Çin masalları
Frederick Herman Martens
Çin’in kültürel zenginliğinin, hayata yansımasını gözler önüne seren özenle seçilmiş bu 50 masalla kendinizi Uzakdoğu’nun uçsuz bucaksız diyarlarında bulacaksınız.
Bu masallarda Maymun Kral Sun Wukong’tan Ay Tanrıçası’na, Naja’dan büyücülere ve hayaletlere kadar ilginç karakterlerle dolu büyülü bir dünyaya yolculuk yapacaksınız.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.
Richard Wilhelm, Frederick H. Martens
Çin Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Ardından gözlerimizi biraz daha batıya çevirip Amerika kıtasından Kızılderili Masalları ve Amerikan Masalları’nı hazırladık. Şimdi yeniden doğuya dönüyoruz ve Çin Masalları’nı sizlerle buluşturuyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bu lunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giriş
Eski Çin masalları ve efsaneleri, değerli taşların, altının, rengârenk ipek kumaşların doğuya özgü ışığı ve parıltısı; fantastik ve doğaüstü aksiyonun doğuya özgü zenginliğiyle dolu Binbir Gece Masalları’yla benzerlikler taşır. Buna karşın her ikisi de kendilerine has egzotik bir his verir. “Tanrıların Masalları”nı “Azizlerin ve Büyücülerin Masalları”nı “Hayalet Masalları”nı, “Tarihi Masallar”ı ve “Edebi Masallar”ı kapsayan ve asıl kaynaklarına uygun olarak bu kitapta sunulan elli hikâye muhtemelen şimdiye kadar sunulmuş en kapsamlı ve en çeşitli doğuya özgü masal koleksiyonunu oluşturmaktadır. Bu masalların eşi benzeri olmayan canlılığından, fantastik güzelliğinden, sınırsız konu çeşitliliğinden hoşlanmayacak bir kimse yoktur. “Ay Tanrıçası” veya “Çoban ile Dokumacı Kız” gibi bazı hikâyeler zarafet dolu şiirleri andırmaktadır; “Üç Kahramanın İki Şeftali Yüzünden Ölümü” gibi diğer hikâyeler de bizi çarpıcı ve güçlü bir biçimde Çin’in kahramanlık çağlarına götürür. Fantezinin zirvesi, “Maymun Kral Sun Wukong” ve “Naja”nın yarı dini dramında veya “Yardımsever Büyücü”de gözler önüne serilen tuhaf büyülerle belirlenir. “Savaş Alanındaki Gece” ve “Başarısı Engellenen Hayalet” gibi mutlu sonla biten enfes hayalet hikâyeleri, “Akşam Gülü” gibi pastoral aşk hikâyelerine paralel olarak işlenir. Söz konusu Çin masallarının genç yaşlı tüm okuyuculara aynı hazzı vereceğini söylememizde beis yoktur. Bu hikâyeler, doğu ve batının sahip olduğu farklı bakış açılarının bizi sunumla ilgili birtakım detaylara yer vermeye mecbur bıraktığı bazı zamanlar haricinde biçim ve anlatımlarında herhangi bir değişiklik yapılmaksızın anlatılmıştır. Bu masalları hazırlarken aldığım hazzı okurların da alacağını umut ediyorum.
Fredrick H. Martens
TANRILARIN MASALLARI
Beş Tanrının İnsana Dönüşmesi
Yeryüzü gökyüzünden ayrılmadan önce, her şey kaos adı verilen devasa bir su buharı topundan ibaretti. O sırada beş doğal gücün ruhları şekillenip beş tanrıyı oluşturdu. Bunlardan ilki toprağın hükümdarı olan Toprak Tanrısı’ydı. İkincisi ateşin hükümdarı olan Ateş Tanrısı’ydı. Üçüncüsü ise Su Tanrısı olarak biliniyordu ve sulara hükmediyordu. Dördüncüsü, odunlara hükmeden Ağaç Tanrısı’ydı. Sonuncusu da Metallerin Tanrısı olarak metallere hükmediyordu. Bu beş tanrı doğal güçlerini kullandılar, böylece su ve toprak dibe çöktü. Gökler yukarı doğru süzülürken toprak diplerde katılaştı. Sonrasında tanrılar suların nehirlerde ve denizlerde toplanmasını sağladılar. Ardından tepeler ve ovalar ortaya çıktı. Böylelikle adeta gökler delindi ve karalar parçalara ayrıldı. Güneş, ay ve tüm yıldızlar; rüzgâr, bulutlar, yağmur ve çiy ortaya çıktı. Toprak Tanrısı yeryüzünün dairesel döngüsünü başlattı ve ateşle suyun etkisini de bu döngüye ekledi. Ardından çimler ve ağaçlar bitti yerden; kuşlar ve hayvanlar oluştu; yılan ve böcek, balık ve kaplumbağa kabileleri ortaya çıktı. Ağaç Tanrısı ile Metal Tanrısı, karanlık ve aydınlığı birleştirerek kadınlardan ve erkeklerden oluşan insan ırkını yarattı. Dünya bu şekilde yavaş yavaş şekil aldı.
O günlerde Yeşim Taşı İmparatoru adlı biri yaşardı. Sihir konusunda kendini eğitmiş ve büyücülük sanatında ustalaşmıştı. Beş tanrı, Yeşim Taşı İmparatoru’ndan en üstün tanrı olarak hüküm sürmesini istedi. Bu imparator, otuz üç tanrının yaşadığı cennete yaşıyordu ve altın kapılı beyaz yeşim taşından oluşan Yeşim Kalesi de ona aitti. Ayın yirmi sekiz hanesi, Gök Gürültüsü tanrıları ve Büyükayı takımyıldızının yanı sıra uğursuz, ölümcül niteliğe sahip bir grup kö tücül tanrı da ona itaat ederdi. Bu varlıkların hepsi, göklerin altında yaşayan bin kabileye hükmetmesi, yaşamı ve ölümü, şansı ve belayı paylaştırması için Yeşim Taşı İmparatoru’na yardım etti. Yeşim Taşı İmparatoru bugünlerde Büyük Tanrı ve Beyaz Yeşim Taşı Hükümdarı olarak bilinmektedir.
Görevlerini tamamladıktan sonra beş tanrı kendilerini geri çekerek hayatlarının geri kalanını sessizlik ve sükûnet içinde geçirdiler. Ateş Tanrısı ateşin hükümdarı olarak Güney’de yaşıyordu. Su Tanrısı ise kasvetli kutup göklerinin efendisi olarak hayatını Kuzey’de sürdürüyordu. Kalesi sıvı kristaldendi. Su Tanrısı, daha sonraki çağlarda Konfüçyüs’ü bir aziz olarak yeryüzüne gönderdi. Bu sebeptendir ki bu aziz, Kristalin Oğlu olarak bilinmektedir. Ağaç Tanrısı Doğu’da yaşıyordu. Kendisine Yeşil Tanrı olarak hürmet ediliyordu ve o, tüm varlıkların oluşumunu gözlüyordu. Baharın gücünü barındırıyordu içinde. Sevginin tanrısıydı. Metal Tanrısı da Batı’da, Yeşim Denizi kıyısında yaşıyordu. Batı’nın Ana Tanrıça’sı olarak da biliniyordu. Perilerin devriyelerini yönetiyor, değişim ve büyümeyi gözlüyordu. Toprak Tanrısı ise ortada yaşıyordu. Herhangi bir sıkıntısı olanları kurtarmak ve onlara yardım etmek için durmadan dünyayı dolaşıyordu. İnsanoğlu dünyaya ilk geldiğinde ona her türlü beceriyi öğreten Toprak Tanrısı’ydı. Sonraki yıllarda Kutsal Dağ’da dünyanın anlamını kavradı ve göz alıcı güneşe doğru yükseldi. Zhou Hanedanı döneminde Li Er ismiyle yeniden doğdu. Doğduğunda saçları ve sakalı beyazdı, bu sebeple kendisine Laozi yani “Yaşlı Çocuk” dendi. Yol ve Erdemin Kitabı’nı yazdı ve öğretilerini tüm dünyaya yaydı. Taoizmin kurucusudur. Han Hanedanı hükümdarlığının başlangıcında Nehir Kıyısı Bilgesi (Heshang Gong) olarak tekrar ortaya çıktı. Tao’nun öğretilerini büyük bir gayretle yurtdışına yaydı ve Taoculuk o zamandan bu yana büyük ölçüde gelişti. Bu öğretiler, günümüzde Toprak Tanrısı’nın öğretileri olarak bilinmektedir. Şöyle bir deyiş de vardır: “Önce Laozi var oldu, ardından gökler.” Bu deyiş, Laozi’nin ilk zamanlardaki Toprak Tanrısı’nın ta kendisi olduğu anlamına geliyor olmalıdır.
Tanrıların masallarının ilki olan “Beş Tanrının İnsana Dönüşmesi” adlı bu masal, halk arasındaki mevcut hikâyeden uyarlanmıştır. Hikâye içinde beş temel element olan toprak, ateş, su, ağaç ve metalin gücü, bir yaratılış efsanesiyle bağlantılı şekilde anlatılmıştır. “Yeşim Taşı İmparatoru” veya “Beyaz Yeşim Taşı Hükümdarı” anlamındaki Yu Huang, Çin halkı tarafından iyi yöneticinin tasviri için yaygın olarak kullanılan sözcüktür. Çin kültüründe beyaz yeşim taşı, altından bile değerli görülür ve bu sebeple “Beyaz Yeşim Taşı” ifadesi yalnızca Yeşim Taşı İmparatoru’nun yüceliğini ifade eder. Sonuç olarak, kendisinin en yüksek mertebeye sahip olarak aralarında bulunduğu otuz iki tanrı daha vardır. Otuz üç salonlu bir cennette yaşayan Şimşek ve Yıldırım Tanrısı Indra’yla kıyaslanabilir. İkisi arasındaki astronomik ilişki oldukça belirgindir.
Çoban ile Dokumacı Kız
Genç Çoban yoksul bir ailenin oğluydu. On iki yaşındayken ineğini gütmek üzere bir çiftçinin hizmetine girdi. Birkaç yıl sonra inek büyüyüp şişmanladı ve ineğin tüyleri sarı altın gibi parlamaya başladı. Bu inek tanrılara ait olmalıydı.
Bir gün ineği dağda otlatırken inek dile gelip bir insan sesiyle genç Çoban’a şunları söyledi: “Bugün Yedinci Gün. Yeşim Taşı İmparatoru’nun dokuz kızı tam bugün Gökteki Deniz’de yıkanırlar. Yedinci kız anlatılamayacak kadar güzel ve bilgedir. Gök Tanrısı ve Tanrıçası için bulutlardan ipek eğirir, yeryüzündeki kızların yaptığı dokumaların öncülüğü kendisindedir. Bu sebeple ona Dokumacı Kız denir. Dokumacı Kız yıkanırken gidip onun kıyafetlerini alırsan onun kocası olup ölümsüzlüğe ulaşabilirsin.”
“Ama o gökte,” dedi Çoban, “Oraya nasıl gidebilirim ki?”
“Ben götüreceğim,” diye cevapladı sarı inek.
Bunun üzerine Çoban ineğin üzerine bindi. Bir anda ineğin toynaklarından bulutlar akmaya başladı ve inek göğe yükseldi. Rüzgâr sesi gibi bir uğuldama vardı Çoban’ın kulaklarında. Şimşek hızında uçuyorlardı. Aniden durdu inek.
“Geldik işte,” dedi.
Genç Çoban etrafının krisopraz taşından ormanla ve yeşim taşından ağaçlarla çevrili olduğunu gördü. Çimler donuk akikten, çiçekler ise mercandandı. Tüm bu ihtişamın orta yerinde iki bin dönümlük bir alanı kaplayan, dört köşeli muhteşem bir deniz bulunuyordu. Denizin yeşil dalgaları yükselip alçalıyor, altın pullu balıklar suyun içinde bir oraya bir buraya yüzüyor, sayısız sihirli kuş tepesinde uçuşup şakıyordu. Çoban uzaktan bile sudaki dokuz kızı görebiliyordu. Hepsi de kıyafetlerini kıyıya bırakmıştı.
“Kırmızı kıyafetleri çabucak al, ormana saklan ve ne kadar kibarca isterse istesin asla kıyafetleri kıza geri verme. Ta ki senin karın olmaya söz verene dek…” dedi inek.
Sonrasında Çoban alelacele ineğin üstünden indi ve kırmızı kıyafetleri alıp uzaklaştı. Aynı anda dokuz kız durumu fark ederek dehşete düşmüşlerdi.
“Ey delikanlı, sen nereden geliyorsun da kıyafetlerimizi almaya cüret ediyorsun?” diye bağırdılar. “Hemen onları buraya getir!”
Ne var ki genç Çoban kendisine söylenenlere kulak asmayıp yeşim taşı ağaçlardan birinin arkasına sığındı. Ardından kızlardan sekizi kıyıya çıkıp kıyafetlerini giydi.
“Kaderinde göklerin sahibi olmak olan yedinci kız kardeşimiz sana geldi. Onu seninle yalnız bırakacağız,” dedi kız kardeşler.
Dokumacı Kız hâlâ suyun içinde eğilmiş haldeydi.
Çoban ise kızın önünde durup güldü.
“Eğer karım olmaya söz verirsen sana kıyafetlerini veririm,” dedi.
Ancak bu, Dokumacı Kız’ın hoşuna gitmedi.
“Ben Tanrıların Hükümdarı’nın kızlarından biriyim ve onun emri olmadan evlenmem mümkün değil. Kıyafetlerimi bana hemen geri vermezsen babam seni cezalandıracaktır!” dedi kız.
Bunun üzerine sarı inek şunları söyledi: “Birlikte olmak kaderinizce belirlendi ve ben de evliliğinizi tertip etmekten onur duyarım. Tanrıların Hükümdarı olan babanız da buna itiraz etmeyecektir. Bundan eminim.”
“Akıl almaz bir hayvansın! Nasıl bizim evliliğimizi tertip edebilirsin ki sen?” diye cevapladı Dokumacı Kız.
“Tam şurada, kıyıdaki yaşlı söğüt ağacını görüyor musunuz? Sadece bir deneyin ve soru sorun ona. Eğer söğüt ağacı konuşursa Gökyüzü sizin evlenmenizi istiyor demektir.”
Dokumacı Kız söğüt ağacına bir soru sordu.
