Cennetin bu yakası
F. Scott Fitzgerald
F. Scott Fitzgerald’ın yayımlandığı yıllarda büyük bir ilgiyle karşılanan bu otobiyografik romanı, büyük bir yazarın doğuşunu müjdeliyor. Yazarın henüz 20’li yaşlarındayken yazdığı Cennetin Bu Yakası egoist, hassas, toy ve hayalperest üniversite öğrencisi Amory Blaine’in hayatı tanımasının hikâyesini anlatıyor. I. Dünya Savaşı’nın sebep olduğu huzursuzlukla mücadele eden Amerika’da Amory hayallerinin peşine düşüyor, büyük yenilgiler alıyor, âşık oluyor, kaybediyor, kendini keşfediyor.
Cennetin Bu Yakası, Caz Çağı’nın getirdiği değişim ve bu değişimin bireyler üzerindeki yansımasını ustalıkla anlatan etkileyici bir roman. Yazar 1920’li yılların kayıp kuşağının hassas düşünce yapısını resmederken insanlığın değişime duyduğu ihtiyacın ve korkunun zamansızlığını da ortaya koyuyor.
F. Scott Fitzgerald
Cennetin Bu Yakası
“… Cennetin bu yakasında…
Huzur yoktur aklı başında olanlara.”
Rupert Brooke
“Tecrübe, birçok insanın hatalarına verdiği addır.”
Oscar Wilde
Sigourney Fay’e
Francis Scott Key Fitzgerald (24 Eylül 1896 – 21 Aralık 1940), Amerikalı bir romancı ve öykü yazarıdır. Caz Çağı’nı anlattığı eserleri yaşadığı dönemde pek ilgi görmemişse de, Fitzgerald günümüzde 20. yüzyılın en büyük Amerikalı yazarlarından biri kabul edilir.
Fitzgerald yaşadığı dönemde toplam 4 roman yazmıştır: This Side of Paradise (Cennetin Bu Yakası), The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby), Tender is the Night (Sevecendir Gece) ve The Beautiful and the Damned. Yazmayı bitiremediği romanı The Last Tycoon ise ölümünün ardından yayımlanmıştır. Fitzgerald’ın aynı zamanda 4 öykü kitabı da bulunmaktadır ve yaşadığı süre boyunca gazete ve dergilerde 150’den fazla öyküsünün yayımlandığı bilinmektedir.
F. Scott Fitzgerald, 1896 yılında Minnesota’da üst-orta sınıfa mensup bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunun ilk yıllarını New York ve Batı Virginia’da geçirdi. Ailesinin Katolik olması nedeniyle bir süre Katolik okullarına devam etti. Princeton Üniversitesi’ne girmesinin ardından zamanının önemli bir bölümünü yazmaya ayırmaya başladı. Burada geleceğin yazarları ve edebiyat eleştirmenleriyle arkadaşlık kurdu. Yazıları Triangle, Nassau Lit ve Princeton Tiger’da yayımlandı.
İlk romanı Cennetin Bu Yakası, yayıncının kitapta gördüğü eksiklikler ve savaş döneminin yarattığı maddi sıkıntılar sebebiyle basılamadı.
Alabama’da Zelda Sayre ile tanışması ve ona âşık olması, Fitzgerald’ın hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. Zelda’yı evlenmeye ikna etti; ancak nişandan kısa bir süre sonra Zelda bu evlilikten vazgeçti. Sayre ailesi Fitzgerald’ın gelirinin ikisini geçindirmeye yetmeyeceğini düşünüyordu ve bu da ayrılmalarına sebep oldu.
Fitzgerald çalışmakta olduğu reklam şirketinden ayrıldı, ailesinin evine döndü. Burada Cennetin Bu Yakası’nın eksik taraflarını düzeltti ve kitabı yayıncıya kabul ettirmeyi başardı. Okurlar tarafından yoğun bir ilgiyle karşılanan Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın edebiyat kariyeri için muhteşem bir başlangıç oldu ve Sayre ailesinin fikir değiştirmesini sağladı. Kitabın yayımlanmasının hemen ardından evlendiler; 1921’de ilk ve tek çocukları dünyaya geldi.
1920’lerde sık sık Paris’e gidip gelen Fitzgerald gördüklerinden çok etkilendi. Burada yaşayan Amerikalı edebiyatçılarla arkadaş oldu. Bu arkadaşlarının en önemlilerinden biri, Amerikan edebiyatının önde gelen yazarlarından Ernest Hemingway’di. Ne var ki Hemingway, Zelda’yla hiç iyi anlaşamıyordu; çünkü ona göre Zelda, kocasının çok içmesine ve yazamamasına sebep oluyordu.
Genç çift tamamen eğlence odaklı bir hayat sürüyor, bu da maddi açıdan yaşadıkları zorlukların devam etmesine yol açıyordu. Sürekli hasta olan Zelda’ya en sonunda şizofreni tanısı konmasıyla birlikte, yaşadıkları zorluklar biraz daha arttı. Bu dönemlerde kaleme aldığı ve otobiyografik nitelikler taşıyan Muhteşem Gatsby ve Sevecendir Gece ne okurlar ne de eleştirmenler tarafından sevildi. Tüm bunların etkisiyle Fitzgerald zor günler geçirmeye başladı. Sık sık hastaneye yatırılıyordu; sürekli içiyordu ve kendine bakamaz haldeydi.
1930’lu yılların sonlarında iki kez kalp krizi geçiren Fitzgerald, 1940’ta, 44 yaşındayken yine kalp krizi sebebiyle yaşama veda etti. Zelda ise 1948’de, kaldığı akıl hastanesinde çıkan bir yangında yaşamını yitirdi.
Fitzgerald’ın yaşadığı dönemde ilgi çekmeyen ve pek beğenilmeyen Muhteşem Gatsby, ilerleyen yıllarda büyük bir ilgi görmeye başladı. Fitzgerald’ın başyapıtı, aynı zamanda 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının başyapıtlarından biri haline gelmişti; pek çok dile çevrildi, çok satan kitaplar listelerinden hiç düşmedi, okullarda okutuldu ve satışı milyonları buldu.
Fitzgerald, I. Dünya Savaşı’nın etkisi altındaki Amerikalıları ve Caz Çağı insanlarının ruh halini konu edindiği gerçekçi romanlarıyla dönemin en parlak yazarlarından biri olmuştur ve günümüzde de büyük bir ilgiyle okunmaya devam etmektedir.
F. Scott Fitzgerald, 1917’de ilk romanı üzerinde çalışmaya başladığında henüz 21 yaşındaydı; Princeton Üniversitesi’ndeki pek de parlak olmayan öğrenimini tamamlamış ve orduya yazılmıştı. 23 yaşındayken yayımladığı Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın çağının en önemli yazarlarından biri olma yolunda attığı ilk adımdı.
