Hint masalları

Hint masalları
Joseph Jacobs
Bazı araştırmacıların masalların doğduğu yer kabul ettiği Hindistan’da yüzyıllardır anlatılagelen bu masallar, Batı’daki pek çok masala kaynaklık etmiştir. Cesareti ve fedakârlığı, aşkı ve macerayı, sihri ve ölümü anlatan bu masallar, aynı zamanda yaşamın temel sorularına da cevap aramaktadır. Hindistan’da doğup günümüze ulaşan bu 29 masal arasında
bilinen en eski masallar da var.

Gotama Buda’nın ahlaki devriminden ilham alan Hint masalları zamanla tüm dünyaya yayılmış, değiştirilmiş ve ulaştığı ülkelerin de kültürünün bir parçası haline gelmiştir.

Joseph Jacobs
Hint Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke[1 - Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.]” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Giriş
Bu kitapla, Hint-Avrupa dünyasının en doğu ucuna yolculuk edeceğiz. Gideceğimiz yerde Hindu ülkesinin parlak güneşi ve kurak toprakları bizi bekliyor. Avrupa'da artık kimse periler, cüceler, cadılar ve canavarlara pek inanmıyor. Buna karşılık, Hint diyarında ise animizm[2 - Doğadaki canlı ya da cansız her şeyin ruhu olduğu ve ruhlarla yönetildiği inancı (e.n.)] tüm gücüyle yeşermeye devam ediyor.
Ülkeler ve yerel karakterler farklı olsa da masallar, işleyiş bakımından olmasa bile konu ve olaylar bakımından aynıdır. Bu ciltteki masalların büyük çoğunluğu Batı’da bir şekilde bilinegelmiştir. Sorun, bu masalların hem Batı’da hem de Doğu’da aynı anda nasıl var olduğunu açıklamaya gelince ortaya çıkmaktadır. Almanya’da Benfey, Fransa’da M. Cosquin ve İngiltere’de Clouston gibi bazı araştırmacılar, Hindistan’ı masalların ortaya çıktığı yer ilan etmiş ve tüm Avrupa masallarının Haçlılar, Moğol misyonerler, Çingeneler, Yahudiler, tüccarlar ve seyyahlar aracılığıyla Doğu’dan Batı’ya getirildiğini savunmuştur. Bu meseleyi bir dava olarak kabul edersek, davanın hâlâ sonuçlanmadığını ve bu konuyu ancak bir avukat gibi ele alabileceğimizi söyleyebiliriz. Bugüne kadarki tecrübeme dayanarak Hindistan üzerine kısa bir ders vermeye yetkin olduğumu düşünüyorum. Avrupalı çocukların ortak masallarının -ki bunlar bütün masalların üçte birinden fazladır- Hindistan kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, birçok komik hikâye ve tekerlemenin kökenini kolaylıkla Hint yarımadasına götürebiliriz.
Elbette çok sayıda fıkra ve masalın, Haçlı Seferleri zamanında edebi yollarla Batı’ya aktarıldığına dair fazlasıyla kanıt mevcut. Avrupa’da Bidpai Fablları, Yedi Bilge Efendi, Gesia Romanorum ve Barlaam ile Josaphat adlarıyla bilinen masallar, ortaçağda son derece popülerdi; içerikleri, bir yandan keşiş vaizlerin Exempla’sına, diğer taraftan ise İtalya Novelle’sine geçmiş ve böylece, yıllar sonra ortaya çıkacak olan Elizabeth Dönemi tiyatrosuna da katkıda bulunmuştur. Belki Avrupa halk masallarındaki olayların neredeyse onda biri, bu kaynağa götürülebilir.
Avrupa ve Hindistan arasında daha erken dönemde bir edebi temasın varlığının işaretleri, halk masallarının bir diğer dalı olan fabl veya hayvan masallarında görülmektedir. Daha ayrıntılı bir çalışmada, Sisamlı köle Ezop'un adıyla verilen fablların büyük bir kısmının Hindistan kaynaklı olduğu, muhtemelen jatakalar yani Buda’nın doğum hikâyelerinin kullandığı kaynaktan geldiği sonucuna vardım. Bu jatakalar, özgün ve eski Hint masallarının büyük bir bölümünü içermekte ve dünyanın en eski halk masalları koleksiyonunu teşkil etmektedir. Alman Grimm kardeşlerin masal derlemek amacıyla halk arasına karışıp muhteşem sonuçlar elde etmesinden iki bin yıl önce, Hint masalları külliyatı vardı. Bu nedenle, bu masalların büyük bölümünü bu cilde dahil ettim. İki bin yıl önce dindar Budistleri güldüren ve hayrete düşüren bu masallar, dünyanın diğer köşelerinde aynı etkiyi göstermezse çok şaşıracağımı belirtmek isterim. Jatakaların İngilizce tercümeleri, yetkin ve dilin hakkını veren çevirmenlerce tamamlandığı için çok şanslıyız. Bu cilt için Christ’s College, Cambridge’den W. H. D. Rouse’un çevirdiği iki yeni jatakayı eklemekten büyük sevinç duymaktayım.
Hint masalları, mevcut en eski masallar olsa da bir başka açıdan bakıldığında en yeni olanlardır. Çünkü Hint masallarının modern koleksiyonu, yalnızca yirmi beş yıl önce Bayan Frere’in dikkat çekici çalışması Old Deccan Days (Londra, John Murray, 1868; dördüncü baskı, 1889) ile başladı. Onu, Bayan Stokes, Bayan Steel, Yüzbaşı Temple (şu anda binbaşı), Hindu din alimi Natesa Sastri, Bay Knowles ve Bay Campbell gibi birçok araştırmacı Indian Antiquary ve The Orientalist gibi dergilerde masallar yayımlayarak izledi. Son yirmi beş yıldır modern Hindistan’ın hikâye deposuna dalmış bulunmaktayız. Gerçi ülkenin muazzam büyüklüğü, ek çalışma ve koleksiyonlara fırsat sağlıyor. Hâlihazırda derlenmiş malzemeler söz konusu olduğunda, Avrupa halk masallarındaki en yaygın olayların büyük kısmı Hindistan’da bulunmuştur. İster burada ortaya çıkmış isterse ödünç alınmış olsun, kesin bir karara varabilmek için çok az kıstasa sahibiz; fakat Hindistan’da halk arasında hâlâ yaygın olan bu masalların bir kısmını, bin yıl öncesine dayandırmak mümkün olduğu için masalların Hint kökenli olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır.
Bütün bu kaynaklardan yani jatakalar, Bidpai masalları ve daha yeni koleksiyonlar içinden, fabl ve halk masalları türünü en iyi anlattığını düşündüklerimi seçtim. Daha önce tekrar tekrar anlatılmış olanları tekrarlamamak adına, Grimm kardeşler tarzı masalları çok fazla eklemedim. Bu durum, Hindistan savını belli ölçüde zayıflatmış oldu. Gençlere de hitap edebilme ihtiyacı, “Masallar Okyanusu” (Katha-Sarit Sagara) olarak adlandırılabilecek Somnadeva’nın masal külliyatından ancak kısıtlı bir şekilde faydalanabilmeme sebep oldu. Orijinal şekli Pali ve Sanskrit dillerinde olan bu masalları, genellikle de Benfey’in Almanca çevirisi ve Profesör Rhys-Davids’in güzel İngilizce çevirisinden aldım. Prof. Rhys-Davids’e, kendi yaptığı jatakalar çevirisini kullanmama izin verdiği için teşekkür ediyorum.
İlk derlemeciler veya derlemeleri yayımlayanların yardımı sayesinde temsil niteliğindeki bu Hint Masalları koleksiyonunu tamamlayabildim. Özellikle, benim için bir istisna yaparak çok hoş bir hikâye olan “Punçkin” ve yine sevimli bir mit olan “Güneş, Ay ve Rüzgâr Akşam Yemeğine Çıkar” adlı masalları kullanmama izin verdiği için Bayan Frere’e teşekkür ediyorum. Bayan Stokes da Hint Masalları başlıklı çalışmasındaki karakteristik örnekleri kullanmama izin verme nezaketini gösterdi. Sayın Temple’ın hayranlık uyandıran çalışması Wideawake Stories’den masallar seçebildiğim için kendisine şükran borçluyum. Sayın Kegan Paul, Bay Knowles’a ait Folk-tales of Kashmir adlı eseri kullanmama izin verdi. Sayın W. H. Allen, Bayan Kingscote’un Tales of Sun adlı eserini kullanabilmem için aynı şekilde yardımcı oldu. Sayın M. L. Dames, kendisinin henüz basılmamış Beluç halk masalları koleksiyonunu kullanmama izin vererek Hindistan’ın basılmış masal külliyatına yenilerini eklememi sağladı.
Hindu halkının hayal gücüne dayalı bu güzel masallara hoş ve eğlendirici bir biçim verdiğimiz için kendimi ve işbirliği yaptığım dostum J. D. Batten’ı kutlamak istiyorum. Kendisinin başardığı üzere, hem Hindu hem de dünyanın diğer halklarının ihtişamı ve mizah anlayışını somutlaştırmak kolay bir iş değildir. İşte bu, masalların belli bir topluma ait olmaktan öteye gittiğinin kanıtıdır. Masallar insana aittir.

    Joseph Jacobs

Aslan ve Turna
Bir zamanlar Bodhisatta, Himavanta bölgesinde beyaz bir turna olarak dünyaya gelmişti. Brahmadatta, o sıralarda Benares bölgesini yönetmekteydi. Kaza bu ya, aslanın biri et yerken boğazına kemik takılıverdi. Boğazı şişti, yemek yiyemez hâle geldi. Canı çok yanıyordu. Bir ağaca tünemiş yemek ararken, aslanın hâlini gören turna sordu: “Neyin var, dostum?” Aslan, sıkıntısının sebebini anlattı.
“Kemiği çıkararak seni bu dertten kurtarabilirim dostum fakat beni yiyeceğinden korktuğum için ağzından içeri girmeye cesaret edemiyorum.”
“Lütfen, korkma dostum. Seni yemem. Hayatımı kurtar, tek dileğim bu.”
“Pekâlâ,” dedi turna ve aslandan sol tarafı üzerine yatmasını istedi. Ama içinden, “Bu hayvanın ne yapacağı belli olmaz,” diye geçirdi. Aslanın iki çenesi arasına küçük bir sopa yerleştirerek ağzını kapamasını engelledi. Sonra başını aslanın ağzına sokup hayvanın boğazına sıkışmış kemiğe gagasıyla vurdu. Bunun üzerine kemik düştü. Kemiği çıkarır çıkarmaz turna, küçük sopaya gagasıyla vurdu ve sopa, aslanın ağzından dışarı fırladı. Sonra da bir dala tünedi. Aslan kısa sürede iyileşti. Yine bir gün öldürdüğü bir bufaloyu yiyordu. Bunu gören turna kendi kendine, “Şunun bir ağzını arayayım,” diye düşündü. Aslanın hemen tepesinde bir dala yerleşip ilk dizeyle sözü açtı:
“Ey Hayvanların Kralı! Sana güzel hizmet ettim elimden geldiğince.
Peki, karşılığında ne alacağım sizce?”
Buna cevaben Aslan ikinci dizeyi okudu:
“Kandan beslenmek için daima av peşinde koşarım
Bir zamanlar dişlerim arasında olup da şu an hâlâ hayatta kalman ödülün.”
Buna yanıt olarak turna, dört dize ile cevap verdi:
“Kıymet bilmez, iyilik etmez. Kendine gösterilen saygıyı başkasına göstermez.
Minnettarlık bilmez bu krala hizmet etmek faydasızdır.
Dostluğu, belli ki güzel işlerle kazanılmaz.
En doğrusu, kıskanmadan ve incitmeden yanından uzaklaşmaktır.”
Bu sözleri söyledikten sonra turna kanat çırpıp uçarak uzaklaştı.
Büyük Öğretmen Buddha Gautama bu hikâyeyi anlatıp ekledi: “O aslan Hain Devadatta’nın ta kendisiydi, beyaz turna ise benden başkası değildi.”



