını saraya taşıdı ve balığı Kral'a gösterdi. Kral balığın muhteşem bir güzelliğe sahip olduğunu düşündü, ancak aşçı kız bunun cadıların işi olduğunu ve balığı yakmaları gerektiğini söyledi. Bunun üzerine balık bir sonraki sabah yakıldı, küllerinin arasındaysa bir topak gümüş olduğu görüldü. Bunun üzerine aşçı kız yukarı çıkıp olayı Kral'a anlattı. Kral bunun çok garip olduğunu düşündü ancak Prenses bunun açıkça büyücülük olduğunu, gümüşü bir gübre yığınının altına gömmeleri gerektiğini söyledi. Kral bunu yapmak istemiyordu ama kız dediğini kabul ettirene kadar Kral'a huzur vermedi. Böylece Kral, kızın isteğini kabul etmek zorunda kaldı. Bir topak gümüşü gömmelerinin üzerinden bir gün geçmemişti ki ne görsünler! Gömdükleri yerde şahane bir ıhlamur ağacı bitmişti. Ağacın yaprakları gümüş rengi ve pırıl pırıldı. Olan biten Kral'a söylendiğinde Kral bunun olağanüstü olduğunu düşündü; ancak Prenses, ne eksik ne fazla, her şeyin büyücülükten ibaret olduğunu ifade ederek ıhlamur ağacının kesilmesi gerektiğini söyledi. Kral bunu yapmayı hiç istemiyordu ama Prenses, Kral'a o kadar çile çektirdi ki Kral buna da razı gelmek zorunda kaldı. Hizmetçiler ateş yakmak için ıhlamur ağacının odunlarını almaya dışarı çıktıklarında ne görsünler! Odunlar saf gümüştendi. “Ne Kral'a ne de Prenses'e hiçbir şey söylememeliyiz,” dedi içlerinden biri, “çünkü söylersek odunları öylece yakıp eritirler. Onun yerine odunları dolapta saklayalım. Olur da bir gün karşımıza biri çıkar da evlenmek istersek belki işimize yararlar.” Hepsi bu fikre sıcak baktı bakmasına ama odunları taşımaya başladıktan kısa bir süre sonra odunlar o kadar ağırlaştı ki taşıyamaz hale geldiler. Bunun sebebini anlamak için baktıklarında odunların önce bir çocuğa, çok geçmeden de akla hayale gelebilecek en güzel prensese dönüştüğünü gördüler. Hizmetçiler bu işte bir iş olduğunu düşündüler, Prenses'e giyecek bir şeyler verdikten sonra genç adamı bulmaya gittiler; sonuçta genç adam on iki krallıktaki en güzel prensesi bulmak için yollanmıştı. Böylelikle hikâyeyi genç adama anlattılar. Ocak Mike hikâyeyi duyup da geldiği zaman Prenses; aşçı kızın onu nasıl da havuza attığını, önce bir gümüş balığa sonraysa bir topak gümüşe dönüştüğünü, derken bir ıhlamur ağacı ve devamında odun parçaları haline geldiğini bir bir anlatıp kendisinin gerçek prenses olduğunu söyledi. Kral'a ulaşmak çok zordu, çünkü koyu tenli aşçı kız gece gündüz Kral'ın yanından ayrılmaz olmuştu. Bu nedenle Kral'a, komşu bir krallığın onlara savaş ilan ettiğini söyleyerek onu saraydan dışarı çıkardılar. Kral güzeller güzeli Prenses'i gördüğü zaman öyle bir âşık oldu ki onunla oracıkta evlenmek istedi. Koyu tenli, gösterişsiz aşçı kızın Prenses'e ne kadar gaddarca davrandığını öğrendiğinde de aşçı kızı aynı hızla cezalandırmak istedi. Sonrasında on iki krallıkta da duymayanın kalmadığı bir düğün düzenlendi.
*
“Üç Limon” (Absjörness, Norske Folkeeventyr, Ny Sam-ling, Christiana, 1871, p. 22, No. 66) masalı, İskandinav bölgesine ait değil, başka ülkelerden bu kültüre giren bir masaldır. Ayrıca doğu ülkelerinde herkesçe bilinen bir masaldır. Gelgelelim Asbjörnsen bu masalı Christiana’daki bir kadının ağzından dinlemiştir, yani bu demek oluyor ki bu masal, kuzeyde kendine bir yer edinmiştir.
Yeraltindaki Komsu
Bir zamanlar Telemarken’de bir köylü yaşardı ve bu köylünün kocaman bir çiftliği vardı. Gelgelelim sürüsünden yana şansı yaver gitmiyordu, sonunda evini ve arazisini kaybetti. Neredeyse hiçbir şeyi kalmamıştı, ancak elinde kalan az buçuk parayla şehirden uzak ormanlık alanda, ıssız bir köşede, ufak bir arazi satın aldı. Bir gün çiftliğinin avlusunda yürürken bir adamla karşılaştı.
“İyi günler komşu!” dedi adam.
“İyi günler,” dedi köylü, “Burada yalnız olduğumu sanıyordum. Komşum musunuz?”
“Şuranın ilerisinde çiftliğimi görebilirsiniz,” dedi adam. “Sizinkinden çok da uzakta değil.” Çiftçi daha önce böylesine güzel, böylesine verimli ve böylesine iyi durumda olan bir arazi daha görmemişti. Sonrasında bu komşusunun yeraltı ahalisinden biri olduğunu anladı, buna rağmen korku duymamıştı; komşusunu bir iki kadeh bir şeyler içmek için evine davet etti. Bu teklif komşusunu mutlu etmişe benziyordu.
“Dinle beni, senden bir iyilik yapmanı isteyeceğim,” dedi komşusu.
“Önce iyiliğin ne olduğunu bilmeliyim,” dedi köylü.
“Ahırının yerini değiştirmelisin, bana engel oluyor,” cevabını verdi komşusu.
“Hayır, bunu yapmayacağım,” dedi köylü. “Ahırı daha bu yaz yaptım ve kış geliyor. Onu kaldırırsam sürümü ne yapacağım?”
“Peki, ne istersen öyle yap ancak ahırı kaldırmazsan sonuçlarına da katlanırsın,” dedi komşusu. Bunu söyledikten sonra da çekti gitti.
Köylü bu durum karşısında şaşırıp kalmıştı, ne yapacağını bilemiyordu. Uzun kış geceleri yaklaşırken ahırını yerle bir etme fikri ona hiç cazip gelmiyordu, ayrıca başkalarına muhtaç olmak da istemiyordu.
Bir gün ahırında dikilirken bir anda yeraltına çekiliverdi. Kendini aşağıda, yeraltında, tarif edilemez bir biçimde etkileyici bir yerde bulmuştu. Her şey ya gümüşten ya da altındandı. Çok geçmeden kendisini komşusu diye tanıtan adam geldi ve ona oturmasını söyledi. Bir süre sonra yemekler gümüş tabaklarda getirildi, bal likörü ise gümüş sürahilerde… Komşusu, köylüyü yemek için sofraya çağırdı. Köylü bu teklife karşı koyamayarak sofraya oturdu, ancak tam kaşığını tabağına daldıracakken yemeğine yukarıdan bir şey damladı. Böylelikle iştahını kaybetti. “Evet, evet,” dedi adam, “ahırını neden sevemediğimizi görebiliyorsun sanırım. Huzurla yemek yiyemiyoruz. Ne zaman sofraya otursak yukardan pislik ve saman dökülüyor, ne kadar aç olursak olalım iştahımızı kaybettiğimizden yiyemiyoruz. Ahırınızı başka yere kurma iyiliğini bana çok görmezseniz ne kadar yaşlanırsanız yaşlanın önünüzde meralar arkanızda ekinler olmasını sağlarım, ancak bu iyiliği yapmazsanız yokluk içerisinde yaşarsınız ömür boyu.”