Fitzgerald, hayranı olduğu şairler Rupert Brooke ve Algernon Swinburne’den aldığı ilhamla önceleri bir şiir kitabı yazmayı düşünüyordu. Ancak daha sonra şiir ve düzyazıyı bir araya getirdiği bir roman yazmaya karar verdi ve bu romanda sevdiği şairlere de bolca yer verdi.
Zorlu askerlik görevi sırasında bulabildiği tüm boş vakitleri yazarak geçiren Fitzgerald, üç ay boyunca tüm hafta sonlarında hiç ara vermeden yazdığını ve kitabın ilk bölümü olan “Romantik Egoist”i tamamladığını söylemişti. Fitzgerald’ın akıl hocası Sigourney Fay’in tanıdığı bir yazar, kitabı dönemin önemli yayıncılarından Scribner’s’a ulaştırmış ve onlar da yayımlamaya karar vermişlerdi. Edith Wharton, Henry James ve J.M. Barrie gibi ünlü yazarların da yayıncısı olan Scribner’s, bu genç yazarı, Amerikan gençliğinin o dönemki ruh hallerini anlatma konusunda çok başarılı bulmuştu. Yayıncıya göre bu roman, iyi bir edebiyat eseriydi ve yazar öldüğünde maddi açıdan da değerli olacaktı.
Bir süre sonra yayınevi, savaş zamanı baskı maliyetlerinin artmasını ve yayımlanmayı bekleyen çok fazla kitaplarının olmasını bahane ederek bu kitabı yayımlamaktan vazgeçti. Hikâyede eksiklikler görmeleri de fikir değiştirmelerinin bir diğer sebebiydi. Önerecekleri değişikliklerin yapılması halinde kitabı yayımlayabileceklerini söylediler ve Fitzgerald 1 ay gibi kısa bir sürede istedikleri tüm değişiklikleri yaptı. Ancak kitap bir kez daha reddedildi.
Aynı tarihlerde Fitzgerald, yaşadıkları çevrede tanınan bir ailenin kızı olan Zelda Sayre ile tanıştı ve kısa sürede birbirlerinden hoşlanmaya başladılar. Nişanlarının ardından Fitzgerald New York’a taşındı; orada gündüzleri bir reklam ajansında çalıştı, geceleriniyse hikâyeler yazarak geçirdi. Geliri çok düşüktü ve hikâyelerinin hiçbirini yayımlatmayı başaramamıştı. Bu durum Zelda ve ailesinin nişanı bozma kararı vermesine yol açtı.
Zelda’yı geri kazanmak için romanını yeniden düzeltip yayımlatmayı kafasına koyan Fitzgerald, işini bıraktı ve ailesinin evine geri döndü. 2 ay boyunca romanı üzerinde çalıştı; geçmişte yazmış olduğu şiirler ve düzyazılardan bazılarını, kendisinin yazdığı ve ona yazılmış mektuplardan bölümleri romanına ekledi. Romanı bir an önce tamamlamak için acele ediyordu; çünkü hem maddi açıdan hem de duygusal açıdan bu romanın tamamlanması onun için çok büyük önem taşıyordu.
Değişiklikleri bitirdiğinde kitabı daha önceden reddeden yayıncıya gönderdi ve çok kısa sürede cevap aldı. Romanı yayımlamaya karar vermişlerdi. Fitzgerald bunun üzerine daha önce yayımlatmayı başaramadığı hikâyelerini de düzenlemeye ve geliştirmeye karar verdi. Bu hikâyelerin pek çoğu dönemin önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlandı.
Kitabın ve hikâyelerin yayımlanmasından kazandığı para sayesinde Zelda’yı ve ailesini yeniden nişanlanma konusunda ikna etti. Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasını izleyen haftada, 3 Nisan 1920’de evlendiler.
Hakkında yazılan değerlendirmeler ve yapılan reklamların etkisiyle Cennetin Bu Yakası’nın 3000 adetlik ilk baskısı 3 günde tükendi. Aynı yıl içinde 8 baskı daha yapıldı. Bir sonraki yılın sonuna gelindiğindeyse satış adedi 50.000’i bulmuştu. Fitzgerald’ın yaşadığı süre zarfında en fazla satılan kitabı bu oldu. Yazarın 1940 yılında ölmesine kadar Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) yaklaşık 25.000, Sevecendir Gece (Tender is the Night) ise yaklaşık 15.000 kopya satmıştı.
Cennetin Bu Yakası, yazarın başyapıtı sayılmasa bile Amerika’daki üniversite gençliğini anlatan ilk gerçekçi roman ve Amerikan gençliğinin 20’li yıllardaki uyanışını anlatan ilk roman olmasıyla öne çıkar. Fitzgerald’ın bu romanıyla, benzer temalar barındıran pek çok romanın yayımlanmasının yolunu açtığı söylenebilir. Öte yandan savaşı anlatmasa da bu kitap, I. Dünya Savaşı zamanlarında Amerikalıların nasıl yaşadıklarına dair bir belge niteliğindedir.
Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın diğer romanları gibi otobiyografik bir romandır. Yazarın kendi yaşantısının izleri, burada diğer kitaplarına kıyasla daha belirgindir. Tıpkı Fitzgerald gibi Princeton’da öğrenci olan Amory Blaine’in yaşadıkları, Fitzgerald’ın kendi deneyimleriyle paralellik göstermektedir. Amory’nin hisleri ve olaylar karşısında gösterdiği tepkiler Fitzgerald’ın dünyasını yansıtsa da Amory, Fitzgerald’a göre daha şanslı bir gençtir. Amory’nin annesi Beatrice Blaine, Fitzgerald’ın sahip olduğu değil, sahip olmayı çocukluğundan beri arzuladığı annedir. Varlıklı, sosyal, çekici ve çevresi insanlarla çevrili bu kadın, oğluna her türlü kapıyı açabilecek güce sahiptir.
Eleştirmenler Amory’nin akıl hocası Monsenyör Darcy ile Fitzgerald’ın bu kitabı ithaf ettiği Sigourney Fay arasında çeşitli benzerlikler bulunduğunu söylemektedir. Öğrencilik yıllarında Fitzgerald’a çok yardımı dokunan Katolik rahip Fay, aynı zamanda Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasına aracı olan kişidir. Kitapta Monsenyör Darcy’nin yazdığı mektupların bazı bölümleri Fay’in Fitzgerald’a yazdığı gerçek mektuplardan alınmıştır.
1920’li yıllarda Amerikan yaşantısını ve gençliğin ruh hallerini başarılı bir biçimde betimleyen bu roman, Fitzgerald’ın büyük bir romancı olacağına dair ipuçları barındırmaktadır. Bu büyük yazarın ilk romanını Türkçeye kazandırıyor olmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz.