Söğüt bir insan sesiyle cevap verdi:
“Bugün Yedinci Gün olur, Çoban’ın Dokumacı’ya teklifi karşılık bulur!”
Dokumacı Kız cevaptan memnun kaldı. Genç Çoban kıyafetleri yere bırakıp ilerledi. Kız da giyindi ve onu takip etti. Ve böylece karı ve koca oldular.
Fakat yedi gün sonra Dokumacı, Çoban’ı terk etti.
“Tanrıların Hükümdarı dokumamla ilgilenmemi emretti. Çok gecikirsem korkarım ki cezalandırılacağım. Şimdilik ayrılmamız gerekse bile, her şeye rağmen yeniden buluşacağız,” dedi kız.
Bu sözleri söyleyip gerçekten de çekip gitti. Çoban peşinden koştu. Tam kıza yaklaşmıştı ki Dokumacı Kız saçındaki uzun iğnelerden birini çekip gökyüzünde boydan boya bir çizgi çizdi. Çizgi, Gümüş Nehir’e dönüştü. Bu nedenle şimdi bile Nehir’in iki ayrı kıyısında durmuş birbirlerini beklemektedirler.
O zamanlardan beri bu iki âşık yılda bir kez, Yedinci Gün’ün arifesinde buluşurlar. O vakit geldiğinde insanların dünyasındaki tüm kargalar uçarak gelir ve Dokumacı Kız geçebilsin diye Gümüş Nehir’in üzerinde bedenleriyle bir köprü oluşturur. Hiç şüphe yok ki o gün sabahtan akşama değin ağaçlarda tek bir karga bile görememenizin sebebi budur. Yedinci Gün’ün akşamı ise genellikle inceden bir yağmur yağar. Bunun üstüne kadınlar ve nineler birbirlerine şunu söyler: “Bunlar Çoban’la Dokumacı Kız’ın vedalaşırken döktüğü gözyaşlarıdır!” Bu yüzden Yedinci Gün bir yağmur festivali olarak da bilinmektedir.
Gümüş Nehir’in batısında üç yıldızdan oluşan Dokumacı Kız takımyıldızı bulunur. Tam karşısında da bir üçgen şekli oluşturan üç yıldız daha vardır. Rivayete göre bu üçgen yıldızlar Dokumacı Kız, Gümüş Nehir’i geçmek istemeyin ce Çoban’ın öfkelenip ineğinin boyunduruğunu kıza doğru fırlattığı gün, kızın ayakları önüne düşen boyunduruktur. Gümüş Nehir’in doğusu ise altı yıldızdan oluşundan Çoban takımyıldızıdır. Bu takımyıldızın bir yanını, ortada nispeten genişleyip iki uçta sivrileşen sayısız küçük yıldızdan meydana gelen bir takımyıldızı oluşturur. Söylentilere göre bu takımyıldız da Dokumacı Kız’ın karşılık olarak Çoban’a fırlattığı ancak isabet ettiremeyip Çoban’ın yan tarafına düşen kirmenidir.
“Çoban ile Dokumacı Kız” sözlü bir kaynaktan yeniden aktarılmıştır. Çoban, Kartal’da (takımyıldızı) bulunan bir takımyıldızıyken Dokumacı Kız ise Çalgı takımyıldızındadır. Onları ayıran Gümüş Nehir de Samanyolu’dur. Yedinci ayın Yedinci Gün’ü, yeniden buluşmalarının kutlandığı festival günüdür. Gök Tanrısı’nın dokuz gökte yaşayan dokuz kızı vardır. Kızlardan en büyüğü Li Jing’le (bkz. “Naja” masalı) evlenmiştir. İkincisi, Erlang Şin’in (bkz. III. Bölüm) annesidir. Üçüncü kız Jüpiter gezegeninin (bkz. “Şafak Gökyüzü”) annesidir. Dördüncüsü zenginlik ve saygınlık kazanmasına yardım ettiği Dong Yong isimli dindar ve çalışkan bir bilgeyle yaşamını sürdürmüştür. Yedincisi Dokumacı Kız’dır. Dokuzuncu kız ise işlediği bazı kabahatlerden dolayı bir köle olarak yeryüzünde yaşamak zorunda kalmıştır. Beşinci, altıncı ve sekizinci kızlar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir.
Erlang Şin
Gök Tanrısı’nın ikinci kızı bir keresinde yeryüzüne inip gizlice Yang isimli fani bir adamın karısı oldu. Gökyüzü’ne geri döndüğünde bir erkek evlatla müjdelendi. Ne var ki Gök Tanrısı kutsal yurtlarına yapılan bu saygısızlık karşısında çok sinirlenmişti. Kızını yeryüzüne sürgün edip Wuyi tepelerinin içine sakladı. Gelgelelim ikinci kızın oğlu Erlang, doğuştan olağanüstü yeteneklere sahip bir çocuktu. Yetişkinliğe eriştiğinde büyülü şekil değiştirme sanatında ustalaşmıştı. Kendisini görünmez yapabilir veya seçtiği kuşların, hayvanların, çimlerin, çiçeklerin, yılanların ve balıkların şekline bürünebilirdi. Ayrıca denizlerin nasıl boşaltılacağını ve dağların bir yerden başka bir yere nasıl taşınacağını da bilirdi. Böylece Wuyi tepelerine gidip annesini sırtına alıp taşıyarak kurtardı. Dinlenmek için düz bir kaya parçası üzerinde durmuşlardı.
Annesi, “Çok susadım!” dedi.
Erlang, annesine su getirmek için vadiye indi. Bir süre sonra geri döndüğünde annesi artık kayanın üzerinde değildi. Sabırsızca etrafına bakındı ancak kayanın üzerinde yalnızca annesinin derisi, kemikleri ve birkaç damla kan lekesi vardı. O günler, göklerde hâlâ alev gibi yanıp parlayan on güneşin var olduğu günlerdi. Kuşkusuz ki Gök Tanrısı’nın kızı doğası itibarıyla ilahi özelliklere sahipti fakat babasının hiddetine maruz kalıp yeryüzüne sürgün edildiği için sihirli güçlerini kullanamaz hale gelmişti. Ayrıca o tepelerin altındaki karanlık yerde o kadar uzun süre kalmıştı ki aniden gün ışığına çıktığında güneşin kör edici parlaklığı onu yakıp kül etmişti.
Annesinin acı ölümünü düşündükçe Erlang’ın yüreği sızlıyordu. Omuzlarına iki dağı bindirip güneşlerin peşine düştü. Güneşleri dağların arasına alarak onları ölümüne eziyordu. Ne zaman bir güneş daha ezse yeni bir dağ alıyordu eline. Bu şekilde on güneşten dokuzunu yok etmişti bile. Geriye bir tanesi kalmıştı. Erlang merhametsizce sonuncu güneşin peşine düşünce, güneş de can havliyle kendini ipek çiçeğinin yaprakları altına gizledi. Gelin görün ki yakınlarda bulunan bir solucan onun saklanma yerini ele vererek “İşte orada! İşte orada!” diye tekrarlıyordu.
Erlang güneşi yakalamak üzereyken Gök Tanrısı’nın bir ulağı, elinde bir emirle gökten indi: “Gökyüzü, hava ve yeryüzü güneş ışığına ihtiyaç duyar. Bu kalan tek güneşin yaşamasına izin ver ki tüm varlıklar yaşayabilsin. Anneni kurtararak iyi bir evlat olduğunu ispat ettiğin için artık bir tanrısın ve En Yüksek Gök’te benim korumam olup fani dünyadaki iyiliği ve kötülüğü yönetecek, ifritlerin ve şeytanların üzerinde güç sahibi olacaksın.” Erlang bu emri alıp göğe yükseldi.
Ardından güneş, ipek çiçeğinin yapraklarının altından yeniden ortaya çıktı. Onu kurtardığı için bitkiye minnet duyan güneş, ona bir daha asla güneş ışığından korkmasına gerek olmadığını ve kendisine serbestçe çiçeklenme yeteneği bahşettiğini söyledi. Bugünlerde ipek çiçeğinin yapraklarının alt taraflarında oldukça narin küçük beyaz inciler görülebilir. İşte onlar güneş yaprakların altına saklandığında orada takılı kalan güneş ışıklarıdır. Güneş solucanının ise daima peşindedir. Ne zaman toprağın altından ortaya çıksa zamanında ona ihanet ettiği için solucanı yakıp kavurur.
O zamanlardan bugüne Erlang Şin tanrılıkla şereflendirilmiştir. Eğik ve belirgin kaşları vardır ve elinde çift bıçaklı, üç sivri uca sahip bir kılıç tutar. İki hizmetçisi bir doğan ve bir tazıyla birlikte onun yanında durur, çünkü Erlang Şin aynı zamanda çok iyi bir avcıdır.
Erlang Şin (doğan ve tazı sahibi olmasından da anlaşılacağı üzere) bir avcıdır. Erlang’ın sahip olduğu ve kelimenin tam anlamıyla “ısıran ilahi tazı” olan Göklerin Tazısı, İndra’nın tazısını anımsatmaktadır. Göklerde aslında on güneşin var olup dokuzunun bir okçu tarafından vurulduğu efsanesi, hükümdar Yao döneminde de yer almaktadır. O hikâyede okçunun ismi Hou Yi veya sadece Yi’dir. Bu hikâyede ise güneşlerin oklarla vurulmasından ziyade dağlar arasında ezilip yok edilmesine tanık oluyoruz.
Naja
Gök Tanrısı’nın en büyük kızı General Li Jing’le evlenmiş ve Jinja, Naja ve Muja isimli oğulları olmuştu. Gelgelelim kadın, Naja rahmine düştüğü gece rüyasında Taocu bir rahibin odaya girip “Bu İlahi Oğul’u hemen kabul et!” dediğini ve ansızın vücudunda göz alıcı bir incinin parlamaya başladığını gördü. Rüyasından korkuyla uyandı. Naja dünyaya geldiğinde çark gibi dönen, etten bir top gibi görünüyordu ve tüm odayı garip kokularla kıpkırmızı bir ışık doldurmuştu.
Li Jing korkmuştu, onun bir hayalet olduğunu sandı. Dönmekte olan topa kılıcıyla vurunca içinden tüm vücudu kızıl bir ışıkla parlayan küçük bir çocuk çıktı. Fakat çocuğun yüzü zarif biçimli ve kar gibi beyazdı. Sağ kolunda altın bir kolluk takılıydı ve kalçalarının etrafında da göz kamaştıran kırmızı bir ipek sarılıydı. Li Jing çocuğu gördüğünde ona acıyıp hayatını bağışladı, karısı ise çocuğu yürekten sevmeye başlamıştı bile.
Üç gün sonra tüm dostları mutluluklar dilemek için General’in evine gelmişti. Taocu bir rahip ortaya çıkıp şunları söylemeden hemen önce şölen ziyafetine geçiyorlardı: “Ben Yüce Kişiyim. Bu çocuk, sana oğul olarak bahşedilmiş Her Şeyin Başlangıcı’nın parlak incisi. Fakat çocuk vahşi ve asi; birçok insanı öldürecek. Bu yüzden onu, yabani huylarını yumuşatmak için öğrencim olarak yanıma alacağım.” Li Jing eğilip teşekkür etti ve Yüce Kişi ortadan kayboldu.
Naja yedi yaşındayken bir defasında evden kaçtı. Yeşil suları iki sıra salkım söğüdün arasından akan dokuz dönemeçli ırmağa geldi. Sıcak bir gündü ve Naja serinlemek için suya girdi. Kırmızı ipekten kıyafetini çıkarıp ırmakta yıkadı. Ne var ki oturup kıyafetini çırpması Doğu Denizi’ndeki Ejderha Kralı’nın kalesini temellerinden sarsmıştı. Bunun üze rine Ejderha Kral, korkunç görünümlü bir balık kralını ne olup bittiğini öğrenmesi için görevlendirdi. Balık kral, çocuğu görünce azarlamaya başladı. Buna karşın çocuk yalnızca yukarı bakıp şöyle dedi: “Ne garip görünümlü bir yaratıksın, sahiden konuşabiliyorsun bir de!” Yaratığın öfkeden gözü döndü, sıçrayıp Naja’ya baltasıyla saldırdı. Çocuk darbeyi savuşturup altın kolluğunu ona fırlattı ve kolluk yaratığın başına çarpıp onu öldürdü.
Naja gülerek, “Haydi bakalım! Hem öldü hem de kolluğumu kana buladı!” dedi. Kolluğunu yıkamak için tekrar bir kayaya oturdu. O sırada ejderhanın kristal kalesi sanki parçalanmak üzereymiş gibi sarsılmaya başladı. Bir gözcü gelip balık kralının bir çocuk tarafından öldürüldüğünü rapor etti. Böylece Ejderha Kralı çocuğu yakalaması için oğlunu gönderdi. Oğlu, suyu yararak ilerleyen bir yaratığın üzerinde oturur vaziyette, devasa dalgaların gürültüsüyle çıkageldi. Naja ayağa kalkıp şöyle dedi: “Bu büyük bir dalga!” Birdenbire, dalgaların arasından bir yaratığın geldiğini gördü. Yaratığın üzerinde oturan bir adam şöyle bağırıyordu: “Balık kralımı öldüren kim?” Naja yanıtladı: “Yaratık beni öldürmek istediği için öldürdüm onu. Ne fark eder ki?” Ejderha baltalı kargısıyla saldırmaya başladı. Fakat Naja şöyle dedi: “Savaşmadan önce bana kim olduğunu söyle.” “Ejderha Kralı’nın oğluyum,” diye cevapladı. “Ben de General Li Jing’in oğlu Naja’yım. Şiddet uygulayarak öfkemi uyandırmamalısın, yoksa o çamur balığı babanla birlikte derilerinizi yüzerim!” Ejderha sinirden çılgına dönerek saldırıya geçti. Ama Naja kırmızı ipekten kıyafetini havaya fırlatınca kumaş, ateş topu gibi parlayıp Kral’ın oğlunun göğsüne çarptı. Ardından Naja, altın kolluğunu tutarak düşmanının kafasına attı. Böylece gerçek şekli olan altın ejderhaya dönüşen yaratığın ölüsü yere yuvarlandı.
Naja gülüp şöyle dedi: “Ejderhaların kas tellerinden iyi kordon yapıldığını duymuştum. Birini çıkarıp babama götüreceğim, zırhını onunla bağlayabilir.” Sonra da ejderhanın sırtındaki kas tellerinden birini çıkarıp eve götürdü.