Köylü bunu duyar duymaz ahırını yerle bir etmek ve farklı bir yerde yeniden inşa etmek için işe koyuldu. Bir süre sonra yalnız çalışmadığını fark etti, çünkü gündüzleri ne kadar iş yapıyorsa geceleri o uyuyorken de bir o kadar iş yapılmış oluyordu. Anlaşılan komşusu da ona yardım ediyordu.
Köylü verdiği karardan hiç pişman olmadı, çünkü her zaman için yeterli yemi ve mısırı oldu; böylelikle de sürüsündeki hayvanlar semirdi. Bir keresinde tam bir yıl süren kıtlık olmuştu; yeteri kadar yemi olmadığından sürüsünün yarısını ya satmayı ya da kesmeyi düşünüyordu. Fakat bir sabah sütçü kız ahıra gittiğinde bir de ne görsün! Köpek gitmişti. Onunla birlikte bütün inekler ve buzağılar da tabii. Ağlayarak olan biteni köylüye anlattı. Köylü bunun muhtemelen öküzü otlatmaya götüren komşusunun işi olduğunu düşündü. Gerçekten de öyleydi. İlkbahara doğru her taraf yeşerdiğinde köpeğinin geri geldiğini gördü. Köpek havlıyor, oradan oraya zıplayıp duruyordu. Onu, inekler ve buzağılar izliyordu, tüm sürü öyle semirmişti ki onları izlemek köylüye pek bir keyif vermişti.
*
“Yeraltındaki Komşu” (Idem, s. 149, Halland, Asbjörnsen’e Björnsjo’da tanıştığı bir Halland yerlisi tarafından anlatıldı, balıkçı), “Trollerin Birası” adlı Danimarka hikâyesini bilen kişilere tanıdık gelecektir. Zaman zaman yeraltı ahalisi ve troller, istekleri yerine getirildiğinde değerbilir ve kibar karakterler olarak, istekleri yerine getirilmediğindeyse rahatsız edici tuhaf karakterler olarak karşımıza çıkarlar.
Gizemli Kilise
Günlerden bir gün Etnedal’dan bir öğretmen, balık tutmak için dağlarda konaklamaktaydı. Okumayı çok sevdiği için yanında daima bir iki kitap taşırdı. Uzanmak için vakti olduğunda, tatillerde veya kötü hava nedeniyle balıkçı barakasında kalmak zorunda olduğu zamanlarda kitaplarını okurdu. Bir pazar sabahı barakada uzanmış kitap okurken kilise çanına benzer bir ses duyar gibi oldu. Ses kimi zaman uzaklardan geliyor gibi belli belirsizdi, kimi zamansa öyle belirgindi ki sanki rüzgâr, sesi ona doğru taşıyordu. Hayret ederek uzunca bir süre sesi dinledi, ancak kulaklarına inanamıyordu, çünkü tepelerin ardındaki bölge kilisesi çanlarının sesini buradan duyabilmesi mümkün değildi. Oysa sesi bir an için o kadar net duymuştu ki… Bunun üzerine okuduğu kitabı bir kenara koydu, ayağa kalktı ve yola çıktı. Hava çok güzeldi, güneş tepede parlıyordu ve kiliseye giden gruplar yanından bir bir geçiyorlardı. Hepsi pazar gününe özel giysilerini giymişler, ellerinde ilahi kitaplarıyla ilerliyorlardı. Öğretmen, bir süre daha ormanda yoluna devam etti. Daha önce ağaçlar ve çalılardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir yerde ahşap bir kilise olduğunu gördü. Bir süre sonra rahip geldi, ancak o kadar yaşlıydı ve eli ayağı o kadar tutmuyordu ki eşi ve kızı yürümesine yardımcı oluyordu. Öğretmenin olduğu yere geldiklerinde durarak onu kiliseye, ayini dinlemeye davet ettiler. Öğretmen bir an için duraksayıp bu insanların Tanrı’ya nasıl ibadet ediyor olduklarını görmenin ilginç olacağını düşündü ve eğer herhangi bir zarar görmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. “Hayır, size hiçbir zararı olmayacak; aksine bu bir lütuf,” dediler. Kilisede her şey sessizce ve usulüne uygun devam etti. Ortada ayinin huzurunu bozacak ne bir köpek ne de bir bebek vardı, söylenen şarkılar da güzeldi ama kelimeleri seçememişti öğretmen. Rahibin vaiz kürsüsüne doğru ilerlemesine yardım edildikten sonra rahip vaazına başladı. Öğretmen bu vaazın bir şey dışında gerçekten çok hoş ve içinde bazı duyguları uyandıran cinsten olduğunu düşündü. Kafasında acayip bir düşünce belirmişti; vaazı tam olarak anlayamamıştı. “Cennetteki Babamız…” sözü kulağa pek doğru gelmemişti ve “Bizi şerden koru…” gibi bir söz duyduğunu da hatırlamıyordu. Ayrıca İsa’dan söz edildiğini de duymamıştı ve vaazın sonlarına doğru kutsamayla ilgili bir tören de olmamıştı.
Ayin sona erdiğinde öğretmen, papaz evine davet edildi. Daha önceki cevabının aynısını verdi ve kendisine zarar gelmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. Tıpkı daha önce olduğu gibi kendisine bir zarar gelmeyeceği, aksine bunun bir lütuf olduğu cevabını aldı. Böylece onlarla papaz evine gitti. Papaz evi tıpkı mahalledeki diğerleri gibi göz alıcı ve sağlam bir yapıydı. Bahçesinde çiçekler ve elma ağaçları vardı, bahçe de sade bir çitle çevrelenmişti. Öğretmeni sofralarına davet ettiler; yemekler dikkatle hazırlanmış ve çok leziz görünüyordu. Daha önce olduğu gibi eğer kendisine bir zararı olmayacaksa davetlerini seve seve kabul edeceğini söyledi öğretmen ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine onlarla yemek yedi, ara sıra köy kilisesi rahibiyle yediği Hıristiyan yemekleriyle bu yemekler arasında pek bir farklılık olmadığını ifade etti. Kahvesini de içtikten sonra anne ve kız onu başka bir odaya çektiler. Rahibin karısı, eşinin ne kadar yaşlı olduğundan ve elinin ayağının artık tutmamaya başladığından yakınarak bunun uzun zaman böyle devam etmeyeceğini söyledi. Kadın sözlerine öğretmenin ne kadar güçlü, ne kadar kabiliyetli bir adam olduğuyla devam etti ve öğretmene, yaşlı eşinin yerine yeni rahip olarak onlarla kalmasından ne kadar mutluluk duyacaklarını söyledi. Öğretmen, bir vaiz olmadığını söyledi onlara; ancak anne ve kız, öğretmenin bilgisinin zaten yeterli olduğunu, daha fazlasınaysa ihtiyacı olmadığını söylediler. Piskopos bu bölgeye hiç ziyarette bulunmazdı; başrahibin de buralara uğradığı görülmemişti. Anne ve kızın bu kişiler hakkında hiçbir fikri yoktu. Bunun üzerine öğretmen, yeterli düzeyde irfana sahip olsa dahi bu iş için kabiliyetli olmadığını söyledi. Bu teklif hem onun için hem de anne kız için gerçekten önemli olduğundan dolayı acele bir karar vermek istemiyordu, bu yüzden bu teklifi bir sene düşünmek istediğini söyledi. Bunu söyler söylemez kendisini ormanın içinde bir göletin yanında buldu; ortalıkta ne papaz evi vardı ne de kilise… Böylelikle meselenin kapanmış olduğunu düşündü. Bundan bir yıl sonra, teklifi düşünme süresinin bitmesine yakın, barakada çalışmaktaydı. Okul tatil olduğu için buraya gelmiş, bazen balık tutuyor bazen de marangozluk işleriyle uğraşıyordu. Bir gün duvarı her iki yanından desteklemeye çalışırken bir yıl önce dağda, ormanın ortasında karşılaştığı rahibin kızının ona doğru geldiğini gördü. Teklif üzerine düşünüp düşünmediğini öğretmene sordu kız. “Evet,” dedi öğretmen, “teklifi düşündüm ama kabul edemeyeceğim, çünkü Tanrı’nın huzurunda görevi layığıyla yerine getiremeyeceğim.” Tam o anda rahibin kızı yer yarıldı da yerin içine girdi sanki. Öylece yok oluvermişti. Bu olayın üzerine öğretmen baltayı alıp büyük bir ustalıkla bacağını dizinden kesiverdi ve hayatı boyunca sakat olarak yaşadı.
