Kahramanların cep aynası
Baltasar Gracian
Kahramanların Cep Aynası, kişinin ulaşabileceği etik ve ahlaki mükemmelleşmenin berrak bir görüntüsünü sunan aynadır. Yaşama sanatı ve başarı pratiklerine dair yeni bir standart getirir. Bu yeni standart, kahramanlık sanatıdır.
Nüktedanlık, bilgelik, cesaret, zarafet, görgü, tevazu, doğallık –bunlar hangi meslekte olursa olsun, kahramanlığa erişmek için gerekli özelliklerdir. Ama bu da bir bilge olmaya yetmez: kişi yeteneğini nasıl yöneteceğini de iyi öğrenmelidir. Kahramanların Cep Aynası, “kişiye kendi kendini yönetme politikası, mükemmelliğe giden bir pusula, sağduyunun yalnız birkaç kuralı ile saygınlığa ulaşma sanatı” sağlar. Günlük hayatın çetin mücadelesinin farkına varan –ve tadını çıkaran- herkes için, bilgeliğin rehberi olacaktır.
Baltasar Gracián
Kahramanların Cep Aynası
Giriş
Kahramanların Cep Aynası, görünüşün ve çoğunlukla da dalaverenin yönettiği rekabetçi bir dünyada mükemmelliğe ulaşmak için bir taktik kitabı.
Bu bir ayna; çünkü “olduğunuz ya da olmanız gereken insanı” yansıtıyor. Bir cep aynası; çünkü yazar kısa ve öz yazmak için uğraşmış. “Kahramanların” aynası; çünkü etik ve ahlaki mükemmellik için göz alıcı bir resim çiziyor. Yazara göre kahraman “dört dörtlük, olgun ve mükemmel biridir; muhakemesi düzgün, zevki olgun, dikkatle dinleyen, bilgece konuşan, eylemlerinde dirayetli, tüm mükemmelliğin merkezidir.” Kitabın yazarı, zeki ve nükteyi seven İspanyol Cizvit rahibi Baltasar Gracián’dır. Sağduyulu davranışlar üzerine insanı düşündüren 300 aforizmadan oluşan, yazarın en bilinen kitabı Akıllı Yaşama Sanatı, 1641’de yayınlanmış ve günümüzde büyük takdir toplamıştır.
Yazarın bu iki kitabı da akıllı yaşama üzerine özlü sözlerden oluşuyor. Fakat Akıllı Yaşama Sanatı’nda Dünyevi Bilgelik Sanatı’nda Gracián, kısa ve öz yazma olayını son raddeye taşıyor. Cümle yapısı bile en temel öğelere indirgenmiş durumda: “İyi özlüyse iki katı iyidir; kötü azsa daha az kötüdür.” Bu 300 sağduyu hususunu çözüp yorumlamak çok fayda sağlasa da her zaman kolay değildir. Okuyucu, metni derinlemesine anlamak ve paradoksları çözmek için bu özlü sözlerle yazar arasında bağ kurmalıdır. Bu sayede çoğu kişi Kahramanların Cep Aynası’nın dolambaçlı üslubundan memnun kalacaktır. Yalnızca aforizma değil de diyalog, makale, mektup, fabl ve alegori gibi daha farklı edebi yazın çeşitleri de kullanan Gracián, aptallık ve bilgeliğin, cömertlik ve kıskançlığın uç noktalarını bir araya getiriyor. Hayatın güçlükleriyle olasılıkları üzerine eşit yoğunlukta kafa yoruyor. “Yüzyılların sonunda” yaşadığına ve bu dönemde yüceliğe ulaşmanın her zamankinden zor olduğuna inanan yazar, okuyucuya “mükemmele doğru yelken açan bir pusula”, “bir fark yaratma sanatı” sunuyor.
Yazarın dört eserini barındıran Kahramanların Cep Aynası, bize daha “açık seçik” bir Gracián sunuyor; yine muazzam, yine mükemmeli arzulayan, ama daha komik, daha oyunbaz, daha az korunan. Bu sayfalar yazarın “her mevsim, her saat” yanımızda olduğunu kanıtlar nitelikte; hayatın zorluklarını tanıyan ama aynı zamanda tadını çıkaran herkesle arkadaşlık etmeye hazır.
Gracián’a göre hayatın zorlukları önemli. Dünya aldatıcı, kirli ve tehlikeli bir yer olabilir. Zaten hayatın kendisi bir aldatmacayla başlıyor. “Kim böylesine gizemli bir hazineyi bile bile miras olarak kabul etsin ki?” diye soruyor yazarımız. Bize böyle bir miras kaldığı için tedbirle ilerlemeli, şartlara uyum sağlamalı, hiçbir şeyi kanıksamamalıyız. Hayatın zorluklarını kabullenen Gracián, insanları “vücut bulduğumuz çamurun içine saplanmış” olarak görüyor. Ama bize, biraz da iç geçirerek, her şeye rağmen şunu hatırlatıyor: “Devam etmekten başka yapacak hiçbir şey yok”. Yalnızca hayatta kalmak için değil, tamı tamına bir “insan” olmak için; hayatın her mevsiminin tadını çıkarmak için; durup “bu evrenin güzelliğini ve mükemmelliğini” görmek için…
Gracián’da aşırı uçlar buluşuyor. Bilgeliğin başlangıcı, eşdeğer çevirisi bulunmayan İspanyolca kelime desengaño’da yatıyor. Desengaño, “gözü açılma” tabirinden çok daha fazlasıdır. Aldanıştan (engaño) kurtularak gerçeğe (insan doğasına, belirli bir duruma, başkalarının karakterinin gerçeğine) uyanmak anlamına gelir. Ahlaki açıdan şüphecilikle yoğrulmuş net bir görüş sahibi olmak, saf ve duygusal yanılsamayı bir kenara bırakmak demektir. Bu uyanış bir Argos, yani çok gözlü bir dikkat canavarı yaratıyor:
Sizi temin ederim, yaşamak için kendinizi baştan ayağa gözlerle kuşatmalısınız. Zırhınızda yalnızca gözyuvaları değil, kocaman açık gözler olmalı. Bir sürü yanlışı, yalanı fark etmek için kulaklarınızda, başkalarının ne verdiğini, daha da önemlisi ne aldığını görmek için ellerinizde, kapasitenizi ölçmek için kollarınızda, ne diyeceğinizi tartmak için dilinizin ucunda, sabretmek için göğsünüzde, ilk izlenimlere karşı kendinizi savunmak için kalbinizde ve nasıl gördüğünü görmek için gözlerinizde gözleriniz olmalı.
Gracián bu keskin duyulara erişmek için günümüzde pek yaygın olmayan, o zamanın sarsılmaz inancı sanattan ve ustalıktan yararlanıyor. Diğer insanlarla yaşamak aslen bir savaş, bir milicia contra la malicia (şerre karşı savunma) olabilir, ama sanat bizi doğru yazarları sorgulayan, doğru insanlarla konuşan ve insanlık tecrübesinin sayfalarını çeviren herkesin erişebileceği, bilge nesiller tarafından sınanmış stratejilerle bu savaştan kurtarır. “Sanat büyüleyici bir kadındır,” der Gracián. Ama Kirke insanları domuza çevirirken, sanat bizi tamı tamına insan yapar. “Sağduyulu”, “ihtiyatlı” ve “iyi yönlendirilmiş” insanlar, yalnızca sanat, ustalık ve zekâ kıvılcımları sayesinde günlük zorluklardan başarıyla sıyrılabilirler. Arkadaşlar seçmek ve onlardan bir şeyler öğrenmek için zaman yaratmak, kendi karakterine en uygun işi belirlemek, ruh hâli değişikliklerinin üstesinden gelmek, başkalarından neyi saklayıp onlara neyi göstereceğini bilmek, başkalarını gücendirmeden öğretebilmek için gerçeği “tatlandırmak” bu zorluklardan birkaçıdır.
Gracián’ın dünyasında doğrudan başarıya götüren “kurallar”, “talimatlar” ya da bir “davranış” biçimi yoktur. Kurallar kalıplaşmıştır; hiçbir kullanma kılavuzu insani etkinliklerin gelişigüzelliğiyle başa çıkamaz. Herhangi bir “davranış” biçimi ya da örüntüsü ise bizi, tahmin edilebilir, dolayısıyla başkalarına karşı savunmasız kılar. “Düz bir çizgide uçan bir kuşu vurmak” ya da kartlarını her zaman aynı şekilde oynayan birini yenmek kolaydır. Gracián’ın Kahramanların Cep Aynası’nda mercek altına aldığı konu, başarıya götüren etik ve ahlaki niteliklerdir. Bu nitelikler bilge davranışlarda daimi olsalar da, asla kesin değerler değildirler. Her bir nitelik Akıllı Yaşama Sanatı’ndaki özlü sözler gibi “bireysel yansımadan başlayan bir çıkış noktası”dır. Nitelikler dikkatlice değerlendirilmeli, kişinin çevresine uyarlanmalı, avantajlarla birleştirilmeli, doğru şekilde sunulmalı ve bazen de “öyleymiş gibi gösterilmeli”dir. Korkaklığa ihtiyat, aceleciliğe cesaret, kendinden şüphe etmeye tevazu, tutarsızlığa heves ve doğallık gözüyle bakılabilir. Ve doğa bize iyi nitelikleri çok gördüğünde, ustalık sayesinde yapay nitelikler üretebiliriz. Çoğu insan gösterilen nezaketin “doğal” ya da “yapay” olmasıyla ilgilenmez; yalnızca tadını çıkarır. Bir aptal bile sessizliği kendine paravan olarak kullanıp saklanabilir. Yalnızca bilgeler bir niteliği onun gölgesinden ayırt edebilir, hayatın şifrelerini çözebilir, “gerçeğin beyanındaki dengeyi bulabilir”.
