Kelt masalları

Kelt masalları
Joseph Jacobs
Avrupa tarihinin en eski ve en savaşçı halkı olan Keltlerin masalları…

Edebiyat ve kültürleriyle Avrupa uygarlığının gelişiminde büyük rol oynayan Keltlerin sözlü geleneği çok güçlüdür. Başta Kral Arthur olmak üzere pek çok anlatının kökeni Kelt kültürüne dayanır. Elbette ki bu geleneğin en önemli ürünlerinden biri de masallardır.

Kelt efsanelerinin engin dünyasından beslenen ve Keltlerin ince mizahıyla yoğurulmuş masalların en iyi 24 örneği bu kitapta bir araya getirildi.

Dilden dile aktarılarak yüzlerce yılı aşıp günümüze kadar gelen bu masallarda güçlü savaşçılardan büyük krallara, sıradışı yaratıklardan sihirli varlıklara kadar pek çok figürle karşılaşacaksınız.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

Joseph Jacobs
Kelt Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Norveç Masalları, Kore Masalları, Çingene Masalları ve Eskimo Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Kelt Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Connla ve Genç Peri Kızı
Ateş Saçlı Connla, Yüz Savaş Galibi Conn’un oğluydu. Bir gün Usna Tepesi’nde babasıyla birlikteyken tuhaf elbiseler içindeki genç bir kızın kendisine doğru geldiğini gördü.
“Nereden geliyorsun genç kız?” diye sordu Connla.
“Ebedi Yaşam Düzlükleri’nden geliyorum,” dedi kız, “Orada ne ölüm vardır ne de günah. Orada her günümüz bayramdır, neşelenmek için kimseye ihtiyaç duymayız. Zevk içinde yaşarız, hiç sorunumuz yoktur. Evlerimiz, yuvarlak yeşil tepelerin üstünde olduğundan insanlar bize Tepe Halkı derler.”
Kral ve beraberindekiler, bir ses duydukları halde kimseyi göremedikleri için meraklanmışlardı. Çünkü Connla hariç hiçbiri Genç Peri Kızı’nı göremiyordu.
“Kimle konuşuyorsun oğlum?” diye sordu Kral Conn.
O esnada genç kız cevap verdi: “Connla, ne ölümün ne de yaşlılığın uğrayacağı genç bir peri kızı ile konuşuyor. Connla’yı seviyorum ve onu, Boadag’ın hükümdarlığı süresince hiçbir dert ve keder görmeyen Sefa Düzlüğü Moy Mell’e çağırıyorum. Lütfen, bir şafak gibi canlı sarı tenin ve kırmızı saçlarınla bana eşlik et Connla. Orada seni, zarif yüzünü ve asil karakterini şereflendirmek için, bir peri tacı bekliyor. Gel ve kıyamet gününe kadar ne zarafetin ne de gençliğin solsun.”
Kral, genç kızın söylediklerinden ürkmüştü, çünkü onu duyabildiği halde göremiyordu; bu yüzden Coran isimli druidini[1 - Kelt topluluklarında bulunan bir rahip sınıfı. (ç.n.)] çağırdı.


“Birçok büyünün ustası Coran, yardımına ihtiyacım var,” dedi. “Bu, benim yeteneğimi ve bilgeliğimi aşan bir vazife; öyle ki krallığı devraldığımdan beri böylesiyle karşılaşmadım. Görünmez bir genç kız bizimle konuştu ve gücü ile biricik güzel oğlumu benden alacak. Eğer yardım etmezsen bu kadın hile ve büyüyle çocuğumu benden çalacak.”
Bunun üzerine Druid Coran ileri atıldı ve genç kızın sesinin geldiği noktaya doğru büyülerini yaptı. Artık kızın sesini duyan yoktu, Connla bile kızı göremiyordu. Ancak Druid’in güçlü büyüsü sebebiyle yok olmadan önce genç kız, Connla’ya bir elma fırlatabilmişti.
Connla, o günün ardından neredeyse bir ay boyunca o elma dışında bir şeyi ne yedi ne de içti. Connla elmayı yedikçe elma tekrar büyüyor ve hep bir bütün olarak kalıyordu. Bu süre boyunca, gördüğü genç kıza karşı güçlü bir özlem ve arzu duymaya başladı.
Connla, bir aylık bekleyişin son gününde, kral olan babasıyla birlikte Arcomin Düzlüğü’ndeyken genç kızı tekrar gördü ve kız Connla’yla tekrar konuştu.
“Connla’nın ölümlüler arasında ölümü beklediği bu yer gerçekten muhteşem bir yer. Ancak artık yaşamın halkı, yani ebedi yaşayanlar, seni Sefa Düzlüğü Moy Mell’e gelmen için davet ediyorlar ve hatta yalvarıyorlar, çünkü seni tanımak ve değerli insanların bulunduğu evlerinde görmek istiyorlar.”
Kral Conn, genç kızın sesini duyunca yüksek bir sesle adamlarına seslendi:
“Çabuk Druid Coran’ı çağırın, belli ki kız tekrar konuşma gücüne kavuşmuş.”
O sırada genç kız, “Ah, yüz savaşta savaşmış yüce Conn, Druid’in gücü hoş karşılanmıyor; nezih insanlarla dolu yüce topraklardaki itibarı iyi değil. Adalet geldiğinde, yalancı kara iblisin dudaklarından dökülen Druid’in büyülerini ortadan kaldıracak,” dedi.
O zaman kral fark etti ki genç kız geldiğinden beri oğlu Connla kimseye tek kelime dahi etmemişti. Bu yüzden Yüz Savaş Galibi Conn, “Bu kadının söyledikleriyle ilgileniyor musun oğlum?” diye sordu.
“Bu benim için de zor,” dedi Connla. “Kendi halkımı her şeyin üstüne koyuyorum; ama gelin görün ki genç kıza olan arzum beni günden güne sarıyor.”
Genç kız bunu duyunca “Okyanusun dalgaları bile arzunun dalgaları kadar güçlü değildir. Benimle birlikte su üzerinde süzülen parıltılı kristal kayığıma gel. Çok geçmeden Boadag’ın topraklarına varırız. Biliyorum parlak güneş batıyor, ancak ne kadar uzakta olursa olsun karanlıktan önce oraya ulaşabiliriz. Ayrıca seyahate değer başka bir yer daha var. Orası öyle bir yer ki onu arayana sevinç verir. Orada yalnızca eşler ve genç kızlar yaşar. Eğer istersen orayı buluruz; böylece keyif içinde, baş başa orada yaşayabiliriz,” diye cevap verdi.
Genç kız konuşmasını bitirince Ateş Saçlı Connla, beraberindekilerden koşarak ayrıldı ve su üzerinde süzülen parıltılı kristal kayığa doğru koştu. Sonra, kral ve maiyeti, kayığın pırıl pırıl deniz üzerinde batan güneşe doğru yol alışını izlediler. Kayık nihayet gözlerden kaybolana kadar uzaklaştıkça uzaklaştı. Connla ve genç peri kızı ise yollarına devam ettiler ve bir daha hiç gözükmediler. Kimse de nereden geldiklerini bilmedi.

Kanaryaotu Tarlası
Hasat zamanının güzel bir gününde ki sözkonusu gün herkesin bildiği gibi yılın en iyi bayram günlerinden biri olan Meryem Ana Yortusu’ydu, Tom Fitzpatrick toprak zeminde geziniyordu ve çitin güneşli kısmına doğru yürüyordu. Birden çitin önünde bir çeşit çıtırtı duydu. “Olur şey değil,” dedi Tom, “Sezonun bu zamanı, taşkuşlarının ötmesi için çok geç değil mi?” Bu sebeple dikkat çekmeden, parmakuçlarında ilerleyerek sesi çıkaran şeyin ne olduğunu görmeye çalıştı. Acaba tahmini doğru muydu? Ses durdu, ancak Tom çalılıkların arasından keskin gözleriyle baktığında gördüğü şey, çitin kenarında duran ve aşağı yukarı beş litre içkiyle dolu kahverengi testiden başka bir şey değildi; yanında da kenarları kalkık katlanmış şapkası ve önünde asılı deri önlüğüyle mini minnacık yaşlı bir adam duruyordu. Küçük adam tahta bir oturak çıkardı ve üstüne çıktı, küçük tahta maşrapasını testinin içine daldırıp dolu bir halde çıkardı; sonra bu maşrapayı oturağın hemen kenarına koyup çitin altına oturdu ve tam kendisine uygun olan ayakkabısına bir topuk çakmak için çalışmaya başladı. “Şaşılacak şey,” dedi Tom kendi kendine, “Leprikonları hep duyardım, aslını söylemek gerekirse hiçbir zaman onların varlığına inanmadım, ancak gel gör ki bir tanesi tam karşımda duruyor. Eğer bu şansı değerlendirirsem zengin oldum demektir. Gözlerini asla üstlerinden çekmemen gerektiğini söylerler, yoksa kaçarlarmış.”
Tom azıcık daha ilerledi, tıpkı bir kedinin bir fareye baktığı gibi, gözlerini küçük adamın üstüne sabitlemişti. Ona iyice yaklaşınca “Tanrı yardımcın olsun komşu,” dedi.
Küçük adam, kafasını kaldırıp “Çok teşekkür ederim,” dedi.
“Bayram günü neden çalışıyorsun ki?” dedi Tom.
“Bu beni ilgilendirir, seni değil,” cevabını aldı.
“Öyle mi, umarım bana testinin içinde ne olduğunu söyleyecek kadar naziksindir,” dedi Tom.
“Bunu zevkle yaparım, testi iyi bir birayla dolu,” dedi adam.
“Bira mı?” dedi Tom. “Üstüme iyilik sağlık! Nereden buldun onu?”
“Nereden mi buldum? Ben yaptım, peki sence neyle yaptım?”
“Hiç mi hiç bilmem, ancak arpa diye tahmin ediyorum, başka ne olabilir ki?” dedi Tom.
“Al işte yanıldın. Çalılardan yaptım.”
“Çalılardan mı?” dedi Tom, gülmekten ölecekti. “Buna inanacak kadar aptal olduğumu düşünmüyorsun değil mi?”
“İster inan ister inanma, fakat sana söylediğim şey doğru. Danları hiç duydun mu?”
“Ne olmuş onlara?” diye sordu Tom.
“Ne mi olmuş, olan şey şu, onlar buradayken bize çalılardan bira yapmayı öğretmişler, o zamandan beri ailem bu işin sırrını biliyor.”
“Biranı tadabilir miyim peki?” diye sordu Tom.
“Sana şunu söylemeliyim genç adam, kendi halinde sessiz sakin insanları aptal sorularınla bunaltacağına babanın mülküne göz kulak olman senin için daha iyi olur. Al işte, sen zamanını burada boşa harcarken inekler yulaflara dalmış, mısırları da mahvetmiş.”
Tom bu laflara o kadar şaşırmıştı ki tam arkasını dönecekken kendine geldi. Böyle bir şeyin tekrar olma ihtimaline karşı leprikona doğru atıldı ve onu elinden yakaladı. Ancak acele ettiğinden testiyi devirdi ve tüm birayı döktü. Artık biranın tadına bakıp nasıl bir şey olduğunu bilemeyecekti. Hemen ardından eğer paranın nerede olduğunu söylemezse onu öldüreceğine dair yemin etti. Tom o kadar kötü ve zalim görünüyordu ki küçük adam bayağı korkmuştu, bu yüzden, “Benimle birkaç tarla boyunca gel, sana bir çanak dolusu altının yerini göstereceğim,” dedi.