*
“Gizemli Kilise” (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, 217, Valders, bir papaz tarafından anlatıldı), bir önceki hikâyede geçen yeraltı ahalisinin cana yakın oluşlarıyla büyük bir tezatlık gösterir ve bütün gariplikleriyle dinleyeni etkileyen bir hikâyedir. Norveç’te vahşi yaşamın ortasındaki bu kiliselerin hikâyeleri halen anlatılagelmektedir ve uzaktan çanların sesini duymanın kötülüğün habercisi olduğu söylenmektedir. Ibsen’in “Brand” isimli buzdan kilise masalının kökeni de bu tarz bir halk masalına dayanıyor olabilir.
Aspenclog
Aspenclog’un annesi bir titrek kavak ağacıydı. Annesini baltayla kesen adamların hepsini bir bir öldürdükten sonra da Kral'a gitti ve kendisine bir iş verip veremeyeceğini sordu. Ödeme olarak istediği tek şey, bütün işleri bitirdiği ve yapacak başka bir iş kalmadığı zaman Kral'ın sırtına üç kez vurmaktı. Kral bu şartı kabul etti, çünkü Aspenclog için her zaman yapacak bir iş olacağını düşünmüştü. Ardından onu odun getirmesi için ormana yolladı ancak Aspenclog o kadar çok odun kesmişti ki iki atın çektiği yük arabasına bunları sığdırmak mümkün olmamıştı. Bunun üzerine Aspenclog iki kutup ayısı alarak onlara koşum takımı vurup yük arabasını saraya doğru sürmeye başladı. Vardığında ayıları ahırda bıraktı, bunun sonucunda ayılar Kral'ın bütün öküzlerini yedi.
Sonrasında Aspenclog’a öğütme değirmeninde çalışması söylendi çünkü şeytan, değirmenin devamlı durmasına neden oluyordu. Aspenclog’un öğütücüyü kullanmaya başlamasıyla, beklendiği gibi, değirmenin durması bir oldu. Eline bir mum alarak değirmeni şöyle bir kontrol etti. Hiç şüphe yoktu ki şeytan, bacaklarını değirmen taşına sıkıştırmıştı. Aspenclog bacağı görür görmez baltasıyla kesiverdi. Bunun üzerine şeytan bir bacağının üzerinde sekerek geldi ve büyük bir korkuyla ağlaya ağlaya kaybettiği bacağını geri alabilmek için yalvardı. “Hayır, bacağını geri alamazsın,” dedi genç adam, tabii karşılığında bir kile[8 - Arapça “keyl” sözcüğünden türemiş olan “kile”, eski zamanlarda tahıl ve arpa için kullanılan bir ölçü birimidir. Ağırlık yerine hacme dayalı olan bu ölçü biriminin genelgeçer bir karşılığı yoktur çünkü ölçü bölgeden bölgeye değişiklik gösterir ve o bölgenin adıyla anılırdı (örn. İstanbul kilesi gibi). (ç.n.)] para vermezse… Şeytan, Apenclog’a parasını ödemek zorunda kalınca onu kandırmaya karar verip her bir kile için bahis oynamalarını önerdi, böylece hangisi daha iyi fırlatırsa o kadar ödeme yapılacaktı. İlk önce kimin atış yapacağı üzerine uzun bir süre tartıştılar. Sonunda Aspenclog başladı. Şeytanın elinde fırlatacakları top vardı. Aspenclog uzun bir süre Ay’a bakarak dikildi. “Neden Ay’a bakarak dikildin öyle?” diye sordu şeytan. “Topu Ay’a fırlatıp fırlatamayacağımı düşündüm sadece,” dedi Aspenclog. “Ay’ın üzerindeki siyah noktaları görüyor musun? İşte, daha önce fırlattığım topların izi onlar.” Bunun üzerine şeytan kaybedeceği korkusuyla Aspenclog’un topu fırlatmasına engel olması gerektiğini düşündü.
Böylece bahsi değiştirdiler ve bir kile için hangisinin daha yüksek sesle ıslık çalabileceği üzerine bahse tutuştular. “İlk sen ıslık çalabilirsin,” dedi Aspenclog. “Hayır, önce sen!” dedi şeytan. Sonunda ilk önce Aspenclog’un ıslık çalması kararlaştırıldı. Bunun üzerine Aspenclog bir tepeye çıktı ve kocaman bir köknar ağacını söktü. Sonra ağacın gövdesinin içini çıkardı ve silindirik gövdeyi kaldırarak bir düdük gibi üfledi. “Bunu neden yaptın?” diye sordu şeytan. “Eğer yapmasaydım üflediğimde ağacın gövdesinin içi fışkırırdı,” diye cevap verdi Aspenclog. Şeytanın bu durum karşısında gözü korkmuştu, bunun sonucunda Aspenclog yarım ton parayla saraya geri döndü.
Kısa süre içerisinde Kral'ın öğütülecek tahılı kalmadı ve ülkede savaş patlak verdi. “İşte şimdi ona bir ömür boyu yetecek kadar iş vereceğim,” diye düşündü Kral, böylece Aspenclog’a düşmana karşı savaşmasını söyledi. Aspenclog bu görev için oldukça hazırlıklıydı, yanında götürmek için bir sürü erzak hazırlanmasını istedi. Sonrasında yola çıktı, düşmanı gördüğü zaman oturup yemek yemeye başladı. Düşman ona ateş üstüne ateş etti ancak mermileri bir türlü Aspenclog’a isabet etmedi. Karnı doyduğunda Aspenclog ayağa kalkıp devasa bir meşe ağacını yerinden sökerek eline alarak düşmana karşı hücuma geçti. Kısa süre içerisinde bütün düşmanları yere serdi, sonra da saraya ve Kral'a geri döndü.