Gracián’ın görünüşe verdiği önem konusundaki inançları yazılarının en çok dikkat çeken modern özelliklerinden biri. Ona göre aptalların sayısının akıllıları geçmesi hayatın acıklı bir gerçeği. Aptalların sayısı rahatsız edici biçimde “sonsuz” ve aptallıklarının büyük kısmı görünüşün ötesine geçip altında yatana ulaşmaktaki acizliklerinden kaynaklanıyor. Gracián’a göre görünüş hayati önem taşıyor. Görünüş, yalnızca maddenin özüne inmek için soyunup kurtulacağımız bir “kabuk” değil. Kabuk da meyve kadar önemli; ikisiyle de ilgilenilmeli. İnsanlar, doğru olmasa bile, bir kitabı kapağına, bir rahibi cübbesine bakarak yargılarlar, ve kapak da kitap da olabildiğince çekici olmalı ve doğru ışıkta, belki de loş ışıkta sunulmalıdır ki, gizem ya da en azından merak uyandırsın. Bilgi için görünüşe bağımlıyız; hoşunuza gitsin ya da gitmesin, maddeleri ve insanları yalnızca “dışarıdan içeriye doğru” tanıyabiliriz. Öyleyse en iyisi, başarı için giyinip kuşanmak, ve erdem ile kusur dolabındakilerin tamamını öğrenmektir.
Gracián, “Tavus Kuşu” adlı fablında, bilgelerin görünüşe atfettiği önemi ustaca savunur. Tavus kuşunun güzelliğini kıskanan diğer kuşlar, onu kendini beğenmişlik ve gösteriş yaptığı için eleştirirler. Güzel olmak yeterli değil mi? Bununla övünmek ne kadar da tiksinç! Bu kıskançlıktan incinen Tavus Kuşu durumu makul kılmak için Tanrı’nın ışığı yarattığını, ışığın güzel olduğunu görünce de ona gösteriş yapma hakkını bahşettiğini öne sürer. Diğerleri bu nitelikleri göremeyecekse gülü, elması ya da Tavus Kuşu gibi “tüylü bir güneşi” yaratmanın ne manası vardır ki? Buraya kadar her şey iyi. Ama Tavus Kuşu güzel olmanın ve öyle görünmenin yetmediğini unutuyor; güzel olmayanların kıskançlığını da hesaba katmak gerek. Tavus Kuşu’nun diğerlerini hakir gören bu konuşmalarını dinleyen Dişi Tilki, bir strateji öneriyor: Tavus Kuşu kuyruğunu açtığında kıskançların bakışını başka yöne çekecek… ayaklarının çirkinliğine. Doğuştan yetenekli olanlar ufak bir kusur göstermeli, hafif suçlar işlemeli, “kıskançlığa yem atmalı”, “zehri kalbinden” çekip almalı, der Gracián.
Aynı şey tüm nitelikler için geçerli. Bilge, zarif, yetenekli, hatta dâhi olmak yetmez; bu bilgelik ve yeteneği nasıl “yöneteceğini” bilmek, bunu olduğun yaşa uyarlamak, koşullara göre göstermek ya da gizlemek gerekir. Her durumda mükemmel olmak doğru değildir; en kötüsü olmanın en iyi, vasat olmanın en güvenli olduğu zamanlar vardır. Gracián’ın verdiği ders bir şeylerin göründüğü gibi olmadığı değildir. Maddeler ve insanlar hem oldukları hem de göründükleri gibidir, nasıl göründükleri ise davranışa bağlıdır. Daha kesin konuşursak fark, “görünüş ve gerçek” arasında değil de, “iç” ve “dış” gerçeklik, yani duyularla algılanan ve yalnızca tahmin edilebilen iki gerçeklik arasındadır. İç nitelikler -bilgelik, cesaret, zekâ- “dış” niteliklerle birleşmelidir ki ışıldayarak tezliğe, zarafete, çeşitliliğe, lütfa, ılımlı davranışlara ve dikkatli bir doğallığa dönüşsün. Fakat bu prensip bile değişikliğe açıktır. “Azınlık gibi düşünün, çoğunluk gibi konuşun”. Hem bu kitapta hem de Akıllı Yaşama Sanatı’nda geçen bu özlü söz, bize aptalı oynamanın, akıntının götürdüğü yere gitmenin ve kalabalıkta kaybolmanın en iyisi olduğu durumların varlığından bahseder.
Sahte tavırlar ve ikiyüzlülük üzerine bu düşünceleri yazan, “servete ve şöhrete giden kısa yolları” gösteren kişi gerçekten bir rahip mi?
Baltasar Gracián (1601-1658) İspanya’nın kuzeydoğusunda Belmonte bölgesinde Aragon isimli bir köyde dünyaya gelmiştir. Zaragoza, Valencia ve benzeri üniversitelerde okuduktan sonra Cizvit rahibi olmak için kutsal yeminini etmiş (1634) ve hayatının geri kalanını bir teoloji ve felsefe profesörü, vaiz, günah çıkartan papaz, din görevlisi, yönetici ve yazar olarak sürdürmüştür.
Yazarın yaşadığı ve uyum sağlamaya çalıştığı zamanlar gerçeklere gözünün açılması için sağlam bir zemin hazırlıyordu. 1620’lerin sonlarına doğru İspanya, Yeni Dünya’nın büyük bir kısmının, Avrupa’nın ve Asya’nın bazı bölgelerinin hâkimiydi. Fakat yalnızca yarım asır sonra imparatorluk geri dönüşü olmayan bir şekilde çöküşe geçti; savaş, iç karışıklıklar ve ekonomik sorunlarla daha da zayıfladı. Siyasi anlamda ıstırap dolu bu yıllar, uzun bir kültürel şaşaa dönemine denk geldi: Barok. Calderón de la Barca ve Lope de Vega gibi oyun yazarlarının, Góngora ve Quevedo gibi şairlerin, Velázquez, Murillo ve Zurbarán gibi ressamların döneminde yaşayan Gracián, rahip olduğu için hayatına getirilen kısıtlamalara rağmen, sanatların en iyilerinden keyif alma fırsatını yakaladı. Şans ondan yanaydı ki, kariyerinin erken döneminde Huesca’ya atandı, ve orada yetenekli, varlıklı, soylu ve ondan altı yaş küçük olan Vincencio Juan De Lastanosa’yla arkadaş oldu. Gracián, Lastanosa’nın sarayına olan hayranlığını “gustoda son nokta” sözüyle ifade eder. Gracián, Lastanosa’nın eğitmenlerden devlet adamlarına dek çeşitlilik gösteren arkadaş çevresinde, bitmek tükenmek bilmeyen kütüphanesinde, resim, heykel, silah, savaş aleti ve eski para koleksiyonlarında, edebiyat toplantılarında, dünyanın her yerinden bin bir çeşit bitkilerle bezenmiş bahçelerinde evrensel öğretinin mikrokozmosunu, hem entellektüel hem de materyal insan becerisinin merkezini buldu. Lastanosa, Gracián’ın neredeyse tüm kitaplarının basımını üstlendi, onun yazılarını savundu ve tabii Cizvitlerle mücadelesinde onun yanında oldu, ona destek verdi.
Gracián’ın hayatındaki bu zorluklar erken başladı ve ölümüne kadar devam etti. Bu zorlukların nedeni kitaplarındaki öğretiler değildi; çalışmalarının dogmatik bir yapısı yoktu. Asıl sorun öğretilerin dünyevi yapısı ve Gracián’ın kitapları yayımlamadan önce onları üst düzey Cizvitlere onaylatmamak konusunda direnmesiydi. Cizvitlerin öfkesinden ve resmî bir “yayımlama izni” almanın gecikmesinden çekinen ve muhtemelen eserlerini ondan daha az yetenekli insanların yargılamasına izin veremeyecek kadar mağrur olan Gracián, birkaç eseri dışındaki tüm eserlerini takma isimle yayınladı. Üstlerinden birinin “ciddiyetten ve meslekten uzak” olarak tanımladığı kitaplarını dünyaya sundu. Cizvit Tarikatı lideri 1638’de, yani Gracián’ın ilk kitabı Kahraman’ın yayımlanmasından bir yıl sonra, onu başka bir yere atamak gerektiği hakkında Roma’dan Aragon yetkililerine bir yazı yazmaya çoktan başlamıştı.
Çünkü üstlerine karşı geliyor, üniversitenin huzurunu tehdit eden nahoş olaylara neden oluyor, üstüne vazife olmayan bir işi üstlenerek tarikatı terk eden birinin oğlu olduğunu iddia eden bir çocuk için para dileniyordu ve son olarak [Lorenzo Gracián sahte adı] altında [Kahraman] isimli bir kitap yayımlıyordu.
El Discreto’nun (Sağduyulu) yayımlanması da aynı sert tepkiyle karşılandı. 1658’de Gracián’ın ölümünden birkaç ay önce, General Goswin Nickel son ve gecikmeli bir uyarı gönderdi. Gracián yirmi yıllık edebi zaferini, rahip olarak ettiği itaat yeminine tercih etti. Devam eden bu itaatsizlik karşısında Nickel, Gracián’ın üstlerinden birine şunu yazdı:
Onu izlemek, zaman zaman ellerini, odasını ve kağıtlarını incelemek ve kilit altında bir şey tutmasına izin vermemek iyi olacaktır. Eğer siz, Saygıdeğer Rahip, tarikata ya da yönetimimize karşı Rahip Gracián’ın yazdığı bir kağıt ya da yazı bulursanız, Gracián’ı bir yere kilitlemeli ve burnu sürtene, hatasını anlayana kadar orada tutmalısınız… Cezası sürerken kâğıt, kalem ya da mürekkep almasına izin vermemelisiniz.