Raja’nın Oğlu, Prenses Labam’ı Nasıl Kazandı?
Ülkenin birinde bir Raja yaşardı. Tek evladı olan oğlu, her gün avlanmaya giderdi. Bir gün annesi Rani dedi ki: “Bu üç tarafta dilediğin gibi avlanabilirsin ama şu dördüncü tarafa sakın gitme.” Kadın böyle bir uyarıda bulundu çünkü dördüncü tarafa gittiği takdirde oğlunun güzel Prenses Labam’ın varlığından haberdar olacağını, sonra da Prenses’i bulmak için anne ve babasını bırakacağını biliyordu.
Genç Prens annesini dinledi ve bir süre boyunca onun sözünden çıkmadı. Fakat gitmesine izin verilen üç tarafta avlandığı bir gün, annesinin dördüncü taraf hakkında söyledikleri aklına geldi. O tarafta avlanmasının neden yasaklandığını öğrenmeye karar verdi. O tarafa vardığında kendini bir ormanda buldu ve burada papağanlardan başka kimse yoktu. Genç Prens, içlerinden birine nişan alınca hepsi kanat çırpıp göklere uçtu. Biri hariç. Bu kuşun adı, Hiraman papağanıydı ve ormandaki kuşların rajasıydı.
Hiraman papağanı yalnız başına kaldığını görünce diğer papağanlara seslendi: “Uzaklara uçup da beni burada Raja’nın oğlunun ateşi altında, yalnız başıma bırakmayın. Beni terk ederseniz, Prenses Labam’a anlatırım.”
Bunun üzerine bütün papağanlar tekrar Rajalarının yanına geldi. Prens inanılmaz şaşırdı ve dedi ki: “İnanamıyorum, bu kuşlar konuşabiliyor!” Sonra papağanlara döndü: “Prenses Labam da kim? Nerede yaşar?” Ama papağanlar, Prenses’in nerede yaşadığını ona söylemeyeceklerdi. “Prenses Labam’ın ülkesine asla ulaşamazsın.” Ağızlarından başka bir laf alamadı.
Prens, papağanların başka bir şey söylememesine çok üzüldü. Silahını yere atıp evine gitti. Dili tutulmuş gibi tek kelime etmedi, yemeden içmeden de kesildi. Dört beş gün yatağında yattı, çok hasta görünüyordu.
Nihayet anne babasına Prenses Labam’ı görmek istediğini söyledi. “Gitmek zorundayım,” dedi, “Nasıl biri olduğunu görmek zorundayım. Ülkesinin nerede olduğunu bana anlatın.”
“Nerede olduğunu bilmiyoruz,” dedi annesiyle babası.
“O hâlde arayıp bulmalıyım,” dedi Prens.
“Olmaz, katiyen olmaz,” dedi anne ve babası. “Bizi bırakamazsın. Sen bizim tek evladımızsın. Yanımızda kalmalısın. Hem, Prenses Labam’ı bulman imkânsız.”
“Bulmak zorundayım,” dedi Prens. “Hem Tanrı bana bir yol gösterecektir. Hayatta kalır da onu bulursam, size geri döneceğim. Belki de ölürüm, o zaman sizi bir daha göremeyeceğim. Bunu biliyorum ama yine de gitmek zorundayım.”
Oğullarının gitmesine izin vermek zorunda kaldılar. Ondan ayrılırken çok ağladılar. Babası, güzel giysilerle güçlü bir at verdi oğluna. Sonra Prens; tabancası, ok ve yayı dışında birçok silaha kuşandı, “Zira,” dedi, “bunlara ihtiyacım olabilir.” Ayrıca babası yüzlerce rupi verdi.
Prens, yolculuk için atını hazırlayıp anne ve babasıyla vedalaştı. Annesi, şekerleme ve tatlılarla doldurduğu mendilini oğluna verdi. “Çocuğum,” dedi, “karnın acıkınca bu şekerlemelerden ye.”
Ardından Prens, yolculuğuna başladı. Bir ormana varana dek atını sürdü. Burada su dolu bir sarnıç ve etrafını gölgelendiren ağaçlar vardı. Sarnıçtaki suyla kendini ve atını yıkadı, sonra bir ağacın altına oturdu. “Şimdi,” dedi kendi kendine, “annemin verdiği şekerlemelerden biraz yiyip su içeyim. Sonra yoluma devam ederim.” Mendilini açıp bir tane şekerleme çıkardı. Şekerin üzerinde karınca vardı. Sonra başka bir tane çıkardı. Sonra bir tane daha, derken bütün şekerlemeleri çıkardı ama hepsi karıncalıydı. “Neyse,” dedi, “şekerlemeleri yemeyeceğim. Karıncalar yesin.” Bunun üzerine, Karıncaların Rajası gelip tam karşısında durdu: “Bize çok iyi davrandınız. Başınız derde girerse, beni düşünün. Biz imdadınıza yetişiriz.”
Raja’nın oğlu karıncaya teşekkür edip atına atladı ve yoluna devam etti. Başka bir ormana varana dek atını sürdü. Burada acıyla kükreyen bir kaplan gördü, hayvanın ayağına diken batmıştı.
“Ne diye inliyorsun böyle?” diye sordu genç Prens. “Neyin var?”
“On iki yıldır ayağımda diken var,” diye cevapladı kaplan. “Çok canım yanıyor. O yüzden inliyorum.”