Birinci Kitap
Romantik Egoist
Bir
BEATRICE’İN OĞLU AMORY
Amory Blaine, kelimelerle ifade edilmesi güç özelliği dışında, onu kayda değer biri yapan tüm huylarını annesinden almıştı. Babası, Byron’ın eserlerini beğenen ve Britannica Ansiklopedisi okurken uyuklamayı alışkanlık haline getirmiş beceriksiz ve kendini ifade edemeyen bir adamdı; “Chicago simsarları” diye bilinen iki ağabeyinin ölümüyle otuz yaşında zengin olmuştu. Dünyanın ayakları altında olduğu hissine kapıldığı ilk anda da Bar Harbor’a gitmiş ve Beatrice O’Hara’yla tanışmıştı. Sonuç olarak Stephen Blaine’in gelecek nesillere aktarabildiği yegâne miras 1.80’lik boyu ve çok önemli zamanlarda kararsız kalma eğilimi olmuştu. Bu iki özelliği de oğlu Amory’de görmek mümkündü. Stephen cansız, ipeksi saçlarla örtülü yüzü ve dikkat çekmeyen fiziğiyle yıllar boyunca aile içinde geri planda kalarak, kendini daima karısına “bakmaya” adamış ve ömrünü daima onu anlamadığı, anlayamayacağı düşüncesiyle huzursuz bir vaziyette geçirmişti.
Halbuki Beatrice Blaine! Ah, ne kadındı! Babasının Wisconsin’de, Geneva Gölü kıyılarındaki malikânesinde ya da gençliğinde yalnızca fevkalade zenginlerin kızlarının kabul edildiği aşırı pahalı bir eğitim kurumu olan Roma’daki Kutsal Kalp Manastırı’nda çekilen eski fotoğrafları, yüz hatlarının hayranlık verici zarafetini ve kıyafetlerinin kusursuz sadeliğini gözler önüne sererdi. Aldığı harikulade eğitim sayesinde gençlik yıllarını bir Rönesans ihtişamıyla geçirmişti, eski Katolik ailelerle ilgili dedikodularda deneyimliydi; Kardinal Vitori, Kraliçe Margarita ve yalnızca belirli bir kültür düzeyine sahip kişileri tanıyan daha nice zarif şöhret tarafından bilinen, son derece zengin Amerikalı bir kızdı. Viski sodayı şaraba tercih etmeyi İngiltere’de, havadan sudan konuşmalarını iki anlama gelecek şekilde genişletmeyi Viyana’da geçirdiği bir kış mevsiminde öğrenmişti. Her şeyden önemlisi Beatrice O’Hara bir daha asla mümkün olmayacak bir eğitimden geçmişti: Bir insanın gururlanacağı ya da etkileyebileceği şeylerin ve kişilerin sayısıyla ölçülen bir vesayet… Usta bahçıvanın tek bir mükemmel tomurcuk yetiştirebilmek uğruna diğer tüm dalları budayabildiği bir çağın son günlerinde her tür sanat ve gelenek açısından zengin, fakat tüm fikirlerden yoksun bir medeniyet…
Beatrice, hayatının daha sönük bir döneminde Amerika’ya dönmüş, burada Stephen Blaine’le tanışıp onunla evlenmişti. Bu evlilik tamamen biraz yorgun, biraz da üzgün olmasının sonucuydu. Tek çocuğunu usandırıcı bir süre boyunca karnında taşıdıktan sonra, doksan altı senesinin ilkbaharında dünyaya getirmişti.
Amory daha beş yaşındayken onun için hoş bir arkadaş haline gelmişti. Kumral saçları, büyüdüğünde onu yakışıklı biri yapacak kocaman gözleri, kolayca hayallere kapılan bir aklı ve süslü elbiselere merakı olan bir çocuktu. Dört yaşından on yaşına gelene kadar, babasının özel arabasıyla, annesinin çok sıkılıp lüks bir otelde sinir krizi geçirdiği Coronado’dan, neredeyse salgın halini alan hafif bir hastalık kaptığı Meksiko’ya kadar tüm ülkeyi dolaşmıştı. Bu hastalık Beatrice’i memnun etmiş, özellikle sersemletici birkaç kuvvet verici ilaçtan sonra onu hayatının olmazsa olmazlarından biri haline getirmişti.
Kendisinden daha az şanslı zengin çocukları Newport sahillerinde dadılarına kafa tutarken, pataklanırken, özel dersler alırken ya da Do and Dare ve Frank on the Lower Mississippi’yi[1 - Do or Dare (1884): “Doğruluk mu Cesaret mi”, Horatio Alger Jr. (1834 – 1899) tarafından yazılan roman. (ç.n.)Frank on the Lower Mississippi (1867): “Aşağı Missisippili Frank”, Harry Castle-mon takma adını kullanan Charles Austin Fosdick’in (1842-1915) romanı. (ç.n.)] okurken Amory, Waldorf’ta[2 - Waldorf: New York’ta 5. Cadde’yle 33.caddenin kesişiminde yer alan lüks otel. (ç.n.)] hiçbir şeye itiraz etmeyen komileri ısırıyor, oda müziğine ve senfonilere duyduğu doğal tiksintiden kurtuluyor ve annesinden son derece uzmanlık gerektiren bir eğitim alıyordu.
“Amory.”
“Eveet, Beatrice.” (Annesine tuhaf bir şekilde böyle seslenirdi, Beatrice de bunu teşvik ederdi.)
“Canım, yataktan çıkmayı aklından bile geçirme. Daima genç yaşta erken kalkmanın insanı asabileştirdiğini düşünmüşümdür. Clothilde kahvaltını buraya getirecek.”
“Tamam.”
“Amory, bugün kendimi çok yaşlı hissediyorum,” diye iç çekti, yüzünde acıma uyandıran eşine az rastlanır bir ifade vardı, ses tonu harikulade bir şekilde değişmişti, elleri Bernhardt’ınki[3 - Sarah Bernhardt (1844-1923), Fransız asıllı ünlü dansçı. (ç.n.)] kadar maharetliydi. “Bugün sinirlerim çok bozuk, çok… Yarın bu korkunç yerden ayrılıp güneşli bir yerlere gidelim.”
Amory karmaşık saçlarının arasından yeşil gözleriyle annesine delici bakışlar attı. Daha bu yaşta bile onun yapmacık hareketlerine kanmıyordu.
“Amory.”
“Ah, evet.”
“Sıcak bir banyo yapmanı istiyorum, dayanabileceğin kadar sıcak olsun, sinirlerini gevşetmek için. Eğer istersen küvette bir şeyler okuyabilirsin.”
Beatrice, ona daha on yaşına gelmeden Fêtes Galantes’tan[4 - Fêtes Galantes (1869): Fransız sembolist şair Paul Verlaine’in (1844-1896) şiir kitabı. (ç.n.)] bölümler okurdu. On birine geldiğinde rahat bir şekilde sanki onları tanırmışçasına Brahms, Mozart ve Beethoven’dan konuşabiliyordu. Bir gün öğleden sonra Hot Springs’teki otelde tek başınayken annesinin kayısı likörünün tadına bakmış ve hoşuna gidince içmeye devam edip hafif sarhoş olmuştu. Önceleri bu hal hoşuna gitse de aynı coşkuyla sigarayı denemeye kalkınca iğrenç, pespaye bir etkiyle karşılaşmıştı. Bu olay Beatrice’i hem korkutmuş hem de gizliden gizliye eğlendirmiş ve sonraki nesillerin bu durumu onun “mirası” olarak adlandırmasına sebep olmuştu.