“Yapmamı istediğiniz başka bir iş var mı?” diye sordu. “Hayır, senin yapabileceğin bir iş kalmadı,” dedi Kral. “Öyleyse sırtınıza üç kez vuracağım,” dedi Aspenclog. Kral, sırtına yastık koyup koyamayacağını sordu. “Tabii, istediğiniz kadar yastık koyabilirsiniz,” dedi Aspenclog. Sonra Kral'ın sırtına vurdu ve daha ilk vuruşunda Kral un ufak oluverdi.
*
“Aspenclog” (Kristoffer Janson, Folkeeventyr, uppskrivene i Sandcherad, Christiana, 1878, bölüm 8, s. 29) hepimizin hâlâ hikâyelerde rastladığı Murmur Goose-Egg’e benzer bir devdir. Bir inanışa göre kökeninin ilkel insanlara dayandığı düşünülür. İlk insanların ağaçların soyundan geldiği düşünülüyordu ve Voluspa[9 - Şairi bilinmeyen eski Norveç şiirlerinin modern bir derlemesi olan “Poetik Edda” kitabının ilk şiiri olan Voluspa’da, yaratılış hikâyesi ve dünyanın sonu anlatılır. (ç.n.)] şiirinde dahi ilk insanların adının Aspen[10 - İng. Aspen. Türkçede titrek kavak ağacı anlamına gelir. (ç.n.)] ve Elm[11 - İng. Elm. Türkçede karaağaç anlamına gelir. (ç.n.)] (Ask ve Embla) olduğu söyleniyordu. İşte, Aspenclog da bu gizemli ağaç-insanların bir örneğidir.
Trol Dügünü
Çok uzun zaman önce bir yaz mevsiminde Melbustad halkı sürülerini otlatmak için tepeye tırmandı. Tepeye gelmelerinin üzerinden sadece kısa bir süre geçmişti, öküzler o kadar huzursuzca kıpırdanıyorlardı ki sürüyü bir arada tutmak neredeyse imkansız hale gelmeye başlamıştı. Henüz evlenmemiş birçok genç kız onları bir arada tutmak için çabaladı ancak hiçbiri başarılı olamadı; ta ki yeni nişanlanmış bir genç kız ortaya çıkana kadar. Genç kız ortaya çıktığında öküzlerin hepsi sakinleşti ve kolaylıkla idare edilebildiler. Bunun sonucunda genç kız, köpeğinden başka arkadaşlık edecek kimse olmadan tepede yalnız kaldı. Günlerden bir gün kulübesinde otururken sevgilisi geldi. Birlikte oturdular, sevgilisi bir an önce evlenmeleri gerektiğini söyledi ancak genç kız sessizce oturup dinlemekle yetindi; çünkü sevgilisinde bir gariplik sezmişti. Çok geçmeden birçok insan kulübeye gelmeye, masayı çatal bıçak takımlarıyla süslemeye, sofraya yemekler koymaya başladılar. Nedimeler gelinlik tacı, aksesuarlar ve güzel mi güzel bir gelinlik getirerek gelini giydirip tacı başına koydular. O günlerde gelenek öyle olduğundan parmağına da yüzükleri takıştırdılar.
Genç kıza sanki orada bulunan herkesi tanıyormuş gibi gelmişti; köyden kadınlar ve onun yaşındaki genç kızlar vardı, ancak köpek her şeyin ne kadar tuhaf olduğunun farkındaydı. Köpek adeta uçarcasına zıplayarak Melbustad Köyü’ne indi. Köy halkı onu takip edene kadar en içler acısı haliyle havlayıp uludu. Genç kızla evlenecek olan delikanlı yanına silahını alarak tepeyi tırmandı, kulübeye yaklaştığında sayısız atın kulübenin çevresinde eyerlenmiş ve dizginlenmiş olduğunu gördü. Kulübeye doğru sürünüp duvardaki bir delikten içeriye baktığında bir grup insanın oturduğunu gördü. Yeraltı ahalisinden troller oldukları o kadar barizdi ki hemen çatıya çıkıp silahıyla onlara ateş etti. Tam o anda kulübenin kapısı açıldı ve ardı ardına her biri bir öncekinden daha büyük gri iplik yumakları delikanlının bacaklarına isabet etmeye başladı. Sonrasında kulübeden içeri girdiğinde genç kızın gelinliğiyle oturduğunu gördü. Tek eksik parmağındaki yüzüğüydü, yüzüğü de takıldı mı her şey tastamam olacaktı.
“Tanrı aşkına, burada ne oldu böyle?” diye sordu delikanlı çevreye göz gezdirerek. Gümüş çatal bıçaklar hâlâ masada duruyordu, ancak leziz yemeklerin hepsi yosun ve mantar, kurbağa ve benzeri şeylere dönüşmüştü.
“Bu ne anlama geliyor?” diye sordu delikanlı. “Bütün muhteşemliğinle burada öylece oturuyorsun. Sanki bir gelin gibi…”
“Bunu bana nasıl sorarsın?” diye yanıtladı genç kız, “Sabahtan beri karşımda oturmuş düğünümüz hakkında konuşup duran senken, bunu bana nasıl sorarsın?”
“Hayır, buraya az önce geldim,” dedi delikanlı. “Benim görüntümü taklit eden bir başkası olmalı!”
Bunun üzerine genç kız yavaş yavaş kendine geldi, ancak düşüncelerini toparlayabilmesi uzun zaman almıştı ve nasıl da sevgilisinin, arkadaşlarının ve akrabalarının gerçekten orada oldukları sanısına kapıldığını anlattı. Delikanlı, kızı doğruca köye götürdü, böylece ileride bu gibi şeytanice şeylerden korkmaları gerekmeyecekti. Yeraltı ahalisinin getirdiği gelinlik hâlâ daha genç kızın üzerindeyken düğünlerini yaptılar. Taç ve aksesuarları da Melbustad’a astılar ve rivayete göre bunlar köyde hâlâ asılıdır.
*
“Trol Düğünü” hikâyesinde genç kız, uğursuz bir hilebazlık ve aldatmacayla karşı karşıya kalmıştır (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 50, Hadeland’dan bilge ve şifacı bir kadın olan Signekjarring tarafından anlatılmıştır). Bu hikâyenin karakteristik özelliği, troller tarafından yapılan büyünün veya sihrin, bunu yaptıkları yerin üzerinde silah ateşlemekle ortadan kalkacağı inancıdır. Böylelikle her şey, gerçekte nasılsa o formu geri alır. Ayrıca trollerin rahatsız edildiklerinde ip yumaklarına dönüşmeyi sevdikleri ve yuvarlanarak hızlıca ortadan kaybolmaları inanışı da gerçekten ilginçtir.