Böylece yola çıktılar. Çitleri ve hendekleri geçmelerine, bataklıkları aşmalarına rağmen Tom, leprikonu eliyle sıkı sıkıya tutuyor, gözlerini de ondan hiç ayırmıyordu. En sonunda kanaryaotları ile dolu kocaman bir tarlaya vardılar. Leprikon büyük bir kanaryaotunu işaret edip “Şu kanaryaotunun altını kaz, böylece kocaman bir çanak dolusu altın senin olacak,” dedi.
Tom, aceleyle yola çıktığından yanında bir kürek getirmeyi akıl edememişti. Hemen eve gidip bir kürek almayı düşündü; kırmızı çorap bağlarından birini çıkarıp kanaryaotunun etrafına bağladı, böylece altının yerini kaybetmeyecekti.
Sonra leprikona dönüp “Çorap bağını o kanaryaotundan çıkarmayacağına dair yemin et,” dedi. Leprikon da çorap bağına dokunmayacağına dair yemin etti.
“Sanıyorum ki…” dedi leprikon nazik bir şekilde, “benimle bir işin kalmadı.”
“Kalmadı,” dedi Tom. “Eğer dilersen artık gidebilirsin, Tanrı seninle olsun ve nereye gidersen git şans yanında olsun.”
Leprikon, “Öyleyse kendine iyi bak Tom Fitzpatrick, umarım altının sana çok faydası dokunur,” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Tom canını dişine takıp koştu, eve gidip küreği aldı ve yine aynı şekilde kan ter içinde kanaryaotu tarlasına ulaştı. Ancak oraya geldiğinde bir de ne görsün! Tarlada çorap bağı bağlanmamış tek bir kanaryaotu bile yok, üstelik hepsi de birbirinin tamamen aynısı. Tüm tarlayı kazmak da saçmalık olurdu, çünkü tarla neredeyse 30 hektardı. Bu yüzden Tom küreği omzunda eve döndü, giderkenki heyecanından eser yoktu, sonrasında başına gelen şey ne zaman aklına gelse leprikona bela okudu.

Boynuzlu Kadınlar
Zengin bir kadın, bir gece geç saatlere kadar uyumayıp yünü tarıyor ve hazırlıyordu. Bu sırada tüm aile ve hizmetçiler uyuyordu. Birden kapı çalındı ve biri “Aç! Kapıyı aç!” diye seslendi.
“Kim o?” diye sordu evin hanımı.
“Ben tek boynuzlu cadıyım,” diye bir cevap geldi.
Evin hanımı, komşularından birinin yardıma ihtiyacı olduğu düşüncesiyle kapıyı açtı ve içeri bir kadın girdi. Kadının elinde bir çift hallaç ve alnında bir boynuz vardı, sanki boynuz orada büyüyormuş gibiydi. Ateşin yanına sessizce oturdu ve yünü büyük bir telaşla taramaya başladı. Birden durup yüksek sesle “Kadınlar nerede? Çok geciktiler,” dedi.
Sonra kapı bir kez daha çalındı ve tıpkı daha önce olduğu gibi yine biri “Aç! Kapıyı aç!” dedi.
Evin hanımı kalkıp kapıyı açma zorunluluğu hissetti ve o an içeri ikinci cadı girdi; alnında iki boynuz, elinde ise yünü döndürmek için bir tekerlek vardı.
“Yer açın, ben iki boynuzlu cadıyım,” dedi ve tekerleği bir şimşek kadar hızlı çevirmeye başladı.
Böylece kapı çalmaya devam etti, seslenmeler duyuldu ve içeri cadılar girdi. Bir boynuzludan on iki boynuzluya kadar tam on iki kadın ateşin etrafındaki yerini alıncaya kadar bu böyle devam etti.
İplikleri taradılar, çıkrıklarını döndürdüler, iplikleri sardılar ve dokudular. Bu esnada hep birlikte antik bir ilahi söylüyorlardı, evin hanımına ise tek kelime dahi etmediler. Bu on iki kadın, boynuzları ve döndürdükleri tekerleklerle korkunç gözüküyorlardı, çıkardıkları sesler ise tuhaftı. Bu sebeple evin hanımı ölüme yakın olduğunu hissetti, ayağa kalkıp yardım için seslenmeyi düşündü ancak ne hareket edebildi ne de tek bir kelime edebildi, çünkü üzerinde cadıların büyüsü vardı.


O sırada biri İrlanda diliyle “Kadın, kalk ve bize bir pasta yap,” dedi.
Bunun üzerine evin hanımı kuyudan su getirebileceği bir kap aradı, böylece unu karıştırıp pastayı yapabilecekti, ancak bulamadı.
Sonra cadılar kadına “Süzgeci al ve suyu onunla getir,” dediler.
Kadın, süzgeci aldı ve kuyuya gitti; fakat su, süzgecin deliklerinden akıp gitti. Kadın pasta için hiç su götüremediğinden kuyunun yanına oturup ağlamaya başladı.
Bunun üzerine bir ses “Sarı kili ve yosunu alıp birleştir, sonra süzgecin üzerine sıva, böylece süzgeç suyu tutacaktır,” dedi.
Kadın söyleneni yaptı. Süzgeç, pasta için gerekli suyu tutmuştu; aynı ses bu kez “Geri dön ve evin kuzeyine geldiğinde üç kez yükses sesle ‘Fenian[2 - Antik İrlanda’da efsanevi savaşçı kadınlara verilen isim. (ç.n.)] kadınlarının dağı ve üzerindeki gökyüzü yanıyor’ diye bağır,” dedi.
Kadın söyleneni yaptı.
İçerideki cadılar bu bağırışı duyunca korkunç bir çığlık atıp, feryat figan dışarı fırlayıp önderlerinin yaşadığı Slievenamon’a doğru kaçtılar. Ancak Kuyunun Ruhu, cadıların geri dönme ihtimaline karşı, evin hanımına eve gitmesini ve evi büyülere karşı hazırlamasını söyledi.
Kadın, büyüleri bozmak için ilk olarak, çocuğunun ayağını yıkadığı kirli suyu kapının dışındaki eşiğe serpti. Sonra o evde yokken cadıların uyuyan aileden çektikleri kanı kullanarak yaptığı pastayı alıp dilimledi ve uyuyan herkesin ağzına bir parça koydu, böylece kanları iade edildi. Bunun ardından dokudukları elbiseyi alıp asma kilitle göğüs kısmından yarı açık yarı kapalı bir şekilde koydu. Son olarak da kapının kirişini pervazlarla sabitledi, böylece cadılar içeri giremeyecekti. Bunların hepsini yaptıktan sonra beklemeye koyuldu.
“Aç! Yolu aç!” diye bağırdılar, “Aç, kirli su!”
“Yapamam,” dedi kirli su, “Yere döküldüm, gideceğim yer ise göl.”
“Açılın, açılın tahtalar, odunlar ve kirişler!” diye bağırdılar kapıya.
“Yapamam,” dedi kapı, “Çünkü kiriş, pervazlardan sabitlenmiş, hareket edemiyorum.”
“Aç, aç kanla yaptığımız pasta!” diye bağırdılar.
“Yapamam, çünkü dağıldım ve eridim; kanım ise uyuyan çocukların dudaklarında,” dedi pasta.
Bunun üzerine cadılar gökyüzüne doğru çığlık atarak uçtular. Slievenamon’a doğru kaçarken planlarını bozan Kuyunun Ruhu’na lanet ettiler. Kadın ve evi ise huzur buldu, o gece cadılardan birinin uçarken düşürdüğü örtü ise o günü hatırlamak için evin hanımı tarafından duvara asıldı. Bu örtü aynı aile tarafından beş yüz yıl boyunca nesilden nesile aktarıldı.