“Pekâlâ,” dedi Raja’nın oğlu, “dikeni çıkaracağım ayağından. Ama seni derdinden kurtarınca, beni yemeyeceğin ne malum? Ne de olsa kaplansın.”
“Yo, hayır,” dedi kaplan, “asla yemem seni. Beni şu illetten kurtar, yeter.”
Bunun üzerine Prens, cebinden küçük bir bıçak çıkararak kaplanın ayağındaki dikeni kesip çıkardı. Ama bıçağın darbesiyle kaplan eskisinden de yüksek sesle kükredi. Öyle ki diğer ormandaki karısı bile sesini duyup ne oluyor diye yanına koşturdu. Kaplan, karısının geldiğini görünce Prens’i sakladı.
“Neden öyle kükredin, biri bir şey mi yaptı?” dedi karısı. “Kimse bir şey yapmadı,” diye cevap verdi kocası, “sonunda biri gelip ayağımdaki dikeni çıkardı. Üstelik bir Raja’nın oğluymuş.”
“Nerede, peki? Göster bana onu,” dedi karısı.
“Onu öldürmeyeceğine söz verirsen çağırırım,” dedi kaplan.
“Öldürmeyeceğim. Görmek istiyorum, o kadar,” dedi karısı.
Bunun üzerine kaplan, Raja’nın oğlunu çağırdı. Prens gelince, kaplan ve karısı tarafından defalarca selamlandı.
Sonra Prens’e güzel bir akşam yemeği yedirdiler ve Prens kaplanların yanında üç gün kaldı. Her gün kaplanın ayağına bakım yapıyordu. Üçüncü günün sonunda kaplanın ayağı tamamen iyileşti. Prens, kaplan ve karısına veda etti. Kaplan dedi ki: “Başın derde girecek olursa, hemen beni düşün. Yanına gelirim.”
Raja’nın oğlu, üçüncü bir ormana varana dek atını sürdü. Burada öğretmenleri ve efendileri ölmüş dört Fakir[3 - Hindistan’da dini inanış olarak dilencilik yapan ve böylelikle Tanrı’ya hizmet eden derviş topluluğu (e.n.)] ile karşılaştı. Efendileri ardında dört şey bırakmıştı: üzerine oturanı dilediği yere götüren bir yatak; sahibine mücevher, yiyecek, giysi gibi ne dilerse veren bir çanta; en yakındaki kuyu kilometrelerce uzakta olsa bile sahibine dilediği kadar su veren taş kâse ve son olarak bir sopa ve ip. Biri onunla savaşacak olursa sahibinin tek yapması gereken “Sopa, burada ne kadar adam ve asker varsa hepsini perişan et,” demekti. Sopa hemen hücuma geçip saldırganlara vurur, ip ise hepsini bağlardı.
Dört Fakir oturmuş, bu eşyalar için tartışıyorlardı. Biri “Ben şunu istiyorum,” derken, diğeri “Olmaz, onu ben alacağım,” diye karşı çıkıyordu. Böylece tartışıp duruyorlardı.
Raja’nın oğlu onlara dönüp dedi ki: “Bu eşyalar için kavga etmeyin. Okumu atacağım, ilk kim yetişirse birinci eşyayı yani yatağı o alacak. İkinci oka ulaşan kişi, ikinci eşyayı yani çantayı alacak. Üçüncü oka kim yetişirse, kâse onun olacak. Son olarak, dördüncü oka yetişen, sopa ve ipi alacak.” Kabul ettiler. Prens, ilk okunu fırlattı. Fakirler oku almak için yarıştılar. İlk oku getirdiler. Bu sefer prens, ikinci oku fırlattı. Onu da bulup getirdiklerinde, üçüncüsünü ve son olarak da dördüncü oku attı.
Uzaklarda dördüncü oku aradıkları sırada Raja’nın oğlu, atını ormana saldı. Kendisi ise kâse, çanta ve sopa ile ipi yanına alarak yatağa oturdu. Sonra dedi ki: “Yatak! Beni Prenses Labam’ın ülkesine götür.” Küçük yatak birden göklere yükseldi, Prenses Labam’ın ülkesine ulaşana dek uçup orada yere indi. Raja’nın oğlu gördüğü birkaç adama sordu: “Burası kimin ülkesi?”
“Prenses Labam’ın ülkesi,” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Prens yoluna devam etti. Nihayet bir eve vardı. Burada yaşlı bir kadın oturuyordu.
“Sen kimsin?” dedi kadın. “Nereden geliyorsun?”
“Uzak diyarlardan geliyorum,” dedi Prens, “Bu gece sizinle kalabilir miyim?”
“Hayır,” diye yanıt verdi yaşlı kadın, “benimle kalamazsın. Zira kralımızın emri var: Başka ülkeden gelen adamlar onun ülkesinde kalamazlar. Bu yüzden evimde misafir edemem seni.”
“Teyzem sayılırsın,” dedi Prens, “ne olur, bu gecelik kalayım. Görüyorsun ya, akşam oldu. Şimdi ormana gidersem vahşi hayvanlar beni yer.”
“Pekâlâ, bu akşamlık burada kalabilirsin ama yarın sabah erkenden gitmen gerek. Kral, geceyi evimde geçirdiğini duyacak olursa beni yakalatıp hapse attırır.”
Kadın, Prens’i evine aldı. Raja’nın oğlu çok mutluydu. Yaşlı kadın yemek hazırlamaya koyuldu ama Prens onu durdurdu. “Teyzecim,” dedi, “ben sana yiyecek veririm.” Elini çantasına sokup “Çanta! Akşam yemeği istiyorum,” dedi. Çantanın içinden hemen iki altın tepsiye konmuş leziz bir akşam yemeği çıktı. Yaşlı kadın ve Raja’nın oğlu birlikte yemek yediler.
Yemekleri bitince, yaşlı kadın dedi ki: “Şimdi biraz su getireyim.”
“Dur, zahmet etme,” dedi Prens. “Dilediğin kadar su gelecek önüne.” Kâsesini çıkarıp şu sözleri söyledi: “Kâse! Biraz su istiyorum.” Bu sözlerin ardından kâse suyla doldu. Ağzına kadar dolunca Prens, “Kâse, dur!” diye bağırdı, kâse hemen durdu. “Gördün mü, teyzecim. Bu kâse yanımda oldukça dilediğim kadar su içebilirim.”
Gece olmuştu. “Teyzecim,” dedi Raja’nın oğlu, “lambayı neden yakmıyorsun?”
“Gerek yok,” dedi yaşlı kadın. “Kralımız, ülkesinde lamba yakılmasını yasaklamıştır çünkü karanlık çöker çökmez kızı Prenses Labam sarayın çatısına çıkar. Öyle güzel parlar ki bütün ülke ve evlerimiz onun ışığıyla dolar. Sanki gündüzmüş gibi her tarafı görebiliriz.”
Karanlık iyice çökünce Prenses uyandı. En güzel elbiselerini giyinip mücevherlerini taktı, saçlarını topladı, başına inciler ve elmaslardan bir bant taktı. Sonra gökteki ay misali ışıldamaya başladı. Güzelliğiyle geceyi, gündüze çevirdi. Odasından çıkıp sarayının çatısına oturdu. Gündüzleri evden dışarı adım atmazdı. Yalnızca geceleri çıkardı. Babasının ülkesindeki bütün insanlar da böylece işlerini bitirirlerdi.
Raja’nın oğlu, Prenses’i sessiz sedasız izledi. Çok mutluydu. Kendi kendine, “Ne kadar güzel!” dedi.
Gece yarısı olup herkes yatınca kız, çatıdan inip kendi odasına gitti. Prenses yatağına girip uyuduğu sırada Raja’nın oğlu yavaşça kalkarak kendi sihirli yatağına oturdu. “Yatak!” dedi, “Beni Prenses Labam’ın yatak odasına götür.” Küçük yatak onu Prenses’in uyuduğu odaya götürdü.
Genç Prens çantasını çıkarıp seslendi: “Bir sürü betel[4 - Hindistan, Çin ve Tayvan gibi Uzak Doğu ülkelerinde geleneksel içecek ve yiyeceklere eklenerek veya çiğnenerek tüketilen, özellikle ritüellerde sıkça yer alan keyif verici bir bitki. (e.n.)] yaprağı istiyorum.” Hemen önünde onlarca betel yaprağı bitiverdi. Bunları Prenses’in yatağının yanına koydu. Sonra küçük yatağına binip yine yaşlı kadının evine gitti.
Ertesi sabah Prenses’in hizmetkârları betel yapraklarını buldular ve yaprakları yemeye koyuldular. “Bunca betel yaprağını nereden buldunuz?” diye sordu Prenses.
“Yatağınızın yanındaydı,” diye cevap verdi hizmetkârlar. Hiç kimse Prens’in gece gelip yaprakları oraya bıraktığını bilmiyordu.
Sabah olunca yaşlı kadın, Raja’nın oğlunun yanına gitti. “Artık sabah oldu,” dedi, “gitmen lazım. Kral senin için yaptıklarımı öğrenirse beni yakalatır.”
“Hastalandım, teyzecim,” diye cevap verdi Prens. “Ne olur, bir gün daha kalayım.”
“Peki, o zaman,” dedi yaşlı kadın. Böylece kadının evinde misafirliğe devam etti. Yine çantadan çıkan akşam yemeğiyle karınlarını doyurup kâsenin verdiği suyla da susuzluklarını giderdiler.
Gece olunca, Prenses ayağa kalktı ve tekrar sarayın çatısına oturdu. Saat gece yarısını vurunca, herkes yataklarına geçti, Prenses de odasına gitti ve çok geçmeden uykuya daldı. Sonra Raja’nın oğlu yine küçük yatağına binip Prenses’in yanına gitti. Çantasını çıkardı: “Çanta! Senden çok güzel bir şal istiyorum.” Çantadan harikulade bir şal çıktı ve uykudaki Prenses’in üzerine serildi. Sonra Raja’nın oğlu yaşlı kadının evine dönüp sabaha kadar orada uyudu.
Sabah olunca şalı gören Prenses çok sevindi. “Baksana, anne,” dedi, “bu şalı bana Tanrı göndermiş olmalı. Gerçekten çok güzel.” Annesi de çok mutlu olmuştu.
“Evet, kızım,” dedi, “Sana bu muhteşem şalı Tanrı göndermiş olmalı.”
Gün doğunca ihtiyar kadın yine Raja’nın oğluna gitti: “Artık gitmen gerek.”
“Teyzecim, daha iyileşmedim. Birkaç gün daha kalayım, lütfen. Evinde saklanırım, kimse burada olduğumu bilmez.” Bu sözler üzerine yaşlı kadın, Prens’in kalmasına razı oldu.
Hava kararıp gece olunca Prenses, en güzel giysilerini giyip mücevherlerini taktı ve yine çatıya oturdu. Gece yarısı odasına gidip uykuya daldı. Sonra Raja’nın oğlu yine yatağına oturup kızın odasına uçtu. Çantaya döndü: “Çanta, senden çok ama çok güzel bir yüzük istiyorum.” Bunun üzerine çantadan muhteşem bir yüzük çıktı. Prens, Prenses Labam’ın elini alıp yüzüğü nazikçe parmağına taktı. Kız, korkuyla uyandı.
“Kimsiniz siz?” diye sordu Prens’e. “Nereden geliyorsunuz? Odamda ne işiniz var?”
“Korkmayın Prenses,” dedi Raja’nın oğlu. “Hırsız falan değilim. Ben büyük bir Raja’nın oğluyum. Avlanmaya gittiğim ormanda yaşayan Hiraman papağanı, bana sizin adınızı söyledi. Ben de annemi babamı bırakıp sizi görmeye geldim.”
“Madem büyük bir Raja’nın oğlusunuz, sizi öldürtmeyeceğim. Annemle babama, sizinle evlenmek istediğimi söyleyeceğim,” dedi Prenses.
Bunun üzerine Prens, yaşlı kadının evine geri döndü. Güzel Prenses ise sabah olunca annesine gitti: “Büyük bir Raja’nın oğlu ülkemize gelmiş. Onunla evlenmek istiyorum.” Annesi, kızının dileğini Kral’a anlattı.
“Pekâlâ,” dedi Kral, “fakat bu Raja oğlu, kızımla evlenmek istiyorsa önce ondan istediklerimi yapmalı. Başarısız olursa onu öldürtürüm. Ona seksen kiloluk hardal tohumu vereceğim. Bir günde bütün tohumları ezip yağını çıkarmalı. Bunu yapamazsa ölür.”
Sabahleyin Raja’nın oğlu, yaşlı kadına gidip Prenses ile evlenmek istediğini söyledi. “Aman!” diye bağırdı ihtiyar. “Kaç git bu ülkeden ve Prenses ile evlenmeyi aklından çıkar. Nice rajalar ve raja oğulları, Prenses ile evlenmek istedi ama Kral hepsini öldürttü. Kızıyla evlenmek isteyen kişi, onun istediği şeyi yapmalıymış. Başarırsa Prenses’le evlenecek ama başarısız olursa Kral onu öldürtecekmiş. Fakat deneyenlerin hiçbiri Kral’ın istediklerini yapamadı. Bütün o rajalar ve raja oğulları öldürüldü. Bu işe kalkışırsan sen de öldürülürsün. Git buradan.” Ama Prens kadına hiç kulak asmadı.
Kral, Prens’i almaları için hizmetkârlarını yaşlı kadının evine gönderdi. Raja’nın oğlu saraya, yani Kral’ın huzuruna getirildi. Kral, Prens’e seksen kilo hardal tohumu verip hepsini o gün içinde ezmesini, yağını çıkarmasını ve ertesi sabah yağı saraya getirmesini istedi. “Kızımla evlenmeyi arzu eden kişi, ondan istediklerimi yapmak zorundadır. Yapamazsa öldürtürüm onu. Bu demektir ki yarın sabaha kadar hardal tohumlarının yağını çıkartamazsan ölürsün.”
Prens bunu duyduğuna çok üzüldü. “Bu kadar hardal tohumunu bir günde nasıl ezebilirim?” dedi kendi kendine. “Yapamazsam, Kral beni öldürecek.” Bu düşüncelerle hardal tohumlarını yaşlı kadının evine götürdü ama ne yapacağını hiç bilmiyordu. Sonunda Karıncaların Rajası geldi aklına. Onu düşünür düşünmez Karıncaların Rajası ve karıncaları ortaya çıktı. “Neden bu kadar üzgünsün?” diye sordu Karıncaların Rajası.
Prens ona hardal tohumlarını gösterdi. “Bütün bu hardal tohumlarını bir günde ezip yağını çıkarmanın bir yolu var mı? Tohumların yağını çıkarıp yarın sabah Kral’a götürmezsem beni öldürecek.”
“Üzülme,” dedi Karıncaların Rajası. “Git yat, güzelce uyu. Biz tohumları senin yerine ezeriz, yarın sabah da yağı Kral’a götürürsün.” Raja’nın oğlu yatıp uyudu ve karıncalar onun için çalışıp tohumları ezdi. Prens, tohumlardan çıkan yağı gördüğünde çok sevindi.
Ertesi sabah yağı alıp Kral’ın sarayına götürdü. Fakat Kral, “Henüz kızımla evlenemezsin. Kızımı istiyorsan önce iki ifritimle dövüşüp onları öldürmen gerek,” dedi.
Kral, uzun zaman önce iki ifrit yakalamıştı ve onlarla ne yapacağını bilemediği için bir kafese kapatmıştı. Ülkesindeki bütün insanları yiyeceğinden korktuğu için onları salmıyordu. Bu canavarları nasıl öldüreceğini de bilmiyordu. Dolayısıyla, Prenses Labam’la evlenmek isteyen bütün krallar ve prensler, bu iki ifritle dövüşmek zorunda kalmıştı. “Belki,” diyordu Kral, “ifritler ölür, ben de böylece kurtulmuş olurum.”
İfritleri öğrenince Raja’nın oğlu çok üzüldü. “Ne yapabilirim ki?” diye düşündü. “İki ifritle nasıl savaşabilirim?” Sonra arkadaşı kaplan aklına geldi. Kaplan ile karısı hemen imdadına yetişti: “Neden bu kadar üzgünsün?” Raja’nın oğlu cevap verdi: “Kral iki ifritle savaşıp onları öldürmemi istiyor. Nasıl yapacağım?”