Huldres Sapkasi
Günlerden bir gün bir çiftlikte büyük bir düğün düzenlenmiş, bir çiftçi de bu düğün ziyafetine katılmak için evinden yola çıkmıştı. Tarlanın birini geçmeye karar vermişti ki bir süt süzgeci buldu. Bu, ineklerin kuyruğundan yapılan süzgeçlerden biriydi ve eski, kahverengi bir paçavraya benziyordu. Temizleyebileceğini düşünerek süzgeci eline aldı. Süzgeci yıkadıktan sonra karısına verebilir, o da bunu bir bulaşık bezi olarak kullanabilirdi. Düğünün yapıldığı eve geldiği zaman fark etti ki kimse onu göremiyordu. Gelin ve damat diğer misafirlere başlarını sallayarak selam veriyor, onlarla sohbet ediyorlar ve onlara içecek ikram ediyorlardı, ancak çiftçi ne bir selam almıştı ne de bir içecek. Sonra baş aşçı gelerek misafirlere sofraya oturmalarını söyledi ama çiftçiye ne bir şey söylendi ne de çiftçi bir şey yedi. Kimse ondan oturmasını istemediyse o da oturmayacaktı. En sonunda sinirlenerek kendi kendine, “Ben iyisi mi eve gideyim. Burada tek bir kişi bile beni umursamıyor,” diye düşündü. Eve vardığında, “İyi akşamlar, eve döndüm ben,” dedi.
“Tanrı aşkına, geri mi döndün?” diye sordu karısı.
“Oradaki kimse beni umursamadı, hatta lütfedip de bana bakmadılar bile. İnsanlar beni umursamayınca ben de orada bulunmamın anlamsız olduğunu düşündüm,” dedi adam.
“Ama neredesin ki? Sesini duyuyorum ama seni göremiyorum?” diye bağırdı karısı.
Adam görünmez olmuştu, çünkü bulduğu nesne aslında bir huldres şapkasıydı.
“Ne diyorsun sen? Beni göremiyor musun yani? Aklını mı kaybettin be kadın?” diye sordu adam. “Senin için eski bir süzgeç getirdim. Dışarıda, tarlanın orada buldum,” diyerek süzgeci tezgâhın üzerine attı. Karısı artık onu görebiliyordu, tam bu sırada tezgâhın üstündeki huldres şapkası da kayboluverdi, çünkü şapka sadece ödünç alınabiliyordu. Adam şimdi neler döndüğünü anlamıştı ve düğün ziyafetine tekrar gitti. Bu sefer herkes tarafından dostça karşılandı, onlarla içmesi ve sofraya oturması için davet edildi.
*
Bu hikâyede yeraltı dünyasının en nadide hazinelerinden birine rastlıyoruz: “Huldres şapkası” (Asbjörnsen, Huldreerentyr, I, s. 157; Eidsvold yakınlarında bir çiftçi kadın tarafından anlatılmıştır). Masallarda genelde avcı şapkası olarak karşılaşılan efsanevi bir masal eşyası, bu masalda daha gösterişsiz bir yer buluyor. Ne efsanevi bir değerle yüceltiliyor ne de masaldaki ana olayın kahramanı olarak farklılaştırılıyor. Bu masalda yaratılan eğlenceli hava da bunu açıkça gözler önüne seriyor.
Meryem Ana'nin Çocugu
Buradan çok uzaklarda, büyük bir ormanda, bir zamanlar fakir bir çift yaşıyordu. Tanrı onları küçük bir kız çocuğuyla kutsamıştı, ancak o kadar fakirlerdi ki küçük kızlarını nasıl vaftiz ettireceklerini bilemiyorlardı. Bu nedenle çocuğun babası vaftizin parasını ödeyebilecek bir vaftiz babası bulup bulamayacağına bakmak için yola çıktı. Bütün bir gün boyunca bir ona bir buna gidip sordu ama hiç kimse kızın vaftiz babası olmak istemiyordu. Akşama doğru, adam tam da dönüş yolundayken çok cana yakın bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımın üzerinde muhteşem kıyafetler vardı ve çok kibar, çok sıcakkanlı biri gibi görünüyordu. Adama, kızının vaftiz olmasına yardımcı olmak istediğini, ancak vaftiz töreni sonrasında kız çocuğunun kendisinde kalması gerektiğini söyledi. Adam, bunu öncelikle karısına sorması gerektiğini söyledi. Eve varıp karısına sorduğunda ise açıkça, “Hayır,” cevabını aldı. Bir sonraki gün adam tekrardan bir vaftiz babası bulmak için yollara düştü ama kimse vaftiz babası olup da vaftiz töreninin ücretini ödemek istemiyordu. Adam ne kadar yalvarırsa yalvarsın, hiçbir sonuç elde edemiyordu. O günün akşamı eve dönerken yine o soylu görünümlü kibar hanımefendiyle karşılaştığında kadın yine aynı teklifi yaptı. Adam olanı biteni yine karısına anlattı ve eğer bir sonraki gün bir vaftiz babası bulamazsa büyük bir ihtimalle kızlarını, bu kibar ve cana yakın görünümlü hanımefendinin almasına izin vermeleri gerektiğini söyledi. Böylelikle adam üçüncü gün de bir vaftiz babası bulmak için yollara düştü, ancak yine bulamadı ve eve dönüş yolunda cana yakın hanımefendiyle karşılaştığında ona, eğer vaftiz töreni masraflarını karşılarsa çocuğun onda kalabileceğini söyledi. Bir sonraki gün hanımefendi ve beraberinde iki adam, çiftin kulübesine geldiler. Sonrasında hanımefendi, kız çocuğunu da alarak kiliseye giderek onu vaftiz ettirdi. Bunun ardından geçen birkaç yıl boyunca küçük kız üvey annesiyle yaşadı, kadın ona karşı daima kibardı.
Küçük kız kendi kendine düşünebilecek ve karar verebilecek kadar büyüdüğünde üvey annesi, bir yolculuğa çıkacağını ve kızın yalnız kalması gerektiğini söyledi. Kıza, “İstediğin odada kalabilirsin ama bu üç odaya girmeni istemiyorum,” dedikten sonra kadın yola çıktı. Küçük kız girmemesi gereken bir odaya girme isteğine karşı koyamadı, kapıyı açmasıyla, puf! Bir yıldız kaydı. Üvey anne eve geldiğinde kadın, yıldızının kaydığını gördüğünde o kadar üzüldü ki üvey kızını uzaklara yollamakla tehdit etti. Üvey kız ağladı durdu, yalvardı durdu; ta ki üvey annesi kalmasına razı gelene kadar.
Bir süre sonra üvey anne tekrar bir yolculuğa çıkmak istediğine karar verdi ve genç kıza henüz hiç girmediği iki odaya girmemesi gerektiğini söyledi. Genç kız bu sefer üvey annesinin isteğine uyacağına dair söz verdi, ancak evde bir süre yalnız kaldığında ikinci odada ne olabileceğine dair onlarca farklı düşünce aklına geldi. İkinci odanın kapısını açma dürtüsüne karşı koyamadı, kapıyı birazcık açıverdi ve puf! Ay uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Ay’ının uçuverdiğini görünce önceki gibi öyle çok üzüldü ki üvey kızına artık burada kalamayacağını ve gitmesi gerektiğini söyledi. Kız yeniden o kadar çok ağladı ve o kadar çok yalvardı ki onu evden kovmak imkânsız bir hale geldi ve bir kez daha evde kalmasına izin verildi.