Conall Sarıpençe
Conall Sarıpençe, İrlanda’nın güçlü sakinlerinden biriydi. Üç oğlu vardı. O zamanlar İrlanda’nın beşte birini bir kral yönetiyordu. Conall ile kralın arası iyiydi. Ancak bir gün kralın çocukları ve Conall’ın çocuklarının arası bozuldu ve bir kavga patlak verdi. Conall’ın çocukları üstünlüğü ele geçirip kralın büyük oğlunu öldürdüler. Kral, Conall’a bir mesaj yolladı: “Ah Conall! Çocuklarını, büyük oğlumu öldürecek kadar hiddetlendiren şey ne? Görüyorum ki sana karşı kin güdüyorum, daha iyisini yapamayacağımdan sana bir teklif sunuyorum. Eğer söylediğim şeyi yaparsan sana karşı kin gütmeyeceğim: Sen ve çocukların bana Lochlann kralının kahverengi atını getirirse çocukların bağışlanacak.”
“Kralın keyfine göre hareket etmemeliyim, ancak çocuklarımın hayatı da tehlikede olmamalı,”dedi Conall. “Benden istenen şey zor, kendi hayatımı kaybedeceğim, çocuklarım da hayatlarını kaybedecekler ya da kralın keyfi için uğraşacağım.”
Bu sözlerden sonra Conall, kralın yanından ayrılıp eve gitti. Eve vardığında çok büyük sıkıntı ve kafa karışıklığı içindeydi. Uzandığında eşine kralın sunduğu tekliften bahsetti. Kadın, kocasının uzaklara gideceğini öğrenince derin bir hüzne boğuldu. Çünkü onu bir daha görüp göremeyeceğini bilmiyordu.
“Ah Conall, neden kralın, çocuklarına istediğini yapmasına izin vermedin. Böylece gitmek zorunda kalmazdın, şimdi seni bir daha görüp göremeyeceğimi nereden bileceğim?” dedi.
Ertesi gün uyanınca Conall ve çocukları hazırlandılar, Lochlann’a doğru yolculukları başladı. Oraya ulaşana kadar hiç durmadılar. Lochlann’a ulaştıklarında ise ne yapacaklarından emin olamadılar. Yaşlı adam çocuklarına dönüp “Bir duralım, kralın değirmencisinin evini bulalım,” dedi.
Kralın değirmencisinin evine gittiklerinde adam onlara geceyi orada geçirebileceklerini söyledi. Conall değirmenciye, kendi çocukları ile kralın çocuklarının aralarının bozulduğunu ve çocuklarının kralın büyük oğlunu öldürdüğünü, kralın gönlünü almanın tek yolunun ise Lochlann kralının kahverengi atını almak olduğunu söyledi.
“Eğer bana bir iyilik yapıp ona ulaşmamın bir yolunu söylersen emin ol bunun karşılığını öderim,” dedi Conall.
“İstediğiniz şey çok aptalca,” dedi değirmenci, “Çünkü kral atına o kadar çok bağlı ki onu çalmadıkça o atı alamazsınız, ama eğer bunun bir yolunu bulursanız bunu bir sır olarak tutabilirim.”
“Ben de bunu planlıyorum,” dedi Conall, “Sen her gün kral için çalışıyorsun. Sen ve uşakların, bizi buğday çuvallarının içine sokabilirsiniz.”
“Kafandaki plan kötü bir plan değil,” dedi değirmenci.
Değirmenci, uşaklarıyla konuşup söyleneni yapmalarını istedi. Onlar da adamları çuvalların içine koydu. Kralın uşakları, buğdayları almaya geldiler ve çuvalları beraberlerinde götürüp atların önüne koydular. Ardından kapıyı kilitleyip oradan ayrıldılar.
Çocuklar kahverengi ata bakmak için çıktıklarında Conall, “Yapmayın. Buradan kurtulmak kolay değil, gelin kendimize saklanacak çukurlar açalım, böylece eğer bizi duyarlarsa içlerine saklanabiliriz,” dedi. Çukurları kazdılar, sonrasında atı incelediler. At ehlileştirilmediğinden ahırın içinde korkunç bir ses çıkarmaya başladı. Kral bile bu sesi duydu. Uşaklarına, “Bu ses kahverengi atımdan geliyor olmalı, sorunu neymiş öğrenin,” dedi.
Hizmetçiler denileni yaptı. Conall ve çocukları gelen hizmetçileri görünce saklanacakları çukurlara girdiler. Hizmetçiler atlara baktılar, ancak sorunun ne olduğunu bulamadılar. Bunun üzerine dönüp krala durumdan bahsettiler, kral da eğer sorun yoksa gidip dinlenebileceklerini söyledi. Uşaklar gidince Conall ve çocukları tekrar ata doğru yöneldi. Atın daha önce çıkardığı ses de çok şiddetliydi, ama bu sefer çıkardığı ses öncekinden yedi kat daha şiddetliydi. Kral tekrar uşaklarına haber salıp kahverengi atı rahatsız eden bir şeyin olduğunu söyledi. “Gidin ve iyice bakın.” Hizmetçiler tekrar denileni yaptı. Conall ve çocukları tekrar çukurlara girdiler. Hizmetçiler didik didik aradılar, ancak hiçbir şey bulamadılar. Geri dönüp krala söylediler.
“Bir sorun yoksa ne âlâ,” dedi kral, “Gidin ve dinlenin, eğer bir daha duyarsam bu kez kendim gideceğim.”
Conall ve çocukları uşakların gittiğini görünce tekrar ortaya çıktılar, içlerinden biri atı yakaladı; ancak bu sefer çıkardığı ses katbekat daha şiddetliydi.
“Yine mi!” diye homurdandı kral. “Kahverengi atımı rahatsız eden bir şey olmalı.” Çanı hızlıca çaldı, hizmetçisi geldiğinde ahır uşaklarına haber vermesi gerektiğini, kahverengi atı rahatsız eden bir şey olduğunu söyledi. Uşaklar geldi ve kralla birlikte ahıra doğru yol aldılar. Conall ve çocukları gelenleri görünce tekrar saklandılar.
Kral dikkatli bir adamdı, atların ses çıkardığını gördü.
“Tetikte olun, ahırda adamlar var, bir şekilde onları bulalım,” dedi.
Kral, adamların izlerini takip etti ve onları buldu. Herkes Conall’ı tanıyordu, çünkü İrlanda kralının saygın yakınlarından biriydi. Kral, onları çukurdan çıkardığında “Conall, bu sen misin?” diye sordu.
“Benim, yüce kralım, hem de ta kendisiyim, gelmek zorunda kaldım. Sizin affınıza, onurunuza ve nezaketinize sığınıyorum.” Başına gelenleri ona anlattı, kahverengi atı İrlanda kralı için almazsa oğullarının idam edileceğini söyledi. “İsteyerek alamayacağımı bildiğimden onu çalacaktım,” dedi.
“Peki Conall, bu kadarı yeterli, gel bakalım,” dedi kral. Gözcülerine Conall’ın çocuklarına dikkat etmeleri gerektiğini ve onlara et ikram etmelerini söyledi. O gece Conall’ın çocuklarının başına iki gözcü dikildi.
“Şimdi, Conall,” dedi kral, “Çocuklarının çoğunun asılmasını görmekten daha zor bir durumda kaldın mı hiç? Benim nezaketime ve iyiliğime sığınıp zorunluluktan yaptığını söylediğinden seni asmamalıyım. Ancak bana öyle bir olay anlat ki en az bunun kadar zor bir durum olsun, eğer anlatabilirsen en genç oğlunun canını bağışlayacağım.”
“Bunun kadar zor bir durum anlatayım öyleyse,” dedi Conall. “Genç bir delikanlıydım, o zamanlar babamın çok fazla toprağı ve yüzlerce ineği vardı. Bu ineklerden biri henüz yavrulamıştı. Babam onu eve getirmemi söyledi. İneği buldum ve yanıma aldım. O ara yoğun bir kar başladı. Biz de ağılın barakasına girdik, ineği ve buzağıyı da yanımıza alıp karın durmasını bekledik. Birden beraberinde on bir kedi ile birlikte tek gözlü, tilki renkli bir kedi çıkageldi. Bu tilki rengindeki kedi, diğer kedilerin baş ozanları gibi bir şeydi. İçeri girdiklerinde varlıklarından rahatsız olmaya başlamıştım bile. ‘Söylemeye başlayın,’ dedi baş ozan olan kedi, ‘Neden duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söyleyelim.’ Kedilerin dahi ismimi bilmesine şaşırmıştım. Şarkıyı bitirince baş ozan ‘Şimdi yüce Conall, kedilerin senin için söylediği şarkının mükâfatını ver,’ dedi. ‘Peki öyleyse, sizin için bir mükâfatım falan yok, fakat şuradaki buzağıya razı olursanız onu verebilirim,’ dedim. Lafımı bitirir bitirmez on iki kedi birden buzağıya saldırdılar ve gerçekten, hayvan onlara kar şı fazla dayanamadı. ‘Çalın bakalım, neden sessizce duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söyleyin,’ dedi baş ozan. Söyledikleri şarkıyı beğenmiyordum bile, ancak söylemeden dururlar mı! ‘Şimdi mükâfatlarını ver,’ dedi tilki renkli büyük kedi. ‘Kendimden de sizden de sizin mükâfatlarınızdan da bıktım,’ diye cevap verdim. ‘Razı olursanız şuradaki ineği alıp gidin, yoksa mükâfat falan yok.’ İneğe yöneldiler, o da çok fazla dayanmadı.
‘Neden sessiz duruyoruz? Conall Sarıpençe için bir şarkı söylemeye başlayın,’ dedi baş ozan. Kralım, sizi temin ederim, söyledikleri şarkı umrumda falan değildi çünkü iyi dostlar olmadıklarını anlamıştım. Şarkıyı bitirdiklerinde baş ozanın yanına gittiler. ‘Şimdi mükâfatlarını ver,’ dedi baş ozan ve emin olun kralım, bu kez verecek hiçbir mükâfat kalmamıştı. Bu yüzden onlara ‘Sizin için bir mükâfatım yok,’ dedim. Bu kez şiddetle mırıldanmaya başladılar. Ben de barakanın arkasındaki çayırlığa açılan pencereden atladım. Ormana doğru olabildiğince hızlı koşmaya başladım. O zamanlar çevik ve güçlüydüm; kedilerin peşimden mırıldana mırıldana koştuklarını fark edince oradaki yüksek ve dalları sıkı bir ağaca tırmandım. Bu şekilde olabildiğince saklandım. Kediler beni ormanlıkta aramaya başladılar, ancak bulamadılar; yorulduklarında her biri bir diğerine geri dönmeleri gerektiğini söyledi. Fakat o sırada başlarındaki tilki renkli tek gözlü kedi, ‘Sizin iki gözünüzle göremediğinizi ben tek gözümle görüyorum, ağacın tepesinde bir serseri var,’ dedi. O bunu söyleyince bir tanesi ağaca tırmanmaya başladı, benim olduğum yere gelirken bir savaş aleti çıkarıp onu öldürdüm. ‘Bak sen şu işe! Dostlarımı bu şe kilde kaybedemem, ağacın kökünün etrafında toplaşın ve kazmaya başlayın, böylelikle şu katil toprağa düşsün,’ dedi tek gözlü kedi. Bunun üzerine ağacın çevresine toplandılar ve kazmaya başladılar. Kollara ayrılan kökün ilkini kestiler, ağaç hafiften sallandı, ben de bir çığlık attım ki bu şaşılacak bir şey değildi. Ormanın yakınlarında bir rahip vardı; yanında da on adam bulunuyordu. Bu rahip, ‘Zor durumda olan bir adam bağırdı, ona yardım eli uzatmalıyız,’ dedi. Adamlardan en bilgesi, ‘Çığlığı tekrar duyana kadar bekleyelim,’ dedi. Kediler deli gibi kazmaya devam ediyordu, nihayetinde diğer kökü de parçaladılar; bunun üzerine ben de bir çığlık daha attım ve bu sefer ki çok güçlüydü. ‘Kesinlikle yardıma ihtiyacı olan bir adam bu, hemen harekete geçelim,’ dedi rahip. Yola koyulmak için hazırlanmaya başladılar. Kediler iyiden iyiye kendilerini göstermeye başlayıp üçüncü kökü de parçaladılar ve ağaç âdeta yıkıldı. O zaman üçüncü çığlığımı attım. Gözüpek adamlar hızlandılar, kedilerin ağaca yaptığı şeyi gördüklerinde küreklerle kedilerin üzerine atıldılar; kediler ve adamlar bir kavgaya tutuştular ta ki kediler kaçana kadar. Kralım, emin olun, sonuncusu kaçana kadar yerimden kımıldamadım bile. Sonrasında ise evime döndüm. Bu, içinde bulunduğum en zor durumdu; hatta bana göre o kediler tarafından parçalanmak, Lochlann kralı tarafından asılmaktan daha kötü bir durum.”