“Hiç korkma,” dedi kaplan. “Üzülme, karımla birlikte senin için savaşırız.”
Sonra Raja’nın oğlu, çantasından muhteşem güzellikte, altın ve gümüş işlemeli, inci süslü iki kaftan çıkardı. Güzel görünmeleri için bunları kaplanlara giydirdi. Sonra da kaplanlarla birlikte Kral’ın yanına gitti: “Bu kaplanlar, ifritlerle benim adıma dövüşebilir mi?”
“Evet, dövüşebilir,” dedi Kral, ifritleri kimin öldüreceği umurunda değildi, yeter ki o iki canavar ölsün diye düşünüyordu. “Öyleyse, ifritleri çağırın,” dedi Raja’nın oğlu. “Kaplanlarım onlarla dövüşecek.” Kral, canavarları getirtti. Uzun bir mücadelenin sonucunda kaplanlar galip geldi ve ifritleri öldürdüler.
“Çok güzel,” dedi Kral, “sana kızımı vermeden evvel yapman gereken bir şey daha var. Göklerde bana ait bir kös var. Gidip onu çalmalısın. Başaramazsan, seni öldürürüm.”
Raja’nın oğlunun aklına küçük yatağı geldi. Yaşlı kadının evine gidip yatağına oturdu. “Küçük yatak!” dedi, “Göklerde Kral’ın kösü var. Ona gitmek istiyorum.” Yatak hemen uçmaya başladı ve Raja’nın oğlu kösü çaldı. Kral bunu duydu. Ama Prens aşağı indiğinde Kral kızını vermeyeceğini söyledi: “Senden istediğim üç şeyi yaptın. Ama şimdi bir şey daha yapman lazım.”
“Elimden gelirse, yaparım,” dedi Raja’nın oğlu.
Sonra Kral, sarayın yakınlarındaki bir ağacın gövdesini gösterdi. Çok ama çok kalın bir ağaç gövdesiydi. Prens’in eline sapı cilalı bir balta verdi: “Yarın sabah ağacın gövdesini bu baltayla ikiye bölmelisin.”
Raja’nın oğlu yaşlı kadının evine döndü. Çok üzgündü. Kral’ın onu bu sefer kesin öldüreceğini düşünüyordu. “Hardal tohumlarını karıncalara ezdirdim,” diye düşündü kendi kendine. “İfritleri kaplanlara öldürttüm. Küçük yatağım sayesinde gökteki kösü çalabildim. Ama şimdi ne yapacağım? Bu kalın ağaç gövdesini cilalı bir baltayla nasıl ikiye böleceğim?”
Geceleri yatağına binip Prenses’i görmeye gidiyordu. “Yarın,” dedi kıza, “baban beni öldürecek.”
“Neden?” diye sordu Prenses.
“Kalın bir ağaç gövdesini ikiye bölmemi istedi. Nasıl yapacağım?” dedi Raja’nın oğlu.
“Korkma,” dedi Prenses, “sana söylediğim gibi yaparsan ağacı kolayca ikiye ayırırsın.”
Bu sözlerin ardından kız, başından kopardığı bir saç telini Prens’e verdi: “Yarın, yanında kimse yokken ağaç gövdesine şöyle de: ‘Prenses Labam, bu saç teliyle ikiye ayrılmanı emrediyor.’ Sonra saç telini baltanın bıçak kısmına ger.”
Ertesi gün Raja’nın oğlu, Prenses’in söylediklerine harfi harfine uydu. Saç telinin gerili olduğu balta bıçağı ağacın gövdesine dokunduğu an, ağaç ikiye ayrıldı.
Kral, “Artık kızımla evlenebilirsin,” dedi. İki gencin düğünü yapıldı. Etraftaki ülkelerden rajalar ve krallar kutlamalara katıldı. Çok büyük eğlenceler düzenlendi. Birkaç gün sonra Prens, karısına dedi ki: “Haydi, babamın ülkesine gidelim.” Prenses Labam’ın babası onlara develer, atlar, hizmetçiler ve bol miktarda rupi verdi. Büyük bir sevinçle Prens’in ülkesine gittiler. Orada mutlu mesut yaşadılar.
Prens çantasını, yatağını ve sopasını hep yanında bulundurdu. Gerçi hiç kimse onunla savaşmaya gelmediği için sopayı kullanmasına gerek kalmadı.

Kuzucuk
Evvel zaman içinde mini mini bir Kuzucuk yaşardı. Sarsak bacakları üzerinde hoplayıp zıplar, çok eğlenirdi.
Bir gün büyükannesini ziyaret etmek için yola çıktı. Büyükannesinin vereceği güzel şeyleri düşünerek neşeyle zıplıyordu. Bir de ne görsün? Karşısına kocaman bir çakal çıktı. Bu leziz et parçasına bakıp dedi ki: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Fakat Kuzucuk biraz sıçramakla yetindi:


“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Çakal bu öneriyi mantıklı bularak Kuzucuk’un gitmesine izin verdi.
Sonra bir akbabaya rastladı. Karşısındaki et parçasına aç gözlerle bakan akbaba dedi ki: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Fakat Kuzucuk yine sıçramakla yetindi:
“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Akbaba bunu mantıklı bulup Kuzucuk’un gitmesine müsaade etti.
Derken, Kuzucuk bu kez de bir kaplanla karşılaştı. Sonra bir kurt, bir köpek ve kartal. Hepsi küçük kuzuyu görünce bağırdılar: “Kuzucuk! Kuzucuk! SENİ YİYECEĞİM!”
Bunların hepsine Kuzucuk’un cevabı ufak bir sıçrayış eşliğindeki şu sözler oldu:


“Büyükannemin evine gideyim, yemeklerini yiyip büyüyeyim ve şişmanlayayım, o zaman beni yersin.”
Nihayet büyükannesinin evine vardı ve aceleyle dedi ki: “Büyükannecim, çok yiyip şişmanlayacağıma söz verdim. Biliyorsun, sözüne sadık olmak önemlidir. O yüzden, lütfen beni ambara götür, hemen.”
Bunun üzerine büyükannesi, ne kadar iyi bir çocuk olduğunu söyleyip Kuzucuk’u ambara götürdü. Açgözlü Kuzucuk ambarda yedi gün kaldı. O kadar çok yedi ki yürüyemez hâle geldi. Büyükannesi, artık yeterince şişmanladığını ve eve gitme vaktinin geldiğini söyledi. Ama kurnaz Kuzucuk, asla eve gitmeyeceğini çünkü iyice şişmanlayıp kıvama geldiği için geri döndüğünde bütün o hayvanların onu mideye indirmek isteyeceğini söyledi.


“Sana ne yapacağını söyleyeceğim,” dedi akıllı Kuzucuk. “Ölen küçük erkek kardeşimin derisinden bir davul yapmalısın. Ben de içine oturup yuvarlana yuvarlana yolumu bulayım, zaten davul gibi şiştim, içine tam sığarım.”
Bunun üzerine büyükannesi, Kuzucuk’un kardeşinin derisinden güzel bir davul yaptı. Kuzucuk, davulun içine kıvrılıp rahatça ortasına yerleşti ve neşeyle yuvarlanmaya başladı. Çok geçmeden Kartal çıktı yoluna:


“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kuzucuk sıcak yuvasında kıvrılmış hâlde cevap verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba!”
“Çok can sıkıcı!” diye iç geçirdi Kartal, elinden kaçan taze kuzu etini pişmanlıkla düşündü.
Bu arada Kuzucuk, yuvarlanıp giderken kendi kendine gülüp şarkı söylüyordu:
“Tamba, tumba; tamba, tumba!”
Karşılaştığı her hayvan ve kuş aynı soruyu sordu:
“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kurnaz Kuzucuk her birine aynı şekilde yanıt verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba; tamba, tumba; tamba, tumba!”
Bu cevabın üzerine her hayvan ellerinden kaçırdıkları taze kuzu etini düşünüp iç geçirdi.
Sonunda Çakal, topallaya topallaya geldi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Sordu:
“Davulcuk! Davulcuk! Kuzucuk’u gördün mü?”
Kuzucuk, küçük yuvasında rahatça kıvrılmış bir hâlde neşeyle cevap verdi:
“Ateşe düştü, senin de başına aynısı gelecek. Haydi Davulcuk. Tamba, tumba!”
Ama daha fazla ilerleyemedi; çünkü çakal, Kuzucuk’un sesini tanımıştı: “Hey! İçin dışına çıkmış, baksana! Haydi, çık dışarı!”
Sonra davulu parçalayıp Kuzucuk’u bir lokmada yutuverdi.

Punçkin
Evvel zaman içinde bir Raja yaşardı. Bu Raja’nın yedi güzel kızı vardı. Hepsi de iyi huylu kızlardı ama en küçükleri olan Balna, diğerlerinden çok daha zekiydi. Raja’nın karısı yani anneleri, kızlar henüz çocukken ölmüş ve zavallı prensesleri küçük yaşta öksüz bırakmıştı.
Raja, bakanlarıyla birlikte ülke meselelerini görüşürken, kızları her gün sırayla babalarının yemeğini pişirirdi.
O sıralarda, Prudhan ölmüş ve dul karısı ile tek kızını yalnız bırakmıştı. Her gün, Yedi Prenses babalarının yemeğini hazırladığı sırada Prudhan’ın dul karısı ve kızı gelir, ocaktan biraz ateş almak için çıra isterlerdi.
Balna kız kardeşlerine derdi ki: “Şu kadını gönderin, gönderin onu. Kendi evinde çırası yok mu? Bizimkini ne yapacak? Buraya gelmesine izin verirsek bir gün bunun acısını çekeriz.”
Fakat kız kardeşleri şöyle cevap verirdi: “Sus Balna! Ne diye şu zavallı kadınla kavga edip duruyorsun? İstiyorsa ateşten biraz alsın.” Bunun üzerine, Prudhan’ın dul karısı ocağa gidip birkaç çıra alırdı. Kimse o tarafa bakmadığı anda Raja için hazırlanmakta olan akşam yemeği tabaklarına biraz çamur atardı.
Raja kızlarına çok düşkündü. Annelerinin ölümünden beri, kendi elleriyle yemeğini hazırlayarak babalarının düşmanları tarafından zehirlenmesine engel olmaya çalışmışlardı. Bu yüzden, yemeğine çamur karıştığını görünce bunu kızlarının dikkatsizliğine verdi. Herhalde yemeğine kasten çamur atacak değillerdi. Ama bu durum devam etti. Kızlarının Raja için hazırladığı köri, her defasında çamurlu çıkıyordu. Yemeği bu şekilde berbat edilmesine karşın merhametli Raja’nın gönlü, kızlarını azarlamaya el vermiyordu.