Bunun sonrasında üvey anne bir yolculuğa daha çıkmaya karar verdi. Artık epey büyümüş olan genç kıza üçüncü odaya kesinlikle girmemesi gerektiğini, kapıyı azıcık açıp içeriye göz atmanın söz konusu bile olmadığını söyledi. Üvey anne bir süre uzaklarda olunca genç kız evde tek başına sıkıldı ve kapıyı açma dürtüsüne daha fazla dayanamaz oldu. “Ah, ah! Üçüncü odanın kapısını aralayıp içerisinde ne olduğunu görmek ne kadar da güzel olurdu,” dedi kendi kendine genç kız. İlk başta gerçekten de kapıyı açmamak için kendi düşüncelerini kontrol etmeye çalıştı, çünkü üvey annesi onu uyarmıştı ama düşüncelerine engel olamayınca kapıyı azıcık aralayıp içeri şöyle bir bakmanın sorun olmayacağını düşündü. Sadece azıcık kapıyı aralamıştı ki puf! Güneş uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Güneş’inin uçup gittiğini gördüğünde çok üzüldü ve genç kıza artık burada kalmasının kesinlikle mümkün olmadığını söyledi. Üvey kız bu sefer öncekilerden de daha acıklı ağlayıp yalvardı ama hiçbir faydası olmadı. “Hayır, seni cezalandırmam gerekiyor,” dedi üvey annesi. “Ancak kararı sana bırakıyorum. Ya bütün genç kızlar arasında en güzeli olur ama konuşma yetini kaybedersin ya da çok çirkin bir genç kız olur ve konuşma yetini kaybetmezsin. Hangisini seçersen seç bu evi terk etmek zorundasın.” Kız şöyle cevap verdi: “Öyleyse dünyanın en güzel kızı olup konuşma yetimi kaybetmeyi seçiyorum.” Böylece dünyalar güzeli bir kıza dönüştü, ancak o günden sonra dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu.
Böylece kız üvey annesini terk etmiş ve bir süre etrafta öylece dolanıp durmuştu. En sonunda büyük mü büyük, geniş mi geniş bir ormana denk geldi. Ne kadar ilerlerse ilerlesin ormanın sonu bir türlü gelmiyordu. Akşam olduğunda genç kız yüksek bir ağaca tırmandı ve bir su kaynağının üzerinde durduğunu gördü. Ağacın dalına oturup burada uyumaya karar verdi. Bu ağacın çok yakınında bir kralın kalesi vardı ve sabahın erken saatlerinde hizmetçi kız, Prens'in çayını yapabilmek için su almak üzere su kaynağına gelmişti. Su kaynağında güzeller güzeli bir yüz gören hizmetçi kız, bu yüzü kendi yüzü sandı. Kovasını fırlatarak hemen eve koştu ve başı dik bir ifadeyle şöyle dedi: “Eğer gerçekten de o kadar güzelsem su almak için kova taşımak bana yakışmaz!” Bunun üzerine bir başka hizmetçi kız su alması için yollandığında o da aynı şekilde geri geldi ve bu iş için gereğinden fazla güzel olduğunu söyledi. Sonrasında ise bütün bunlara neyin neden olduğunu görmek amacıyla Prens kendisi gitti. Su kaynağına geldiği zaman o da tıpkı diğerleri gibi suya yansıyan yüzü gördü ve hemen yukarı, ağaca baktı; böylece ağacın dalında oturan güzeller güzeli genç kızı gördü. Tatlı sözler söyleyerek genç kızı ağaçtan indirerek birlikte eve döndüler. Kız o kadar güzeldi ki Prens'in gelini olmasından başka bir şey söz konusu dahi olamazdı. Ne var ki Prens'in annesi hâlâ hayattaydı ve buna itiraz etti. “Kız konuşamıyor, belki de trol ahalisinden biridir,” dedi, fakat Prens'in içi, genç kızın kalbini kazanmadan rahat edemeyecekti. Evlenmelerinin üzerinden bir süre geçmişken Tanrı, Prenses'i bir çocukla kutsadı ve Prens, sevgilisini sıkı bir koruma altına aldı. Bir de ne olsun! Hepsi uykuya daldı ve kızı büyüten üvey annesi geldi. Bebeğin bir parmağını kesip kanın bir kısmını Prenses'in ağzına ve ellerine sürdü ve şöyle dedi: “İşte şimdi sen de en az yıldızımı kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Üvey anne bunu söyledikten sonra çocuğu beraberinde götürerek ortadan kayboldu. Prens'in, Prenses'i korumaları için kapısına diktiği nöbetçiler uyandıklarında Prenses'in çocuğu mideye indirdiğini gördüler ve Anne Kraliçe onun bu nedenle yakılmasını istedi. Ama Prens, Prenses'i o kadar çok seviyordu ki yalvardı, yakardı; sonunda onun ceza almasını engelledi. Tabii bunun için çok uğraşması gerekmişti.
Tanrı Prenses'e ikinci bir çocuk bahşettiğinde çevresindeki nöbetçi sayısı ilkinin iki katına çıkartıldı, ancak her şey yine bir önceki seferki gibi oldu. Tek fark üvey annenin söylediklerinin öncekinden farklı olmasıydı: “İşte şimdi sen de en az Ay’ımı kaybettiğimde benim üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prenses ağladı ve yalvardı (üvey annesi oradayken konuşabiliyordu), ancak bunun bir faydası olmadı. Anne Kraliçe onun yakılması üzerinde diretti durdu ama Prens bu sefer de Prenses'in ceza almamasını sağladı. Tanrı, Prenses'e üçüncü bir çocuk bağışladığında ilkinin üç katı kadar nöbetçi başına dikildi. Nöbetçiler uyuduğunda üvey anne geldi ve çocuğu alıp parmağını kesti. Kanının bir kısmını Prenses'in ağzına sürdü ve “İşte,” dedi, “şimdi sen de en az Güneş’imi kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prens ne yaparsa yapsın Prenses'i kurtarma imkanı yoktu, bu sefer Prenses yanmaktan kaçamayacaktı. Tam Prenses kazığa götürülürken üvey anne, beraberinde üç çocukla ortaya çıktı. En büyüğünün ve ortancanın ellerinden tutmuştu; küçük olanı ise kucağına almıştı. Genç Prenses'in karşısına geçti ve “İşte, çocukların burada. Şimdilik onları sana geri veriyorum. Ben Meryem Ana’yım ve hissettiğin üzüntü, Yıldız’ımın, Ay’ımın ve Güneş’imin uçmalarına izin verdiğinde benim hissettiğim üzüntünün aynısıdır. Artık yaptığın şeyin cezasını çektin ve bu andan itibaren konuşma yetini geri alabilirsin!”
Bunun üzerine Prens ve Prenses'in yaşadığı mutluluk belki hayal edilebilir, fakat asla ifade edilemez. Sonsuza dek mutlu mesut yaşadılar; o günden sonra Anne Kraliçe bile Prenses'e düşkün biri olup çıktı.
*
“Meryem Ana’nın Çocuğu” (Asbjörnsen, ve Moe, N.F.E., s. 34, bölüm 8, Bresemann çevirisinden alınmıştır [1847]), dini motiflerin bulunduğu bir masaldır; ayrıca Almanya’da da herkesçe bilinir. Meryem Ana’nın başkahraman olduğu güzel bir masaldır.