Gracián’ın Lastanosa ve diğer itibarlı aristokratlarla olan arkadaşlığı, bu güçlüklerden bazılarının üstesinden gelmesine yardım etmiş olabilir. Muhtemelen Lastanosa sayesinde Cizvitler, Gracián’ın Aragon valisi Napolili Francesco Maria Carafa’nın günah çıkardığı kişisel rahibi olmasına ve mahkemede ona eşlik etmesine izin verdiler. Gracián bu deneyimden pek hazzetmedi. Lastanosa’ya yazdığı bir mektupta Gracián, başkentle ve orada vakit geçirdiği asillerin hizmetkârlarıyla alâkalı görüşlerini ortaya koyuyor:
Bu insanlara ihtiyacım yok. Onların bana ihtiyacı var mı, bilmiyorum. Senin koleksiyonlarına dönmek için can atıyorum. Burada her şey hile, yalan, kibir, gösteriş dolu, çünkü kimse kendinden başka bir şey düşünmüyor. Bense pek alçakgönüllü değilimdir ve insanlara yaltaklık etmem. Bu yüzden onları rahat bırakıyorum.
Gracián’ın Madrid’de başarı getirecek bir tarzı ve cevheri pek tabii vardı. Bazen çok büyük topluluklara vaaz verdiği oluyordu. Bir görgü tanığı bir keresinde onu dinlemek için caddelerde dört bin insanın toplandığını söylüyor. Nefret ve alay ettiği Valensiya gibi bir şehirde bile eşit sayıda hevesli dinleyici bulmuş olmalı. Fakat oradaki kariyeri, vaaz kürsüsünde yeraltındakilerle mektuplaştığını ve cehennemin posta müdüründen gelen bir mektubu halka okuyacağını söylediğinde yerle bir oldu.
Gracián komik, nükteli, inatçı, arkadaşlarına sadık, her türlü kabalığı küçümseyen, doğal güzellik âşığı biri, Cizvit kayıtlarında görünenden çok daha hoş bir arkadaştı. Üstleri seneler içinde onu colericus (huysuz), biliosus (asabi) ve melancolicus (melankolik) şeklinde tanımlardı. Cehennemle mektuplaşma olayı gibi sorun çıkardığı yıllarda, ihtiyat alanında notları düşük olduğu halde, (prudentia mediocris, prudentia non multa) “öğretmenlik yapmaya, yönetime ve diğer dini görevlere elverişliydi”. Gracián, 45 yaşında çok yönlülüğünü gösterdi ve Lerida’da Fransız istilacılara karşı toplanan kraliyet ordusunun rahipliğini yaparak “neşeli” mizacını ortaya koydu. Bir arkadaşına yazdığı mektupta, İspanyol birliklerine ateş altında ön saflarda eşlik ettiğini, yaralılarla ilgilendiğini, İspanyollara ve düşmanlara kutsal yağ sürerek onları yüreklendirdiğini belirtmiş. Bu ânın, onun en kahramanca ve yürekleri parçalayan ânı olduğunu söylüyor: “Beni selamladılar,” diye yazıyor gururla, “Zaferin Rahibi olarak selamladılar”.
Gracián’ın ilk kitabı Kahraman 1637’de, yazar 36 yaşındayken yayımlandı. Kitabın ilk baskısı muhtemelen kraliyetten ödül alma umuduyla IV. Felipe’ye (Velázquez’in ölümsüzleştirdiği soluk, donuk Habsburg hanedanı) ithaf edildi. Kitabı (El Discreto gibi) sevimli, cep boyutunda bir baskıyla yayımlayan Lastanosa, Felipe’nin kitabı okuduktan sonra, “Kitap küçük bir mücevher gibi ve içinde harika şeylerin olduğundan emin olabilirsiniz” dediğini belirtiyor. Kral bu kitabı “seçtiği kitaplar içinde başlıca bir yere” koysa da, (Gracián yıllar sonra saraydaki bir gezisi esnasında kitabı gizlice orada görmüş) kraliyetin şükranını gösteren daha somut başka bir işaret olmadığından Felipe’ye ithaf edildiği ibaresi ikinci baskıdan silindi. Akıllı Yaşama Sanatı’nın aforizmalarından biri de “emeğinizin karşılığı sadece teşekkür olmasın”dır.
Her halükârda Kahraman, Gracián’a yazar olarak ününü ve ilk sorunlarını beraberinde getirdi. 1646 yılında kitabın dört adet İspanyolca baskısı yapılmış, Fransızca ve Portekizceye çevrilmişti. Daha da onur verici olan Fransız bir Cizvit’in kitabı intihal ederek Le Héros François ismiyle yayımlamasıydı. Değiştirilen Kahraman, art niyetli bir Katalan keşiş tarafından tekrar İspanyolcaya çevrildi. Olacakların habercisiydi bu. Sonraki üç yüzyıl boyunca Gracián’ın eserleri taklit edilecek ve Macarcadan Latinceye, Japoncadan Finceye dünyanın önemli dillerine çevrilecekti. Fransa’da La Rochefoucauld, Gracián’ı taklit etti; Almanya’da ise eserleri 17. ve 18. yüzyılda en az on kez çevrildi. Gracián’ın en büyük hayranlarından ikisi ise Alman filozoflar Nietzsche ve Schopenhauer’di.
Gracián, Niccolo Machiavelli’nin Prens kitabının “devlet değil de ahır” yönetmek için daha uygun olduğunu söyleyerek buna cevap niteliğinde yazdığı Kahraman’da, herhangi bir meslekte “kahramanlık” mertebesine erişmek için gerekli nitelikleri yirmi beş kısa bölümde anlatıyor. Siyasi ve askerî güç edinmek ve bunu korumak üzerine yoğunlaşan Prens’in aksine Kahraman, Gracián’ın dediğine göre okuyucuya kendini “yönetme siyaseti” sunuyor. Devlet idaresini ise başka bir yerde, Kastilya Kralı III. Ferdinand’a içtenlikle biat ettiği El Político (Devlet Adamı, 1640) adındaki küçük bir kitapta ele alıyor. El Discreto (1646), Kahraman’la aynı çizgide ilerleyerek yeni nitelikler ekliyor, daha zengin deneyimleri bir araya getiriyor ve bunu okuyuculara hem daha çeşitli hem de daha özlü bir üslupla iletiyor. El Discreto ve Akıllı Yaşama Sanatı’ndaki alegoriler, tahkirler ve diyaloglar Gracián’ı ve okurlarını, insan varoluşu üzerine kapsamlı bir alegorik roman olan yazarın ölümsüz eseri El Criticón’a (Eleştirmen, 1651, 1653, 1657) hazırlıyor. Schopenhauer bu kitaptan “dünyanın en iyi kitaplarından biri” olarak bahsediyor. Kitapta, bilge Crítilo ve çaylak Andrenio adındaki iki arkadaşın hayatlarının bir döneminden, çocukluğun baharından yaşlılığın karakışına ihtiyatlı bir şekilde geçişlerini anlatıyor. İki arkadaşın İkiyüzlülüğün Büyük Çölü’nden geçip Hiçlik Mağaraları’na, “Ama”lar Köprüsü’ne uzanan bu dolambaçlı yoluyla Gracián, tüm İspanyol toplumuna ve Avrupa’nın çoğuna hicivli üslubuyla ulaşıyor. Şans unsuru, diğer eserlerinde olduğu gibi burada da yetenek ve hesaplarla öylesine iç içe geçmiş ki hayat, kocaman bir macera oyunu gibi. Her akıllıca adımın peşinden gizli bir tehlike çıkıyor; her düşüş kahramanlık yoluna çıkıyor. Her zekice stratejinin bir de karşı stratejisi var. Yalnızca değişim sabit kalır: “Mutluluk ayağını yerden keserken hüzün sürüne sürüne ayak izlerini takip eder”. Erdem tek başına bizi oyunun merkezine, Ölümsüzlük Adası’na götürür.
Gracián’ın tüm eserlerindeki itici güç, ahlaki duyarlılığın hizmetine sunulan nükte. En muhteşem kitaplarından biri, Agudeza y arte de ingenio (Aklın Nüktesi ve Sanatı, 1642,1648), insan aklının mekanizmaları ve kaynaklarının hem sözlü hem fiili analizi. Nükte sayesinde Gracián klasik yazarlardan seçip topladığı gerçekleri “tazeleyebiliyor” ve “nükteli sözlerin öğrenme üzerine söylenmiş olan sözlerden çok daha fazla alıntılandığı” bir dünyada zafer kazanıyor. Ama nükte estetik bir değerden ya da bir üslup unsurundan çok daha fazlası. Nükte sayesinde sahtekârların hilelerini açığa çıkarabiliyor, “köpekbalıklarıyla dolu sularda yüzebiliyor”, aynaya şüpheyle bakabiliyor ve kendimizi “en iyi şekilde” tanıyabiliyoruz. Zor bir metin gibi yaşamın da üstünde çalışabilir, şifrelerini çözebiliriz. Okuma sanatı, yani yazarın amacını derinden hissetme sanatı, aynı zamanda yaşama sanatıdır. Gracián’a göre sıkıcı her şey acınasıdır, ama aptallık doğrudan şeytanidir: “Kötü niyetli olmayan bir ahmak yoktur.”
Bu görüş Gracián’ı kötümser mi yapar? Gracián’ın tüm eserlerini dikkatle okuyan ve onun en sevdiği yazar olduğunu söyleyen Schopenhauer’in yargılarına göre evet, yapar. Schopenhauer defterine, Gracián’ın aptalların kötü niyetli olması üzerine yazdığı özlü sözü geçiriyor ve sonrasında “Her şey elde edildikten sonra farklı görünür,” diyerek ekliyor:
Şimdiki zaman asla tatmin etmez, gelecek belirsizdir, geçmişin ise telafisi olmaz. Bu yüzden hayattaki daimi desengaño diğer her şey gibi bizi şu hükmü vermeye zorlamak için tasarlanmıştır: Hiçbir şey, ama hiçbir şey eylemlerimize, çabalarımıza ve yaşadığımıza değmez. Her güzel şey boş ve beyhudedir. Dünya eninde sonunda iflas eder. Hayat masrafını bile çıkaramayan bir ticarettir.