Nihayet bir gün, saklanıp kızlarının yemek pişirmesini izlemeye karar verdi. Bu yüzden, yan odaya gidip duvardaki delikten kızlarını izledi.
Kızlarının özenle pirinç yıkayıp köri hazırladıklarını gördü. Hazırlamayı bitirdikleri yemekleri pişirmek üzere ateşin yanına koyuyorlardı. Sonra Raja, Prudhan’ın dul karısının kapıya gelip yemeğini pişirmek için birkaç çıra istediğini gördü. Balna sinirlenip kadına döndü: “Kendi evine neden çıra almıyorsun da her gün buraya gelip bizim ateşimizden istiyorsun? Sevgili kız kardeşlerim! Şu kadına daha fazla çıra vermeyin artık. Gidip kendi satın alsın.”
Sonra en büyük ablası konuştu: “Balna, bırak kadıncağız çırayla ateşini alsın. Zararı yok bize.” Ama Balna’nın buna verecek cevabı vardı: “Evimize bu kadar sık gelmesine izin verirseniz, elbet bir gün zararı dokunacak ve yaptığımız iyiliğe pişman edecektir bizi.”
Raja her şeyi izlemeye devam etti. Prudhan’ın dul karısının akşam yemeğinin yapıldığı yere geldiğini ve ateş alırken yemeklere çamur attığını gördü.
Raja bu duruma çok sinirlenip kadını yakalattı ve huzuruna getirtti. Ama dul kadın Raja’ya, onunla görüşebilmek için bu oyunu oynadığını anlattı. Öyle zekice konuştu, kurnazca sözleriyle Raja’yı öyle memnun etti ki, Raja kadını cezalandırmak yerine, onunla evlenerek Rani yani Kraliçe yaptı. Yeni eşi ve kızı sarayda yaşamaya başladı.
Yeni Rani, zavallı Yedi Prenses’ten nefret ediyordu ve sahip oldukları bütün zenginliğin kendi kızının eline geçmesi, kendi kızının sarayda tek prenses olarak yaşayabilmesi için onları saf dışı bırakmak istiyordu. Nezaketleri nedeniyle onlara minnettar olacağı yerde, prenseslere hayatı zehir etmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Onlara bir parça ekmekten başka yiyecek vermiyor, çok az su içmelerine müsaade ediyordu. Ömürleri boyunca rahat yaşamış, güzel yemek ve elbiselere alışmış zavallı prensesler perişan ve mutsuzdu. Her gün dışarı çıkıyor, annelerinin mezarı başında oturup ağlıyorlardı:
“Ah anneciğim, zavallı çocuklarının hâlini, mutsuzluğunu, üvey annemizin bizi aç bıraktığını görmüyor musun?”
Bir gün, yine böyle ağlayıp sızlandıkları sırada bir de ne olsa beğenirsiniz? Mezardan çok güzel bir greyfurt ağacı çıktı. Ağacın olgun meyvelerini yiyen kızcağızlar, böylece açlıklarını giderdiler. Bundan sonra her gün, üvey annelerinin verdiği kötü yemekleri yemek yerine, annelerinin mezarın gelip bu güzel ağacın meyveleriyle karınlarını doyurmaya başladılar.
Sonra Rani kızına dedi ki: “Nasıl oluyor anlamıyorum. Ne zaman sorsam şu kızlar yemek istemiyoruz diyorlar. Hiçbir şey yemiyorlar ama hiç hastalanmıyorlar. Hepsi senden daha sağlıklı gözüküyor. Anlamadım gitti.” Bu sözlerin ardından kızına, prensesleri gözetlemesini emretti. Onlara yiyecek veren biri var mı diye merak ediyordu.
Ertesi gün, prensesler yine annelerinin mezarına gitmiş, leziz greyfurtlardan yiyorlardı. Ama Prudhan’ın kızı onları takip etmiş ve meyve topladıklarını görmüştü.
Balna kız kardeşlerine dedi ki: “Şu kız bizi izliyor, görüyor musunuz? Haydi, onu gönderelim ya da greyfurtları saklayalım. Yoksa gidip annesine söyleyecek, bizim için fena olacak.”
Ama diğer kız kardeşler şöyle cevap verdi: “Hayır, Balna, kaba davranma. Kız, annesine söyleyecek kadar zalim olamaz. Onu da yanımıza çağıralım ve meyvelerden ikram edelim.”
Fakat greyfurttan yer yemez Prudhan’ın kızı kalkıp eve gitti ve olanları annesine anlattı: “Prenseslerin hazırladığın yemeği yememelerine hiç şaşmam çünkü annelerinin mezarı başında çok güzel bir greyfurt ağacı bitmiş. Her gün oraya gidip greyfurt yiyorlar. Ben de bir tane yedim, hayatımda tattığım en güzel meyveydi.”
Zalim Rani bunu duyunca çok sinirlendi. Ertesi gün odasından dışarı çıkmadı. Raja’ya başının çok ağrıdığını söyledi. Raja bunu duyunca çok üzüldü ve karısına şöyle dedi: “Senin için ne yapabilirim?” Karısı cevap verdi: “Başımın ağrısını geçirecek tek bir şey var. Rahmetli karının mezarı başında güzel bir greyfurt ağacı bitmiş. Onu buraya getirip kökünü ve dallarını kaynat. Sonra suyundan biraz alnıma sür. Böylece başımın ağrısı geçer.” Bunun üzerine Raja, hizmetkârlarını gönderip güzel greyfurt ağacını söktürdü. Sonra Rani’nin istediği gibi ağacı kaynattı. Ağacı kaynattıkları sudan karısının başına sürünce kadın, baş ağrısının geçtiğini ve iyileştiğini söyledi.
Ertesi gün prensesler her zamanki gibi annelerinin mezarına gittiler ama greyfurt ağacı ortalıkta yoktu. Kızlar, acı acı ağlamaya başladılar.
Rani’nin mezarı yanında küçük bir sarnıç vardı. Kızlar, ağlayıp dururken sarnıcın krema gibi bir şeyle dolduğunu gördüler. Sonra bu krema sertleşip pasta hâlini aldı. Bunu gören prensesler çok sevinip pastanın tadına baktılar ve çok beğendiler. Sonraki gün yine aynı şey oldu ve bu böylece devam etti. Her sabah prensesler annelerinin mezarına gittiklerinde küçük sarnıcın kremalı pastayla dolduğunu gördüler. Sonra zalim üvey anneleri kızına dedi ki: “Nasıl oluyor anlamıyorum. Prensesler, onlara verdiğim yemeği yemedikleri hâlde hiç süzülmüyorlar, üzgün de gözükmüyorlar. Nasıl oluyor, hiç anlamıyorum!”
Kızı, “Ben onları gözetlerim,” dedi.
Ertesi gün prensesler kremalı pastadan yediği sırada, üvey annelerinin kızı yanlarında bitti. Onu ilk gören Balna oldu: “Bakın, kardeşlerim! Şu kız yine geliyor. Sarnıcın kenarına oturalım da pastayı görmesin. Ona pastadan verirsek gidip annesine söyleyecek. Talihimiz son bulacak.”
Fakat diğer kız kardeşler Balna’nın gereksiz yere şüpheci davrandığını düşünerek tavsiyesine uymak yerine Prudhan’ın kızına pastadan verdiler. Kız da hemen eve gidip her şeyi annesine anlattı.
Prenseslerin keyfinin yerinde olduğunu öğrenen Rani, öfkeden çatlayacak gibiydi. Hizmetçilerini gönderip Raja’nın ilk karısının mezarını yıktırdı ve küçük sarnıcı, mezardan kalan taşlarla doldurttu. Bununla da yetinmeyip çok ama çok hastalanmış gibi yaptı. Sanki ölmek üzereydi. Raja bunu görünce çok üzüldü ve karısını iyileştirmek için elinden ne gelirse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Karısı, “Hayatımı kurtaracak tek bir şey var ama yapmayacağını biliyorum,” dedi. Raja cevap verdi: “Ne olursa olsun yaparım.” Kadın dedi ki: “Hayatımı kurtarmak için ilk karından olan yedi kızını öldürmeli ve kanlarından biraz alıp alnımla ellerime sürmelisin. Onların ölümü, beni yaşatacak tek şey.”
Bu sözleri duyan Raja üzüntüye boğuldu. Ama sözünü bozmaktan korktuğu için yüreğinde bir ağırlık hissiyle kızlarını bulmaya gitti.
Annelerinin mezarı başında ağlarken buldu onları.
Sonra, kızlarını öldürmeye elinin varmayacağını anlayan Raja, onlara nazikçe seslenerek birlikte ormana gitmeyi önerdi. Orada bir ateş yakıp biraz pirinç pişirdi ve kızlarına verdi. İkindi vakti iyice sıcak çöktü. Havanın verdiği rehavetle prensesler uykuya daldı. Kızlarının uyuduğunu gören Raja, oradan sıvışıp kızlarını yalnız bıraktı. Çünkü karısından korkuyordu. Kendi kendine şöyle düşündü: “Üvey anneleri tarafından öldürüleceklerine, zavallı kızlarımı bırakayım da burada ölsünler, daha iyi.”
Sonra Raja bir ceylan vurdu. Eve döndüğünde, Rani’nin alnıyla ellerine ceylanın kanından sürdü. Prenseslerin gerçekten öldüğünü sanan kadın, iyileştiğini söyledi.
Bu arada prensesler uyandı ve koca ormanın ortasında yapayalnız olduklarını görünce korkuya kapıldılar. Avazları çıktığınca bağırıp seslerini babalarına duyurmaya çalıştılar ama babaları çok uzaklardaydı ve sesleri gök gürültüsü kadar yüksek bile olsa onları işitemezdi.
Şansa bakın ki tam da o gün komşu bir ülkenin rajasının yedi genç oğlu aynı ormandan geçmekteydi. Gün boyu avlandıktan sonra eve dönüyorlardı. En genç Prens, ağabeylerine döndü: “Durun bir dakika. Bir ağlama sesi duyuyorum. Birileri bağırıyor. Siz duymuyor musunuz? Sesin geldiği tarafa gidelim, ne oluyor öğrenelim.”
Bunun üzerine Yedi Prens, atlarına binip kızların ağlayıp dövünmekte oldukları yere vardılar. Kızları gören genç prensler şaşkına döndü. Başlarına gelenleri öğrenince üzüntüleri iyiden iyiye arttı. Her birinin bu zavallı ve mahzun prenseslerden birini yanına alıp onunla evlenmesine karar verdiler.
Böylece en büyük prens, en büyük prensesi evine götürerek onunla evlendi.
İkinci prens, yine ikinci sıradaki prensesi aldı.
Üçüncü prens, üçüncü prensesle evlendi.
Dördüncüsü, dördüncü prensesle evlendi.
Beşinci prens, beşinci prensesle evlendi.
Altıncı prens, altıncı prensesi aldı.
Yedinci ve en yakışıklı prens, güzeller güzeli Balna ile evlendi.
Kendi ülkelerine döndüklerinde, Yedi Prens’in Yedi güzel Prenses ile evlenmesi sebebiyle krallıkta şenlikler düzenlendi.
Bundan bir yıl kadar sonra Balna’nın bir oğlu oldu. Amcaları ve teyzeleri, bu yumurcağı o kadar çok seviyordu ki sanki yedi anne babası vardı. Diğer prens ve prenseslerin hiç çocuğu olmadı. Bu yüzden, yedinci Prens ve Balna’nın oğlunu kendi çocukları gibi kabul ettiler.
Bir süre boyunca böylece mutlu yaşadılar; ta ki günün birinde yedinci Prens (Balna’nın kocası) ava çıkacağını söyleyene dek. Prens uzaklara gitti. Bütün ailesi onu bekledi durdu ama Prens bir daha geri dönmedi.
Bunun üzerine altı ağabeyi, kardeşlerini bulmak için yola çıktı. Ama onlar da geri dönmediler.
Yedi Prenses çok üzülüyordu çünkü iyi kalpli kocalarının öldürüldüğünden korkuyorlardı.
Bu olayın üzerinden çok geçmemişti. Balna bebeğinin beşiğini sallıyor, ablaları ise aşağıdaki odada çalışıyordu. İşte bu sırada, saray kapısına uzun ve siyah bir cübbe içinde bir adam geldi. Bir Fakir olduğunu ve dilendiğini söyledi. Hizmetçiler adama cevap verdi: “Saraya giremezsin. Raja’nın bütün oğulları gitti. Ölmüş olabileceklerini düşünüyoruz. Dul eşlerini, senin gibi dilencilerin rahatsız etmesine izin veremeyiz.” Yaşlı adam, “Fakat ben kutsal bir adamım. Beni içeri almak zorundasınız,” dedi. Bunun üzerine ahmak hizmetçiler adamı saraya aldılar ama bilmedikleri bir şey vardı: Bu adam bir Fakir değil, kötü Büyücü Punçkin idi.
Punçkin Fakir, sarayı dolaşıp güzelliklerini gördü. Nihayet, Balna’nın küçük oğlunun beşiği yanında oturduğu odaya geldi. Bu kız, Büyücü’nün bugüne dek gördüğü en güzel varlıktı. Öyle ki kızdan onunla evlenmesini istedi. Ama Balna, “Korkarım ki kocam öldü fakat oğlum çok küçük. Burada kalıp onu büyüteceğim, akıllı bir adam olduğunu göreceğim. Sonra dünyayı gezecek ve bana babasından haber getirecek. Onu bırakmak ve seninle evlenmek mi? Ağzından yel alsın!” dedi. Bu sözleri duyan Büyücü çok öfkelendi ve kızı kara bir köpekçiğe dönüştürüp çekiştirdi: “Madem kendi isteğinle gelmeyeceksin, ben seni götürmesini bilirim.” Böylece zavallı Prenses, hiçbir kaçış yolu olmadan ve başına gelenleri ablalarına duyuramadan zorla götürüldü. Punçkin, saray kapısından geçtiği esnada hizmetçiler sordu: “O küçük sevimli köpeği de nereden buldun?” Büyücü cevap verdi: “Prenseslerden biri hediye olarak verdi.” Bu cevaba inanıp başka soru sormadılar.