“Ah Conall! Sende ne hikâyeler var. Bu hikâyeyle çocuğunun canını kurtardın; eğer bana bundan daha zor bir durum anlatırsan bir oğlunun daha hayatını kurtarabilirsin, böylece iki çocuğun sana bağışlanır,” dedi kral.
“Peki o zaman, madem öyle istiyorsunuz. Bu gece sizin zindanınızda kalmaktan bile daha zor bir durum yaşamıştım, onu anlatayım,” dedi Conall.
“Anlat bakalım,” dedi kral.
“O zamanlar bayağı genç bir delikanlıydım. Ava çıkmıştım, babamın arazisi deniz kenarındaydı ve bu arazi kayalıklar, mağaralar, uçurumlarla dolu engebeli bir araziydi. Kıyının ucuna doğru giderken sanki iki kayanın arasından bir duman çıktığını gördüm, bunun üzerine bu dumanın kaynağının ne olduğunu öğrenmek için bakınmaya başladım. Bakınırken bir de ne olsa dersiniz? Düştüm. Düştüğüm yer otlarla doluydu, yani ne bir kemiğim kırıldı ne de vücuduma bir şey oldu. Fakat oradan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Önüme bakmıyordum, yukarı doğru bakındım, ancak hiçbir zaman oraya çıkamayacağımı düşündüm. Orada kalıp ölme korkusu korkunçtu. Büyük bir uğultunun giderek yaklaştığını fark ettim, uğultunun kaynağı ise kocaman bir dev ve beraberindeki iki düzine keçiydi, başlarında bir de teke vardı. Dev, keçileri bağlayıp benim bulunduğum yere geldi ve bana ‘Aha! Conall, bıçağım uzun süredir taze et görmediğinden cebimde paslanmaya başlamıştı,’ dedi. Bunun üzerine ben de ‘Ah, beni parçalara ayırsan bile sana çok fazla yararım dokunmaz, senin dişinin kovuğunu bile doldurmam. Ancak görüyorum ki gözünün biri görmüyor. Ben iyi bir hekimim, gözünün diğer gözün gibi olmasını istemez misin?’ dedim. Dev, bu sırada gidip kazanı ateşin üstüne koydu. Ona suyu nasıl ısıtması gerektiğini söylüyordum, çünkü benden gözünü iyileştirmemi bekliyordu. Çalıları toplayıp birleştirdim ve devi kazanın içine oturttum. Sağlıklı olan gözün üstünde çalışmaya başladım, sağlıklı gözünün görüş kabiliyetini diğerine aktaracakmışım gibi davranıyordum, sonra sağlıklı olan gözü de kör ettim. Öyle bir durumda tabii ki sağlıklı olanı bozmak, kötü olanı iyileştirmekten çok daha kolaydı.
Hiçbir şey göremediğini fark etmişti, ben de ona rağmen bu mağaradan çıkacağımı söylediğimde suyun içinden fırlayıp mağaranın ağzına dikildi ve gözünün intikamını alacağını söyledi. Tüm geceyi orada sinip geçirmekten başka çarem yoktu, nefesimi öyle bir tutuyordum ki nerede olduğumu bilmesine imkân yoktu.
Sabah kuşların cıvıltısını duyunca günün ağardığını fark etti ve ‘Uyuyor musun? Kalk ve keçilerimi sal,’ dedi. Tekeyi öldürdüm. ‘Tekemi mi öldürüyorsun yoksa!’ diye bağırdı.
‘Hayır, ipler çok sıkı olmuş, bu yüzden onları salmam zor oluyor,’ diye cevap verdim. Keçilerden birini saldım, keçiyi eline aldı ve sevmeye başladı. Ona ‘İşte buradasın, beyaz keçim benim. Sen beni görebiliyorsun ama ben seni göremiyorum,’ dedi. Bir yandan tekenin derisini yüzüyor, diğer yandan da keçileri bir bir salıyordum; son keçiyi salmadan önce tekenin derisini yüzmeyi bitirmiştim. Sonra deriyi üstüme geçirip arka bacaklarının olduğu yere bacaklarımı, ön bacaklarının olduğu yere de kollarımı geçirdim, kafasını kafama aldım, boynuzlarını da başımın üstüne koydum, böylece aptal dev benim teke olduğumu sanacaktı. Mağaranın ağzına doğru gittim, dev ellerini üstüme koyup ‘İşte buradasın, benim tatlı tekem; sen beni görebiliyorsun ama ben seni göremiyorum,’ dedi. Dışarı çıktığımda doğayı tekrardan gördüm. Kralım, bir görmeliydiniz sevinçten resmen havalara uçuyordum. Dışarıdayken üzerimdeki teke derisini çıkardım ve deve ‘Sana rağmen oradan çıkmayı başardım,’ diye seslendim.
ʻAha! Demek bana bunu yapabildin. Çok gözü pek davranıp dışarı çıkabildiğin için sana yanımdaki yüzüğü vereceğim, onu sakla ki sana şans getirsin,’ dedi.
‘Yüzüğü doğrudan senden alamam, ama eğer onu fırlatırsan yanımda götürebilirim,’ dedim ona. Yüzüğü düz zemine fırlattı, gittim ve yüzüğü kaldırıp parmağıma taktım. Sonra bana ‘Parmağına uydu mu?’ diye sordu. ‘Uydu,’ dedim. İşte o sırada ‘Neredesin, yüzük?’ diye sordu. Yüzük de ‘Buradayım,’ diye cevap verdi. Dev, kalkıp yüzüğün sesinin geldiği yere doğru koşmaya başladı, artık çok daha zor bir durumdaydım. Bir bıçak çıkardım. Yüzüğün takılı olduğu parmağımı kestim ve suya doğru büyük bir güçle fırlattım, yüzüğün düştüğü yer çok derindi. Dev tekrardan ‘Nerede sin, yüzük?’ diye sordu. Yüzük de suların altında olmasına rağmen ‘Buradayım,’ diye cevap verdi. Bunun üzerine dev, yüzüğün olduğu yöne doğru atıldı ve denize düştü. Boğulmasını izlerken keyiflenmiştim. Benim ve iki oğlumun hayatını bağışlayıp beni zor duruma düşürmemelisiniz.