Firtina Büyüsü
Miço çocuk, kaptanıyla beraber yaz boyunca oradan oraya seyahat edip durmuştu, ancak sonbaharda yelken açmaya hazırlandıkları sırada endişeli bir ruh haline bürünüp yola çıkmak istemedi. Kaptan onu seviyordu. Henüz küçük bir çocuk olsa da güvertede sanki evindeymiş gibi rahattı. Uzun ve iri yapılı bir delikanlıydı ve ihtiyaç duyulduğunda her işte yardıma koşuyordu. Ayrıca herhangi bir denizci kadar iş yapıyordu ve o kadar eğlenceli bir kişiliği vardı ki bütün tayfanın moralini daima yüksek tutuyordu. Bu nedenle kaptan onu kaybetmek istemiyordu. Genç adam sonbaharda masmavi denizde olmak istemediğini, ancak gemi yüklenirken ve denize açılmaya hazırlanırken güvertede bulunup yardım edebileceğini söyledi. Pazar günü tayfa hâlâ karadayken kaptan -kendi hesabına- biraz kereste ve kütük almak için ormanın yakınındaki çiftliğe gitti. Genç adam nöbetçi olarak gemide bırakılmıştı ancak bilinmesinde fayda var ki genç adam bir pazar günü doğmuştu ve dört yapraklı bir yonca bulmuştu. İşte bu nedenle çocuğun altıncı hissi kuvvetliydi. Görünmez kimseleri görebiliyordu, tabii onlar çocuğu göremiyorlardı.
Genç adam öndeki kamarada otururken geminin içinde sesler duydu. Duvardaki bir çatlaktan dışarıyı gözlediğinde kömür karası üç karganın güverte kirişinde durduklarını gördü. Kargalar kocaları hakkında konuşuyorlardı, üçü de onlardan bıkmıştı ve onları öldürmeyi planlıyorlardı. Bunların başka bir şekle bürünmüş üç cadı olduklarını herkes tahmin edebilirdi.
“Burada bizi duyabilecek kimse olmadığından eminsiniz değil mi?” dedi kargalardan biri, konuşma şeklinden dolayı genç adam bu karganın kaptanın karısı olduğunu anlamıştı.
“Gördüğün gibi kimse yok,” dedi diğerleri. Onlar da birinci ve ikinci iaşe subaylarının karılarıydı. “Gemide tek bir kişi bile yok.”
“Öyleyse onlardan kurtulmak için çok iyi bir yol bildiğimi size söylersem sorun olmaz,” dedi kaptanın karısı yeniden konuşarak, diğer iki kargaya biraz daha yanaştı. “Kendimizi dev birer dalgaya dönüştüreceğiz, böylece gemiyi batırıp üzerindeki her bir kişiyi denizin dibine postalayacağız.”
Bu fikir diğerlerinin hoşuna gitmişti. Uzun süre orada durup bunu nasıl yapacakları üzerine tartıştılar. Kaptanın karısı bir kez daha, “Bizi duyabilecek kimse yok değil mi burada?” diye sordu.
Diğerleri de, “Gördüğün gibi kimse yok,” dediler yeniden.
“Yapmak istediğimiz şeyi gerçekleştirmemize engel olacak bir karşı büyü var, biliyorsunuz. Eğer olur da biri kullanırsa bunun bizim için büyük bir zorluk oluşturacağını da biliyorsunuz. Hayatımıza mal olabilir!”
“Karşı büyünün ne olduğunu biliyor musun kardeşim?” diye sordu iaşe subaylarından birinin karısı.
“Bizi dinleyen kimse olmadığından eminsiniz değil mi? İlerideki kamarada sanki birisi sigara içiyormuş gibi gelmedi mi size de?”
“Her yere baktığımızı biliyorsun. Sadece mutfaktaki ateşi söndürmeyi unutmuşlar ve o da duman oluşmasına neden olmuş,” dedi iaşe subayının karısı ve “Anlat bakalım,” dedi.
“Eğer huş ağacından üç sicim satın alınırsa,” dedi cadı ve ekledi, “ama bu tam bir ölçü olmalı ve alım sırasında pazarlık yapılmamalı. İlk dalga vurduğunda ilk sicim parça parça suya atılmalı, ikinci dalga vurduğunda ikinci sicim parça parça suya atılmalı, üçüncü dalga vurduğunda üçüncü sicim parça parça suya atılmalı. İşte o zaman hapı yutarız!”
“Evet, kardeşim çok doğru; işte o zaman hapı yutarız!” dedi iaşe subaylarının karıları. “Ama tabii, kimse bunu bilmiyor,” diye haykırdılar ve yüksek sesle güldüler. Sonrasında ise ambarın ağzından uçup gittiler kuzgun gibi gaklayarak.
Yelken açma vakti geldiğinde dünyada hiçbir şey miço çocuğu kararından vazgeçiremezdi. Kaptanın tatlı dili ya da verilen sözlerin artık bir anlamı yoktu, hiçbir şey onlarla gitmeye ikna edemezdi onu. En sonunda sonbahar geldiği için korktuğunu ve annesinin mutfak önlüğüne tutunarak ocağın arkasına saklanmayı tercih edip etmediğini sordular ona. Hayır, dedi genç adam. Korkmuyordu, hiç kimse onun daha önce, karada yaşayan adamlar gibi korku emareleri gösterdiğini söyleyemezdi. Bunu onlara kanıtlamaya da hazırdı, böylece onlarla yelken açmaya karar verdi ancak bazı istekleri vardı. Huş ağacından tam doğru ölçüde üç sicim getirilecek, kendi seçtiği bir günde geminin kaptanlığı ona devredilecekti. Kaptan bunun gerçekten de saçma bir istek olduğunu dile getirerek daha önce hiç kimsenin bir miçoya geminin komutasını devrettiğini duymadığını söyledi. Genç adam şartlarının bunlar olduğunu söyledi. Eğer ki huş ağacından üç sicim bulunmazsa ve sadece bir günlüğüne -ki kaptan ve tayfa o günün hangi gün olduğunu önceden öğreneceklerdi- gemiyi ona emanet edip de kaptan olarak ona biat etmezlerse ne bu gemiye bir kez daha adım atacak ne de katran ve ziftle ellerini kirletip gemiyle alakadar olacaktı. Bütün bunlar kaptana çok garip gelmişti ama sonunda şartları kabul etti, çünkü hiç şüphe yok ki bu genç adamla birlikte yelken açmak istiyordu. Ayrıca bir kez yola çıktılar mı genç adamın bu isteklerinden vazgeçeceğini düşünmüştü. İaşe subayı da kaptanla aynı fikirdeydi. “İstediği şekilde emir vermesine izin verin, eğer bir şeyler yolunda gitmezse ona yardım ederiz,” dedi. Böylece pazarlık edilmeden, tam doğru ölçüde alınmış huş ağacından sicimler getirildi ve yelken açtılar.
Miço çocuğun kaptanlık görevini üstleneceği gün gelip çattığında hava çok güzel, deniz sakindi; ancak genç adam, tayfadan ufak bir yelken bezi dışında bütün yelkenleri indirmelerini istedi. Kaptan ve tayfa ona gülerek şöyle dediler: “İşte böyle bir kaptanla karşı karşıyayız şu an. Gerçekten de bütün yelkenleri indirmemizi mi istiyorsunuz?”
“Şimdi değil,” dedi miço, “fakat yakında.”
Aniden şiddetli bir fırtına patlak verdi, onları öyle bir sarstı ki alabora olacaklarını sandılar. Eğer yelkenleri indirmemiş olsalardı hiç şüphe yok ki gemiye vuran ilk büyük dalgada alabora olurlardı.