Çok geçmeden diğer altı prenses, yeğenlerinin ağladığını işitti. Yukarı çıktıklarında bebeği yalnız başına görünce çok şaşırdılar. Balna ortalıkta yoktu. Hizmetçilere sordular. Bir Fakir’in gelip yanında kara bir köpekçikle saraydan ayrıldığını öğrenince olanları tahmin ettiler. Her tarafa adam saldılar ama ne Fakir ne de köpekçik bulunabildi. Zavallı altı kadının elinden ne gelirdi? İyi kalpli kocalarını ve kız kardeşleri Balna’yı görmekten umudu kesip kendilerini küçük yeğenlerini büyütmeye adadılar.
Böylece zaman akıp geçti. Balna’nın oğlu on dört yaşına geldi. Sonra bir gün teyzeleri ona ailelerinin geçmişini anlattı. Anne babasıyla amcalarının başına gelenleri duyar duymaz delikanlının kalbi, onları bulma ve sağ salim bulduğu takdirde de eve getirme arzusuyla doldu. Kararını öğrenen teyzeleri çok korktu ve onu bu işten vazgeçirmeye çalıştılar. “Kocalarımızı kaybettik, kız kardeşimiz ve onun kocası da geri dönmedi. Sen bizim tutunduğumuz tek dalsın. Sen de gidersen biz ne yaparız?” dediler. Ama delikanlı, “Yalvarırım, umutsuz olmayın. Başarabilirsem, annemle babamı ve amcalarımı yanımda getireceğim,” diye cevap verdi. Böylece yola çıktı ama birkaç ay boyunca hiçbir bilgi edinemedi, arayışları sonuçsuz kaldı.
Uzun yolların ardından anne babasına dair bir haber alma umudu kalmamıştı ki taşlar, kayalar ve ağaçlarla dolu bir ülkeye vardı. Burada yüksek kuleli kocaman bir saray gördü. Hemen yanında bir Mali[5 - Mali: Hükümdar, ilk doğan erkek çocuğu. (ç.n.)]’nin evi vardı.
Etrafına bakındığı esnada Mali’nin karısı onu gördü, hemen evden çıkıp dedi ki: “Sevgili çocuğum, böyle tehlikeli bir yere gelmeye nasıl cesaret ettin? Kimsin sen?” Çocuk cevap verdi: “Ben bir Raja’nın oğluyum. Babam ile amcalarımı ve de kötü bir büyücü tarafından ele geçirilmiş annemi arıyorum.”
Bunun üzerine Mali’nin karısı dedi ki: “Bu ülke ve burası, o sözünü ettiğin Büyücü’ye aittir. Her şeye kadirdir o. Biri canını sıkacak olursa, onu taşa veya ağaca çeviriverir. Bir zaman önce buraya bir Raja oğlu gelmişti. Ardından da altı ağabeyi. Sonra hepsi taş veya ağaç oldu. Üstelik bahtsız olanlar yalnız onlar değil. Zira şu kulede çok güzel bir Prenses yaşar. Ondan nefret ettiği ve onunla evlenmeyi kabul etmediği için Büyücü, güzel Prenses’i hapsetti.
Bunun üzerine Prens, “Bunlar benim anne babamla amcalarım olmalı. Nihayet onları buldum,” diye geçirdi içinden. Sonra Mali’nin karısına hikâyesini anlattı. Sözünü ettiği o talihsiz kişiler hakkında bilgi edinmek üzere orada kalmak için izin istedi. Kadın ona yardım edeceğine söz verdi. Büyücü’nün onu görüp taşa çevirmemesi için kılık değiştirmesini tavsiye etti. Prens bunu kabul etti. Böylelikle, Mali’nin karısı delikanlıya bir sari giydirdi. “Bu kim?” diye soranlara, “Kızım,” diyecekti.
Bunun üzerinden çok geçmemişti ki bir gün Büyücü, yine bahçesinde dolaşırken oyun oynayan küçük kızı gördü (tabii, kız kılığındakinin aslında delikanlı olduğundan habersizdi). Kim olduğunu sordu kıza. O da Mali’nin kızı olduğunu söyledi. Büyücü buna cevaben “Ne kadar sevimli bir kızsın. Yarın kulede yaşayan güzel kadına çiçekler götürüp benim hediyem olduğunu söyleyeceksin.”
Genç Prens, bunu duyunca çok sevindi. Hemen Mali’nin karısına haber vermek için eve koşturdu. Ona danıştıktan sonra bu kılıkta gezmesinin daha güvenli olacağına karar verdi. Annesiyle iletişim kurabilmek için iyi bir fırsat kollamalıydı. Tabii, kuledeki gerçekten de annesiyse.
Balna evlendiğinde, kocası ona içinde Balna yazan altın bir yüzük hediye etmişti. Sonra kız, bu yüzüğü küçük oğlunun parmağına takmıştı. Çocuk büyüyünce teyzeleri, parmağına uysun diye yüzüğü büyüttürmüştü. Mali’nin karısı delikanlıya, bu tanıdık hazineyi annesine götüreceği buketlerden birine bağlamasını önerdi. Annesi yüzüğü muhakkak tanıyacaktı. Elbette çok kolay olmayacaktı bu iş, zira zavallı Prenses sürekli nöbetçiler tarafından gözetlenmekteydi. Büyücü, Prenses’in arkadaşlarıyla iletişim kurmasından korkuyordu. Mali’nin sözde kızının her gün çiçek götürmesine izin verildiği hâlde Büyücü ya da kölelerinden biri daima odada hazır bulunuyordu. Nihayet bir gün şans yüzüne güldü ve kimsenin bakmadığı bir anda çocuk, yüzüğü bir çiçek demetine bağlamayı başararak demeti Balna’nın ayaklarına attı. Demet yere düşünce bir şakırtı sesi geldi yüzükten. Balna, sesin geldiği yere baktı ve çiçekler arasındaki yüzüğü buldu. Yüzüğü tanıyınca, oğlunun anlattığı hikâyeye, onu uzun zamandır aradığına hemen inandı. Ne yapması gerektiğini sordu. Ama onu kurtarmak için hayatını tehlikeye atmamasını istedi oğlundan. Onunla evlenmeyi reddettiği için on iki yıldır Büyücü’nün onu kulede esir tuttuğunu ve sürekli nöbetçiler tarafından gözetlendiği için kaçma şansının olmadığını anlattı.
Balna’nın oğlu çok akıllı bir çocuktu. “Korkma anneciğim. İlk yapacağımız şey, Büyücü’nün gücünün sınırlarını anlamak. Böylece kaya ve ağaçlara dönüştürerek hapsettiği babamla amcalarımı özgürlüğüne kavuşturabiliriz. On iki yıldır onunla öfkeli bir şekilde konuştun. Şimdi nazik davranmayı dene. Yıllardır yasını tuttuğun kocanı görme ümidinin kalmadığını ve onunla evlenmeye hazır olduğunu söyle. Sonra da gücünün sınırlarını anlamaya çalış. Ölümsüz mü, yoksa onu öldürmek mümkün mü öğren,” dedi.
Balna, oğlunun tavsiyesine uymaya karar verdi. Ertesi gün Punçkin’i çağırtıp onunla nazik bir şekilde konuştu.
Bu duruma çok sevinen Büyücü, düğünün mümkün olan en kısa sürede yapılmasına izin vermesini istedi.
Ama Balna evlenmeden önce biraz daha zaman istedi. Bunca zaman düşman olmuşlardı, birbirlerini tanıyıp arkadaş olmaları için zamana ihtiyacı vardı. “Hem bana söyler misiniz,” dedi, “siz ölümsüz müsünüz? Yani ölüm size dokunabilir mi? İnsani acıları hissedemeyecek denli büyük bir büyücü müsünüz?”
“Neden soruyorsunuz?” dedi Büyücü.
“Çünkü,” diye cevap verdi Balna, “karınız olacaksam, hakkınızdaki her şeyi bilmek isterim. Böylece bir tehlikeyle karşılaştığınız takdirde, üstesinden gelmeyi ve mümkünse o tehlikeyi savmayı başarabilirim.”
“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Büyücü, “Ben başkaları gibi değilim. Buradan yüzlerce mil uzakta, gür ormanlarla kaplı ıssız bir ülke vardır. Ormanın tam ortasında palmiye ağaçları bir daire oluşturur. Dairenin ortasında ise birbiri üzerine yığılmış ve içi su dolu altı tane toprak çömlek vardır. Altıncı çömleğin altında küçük bir kafes ve kafesin içinde yeşil bir papağan bulunur. İşte benim hayatım o kuşa bağlıdır. Papağan ölürse, ben de ölürüm. Fakat papağanın yara alması bile imkânsız, zira o ülkeye ulaşmak çok güçtür. Ayrıca verdiğim emre uyarak palmiye ağaçlarının etrafını sarmış olan binlerce ifrit oraya yaklaşanı öldürür.”
Balna, Punçkin’in söylediklerini oğluna anlattı. Ama bir taraftan da papağanı bulma fikrini aklından çıkarması için oğluna yalvardı.
Ne var ki Prens, “Anneciğim, o papağanı ele geçirmezsem seni, babamı ve amcalarımı kurtaramam. Hiç korkma, hemen geri döneceğim. Bu arada Büyücü’yü kızdırma. Düğünü ertelemek için bahaneler uydur. O, bütün bu yaptıklarımızın asıl sebebini anlamadan, dönmüş olacağım.” Bu sözlerin ardından, delikanlı yola çıktı.
Uzun bir yol katettikten sonra, nihayet Büyücü’nün sözünü ettiği gür ormana ulaştı. Çok yorulduğu için bir ağacın altına oturup uyuyakaldı. Hafif bir hışırtıyla uyandı. Etrafına bakınca kocaman bir yılanın, altında oturduğu ağaçtaki kartal yuvasına doğru ilerlediğini gördü. Yuvada iki yavru kartal vardı. Prens, kuşların tehlikede olduğunu görerek yılanı öldürdü. Aynı anda havada bir hışırtı duyuldu. Yavrularına yemek aramak için avlanmakta olan iki büyük kartal yuvaya dönmüştü. Ölü yılanı ve başında dikilen Prens’i gördüler. Anne kartal, Prens’e dedi ki: “Oğlum! Yıllardır bütün yavrularımıza musallat olmuş, hepsini yemişti bu yılan. Çocuklarımızın hayatını kurtardın. Ne zaman müşkül duruma düşersen, bize haber et. Hemen imdadına koşarız. Bu yavru kartallara gelince, onları yanına al, senin hizmetkârın olsunlar.”
Prens bu duruma çok sevindi. İki kartal kanatlarını açtı. Prens de kuşların sırtına binerek gür ormanların üzerinden uçtu ve su dolu altı çömleğin bulunduğu palmiye ağaçlarına vardı. Gün ortasıydı ve hava çok sıcaktı. Ağaçların çevresindeki ifritler uyukluyordu. Ama sayıları binleri buluyordu. Onları aşıp papağanın bulunduğu yere ulaşmak çok zordu. Güçlü kanatlarını çırpan kartallar yere konunca Prens atlayıverdi. Bir anda su dolu altı çömleği devirip küçük yeşil papağanı ele geçirdi ve kaftanına sakladı. Kartalların sırtında tekrar havaya yükseldiğinde aşağıda bekleyen ifritler uyandı. Hazinelerini kaybettiklerini fark edince vahşi ve üzüntülü bir şekilde ulumaya başladılar.
Küçük kartallar büyük ağaçtaki yuvalarına dönene kadar çok uzun yol katettiler. Sonra Prens yaşlı kartallara dedi ki: “Yavrularınızı geri alın. Bana çok büyük hizmetleri dokundu. Eğer yine yardıma ihtiyacım olursa, size gelmekten çekinmeyeceğim.” Sonra yoluna yürüyerek devam edip tekrar Büyücü’nün sarayına ulaştı. Kapıda oturup papağanla oynamaya başladı. Punçkin onu gördü ve hemen yanına geldi: “Oğlum, o papağanı nerede buldun? Bana ver onu, lütfen.”
Ama Prens, “Olmaz, papağanımı size veremem. Onu çok seviyorum ben. Yıllardır benimle,” diyerek itiraz etti.
Bunun üzerine Büyücü, “Eskiden beri yanında olan bir hayvansa, onu vermek istemeyişini anlayabilirim. Peki, kaç paraya satarsın onu?” diye sordu.
“Efendim,” dedi Prens, “papağanımı satmam ben.”
Delikanlının bu cevabı Punçkin’i çok korkuttu: “Ne istersen veririm, ne istiyorsun söyle, lütfen.” Prens dedi ki: “Raja’nın kayalara ve ağaçlara dönüştürdüğün yedi oğlunu hemen serbest bırakacaksın.”
“İstediğin gibi yapacağım,” dedi Büyücü. “Yeter ki bana papağanı ver.” Büyücü, sihirli değneğini oynattı ve Balna’nın kocası ile ağabeyleri gerçek hâllerine döndüler. “Şimdi bana papağanı ver,” dedi Punçkin tekrar.
“O kadar çabuk değil, efendim,” dedi Prens. “Bu şekilde tutsak ettiğiniz herkesi, tekrar hayata döndürmenizi istiyorum.”
Büyücü hemen değneğini salladı. Ağlamaklı bir sesle “Papağanı ver bana!” diye yalvarırken bütün bahçe birden canlandı: Önceden kayalar, ağaçlar ve taşların durduğu yerde şimdi rajalar, puntlar ve serdarlar bitmişti. Yerinde duramayan atların sırtında soylu adamlar, giysileri mücevherlerle donanmış ulaklar ve silahlı hizmetçiler ortaya çıkmıştı.
“Ver şu papağanı!” diye bağırdı Punçkin. Delikanlı papağanı kavrayıp bir kanadını kopardı. Aynı anda Büyücü’nün sağ kolu koptu.