Dev boğulunca ben de içeri girip sahip olduğu tüm altın ve gümüşü yanıma aldım, sonra eve gittim. Emin olun eve vardığımda tüm tanıdıklarım büyük bir sevince boğuldu. Bu olayın delili olarak parmağımın olmadığını görebilirsiniz.”
“Evet, gerçekten öyle Conall, sen ağzı laf yapan bilge birisin. Parmağın da gerçekten yok. İki oğlunun da canını kurtardın; eğer bana yarın asılacak olan oğlunun idamını izlemekten daha zor bir durum anlatırsan en büyük oğlunun hayatını kurtarabilirsin.”
“Bu anlattıklarımdan sonra babam gitti ve bana bir eş buldu, ben de evlendim. Tekrar ava çıktım. Deniz kenarında gidiyordum ve suların ortasında bir ada gördüm, iki ucunda da ip olan bir tekne gördüm. Bu teknenin içinde bir sürü değerli şey vardı. Onları nasıl alabileceğimi düşündüm. Ayağımın birini tekneye koydum, diğer ayağım ise yerdeydi; kafamı kaldırdığımda ise bir de baktım ki tekne suların ortasına gelmişti bile, adaya varana kadar da durmadı. Tekneden indiğim anda tekne eski yerine geri döndü. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Etrafta ne bir yiyecek ne de bir eşya vardı, sanki orada kimse yaşamıyor gibiydi. Bir tepenin üstüne çıktım. Sonra bir vadiye vardım, orada vadinin dibindeki mağaranın ağzında bir kadın ve çocuğunu gördüm. Çocuğun kıyafetleri yoktu, kadının ise elinde bir bıçak vardı. Kadın, bıçağı bebeğinin boğazına dayamaya çalıştı, bebek ise kadının yüzüne güldü. Bunun üzerine kadın ağlamaya başlayıp bıçağı elinden fırlattı. Dostlardan uzak, düşmana ise yakın olduğumu düşünmüştüm ve kadına ‘Burada ne yapıyorsun?’ diye sordum. O da bana ‘Sen buraya neden geldin?’ diye sordu. Ona oraya nasıl ulaştığımı anlattım. ‘Öyle mi, ben de aynı şekilde gelmiştim,’ dedi. ‘Neden çocuğun boğazına bıçak dayıyordun?’ diye sordum. ‘Çünkü burada yaşayan dev için bebeğimi pişirmek zorundayım, yoksa beni de öldürecek,’ diye cevap verdi. Tam o sırada devin ayak seslerini duymaya başladık, ‘Ne yapayım? Ne yapayım?’ diye bağırdım kadına. Sonra kazanın içine girdim, şansıma içindeki su çok sıcak değildi; içine girer girmez dev geldi. ‘Küçüğü benim için haşladın mı?’ diye bağırdı. ‘Daha pişmedi,’ dedi kadın. Ben de kazanın içinden ‘Annecim, annecim, çok sıcak, yanıyorum,’ diye çığlık atıyordum. Dev, ‘HA HA HAHA!’ diye gülüp kazanın altına odun doldurdu.
Artık oradan çıkamadan kaynayacağıma emindim. Ancak talih yüzüme güldü ve dev, kazanın yanında uyuyakaldı. Kazanın dibi ayaklarımı haşlamıştı. Kadın, devin uyuyakaldığını fark edince kazan kapağındaki delikten sessizce ‘Yaşıyor musun?’ diye sordu. Ben de henüz ölmediğimi söyledim. Kafamı kaldırdım, kapaktaki delik o kadar büyüktü ki başım içinden kolayca geçti. Her şey iyi gidiyordu ta ki kalçalarım sıkışana kadar. Kalçalarımın derisi soyuldu, ancak dışarı çıkmayı başarabildim. Kazandan çıkınca ne yapmam gerektiğini bilemedim; kadın da bana devi öldürebilecek kendi silahından başka bir silah olmadığını söyledi. Bunun üzerine mızrağını yavaşça çekmeye başladım, aldığı her nefeste beni içine çekecek gibi oluyordu, nefesini verdiğinde ise beni geri itiyordu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen mızrağı almayı başardım. Sonrasında ise bir fırtınadaki saman gibiydim, çünkü mızrağı kontrol edemiyordum. Yüzünün ortasında tek bir gözü olan deve bakmak ise korkunçtu; benim gibi birinin ona saldırması etkili olmazdı. Bu yüzden mızrağı olabildiğince diktim ve gözüne oturttum. Bunu hissedince kafasını kaldırdı, böylece mızrağın diğer ucu mağaranın tepesine çarptı ve mızrak kafasını delip geçti. Olduğu yere yığılıp kaldı ve geberdi. Tabii ki ne kadar büyük bir sevinç yaşadığımı tahmin edebilirsiniz kralım. Ben ve kadın, daha temiz bir yere geçtik ve geceyi orada geçirdik. Sonrasında gittim ve adaya geldiğimiz tekneyi getirdim, kadını ve çocuğu yüklenip onları karaya çıkardım.”
O an Lochlann kralının annesi bir yandan ateşi harlıyor, bir yandan da Conall’ın çocukla ilgili olan öyküsünü dinliyordu.
“O sen misin?” diye sordu, “Oradaki sen miydin?”
“Aynen öyle, bendim.”
“Aman Tanrım! Aman Tanrım! Oradaki kadın bendim, hayatını kurtardığın çocuk da kralın ta kendisi. Kral hayatını kurtardığın için sana teşekkür etmeli,” dedi kadın. Hepsini büyük bir sevinç seli kaplamıştı.
Kral, “Ah Conall, çok büyük zorluklar atlatmışsın. Kahverengi at artık senindir, üstüne yükleyeceğiniz çuvala da hazinemdeki en değerli şeyleri dolduracağım,” dedi.
O gece yattılar, ertesi gün Conall erken kalkmıştı, ancak kraliçe daha da erken kalkıp yolculuk için hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Conall, kahverengi at ile çok değerli olan altın ve gümüş dolu çuvalı alıp oğullarıyla birlikte yola koyuldu. İrlanda’daki evlerinde büyük bir sevinçle karşılandılar. Altın ve gümüşleri evinde bırakıp atla birlikte İrlanda kralının yanına gitti. Artık kralla sonsuza dek iyi birer arkadaş olmuşlardı. Eve, eşine döndü ve hep birlikte bir ziyafet hazırladılar; bu ziyafet insanların görüp görebileceği en büyük ziyafetti.

Hudden, Dudden ve Donald O’Neary
Bir zamanlar iki çiftçi vardı, isimleri Hudden ve Dudden’dı. Bahçelerde kümes hayvanları, yaylalarda koyunları, nehrin kenarındaki çayırlıkta da bir sürü sığırları vardı. Ancak tüm bunlara rağmen mutlu değillerdi. Çünkü sahibi oldukları iki çiftliğin arasında Donald O’Neary adında fakir bir adam yaşıyordu. Başını soktuğu harabesinden başka, sahip olduğu tek şey daracık bir araziydi. Bu arazi de tek ineği Daisy’nin açlıktan ölmemesine zorlukla yetiyordu. Her ne kadar Daisy elinden geleni yapsa da verebildiği süt ne içmeye ne de tereyağı yapmaya yetiyordu. Böyle bir durumda Hudden ve Dudden’ın kıskanacağı pek bir şey olmadığını düşünebilirsiniz, ancak kıskanıyorlardı. İnsan buldukça bunuyor, Donald’ın komşuları da geceleri geç saatlere kadar oturup o küçük araziyi kendi arazilerine nasıl katabileceklerini düşünüyorlardı. Hiç düşünmedikleri zavallı Daisy ise onlara göre bir kemik torbasından başka bir şey değildi.
Bir gün Hudden, Dudden ile karşılaştı. Çok geçmeden her zamanki gibi homurdanmaya başladılar, konuştuklar şey belliydi: “Ah şu berduş Donald O’Neary’yi şu araziden bir atabilsek!”
“Daisy’yi öldürelim öyleyse,” dedi Hudden sonunda. “Eğer bu da onu o araziden gönderemezse hiçbir şey gönderemez.”
Çok geçmeden anlaştılar. Daisy, gün içinde avucunuzu dolduracak kadar bile çimen yememiş olsa da uzanmış geviş getirmeye çalışıyordu. Hudden ve Dudden karanlık çökünce Daisy’nin geviş getirdiği küçük barakaya sokuldular. Dohudden, dudden ve donald o’neary nald, Daisy’nin geceyi rahat geçireceğinden emin olmak için geldiğinde zavallı hayvancağızın ölmeden önce kalan zamanı, yalnızca sahibinin avucunu yalamaya yetmişti.
Gelgelelim Donald kurnaz bir adamdı, her ne kadar üzgün olsa da Daisy’nin ölümünden bir yarar sağlayıp sağlayamayacağını düşünmeye başladı. Düşündükçe düşündü. Ertesi gün erkenden kalkıp panayıra doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Daisy’nin postunu sırtlamıştı; cebindeki paralar şıkırdıyordu. Panayıra iyice yaklaşınca postun içine birkaç yarık açıp her yarığın içine bir metelik koydu ve kasabanın en iyi hanına kasıla kasıla girdi, öyle bir yürüyordu ki sanki hanın sahibiydi. Postu duvardaki bir çiviye asıp oturdu.