Bu sırada öfkeyle dolu Ejderha Kralı, Naja’nın babası Li Jing’e gidip çocuğun kendisine teslim edilmesini talep etmişti. Ancak Li Jing, “Yanılıyor olmalısınız. Oğlum yalnızca yedi yaşında olduğundan bu tür suçları işleyebilecek kabiliyete sahip değil,” dedi. Onlar hâlâ tartışırken Naja koşarak gelip şöyle bağırdı: “Baba senin için bir ejderha kası teli getirdim, zırhını bununla bağlayabilirsin!” Bunu duyan Ejderha gözyaşlarına boğulup sinirle bağırıp çağırdı. Li Jing’i Gök Tanrısı’na şikâyet etmekle tehdit edip burnundan soluyarak oradan ayrıldı.
Li Jing’i telaş sardı, karısına olan biteni anlatınca beraber ağlamaya başladılar. Ancak Naja yanlarına gelip şunları söyledi: “Neden ağlıyorsunuz? Şimdi ustam Yüce Kişi’ye gideceğim, o ne yapılacağını bilir.” Bu sözleri söylemesiyle ortadan kaybolması bir oldu. Ustasının huzuruna varıp tüm hikâyeyi anlattı. Usta, “Ejderhanın önüne geçmeli ve Gök’te seni suçlamasını engellemelisin!” dedi. Sonra da bir büyü yapıp Naja’yı önünde ejderhayı bekleyeceği Gök kapısına gönderdi. Sabahın erken saatleriydi. Gök kapısı henüz açılmamış, bekçi henüz yerine gelmemişti. Ama ejderha çoktan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Ustasının büyüsüyle görünmez halde olan Naja, kolluğuyla ejderhayı yere düşürüp üzerine saldırdı. Ejderha bağırıp çağırdı. “İşte, yaşlı solucan çırpınıyor,” dedi Naja, “Üstelik ne kadar dayak yediğini de umursamıyor! O zaman pullarının bir kısmını kazıyacağım!” Bu sözlerle birlikte ejderhanın kıyafetlerini yırtıp sol kolunun altındaki pullardan koparınca kırmızı kan damlaları akmaya başladı. Ejderha artık acıya dayanamayacak hale gelince merhamet etmesi için Naja’ya yalvardı. Ne var ki önce kendisini şikâyet etmeyeceğine dair Naja’ya söz vermesi gerekiyordu. Sonrasında ejderha, Naja’nın yenine koyup eve götürdüğü küçük yeşil bir yılana dönüştü. Küçük yılanı yeninden çıkarmasıyla birlikte yılan, insan şeklini aldı. Ardından ejderha, Li Jing’i korkunç bir şekilde cezalandıracağına yemin edip anında ortadan kayboldu.
Li Jing bu sefer oğluna gerçekten çok kızmıştı. Bu yüzden annesi, Naja’yı babasının gözü önünden uzak tutmak için evin arkalarına gönderdi. Naja ejderha döndüğünde ne yapması gerektiğini öğrenmek için ustasının yanına gitti. Ustası bazı tavsiyeler verdi ve Naja evine döndü. Dört denizin ejderha krallarının hepsi toplanarak Naja’yı cezalandırmak için savaş nidalarıyla Naja’nın ailesini bağladılar. Naja koşarak gelip şöyle haykırdı: “Yaptığım şeylerin cezasını çekeceğim! Ailem suçsuzdur! Bana uygulamak istediğiniz ceza nedir?” “Cana karşılık can!” dedi Ejderha. “Peki, öyleyse kendimi yok edeceğim!” Dediğini yaptı ve Naja’nın annesi gözyaşlarıyla oğlunu gömerken ejderhalar memnun şekilde ayrıldılar.
Gelgelelim Naja’nın ruhu havada dalgalanıp rüzgârla birlikte Yüce Kişi’nin mağarasına savruldu. Yüce Kişi ruhu içeri alıp şöyle dedi: “Annene görünmelisin! Evinizden altmış beş kilometre uzakta yeşil bir dağ yükseliyor. Dağın kayalıklarına senin için bir tapınak inşa etmeli. Üç yıl boyunca insanların ibadet için yaktıkları tütsülerin tadını çıkarınca tekrar bir insan vücuduna sahip olabilirsin.” Naja rüyasında annesine görünüp haberi iletince kadın gözyaşlarıyla uyandı. Fakat Li Jing rüyayı duyunca çok sinirlendi: “Uğursuz çocuk ölerek hak ettiği cezayı buldu! Sürekli onu düşündüğün için rüyalarına girmiştir. Önemsemene gerek yok.” Kadın daha fazla konuşmadı, fakat o günden sonra Naja her gün, kadın gözlerini kapatır kapatmaz ona görünerek isteğinde daha da ısrarcı olmaya başladı. Sonunda kadının Li Jing’den habersiz, Naja için bir tapınak inşa etmekten başka bir çaresi kalmadı.
Naja tapınağında büyük mucizeler gerçekleştirdi. Tapınakta edilen tüm dualar kabul oldu. Çok uzaklardan insanlar tütsüler yakmak için akın akın geldiler.
Böylece altı ay geçti. Bir gün Li Jing büyük bir askeri tatbikat vesilesiyle söz konusu kayalıklara gelince insanların karınca sürüleri gibi dağa üşüştüklerini gördü. Kayalarda ne olduğunu sordu. “Bu yeni bir tanrıdır. O kadar çok mucize gerçekleştiriyor ki uzaktan yakından birçok insan ibadete geliyor.” “Ne tür bir tanrı bu?” diye sordu Li Jing. Tanrının kim olduğunu gizlemeye cesaret edemediler. Li Jing öfkeyle atını kayalıklara doğru mahmuzladı, elbette, tapınağın kapısında “Naja’nın Tapınağı” yazıyordu. Tapınağın içinde de yaşarken göründüğü haliyle Naja’nın resmi bulunuyordu. Li Jing şöyle dedi: “Hayattayken ailene talihsizlik getirdin. Şimdi de ölü halinle insanları kandırıyorsun. Bu iğrenç!” Sözlerini tamamlayınca kamçısını çıkarıp Naja’nın puta benzer resmini parçalara ayırdı ve tapınağı yaktırıp ibadete gelenlere dostane şekilde açıklamalar yaptı. Sonra da eve döndü.
O gün Naja’nın bilinci dışarıdaydı ve döndüğünde tapınağını yıkılmış halde buldu. Dağ ruhundan orada ne olduğunu öğrenince ustasına gidip gözyaşlarıyla başına gelenleri anlattı. “Li Jing’in hatası bu. Bedenini ailene geri verdikten sonra artık onunla bağın kalmamıştı. Adakların tadını çıkarmaktan neden alıkoydu ki seni?” dedi ustası. Ardından lotustan bir beden yapıp ona hayat verdi ve Naja’nın ruhunu içine kapattı. Sonra da “Ayağa kalk!” diye seslendi. Bir nefes sesi duyuldu ve Naja tekrar küçük bir çocuk şeklinde uyandı. Ustasının ayaklarına kapanıp teşekkür etti. Yüce Kişi ona ateşli mızrağın büyüsünü bahşetti ve Naja o andan itibaren ayaklarının altında dönen iki çarka sahip oldu: Rüzgâr çarkı ve ateş çarkı. Bunlarla havada yukarı ve aşağı hareket edebiliyordu. Ustası ayrıca kolluğunu ve ipek kıyafetini koyması için panter derisinden bir torba verdi.
Naja, Li Jing’i cezalandırmaya kararlıydı. Gözetlenmediği bir andan yararlanıp dönen çarkları üzerinde gürüldeyerek Li Jing’in evine gitti. Li Jing ona direnemeyip kaçtı. İlahi Puhain’in öğrencisi olan ikinci oğlu Muja, Ak Turna Mağarası’ndan yardımına geldiğinde tükenmek üzereydi. Kardeşler arasında şiddetli bir kavga gerçekleşti ve savaşmaya başladılar. Naja, Muja’nın üstesinden gelip Li Jing’in peşine bir kez daha düştü. Gazabı had safhadaydı; fakat Li Jing’in en büyük oğlu Jinja’nın ustası olan, Beş Ejderha Tepesi’nden kutsal Wençu öne çıkıp Li Jing’i mağarasına gizledi. Naja öfkeyle babasının kendisine teslim edilmesini talep etti, ancak Wençu şöyle dedi: “Yabani tabiatını gönlünün istediğince başka yerlerde şımartabilirsin, ama burada değil.”
Naja muazzam bir öfke içinde ateşli mızrağını adama yönelttiğinde, Wençu bir adım geri çekilip yeninden yedi yapraklı lotusu çıkarıp havaya fırlattı. Bir kasırga oluştu, bulutlar ve sisler etrafı kapladı, kum ve toprak yerden savruldu. Sonra da kasırga, büyük bir gürültüyle yere çarptı. Naja bayıldı ve bilinci tekrar yerine geldiğinde kendini hareket edememesi için üç altın sırımla altın bir sütuna bağlanmış halde buldu. Ardından Wençu, Jinja’yı yanına çağırdı ve ona asi kardeşine güzel bir sopa atmasını emretti. O da yaptı. Buna katlanmak zorunda olan Naja da dişlerini sıkıp bekledi. Bu sıkıntılı anında Yüce Kişi’nin yanından süzülerek geçtiğini görüp bağırdı: “Ey Usta, kurtar beni!” Ancak ustası onu fark etmedi. Hatta mağaraya girip Naja’ya verdiği ağır ders için Wençu’ya teşekkür etti. En sonunda Naja’yı yanlarına çağırıp ona babasıyla uzlaşmasını buyurdular. Ardından ikisini de gönderip satranç masasına geçtiler. Gelgelelim Naja serbest kalır kalmaz tekrar öfkeye kapılıp babasının peşine düştü. Li Jing’i yakaladığında başka bir aziz babayı kurtarmaya geldi. Bu kez gelen Parlak Işığın Yaşlı Budası’ydı. Naja onunla savaşmaya kalktığında Buda kolunu kaldırdı ve kırmızı, dönen bulutlar Naja’yı çevreleyen bir Budist tapınağı oluşturdu. Sonra da Parlak Işık, iki elini tapınağa koydu ve içeride Naja’yı yakan bir yangın çıktı. Çocuk merhamet etmesi için bağırmaya başladı. Babasından af dileneceğine ve ileride daima ona itaat edeceğine söz verdi. Tüm bu sözleri verdiğinde Buda, çocuğun tapınaktan çıkmasına izin verdi. Tapınağı da Li Jing’e vererek ona Naja’nın üzerinde egemenlik sağlayabileceği büyülü bir söz öğretti. Bu sebeple Li Jing, Göklerin Tapınak Taşıyan Kralı olarak bilinir.
Li Jing ve üç oğlu Jinja, Muja ve Naja daha sonra Zhou Hanedanı’ndan Kral Wu’nun, zalim hükümdar Zhou Şin’i devirmesine yardım ettiler.
Kimse onların gücüne direnemezdi. Yalnızca bir defa büyücünün biri Naja’nın sol kolunu yaralamayı başarmıştı. Başkası olsa o yaradan ölebilirdi. Fakat Yüce Kişi onu mağarasına taşıyıp yarasını iyileştirdi ve ona tanrıların şarabından üç kadeh içirip ateş hurmalarından üç tanesini yedirdi. Naja bunları yiyip içtiğinde birden sol tarafında bir çatırtı duydu ve başka bir kolu çıkmaya başladı. Korkudan konuşamadı ve gözleri yuvalarından fırladı. Fakat her şey başladığı gibi devam etti; sonunda üç kafa ve sekiz kola sahip olana dek vücudundan altı kol ve iki kafa daha çıktı. Ustasına şöyle seslendi: “Tüm bunlar ne anlama geliyor?” Ustası yalnızca gülüp şunları söyledi: “Her şey olması gerektiği gibi. Bu donanımla gerçekten çok güçlü olacaksın!” Ardından ona istediği şekilde kollarını ve kafalarını görünür-görünmez yapabileceği büyülü sözleri öğretti. Zalim hükümdar Zhou Şin öldürüldüğünde Li Jing ve üç oğlu hâlâ yeryüzünde oldukları halde göklere alınıp tanrıların arasına oturtuldular.
Göklerin Tapınak Taşıyan Kralı Li Jing’in kökeni Hinduların şimşek ve yıldırım tanrısı Indra’ya kadar uzanabilir. Tapınak, Indra’nın şimşek şeklindeki silahı Vajra’nın hatalı bir yorumu olabilir. Böyle bir durumda Naja gök gürültüsünün kişileştirilmiş hali olurdu. Yüce Kişi (Taiyi) yaratılanların etken ve edilgen ilkelere ayrılmadan önceki halidir. Zhou Hanedanı Kralı Wu’yla zalim Zhou Şin arasındaki savaşa katılan azizlerin ve kutsal kişilerin tüm şecereleri mevcuttur. Azizlerin büyük kısmı yeniden şekillendirilmiş Budist-Brahminik figürlerdir. Doğu Denizi’nin Ejderha Kralı ayrıca Sun Wukong’un hikayesinde de ortaya çıkar “Ejderha’nın kas teli” omurilik anlamına gelir, sinirler ve kas telleri arasındaki ayrım çok da gözetilmez. İnsanın başının üstünde üç bilinci ve yedi hayvan ruhu bulunur. “Naja’nın bilinci o gün dışarıdaydı” ifadesinden putun yalnızca tanrının koltuğu olduğu ve istediği zaman oturup kalkabileceği anlaşılır. Bu nedenle dualar edilirken çanlar ya da tütsüler aracılığıyla tanrı koltuğuna çağrılmalıdır. Tanrı orada olmadığında put yalnızca bir odun ya da taş parçasıdır. Buda’nın Aslanı olan Puhain, Tantra[1 - Tantra, Hinduizmin bir koludur.] Okulu’nun dört büyük Bodhisattvası’ndan[2 - Bodhisattva, Budist düşüncede kendini tüm duyarlı canlıların Budalığa ulaşmasına yardımcı olmaya adamış kişidir.] biri olan Hintli Samantabhadra’dır[3 - Samantabhadra, Budizmin üç ana kolundan biri olan Mahayana Budizminde eğitim ve meditasyonla bağdaştırılan bir Bodhisattva’dır.]. Altın Yeleli Dağ Aslanı üzerindeki Buda olan Wençu, Hintli Manjushri’dir[4 - Manjushri, Mahayana Budizminde bilgeliği temsil eden bir Bodhisattva’dır.]. Parlak Işığın Yaşlı Budası ise Hintli Dipamkara’dır[5 - Dipamkara, Budist geleneğindeki Budalardan biridir.].