Bir gün Amory, onun dehşet içinde kalmış bir oda dolusu kadına “Bu benim oğlan,” dediğini duymuştu; “son derece bilmiş ve çok alımlı… Ama hassas… Bizler hassasız, burada, anlarsınız ya.” Eli göğsünün üzerinde son derece zarif bir biçimde duruyordu, sonra sesini bir fısıltı tonuna indirerek onlara kayısı likörü hadisesini anlattı. Beatrice hikâye anlatma konusunda öyle maharetliydi ki kadınlar onu neşeyle dinlediler. Ama o gece, kendi küçük Bobby ve Barbara’larını muhtemel bir sapkınlıktan korumak için büfeleri kilitleyenlerin sayısı bir hayli fazla oldu.
Bu çetin aile yolculukları daima ihtişamlıydı: İki hizmetçi, özel araba, müsait olduğunda Bay Blaine ve çoğu zaman bir de doktor. Amory boğmacaya yakalandığında yatağının başında bezgince birbirine bakan dört uzman doktor vardı, kızıl hastalığı geçirdiğinde kendisine eşlik edenlerin sayısı doktorlar ve hemşireler dahil on dördü bulmuştu. Her şeye rağmen Amory her defasında iyileşmişti; çıkmadık candan ümit kesilmezdi zaten.
Blaine’ler belli bir şehre bağlı değillerdi. Onlara Geneva Gölü’nden Blaine’ler derlerdi, arkadaş yerine geçebilecek çokça akrabanın yanı sıra Pasadena’dan Cape Cod’a dek hatırı sayılır bir itibarları vardı. Beatrice zaman geçtikçe yeni insanlarla tanışıklık kurmaya daha meyilli oluyordu. Kendi kanunlarının ve ıslah çalışmalarının tarihçesi, yurtdışında geçirdiği yıllara dair anılar gibi belirli aralıklarla tekrarlayabileceği değişmez birkaç hikâyesi olurdu. Tıpkı Freudyen rüyalar gibi bunları bir şekilde içinden atması gerekiyordu, yoksa içinde birikerek sinirlerini geriyorlardı. Ancak Beatrice, Amerikan kadınlarında hep kusur buluyordu; özellikle de sayıları hızla artan eski Batılılarda.
Amory’ye “Onların aksanı var, canım,” derdi, “Güneyli ya da Boston aksanı gibi de değil, herhangi bir bölgeyle bağı olmayan bir konuşma tarzı…” Dalgın bir havayla konuşmasını sürdürürdü. “Eski, modası geçmiş Londra aksanlarını alıp talihsiz bir şekilde kullanıyorlar. İngilizceyi uzun yıllar Büyük Chicago Operası Cemiyeti’nde çalışan bir İngiliz uşak gibi konuşuyorlar.” Neredeyse anlaşılmaz bir şekilde devam ederdi, “Sanırım… Her Batılı kadın hayatında… Bir aksana sahip olmasına fırsat tanıyacak kadar zengin bir kocaya sahip olmak ister… Beni etkilemeye çalışırlardı, canım…”
Beatrice vücudunu bir tür zafiyet yığını olarak düşünüyor olsa da ruhunun hasta olduğuna inanıyor, bu yüzden de onu önemsiyordu. Eskiden Katolikti; ama rahiplerin kiliseye olan inancını kaybeden ya da geri kazananlara daha çok ilgi gösterdiğini fark ettikten sonra inanç konusunda son derece tereddütlü bir tavır benimsemişti. Çoğu zaman Amerikan Katolik din adamlarının estetik anlayıştan ve zevkten yoksun oluşlarından şikâyet ederdi. Her ne kadar Kuzey Amerika’nın muazzam katedrallerinin gölgesinde yaşıyor olsa da ruhunun Roma kilisesinin sunağında ufak bir alevden ibaret olacağından emindi. Tıpkı doktorlar gibi rahipler de onun en büyük eğlencesiydi.
“Ah Piskopos Wiston,” derdi, “kendimden bahsetmek istemiyorum. Kapınıza üşüşüp cana yakın davranmanız için yalvaran histerik kadın güruhunu hayal edebiliyorum.” Ancak bir din adamı tarafından doldurulabilecek kısa bir aradan sonra şöyle devam ederdi, “ama benim ruh halim onlarınkinden tuhaf şekilde farklı.”
Beatrice, ruhani aşkını yalnızca piskoposlara ve daha yüksek mevkideki din adamlarına ifşa ederdi. Ülkesine ilk kez döndüğünde Swinburne[5 - Algernon Charles Swinburne (1837-1909), tabu kabul edilen birçok konuda yazan İngiliz şair, oyun yazarı ve romancı. (ç.n.)] tarzında, Ashville’li pagan bir delikanlıyla tanışmış ve bu genç adamın öpücüklerine karşı büyük bir tutku, içten sohbetlerine karşıysa şiddetli bir arzu besler hale gelmişti. Birlikte aşırı duygusallıktan uzak entelektüel bir romantizme kapılarak lehinde ve aleyhinde oldukları konuları tartışırlardı. Sonunda Beatrice zengin bir hayat sürebileceği bir evlilik yapma kararı aldı ve Asheville’li genç pagan, ruhsal bir kriz yaşayarak Katolik kilisesine katıldı. Artık Monsenyör Darcy adıyla anılıyordu.
“Hatta Bayan Blaine için kardinalin sağ kolu olan bu adam hâlâ hoş bir dosttu.”
Güzel kadın, “Amory bir gün ona gidecek, biliyorum,” diye fısıldıyordu “ve Monsenyör Darcy onu beni anladığı gibi anlayacak.”
Amory on üç yaşına geldi, Kelt asıllı annesinin tahmin edebileceğinden çok daha uzun ve inceydi. Arada bir “iyi yetişmesi gerektiği” düşüncesiyle özel ders alıyordu; gittikleri her yerde “çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu” ama öğretmenleri onun nerede kaldığını bir türlü anlayamıyor olsalar da aklı sürekli formda kalmayı başarıyordu. Ne var ki birkaç yıl daha böyle yaşamayı sürdürürse ne durumda olacağı tam bir muammaydı. Beatrice’le İtalya’ya gitmek için yola çıktıkları gemi karadan ayrılalı dört saat olmuşken muhtemelen yatakta yediği onca yemek yüzünden Amory’nin apandisi patladı. Avrupa’ya ve Amerika’ya üst üste gönderilen bir dizi telgraftan sonra tüm yolcuların şaşkın bakışları arasında koca gemi Amory’yi limana bırakmak için rotasını çevirerek New York’a geri döndü. Bu olayı yaşayanlardan biri değilseniz bunun muhteşem bir şey olduğunu kabul etmelisiniz.