“En iyi viskinden getir,” dedi hancıya. Hancı, Donald’ın görünüşünü pek beğenmedi. “Ödeyemeyeceğimden mi korkuyorsun?” diye sordu Donald, sonra devam etti: “Neden ödemeyeyim ki, sonuçta burada istediğim zaman bana para veren bir postum var.” Bunu söyledikten sonra elindeki so pasıyla posta küt diye vurdu ve posttan bir metelik fırladı. Hancının gözleri, hayal edebileceğiniz üzere, fal taşı gibi açıldı.
“Bu post için ne kadar istersin?” dedi hancı.
“Satılık değil güzel dostum.”
“Bir altına ne dersin?”
“Söylediğim gibi, satılık değil. Yıllardır bana ait ve yıllardır beni geçindiriyor değil mi?” Bunu söyledikten sonra posta bir kere daha vurdu ve ikinci metelik dışarı fırladı.
Uzun lafın kısası, Donald postu sattı. O akşam Hudden’ın kapısını kim çaldı dersiniz? Donald’ın ta kendisi.
“İyi akşamlar Hudden. Tartını ödünç alabilir miyim?”
Hudden şöyle bir baktı, kafasını kaşıdı, ancak nihayetinde tartıyı ödünç verdi.
Donald, eve sağ salim vardığında ceplerindeki parlak altınları çıkardı ve her bir altını tartıda tartmaya başladı. Ancak Hudden tartının dibine bir tereyağı parçası koymuştu, böylece Donald tartıyı geri götürdüğünde tereyağına yapışan son altın tanesi tartının altındaydı.
Hudden bir değil, on kez baktı. Donald arkasını döner dönmez Hudden, büyük bir telaşla Dudden’a koştu.
“İyi akşamlar Dudden. Şu serseri yok mu, Tanrı onun belasını versin.”
“Kim? Donald O’Neary mi?”
“Başka kim olabilir? Çuval çuval altınla geri dönmüş.”
“Nereden biliyorsun?”
“İşte benden ödünç aldığı tartı, içinde de üstüne yapışmış altın tanesi.”
Birlikte yola çıktılar, Donald’ın kapısına vardılar. Do nald altın tanelerinden oluşturduğu destenin sonuncusunu henüz hazırlamıştı. Ancak altınlardan biri tartıya yapıştığından destede eksik vardı.
Hudden ve Dudden, “Lütfen,” ya da “Müsaadenle,” bile demeden içeri daldılar.
Ağızlarından yalnızca “Vay canına!” cümlesi çıkabildi.
“İyi akşamlar Hudden, iyi akşamlar Dudden. Ah! Bana iyi bir oyun oynadığınızı düşündünüz, ancak bana hayatınız boyunca daha iyi bir iyilik yapamazdınız. Zavallı Daisy’yi ölü görünce kendi kendime ‘Eh, en azından postu bir şeyler kazandırır,’ diye düşündüm, öyle de oldu. Artık postlar için, pazarda ağırlığınca altın veriyorlar.”
Hudden, Dudden’ı dürttü; Dudden da Hudden’a göz kırptı.
“Öyleyse iyi akşamlar Donald O’Neary.”
“İyi akşamlar güzel dostlarım.”
Ertesi gün Hudden ile Dudden’a ait tek bir inek ya da buzağı kalmamıştı. Postları, Dudden’ın en güçlü atları tarafından çekilen Hudden’ın en büyük at arabasına konup panayıra götürüldü.


Panayıra vardıklarında ikisi de kollarına birer post aldı, panayırı gezerken bir yandan da avaz avaz “Satılık postlar! Satılık postlar!” diye bağırıyorlardı.
Bir tabakçı çıkageldi:
“Postlar ne kadar dostlar?” diye sordu.
“Ağırlığınca altın istiyoruz.”
“Günün bu saati sarhoş olmak için çok erken değil mi?” diye sorup avlusuna geri döndü tabakçı.
“Satılık postlar! Yeni ve kaliteli postlar!”
Bir ayakkabıcı çıkageldi:
“Dostlarım, postlar için ne istiyorsunuz?”
“Ağırlığınca altın.”
Ayakkabıcı “Benimle kafa mı buluyorsunuz! Alın bakalım öyleyse,” deyip Hudden’ı sarsacak bir şekilde yumruk attı.
Panayırın diğer ucundan insanlar koşa koşa geldiler. “Ne oldu? Sorun ne?” diye bağırdılar.
“İki tane serseri postlar için ağırlıklarınca altın istiyor,” dedi ayakkabıcı.
“Çabuk yakalayın, çabuk yakalayın!” diye haykırdı hancı, en son o gelmişti, çok kiloluydu. “Bahse girerim bunlardan biri dün bana o perişan postu otuz altına kakalayan düzenbazdır.”
Hudden ve Dudden, para ümitleriyle gittikleri panayırdan tekmelerle uğurlandı. Eve dönerken yavaş koşmak gibi bir seçenekleri de yoktu çünkü kasabanın tüm köpekleri peşlerindeydi.
Hal böyle olunca, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, Donald’dan daha fazla nefret etmeye başladılar.
Yamulmuş şapkaları, yırtılmış ceketleri ve morarmış yüzleriyle hızla geçtiklerini görünce “Ne oldu dostlarım?” diye sordu Donald. “Kavgaya mı karıştınız? Yoksa kolluk kuvvetleriyle mi karşılaştınız?”
“Sana kolluk kuvvetini göstereceğiz berduş herif. Bize yalan söyleyip kandırarak kendini çok zeki sanıyorsun değil mi?”
“Kim yalan söylemiş? Altınları siz de gördünüz.”
Gelgelelim konuşmanın yararı yoktu. Donald, yaptığının bedelini ödemeliydi. Yanlarında bir un çuvalı vardı, Hudden ve Dudden, Donald O’Neary’yi bu çuvalın içine koyup sıkıca bağladılar. Düğüm yerinden de bir sopa geçirdiler ve Kahverengi Bataklık Gölü’ne doğru yola çıktılar. Sopanın uçları omuzlarındaydı, aralarında da Donald O’Neary vardı.
Fakat Kahverengi Göl çok uzaktı, yol ise zorluydu. Hudden ve Dudden aşırı bitap düşmüşlerdi, üstelik susuzluktan kavruluyorlardı. Yol kenarında bir han gördüler.
“Gel şuraya girelim,” dedi Hudden, “Bittim tükendim. Az yese de çok ağır bu.”
Eğer Hudden bir şey isterse Dudden da isterdi. Donald’a gelince, kimsenin ona ne istediğini sormadığından emin olabilirsiniz, onu bir patates çuvalıymışcasına hanın kapısının önüne attılar.
“Uslu dur, berduş herif,” dedi Dudden, “Eğer beklemek bizim için sorun değilse senin için hiç değil.”
Donald sakin kaldı, ancak bir süre sonra bardak tıkırtılarını duydu. Hudden da yüksek sesle şarkı söylüyordu.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi Donald. Ancak kimse ne söylediğine kulak asmadı.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi tekrardan, ancak bu kez daha yüksek sesle. Yine kimse ne söylediğine kulak asmadı.
“Onunla evlenmeyeceğim, size söylüyorum; onunla evlenmeyeceğim!” dedi yine, bu kez bağırabildiği kadar bağırdı.
“Tamam da kimle evlenmeyeceksin, eğer sormamda bir sakınca yoksa,” diye sordu, biraz önce bir sürekle gelip bir bardak içki içen bir çiftçi.
“Kralın kızı. Onunla evlenmem için beni zorluyorlar.”
“Sen çok şanslı bir adamsın. Senin yerinde olmak için neler yapmazdım.”
“Öyle mi! Gerçi altın ve mücevherleri olan bir prensesle evlenmek gerçekten senin gibi bir çiftçi için güzel olurdu.”
“Mücevherler mi dedin sen? Beni de götüremez misin?”
“Peki, sen dürüst bir adamsın. Her ne kadar gün ışığı kadar güzel olsa da ya da tepeden tırnağa mücevherlerle kaplı olsa da ben kralın kızını umursamıyorum, onunla sen evlenmelisin. Şu bağı çözüp beni buradan çıkar, evlilikten kaçmamam için beni çok sıkı bağladılar.”
Donald dışarı doğru emekledi, çuvalın içine çiftçi girdi.
“Şimdi öylece dur, sallantıyı da dert etme, sarayın merdivenlerinden çıkarken biraz sallamaları normal. Ha bir de kralın kızıyla evlenmeyi kabul etmediğin için sana berduş falan diyebilirler, onu da dert etmene gerek yok. İşte! Bu tekliften senin için vazgeçiyorum, tabii ki prensesi umursamadığımdan dolayı.”
“Karşılığında sığırlarımı alabilirsin,” dedi çiftçi, çok geçmeden Donald sığırları önüne katıp eve doğru yol almaya başladı.
Hudden ve Dudden, handan çıktılar. Sopanın bir ucunu biri, diğer ucunu da diğeri omuzladı.
“Daha da ağırlaşmış sanki,” dedi Hudden.
“Boş ver, nasıl olsa Kahverengi Göl’e çok kalmadı,” dedi Dudden.
“Evleneceğim! Onunla evleneceğim!” diye bağırdı çiftçi, çuvalın içinden.
“Tabii evlenirsin,” dedi Hudden, elindeki sopasını çuvala batırdı.
“Evleneceğim! Onunla evleneceğim gerçekten!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı çiftçi.
“İşte geldik,” dedi Dudden; Kahverengi Göl’e varmışlardı, çuvalı omuzlarından indirip göle doğru pat diye bıraktılar.
“Artık bize oyun oynayamayacaksın,” dedi Hudden.
“Aynen öyle,” dedi Dudden. “Ah Donald, dostum, o tartıyı hiç ödünç almamalıydın.”
Endişesiz ve kaygısız bir şekilde geri döndüler. Ancak evlerine yaklaştıklarında gördükleri kişi Donald O’Neary’nin ta kendisiydi; etrafı ise otlayan inekler, topuklarını ve kafalarını birbirine tokuşturan buzağılar ile doluydu.
“Donald, sen misin?” diye sordu Dudden. “Nasıl olur! Bir de bizden önce gelmişsin.”
“Çok haklısın Dudden, size teşekkür etmeme izin verin; niyetiniz kötü de olsa sonuçları benim için iyi oldu. Kahverengi Göl’ün dilekleri gerçekleştirdiğini siz de duymuşsunuzdur. Hep yalan söylüyor gibi duruyorum, ancak bu doğru. Şu sığırlara bir bakın.”
Hudden şöyle bir baktı, Dudden’ın da ağzı açık kaldı; gözlerini sığırlardan alamıyorlardı. Bu sığırlar iyi besili şişman sığırlardı.
“Bunlar en kötüleriydi,” dedi Donald O’Neary, “Diğerleri o kadar şişmandı ki onları getirmek imkânsızdı. Hakları da var, yemyeşil ve taptaze çimenlerin ufuk çizgisine kadar uzandığı yerden ayrılmak istemediler.”
“Ah Donald, hiçbir zaman gerçek dost olamadık,” dedi Dudden, “Ancak hep söylediğim gibi, sen çok düzgün bir adamsın, bize yolu gösterirsin değil mi?”
“Bunu neden yapayım bilmiyorum, çünkü orada daha bir sürü sığır var. Hepsini neden kendime saklamayayım?”
“Gerçekten de zenginleştikçe kalbin katılaştığı doğruymuş. Sen hep komşularını gözeten bir insandın Donald. Tüm bu talihi kendine saklamak istemeyeceğini biliyorum, değil mi?”
“Her ne kadar bana kötü davransanız da sanırım haklısın Hudden. Bana yaptıklarınızı düşünmeyeceğim. Orada zaten bir sürü sığır var, bu yüzden gelin benimle.”
Yola koyuldular; kalpleri rahat, adımları hevesliydi. Kahverengi Göl’e vardıklarında gökyüzü bembeyaz bulutlarla doluydu ve gökyüzünün beyazlığı göle yansıyordu.
“İşte! Bakın, oradalar!” diye bağırdı Donald, göldeki bulut yansımalarını işaret ediyordu.
“Nerede? Neredeler?” diye bağırdı Hudden, Dudden ise “O kadar açgözlü olma!” diye haykırdı; ancak en şişman sığırları kapmak için hemen tüm gücüyle göle atladı. O atladıktan sonra Hudden da çok geç kalmadan peşinden atladı.
Hiç geri dönemediler, belki de istedikleri sığırlar kadar şişmanlamışlardır. Donald O’Neary’ye gelince, tüm hayatı boyunca ona yetecek kadar sığırı ve koyunu ile yaşamaya devam etti.