İspanyol filozof Miguel de Unamuno ise aksini düşünüyor:
Kötümser mi? Kabaca, ödleklerin ve trajediden anlamayanların, anti-trajiklerin bu terime atfettiği anlamla evet, Gracián kötümser görünüyor. Ama “Ah, kavga etmek zorunda kalmadan nereye gidebilir ki insan?” diye yazabilen bir adam kötümser değildir. Hayır, hayır, değildir. Çünkü daha da kötüsü, lo pésimo, iyimserlerin barışı, barışseverlerin barışıdır. Savaşı bilenlerin barışı çok, çok farklı olur.
Varoluş savaşında çok az yazar Gracián’dan daha kuvvetli ve yoğun yazabilmiştir. Yine de tüm bu mağrur desengaño içinde sayfaları karıştıranlar, insanoğlunun zengin kaynaklarına karşı yoğun bir hayranlık, derin bir yaşam sevgisi, ahlaki ve sanatsal mükemmeliyet arzusu görebilir. Gracián okuyucularına “değişken talih karşısında neşe, sert kanunlar karşısında sağlık, kusurlu doğa karşısında iyi sanat ve hepsi için de bir tam doz anlayış” diliyor (sayfa 59). Hem umutlu hem de insanın gözünü açan şu satırlar Gracián’ın mezar yazısı olabilir (sayfa 65):
Ah hayat, hiç başlamamalıydın.
Ama madem başladın, hiç bitmemelisin!
Christopher Maurer
Vanderbilt University Nashville
KAHRAMAN
Okuyucuya
Eşsiz olmanızı ne kadar da istiyorum! Ufacık bir kitapla bir dev yaratmak istiyorum. Sözün kısası ölümsüz eylemleri yazmak istiyorum. Sizi olası en harika insan, bir mükemmeliyet mucizesi, eylemlerinizle bir kral yapmak istiyorum, doğuştan bir kral olmasanız bile.
Seneca ihtiyatlı bir insan yarattı, Ezop ise kurnaz. Homeros bir savaşçı yarattı, Aristo ise filozof. Tacitus devlet adamı, Castiglione ise saray mensubu yarattı.
Bu muhteşem üstatlardan seçtiğim kısımları da kullanarak bir kahraman, evrensel bir dâhi tasarlamayı amaçladım. Bu yüzden diğerlerinin camından ve benim hassas doğamdan oluşan bu cepaynasını yaptım. Bu ayna size bazen keyif verecek; bazen de akıl verecek ve yol gösterecek. Bu aynada olduğunuz ya da olmanız gereken insanı tanıyacaksınız.
Bu kitap ne devlet işleri ne de iktisat üzerine yazıldı. Bu kitap bir kendini yönetme politikası, mükemmeliyete doğru yelken açan bir pusula, ve aklıselimin yalnızca birkaç kuralını kullanarak fark yaratma sanatı üzerine.
Ben öz yazıyorum ki siz çok şey anlayın. Kelimelerim kısa çünkü konu uzun. Sizi alıkoymayayım; böyle devam edin.
Derinliğinizi Saklayın
Öğüt verme sanatımızdaki ilk beceriniz bu olsun; bir durumu ölçüp tartmak için bu beceriyi kullanın. Bu stratejiyi kullanırsanız insanlar sizi anlar ama kavrayamaz, beklentileri karşılarsınız ama tamamen tatmin etmezsiniz. Daha fazlasını vaat edersiniz. En iyi eylemler daha da iyilerini arzulatır.
Saygı görmek istiyorsanız kimsenin derinliğinizi anlamasına izin vermeyin. Nehirler ancak geçitleri bulunana kadar nefes keser. İnsanlar da ancak yeteneklerinin sınırları keşfedilene kadar saygı görür. İhtiyatla saklanan derinlikler itibarınızı korur.
Keşif hâkimiyet sağlamak demektir; zaferin bir kişiden diğerine geçmesine neden olur. Kavrayan, hâkim olan ve kendini saklayan kişi asla başını eğmez.
Bazı oyunlarda gücünü ilk elde ortaya koymamak daha iyidir. Her bir denemede biraz daha ileri gidilir. Yavaş yavaş yükselerek rakip şaşırtılır.
Büyük kişilerin ortaya sonsuz görünecek bahisler koyması yerinde olur. Bu kural bize o kadar büyük olmasak bile en azından öyle görünmeyi öğretir.
Yunan Bilgesinin[1 - Midillili Pittacus (M.Ö. 650-570) Yedi Yunan Bilgesinden biridir.] bu sert paradoksunu alkışlayalım: “Yarım bütünden büyüktür.” Gördüğümüz bir yarım ve saklanan bir yarım, tamamını gördüğümüz bir bütünden daha büyüktür.
Tüm stratejilerde olduğu gibi bunda da üstün bir beceri gösterenlerden biri, Yeni Dünya’nın ilk ve Aragon’un son kralı, kahraman hükümdarların en muhteşemi II. Fernando’dur.[2 - Aragonlu Fernando ve Kastilyalı İsabella’nın hükümdarlığındaki İspanya, Yeni Dünya’yı fethetmiştir.] II. Fernando dönemin krallarını ele geçirdiği yeni krallıklardan çok, her gün biraz daha parlayan entelektüel yetenekleriyle merakta bırakmıştır.
Peki bu parlak ihtiyat merkezi en çok kimi etkilemiştir? Zevcesini ve ondan sonra da saraydaki kahinleri. Kahinler onun zihninden geçenleri güç anlar, düşüncelerini okumak uğruna uykusuz kalır, değerini anlamak için can atarlardı.
Kral nasıl da akıllıca onlara teslim olup kontrolü ele geçirdi. Nasıl da tedbiri elden bırakmadan onların tahmin etmelerine izin verdi.
Ey şöhret ve yücelik adayları, mükemmellik için bu ilk stratejiyi benimseyin. Siz, hiçbiriniz derinliğinizi hissettirmeyin. Bu strateji sayesinde ortalama olan daha çok, daha çok olan sonsuz, sonsuz olan ise daha da çok görünecek.
Niyetinizi Belli Etmeyin
Sanatımız, size yalnızca yeteneklerinizin sınırlarını gizlemeyi öğretseydi eksik kalırdı. Aynı zamanda duygularınızın şiddetini saklamayı da öğretmesi gerekiyor…
Saklı tutulan kaynaklar başarı getiriyorsa niyetinizi belli etmemek, amaçlarınızı mühürlenmiş gibi gizlemek size kati bir egemenlik sağlayacaktır. Başkalarına irade gücünüzdeki açıkları gösterirseniz, itibarınız alenen ve hunharca bir ölümü tadacaktır.
İlk önce bu açıkları kapatmaya, sonra da saklamaya çabalamalısınız. İlk çabanız daha çok cesaret, ikincisiyse daha çok kurnazlık gerektirir.
İradenizdeki açıklara teslim olursanız, bir insan değil mahluk olursunuz; bunları dizginlerseniz en azından görünüşte itibarınızı ayakta tutarsınız.
Başkalarının iradesine nüfuz etmek üstün bir yeteneğin göstergesidir. İnsanın kendi iradesini nasıl saklayacağını bilmesi de onu üstün kılar.
Birinin duygularını keşfetmek o kişinin yetenek kalesinde bir gedik açmaya benzer. Siyasi komplocular bu açıklıktan içeri sızarak çoğunlukla zafer kazanırlar. Birinin arzularını keşfettiğinizde o kişinin iradesine giriş ve çıkış yollarını öğrenmiş olursunuz. Sonra günün her saati istediğiniz gibi girer çıkarsınız buraya.
Eski çağlarda Paganlar, Büyük İskender’in yaptığı kahramanlıklarının yarısını, hatta çok daha azını yapanları tanrı ilan ediyordu. İskender’e şan şöhret verdiler ama tanrı ilan etmediler. Dünyada o kadar toprak fetheden İskender cennetten bir parça fethedemedi. Bu kadar bolluğun içinde neden bu kadar az şey elde edebildi?
İskender şanlı zaferlerini öfkesiyle, kabalığıyla gölgede bıraktı; sıklıkla duygularına yenik düşerek zaferleriyle çelişti. Bir prens mirasını, yani itibarını kaybettikten sonra dünyayı fethetse ne çıkar?
Mükemmellik, rotasını Scylla’nın[3 - Yunan mitolojisinde, Sicilya ve İtalya arasındaki Messina Boğazı’nın durgun tarafında yaşayan korkunç bir canavar.] öfkesiyle Charybdis’in[4 - Yunan mitolojisinde bir deniz canavarıdır. Zeus bir gün Charybdis’i büyük bir girdaba dönüştürmüştür.] arzu girdabı arasında çizer. Bu yüzden mükemmel insanlar arzularına hükmetmeye uğraşırlar ya da en azından bu arzuların üstünü öyle bir ustalıkla örterler ki hiçbir karşıt strateji onların itibarının şifrelerini çözemez.
Bu strateji, yani niyetini belli etmemek, insanlara anlamayı ve anlaşılmamayı öğretir. Kişinin açıklarını saklayarak dikkatsizlik yapılması için pusuda bekleyenleri yanıltır. Zayıf noktaları bulmak için başkalarının karanlığına ihtiyaç duyan vaşakları şaşırtır.
Mısır kraliçelerinin kıskanılacak hiçbir yanı olmadığını gören Katolik Amazon Kastilyalı İsabella bu işin inceliğini çok iyi biliyordu. Doğum yapacağı zaman sarayın en karanlık odasına gitti. Yaradılıştan ona bahşedilen yüceliğiyle sancılı iç çekişlerini gizledi, asilce sineye çekti. Yüzüne gölgeden bir duvak örterek tüm acı ifadelerini gizledi. İtibarının mevzubahis olduğu konularda kim bilir ne kadar daha endişe etmişti!