Ay Tanrıçası
İmparator Yao döneminde güçlü bir kahraman ve iyi bir okçu olan Houyi adında bir prens yaşardı. On güneş gökyüzüne hep birlikte yükselip o kadar çok parlar ve kızgın ışıklar saçarlardı ki yeryüzündeki insanlar buna dayanamazlardı. Bu sebeple imparator, Houyi’ye onları vurmasını emretti. Houyi de dokuz tanesini vurup gökten düşürdü. Houyi’nin yayı dışında rüzgârın bile yetişemeyeceği kadar hızlı bir de atı vardı. Avlanmaya gitmek için atına bindiğinde at kaçıp gitti ve bir türlü durmadı. Böylece Houyi kendini Kunlun Dağı’nda bulup orada Yeşim Denizi’nin Ana Tanrıçası’yla karşılaştı. Tanrıça ona ölümsüzlük bitkisi verdi. Bitkiyi eve götürüp odasına sakladı. Ancak karısı Çange, Houyi’nin evde olmadığı bir an gizlice bitkiyi yedi ve anında bulutlara doğru yükseldi. Ay’a ulaştığında orada gördüğü kaleye girip o günden itibaren Ay Tanrıçası olarak orada yaşamaya başladı.
Sonbaharın ortalarında bir gece Tang Hanedanı’ndan bir imparator, iki büyücüyle birlikte şarap içiyordu. Büyücülerden biri bambu değneğini alıp havaya fırlattı ve değnek üçünün birlikte Ay’a tırmandığı göksel bir köprüye dönüştü. Orada üzerinde “Saf Serinliğin Geniş Salonları” yazılı büyük bir kale gördüler. Kalenin yanında, açtığı çiçeklerle tüm havayı dolduran kokular yayan bir sinameki ağacı duruyordu. Ağaçta ise küçük dalları baltasıyla budayan bir adam oturuyordu. Büyücülerden biri dedi ki: “Bu kişi Ay’daki adamdır. Sinameki o kadar bereketli şekilde büyür ki zamanla Ay’ın tüm ışığını gölgeler. Bu yüzden her bin yılda bir kez kesilmelidir.” Sonra da geniş salonlara girdiler. Kalenin gümüş katları birbiri üzerinde yükseliyor, duvarları ve sütunları tümüyle sıvı kristalden oluşuyordu. Duvarlarda, içinde ba lıklar ve kuşların canlıymış gibi hareket ettiği kafesler ve göletler vardı. Tüm Ay diyarı camdan yapılmış gibi görünüyordu. Onlar hâlâ etrafa bakınırken beyaz bir manto ile gökkuşağı renginde elbise giymiş olan Ay Tanrıçası onlara doğru yürüdü. Gülümseyerek imparatora “Sen fani maddi âlemin bir prensisin. Servetin o kadar büyük olmalı ki buranın yolunu bulabilmişsin!” dedi. Beyaz kuşlara binip uçarak gelen refakatçilerini sinameki ağacının altında şarkı söyleyip dans etmeleri için buyur etti. Ardından saf bir müzik havada süzüldü. Ağacın yanında, yeşim bir tavşanın içinde ot öğüttüğü beyaz mermerden yapılmış bir havan duruyordu. Bu ayın karanlık yarısıydı. Dans bittiğinde imparator, büyücülerle birlikte dünyaya geri döndü. Ayda duyduğu şarkıları kâğıda döktürüp yeşim taşından flütler eşliğinde armut ağacı bahçesinde söyletti.
Bu, geleneksel bir masaldır. Okçu Houyi (veya Kont Yi, Okçu Prens) farklı çağlardaki efsanelere de yerleştirilmiştir. Bir masalda okları sayesinde tutulma sırasında ayı nasıl kurtardığını anlattığı için ayla ilgili efsanelerle bağlantılı olarak da karşımıza çıkar. Ana Tanrıça Şiwangmu’dur. Tang Hanedanı 618-906 yılları arasında hüküm sürmüştür. “Saf Serinliğin Geniş Salonları”; Buz Tanrıçası’nın da Ay’da bir evi bulunur. Ay’daki tavşan çok yaygın bir tasvirdir. Olgun tahılları ya da yaşam iksirini yapan otları öğütür. Üç bacaklı yağmur kurbağası Çan da Ay’da yaşar. Hikâyenin başka bir yorumuna göre Çange bu kurbağanın şeklini almıştır.
Sabah ve Akşam Yıldızları
Bir zamanlar Göklerin Altın Kralı’nın oğulları olan iki yıldız varmış. Birinin adı Chen diğerinin Shen’miş. Bir gün kavga etmişler ve Chen, Shen’e yumruk atmış. Bunun sonucunda bir daha birbirlerinin yüzüne bakmamaya yemin etmişler. Bu yüzden Chen yalnızca akşamları Shen de sabahları ortaya çıkar ve Chen ortadan kaybolmadan Shen tekrar görünmez. İşte bu sebeple insanlar “İki kardeş birbiriyle huzur içinde yaşamıyorsa onlar Chen ve Shen gibidir,” der.
Chen ve Shen, sabah ve akşam yıldızları olan Hesperus ve Lucifer’dir. Masal, geleneksel biçimiyle anlatılmıştır.
At Başlı Kız veya İpekböceği Tanrıçası
Geçmişin karanlık çağlarında, bir gün yaşlı bir adam yolculuğa çıktı. Evde tek kızı ve beyaz bir aygırı haricinde kimse yoktu. Kız her gün atı besliyordu ancak yapayalnızdı ve babasını özlüyordu.
Kız bir gün şaka olarak ata şöyle dedi: “Eğer babamı geri getirirsen ben de seninle evlenirim!”
At bu sözleri duyar duymaz bağını koparıp kaçtı. Babasının bulunduğu yere kadar durmadan koştu. Babası atı görünce hem mutlu oldu hem de şaşırdı ve atı tutup sırtına bindi. At da durmadan kişneyerek geldiği yola geri döndü.
“Atın sorunu ne olabilir?” diye düşündü baba, “Evde kesinlikle yanlış giden bir şeyler olmalı!” Böylece atın dizginlerini salıp eve geri döndü. Zeki biri olduğu için ata bol bol yiyecek verdi ancak at hiçbir şey yemedi. Kızı gördüğünde de kızı ısırmaya ve ona toynaklarıyla vurmaya kalkıştı. Buna şaşıran baba, kızını sorguya çekti; kız da gerçekleri olduğu gibi anlattı.
“Bu konu hakkında kimseye tek kelime etme,” dedi baba, “yoksa insanlar arkamızdan konuşurlar.”
Sonra tatar yayını alıp atı vurdu ve derisini de kuruması için bahçeye astı. Ardından yolcuğuna devam etti.
Günün birinde kız, komşularından birinin kızıyla yürüyüşe çıktı. Bahçeye girdiklerinde atın derisini ayağıyla itip şöyle dedi: “Ne kadar da akılsız bir hayvandın; bir insanla evlenmek istemek ha! Hak ettiğini buldun!”
Kız sözlerini bitirmemişti ki atın derisi kımıldadı, havaya yükselip kızın etrafını sardı ve kaçıp gitti.
Dehşete kapılan arkadaşı evine koşup olan biteni babasına anlattı. Komşular her yerde kızı aradılar ancak kız bulunamadı.
Nihayet birkaç gün sonra kızı bir ağacın dallarına asılı halde gördüler. Kız hâlâ at derisine sarılıydı ve yavaş yavaş ipekböceğine dönüşüp bir koza örmüştü. Eğirdiği iplikler güçlü ve kalındı. Kız arkadaşı kozayı alıp içinden kızı çıkardı ve ipeği eğirip büyük bir kâr elde ederek sattı.
Gelgelelim kızın akrabaları onu çok özlüyorlardı. Bu yüzden günlerden bir gün arkasında büyük bir yardımcı topluluğuyla birlikte kız, bulutların üzerinde atıyla göründü ve “Gökte ipekböceklerinin gelişimine göz kulak olmakla görevlendirildim. Artık beni özlememelisiniz!” dedi. Bunun üzerine doğduğu topraklarda onun için tapınaklar inşa ettiler ve her yıl ipekböceği mevsiminde ona kurbanlar sunup himayesini talep ettiler. Ayrıca İpekböceği Tanrıçası, At Başlı Kız olarak da bilinir.
Bu masal, İmparator Hao döneminde geçmekte ve efsane Sichuan’da ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Aygır, ipekböceklerinin yetiştirildiği mevsim olan ilkbaharı yöneten burcun simgesidir. Bu sebeple kıza At Başlı Tanrıça denir. Efsanenin kendisi farklı bir masal anlatır. Bu tanrıçanın yanında “Kutsal Çiftçi” Shen Nung’un eşine de ipekböceği yetiştiriciliği tanrıçası olarak tapınılmaktadır. At Başlı Tanrıça, ipekböceğinin daha ziyade ongunsal bir temsilidir; oysa Shen Nung’un eşi ipek yetiştiriciliğinin koruyucu tanrıçası sayılır ve onun kadınlara yetiştiriciliğin ayrıntılarını öğreten ilk kişi olduğu düşünülür. Aynı bağlantıda Toprak Tanrısı’nın eşinin de adı geçer. Halk inancı ipekböceği mahsulünü sırayla koruyan üç tanrıçayı birbirinden ayırır. Üçü arasından en iyisi ikincisidir ve onun yılı geldiğinde ipek iyi kalitede olur.
Gök Tanrıçası
Kutsal Ana olarak da bilinen Gök Tanrıçası fani yaşamı sırasında Fujian’da yaşamış Lin isminde bir bakireydi. Kendince saf, saygılı, dindar bir kızdı ve on yedi yaşında hayatını kaybetmişti. Gücünü denizlerde gösterdiği için denizciler ona taparlar. Beklenmedik bir şekilde rüzgâra ve dalgalara yakalanırlarsa ona seslenirler, o da daima denizcilerin taleplerini dinlemeye hazırdır.
Fujian’da birçok denizci bulunur ve her yıl denizde insanlar kaybolur. Büyük olasılıkla bu sebepten Gök Tanrıçası yeryüzündeki hayatı boyunca halkının haline üzülmüştür. Zihni sürekli boğulmakta olanları sefaletinden kurtarmaya odaklanmış olduğundan, şimdilerde sıklıkla denizlerde ortaya çıkar.
Denize açılan her geminin kamarasında Gök Tanrıçası’nın bir resmi asılıdır ve ayrıca kâğıttan yapılmış üç tılsım da gemide tutulur. Tılsımlardan ilkinde taç ve asa taşıyan, ikincisinde sıradan elbiseler içinde bir kız olarak ve üçüncüsünde dalgalı saçları, yalın ayaklarıyla elinde bir kılıç tutarken resmedilmiştir. Gemi tehlikedeyse ilk tılsım yakılır ve yardım gelir. Eğer bu fayda etmezse, ikincisi ve en son üçüncüsü yakılır. Hâlâ yardım gelmemişse yapılacak bir şey kalmamıştır.
Denizciler rüzgâr, dalgalar ve kara bulutlar arasında rotalarını kaybettiklerinde Gök Tanrıçası’na ciddiyetle dua ederler. Sonra suların karşısında kırmızı bir fener belirir. O feneri takip ederlerse tüm tehlikelerden korunurlar. Gök Tanrıçası sıklıkla gökyüzünde durmuş, kılıcıyla rüzgârı dağıtırken görülebilir. Bunu yaptığında rüzgâr kuzey ve güney yönlerine doğru hareket eder ve dalgalar durulur.
Ahşap bir asa daima kamaradaki kutsal resmi önünde bulundurulur. Balık şeklindeki ejderhaların denizde oynadığına sık sık rastlanır. Bunlar, güneş gökyüzünde batıp denizler derin karanlığa gömülene kadar birbirlerine su fışkırtan iki devasa balıktır. Sıklıkla, uzaklarda ve karanlıkta parlak bir açıklık görülebilir. Eğer gemi o açıklığa doğru düz bir rotada seyrederse kurtulur ve derhal tekrardan sakin sularda ilerlemeye başlar. Geriye dönüp bakıldığında bu iki balığın hâlâ su fışkırttığı görülebilir. Gemi doğrudan ağızlarının altından geçmiştir. Ancak balık-ejderler yüzerken daima bir fırtına yaklaşmakta olur; bu sebeple ejderhaların gemiyi derinliklere doğru çekmemesi için kâğıt ya da yün yakmak iyi olacaktır. Bunun yerine Asa Ustası kamaradaki asa önünde tütsü de yakabilir. Sonrasında asayı alıp daire şeklinde üç kez suyun üzerinde sallamalıdır. Eğer bunu yaparsa ejderhalar kuyruklarını kıstırıp kaçacaktır.
Buhurluktaki küller hiçbir sebep yokken havaya doğru uçup dağıldığında, bu büyük bir tehlike altında olduklarının habercisidir.
Yaklaşık üç yüz yıl önce Formosa Adası’nı zapt etmek için bir ordu kuruldu. Kaptanın sancağı beyaz bir atın kanıyla kutsanmıştı. Gök Tanrıçası birdenbire sancağın ucunda göründü. Hemen ardından da gözden kayboldu, fakat işgal başarılı oldu.
Bir keresinde de Qianlong’un hükümdarlığı sırasında, bakan Chou Ling’e Ryukyu Adaları’na yeni bir kral ataması emredildi. Donanma, Kore’nin güneyinde ilerlerken bir fırtına çıktı ve gemi kara girdaba doğru sürüklendi. Su mürekkep rengindeydi, güneş ve ay parlaklığını kaybetti ve mürettebat arasında kimsenin canlı çıkamadığı kara girdaba kapıldıkları söylentisi dolaşmaya başladı. Denizciler ve gezginler ağıtlarla sonlarını bekliyorlardı. Aniden su yüzeyinde kırmızı fenerler gibi sayısız ışık belirdi. Bunun üzerine denizciler çok mutlu olup kamaralarında dua etmeye başladılar. “Hayatlarımız kurtuldu!” diye bağırdılar, “Kutsal Ana yardımımıza geldi!” Gerçekten de altın küpeli güzel bir kız ortaya çıkmıştı. Elini havada salladı ve rüzgâr kesilip dalgalar duruldu. Gemi çok güçlü bir el tarafından çekiliyormuş gibiydi. Dalgaların arasından sıyrıldı ve birden kara girdabın sınırlarının ötesine geçti.