Myddvai Çobanı
Caermarthenshire’da bulunan Kara Dağlar’ın tepesinde Lyn y Van Vach adında bir göl bulunur. Bir gün Myddvai Çobanı, bu gölün kenarlarına kandillerini koydu ve hayvanları otlarken orada uzandı. Bir an, gölün karanlık sularından üç genç kızın çıktığını gördü. Kızlar, çobanın sürüsünün gezindiği kıyıya doğru süzülürken saçlarındaki parlak damlaları silkeliyorlardı. Güzellikleri insanı aşıyordu, çoban ise yakınına gelen kızı görünce aşkla doldu. Yanındaki ekmeği kıza ikram etti, kız da ekmeği alıp tadına baktı. Sonra çobana bir şiir okudu:
“Bu çok pişmiş bir ekmek,
Daha fazla çabalaman gerek.”
Bunu söyledikten sonra gülüp göle doğru koştular.
Ertesi gün çoban, yanında daha az pişmiş bir ekmek götürdü ve genç kızların tekrar ortaya çıkmasını bekledi. Kızlar kıyıya gelince çoban yine ekmeğinden ikram etti, kızlar da ekmeğin tadına bakıp yine bir şiir okudular:
“Bu da pişmemiş bir ekmek,
Artık imkânsız seninle evlenmek.”
Çoban üçüncü kez genç kızı cezbetmeyi denedi; bu kez ona göl kenarında bulduğu, gölün üzerinde süzülen ekmeği ikram etti. Bu, kızı memnun etti ve kız, eğer ertesi gün kız kardeşleri arasından onu ayırt edebilirse çobanın eşi olacağına dair söz verdi. Zaman gelince çoban, sevdiği kızı sandaletinin kayışından tanıdı. Kız da ona, kendisine sebepsiz yere üç kez vurmayacağı takdirde, dünyadaki tüm genç kızlardan daha iyi bir eş olacağını söyledi. Çoban böyle bir şeyi asla yapmayacağını söyledi, kız da çeyizi için gölden üç inek, iki öküz ve bir boğa çıkardı. Sonra da çobanın eşi olarak eve doğru yol aldı.
Göl kızı ve çoban, yıllarca mutlu yaşadılar ve üç çocukları oldu. Ancak bir gün vaftiz törenine giderken kız, yolun yürünemeyecek kadar uzun olduğunu söyledi. Çoban da kıza öyleyse atları getir dedi.
“Getiririm,” dedi kız, “Eğer evde bıraktığım eldivenlerimi getirirsen.”
Ancak çoban eldivenlerle birlikte geldiğinde kız atları getirmemişti. Bu yüzden çoban elindeki eldivenlerle kızın omzuna hafifçe vurdu ve “Hadi, hadi,” dedi.
“Bu bir,” dedi kız.
Başka bir zaman bir düğündeyken göl kızı, etrafındaki sevinç ve neşenin ortasında birden hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kocası, kızın omzunu yavaşça dürtüp “Neden ağlıyorsun?” diye sordu.


“Çünkü başlarına bir dert alıyorlar, bu dert senin başında da var; çünkü bana ikinci kez sebepsiz yere vurdun. Dikkatli ol, üçüncüsü son.”
Kocası daha dikkatli olmaya başladı. Ancak bir gün cenazedeyken kız kahkaha atmaya başladı. Kocası da bir anlık dalgınlıkla kızın omzuna biraz sertçe dokunup “Gülmenin sırası mı?” diye söylendi.
“Güldüm, çünkü ölenler dertlerinden kurtuluyorlar, ancak senin derdin yeni başlıyor. Bana üçüncü kez vurdun, evliliğimiz sona erdi, kendine iyi bak,” deyip kalktı ve cenazeden ayrılıp evlerine gitti.
Sonra evine şöyle bir baktı, beraberinde getirdiği büyükbaş hayvanlara seslendi:
“Kahverengi, beyaz lekeli ineğim,
Benekli, çilli ineğim,
Beyaz yüzlü, kirli ineğim,
Kralın kıyısından gelen beyaz boğam,
Gri öküzüm, siyah danam,
Hepiniz benimle gelin, burası değil yuvam.”
Siyah dana daha yeni kesilmişti ve kancada asılıydı, ancak birden canlandı ve kızı takip etti; öküzler ise çift sürüyordu, ancak buna rağmen onun isteğini gerçekleştirdiler. Böylece kız tekrar göle gitti, hayvanlar da onu takip etti. Hep birlikte karanlık sulara daldılar. Dağ gölüne uzanan yoldaki saban izlerinin bugün bile göründüğü söylenir.
Kız, geriye yalnızca bir kez, çocukları büyüyüp koskoca adamlar olunca döndü. Onlara hediye olarak şifa yetenekleri verdi ve bu yetenekler sayesinde çocukları Meddygon Myddvai, yani Myddvai’nin Hekimleri olarak tanındılar.

Hayat Dolu Terzi
Hayat dolu bir terzi, Saddell Kalesi’ndeki Muhteşem Macdonald tarafından, geçmiş zamanlarda kullanılan dar pantolonlardan yapması için görevlendirilmişti. Bu pantolonlar, tek bir parça şeklinde birleştirilen fanila ve dize kadar bir pantolondan oluşuyordu; püsküllerle süsleniyorlardı ve çok rahatlardı, hem yürümek hem de dans etmek için uygunlardı. Bir gün Macdonald, terziye “Eğer bu pantolonları gece vakti kilisede yaparsan büyük bir mükâfat alacaksın,” dedi. Çünkü bu eski harabe kilisenin perili olduğu, geceleri orada korkunç yaratıkların ortaya çıktığı düşünülüyordu.
Terzi de bu söylentilerin farkındaydı, ancak o hayat dolu bir adamdı ve pantolonları gece vakti kilisede yapması söylenip meydan okunduğunda gözü korkmadı. Ödülü kazanmak için görevi üstlendi. Gece çöktü, terzi vadiye indi ve kaleden yaklaşık bir kilometre uzakta olan eski kiliseye varana kadar yürüdü. Sonra oturmak için sağlam bir mezar taşı seçip kandilini yaktı, yüksüğünü çıkardı ve pantolonu dikmeye başladı; iğnesini hızlıca kullanırken aklında alacağı ücret vardı.
Bir süre böyle devam etti, ta ki ayağının altındaki zeminde bir sallantı hissedene kadar; parmakları çalışsa da gözleri etrafı süzüyordu, birden kocaman bir insan kafasının kilise döşemesinin taşlarından yükseldiğini gördü. Kafa yeryüzüne kadar yükselince çok yüksek ve gürültülü bir ses duyuldu: “Benim bu kocaman kafamı görüyor musun?”
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye cevap verdi hayat dolu terzi, pantolonu dikmeye devam etti.