Ameliyattan sonra Beatrice içkinin etkisiyle ortaya çıkan hezeyanlara şaşırtıcı derecede benzeyen bir sinir krizi geçirdi ve Amory sonraki iki yılı dayısı ve yengesiyle geçirmek üzere Minneapolis’te kaldı. İşte Batı medeniyetinin o yalın, bayağı havası, onu ilk olarak orada gafil avlamıştı.
Amory İçin Bir Öpücük
Amory notu okuduğunda yüzünde alaycı bir ifade belirdi.
“Bir kızak partisi vereceğim,” diyordu, “17 Aralık Perşembe günü, saat beşte. Eğer sen de gelebilirsen çok sevinirim.”
Sevgiler, L.C.V.[6 - L.C.V.: Lütfen cevap veriniz. (ç.n.)] Myra St. Claire
Minneapolis’e geleli iki ay olmuştu ve bu sürede yaşadığı en büyük sıkıntı kendini “okuldaki diğer çocuklardan” ne denli üstün hissettiğini saklama konusunda olmuştu; fakat bu varsayımı pek sağlam temellere dayanmıyordu. Amory bir gün Fransızca dersinde (ileri Fransızca dersi alıyordu) aksanını küçümseyip durduğu Bay Reardon’ın telaffuzunu düzelterek gösteriş yapmış ve tüm sınıfı kendine hayran bırakmıştı. On yıl önce Paris’te birkaç hafta geçirmiş olan Bay Reardon ne zaman defterini açacak olsa fiillerle ilgili sorular sorarak ondan intikamını alıyordu. Başka bir sefer de Amory tarih dersinde gösteriş yapmaya çalışmış ama bunun sonuçları öyle korkunç olmuştu ki kendi yaşıtları sonraki bir hafta boyunca birbirlerine imalı laflar atıp durmuştu:
“Aaah, sanıyorum ki Amerikan devrimi ekseriyetle orta sınıfları ilgilendiren bir vakaydı,” ya da “Washington çok asil bir aileden geliyordu… Aaah, çok asil… Sanıyorum…”
Amory bilinçli olarak lafı geveleyerek kendini yaptığı gaftan kurtarmaya çalışmıştı. İki yıl önce Amerika tarihini okumaya girişmiş, ne var ki ancak annesinin büyüleyici bir sesle telaffuz ettiği Koloni Savaşları’na[7 - Koloni Savaşları: Özellikle 16. yüzyılda İspanyol asker ve kâşiflerin Amerika’yı işgal ederek yerli halkla savaşmasıyla başlayan kolonileşme dönemi savaşları. (ç.n.)] kadar gelebilmişti.
En büyük dezavantajı ise spor konusundaydı. Okulda güçlü ve popüler olabilmek için sporun ne kadar önemli olduğunu fark ettiğinde canını dişine takarak kış sporlarında ustalaşmayı kafasına koydu. Bilekleri ağrıyıp burkulsa da, her öğleden sonra cesurca Lorelie kayak alanına giderek paten yapıyor ve ne zaman bir hokey sopasını patenlerine takılmadan tutabileceğini merak ediyordu.
Bayan Myra St. Claire’in kızak partisi davetiyesi, o sabahı ceketinin cebinde, tozlu bir parça fıstıklı şekerlemeyle birlikte geçirdi. Öğleden sonra Amory iç çekerek davetiyeyi cebinden çıkardı, biraz düşündükten ve Latinceye Giriş kitabının arkasında ilk taslağını hazırladıktan sonra cevabını yazdı:
Pek sevgili Bayan St. Claire;
Bu sabah, gelecek Perşembe akşamı yapılacak olan akşam eğlencesi için göndermiş olduğunuz cazip davetiyeyi aldığıma gerçekten çok sevindim. İltifatlarımı Perşembe akşamı bizzat sunmak son derece hoşuma gidecektir.
Saygılarımla, Amory Blaine
Böylelikle Amory perşembe günü kürekle karları temizlenmiş kaygan kaldırımlarda düşünceli bir şekilde yürüyerek annesinin tasvip edeceğini düşündüğü yarım saatlik bir gecikmeyle saat beş buçukta Myra’nın evinin önüne geldi. Eşiğe geldiğinde kayıtsızca gözlerini kısarak bekledi ve nasıl bir giriş yapacağını titizlikle planladı. Çok acele etmeden Myra’nın annesi Bayan St. Claire’in yanına doğru yürüyecek ve tam olarak şu tonlamayla şunları söyleyecekti:
“Pek sevgili Bayan Claire, geç kaldığım için ziyadesiyle üzgünüm fakat hizmetçim…” burada duraksadı ve daha önce duymuş olduğu bir cümleyi aynen tekrarladığını fark etti, “ama dayımla birlikte bir dostu görmemiz gerekti… Evet, göz alıcı kızınızla dans okulunda tanıştım.”
Sonra Amory yabancılara özgü o hafif eğilerek verilen selamla oradaki tüm samimiyetsiz küçük kızlarla el sıkışacak ve etrafını çevreleyen her iki tarafın selameti için birbirinden uzakta duran haşin erkek gruplarını başıyla selamlayacaktı.
Uşak (Minneapolis’teki üç uşaktan biriydi) kapıyı ardına kadar açtı ve Amory içeri girerek şapkasıyla montunu adama uzattı. Yan odadan yükselmesi gereken sohbetlerin tiz ciyaklamaları andıran seslerini duyamayınca çok şaşırdı ve bunun resmi bir buluşma olabileceğine kanaat getirdi. Bunu tasvip ederdi, tıpkı uşağı tasvip ettiği gibi…
Amory “Bayan Myra,” dedi.
Uşağın korkunç bir şekilde sırıttığını görünce şaşıp kaldı.
“Ah evet,” dedi, “o burada.” Doğu Londralı aksanıyla konuşma çabasının itibarını zedelediğinin farkında değildi. Amory soğuk bir tavırla onu görmezden geldi.
Uşak “Ama…” diye devam etti, sesi gereksiz derecede gürleşmişti, “buradaki tek kişi o. Parti için gelenler gitti.”
Amory bir an için dehşete kapıldı.
“Ne?”
“Kendisi Amory Blaine’i bekliyor. Siz osunuz, değil mi? Annesi eğer beş buçuğa kadar burada olursanız, ikinizin Packard’a[8 - Amerikalı The Packard Motor Car Company tarafından üretilen lüks araba markası. (ç.n.)] atlayıp peşlerinden gidebileceğinizi söyledi.”
Amory’nin çaresizliği Myra’nın belirmesiyle daha da pekişti. Kulaklarına kadar çektiği polo yaka paltosu, asık suratı ve zoraki bir kibarlık hissi veren sesiyle:
“Selam Amory,” dedi.
“Selam Myra.” Heyecanının sebebini açıkladı.
“Her neyse, sonunda gelebildin.”
“Pekâlâ, sana anlatayım. Sanırım otomobil kazasından haberin yok,” diyerek bir yalana girişti.
Myra’nın gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Kim kaza yaptı?”