Chou Ling dönüp olan biteni rapor etti ve Gök Tanrıçası için bir tapınak inşa edilmesini, isminin de tanrılar listesine eklenmesini istedi. Hükümdar bu isteği uygun buldu. O günden beri tüm liman kentlerinde Gök Tanrıçası’nın tapınakları bulunur. Doğum günü ise dördüncü ayın sekizinci gününde oyunlar ve kurbanlar eşliğinde kutlanır.
Adı Tian Hou ya da daha doğru şekliyle Tien Fe Niang Ni-ang olan “Gök Tanrıçası” genellikle liman kentlerinde tapınılan Taocu bir tanrıçadır. Masalları esas olarak Fujian vilayetinin yerel efsanelerinden oluşur. Tian Hou, Mançu Hanedanı’nın kuruluşundan bu yana resmen tanınan tanrılardan biridir.
Ateş Tanrısı
Fu Şi’den çok önceleri, Büyülü Kaynakçı Chu Yung insanların hükümdarıydı. Ateşin kullanımını keşfetmişti, sonraki nesiller yemeklerini pişirmeyi ondan öğrendiler. Bu nedenle torunları ateşi korumakla görevlendirilirken, kendisi de Ateş Tanrısı olmuştu. Dünyanın başlangıcında beş tanrıdan biri olarak ortaya çıkan Ateş Tanrısı’nın vücut bulmuş halidir. Ateş Tanrısı’na, Kutsal Güney Dağı’nın Efendisi olarak ibadet edilir. Gökyüzünde Kızıl Yıldız, göğün güney çeyreği ve Ateş Kuşu onun egemenliği altındadır. Yangın tehlikesi olduğunda Kızıl Yıldız kendine has bir ışıltıyla parlar. Sayısız ateş kargası bir eve uçtuğunda, içeride kesinlikle yangın çıkacaktır.
Dört ırmak diyarında çok zengin biri yaşıyordu. Bir gün at arabasına binip uzun bir yolculuğa çıktı. Yolda kendisini de yanına alması için yalvaran, kırmızı giysiler içindeki bir kızla karşılaştı. Arabaya binmesine izin verdi ve yarım gün boyunca kızın oturduğu yöne bile bakmadan yoluna devam etti. Daha sonra kız arabadan indi ve veda ederken şöyle dedi: “Siz gerçekten iyi ve dürüst bir insansınız, bu yüzden doğruları anlatacağım. Ben Ateş Tanrısı’yım. Yarın evinizde bir yangın çıkacak. İşlerinizi yoluna koymak ve eşyalarınızın kurtarabildiğiniz kadarını kurtarmak için bir an önce eve gidin!” Dehşete kapılan adam atlarını tam tersi yöne döndürüp olabildiğince hızlı bir şekilde eve döndü. Sahip olduğu hazine, kıyafet, mücevher türünden ne varsa hepsini evden çıkardı. Tam uyumak üzere uzanacağı sırada, ocaktan tüm yapı toz ve küle dönüşüp çökene kadar söndürülemeyen bir yangın çıktı. Neyse ki adam, Ateş Tanrısı sayesinde tüm taşınabilir eşyalarını kurtarmıştı.
Kutsal Güney Dağı, Hunan vilayetindeki Songshan’dır. Kızıl Yıldız Mars’tır. Göğün güney çeyreğindeki takımyıldızları Çin’de “Ateş Kuşu” adı altında gruplandırılır. “Dört ırmak diyarı” günümüzde Çin’in batısındaki Sichuan’dır.
Üç Hükümdar Tanrı
Biri gökyüzünde, biri yeryüzünde ve diğeri sularda bulunan üç hükümdar vardır, bunlara Üç Hükümdar Tanrı denir. Bu üçü kardeştir ve Yangzi Jiang Keşişi’nin babasının soyundan gelirler. Babaları bir gün ırmağın üzerinde seyrederken bir soyguncu tarafından suya atılmıştı; fakat önüne çıkan bir deniz tanrısı onu beraberinde ejder kalesine götürdüğü için boğulmadı. Ejderha Kralı, adamı gördüğü an onun sıradan biri olmadığını anlayıp kızıyla evlendirdi.
Erken gençlik dönemlerinden itibaren oğullarının üçü de gizli bilgeliğe özel bir eğilim göstermekteydiler ve birlikte denizdeki bir adaya gittiler. Oturup meditasyon yapmaya başladılar. Hiçbir şey duymadılar, hiçbir şey görmediler, tek kelime konuşmadılar ve hareket etmediler. Kuşlar gelip saçlarına yuva yaptı, örümcekler gelip yüzlerine ağlar ördü, solucanlar ve böcekler gelip burunlarında ve kulaklarında bir içeri bir dışarı süründü. Ama hiçbirine aldırış etmediler.
Birkaç yıl meditasyon yaptıktan sonra gizli bilgeliğe ulaşıp tanrı oldular. Büyük Tanrı onları Üç Hükümdar Tanrı olarak atadı. Varlıkları gökler oluşturur, yeryüzü tamamlar ve sular yaratır. Üç Hükümdar Tanrı bu amaçla var olan esas güçlerinin hepsini düzenin sağlanması için hizmete sunmuşlardı. Bu nedenle ilk tanrılar olarak da bilinirler ve dünyanın her yerinde onlar adına tapınaklar inşa edilmiştir.
Bir tapınağa girerseniz Üç Hükümdar Tanrı’yı tek bir kaide üzerine yerleştirilmiş halde bulursunuz. Kafalarına kadın şapkası takmışlardır, ellerinde krallarınkine benzer asalar tutarlar. En sağda duran sert bakışlara ve öfke dolu bir görünüme sahiptir. Sebebini soracak olursanız size şöyle denecektir: “Bu üçü kardeşti ve Büyük Tanrı onları Hükümdar Tanrılar yaptı. Böylece hangi sırayla oturacaklarını konuş tular. En genç olan dedi ki: ‘Yarın sabah güneş doğmadan önce burada buluşalım. İlk kim gelirse ortadaki onur koltuğuna, ikinci gelen kişi ikinci yere, üçüncü de üçüncü yere otursun.’ İki ağabey de öneriden memnundu. Ertesi sabah en genç olan erkenden gelip ortaya oturdu ve suların tanrısı oldu. Ardından ortanca kardeş gelip sola oturdu ve göklerin tanrısı oldu. En son gelen, en büyük olan kardeşti. Kardeşlerinin çoktan gelip yerlerine oturduğunu görünce öfkelendi ancak tek kelime edemedi. Sinirden yüzü kıpkırmızı kesildi, gözbebekleri mermi gibi yuvalarından fırladı ve damarları şişti. Gelip sağa oturdu ve yeryüzü tanrısı oldu.” Tanrıların heykelini yapan zanaatkârlar bunu fark ettiler, bu sebeple onu daima o şekilde betimlerler.
“Üç Hükümdar Tanrı” halk arasında anlatıldığı şekliyle yazıya dökülmüştür. Kuşkusuz Hint mitolojisindeki üçlü ilah grubu olan Trimurti’nin bir uyarlamasıdır. Görünüşe göre üçüncü tanrının artık halk tarafından anlaşılamayan ve dolayısıyla bu masalı ortaya çıkaran korkunç görünüşü, üç ilah grubundaki Şiva’yı temsil eder.
Bir Konfüçyüs Efsanesi
Konfüçyüs dünyaya geldiğinde tüm dört ayaklı hayvanların hükümdarı olan ve sadece yeryüzüne büyük bir insan geldiğinde ortaya çıkan Kilin adı verilen tuhaf yaratık, doğan çocuğu aradı ve üzerinde “Su Kristali’nin oğlu, kaderinde taçsız bir kral olmak var!” yazan bir yeşim taşı tükürdü. Sonra Konfüçyüs büyüdü, gayretle çalıştı, bilgeliği öğrendi ve bir aziz oldu. Dünyada çok faydalı işler yaptı ve ölümünden beri öğretmenlerin ve ustaların en büyüğü olarak kendisine derin saygı duyuldu. Birçok şeyi önceden biliyordu. Öldükten sonra bile bunu ispat eden deliller ortaya çıkmaya devam etti.
Bir zamanlar zalim İmparator Çin Şi Huang diğer krallıkların hepsini fethedip tüm imparatorluğu gezerken Konfüçyüs’ün memleketine gelerek onun mezarını buldu. Mezarın açılmasını ve içinde ne olduğunu görmeyi istedi. Çevresindekiler bunu yapmamasını tavsiye etse de onları dinlemedi. Böylece mezarın içine bir geçit kazıldı, mezarın ana odasında ahşabı oldukça taze görünen bir tabut buldular. Vurulduğunda sesi metal gibi çıkıyordu. Tabutun solunda gizli bir odaya açılan bir kapı vardı. O odada sanki yaşayan bir insanın kullanımı için konulmuş gibi duran bir yatak ve üzerinde kitapla kıyafetler duran bir masa vardı. Çin Şi Huang yatağa oturup aşağı baktı ve yerde bulut deseni işlemeleriyle süslenmiş kırmızı ipekten bir çift ayakkabı gördü. Bambudan bir asa duvara yaslanmıştı. İmparator, şakasına, ayakkabıları giyip asayı eline alarak mezardan çıktı. Ne var ki çıktığı gibi önünde aniden üzerinde şu satırların yer aldığı bir yazıt belirdi:
Fethetti Çin Şi Huang’ın ordusu altı krallığı,
Açıp mezarımı, bulmak için basit yatağımı;
Çalmış ayakkabımı, asamı da götürüyor,
Bilmiyor ki Shaqiu’ya, ölümüne gidiyor!
Çin Şi Huang çok endişeliydi ve mezarı tekrar kapattırdı; ancak Shaqiu’ya ulaştığında ölümüyle sonuçlanan ateşli bir hastalığa yakalandı.
Kilin tüm dört ayaklı hayvanların hükümdarı, en mükemmel zarafete sahip, okapiye benzeyen efsanevi bir yaratıktır. “Su Kristali” Kuzey’de yaşayan, temel gücü su ve bilgelik olan; bu nedenle de Konfüçyüs’le ilişkilendirilerek onun annesi olduğu düşünülen Su Tanrısı’dır. Çin Şi Huang (MÖ 200) tarihte kitapları yakması ve Çin’i yeniden düzenlemesiyle ünlüdür. Shaqiu (Kumlu Tepe) o günlerde Çin topraklarının batısında yer alan bir şehirdi.
Savaş Tanrısı
Savaş Tanrısı Guan Di aslında Guan Yu olarak isimlendirilmişti. Sarı Türbanlıların isyanı tüm imparatorluğu kasıp kavururken yol kenarında tanıştığı ve kendisi gibi vatan aşkıyla dolu iki kişiyle bir dostluk anlaşması yaptı. Bu ikilinin biri, bir sonraki imparator olan Liu Bei, diğeri ise Zhang Fei’di. Üçü bir şeftali bahçesinde buluşup farklı ailelerden olmalarına karşın birbirleri için kardeş olacaklarına dair yemin ettiler. Beyaz bir at kurban edip ölene dek birbirlerine sadık kalacaklarına ant içtiler.
Guan Yu son derece sadık, dürüst, namuslu ve cesurdu. Konfüçyüs’ün imparatorlukların yükseliş ve düşüşünü anlatan “Lu’nun Vakayinameleri” kitabını okumaya bayılırdı. Sarı Türbanlıları bastırıp Dört Irmak Diyarı’nı fethetmesi için arkadaşı Liu Bei’ye yardımda bulundu. Bindiği at Kızıl Tavşan olarak bilinirdi ve bir günde bin altı yüz kilometre koşabilirdi. Guan Yu’nun Yeşil Ejderha denen yarım ay şeklinde bir bıçağı vardı. Kaşları ipek kelebeklerinki gibi güzel, gözleri anka kuşunun gözleri gibi uzun kesimliydi. Yüzü açık parlak kırmızı renkte ve sakalı karnına değecek kadar uzundu. Bir keresinde imparatorun huzuruna çıktığında imparator ona “Dük Hoşsakal” olarak seslenip sakalını yerleştirmesi için ipek bir kese hediye etmişti. Yeşil brokardan kıyafetler giyerdi. Ne zaman savaşa girse alt edilmesi mümkün olmayan bir cesaret gösterirdi. Karşısına bin ordu da gelse, on bin atlı da çıksa ona vız gelir, hepsine tüm gücüyle saldırırdı.
Bir keresinde şeytani Cao Cao, şehri haince ele geçirmek için imparatorun düşmanlarını kışkırttı. Guan Yu bunu duyunca şehri kurtarmak için bir orduyla hemen yardıma geldi; ancak oğluyla beraber bir pusuya düşürülerek düşman ül kenin başkentinde esir alındı. O ülkenin prensi onun kendi tarafına geçmesini memnuniyetle karşılayacaktı, fakat Guan Yu ölüme boyun eğmeyeceğine yemin etti. Bunun üzerine baba ve oğul öldürüldü. O ölünce atı Kızıl Tavşan da yemek yemeyi bırakıp öldü. Zhou Cang isimli sadık bir komutan, Dük’ün hazin sonunun haberini aldığında tam da bir kaleyi kuşatmıştı. Hem kendisi hem de diğer sadık destekçileri efendilerinden daha uzun yaşamayarak can verdiler.
O zamanlar Dük Guan’ın eski bir yurttaşı ve tanıdığı olan bir keşiş Yeşim Pınarı Tepeleri’nde yaşıyordu. Keşiş geceleri ay ışığı altında yürürdü.
Birdenbire gökten bir çığlık işitti: “Başımı geri istiyorum!”
Keşiş yukarı baktı ve tıpkı yaşadığı zamanlardaki gibi elinde kılıcıyla at sırtında Dük Guan’ı gördü. Sağında ve solunda bulutlarda belli belirsiz figürler olarak oğlu Guan Ping ve komutanlarından Zhou Cang duruyordu.
Keşiş ellerini kavuşturup şunları söyledi: “Yaşarken dürüst ve sadıktınız, öldüğünüzde bilge bir tanrı oldunuz; ancak kaderi kavrayamıyorsunuz! Eğer başınızı geri almakta ısrar ederseniz yaşamlarını sizin ellerinizde kaybetmiş binlerce düşmanınız hayatlarını geri kazanmak için kime başvuracak?”