Sonra terzinin gördüğü kafa, boynu görünene kadar döşemeden yükselmeye devam etti. Boynu göründüğünde gürleyen bir ses, “Benim bu kocaman boynumu görüyor musun?” diye sordu.
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” dedi hayat dolu terzi, pantolonu dikmeye devam etti.
Sonra adamın kafası ve boynu daha da yükselirken koskocaman omuzları ve gövdesi zeminde göründü. Kuvvetle gürleyen ses tekrar duyuldu: “Benim bu koskocaman gövdemi görüyor musun?”
Yine “Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” deyip pantolonu dikmeye devam etti hayat dolu terzi.
Ancak adam hâlâ yükselmeye devam ediyordu, kocaman iki çift kol terzinin gözleri önündeydi: “Benim bu kocaman kollarımı görüyor musun?”
“Görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye cevapladı terzi, pantolonu dikmeye devam etti çünkü biliyordu ki kaybedecek zamanı yoktu.
Hayat dolu terzi, adamın yavaş yavaş çıkmaya başladığını görünce uzun dikişler atmaya başladı; sonra adam kocaman bacağını kaldırıp zemine vurdu ve kükreyen bir sesle “Benim bu kocaman bacağımı görüyor musun?” diye sordu.
“He he, görüyorum, ancak bu pantolonu dikeceğim!” diye bağırdı terzi, parmakları iğneyle dans ediyordu; adam diğer bacağını da çıkarmaya başlayınca terzi o kadar uzun dikişler atmaya başlamıştı ki pantolonun neredeyse sonuna gelmişti. Adam bacağını zeminden çıkarmadan hemen önce, hayat dolu terzi görevini bitirip kandilini söndürdü, tabanları yağlayıp mezar taşından uzağa doğru koşmaya başladı ve kolunun altındaki pantolonla kiliseden uzaklaştı. Sonra korkunç yaratık yüksek sesle gürledi, iki ayağını da zemine vurdu ve kiliseden çıkıp terzinin peşine düştü.
Vadide koştular, bir selin akıntısından daha hızlılardı; ancak terzi yola daha önce çıkmıştı ve bacakları çevikti, ayrıca ödülü de kaybetmek istemiyordu. Yaratık ona dur diye kükrese de, hayat dolu terzi bir canavarın dediğini yapacak biri değildi. Bu yüzden elindeki pantolonu sıkı sıkı tutup Saddell Kalesi’ne varana kadar adımlarının karanlığa karışmasına izin vermedi. Çok geçmeden kale kapısından içeri girdi ve kapıyı kapattı; onun ardından canavar geldi ve terziyi elinden kaçırdığı için sinirlenip kapının üstündeki duvara vurdu. Orada koskocaman beş parmağının izini bıraktı. Eğer yeterince yakından bakarsanız o parmakların orada durduğunu apaçık bir şekilde görebilirsiniz.
Terzi ödülünü aldı, Macdonald pantolonun ödemesini cömertçe yaptı. Dikişlerin bazılarının biraz uzun olduğunu ise hiçbir zaman fark etmedi.

Munachar Ve Manachar
Bir zamanlar Munachar ve Manachar adında iki arkadaş vardı, bu çok uzun zaman önceydi. O kadar uzun zaman önceydi ki eğer şimdi yaşasalar, yaşları birkaç yüzü geçmiş olurdu. Munachar ve Manachar birlikte ahududu toplamaya çıkarlardı, Munachar ne kadar topluyorsa Manachar o kadar yiyordu. Munachar, tüm ahududularını yiyen Manachar’ı asmak için bir dal bulup darağacı yapması gerektiğine karar verdi; dalın yanına gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu dal. “Bir şeyler arıyorum. Bir dal bulup darağacı yapacağım, darağacına tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım,” diye cevap verdi Munachar.
“Beni alamazsın,” dedi dal, “Ta ki bir balta bulup beni kesene kadar.” Baltaya gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu balta. “Bir şeyler arıyorum. Bir balta bulacağım. Balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”


“Beni alamazsın,” dedi balta, “Ta ki beni bilemek için bir taş bulana kadar.” Taşa gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu taş. “Bir şeyler arıyorum. Bir taş bulacağım. Taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi taş, “Ta ki beni ıslatmak için su bulana kadar.” Suya gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu su. “Bir şeyler arıyorum. Su bulacağım. Su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi su, “Ta ki içimde yüzecek bir geyik bulana kadar.” Geyiğe gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu geyik. “Bir şeyler arıyorum. Bir geyik bulacağım. Geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi geyik, “Ta ki beni kovalayacak bir tazı bulana kadar.” Tazıya gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu tazı. “Bir şeyler arıyorum. Bir tazı bulacağım. Tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi tazı, “Ta ki pençelerime sürecek bir parça tereyağı bulana kadar.” Tereyağına gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu tereyağı. “Bir şeyler arıyorum. Bir tereyağı bulacağım. Tereyağını tazının pençelerine sürecek, tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi tereyağı, “Ta ki beni yalayarak temizleyecek bir kedi bulana kadar.” Kediye gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu kedi. “Bir şeyler arıyorum. Bir kedi bulacağım. Kediye tereyağını temizlettirecek, tereyağını tazının pençelerine sürecek, tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Beni alamazsın,” dedi kedi, “Ta ki bana süt verene kadar.” İneğe gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu inek. “Bir şeyler arıyorum. Bir inek bulacağım. İnek bana sütü verecek; ben de sütü kediye verecek, kediye tereyağını temizlettirecek, tereyağını tazının pençelerine sürecek, tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Sana süt veremem,” dedi inek, “Ta ki bana şuradaki harmancılardan saman getirene kadar.” Harmancılara gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu harmancılar. “Bir şeyler arıyorum. Sizden saman alacağım, samanı da ineğe götüreceğim. İnek bana sütü verecek; ben de sütü kediye verecek, kediye tereyağını temizlettirecek, tereyağını tazının pençelerine sürecek, tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”


“Sana saman veremeyiz,” dedi harmancılar, “Ta ki bize şuradaki değirmenciden pasta malzemeleri getirene kadar.” Değirmenciye gitti. “Ne var ne yok?” diye sordu değirmenci. “Bir şeyler arıyorum. Sizden pasta malzemeleri alacağım, o malzemeleri harmancılara götüreceğim. Harmancılar bana saman verecek; ben de samanı ineğe götürecek, inekten sütü alacak, sütü kediye verecek, kediye tereyağını temizlettirecek, tereyağını tazının pençelerine sürecek, tazı ile geyiği kovalayacak, geyiği suda yüzdürecek, su ile taşı ıslatacak, taş ile baltayı bileyecek, balta ile dalı kesecek, dal ile darağacı yapacak, darağacı ile tüm ahududularımı yiyen Manachar’ı asacağım.”
“Sana malzemeleri veremeyiz,” dedi değirmenci, “Ta ki şuradaki nehirden, şu elekle su getirene kadar.”
Eleği eline alıp nehre doğru yola çıktı. Ancak ne zaman eleği daldırıp su ile doldursa, kaldırdığında su boşalıyordu; o zamandan bugüne kadar denemeye devam etse bile o eleği dolduramazdı. Başının üstünden bir karga uçuyordu. “Sıva! Sıva!” dedi karga. “Teşekkür ederim, verdiğin tavsiye çok iyi,” dedi Munachar. Kırmızı kili alıp bir sıva yaptı ve sıvayı eleğin altına sıvadı, tüm delikleri doldurdu. İşte o zaman elek suyu tutmaya başladı, suyu değirmenciye verdi, değirmenci de ona pasta malzemelerini verdi; pasta malzemelerini alıp harmancılara götürdü, harmancılar da ona samanları verdi; samanları ineğe götürdü, inek de ona süt verdi; sütü alıp kediye götürdü, kedi de tereyağını diliyle temizledi; tereyağını alıp tazıya götürdü, tazı da tereyağını pençelerine sürdü; tazı geyiği kovaladı, geyik de suda yüzü; su taşı ıslattı, taş da baltayı biledi; balta dalı kesti, dal ile darağacı yapıldı; tam Manachar’ı asmak için her şey hazırken Munachar öğrendi ki Manachar çok yemekten ŞİŞİP PATLAMIŞ.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/joseph-jacobs/kelt-masallari-69403432/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kelt topluluklarında bulunan bir rahip sınıfı. (ç.n.)

2
Antik İrlanda’da efsanevi savaşçı kadınlara verilen isim. (ç.n.)
Kelt masalları Joseph Jacobs
Kelt masalları

Joseph Jacobs

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Avrupa tarihinin en eski ve en savaşçı halkı olan Keltlerin masalları…

  • Добавить отзыв