Amory çaresizce “Şey…” diye devam etti, “dayım, yengem ve ben.”
“Ölen var mı?”
Amory önce sustu, sonra başını sallayarak onayladı.
Kız panikle sordu: “Dayın mı?”
“Ah hayır… Sadece bir at… Kır bir at.”
Tam bu noktada İskoç uşak kendini tutamayıp güldü.
“Muhtemelen motoru öldürmüştür,” dedi. Eğer elinde olsa Amory hiç tereddüt etmeden onu kapının önüne koyardı.
Myra umursamaz bir tavırla “Şimdi gidiyoruz,” dedi. “Görüyorsun ya Amory, kızaklar saat beş için çağırılmıştı, herkes buradaydı, bu yüzden bekleyemedik…”
“Elimden bir şey gelmezdi, öyle değil mi?”
“O yüzden annem de beş buçuğa kadar seni beklememi söyledi. Minehaha Kulübü’ne varmadan önce kızağı yakalayacağız, Amory.”
Amory’nin sarsılan özgüveni yerle bir olmuştu. Şarkılar söyleyerek karlı yollarda ilerleyen mutlu kalabalığı, limuzinin belirişini, altmış sitemkâr gözün bakışları altında kendisinin ve Myra’nın maruz kalacağı korkunç kitlesel baskıyı ve (bu sefer gerçekten) özür dileyişini gözünün önüne getirdi. Sesli bir şekilde iç çekti.
Myra “Ne oldu?” diye sordu.
“Hiçbir şey. Sadece esniyordum. Onları kulübe varmadan yakalayacağımızdan emin misin?” diye sordu. Fark ettirmeden Minnehaha Kulübü’ne gidip diğerleriyle orada, eğlenceden bıkmış gibi ateşin başında otururken buluşabileceklerine ve böylece kaybettiği saygınlığı geri kazanabileceğine dair ufacık bir umudu vardı.
“Ah, elbette Mike, onları kesin yakalarız, hadi acele edelim.”
Amory midesinin bulandığını hissetti. Arabaya binerken hızlıca yaptığı planı ikna yeteneğiyle harmanlayarak uygulamaya girişti. Planı dans okulunda öğrenmiş olduğu, kendisini “inanılmaz derece yakışıklı ve sözümona İngiliz” gösteren “trade-lasts”[9 - (İng.) Bir iltifata iltifatla karşılık verme. (ç.n.)] üzerine kuruluydu.
Sesini alçaltıp sözcüklerini dikkatlice seçerek “Myra,” dedi, “binlerce kez özür dilerim. Beni affedebilecek misin?”
Kız onu büyük bir dikkatle süzdü. Amory’nin ısrarcı yeşil gözleri, ağzı, modaya uygun şık gömleği on üç yaşındaki bu kızın romantizm anlayışına hitap ediyordu. Evet, Myra onu kolaylıkla affedebilirdi.”
“Şey… Tabii, elbette.”
Amory tekrar kıza baktı, sonra gözlerini yere indirdi. Kirpikleri dikkat çekiciydi.
Üzgün bir şekilde “Ben korkunç biriyim,” dedi. “Ben farklıyım. Neden böyle kaba hareketlerde bulunuyorum, bilmiyorum. Sanırım umursamadığımdan.” Sonra umursamazca devam etti, “Çok fazla sigara içiyorum. Sigaranın yol açtığı bir kalp rahatsızlığım var.”
Myra’nın zihninde tüm gece sürecek bir sigara âlemi canlandı, Amory nikotinle dolu ciğerleri yüzünden solgun ve sersemlemiş bir haldeydi. Sonra bir an için nefesi kesildi.
“Ah, Amory sigara içme. Büyümene engel olur!”
Amory kederli bir şekilde “Umurumda değil,” diye diretti. “Yapmalıyım. Alışkanlık edindim. Daha ne alışkanlıklarım var, eğer ailem öğrenirse…” bir an için duraksayarak kızın zihninde karanlık sahnelerin canlanmasına fırsat tanıdı. “Geçen hafta bir vodvil gösterisine gittim.”
Myra söylenenlere inanmıştı. Amory yeşil gözlerini yine ona doğrulttu.
Bir anlık duygu patlamasıyla “Bu kasabada sevdiğim tek kız sensin,” dedi. “Sen cana yakınsın.”
Myra öyle olup olmadığından emin değildi, söylediği biraz yakışıksız da olsa kulağa havalı geliyordu.
Akşam karanlığı bastırmıştı, limuzin ani bir dönüş yapınca kız Amory’ye çarptı, elleri birbirine değdi.
Myra “Sigara içmemelisin Amory,” diye fısıldadı. “Bunu bilmiyor musun?”
Amory başını salladı.
“Kimin umurunda.”
Myra duraksadı.
“Benim umurumda.”
Amory’nin içi kıpır kıpır oldu.
“Ah, evet, senin umurundadır! Sen Foggy Paker’a âşıkmışsın. Sanırım herkes bundan haberdar.”
Yavaşça “Hayır, değilim,” dedi.
Bir sessizlik oldu, Amory çok sevinmişti. Bu soğuk ve loş havadan uzaktaki sıcak ortamda Myra’da insanı kendine hayran bırakan bir şey vardı. Myra kat kat elbiseler ve kayak şapkasının altından fışkıran sarı lülelerden ibaretti.
“Çünkü ben de âşığım…” Amory sustu, uzaktan gelen genç kahkahaları duymuş ve arabanın buğulanan camından sokak lambalarının aydınlattığı caddede kızak partisinin oluşturduğu karaltıları görmüştü. Elini çabuk tutmalıydı. Uzandı, haşin ve sarsak bir çabayla Myra’nın elini daha doğrusu başparmağını kavradı.
“Şoföre doğruca Minnehaha’ya gitmemizi söyle,” diye fısıldadı. “Seninle konuşmak istiyorum, seninle mutlaka konuşmalıyım.”
Myra partiye yetiştiklerini fark etti, bir an için annesini gördü ve sonra kederini belli edercesine tam yanında duran gözlere bir bakış attı.
Megafondan “Ara sokağa gir, Richard, doğruca Minnehaha Kulübü’ne gidiyoruz!” diye bağırdı. Amory rahatlayıp iç çekerek arkasına yaslandı.
“Onu öpebilirim,” diye düşündü. “Bahse varım, onu öpebilirim. Bahse varım onu öpebilirim!”
Tepelerindeki gökyüzü yarı berrak yarı puslu, geceyse soğuk ve gerilimle doluydu. Şehir kulübünün merdivenlerinde beyaz bir battaniyenin üzerindeki çizgileri andıran yollar oluşmuştu, merdivenlerin iki yanındaki kar öbekleri dev köstebek izlerine benziyordu. Bir süre merdivenlerde oyalanarak beyaz ayı izlediler.
Amory belli belirsiz bir el hareketiyle “Bunun gibi soluk aylar,” dedi, “insanları gizemli gösteriyor. Başındaki şapkan ve dağılmış saçlarınla genç bir cadıya benziyorsun.” Myra’nın elleri saçlarına gitti. “Ah, bırak öyle kalsınlar, güzel gözüküyor.”