Dük Guan bu sözleri duyunca reverans yapıp ortadan kayboldu. O zamandan beri de ruhen sürekli etkindir. Ne zaman yeni bir hanedan kurulsa onun kutsal biçimi görünür hale gelir. Bu sebeple onun adına tapınaklar kurulmuş, kurbanlar kesilmiş ve Dük Guan, imparatorluğun tanrılarından biri ilan edilmiştir. Konfüçyüs’e olduğu gibi ona da öküzler, koyunlar ve domuzlar kurban edilmiştir. Yüzyıllar geçtikçe tanrı mertebesindeki derecesi artmaktadır. En başlarda Prens Guan, daha sonra Kral Guan ve sonrasında iblisleri yenen büyük tanrı olarak kendisine tapınılmıştır. En nihayetinde son hanedan ona göklerin büyük, ilahi yar dımcısı olarak ibadet etmiştir. Ayrıca Savaş Tanrısı olarak bilinir; insanlar, şeytan ve tilkilerle boğuşurken onları tüm sıkıntılarından kurtaran güçlü bir kurtarıcıdır. Barış Üstadı Konfüçyüs’le birlikte, sıklıkla Savaş Üstadı olarak kendisine tapınılır.
Çin Savaş Tanrısı, daha sonra (yaklaşık olarak MS 250 yılında) Han Hanedanı’na katılan Üç İmparatorluk çağından itibaren tarihi bir kişilik olmuştur. Liu Bei, Guan Yu ve Zhang Fei’nin yardımlarıyla Sichuan’da “Küçük Han Hanedanı”nı kurmuştur. Guan Yu ya da Guan Di, bir diğer deyişle, “Tanrı Yuan” aynı anda Savaş Tanrısı ve kurtarıcı olarak zaman içinde Çin efsanelerinin en tanınmış figürlerinden biri haline gelmiştir. Keşişin bulutlardaki Tanrı Guan Di’yle konuşması Budist kader (Karma) öğretisine dayanmaktadır. Çünkü Guan Di (niyeti iyi dahi olsa) başka insanları öldürmüştür ve bir tanrı olsa bile bu davranışlarının sonucuna katlanmak zorundadır.
AZİZLERİN VE BÜYÜCÜLERİN MASALLARI
Azizlerin Haleleri
Gerçek tanrılarının tümünün başlarının etrafında haleleri bulunur. Daha düşük seviyedeki tanrılar ve iblisler bu haleleri gördüklerinde saklanırlar ve kımıldamaya cesaret edemezler. Ejder-Kaplan Dağı’ndaki Göklerin Efendisi daima tanrılarla görüşür. Bir gün komşu vilayetin memuru ziyarete gelmişken Savaş Tanrısı da dağa indi. Göklerin Efendisi, memura geri çekilip içteki bir odada saklanmasını tavsiye etti. Sonra da Savaş Tanrısı’nı karşılamak üzere dışarı çıktı. Fakat memur kapıdaki bir çatlaktan gizlice baktı ve saygıyla karışık korku uyandıran kırmızı yüzlü ve yeşil giysili Savaş Tanrısı’nı gördü. Aniden kırmızı bir hale başının üzerinde parladı ve ışınları iç odaya kadar girip memurun bir gözünü kör etti. Bir süre sonra Savaş Tanrısı gitti ve Göklerin Efendisi ona eşlik etti. Birden Guan Di panikle şunları söyledi: “Konfüçyüs geliyor! Onun başındaki hale tüm dünyayı aydınlatır. İki bin kilometre uzakta bile olsa onun ışınlarına dayanamam, bu yüzden hemen yoldan çekilmem gerek!” Bununla birlikte bir bulutun üzerine adım atıp gözden kayboldu. Göklerin Efendisi, olan biteni vilayet memuruna anlattı ve ekledi: “Neyse ki Savaş Tanrısı’nı yüz yüze görmedin! En büyük erdem ve bilgeliğe sahip olmayan kimseler onun halesinin kırmızı ışınlarında erir giderler.” Bu sözleriyle beraber ona hayat iksirinin hapını verdi ve memurun kör gözü yavaş yavaş iyileşti.
Ayrıca bilginlerin de başlarının etrafında gördüklerinde iblisleri, tilkileri ve hayaletleri korkutan kırmızı haleler taşıdığı söylenir.
Bir zamanlar tilkiyle arkadaşlık eden bir bilgin vardı. Tilki gece onu görmeye gelir, bilginle beraber köylerde gezintiye çıkarlardı. Evlere girip insanlar onları fark etmeden orada olan biten her şeyi görebilirlerdi. Ancak tilki ne zaman uzaktan bir evin üzerinde asılı duran bir hale görse o eve girmezdi. Bilgin bunun sebebini sordu.
“Onların hepsi ünlü bilginler,” diye cevapladı tilki. “Hale ne kadar büyükse bilgileri de o kadar engin olur. Onlardan korkarım ve evlerine girmeye cesaret edemem.”
Ardından adam şöyle dedi: “Ama ben de bir bilginim! Benimle yürüyüşe çıkmak yerine senin korkmana neden olacak bir halem yok mu?”
“Senin başının etrafında yalnızca siyah bir sis var,” dedi tilki. “Henüz hiç hale ile çevrildiğini görmedim.”
Bilgin küçük düşüp onu azarlamaya başladı, fakat tilki kahkahalar atarak gözden kayboldu.
Bu masal, geleneksel olarak aktarıldığı şekliyle anlatılmıştır. Longhu Şan’da (Ejder-Kaplan Dağı) yaşayan Göklerin Efendisi Tian Çi sözde Taocu papadır.
Laozi
Laozi aslında gökyüzü ve yeryüzünün toplamından daha yaşlıdır. Diğer dördüyle birlikte bu dünyayı yaratan Toprak Tanrısı’dır. Farklı zamanlarda farklı isimlerle dünyaya gelmiştir. Ancak en meşhur vücut bulmuş hali beyaz saçlarla dünyaya geldiği için “Yaşlı Bilge” Laozi olarak adlandırıldığı halidir.
Elde ettiği her türden sihirli güç yardımıyla ömrünü uzatmıştı. Bir keresinde bir hizmetkâr tuttu ve ona günde yüz parça bakır para ödeyeceği üzerinde anlaştılar, ancak hiçbir ödeme yapmadı. Sonunda hizmetkârına olan borcu yedi milyon iki yüz bin parça bakır parayı buldu. Sonrasında siyah bir boğaya binip Batı’ya doğru yol aldı. Hizmetkârını da yanına almak istedi ama Hangu Geçidi’ne geldiklerinde hizmetçisi daha fazla ilerlemeyi reddedip kendisine ödeme yapılmasında ısrar etti. Laozi yine de ödeme yapmadı.
Geçit muhafızının evine geldiklerinde gökte kırmızı bulutlar belirdi. Muhafız işareti fark edip kutsal birinin yaklaşmakta olduğu anladı. Böylece onu karşılamak için dışarı çıkıp evine davet etti. Gizli bilgi konusunda Laozi’yi sorguladıysa da adam yalnızca dilini çıkarmakla yetinip tek kelime dahi etmedi. Buna rağmen geçit muhafızı son derece saygılı davrandı. Laozi’nin hizmetkârı, muhafızın hizmetkârına Laozi’nin ona çok borcu olduğunu söyledi ve kendisi hakkında efendisine iyi sözler söylemesi için yalvardı. Muhafızın hizmetkârı borcun miktarını öğrenince bu zengin adamı damadı yapmak istedi ve kızıyla evlendirdi. Sonunda muhafız meseleyi duyup hizmetçiyle beraber Laozi’nin yanına geldi. Ardından Laozi hizmetkârına şunları söyledi: “Seni alçak hizmetçi. Aslında çoktan ölmüş olman gerekiyordu. Seni işe aldım ve fakir olup para veremeyeceğim için ben de sana ha yat veren tılsım yedirdim. Bu yüzden hâlâ hayattasın. Sana dedim ki: ‘Bana Batı’ya, Kutsal Huzur Diyarı’na, kadar eşlik edersen maaşını sarı altın olarak ödeyeceğim.’ Ama bunu kabul etmedin.” Bu sözleriyle birlikte hizmetkârının ensesine vurdu, adam ağzını açıp hayat tılsımını tükürdü. Zincifreyle[6 - Kırmızı renkli doğal civa sülfür.] yazılmış oldukça taze ve iyi korunmuş büyülü işaretler hâlâ üzerinde görülebiliyordu. Derken hizmetkâr aniden yere yığıldı ve kuru bir kemik yığınına dönüştü. Bunun üzerine geçit muhafızı yere kapanıp yalvardı. Hizmetkârına Laozi’nin yerine ödeme yapacağı sözünü verdi ve onu hayata geri döndürmesi için yalvardı. Laozi de tılsımı kemikler arasına yerleştirdi ve hizmetkâr anında hayata geri döndü. Geçit muhafızı, maaşlarını ödeyip adamı gönderdi. Sonra da Laozi’yi üstadı kabul ederek kendini ona adadı. Laozi de ona sonsuz yaşama sanatını öğretti ve muhafızın yazıya döktüğü beş bin kelimelik öğretisini bıraktı. Böylece ortaya çıkan kitap Tao Te Ching, yani Yol ve Erdemin Kitabı’ydı idi. Laozi bu olayın ardından insanların gözle göremeyecekleri haline büründü. Ancak geçit muhafızı, onun öğretilerini izledi ve ölümsüzler arasında yerini aldı.
Taocular, Laozi’nin Batı’ya yolculuğunun (birçok kişiye göre yalnızca Laozi’nin bir reenkarnasyonu olan) Buda’nın doğumundan önce gerçekleştiğini savunmayı severler. Hangu Geçidi’nin muhafızından, Liezi ve Zhuangzi metinlerinde Guan Yin Şi adıyla bahsedilmektedir.
Yaşlı Adam
Bir zamanlar Huang An isimli bir adam yaşardı. Seksen yaşını aşmış olmalıydı ancak genç biri gibi görünürdü. Zincifreyle geçimini sağlar, hiç kıyafet giymezdi. Kış aylarında bile kıyafetsiz dolaşırdı. Yaklaşık bir metre uzunluğundaki bir kaplumbağaya binerdi. Bir keresinde şöyle soruldu: “Acaba bu kaplumbağa kaç yaşındadır?” Adam cevap verdi: “Fu Şi balık ağlarını ve yılanbalığı tuzaklarını icat ettiğinde bu kaplumbağayı yakalayıp bana verdi. O zamandan beri düz kabuğunun üzerine oturuyorum. Bu yaratık güneş ve ayın ışığından korkar, bu yüzden kafasını yalnızca iki bin yılda bir dışarı çıkarır. Bu hayvanı aldığımdan beri kafasını beş kere dışarı çıkardı.” Bu sözleriyle birlikte kaplumbağasını sırtına alıp gitti. Ardından adamın on bin yaşında olduğuna dair efsaneler ortaya çıktı.
Zincifre, yaşam iksirinin hazırlanmasında sıklıkla kullanılır. Fu Şi “yaşam üreten nefes” olarak bilinir. Kaplumbağalar çok uzun yıllar yaşar.
Sekiz Ölümsüz I
Sekiz Ölümsüz’ün göklerde yaşadığına dair bir efsane vardır. İlkinin ismi Zhongli Kuan’dır. Han Hanedanı döneminde yaşayıp altın zincifrenin yani felsefe taşının büyüsünü keşfetmiştir. Civayı eritip kurşunu pişirir ve onları sarı altınla beyaz gümüşe dönüştürebilirdi. Ayrıca insan formundayken havada süzülebilirdi. Kendisi, Sekiz Ölümsüz’ün başıdır.
İkincisinin adı Zhang Guo’dur. Zamanın başlangıcında gizli bilgeliği elde etmiştir. Onun aslen insana dönüşmüş beyaz bir yarasa olduğu söylenir. Tang Hanedanı’nın ilk günlerinde sırtında bambu davulu olan beyaz sakallı yaşlı bir adam Çangan kentinde siyah bir eşeği ters oturmuş halde sürerken görülmüştü. Davulunu çalıp şarkı söyler ve kendini yaşlı Zhang Guo olarak tanıtırdı. Başka bir efsane ise yanında her zaman bir günde bin altı yüz kilometre gidebilen beyaz katırıyla dolaştığını anlatır. Gideceği yere vardığında hayvanı katlayıp bavuluna yerleştirirdi. Tekrar ihtiyacı olduğunda da hayvanın ağzına su serpiştirirdi ve katır ilk haline geri dönerdi.
Üçüncüsü ise Lu Yan ya da Lu Dongbin (Dağ Konuğu) adındadır. Gerçek adı Li’ydi ve yönetimdeki Tang Hanedanı’na mensuptu. Ancak İmparatoriçe Wu tahtı ele geçirip neredeyse son kişiye kadar Li ailesini yok ettiğinde karısıyla birlikte dağların derinliklerine kaçtı. İsimlerini Lu olarak değiştirdiler. Kayalıklardaki mağaralarda gizlenerek yaşadıkları için kendine Dağ Konuğu ya da Kayalıkların Misafiri adını verdi. Havayla beslendi ve hiç ekmek yemedi. Çiçeklere çok düşkündü. Zamanla gizli bilgeliğe erişti.
Başkent Loyang’da şakayıklar bolca çiçeklendi. Orada kendini güzel bir kıza dönüştüren bir çiçek perisi yaşardı ve Dağ Konuğu, Loyang’a geldiğinde onunla sohbet ederdi. Birdenbire yakışıklı bir genç kılığına girmiş olan Sarı Ejderha yanlarına gelip çiçek perisiyle alay etti. Dağ Konuğu öfkelendi ve uçan kılıcını fırlatıp ejderhanın kafasını kesti. O andan itibaren yeniden geçici hazların ve ölümün dünyasına döndü. Gündelik hayatın tozuna gömüldü ve bir daha üst bölgelere kanatlanamadı. Daha sonra kurtarıcısı Zhongli Kuan’la tanışıp Ölümsüzler’in saflarına kabul edildi.