Kardinal Madruzzo[5 - Cristoforo Madruzzo (1512-1578) İspanyol Kralı II. Felipe döneminde Milano yöneticisiydi.] bir zamanlar, “Aptal, aptalca işlere girişip bitiremeyen değil, bu işleri bastıramayandır,” demiş.
Sessizliğini koruyabilen herkes bu stratejiyi benimseyebilir. Doğal bir eğilimle başlayan bu strateji sanatımızla gelişir ve en azından görünüşte tanrısal bir niteliğe dönüşür.
Bir Kahramanın En Büyük Hüneri
Harika bir bütün için harika parçalar gerekir. Bir kahramanı tasarlarken de harika niteliklere ihtiyaç vardır.
Tutkulu insanlar önceliği her zaman anlayışa, tüm harikalığın başlangıç noktasına verir. Bu insanlar anlayışın artısı olmadan herhangi harika birini idrak edemedikleri gibi, harika olmayan ama anlayışı mükemmel kimseleri de tanıyamazlar.
Dünyanın görebildiğimiz kısmının en iyi unsuru insan, insanlığın içindeki en iyi unsur ise anlayış. Dolayısıyla onunla kazanılan zaferler en tepelerde yer alıyor.
Bu mühim hüner iki diğer unsurla uyum içindedir: Muhakemenin derinliği ve zekânın yüceliği. Bu unsurlar bir araya geldiğinde bir deha doğar…
Muhakeme ihtiyatın tahtıdır, zekâysa nüktenin gök kubbesi. Hangisinin hangi oranda tercih edileceği en iyi kişisel zevkin yargıç olduğu bir mahkemede tartışılabilir. Ben, “Oğlum, Tanrı iyi olanı anlamanı sağlasın,” diye dua eden kadına katılıyorum.
Cesaret, zindelik, hazırcevaplık ve nükte, güneşe ya da şimşeğe benzer; kutsal bir parıltıdır. Her kahramanda zekâ fazlalığı vardır.
İskender’in sözleri yaptığı işlerin şaşaasını anlatıyordu. Sezar ise hem düşünürken hem hareket ederken hızlıydı…
Nüktenin ani çıkışları ne kadar yararlıysa iradeninkiler bir o kadar fecidir. Nükte sizi harikalık mertebesine taşıyacak kanattır. Çoğu insan bunları kullanarak toz dumanın içinden tırmanıp muhteşem gün ışığına erişmiştir.
Bir Osmanlı padişahı bir keresinde balkonundan bir şehir meydanına (haşmetlinin hapishanesi, adabın prangası) değil de kalabalık bir bahçeye seslenme lütfunda bulunmuş. Bir kâğıdı okumaya başlamış. Rüzgâr, ya eğlenmek için ya da kendi büyüklüğünü padişaha hatırlatmak için kâğıdı uçurup bir ağaca bırakmış. Padişahın yaverleri rüzgârı da kendilerini de aşarak dalkavukluk kanatlarını takıp bir merdivene tırmanmışlar. Yaverlerden biri, icatların sakisi, havada kestirme yoldan gitmiş. Diğerleri hâlâ aşağı inerken o, zıplamış, uçmuş, yükselmiş, alçalmış. Hiç umulmadık yüksekliklere çıkmış, bundan etkilenen ve gururu okşanan padişah da bu dalkavuğa divanda önemli bir yer vermiş. Ruhun hazırcevaplığıyla insan, kendine ait bir krallığı olmasa da başka birininkinin hükmünü sürebilir. Açıkgözlülük de hünerleriniz içindeki jokerdir. Herhangi bir hünerle birleştiğinde şöhretin çanları çalar. Temellerinizi derinlere sağlam attığınızda sizi en tepelere taşır.
Bir kralın en sıradan sözlerinde bile nükte baş tacıdır. Hükümdarların en büyük hazineleri çoğunlukla yok olur gider ama sözleri şanın mücevher kutularında saklı tutulur.
Söz bazen kılıçtan keskindir. Birçok şampiyona koca bir koğuşunki kadar zırh verileceğine, tek bir nükteli söz verilse daha iyidir.
Bilgelerin kralı ve kralların en bilgesi, onu en çok sınayan olayı, iki fahişenin çocuklarıyla ilgili davayı[6 - İncil 3:16-28, Süleyman, meşhur çözümü olan bebeği ikiye kesmeyi önerir.] atlattıktan sonra ününü çok uzaklara duyurdu. Adalet de kıvrak zekâyla yerine getirilir.
Nükte, barbarların davalarında bile güneş gibi parlıyor, ve Süleyman’ın zekâsının hızı Osmanlılarınkiyle yarışıyor. Bir zamanlar bir Yahudi, borcunun faizi olarak 30 gram Hıristiyan eti teklif etmiş. Bu iddiasını Osmanlıların önünde ne şiddetle sunduysa, Tanrıya da bir o kadar şiddetle inanmazmış. Yüce yargıç bir terazi getirilmesini emretmiş. Süleyman bir gram az ya da fazla keserse adamı ölümle cezalandıracağını söylemiş. Tereyağından kıl çekercesine tartışmanın önünü kesmiş, dünyaya hazırcevaplık ve kıvrak zekânın bir mucizesini göstermiş.
Hazırcevaplık en büyük şüphelerin alametidir, muammaların gizemidir, labirentlerde bir dizi altın gibidir, ve kendini en iyi şekilde göstermek için bir aslan gibi zor duruma düşmeyi bekler.
Fakat nasıl bazı insanlar servetlerini aptalca harcıyorsa, bazıları da nükteleri böyle harcar. Büyük avlardan çekinirler, babasız şahinler gibi. Ama önemsiz kurbanları görünce kartal kesilirler. Sert sözler söyler, insanları yererler. Zalim zekâların kanla yoğrulduğunu düşünürsek, bu insanların hammaddesi zehirdir. Bunların içinde doğa kanunları bozulmuştur. Yumuşak nükteler bunları devirir, yerin dibine sokar, ortak öfkenin derinliklerine teslim eder.
Şimdiye kadar doğanın lütufları vardı, bundan sonra sanatımızın mükemmelliği olacak. Doğa kıvrak zekâyı doğurur, sanat ise onu büyütür. Bazen başkalarının tuzuyla olur bu, bazen de çalışma ve gözlem gerekir.
Nükteli sözler, başkalarının eylemleri, yetenekli olan herkesin kalbine keskin zekâ tohumları eker. Anlayış, bu tohumları filizlendirir, çoğaltarak hazırcevap bolluğu yaratır ve nükte hasat edilir.
İyi muhakeme için ise savunma gerekmez. O, gün gibi ortadadır.
Krallarınki Gibi Bir Kalp
Filozoflar kafalarını, hatipler dillerini çok iyi kullanır. Atletlerin son çizgiye ulaşırken göğüsleri, askerlerin kolları, ulakların ayakları, hamalların kolları çok güçlüdür. Kralların en güçlü yanı ise kalpleridir, der, kutsal yazınları bazı takım elbiseli adamlar tarafından akla karşı kullanılan Platon.
Kalp geride kalacaksa anlayışın hemen öne atılmasının ne anlamı var ki? Beğenilen süslü şeyler insanı tatlı tatlı kandırır ve bazen kalp bu süslü kavramlara ışık tutmakta zorlanır.
İncelikli akıl yürütme genellikle neticesiz kalır, çok hassas uygulandığında da zayıf düşer.
Büyük bir amaç arkasında büyük etkiler, kocaman kalpler de arkasında olağanüstü işler bırakır. Dev kalpli birinin evlatları da devasadır. Bu kalp kendi boyutunda işlerle uğraşır, birinci derecede önemli konuları ele alır.
İskender’in adı gibi kalbi de büyüktü. Kalbinin yalnızca bir köşesi tüm dünyayı içine alırdı da içine altı dünya daha sığardı.
Kralların en büyüğü ise ya her şey ya hiçbir şey diye düşünen Sezar’dı.
Kalp bahtın midesi gibidir; tüm aşırılıkları aynı rahatlık ve cesaretle sindirip alır. Büyük bir midede büyük lokmalara yer vardır. Yapmacıklar bu mideyi bozmaz, nankörlükler bu mideyi ekşitmez. Cüceyi doyurup şişiren yemek bir devi aç bırakır.
Bir yiğitlik mucizesi Döfen VII. Charles, Fransız kralı olan babasıyla İngiliz kralının, Paris Parlamentosu’ndan zorla bir karar geçirdiğini öğrenir. Karara göre Charles’ın tahta geçmesine izin verilmeyecektir. Gözü pek Charles, karara itiraz edip bir üst mevkiye taşıyacağını açıklar. “Hangi üst mevki?” diye sorarlar. “O üst mevki kalbimin yüceliği ve kılıcımın sivri ucudur,” der. Dediğini de yapar.
Neredeyse ölümsüz olan elmas, insanı günden güne tüketen şirpençelerle uğraşan birinde, risk ve tehlike dolu yüce bir kalpteki kadar gururla parlamaz.
Zamanımızın Akhilleus’u sayılan Savoy Dükü Charles Emmanuel, yalnızca dört askeriyle dört yüz kişilik düşman askerinin üstesinden gelmiş ve “büyük tehlike anlarında yanınızdaki hiç kimse büyük bir kalbin yerini tutamaz,” diyerek tüm dünyanın hayranlığını kazanmıştır.
Gönlün yüceliği, eksik olan diğer her şeyin yerine geçer. Zorluklarla ilk karşılaşan da ilk zaferi kazanan da hep yüce gönüller olur.