Merdivenlerden çıkmaya başladılar ve Myra ona küçük çalışma odasına giden yolu gösterdi, burası tam da Amory’nin hayallerindeki gibiydi, sıcacık şöminenin karşısında gömülebileceğin rahat bir koltuk… Birkaç yıl sonra burası, Amory’nin duygusal krizlerine ev sahipliği yapan harika bir sahne olabilirdi. Bir müddet kızak partilerinden bahsettiler.
Amory “Bu partilerde hep utangaç bir iki çocuk olur,” dedi, “Kızağın en arkasına oturup gizlice olan biteni izler, fısıldaşır ve birbirlerini aşağı iterler. Bir de şaşı gözlü kızlar vardır,” dehşet verici bir taklit yaparak devam etti, “Genç kızlara koruyuculuk eden yaşlı kadınlar gibi sert bir ses tonuyla konuşurlar.”
Myra hayretler içinde “Sen çok komik bir çocuksun,” dedi.
Amory birden dikkatini ona yöneltti, “Ne demek istiyorsun?” Sonunda kendine güveni yerine gelmişti.
“Ah, hep böyle tuhaf şeylerden bahsediyorsun. Neden yarın Marylyn ve benimle kayak yapmaya gelmiyorsun?”
Amory kısaca “Gündüzleri kızları sevmem,” deyip kestirip attı ama sonrasında bunun biraz haşin kaçtığını düşünüp ekledi: “Ama seni seviyorum.” Boğazını temizledi. “En sevdiğim insanlar listesinde birinci, ikinci ve üçüncü sırada sen varsın.”
Myra’nın gözleri hayallere daldı. Marylyn’e anlatacak harika bir hikâyesi olmuştu! Burada mükemmel görünüşlü bir oğlanla koltukta oturmaları, ufak bir ateş, koca binada yapayalnız oldukları hissi…
Myra teslim olmuştu. Ortam çok uygundu.
“Benim en sevdiğim insanlar listesinde ilk yirmi beş sırada sen varsın,” diye itiraf etti, sesi titriyordu, “Froggy Parker ise yirmi altıncı.”
Froggy bir saat içinde yirmi beş sıra birden düşmüştü. Üstelik henüz bunun farkında bile değildi.
Ama Amory fırsatı yakalayınca çabucak eğildi ve Myra’yı yanağından öptü. Daha önce hiçbir kızı öpmemişti, sanki yeni bir meyvenin tadına bakmış gibi merakla dudaklarını yaladı. Ardından dudakları rüzgârda savrulan yeni açmış kır çiçekleri gibi hafifçe birbirine dokundu.
Myra nazik bir coşkuyla “Müthişiz,” dedi. Elini Amory’nin elinin üstüne koydu, başını omuzuna yasladı. Amory duygularındaki ani değişiklikle sarsılmıştı, tiksiniyor, yaşananlardan iğreniyordu. Tüm benliğiyle oradan uzaklaşmayı, Myra’yı bir daha asla görmemeyi, bir daha kimseyle öpüşmemeyi diliyordu. Birdenbire kendi yüzünün ve onun yüzünün, birbirine kenetlenmiş ellerinin farkına vardı. Vücudunu terk edip gitmek, gözlerden uzakta bir yere, zihninin bir köşesine saklanmak istedi.
“Beni tekrar öp.” Kızın sesi koca bir boşluktan gelmişti sanki.
“İstemiyorum!” dediğini duydu. Bir sessizlik daha oldu.
Myra yerinden fırladı, yanaklarını incinen gururunun verdiği bir pembelik kaplamıştı, başının arkasındaki koca fiyonk durmadan titriyordu.
“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı. “Bir daha sakın benimle konuşayım deme!”
Amory “Ne oldu?” diye kekeledi.
“Anneme beni öptüğünü söyleyeceğim! Yapacağım! Yapacağım! Anneme söyleyeceğim, o da bir daha seninle oynamama izin vermeyecek!”
Amory ayağa kalktı ve karşısındaki, dünya üzerinde varlığından haberdar olmadığı yeni bir tür hayvanmış gibi ne yapacağını bilemeden kıza baktı.
Birdenbire kapı açıldı ve eşikte, el yordamıyla katlanır gözlüğünü arayan Myra’nın annesi belirdi.
Nazikçe gözlüğünü takarken “Pekâlâ,” dedi, “resepsiyondaki adam burada iki çocuk olduğunu söyledi… Nasılsın Amory?”
Amory Myra’yı izledi ve gürültünün kopmasını bekledi ama hiçbir şey olmadı. Surat asması geçmiş, pembeliği yatışmıştı, annesine cevap verirken Myra’nın sesi yaz mevsimindeki bir göl kadar sakindi.
“Ah, çok geç kaldık anne ben de düşündüm ki doğrudan…”
Amory anne kızı merdivenlere doğru izlerken alt kattan yükselen kahkahaları ve sıcak çikolatayla tatlı çöreklerin sevimsiz kokusunu duydu. Gramofonun sesi, mırıldanan onlarca kızın sesine karışmıştı, yüzü hafifçe kızardı ve her yanını ateş bastı:
Casey-Jones, lokomotife tırmandı
Casey-Jones, elinde emirleriyle
Casey-Jones, lokomotife tırmandı ve
Elveda diyerek koyuldu yola vaat edilen ülkeye gitmek üzere
Genç Egoistin Hayatından Kareler
Amory Minneapolis’te iki yıl geçirdi. İlk kış giydiği sarı mokasenler defalarca yağ ve çamura maruz kaldıktan sonra yeşilimsi kirli bir kahverengiye döndü. Gri kareli kumaştan bir yün ceketi ve kırmızı örgü bir kayak şapkası vardı. Köpeği Kont Del Monte kırmızı şapkayı kemirince eniştesi ona yüzünün üzerine düşen gri bir tane verdi. Bu şapkanın sorunu nefes alıp verdikçe içinin buz gibi havayla dolmasıydı; bir gün lanet olasıca şey yanaklarını dondurmuştu. Amory karla yanaklarını ovmuş ama değişen tek şey renginin siyahımsı bir maviye dönmesi olmuştu.
Kont Del Monte bir keresinde bir kutu meneviş yemiş, ama hiçbir şey olmamıştı. Daha sonra her nedense aklını kaçırarak sokağa fırlamış, çitlere çarparak, oluklarda yuvarlanarak tuhaf bir koşuşturmayla Amory’nin hayatından çıkıp gitmişti. Amory yatağında ağlayıp durmuştu.
“Zavallı küçük kont,” diye hıçkırmıştı, “Ah zavallı küçük kont!”
Birkaç ay sonra kontun yaptığı şeyin bir parça duygusal olduğunu düşünmüştü.
Amory ve Frog Parker, edebiyattaki en muhteşem cümlenin Arsen Lüpen’in III. perdesinde yer aldığını düşünüyordu.