Söğütelfi onun öğrencisiydi. Bu, güneş ışınlarının ve ay ışıklarının en ruhani güçlerini kendine çekip böylece insan şeklini alabilmiş yaşlı bir söğüt ağacıydı. Yüzü mavi, saçları kızıldı. Dağ Konuğu onu öğrencisi olarak kabul etti. Daha sonraki dönemlerin imparatorları ve kralları Kayalıkların Misafiri’ne saf güneşin atası ve efendisi olarak saygı duydular. Halk arasında Büyükbaba Lu olarak tanınır. Çok bilge ve güçlüdür. Bu yüzden insanlar hâlâ kehanet almak üzere akın akın Büyükbaba Lu’nun tapınağına gelir ve iyi şans için dualar ederler. Giriştiğiniz bir işte başarılı olup olmayacağınızı öğrenmek istiyorsanız tapınağa gidip bir tütsü yakın ve başınızı yere eğin. Sunak üzerinde birkaç düzine şans çubuğu olan bambu bir kadeh göreceksiniz. Dizlerinizin üzerindeyken çubuklardan biri düşene kadar kadehi sallamalısınız. Çubuğun üzerinde bir sayı yazıyor olacak. Ardından o sayı Kehanet Kitabı’nda bulunmalı, karşılık geldiği dörtlük okunmalıdır. Haber verilen talih ve felaketlerin kehanetteki gibi gerçekleştiği söylenir.
Dördüncü Ölümsüz de Cao Guojiu’dur (Devletin Dayısı Cao). Bir zamanlar ülkenin hükümdarı olan İmparatoriçe Cao’nun küçük kardeşiydi. Bu sebeple kendisine Devletin Dayısı deniyordu. İlk gençliğinden beri gizli bilgeliğin hayranıydı. Servet ve itibar onun için toz zerreleri kadar değersizdi. Ölümsüz olmasına yardım eden Zhongli Kuan’dı.
Beşincisinin adı Lan Kaihe’dir. Gerçek ismi, yaşadığı dönem ya da ailesi hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Sıklıkla pazar yerinde yırtık mavi bir kıyafet ve ayakkabısının tekini giymiş, bir odun kütüğüne vurup hayatın anlamsızlığıyla ilgili şarkılar söylerken görülürdü.
Altıncı Ölümsüz Li Tieguai (Demir Koltuk Değnekli Li) diye bilinir. Genç yaşta ailesini kaybetti ve ağabeyinin evinde büyütüldü. Yengesi ona çok kötü davranıp asla yeterli yiyecek vermedi. Bu sebeple tepelere kaçıp gizli bilgeliği öğrendi.
Bir keresinde kardeşini görmeye geldiğinde yengesine şöyle dedi: “Bana yiyecek bir şeyler ver!” Kadın evde yakacak hiç odun olmadığını söyledi. Li şöyle cevapladı: “Sadece pirinç hazırlaman gerekiyor. Odun yerine bacağımı kullanabilirim, fakat ateşin bana zarar verebileceğini söylememelisin. Söylemezsen, zarar gelmeyecek.”
Yengesi, hünerlerini görmek istediği için bir kaba pirinç döktü. Li bacaklarından birini kabın altına uzatıp yaktı. Alevler yükseldi ve bacağı kömür gibi yandı.
Pirinç neredeyse kaynamışken yengesi şöyle dedi: “Bacağın zarar görmeyecek mi?”
Li öfkeyle yanıtladı: “Hiçbir şey söylememen için seni uyarmadım mı? O zaman zarar gelmeyecekti! Şimdiyse bacaklarımdan biri sakatlandı.” Bu sözleriyle birlikte demir bir ocak maşasını alıp kendisi için koltuk değneği haline getirdi. Sonra da sırtına bir sukabağı asıp şifalı otlar toplamak için tepelere gitti. Demir Koltuk Değnekli Li olarak bilinmesinin sebebi budur.
Ayrıca onun hakkında, ustası Laozi’yi görmek için zihinsel olarak sık sık göklere yükselme alışkanlığı olduğu da anlatılır. Gitmeden önce bedenine ve içindeki ruha göz kulak olması için bir öğrencisine emir verirdi ki böylece ruh kaçıp gitmezdi. Zihni geri dönmeden yedi gün geçerse öğrenci, ruhun boş bedeni terk etmesine izin verirdi. Ne yazık ki, altı gün geçtikten sonra öğrenci, annesinin ölüm döşeğine çağrılmıştı ve yedinci günün akşamı ustasının zihni geri döndüğünde yaşam çoktan bedenini terk etmişti. Kendi bedeninde zihnine yer olmayınca, ümitsizlik içinde hayati özü henüz dağılmamış, kullanabileceği ilk bedene girdi. İçine girdiği beden, henüz ölmüş topal bir komşusunun bedeniydi; böylece usta, o günden sonra topal komşusunun bedeniyle ortaya çıktı.
Yedinci Ölümsüz, Han Şianzi ismindedir. Tang Hanedanı’ndan ünlü Konfüçyüsçü âlim Han Yu’nun yeğeniydi. İlk gençliğinden itibaren ölümsüz tanrıların sanatını öğrendi, evini terk edip Taocu oldu. Büyükbaba Lu gözlerini açıp onu göksel âleme yükseltti. Bir keresinde amcasının hayatını kurtardı. Amcası, imparator kendisinden Buda’nın görkemli bir kemiğini getirmesini istediğinde itiraz ettiği için saraydan kovulmuştu. Kaçarken Mavi Geçit’e geldiğinde şiddetli bir kar yağışı yolu geçilemez hale getirdi. Atı kara saplanmıştı ve kendisi de donarak ölmek üzereydi. Han Şianzi birden ortaya çıkıp onun ve atının saplandıkları yerken çıkmalarına yardım etti ve onları Mavi Geçit’teki en yakın hana sağ salim getirdi. Han Yu şu satırların yer aldığı bir dörtlük okudu:
Uzanıyor Qinling Dağı bulutların arasında,
Evim nasıl da öyle uzaklarda!
Mavi Geçit’in etrafında kardan kuleler,
Bu ata kim doğru yolda eşlik eder?
Sonra aniden Han Şianzi’nin birkaç yıl önce doğum gününü kutlamak için evine geldiğini hatırladı. Gitmeden önce de bu satırları bir kâğıda yazmıştı ve amcası da bunların anlamını kavramadan okumuştu. Şimdi de bilinçsizce yeğeninin o gün yazdığı dörtlüğü söylüyordu. İç çekerek Han Şianzi’ye şunları söyledi: “Geleceği önceden haber verebildiğine bakılırsa Ölümsüzler’den biri olmalısın!”
Han Şianzi, karısını da üç kez dünya bağlarından kurtarmaya çalıştı. Gizli bilgeliği aramak için evini terk ettiğinde karısı tüm gün oturup ona özlem duymuştu. Han Şianzi, karısının da ölümsüzlüğe erişmesine istediyse de onun bunu anlamayacağından endişelendi. Bu yüzden denemek için bir keresinde dilenci olarak, bir kez de gezgin bir keşiş olarak farklı biçimlerde karşısına çıktı. Ancak karısı bu fırsatları kavrayamadı. En sonunda evlerinin önünde bir hasır üzerinde oturmuş, bir odun parçasına vurup sutralar okuyan topal bir Taocu biçimini aldı.
Karısı şöyle dedi: “Kocam evde değil. Size hiçbir şey veremem.”
Taocu cevapladı: “Altınınızı ya da gümüşünüzü değil, sizi istiyorum. Hasırın üzerine, yanıma oturun. Göğe yükselip kocanızla yeniden buluşacaksınız!”
Bunun üzerine kadın sinirlenip adama sopayla vurdu.
O zaman Han Şianzi kendi gerçek biçimini alıp parlayan bir bulutun üzerine bastı ve göğe yükseldi. Karısı arkasından bakıp yüksek sesle gözyaşı döktü, ancak kocası gözden kayboldu ve bir daha da görülmedi.
Sekizinci Ölümsüz ise bir kızdı ve He Şiangu diye biliniyordu. Bir köylünün kızıydı ve üvey annesi kendisine kötü davransa da saygısını ve çalışkanlığını korudu. Üvey annesi onu engellemeye çalışsa da o, sadaka vermeyi severdi. Dayak yediği zaman bile asla sinirlenmezdi. Evlenmemeye yemin ettiği için üvey annesi kızı ne yapacağını bilemedi. Bir gün kız pirinç pişirirken Büyükbaba Lu gelip onu kurtardı. Göğe doğru yükselirken elinde hâlâ pirinç kaşığını tutuyordu. Kendisine Göklerin Güney Kapısı’nda yere düşen çiçekleri süpürme görevi verildi.
Aralarında daha önceden bireysel olarak bilinenler olsa da bir grup olarak kabul edilen Sekiz Ölümsüz’ün efsaneleri Mançu Hanedanı’ndan daha geriye gitmez. Han Şianzi gibi bazı Ölümsüzler tarihi kişilikler iken diğerleri tamamen efsanevidir. Günümüzde sanatta ve el sanatlarında önemli bir rol oynarlar. Sembolleri de sıkça karşımıza çıkar: Zhongli Kuan bir yelpazeyle temsil edilir. Zhang Guo’nun iki bagetli bambu davulu ve katırı bulunur. Lu Dongbin’in kılıcı ve sırtında taşıdığı çiçek sepeti ve Cao Guojiu’nun havaya fırlatabildiği iki küçük tahtası vardır. Li Tieguai ise dışında iyi şans sembolü olan yarasanın bulunduğu bir sukabağına sahiptir. Bir kadın olarak resmedilen Lan Kaihe’nin flütü bulunur. Han Şianzi’nin çiçek sepeti ve fide kazığı vardır. He Şiangu da genellikle lotus çiçeği şeklinde tasvir edilen bir kaşığa sahiptir.
Sekiz Ölümsüz II
Bir zamanlar sığınacak bir çatısı, yiyecek bir lokma ekmeği olmayan yaşlı bir adam vardı. Böylece yorgun ve bitkin haliyle Tarla Tanrısı’nın yol kenarında duran tapınağının yanına uzanıp uyuyakaldı. Rüyasında yaşlı, ak sakallı Tarla Tanrısı’nın küçük tapınağından çıkıp şunları söylediğini gördü: “Sana yardım etmenin bir yolunu biliyorum! Yarın Sekiz Ölümsüz bu yoldan geçecek. Önlerine atlayıp yalvar onlara!”
Adam uyandığında Tarla Tanrısı’nın küçük tapınağının yanındaki büyük ağacın altına oturup tüm gün rüyasının gerçekleşmesini bekledi. Sonunda, güneş neredeyse batmışken dilencinin açıkça Sekiz Ölümsüz olduğunu anladığı sekiz figür yoldan geçti. Yedisi son hızlarıyla ilerliyorlardı, ancak ayağı topal olan bir tanesi geriden geliyordu. Topal olan Li Tieguai’nin önüne attı adam kendini. Ancak Ölümsüz, adamla uğraşmak istemediği için başından gitmesini söyledi. Yoksul adam yine de yalvarmayı bırakmayıp onlarla gelebileceğini ve Ölümsüzler’den biri olabileceğini de söyledi. “Bu imkânsız,” dedi topal olan. Fakat yoksul adam yalvarmayı kesip bir türlü gitmediğinden en sonunda şöyle dedi: “Peki, öyleyse paltoma tutun!” Adam paltoyu tuttu; hızla patikaların, tarların ve daha da ötesinin üzerinden durmadan, uçarak geçtiler. Doğu Denizi’nin hayalet dağı Penglai’nin üzerindeki kulenin tepesinde aniden durdular. İşte, Ölümsüzler’in geri kalanı da orada duruyordu! Ancak Li Tieguai’nin yanında arkadaş getirmesinden hiç hoşnut değillerdi. Yine de zavallı adam ısrarla yalvarınca onlar da etkilendiler ve şöyle dediler: “Pekâlâ! Şimdi denize ineceğiz. Bizi takip ederseniz siz de bir Ölümsüz olabilirsiniz!” Sonra da yedisi birbiri ardına denize atladı. Ne var ki sıra kendisi ne gelince adam korktu ve atlamaya cesaret edemedi. Sakat olan şöyle dedi: “Korkarsan Ölümsüz olamazsın!”
“Fakat şimdi ne yapmalıyım?” diye inledi adam, “Yurdumdan çok uzaktayım ve hiç param da yok!” Topal Ölümsüz, kulenin mazgallı siperlerinden bir parça kırıp adamın eline koydu. Sonra o da kuleden atlayıp diğer yedi yoldaşı gibi denizde gözden kayboldu.
Adam elindeki taşı daha yakından inceleyince onun en saf gümüşten olduğu fark etti. Bu gümüş, eve ulaşana kadar geçen haftalar boyunca seyahat parasını çıkarmasını sağladı. Fakat gümüşten elde ettiği geliri tamamen harcayıp bitirdiğinde kendini en az önceki kadar fakir halde buldu.
Tudi Miao olarak bilinen küçük Tarla Tanrısı tapınakları her köyün girişinde duran taştan ibadet yerleridir.
İki Bilgin
Bir zamanlar Liu Chen ve Ruan Zhao isimli iki bilgin yaşardı. İkisi de genç ve yakışıklıydı. Bir ilkbahar günü şifalı otlar toplamak için Tiantai Dağları’nın tepelerine çıktılar. Orada şeftali ağaçlarının yemyeşil çiçekler açtığı küçük bir vadiye geldiler. Vadinin ortasında, çiçek açan ağaçların altında duran iki genç kızın bulunduğu bir mağara vardı. Kızların biri kırmızı, diğeri yeşil elbiseler giymişti. İki kız da kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzeldi. El işaretleriyle bilginleri yanlarına çağırdılar.
“Geldiniz mi?” diye sordular. “Çok uzun zamandır sizi bekliyoruz!”
Ardından bilginleri mağaraya götürüp onlara çay ve şarap ikram ettiler.
Kırmızı elbiseli kız, “Ben efendi Liu’nun kaderiyim, kız kardeşim de efendi Yuan’ın!” dedi.
Böylece evlendiler. İki bilgin her gün ya çiçeklere baktılar ya satranç oynadılar, böylece fani dünyayı tamamen akıllarından çıkardılar. Yalnızca mağaranın önündeki şeftali çiçeklerinin bazen açıp bazen dallardan düştüğünü fark ediyorlardı. Zaman zaman da beklenmedik anlarda üşüdükleri ya da terledikleri için kıyafetlerini değiştiriyorlardı. Zamanın bu şekilde oluşu kendilerini de şaşırtıyordu.
Günlerden bir gün, iki bilgini ansızın sıla hasreti sardı. Kızlar bunu çoktan fark etmişlerdi.
“Efendilerimiz sıla hasreti çektiğinde onları daha fazla burada tutamayız,” dediler.