Bir keresinde Arap Kralı’na, bir savaşçıyı memnun edecek derecede nadide bir eğri Şam kılıcı takdim edilmiş. Kralın yaverleri, kılıcı yalnızca kibar olmak adına değil, aklı başında nedenlerle övmüşler. Hem nezaketi hem de sanatı elden bırakmayan yaverler, kılıcın biraz daha uzun olsaydı “çelikten bir şimşek” olabileceğini söyleyecek kadar ileri gitmişler. Kral, görüşünü almak için prensi çağırtmış. Çağırdığı prens Jacob Almanzor[7 - Gracián muhtemelen burada Erek Savaşı’nda Kastilya Kralı VIII. Alfonso’yu yenen Ebû Yûsuf Yakub el-Mansûr’u (ö.1199) kastetmektedir.] olduğundan, kralın aldığı görüş de ona göre olmuş. Kılıca bakıp bir şehre eşdeğer bir kılıç olduğunu söylemiş; bir prense yakışır bir övgü. Kral kılıcın bir yerinde bir noksanlık olup olmadığını sormuş, prens de “her şeyin fazlası var” diye cevap vermiş. “Ama Prens’im, buradaki herkes kılıcı çok kısa buldu.” Eliyle kendi kılıcına uzanan prens “Yürekli bir erkek hiçbir kılıcı kısa bulmaz. Bir adım ileri gittiğinde kılıç yeterince uzun hâle gelir. Çeliğin noksanlığını cesaret kapatır.”
Hakaretten önce gösterilen yüce gönüllülük, bu hediyeyi zaferin göstergesi defne yapraklarıyla taçlandırır. Yüce gönüllerin asaletinin doruk noktasıdır bu. Hadrianus[8 - Roma imparatoru, İtalica’da doğdu (bugünün Sevilla yakınlarında), M.S 117-138 yıllarında hükümdarlık yaptı.] düşmanları alt etmenin nadir görülen ve muhteşem bir şeklini göstermiş. En kötü düşmanlarından birinin başına dikilip “Elimden kaçmışsın anlaşılan…” demiş.
Sıradışı Zevk
Gerçek yetenekleri memnun etmek asla kolay değildir. Zevk de en az zekâ kadar geliştirilmeli ve olgunlaştırılmalıdır. Bunların ikisi de göze çarpacak duruma geldiğinde, aynı rahimde büyümüş yetenek ikizleri mükemmelliğin ortak vârisleri gibi görünürler.
Görkemli bir zekânın sahibi asla düşük zevkler beslemez.
Bazı yetkinlikler güneş, bazıları ışık gibidir. Kartal güneşle oynaşırken kanatlı küçük bir solucan mum ışığında kaybolabilir. Birinin yeteneğinin derinliğini ölçmek için ne kadar yüksek zevk sahibi olduğuna bakın.
İyi zevk sahibi olmak iyiyse, değerini yükseltmek daha da iyidir. Zevk, bir insandan diğer bir insana iletişimle aktarılır. Zevkiyle göze çarpan insanlarla karşılaşırsak şanslıyız demektir.
Çoğu insan mutluluğu (ödünç alınmış bir tür saadet), arzulanan şeye sahip olmak ve onun tadını çıkarmak olarak görür. Bu insanlar diğer herkesi mutsuz görür. Ama onların gördükleri de onlar hakkında aynı şeyi düşünür. Yani dünyanın yarısı sürekli birbiriyle alay eder ve aptallık hüküm sürer.
Eleştirel, memnun etmesi zor bir zevkin olması iyi bir özelliktir. En cesur kişiler bunun korkusuyla yaşarlar ve en sağlam yetkinlikler bunun karşısında tir tir titrer.
İtibar değerlidir, yalnızca ihtiyatlı olanlar itibarlı bir şekilde pazarlık etmeyi bilir. Alkışlarınızı idareli kullanırsanız cömert ve zengin görünürsünüz. Ama itibarınızı saçıp savurursanız karşılığında aşağılanmayı hak edersiniz.
Cehalet bazen hayranlıkla karıştırılır. İkincisi, nesnelerin kusursuzluğundan çok bizim muhakememizin kusurundan doğar. Birinci derecede önemli sayılacak kusursuzluklar eşsiz olanlardır. O yüzden alkışınızı sonraya saklayın!
Krallara yaraşır derecede zevk sahibi bir kral da İspanyol Felipe’lerin en bilgesi II. Felipe’ydi. Felipe mucizevi nesnelere o kadar alışkındı ki, yalnızca bu türde en harika olandan zevk alırdı.
Portekizli bir tüccar ona yeryüzünden bir yıldız (yani doğudan gelen bir elmas) vermiş. Bir zenginlik örneği, şaşırtıcı bir ihtişam. Ve herkes Felipe’nin hayranlık, en azından bir ilgi belirtisi göstermesini beklerken, yalnızca küçümsemeyle karşılaşmışlar. Bunun nedeni, büyük hükümdarın gereğinden fazla ciddi ya da kaba olması değil, onun gibi sanat ve doğa mucizelerine alışkın, zevk sahibi birinin böyle amiyane bir şekilde şaşırtılamayacak olmasıymış. O harika tüccar için ne kadar zor bir an olsa gerek.
“Majesteleri”, demiş tüccar. “Güneşin bu değerli torununa yetmiş bin duka altın verdim. Bunun için kimseyi kırmak gerekmez.”
“Neyi düşünerek o kadar para verdin?” diye sormuş Felipe.
“Efendim, şunu düşündüm,” demiş tüccar. “Dünyada da bunun gibi bir tek II. Felipe var.”
Kral, taşın değerinden çok bu sözlerden hoşlanmış. Elmasın parasının ödenmesini ve adamın cevabı için ödüllendirilmesini emretmiş. Zevkinin üstünlüğünü hem bedel hem de ödül olarak göstermiş.
Bazıları bolca övgünün insanı küçük düşürdüğünü düşünür. Bence aşırı övgü iyi muhakeme eksikliğinin göstergesidir. Bir şeyi çok fazla öven insan ya kendisiyle ya da karşısındakilerle dalga geçiyordur. Neden bir cüceye dev ayakkabısı verelim ki? Önce ölçmek gerek!
Dünya, Alba Dükü Fernando Álvarez de Toledo’nun yaptığı güzel eylemlerle dolu. Tüm dünyayı ele geçirmiş olsa da zevkini tamamen tatmin edememiş. Neden diye soranlara, kırk yıllık zafer süresince tüm Avrupa savaş alanıyken, zamanının en iyi savaş zırhlarını ganimetine katmışken bunların hiçbirinin bir anlamının olmadığını söylemiş. Çünkü zaferin şansa ya da sayılara değil gerçekten yeteneğe bağlı olduğu, hizaya getireceği gücün onun deneyimini ve cesaretini, itibarın yeni boyutlarına taşıyacağı durumlarda bile Türk ordusunu asla yenememiş. Bir kahramanın zevklerini ancak bu tatmin edebilirdi.
Bu strateji, yani övgüyü idareli kullanmak, sizi asla düzeyli bir insandan alaycı ve dalgacı, kendini tanrı gibi gören bir kişiye dönüştürmemeli. Çekilmez bir bozukluk olur bu. Bu strateji sizi, en değerli şeyi doğru gösteren bir sensör haline getirmeli. Bazıları muhakemesini iradesine köle yapar, günle gecenin düzenini yerle bir eder. Her şeye asıl değerini verin, zevki de rüşvetle elde etmeyin.
Yalnızca büyük deneyimlerle desteklenmiş büyük bilgi birikimleri mükemmelliği takdir edebilir. Sağduyulu insanlar kolaylıkla karar veremedikleri yerlerde hemen öne atılmasınlar. Geride dursunlar ki başkalarının zenginliğini övenler kendi fakirliklerini ortaya döksün.
En İyi Olduğunuz Alanda Saygınlık
Yalnızca Yaradan her türlü yetkinlikle kuşatılmıştır. Çünkü O yetkinliğini başkalarından almaz, yetkinliğinin sınırı yoktur.
Bazı iyi özellikler bize göklerden bahşedilmiştir, bazılarıysa çabayla elde edilir. Üstünlük kazanmak için bu ikisine de ihtiyacınız var. Göklerden gelen lütuflar son bulduğunda, çabanızla elde ettiğiniz yeteneklerle bunların yerini doldurun. Bahsettiğim ilk yetenekler lütuftur, ve bunlar takdire şayan çabanın ürünüdür. Asaletleri de bir o kadar fazladır.
Bireyler için çok az şey gerekirken evrensel insanlar için fazlası gerekir. Bu insanlar o kadar nadidedir ki onları kavrayabiliriz ama genellikle gerçeklikleri inkar edilir.
Tekil bazen çoğul, bir insan bazen çok insan olabilir. Bir sınıfın tamamını bir şeyde ya da bir insanda özetlemek eşsizliğin en yoğun hâlidir.
Her sanat ya da uğraş itibarı hak etmez. Her şeyi bilmek eleştirilmenize zemin hazırlamaz ama her şeyi deneyimlerseniz isminiz kötülenir.
İspanya Kralı II. Felipe, Makedonya Kralı II. Filip’ten ne kadar da farklıydı. İlki, her alanda ilk yalnızca isminde ikinci olan Felipe, dairesinde şarkı söylediği için oğlunu azarlamış. Diğer kral ise oğlu İskender’den Olimpiyat Oyunlarına katılmasını istemiş. Biri ihtiyatla endişe duyarken, diğeri büyüklüğü yüzünden hataya düşmüş. İskender Olimpiyat koşusu için ne kadar tereddüt duyuyorsa babasına cevap vermeye de bir o kadar hazırmış. Yarışacağı rakipleri de krallar olacaksa “belki, belki katılabilirim” demiş.
Genellikle en rahat ve eğlenceli şeyler hiç de kahramanca olmaz.
Gerçekten mükemmel bir insan, kendini herhangi bir yetkinlikle kısıtlamamalıdır. Aksine, sonsuz hırslarla takdire şayan bir evrenselliği arzulamalıdır. Kişinin uğraşı ne kadar önemliyse birikimi de o kadar yoğun olur.