Punçkin sol kolunu uzatıp ağlıyordu: “Papağanımı ver bana!” Prens, bu kez de kuşun diğer kanadını kopardı ve Büyücü sol kolunu kaybetti.
“Papağanımı ver bana!” diye ağlayıp dizlerinin üzerine düştü. Prens, papağanın sağ bacağını çekti ve Büyücü’nün sağ bacağı koptu. Sonra kuşun sol bacağını kopardı, Büyücü böylece sol bacağından da oldu.
Kolsuz bacaksız bedeni ve başı haricinde bir şey kalmadı Büyücü’den geriye. Ama yine de gözlerini yuvarlayıp “Papağanımı ver!” diye bağırmaya devam ediyordu. “Al papağanını o zaman!” diye bağırdı delikanlı ve kuşun boynunu burup Büyücü’ye attı. Bu esnada Punçkin’in de boynu döndü, korkunç bir inlemeyle son nefesini verdi!
Sonra Balna’yı kuleden çıkardılar. Balna, oğlu ve prensler ülkelerine döndüler. Bundan sonra hep mutlu yaşadılar. Büyücünün tutsak ettiği diğer herkes de kendi yurduna döndü.

Kırık Çanak
Bir zamanlar Svabhavakripana adında bir Brahma rahibi yaşardı. İsmi, “doğuştan cimri” anlamına geliyordu. Dilenerek büyük miktarda pirinç toplamayı başarmıştı ve bunları yiyip bitirdikten sonra kalanını bir çanağa doldurmuştu. Çanağı duvardaki bir çiviye takmış, kanepesini de tam altına yerleştirmişti. Bütün gece dikkatle çanağı seyrederek kendi kendine düşündü: “Çanağım ağzına kadar dolu hakikaten. Bir kıtlık falan olsa, yüzlerce rupi kazanırdım bütün bu pirinçle. Bununla iki keçi alırdım. Altı ayda bir yavruları olurdu. Böylece bir keçi sürüsü elde ederdim. Sonra, keçileri satıp yerine inek alırdım. Yavruladıkları buzağıları satıp yerine manda alırdım. Sonra mandaları satıp kısrak alırdım. Kısraklar yavrulayınca bir sürü atım olurdu. Sonra onları da satar ve bir sürü altına sahip olurdum. Altınlarla dört kanatlı kocaman bir ev alırdım. Sonra evime bir Brahma rahibi gelir ve güzeller güzeli kızını bana verirdi. Hem de büyük bir çeyizle birlikte. Bir oğlumuz olurdu, adını Somasarman koyardım. Babasının dizine çıkacak yaşa geldiğinde, ben ahırın arkasında elimde bir kitapla otururdum. Beni kitap okurken gören oğlum, annesinin kucağından zıplayıp bana doğru koşar ve dizlerime çıkardı. Atın nalına çok yaklaştığı için çok kızar ve karıma bağırırdım: ‘Çocuğu götür buradan!’
Ama karım ev işlerine daldığından beni duymazdı. Sonra ayağa kalkıp bir tekme atardım kadına.” Bunları düşünürken havaya bir tekme attı ve duvardaki çanağı kırdı. Çanaktaki bütün pirinç üzerine savruldu, her yanı bembeyaz oldu. İşte bu yüzden beni iyi dinleyin: “Kim geleceğe dair aptalca planlar yaparsa, Somasarman’ın babası gibi bembeyaz oluverir.”



Sihirli Keman
Bir zamanlar yedi erkek kardeş ve bir kız kardeş yaşardı. Erkeklerin hepsi evliydi ama karıları yemek pişirmezdi. Bütün aile için yemek pişirme işini kız kardeş yapardı. Bu nedenle yengeleri, görümcelerine karşı öyle kin besliyordu ki günün birinde toplanıp kızcağızı yemek pişirme görevinden uzaklaştırmaya karar verdiler. Böylece evle ilgilenenler onlar olacaktı. Dediler ki: “Tarlada çalışmaya gitmiyor, bütün gün evde ama yine de yemekleri zamanında hazırlamamış.” Sonra Bonga’ya[6 - Kötü ruhları kullanarak insanların dileklerini bazı talepler karşılığında yaptığına inanılan bir çeşit cadı. (e.n.)] seslenip ondan iyi niyet ve yardım sözü aldılar ve dediler ki: “Gün ortasında, görümcemiz su getirmeye gittiğinde onun çömleğini gören su, ortadan kaybolacak, sonra tekrar ortaya çıkacak. Böylece gecikmiş olacak. Su, görümcemizin çömleğine akmasın. Bunun karşılığında kız senindir. Onu dilediğin gibi kullan.”
Öğle vakti kız, su almaya gittiğinde sular, gözlerinin önünde ortadan kayboldu. Kızcağız ağlamaya başladı. Bir süre sonra sular tekrar yükseldi. Ayak bileklerine kadar yükselince kız çömleği doldurmaya çalıştı fakat su bir türlü çömleğe girmiyordu. Kız, korkuyla ağlayıp ağabeyine seslendi:
“Ağabey! Su bileklerime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Sular kızın dizlerine ulaşana dek yükseldi, kız yine ağlamaya başladı:
“Ağabey! Su dizlerime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”


Sular, yükselmeye devam etti. Beline ulaştığında kız yine ağlayıp bağırdı:
“Ağabey! Su belime kadar geldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Sular hâlâ yükseliyordu, öyle ki artık kızın boynuna ulaşmıştı:
“Ağabey! Sular, boynuma kadar yükseldi ama çömlek dolmuyor, yardım et bana!”
Zamanla sular öyle yükseldi ki kızcağız boğulacağını düşündü, acı içinde bağırdı:
“Ah, ağabeyciğim! Sular artık insan boyuna yetişti. Şimdi çömlek dolmaya başladı.”
Çömlek suyla doldu. Bu esnada kız suya battı ve boğuldu. Tam o anda Bonga kendi şekline büründü ve kızı alıp götürdü.
Bir süre sonra kız, boğulduğu su kaynağının kenarında biten bir bambu ağacı şeklinde tekrar göründü. Bambu devasa bir boyuta ulaştı. İşte o zaman sık sık oradan geçen bir Yogi, ağacı görüp kendi kendine dedi ki: “Bu ağaçtan harika bir keman olur.” Bunun üzerine, bir gün baltasını getirip ağacı kesmek istedi ama tam başlamak üzereyken bambu seslendi: “Kökümü kesme, üst kısımları kes.” Ağacın üst kısımlarını kesmek için baltasını kaldırdığında ise bambu, “Tepeden kesme, kök kısmını kes,” dedi. Yogi ağacın istediği gibi kökü kesmek üzere bir kez daha hazırlandığında, bambu dedi ki: “Kökü kesme, yukarısını kes.” Yine üst kısımları kesmek istediğinde ise “Yukarıdan kesme, kökü kes,” dedi. Yogi, bir Bonga’nın onu korkutmaya çalıştığını anladı. İyice öfkelenip bambuyu kökten kesip keman yapmak üzere evine götürdü. Enstrümanın muhteşem bir sesi vardı, dinleyen herkes mest oluyordu. Yogi, dilenmeye gittiğinde bile kemanını yanından ayırmıyordu. Hoş müziğin etkisiyle her akşam evine tıka basa dolu bir cüzdanla dönüyordu.
Dolanmaya çıktığı zamanlarda Bonga kızın erkek kardeşlerinin evine uğrardı. Ev halkı, Yogi’nin kemanının sesinden çok etkilenirdi. İçlerinde ağlamaklı olanı bile vardı, zira keman acılar içinde kıvranıyor gibiydi. Kızın ağabeyleri kemanı satın almak istedi. Bu muhteşem enstrümandan ayrılmayı kabul ettiği takdirde Yogi’ye bir sene boyunca destek olmayı önerdi. Fakat kemanın kıymetini bilen Yogi, bu teklifi reddetti.
Bir zaman sonra Yogi, bir köyün reisinin evine gitti. Kemanıyla güzel ezgiler çaldıktan sonra, yiyecek bir şeyler rica etti. Yogi’ye, kemanını satması karşılığında büyük miktarda para teklif ettiler. Ama adam bu teklifi de reddetti ve kemanını satmadı. Çünkü kemanı, onun ekmek teknesi olmuştu, geçimini onunla sağlıyordu. Fikrini değiştiremeyeceklerini görünce ona yemek ve bol bol içki verdiler. Öyle çok içti ki sonunda zil zurna sarhoş oldu. O bu hâldeyken ev sahipleri kemanını alıp yerine eski kemanlarını koydular. Yogi, kendine gelince kemanını merak etti. Çalınmış olabileceğinden şüphelenerek geri istedi kemanını. Ev sahipleri bu suçlamayı reddedince Yogi, kemanını orada bırakıp gitmek zorunda kaldı. Şefin müzisyen oğlu, Yogi’nin kemanını çalmaya başladı. Onun hünerli ellerinde bu enstrüman, duyan bütün kulakları kendinden geçirecek güzellikte bir müzik yayıyordu.
Bütün ev halkı, tarlada çalıştığı sırada Bonga kız, kemanın içinden çıkıp aileye yemek hazırlardı. Kendi payını yedikten sonra şefin oğlunun yemeğini yatağının altına koyup toz olmasın diye üzerini örter, sonra da kemana geri girerdi. Her gün aynı şey yaşanınca ev halkı, tanıdıkları bir genç kızın delikanlıdan hoşlandığını ve ona olan ilgisini bu şekilde gösterdiğini düşündü. Bu yüzden, yemeğin nereden geldiğini araştırmakla uğraşmadılar. Fakat köy reisinin oğlu, rahatını bu kadar düşünen kızın kim olduğunu anlamak için nöbet tutmaya karar verdi. İçinden şöyle diyordu: “Bugün onu yakalayacağım ve güzelce pataklayacağım. Beni, bütün ailemin önünde rezil ediyor.” Ardından bir odun yığını arasına saklandı. Kısa süre sonra kız, bambu kemandan dışarı çıktı. Saçlarını tarayıp hazırlandıktan sonra her zamanki gibi pirinç pişirdi, biraz yiyip genç adamın payını yatağının altına koydu. Yine kemana girmek üzereyken delikanlı saklandığı yerden çıkıp kızı yakaladı. Bonga kız bağırdı: “Aman! Aman! Bir Dom, bir Hadi ya da evlenemeyeceğim bir kasta ait biri olabilirsin.” Genç adam dedi ki: “Hayır. Ama bugünden itibaren, ikimiz biriz artık.” Bunun üzerine tatlı bir muhabbete koyuldular. Akşam vakti diğerleri eve dönünce, kızın hem insan hem de Bonga olduğunu görüp çok sevindiler.
Zaman içinde Bonga kızın kendi ailesi çok yoksullaşmıştı. Bir keresinde, ağabeyleri köy reisinin evini ziyaret etti. Bonga kız onları hemen tanıdı ama onlar kızın kim olduğunu bilmiyorlardı. Kız onlara hemen su getirdi. Ardından pirinç pişirdi. Sonra yanlarına oturup yengelerinin yaptığı kötülükleri ağlamaklı bir sesle anlattı, ağabeylerini azarladı. Nihayet dedi ki: “Hepiniz bütün bunların farkındaydınız ama beni kurtarmak için hiçbir şey yapmadınız.” İşte, intikamını böylece almış oldu.