Çocuk ilk sicimin parça parça denize atılması emrini verdi; sadece bir sicimin, asla ikisinin değil, ardından çocuk, onların diğer sicimlere dokunmasına dahi izin vermedi. Artık her bir kelimesini sorgusuz sualsiz yerine getiriyorlar ve gülmüyorlardı. Sicimi parça parça denize attılar. Son parça da denize düştüğünde bir inleme sesi duydular, sanki birisi ölümle boğuşuyordu; ardından fırtına geçti.
“Tanrıya şükürler olsun!” dedi tayfa ve kaptan, “Firmaya gemiyi ve beraberindeki yükü kurtardığından bahsedeceğim,” diye de ekledi kaptan.
“Bunları duymak gerçekten çok güzel, ancak işimiz henüz bitmedi,” dedi çocuk ve ekledi, “Daha kötüsü de gelecek.” Her bir küçük yelkeni toplamalarını emretti; pik yelkenler de bu emre dahildi. İkinci fırtına, ilkinden bile daha kötü vurdu onları; fırtına o kadar şiddetli, o kadar korkunçtu ki bütün tayfanın içi korkuyla dolmuştu. Fırtına şiddetinin doruğundayken çocuk onlara ikinci sicimi denize atmalarını söyledi. Onlar da sicimi parça parça denize atıp üçüncü sicimi ellememeye özen gösterdiler. Son parça da denize düştüğünde yine inlemeye benzer bir ses duydular. Sonrasında ortalık sakinleşti. Çocuk, “Şimdi, sadece bir fırtına daha var; bu en kötüsü olacak,” diyerek herkesi bulunmaları gereken görev noktalarına yolladı. Gemideki tek bir halat dahi kendi başına sallanmıyordu.
Son fırtına o kadar kötü bir şekilde vurmuştu ki onları, ilk iki fırtına bunun yanında hiçbir şeydi. Devasa dalga vurduğunda gemi yan yatmış, güvertede ne var ne yoksa dalga tarafından süpürülmüştü. Tayfa geminin tekrardan düzeleceğini sanmıyordu.
Fakat çocuk, huş ağacından yapılmış son sicimi de parça parça, ne bir parça eksik ne bir parça fazla olacak şekilde denize atmalarını söyledi. Sicimin son parçası da denize düştüğünde derinlerden gelen, inlemeye benzer bir ses duydular; sanki birisi acı çekerek ölüyordu. Her şey tekrardan durulduğunda gözlerinin görebildiği en uzak noktaya kadar bütün deniz kan rengine bürünmüştü.
Karaya vardıklarında kaptan ve iaşe subayları karılarına yazmaktan bahsettiler. “Sanırım artık bir karınızın olmadığını fark edip,” dedi miço onlara, “her şeyi oluruna bıraksanız iyi olabilir.”
“Ne saçma sapan konuşuyorsun sen öyle, çokbilmiş seni! Artık karılarımız yok mu?” dedi kaptan. “Yoksa onlardan kurtuldun mu?” dedi iaşe subayları.
“Hayır, hayır. Hepimiz beraber onlardan kurtulduk,” diye yanıtladı çocuk. Tayfanın karada, kaptanın da odun alışverişinde olduğu pazar akşamı gemi nöbetinde neler duyduğunu, neler gördüğünü bir bir anlattı.
Eve doğru yelken açtıklarında öğrendiler ki karıları fırtınanın olduğu gün ortadan kaybolmuşlardı, o günden beri onları ne gören vardı ne de duyan.
*
“Fırtına Büyüsü”(Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 248. Christiana yakınlarında Rasmus Olsen adında bir denizci tarafından anlatıldı), deniz ve cadılarla ilgili esrarengiz bir masal. “Fritjof Efsanesi”ndeki başkahraman da fırtına olmasını sağlayan iki cadı karşısında benzer bir macera atlatmaktadır. Miço'nun yaptığı karşı büyünün kaynağını bilmek ve neden huş ağacının seçildiği, ayrıca parça parça denize atıldığında nasıl cadıları yok edebildiğini öğrenmek ilginç olacaktır.
Dört Silinlik Parça
Bir zamanlar köyden çok uzakta, köhne görünümlü bir kulübede oturan yoksul bir kadın vardı. Ağzına koyacak azıcık lokması, ondan daha da az odunu olduğundan küçük oğlunu ormana, yakacak odun getirmeye yolladı. Sonbahardı ve gökyüzü griydi. Hava o kadar soğuktu ki ısınabilmek için oğlan bir hopladı bir zıpladı, bir zıpladı bir hopladı. Ne zaman yığına eklenecek yeni bir ağaç kökü veya ağaç dalı bulsa ellerini çapraz yaparak omuzlarına çarpıyordu çünkü elleri, soğuktan dolayı üzerlerinde yürüdüğü dağ mersini çalıları gibi kıpkırmızı olmuştu. El arabasını doldurduğunda eve doğru yöneldi. Daha önce biçilmiş ve üzerinde kökler kalmış bir tarladan geçiyordu ki tam o sırada sivri uçlu beyaz bir taş gözüne ilişti. “Ah, seni zavallı taş, ne kadar beyaz ne kadar da soluk bir renksin! Gerçekten donuyor olmalısın!” dedi delikanlı. Ceketini çıkardı ve taşın üzerine serdi. Yakacak odunlarla birlikte eve döndüğü zaman annesi, nasıl oldu da bu buz gibi sonbahar havasında sadece uzun kollu bir tişörtle dışarıda dolandığını sordu. Annesine sivri uçlu beyaz bir taş gördüğünü söyleyip ekledi, “Taş o kadar beyaz, o kadar solgun görünüşlü bir renkteydi ki ceketimi ona verdim. Hem üzerine kırağı düşmüştü.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403459?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Norveç’in doğusunda bir bölge. (ç.n.)
2
İsveç ve Norveç’te dağlara verilen özel isim. /fjatl/ (fi-el) şeklinde okunur. (ç.n.)
3
Norveç’in kuzeyinde bir ada bölgesi. (ç.n.)
4
İng. Doughnut. Halka şeklinde bir çeşit tatlı hamur işi. Türk mutfağındaki lokmaya benzer. (ç.n.)
5
Fırtınalı kötü havalarda denizcilerin yelkeni küçültmesine denir. (ç.n.)
6
Kuzey bölgelerinden Bergen’e balık satmak için topluca yola çıkan gemi filosu.
7
Takma saç yapan kişilere verilen ad. Günümüzde bu kişiler daha çok sahne sanatlarında görev alır. (ç.n.)
8
Arapça “keyl” sözcüğünden türemiş olan “kile”, eski zamanlarda tahıl ve arpa için kullanılan bir ölçü birimidir. Ağırlık yerine hacme dayalı olan bu ölçü biriminin genelgeçer bir karşılığı yoktur çünkü ölçü bölgeden bölgeye değişiklik gösterir ve o bölgenin adıyla anılırdı (örn. İstanbul kilesi gibi). (ç.n.)
9
Şairi bilinmeyen eski Norveç şiirlerinin modern bir derlemesi olan “Poetik Edda” kitabının ilk şiiri olan Voluspa’da, yaratılış hikâyesi ve dünyanın sonu anlatılır. (ç.n.)
10
İng. Aspen. Türkçede titrek kavak ağacı anlamına gelir. (ç.n.)
11
İng. Elm. Türkçede karaağaç anlamına gelir. (ç.n.)