Bir şeyleri yüzeysel olarak bilmek yetmez, basit bir iştir bu. Bu şekilde öğrettikleriniz için övülmek yerine gevezeliğiniz yüzünden eleştirilirsiniz.
Bazı şeyler imkânsızdır. Her konuda saygınlık kazanmak da bir o kadar imkânsızdır. Bunun nedeni hırsınızın tükenmesi değil, gayretin ve hatta hayatın sona ermesidir. Kişi icra ettiği işi yapa yapa öğrenir, yetkinleşir. Her güzel şeyi elde etmek zaman alır. Ama bir şeyle çok uzun süre meşgul olursak o konudaki zevkimizi yitiririz.
Birçok vasat nitelik bir araya gelse bile yüceliğe tek bir kırat ekleyemez, ama üstünlük sağlamak için saygınlık tek başına yeterli olur.
Herhangi bir işte saygınlık kazanmamış bir kahraman olmamıştır. Yüceliğin özünde vardır bu. Uğraşın ne kadar büyükse aldığın alkış o kadar büyük olur.
Biri sırf top koşturuyor diye övgü toplayabiliyorsa, insan kılıç, kalem, sopa, asa ve taçla neler yapar?
Hakkında “kaptanlar için Kastilya, krallar için Aragon gibi”[9 - Aragon’da (İspanya’nın kuzeydoğusu) doğup büyüyen Gracián’ın çok sevdiği bir İspanyol deyişi.] denilen ve yaptığı iyi işler yaşadığı ömürden çok olan Kastilyalı savaşçı, Don Diego Pérez de Vargas’ın görevini Jerez de la Frontera’da sonlandırmaya karar vermiş. O emekli olmuş ama şanı tüm dünyayı dolaşarak evrensel boyutlara ulaşmış. Krallıkta yeni ama özellikle silahlar konusunda rakibi olan Vargas gibi, Kastilyalıların arasında saygınlığıyla tanınan Alfonso, bunu öğrenince kimliğini gizleyerek yanında yalnızca dört askeriyle Vargas’ı aramaya çıkmış. Çünkü saygınlık iradenin mıknatısı, şefkatin büyüsüdür.
Kral, Vargas’ın Jerez’deki evine ulaşmış ama onu evde bulamamış, çünkü açık savaşa alışkın olan Vargas, açık havada asil zevkinin keyfini çıkarıyormuş. Saraydan küçük bir kasabaya seyahat etmeye itiraz etmeyen kral, oradan köye gitmeyi de sorun etmemiş. Vargas’ı uzaktan tanımışlar. Elinde bir orak, asmalarını buduyormuş. Alfonso askerlerini durdurmuş ve saklanmalarını emretmiş. Atından inmiş, muazzam bir incelikle Vargas’ın dikkatsizce kestiği ince dalları toplamaya başlamış. Bir ses duyan ya da muhtemelen sadık kalbinden gelen içgüdülere uyan Vargas arkasını dönmüş. Kralı tanıyınca hemen ayaklarına kapanmış.
“Efendim, burada ne yapıyorsunuz?”
“Devam et Vargas,” demiş kral. “Umarım senin budadığın bu dalları toplamaya layık biriyimdir.”
Bir saygınlık zaferi!
Yüceliğin peşinde olanlar da aynısını yapsın. Çalışmalarının, zahmetlerinin şöhretle karşılık bulacağından da emin olsun.
Eskiler Herkül uğruna öküz kurban etmekte haklılarmış. Övgüye değer işlerin, iyi eylemlerin tohumunun ekildiği bir yastık olduğunu, ün, takdir ve ölümsüzlük hasat edileceğini gizemli bir şekilde göstermişler.
İlk Olmanın Muazzamlığı
Çoğu insan işlerinde Zümrüdüanka gibi parlayabilirdi, o işi başkaları daha önce yapmasaydı. İlk olmak büyük avantajdır, saygınlıkla birlikte iki kat iyidir. İlk elden anlaşma yapın, üstünlüğü kazanın.
Birinin izinden gidenler taklitçi olarak görülür. Ne kadar ter dökerlerse döksünler hiçbir zaman bu yükü sırtlarından atamazlar.
İlkler doğuştan şöhreti kazanır. Takip edenler ise ikinci oğullar gibidir, kıt porsiyonlarla yetinmek zorunda kalırlar.
Yeniliklere âşık eskiler, sanat yapanlara yalnızca saygı göstermekle kalmamış, onları kutsal saymışlardır. Saygıyı hürmete çevirmişlerdir. Bu çok bayağı bir hatadır ama ilk olmanın önemini gösterir.
Önemli olan zamanlamada değil saygınlıkta ilk olmaktır.
Çokluk kendi itibarını kendi sarsar, muhteşem bir şeyi çoğaltsa bile. Ama azlık ortalama bir yetkinliği bile daha değerli kılar.
Muazzamlığa giden yeni bir yol bulmak ve şöhrete giden modern bir harita çizmek nadir yeteneklerdir. Eşsizliğe giden birçok yol vardır ama her yolda iyi ilerlenemez. En yeni yollar çetin olabilir ama genellikle bu yollar yüceliğe giden kestirmelerdir.
Süleyman savaşla ilgili her şeyi babasına bırakıp akıllıca davranarak barışçıl olmayı tercih etti. İzlenen yolu değiştirerek kolaylıkla bir kahraman oldu.
Augustus’un yüce gönüllülükle yaptığını, Tiberius siyaset sanatıyla başarmaya uğraştı.
Muhteşem II. Felipe ise tüm dünyayı tahtından ihtiyatla yöneterek asırlarca herkesi şaşırttı. Felipe’nin yenilmez babası bir enerji örneğiyse, Felipe de bir ihtiyat paradigmasıydı.
Kilisenin ışık saçan güneşi de bu şekilde şöhretinin doruğuna ulaştı. Bazıları şöhretini kutsallığına, bazıları yaşayarak öğrendiklerine borçlu. Bazıları şöhretini yarattığı yüceliğe, bazılarıysa bulundukları konuma yeni bir ışık getirmelerine borçlu.
Bu tür yenilikler iyi yönlendirilmiş kişilerin büyük insanlar geçidinde kendilerine yer edinmelerine yardımcı olur.
Maharetli insanlar kendi sanatlarını elden bırakmadan herkesin gittiği yoldan ayrılır ve zamanla eskimiş mesleklerde bile saygınlığa doğru yeni adımlar atar. Horatius, epik şiiri Virgil’e bırakmış, Martialis de lirik şiiri Horatius’a bırakmıştır. Terentius komediyi, Persius hicvi seçmiş, ikisi de kendi alanlarında ilk olmayı umut etmiştir. Cesur hevesler asla basit taklitlere yenik düşmezler.
Yürekli bir ressam[10 - Muhtemelen Diego Velázquez (1599-1660).], Rafael ve Titian gibilerinin önüne geçmenin imkânsız olduğunu görmüş. Rafael ve Titian gibilerin ünü, onlar öldükten sonra daha da canlanarak büyümüş. Bu ressam da tüm yenilikçiliğini kullanmış. Diğer ressamları yalnızca taklit etmekle yetineceği, ince ve titiz resimler yapmaktansa cesur ve kaba bir stil geliştirmiş. Onu eleştirenlere de açık yüreklilikle kaba çizimlere öncelik verdiğini, inceliğin ikinci planda olduğunu söylemiş.
Bu örnek diğer tüm mesleklerde de yaygınlaşsın, seçkin insanlar bu stratejiyi anlasın. Hem saygın hem de yeni olan şeyler bizim için yüceliğe giden sıra dışı bir yol açar.
Kahramanca Bir Uğraş
İki şehir iki kahraman yarattı: Thebai’den Herkül, Roma’dan Cato. Tüm dünya Herkül’ü alkışlarken Cato Roma’nın baş belasıydı. Birine tüm dünya hayranken diğeri kendi şehrinden dışlandı.
Şüphesiz Cato, Herkül’den üstündü, ihtiyat açısından üstündü. Herkül de Cato’yu şöhret konusunda alaşağı etti.
Cato’nun işi daha zordu çünkü o halkın canavarlarını ehlileştirmeye uğraşırken Herkül doğanın canavarlarıyla baş etmeye çalıştı. Sonunda Thebai’li daha çok tanındı.
Aralarındaki fark Herkül’ün takdire şayan, Cato’nunsa tatsız işler yapmasıydı. Herkül’ün şanı dünyanın diğer ucuna kadar uzandı; dünya daha büyük olsa daha da öteye giderdi. Cato’ya gelince, çalışmalarının çirkinliği onu Roma’nın duvarları arasına hapsetti.
Tüm bunlara rağmen makul insanlar da dahil çoğu kişi, daha çok emek isteyen daha zor işleri, daha çok övgü görecek işlere tercih eder. Çoğu insan az kişinin hayranlığını kaba bir kalabalığın alkışından daha çok arzular. Bu insanlara göre alkış alan işler “cahillerin mucizesidir”.
Daha önemli bir konunun zorlu, emek isteyen yanını algılayabilenler hem daha az, hem de daha saygın kişilerdir. Azınlıkta olmaları da ne kadar değerli olduklarını gösterir. Kolay şeyleri herkes kolaylıkla algılar, alkış sıradan ve ucuzdur.
Zeki birkaç kişinin yoğunluğu koca bir ulusun çoğunluğuna tercih edilir.
Yine de kitlelerin ilgisini kazanmak için takdire şayan bir uğraş ve ihtiyat bulmak yetenek işidir. Sonuçta saygınlık bir kamu işidir ve şöhret evrensel halkın oylamasına bağlıdır. Daha çok insanın dahil olduğu konular daha çok değer görür. Bazı işlerde mükemmelliğe yalnızca hafifçe değinilir ve bu mükemmellik o kadar aşikârdır ki hemen alkışlanır. Emek isteyen konular soyut düşünce gibidir; şöhret, yoruma ve görüşe bağlıdır.