Zalim Turna Oyuna Gelir
Evvel zaman içinde Bodisat, bir nilüfer göletinin kenarında yetişmiş bir ağacın koruyucusu olarak bir ormanda dünyaya gelmişti.
O zamanlar, kuraklık mevsiminde malum göletin suyu çekilirdi. Bu küçük gölette bir sürü balık yaşardı. Bir turna ise bu balıklara dikmişti gözünü:
“Şu balıkları bir şekilde oyuna getirip avlamalıyım.”


Turna, suyun kenarına oturup bu işi nasıl yapacağını düşünmeye başladı.
Balıklar onu görünce sordular: “Niçin böyle düşünceli bir hâlde oturuyorsun burada?”
“Sizi düşünüyorum,” dedi turna.
“Aman efendim! Bizi neden düşünüyorsunuz?”
“Neden olacak? Gölette çok az su var. Üstelik yiyeceğiniz de pek az. Hava da öyle sıcak ki! O yüzden şöyle düşünüyordum: ‘Şu balıklar küçük dünyalarında ne yapacaklar şimdi?’”
“Evet, hakikaten haklısınız, efendim! Ne yapacağız biz?” dedi balıklar.
“Size söylediklerimi yaparsanız, sizi gagama alarak bin-bir çeşit nilüferin olduğu büyük bir gölete götürürüm, sizi oraya bırakırım,” diye cevap verdi turna.
“Bir turnanın balıkların rahatını düşünmesi, dünya kurulduğundan beri işitilmemiş şey, efendim. Sizin asıl amacınız, teker teker hepimizi mideye indirmek.”
“Aklımdan bile geçmedi öyle bir şey! Bana güvendiğiniz sürece yemem sizi. Ama bahsettiğim göletin var olmadığını düşünüyorsanız, içinizden birini yanıma verin, gelip kendisi görsün!”
Bunun üzerine ona inandılar ve içlerinden birini yanına verdiler. Bu, tek gözlü, büyük bir balıktı. Denizde ya da karada, her acil durumda akıllıca davranırdı.
Turna, balığı gölete götürüp suyu gösterdikten sonra geri getirdi, diğer balıkların yanına saldı. Balık, arkadaşlarına büyük göletin güzelliklerini anlattı.
Onu dinleyen diğer balıklar hep bir ağızdan, “Pekâla, efendim! Bizi götürebilirsiniz,” dediler.
Bunun üzerine turna, ilk olarak yaşlı ve yarı kör balığı diğer göletin kenarına götürdü. Göl kenarındaki bir varana ağacına konup bekledi. Sonra, zavallı balığı ağacın çatallarından birine fırlatıp gagasıyla vurarak öldürdü. Balığın etini yedi, kemiklerini ise ağacın dibine attı. Sonra geri dönüp bağırdı:
“Bu balığı gölete attım, başka birini gönderin.”
Bu şekilde teker teker bütün balıkları yedi. Geri döndüğünde başka balık kalmamıştı!
Ama hâlâ geride kalmış bir yengeç vardı. Turna onu da yemek istediği için seslendi:
“Sevgili yengeç, bütün balıkları alıp güzel ve büyük bir gölete bıraktım. Seni de götüreceğim!”
“Beni nasıl tutacaksın ki?”
“Bir yerini gagamla ısırır, öyle götürürüm.”
“Öyle taşırsan düşerim. Ben gelmem seninle!”
“Korkma, sımsıkı tutarım, düşmezsin!”
Sonra yengeç kendi kendine düşündü: “Eğer bu turna, balıkları bir kere yakaladıysa, asla gölete bırakmış olamaz! Beni gerçekten gölete götürse, harika olur! Ama başka bir şey yapmaya kalkarsa, boğazını kesiveririm, öldürürüm onu!” Turnaya döndü:
“Baksana, dostum! Beni sıkıca tutamazsın ama biz yengeçler, kavrayışımızla ünlüyüzdür. Kıskaçlarımla boynuna tutunmama izin verirsen, seninle seve seve gelirim.”
Turna oyuna getirildiğini fark etmedi ve teklifi kabul etti. Böylece yengeç, kıskaçlarını turnanın boynuna demirci kerpeteni gibi geçirip bağırdı: “Haydi, yola çıkalım!”
Turna, yengeci alıp büyük gölete götürdü, etrafı gösterdi. Sonra varana ağacına yöneldi.
“Amca!” diye bağırdı yengeç, “Gölet bu tarafta ama sen beni başka tarafa götürüyorsun!”
“Ah, öyle mi?” diye cevap verdi turna. “Sevgili tatlı yeğenim, bana amcacığım diyorsun. Yani seni kaldırıp oraya buraya taşıyacak bir köle olarak görüyorsun beni! Şimdi gözlerini aç da şu ötedeki varana ağacı dibinde yığılı balık kılçıklarına bir bak. O balıkların hepsini yedim, tıpkı seni de afiyetle mideme indireceğim gibi!”


“Ah! Balıklar, aptallıkları yüzünden yem oldu,” diye cevap verdi yengeç. “Ama beni yemene izin vermeyeceğim. Tam aksine, ben seni yok edeceğim. Zira o kadar aptalsın ki seni oyuna getirdiğimi anlayamadın. Ölürsek, beraber öleceğiz. Çünkü şu başını kesip yere atacağım!”
Sonra nefes nefese, gözyaşları içinde ve korkudan titreyerek yalvardı turna: “Aman Tanrım! Gerçekten de seni yemeye niyet etmemiştim. Canımı bağışla, ne olur!”
“Pekâlâ! Gölete in ve beni oraya bırak.”
Bunun üzerine, turna dönüp gölete girdi ve yengeci kenardaki çamura bıraktı. Fakat yengeç, avcı bıçağıyla bir nilüfer sapı keser gibi doğrayıverdi turnanın boynunu ve sonra da suya giriverdi!
Varana ağacında yaşayan Koruyucu Bodisata, bu tuhaf olayı görünce, ağacı alkışlarıyla salladı. Hoş bir sesle şu dizeleri dillendirdi:
“Kötüler zekâca üstün olsa da, kötülüğü yüzünden refah bulamaz.
Kurnazlığı sayesinde etrafını aldatabilir, oyunu kazanabilir ama kazancı ancak Yengeç’in avladığı Turna’nınki kadar olur!”

Âşık Leyla
Evvel zaman içinde Kral Dantal isminde çok parası, sayısız asker ve atları olan bir hükümdar vardı. Bir de Prens Mecnun adında bir oğlu vardı. Bu çocuk, vezirin oğlu Hüseyin Mahamat ile birlikte Kral Dantal’ın bahçesinde oynamayı çok severdi. Burası leziz meyveler, kokulu çiçekler ve türlü ağaçlarla kaplı kocaman bir bahçeydi. Küçük çakılarını da yanlarına alıp meyveleri keser, doya doya yerlerdi. Kral Dantal, çocuklara okuma yazma öğretmesi için bir öğretmen tutmuştu.
Zaman su gibi akıp geçmişti. Artık iki genç, delikanlı olmuştu. Bir gün Prens Mecnun babasına şöyle dedi: “Hüseyin Mahamat ile birlikte ava çıkmak istiyoruz.” Babası gitmelerine izin verince iki genç, Falana ülkesine kadar yol aldılar ve yol boyunca avlandılar ama çakallar ve kuşlardan başka bir şey bulamadılar.
Falana ülkesinin rajası, Munsuk idi ve Leyla adında siyah saçlı, kahverengi gözlü, çok güzel bir kızı vardı.
Prens Mecnun babasının krallığına geri dönmeden evvel, kızın uykuda olduğu bir gece Tanrı, insan kılığında bir melek yolladı Leyla’ya. Prens Mecnun’dan başka kimseyle evlenmemesini, bunun Tanrı’nın emri olduğunu söyledi. Leyla uyanınca meleğin ziyaretini babasına anlattı ama babası bu hikâyeye hiç önem vermedi. O zamandan sonra Leyla, “Mecnun, Mecnun. Ben Mecnun’u istiyorum,” diye sayıklar oldu. Yemek yerken bile “Mecnun, Mecnun. Ben Mecnun’u istiyorum,” diyor, ağzından başka laf çıkmıyordu. Babası bu duruma çok kızdı. “Kimdir bu Mecnun? Bilen var mı?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/joseph-jacobs/hint-masallari-69403390/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.

2
Doğadaki canlı ya da cansız her şeyin ruhu olduğu ve ruhlarla yönetildiği inancı (e.n.)

3
Hindistan’da dini inanış olarak dilencilik yapan ve böylelikle Tanrı’ya hizmet eden derviş topluluğu (e.n.)

4
Hindistan, Çin ve Tayvan gibi Uzak Doğu ülkelerinde geleneksel içecek ve yiyeceklere eklenerek veya çiğnenerek tüketilen, özellikle ritüellerde sıkça yer alan keyif verici bir bitki. (e.n.)

5
Mali: Hükümdar, ilk doğan erkek çocuğu. (ç.n.)

6
Kötü ruhları kullanarak insanların dileklerini bazı talepler karşılığında yaptığına inanılan bir çeşit cadı. (e.n.)
Hint masalları Joseph Jacobs

Joseph Jacobs

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bazı araştırmacıların masalların doğduğu yer kabul ettiği Hindistan’da yüzyıllardır anlatılagelen bu masallar, Batı’daki pek çok masala kaynaklık etmiştir. Cesareti ve fedakârlığı, aşkı ve macerayı, sihri ve ölümü anlatan bu masallar, aynı zamanda yaşamın temel sorularına da cevap aramaktadır. Hindistan’da doğup günümüze ulaşan bu 29 masal arasında

  • Добавить отзыв