Ertesi gün veda ziyafeti hazırladılar ve bilginlere yanlarında götürmeleri için büyülü şaraptan verip şöyle dediler:
“Tekrar görüşeceğiz. Şimdilik yolunuza gidin!”
Bilginler gözyaşlarıyla veda ettiler.
Eve vardıklarında girişler ve kapılar uzun zaman önce yok olmuş gibiydi. Köy halkı da yabancı görünüyordu. Bilginlerin etrafını sarıp kim olduklarını sordular.
“Biz Liu Chen ve Ruan Zhao’yuz. Yalnızca birkaç gün önce şifalı ot toplamak için tepelere çıkmıştık.”
Bunun üzerine bir hizmetkâr telaşla gelip iki adama baktı. Sonunda sevinçle Liu Chen’in ayaklarına kapanıp şunları söyledi: “Evet, gerçekten benim efendimsiniz! Gittiğinizden ve sizden haber alamadığımızdan beri yetmiş, belki de daha fazla yıl geçti.”
Ardından bilgin Liu’yu yüksek mevkilerdeki insanların evlerinde adet olduğu üzere kabartmalarla ve ağzında bir halka tutan aslan figürüyle süslenmiş büyük bir kapıdan geçirdi.
Salona adım attığında beyaz saçlı ve beli bükük yaşlı bir kadın bastonuna yaslanarak öne çıkıp “Bu adam da kim?” diye sordu.
“Efendimiz geri döndü,” diye cevapladı hizmetçi. Sonra da Liu’ya dönüp ekledi: “Kendileri hanımefendimizdir. Neredeyse yüz yaşında, ancak şükür ki hâlâ güçlü ve sağlığı yerinde.”
Sevinç ve hüzün gözyaşları kadının gözlerini doldurdu.
“Ölümsüzlerin arasına karıştığın için bu hayatta seni bir daha asla göremeyeceğimi sanmıştım,” dedi. “Sonunda geri dönmüş olman ne büyük bir mutluluk!”
Kadın sözlerini tamamlayamadan, kadınıyla erkeğiyle tüm aile akın akın salona gelip bilgini karşıladı.
Karısı, bir birini bir ötekini işaret edip kimin kim olduğunu açıklıyordu.
Bilgin kaybolduğu zaman evde yalnızca birkaç yaşlarında küçük bir erkek çocuğu vardı. O çocuk şimdi seksen yaşında yaşlı bir adam olmuştu. Yüksek makamlarda impara torluğa hizmet etmişti ve çoktan emekli olmuş, atalarından kalma bahçelerde yaşlılık günlerini geçiyordu. Üç torununun hepsi ünlü bakanlar olmuşlardı. Torunlarının çocukları on taneden fazlaydı ve bunlardan beşi çoktan doktora sınavlarını geçmişti. Sayıları neredeyse yirmiyi bulan torunlarının torunlarından en büyüğü de hâkimliğe başlama sınavlarını onur derecesiyle geçip eve henüz dönmüştü. Ailelerinin kucaklarında taşınan küçükler ise hesaba katılmadı. Uzakta, görevleriyle meşgul olan tüm torunlar dedelerinin geldiğini öğrenince işlerinden izin alıp gelmişlerdi. Başka ailelere gelin giden kız torunlarının da hepsi gelmişti. Bu, Liu’yu çok mutlu etti ve salonda aile ziyafeti verdi. Kendisi ve beyaz saçlı ihtiyar karısı üst uçta ortaya geçtiler ve tüm torunları, eşleriyle beraber halka oluşturacak şekilde onların etrafına oturdular. Bilgin hâlâ yirmilerinde bir genç gibi görünüyordu, bu yüzden halkadaki gençler bakışıp gülüşüyordu.
Sonra bilgin şöyle dedi: “Yaşlılıktan kurtulmanın bir yolunu biliyorum!”
Sihirli şarabını çıkarıp içmesi için bir kısmını karısına verdi. Üç bardak içtikten sonra beyaz saçları yavaş yavaş siyaha döndü, kırışıklıkları yok oldu ve kocasının yanında oturan güzel bir kadına döndü. Sonra oğlu ve büyük torunları gelip şaraptan içmek istediler. Bir damla bile içen kişi ihtiyar bir insandan genç birine dönüyordu. Hikâye her tarafa yayılıp imparatorun kulağına geldi. İmparator, Liu’yu huzuruna çağırmak istediyse de bilgin çokça teşekkür ederek bu teklifi reddetti. Yine de hediye olarak sihirli şaraptan gönderdi. Bu durum imparatoru oldukça memnun etti ve Liu’ya üzerinde şu sözler yazılı bir onurluk verdi:
“Beş Kuşağın Ortak Evi”
Bunun yanında kendi imparatorluk fırçasıyla yazdığı üç işareti gönderdi:
“Uzun ömrün sevinci”
İki bilginden diğeri olan Ruan Zhao ise o kadar şans lı değildi. Eve geldiğinde karısının ve çocuğunun uzun süre önce vefat ettiğini öğrendi. Torunları ve torunlarının çocukları ise çoğunlukla işe yaramaz insanlardı. Bu nedenle uzun süre kalmayıp tepelere geri döndü. Ancak Liu Chen, ailesiyle birkaç yıl geçirdi. Ardından o da karısını yanına alıp Tai Tepeleri’ne geri döndü ve bir daha kendisini gören olmadı.
Bu hikâye İmparator Mingdi (MS 58-75) saltanatı döneminde yer alır. Yedi Uyurlar efsanesinden etkilenerek oluşturulmuştur ve Çin masallarında sık sık rastlanır.
Cimri Çiftçi
Bir zamanlar armutlarını el arabasına koyup satmak için pazara getiren bir çiftçi vardı. Çok tatlı ve hoş kokulu oldukları için iyi bir satış yapmayı umuyordu. Yırtık bir şapka takıp eski kıyafetler giymiş bir Budist rahip, arabasının yanına gelip bir tane armut istedi. Çiftçi adamı kovdu ancak rahip gitmedi. Çiftçi iyice sinirlenip rahibe kötü sözler söylemeye başladı. Rahip, “El arabanızda yüzlerce armut var. Ben sadece bir tanesini istedim. Bunun size çok da zararı olmaz. Niye bu kadar sinirlendiniz ki şimdi?” dedi.
Geçerken olaya şahit olanlar çiftçiye, rahibe küçüklerinden bir armut verip yollamasını söylediler. Ama çiftçi dinlemedi. Dükkânından tüm olaya şahit olan bir esnaf gürültüden rahatsız olduğu için armutlardan birini satın alıp rahibe verdi.
Rahip esnafa teşekkür etti ve şöyle dedi: “Benim gibi dünya nimetlerinden vazgeçmiş biri cimri olmamalı. Benim de çok güzel armutlarım var, sizleri benimle birlikte armutları yemeye davet ediyorum.” Kalabalıktan biri sordu: “Eğer armutların varsa neden kendininkileri yemiyorsun?” Rahip cevap verdi: “Ekebilmek için öncelikle bir tohumum olması gerek.”
Bu sözlerinin üzerine elindeki armudu zevkle yemeye başladı. Bitirince çekirdeğini eline aldı ve omzunda asılı kazmayla yerde birkaç santim derinliğinde çukur açtı. Çekirdeği çukura yerleştirip üzerini toprakla örttü. Pazar yerindeki birinden sulamak için su istedi. Birkaç meraklı, sokaktaki handan sıcak su getirdi ve rahip çekirdeği suladı. Binlerce göz sulanan noktaya çevrildi. Çekirdeğin çoktan filizlendiği görülebiliyordu. Filiz gittikçe büyüdü ve bir anda ağaca dönüşüverdi. Dallar ve yapraklar çıktı ve çiçek açmaya başladı. Kısa sürede meyveler olgunlaştı; dallardan salkım salkım büyük ve hoş kokulu armutlar sarkıyordu. Budist rahip ağaca tırmanıp etrafta toplanan kalabalığa armutlardan verdi. Tüm armutlar kısa sürede tüketildi. Bunun üzerine rahip kazmasını alıp ağacı kesti. Biraz gürültüden sonra ağaç yere devrildi. Daha sonra ağacı omuzlayıp telaşsız adımlarla uzaklaştı.
Rahip büyüsünü yapmaya başladığında çiftçi de kalabalığa karışıvermişti. Boynunu uzatıp gözlerini rahibe dikmiş duruyordu ve armutlarını satmaya geldiğini tamamen unutmuştu. Rahip uzaklaşınca arabasına bakmak için geri döndü. Armutlarının hepsi gitmişti. Sonra rahibin dağıttığı armutların hepsinin kendi armutları olduğunu fark etti. Daha yakından bakınca el arabasının dingilinin de kaybolduğunu gördü. Daha yeni söküldüğü barizdi. Çiftçi öfkeye kapılıp rahibin arkasından koşabildiği kadar hızlı koştu. Köşeyi döndüğünde kayıp parçanın şehir duvarının yanında durduğunu gördü. Sonra da rahibin kestiği armut ağacının aslında kendi el arabasının dingili olduğunu anladı. Öte yandan rahip hiçbir yerde bulunamadı. Pazardaki kalabalık ise kahkahalara boğuldu.
Çin’de bulunan dingiller aslında tutacaktır, çünkü Çin’deki küçük el arabaları iki tutacağı ya da aks mili olan tek tekerlekli iterek götürülen araçlardır.
Şafak Gökyüzü
Bir zamanlar köylü bir kadına bir çocuk verip ona göz kulak olmasını söyleyen bir adam vardı. Çocuğu teslim ettikten sonra ortadan kayboldu. Kadın çocuğu eve götürdüğünde şafak söküyordu, bu yüzden çocuğa Şafak Gökyüzü ismini verdi. Çocuk üç yaşına geldiğinde sık sık gökyüzüne bakıp yıldızlarla konuşurdu. Bir gün evden kaçıp aylar sonra geri döndü. Kadın da çocuğu bunun için dövdü. Ancak tekrar kaçtı ve bir yıl boyunca dönmedi. Sütannesi korkuyla sordu: “Tüm yıl boyunca nerelerdeydin?” Çocuk cevap verdi: “Sadece Mor Deniz’e küçük bir yolculuk yaptım. Oranın suyu kıyafetlerimi kızıla boyadı. Bu yüzden güneşin içinde uyuduğu pınara gidip onları yıkadım. Sabah gidip öğlen döndüm. Neden bir yıldır burada olmadığımdan bahsediyorsun ki?”
Sonra kadın sordu: “Yolda nerelerden geçtin?”
Çocuk, “Kıyafetlerimi yıkayınca Ölüler Şehri’nde bir süre dinlenip uyuyakaldım. Doğunun Tanrısı’nın verdiği kırmızı kestane ve pembe şafak suyu açlığımı bastırdı. Ardından karanlık gökyüzüne gidip sarı şebnemden içtim ve susuzluğum geçti. Siyah bir kaplanla karşılaşıp sırtında eve gelmek istedim. Ama çok kırbaçlayınca bacağımı ısırdı. Bunu anlatmak için de geri döndüm,” diye yanıtladı.
Çocuk bir kez daha evden kaçtığında İlk Sis’in yaşadığı binlerce kilometre ötedeki bataklığa ulaştı. Orada sarı kaşları olan ihtiyar bir adamla karşılaşıp kaç yaşında olduğunu sordu. Yaşlı adam şöyle dedi: “Yemek yeme alışkanlığını bırakıp havayla besleniyorum. Gözbebeklerim yavaş yavaş tüm saklı şeyleri görebileceğim yeşil bir parıltı kazandı. Bin yılda bir kemiklerimi çevirip iliklerini yıkarım. İki bin yılda bir de kıllardan kurtulmak için cildimi kazırım. Şimdiye kadar kemiklerimi üç kere yıkayıp beş kere cildimi kazıdım.”
Şafak Gökyüzü daha sonraları Han Hanedanı’ndan İmparator Wu’ya hizmet etti. Büyü sanatlarına düşkün olan imparator, kendisine çok bağlıydı. Bir gün şöyle dedi: “İmparatoriçenin hiç yaşlanmasını istemiyorum. Yaşlanmasını önleyebilir misin?”
Şafak Gökyüzü cevap verdi, “Yaşlanmayı önleyecek tek çözüm biliyorum.”
İmparator hangi bitkilerin yenmesi gerektiğini sordu. Şafak Gökyüzü yanıtladı, “Kuzeydoğuda hayat mantarları büyür. Güneşte sürekli inip o mantarları yemek isteyen üç bacaklı bir karga yaşar. Ancak Güneş Tanrısı onun gözlerini kapalı tutar ve gitmesine izin vermez. İnsanlar o mantarı yerse ölümsüz olurlar, hayvanlar yerse aptallaşırlar.”
“Peki, sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu imparator.
“Küçükken bir keresinde içinden on yıllar boyunca çıkamadığım derin bir kuyuya düşmüştüm. Orada bir ölümsüz beni bu bitkinin olduğu yere götürdü. Ancak onu alacak kimsenin üzerinde bir tüyün bile yüzemeyeceği kızıl bir ırmağı geçmesi gerekir. Bu ırmak, yüzeyine değen her şeyi dibe batırır. Ama adam ayakkabılarından birini çıkarıp bana verdi. Ben de ayakkabısının üzerinde ırmağı geçip bitkiyi aldım ve yedim. O bölgede yaşayan kişiler incilerden ve değerli taşlardan hasır dokurlar. Beni ince ve renkli bir deri perdenin asılı olduğu bir yere götürüp üzerine güneş, ay, bulutlar ve yıldırım şekilleri oyulmuş kara yeşim taşından bir yastık verdiler. Üzerimi yüz sineğin kılından eğirilmiş zarif bir yatak örtüsüyle örttüler. O türden bir örtü yaz aylarında serin ve ferah oluyor. Dokunduğumda sudan yapılmış gibiydi ama daha yakından bakınca saf ışıktandı.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/martens-frederick-herman/cin-masallari-69403303/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Tantra, Hinduizmin bir koludur.
2
Bodhisattva, Budist düşüncede kendini tüm duyarlı canlıların Budalığa ulaşmasına yardımcı olmaya adamış kişidir.
3
Samantabhadra, Budizmin üç ana kolundan biri olan Mahayana Budizminde eğitim ve meditasyonla bağdaştırılan bir Bodhisattva’dır.
4
Manjushri, Mahayana Budizminde bilgeliği temsil eden bir Bodhisattva’dır.
5
Dipamkara, Budist geleneğindeki Budalardan biridir.
6
Kırmızı renkli doğal civa sülfür.