Hangi uğraşlar takdire şayandır? Herkesin gözü önünde, herkesi tatmin eden ama kişinin itibarına zarar vermeyen uğraşlar. Onursuz olan işlerin yanı sıra gösteriş dolu işleri de bunların dışında tutmak isterim. Bir aktör yaşarken alkış bakımından zengindir, ama öldüğünde itibar bakımından fakir olur. Yaşam sahnesinde asil bir işte yüksek mevkide olmak, işte bu kesinlikle alkışa değer bir şeydir.
Prensler arasında yalnızca savaşçı olanlar şöhret sahibi oldu, yalnızca bu kişiler büyük insan olarak isim yapmayı gerçekten hak etti. Dünyayı alkışla, asırları şöhretle, kitapları da işleriyle doldurdular çünkü savaş barıştan daha çok alkış getirir.
Hâkimler arasında en sert ve adil olanı ölümsüzlükle diğerlerinden ayrıldı çünkü zulmetmeden sağlanan adalet insanları gafil merhametten daha çok memnun eder.
Nükte konularında da alkışa yer vardır. İyi bir konuşmanın tatlılığı ruhu tazeler ve kulaklarımızın pasını siler. Metafizik bir kavramın kuruluğu ise işkence eder, baş ağrıtır.
En Büyük Hünerinizi Bilin
İnsanların en büyük kişisel hünerleriyle, en kral yetenekleriyle bağlantı kurabilmeleri zekâdan mıdır yoksa şanstan mı, bilmem.
Bazılarını kalbi, bazılarını aklı yönetir. Çalışmak için cesareti, savaşmak için nükteyi kullanmaktan daha aptalca bir şey var mıdır?
Bırakın tavus kuşu tüylerinden, kartal da uçuşundan memnun olsun. Devekuşunun uçmak isteyerek ibretlik bir düşüşe mahal vermesi gülünç olur. Bunun yerine devekuşu da tüylerinin tuhaflığıyla övünmeli.
Bir insanın herhangi bir işte saygınlık kazanmaması için bir engel yoktur, ama kazananlar o kadar azınlıktadır ki hem eşsiz oldukları, hem de mükemmel oldukları için nadir sayılırlar. Bu insanlar Zümrüdüanka gibidirler, asla şüpheden vücut bulmazlar.
Kimse kendini en zor uğraşlarda bile yeteneksiz görmez. Kendimize duyduğumuz sevgi gözümüzü kör eder, bizi ancak zaman bu rüyadan uyandırır.
Saygın bir işte vasat olmak, vasat bir işte saygın olmamak için yapıldığında mazur görülebilir. Ama en saygın işte ilk olmak varken, en düşük işlerde vasat olmak mazur görülemez.
Adamın biri şair olmasına rağmen yalnızca bir kez gerçek bir şey söylemiş. “Minerva’nın iradesine karşı gelecek ne bir şey söyleyin ne de bir şey yapın.”[11 - Minerva zanaat, meslek ve sanat tanrıçası; şair ise Horatius’tur.] Ama bir insanın kapasitesi konusunda onun inancını sarsmak kadar zor bir şey yoktur.
Ah, keşke yüzümüz için olduğu gibi anlayışımız için de aynalar olsa! Anlayış kendi kendinin aynasıdır ama kolaylıkla çarpıtılabilir ve karartılabilir. Kendi kendimizin yargıcı olduğumuzda hemen anlaşmanın şartlarındaki boşlukları buluyor, duygularımızdan rüşvet alıyoruz.
Birçok şeye rağbet etmek, meyletmek harikadır. Doğa, yüzler, sesler ve mizaçlar gibi diğer her şeyi de olağanüstü bir şekilde çeşitlendirmiştir.
Ne kadar çok zevk varsa o kadar çok meslek vardır. En az itibarlı, en düşük mesleğin bile coşkulu savunucuları bulunur. Bir kralın sezgileriyle bile başarılamayacak bir şey eğilimlerle kolaylaşır. Bir hükümdar insanları sıradan mesleklere “sen çiftçi ol, sen de denizci” diyerek atasaydı, sonunda çaresizce ellerini göklere kaldırıp öyle kalırdı. Kimse bu mesleklerin en şerefli olanından bile memnun kalmaz. Ama seçme şansı kendilerine verilirse insanlar en aşağılık olanını bile körü körüne çekici bulurlar.
Eğilimler o kadar güçlüdür ki doğru meslekle eşleştiklerinde her şeyi başaracak gücü verebilirler. Ama bu ikisi çok nadiren ahenk içinde bir araya gelir.
Hernan Cortes uğraşlarını değiştirmeseydi İspanya’nın İskender’i, Doğu Hint Adaları’nın Sezar’ı olamazdı. Bir entelektüel olarak en fazla kabaca vasat bir mevkiye ulaşabilirdi. Bir savaşçı olarak ise dünyayı İskender ve Sezar’la bölüşerek saygınlık mevkinin zirvesine tırmanmıştır,.
Bu yüzden ihtiyatlı kişiler kendilerini zevklerinin büyüsüne bırakmalılar ve hiçbir zorlama olmadan zevklerini özel yetenekleriyle uyuşmaya ikna etmeliler. Bu kişiler özelliklerinin en büyüğünü bulduklarında bunu da memnuniyetle işe katmalılar.
Şansınızı Ölçün
Adı sık sık anılan ama çok az anlaşılan talih, makul ve hatta Katolik açıdan baktığımızda Tesadüf’ün büyükannesinden, ya da her daim yüce divanında bulunan ve bazen kabul edip bazen reddeden Takdiri İlahi’nin evladından fazlası değildir.
Talih, yüce, karşı konulamaz ve esrarengiz bir kraliçedir. Bazılarına güler, bazılarının canını yakar. Hem öz anne hem de üvey annedir. Duygularıyla değil mantığıyla, her zaman bir sır perdesi ardında hareket eder.
Siyasi önsezi ustaları her zaman kendilerinin ve başkalarının talihini gözlemler. Talih size bir anne gibi davranıyorsa bu iyiliğinden yararlanın ve kendinizi cesurca ona adayın. Talihe mahreminizi açmanız onu cezbeder.
Sezar fırtınalı bir havada yorgun kayıkçısına, “Korkmayı bırak! Sezar’ın talihine hakarettir bu!” diye bağırarak talihinin nabzını tutmuştur. Hiçbir çapa bu laftan daha etkili olamazdı. Talih kuşu yanınızda yol aldığı sürece karşıdan gelen rüzgârdan korkmayın. Hava açıkken rüzgâr esmiş, ne önemi var? Yıldızlar gülümserken deniz köpürmüş, kimin umurunda?
İnsanlar genellikle işlerini yarım yamalak yapar ama iş kendi talihlerini gözlemlemeye gelince ince eleyip sık dokurlar. Bazıları şanslarının farkına varsa, şöhretle sıkı bir anlaşmaya imza atabilir. Kör kumarbazlar bile zar atmadan önce bir bakar.
Şanslı olmak harika bir lütuftur, bazıları en iyisi olduğu bile söyler. Bazıları bir gram şansa bir kilo bilgelikten ya da yüz kilo cesaretten daha çok değer verir. Bazıları itibarını şanssızlığa ve melankoliye dayandırır. Aptalların şansıysa talihsizliği marifetten saymaktır!
Kurnaz bir baba kızının çirkinliğini altınla kapatır. Evrensel bir adam ise ruhun çirkinliğini iyi şansla allayıp pullar.
Galen doktorunun, Vegetius[12 - Flavius Vegetius (M.S. dördüncü yüzyıl) Gracián’ın hayranlık duyduğu savaş sanatı yazarı.] kaptanının, Aristo da kralının şanslı olmasını istemiş. Bir kahramanın efendileri cesaret ve talihtir, kahramanlığın mihveri budur.
Ama Talih kötü bir üvey anneyse yelkenlerinizi indirin ve ısrarcı olmayın. Onun hoşnutsuzluğu kurşundan ağırdır.
Vecize açısından en zengin şair[13 - Horaitus. 30. sayfaya bakınız.]
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/baltasar-gracian/kahramanlarin-cep-aynasi-69403417/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Midillili Pittacus (M.Ö. 650-570) Yedi Yunan Bilgesinden biridir.
2
Aragonlu Fernando ve Kastilyalı İsabella’nın hükümdarlığındaki İspanya, Yeni Dünya’yı fethetmiştir.
3
Yunan mitolojisinde, Sicilya ve İtalya arasındaki Messina Boğazı’nın durgun tarafında yaşayan korkunç bir canavar.
4
Yunan mitolojisinde bir deniz canavarıdır. Zeus bir gün Charybdis’i büyük bir girdaba dönüştürmüştür.
5
Cristoforo Madruzzo (1512-1578) İspanyol Kralı II. Felipe döneminde Milano yöneticisiydi.
6
İncil 3:16-28, Süleyman, meşhur çözümü olan bebeği ikiye kesmeyi önerir.
7
Gracián muhtemelen burada Erek Savaşı’nda Kastilya Kralı VIII. Alfonso’yu yenen Ebû Yûsuf Yakub el-Mansûr’u (ö.1199) kastetmektedir.
8
Roma imparatoru, İtalica’da doğdu (bugünün Sevilla yakınlarında), M.S 117-138 yıllarında hükümdarlık yaptı.
9
Aragon’da (İspanya’nın kuzeydoğusu) doğup büyüyen Gracián’ın çok sevdiği bir İspanyol deyişi.
10
Muhtemelen Diego Velázquez (1599-1660).
11
Minerva zanaat, meslek ve sanat tanrıçası; şair ise Horatius’tur.
12
Flavius Vegetius (M.S. dördüncü yüzyıl) Gracián’ın hayranlık duyduğu savaş sanatı yazarı.
13
Horaitus. 30. sayfaya bakınız.