Çarşamba ve cumartesi matinelerinde en ön sıraya otururlardı. Cümle şöyleydi:
“Eğer büyük bir sanatçı ya da büyük bir asker olamayacaksam, yapabileceğim en iyi şey büyük bir suçlu olmaktır.”
Amory tekrar âşık oldu ve bir şiir yazdı. Şiiri şöyleydi:
Marylyn ve Sallee,
Bu kızlar bana göre
Marylyn daha önde
Sallee’den, bu tatlı ve derin sevgide
Amory, Minnesota’lı futbolcu McGovern’ın Amerikan Yıldızlar Takımı’na birinci turda mı yoksa ikinci turda mı seçileceğiyle, kartlı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, bozuk paralı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, çift taraflı düğümün nasıl atıldığıyla, bebeklerin nasıl dünyaya geldiğiyle ve Üç Parmaklı Brown’ın gerçekten de Christy Mathewson’dan daha iyi bir atıcı olup olmadığıyla ilgileniyordu.
Okuduğu şeyler arasında şunlar vardı: For the Honor of the School, Küçük Kadınlar (iki kere), The Common Law, Sapho, “Dangerous Dan McGrew” The Broad Highway (üç kere), “Usher Evinin Çöküşü” Three Weeks, Mary Ware the Little Colonel’s Chum, “Gunga Din” The Police Gazette ve Jim-Jam Jems.
Tarihteki tüm Henty maceralarını satın almıştı ve Mary Roberts Rineheart’ın neşeli cinayet öykülerine özel bir ilgi duyuyordu.
Okul, Fransızcasını berbat ettiği gibi, sıradan yazarlara karşı bir beğenisinin oluşmasına sebep oldu. Öğretmenleri onun tembel, güvenilmez ve görünüşte zeki biri olduğunu düşünüyordu.
Birçok kızdan saç bukleleri topluyordu. Birçoğunun yüzüğünü takıyordu. Ama çok geçmeden kimse ona yüzüklerini ödünç vermez oldu, sinirlenince bir şeyleri çiğneme huyu yüzünden yüzüklerin şekillerini bozuyordu. Görünüşe bakılırsa bu durum yüzüğü ödünç alacak bir sonraki kişinin haset şüphelere kapılmasına sebep oluyordu.
Amory ve Frog Parker yaz ayları boyunca her hafta şehir tiyatrosuna gittiler. O hoş kokulu Ağustos akşamlarında neşeli kalabalığın arasında Hennepin ve Nicollet caddeleri boyunca hayal kurarak eve doğru yürürlerdi. Amory, insanların onun ne kadar muhteşem işler başaracak bir çocuk olduğunu anlamamalarına hayret ediyordu. Yüzler kendisine çevrildiğinde ya da gözler üzerine yöneldiğinde bildiği en romantik ifadeyi takınan on dört yaşındaki bu genç, ayaklarının altında asfalt değil de yumuşak yastıklar varmış gibi yürürdü.
Sonrasında yatağa girdiğinde penceresinin hemen önünde daima sesler olurdu; belirsiz, yok olup giden, büyüleyici sesler… Uykuya dalmadan önce en sevdiği hayallerden birini kurarak bir hücum oyuncusu olduğunu, Japonya’yı istila ettiği için dünyanın en genç komutanı unvanını aldığını düşlerdi. Onun hayallerini süsleyen daima bu değişim hali olurdu, asla onların gerçekleşecek olması değil. İşte bu da tam Amory’nin karakterine uygun bir şeydi.
Genç Egoistin İlkesi
Amory Geneva Gölü’ne geri çağırılmadan önce ilk mor kravatı, ilk uzun paçalı pantolonu, uçları tamamen birbirine değen takma gömlek yakası, mor çorapları ve göğsünün cebinden sarkan mor mendiliyle dışarıdan utangaç, içten içeyse heyecanlı görünüyordu. Dahası, en münasip dille bir tür aristokratik egoizm olarak adlandırılabilecek ilk hayat felsefesini, ilkesini belirlemişti.
En büyük çıkarlarının tek bir değişkene, değişen bir insana, geçmişi daima onun ayrılmaz bir parçası olacağından Amory Blaine ismiyle etiketlenen bu kişiye bağlı olduğunu fark etmişti. Amory kendisini muazzam bir iyilik ve kötülük kapasitesine sahip, şanslı bir genç olarak değerlendirirdi. “Güçlü bir iradeye” sahip olduğunu düşünmezdi, ama hünerlerine (çabuk öğrenen biriydi) ve üstün zekâsına (çok derin kitaplar okurdu) güvenirdi. Asla mekanik ya da bilimsel bir zihniyete sahip olamayacağı gerçeğiyle gururlanırdı. Bunun dışında ulaşamayacağı yüksek bir mevki yoktu.
Fiziksel açıdan: Amory ziyadesiyle yakışıklı olduğunu düşünürdü. Öyleydi de. Kendini çeşitli sporlara yatkın bir atlet ve kıvrak bir dansçı olarak görürdü.
Sosyal açıdan: İşte, durumun en tehlikeli hali aldığı nokta burasıydı. Kendisine bahşettiği kişilik, cazibe, çekicilik ve duruş, hemcinslerini gölgede bırakan bir güçken tüm kadınları büyüleyen bir yetenekti.
Zihinsel açıdan: Şüpheye yer bırakmayan mükemmel üstünlük.
Bu noktada bir itirafta bulunmak gerek. Amory vicdan söz konusu olduğunda epey müsamahasızdı. Ona boyun eğdiği için değil… Zaten daha sonra ondan tamamen kurtulacaktı da… Ama on beş yaşındayken vicdanı, onun kendisini diğer çocuklardan çok daha beter görmesine sebep oluyordu. Vicdansızlık… Kötülük söz konusu olduğunda bile insanları etkileme arzusu… Bazen acımasızlığa varan bir soğukkanlılık ve kayıtsızlık… Değişken bir onur anlayışı… Müthiş bir bencillik… Cinsellikle ilgili her şeye duyulan hayret verici, sinsi bir merak…
Bu süslü görüntünün altında tuhaf bir zayıflık da yatardı. Kendinden yaşça büyük bir çocuğun (kendinden yaşça büyük çocuklardan nefret ederdi) dudaklarından dökülen kaba bir söz, onu altüst ederek kasvetli bir duygusallığa veya yersiz bir mahcubiyete sürükleyebilirdi… O hislerinin kölesiydi; umursamaz ve küstah olabileceğini hissetse de ne cesareti, ne kararlılığı ne de kendine saygısı vardı.
Kendini tanıma yerine kendinden şüphe etmeyle harmanlanmış kibir, insanları iradesine hizmetle yükümlü makineler olarak gören bir algı, dünyanın zirvesine çıkabilmek için tüm diğer çocukları “geçme” arzusu… İşte Amory böyle bir altyapıyla ergenliğe girdi.
Büyük Maceraya Hazırlık
Tren yaz ortasının verdiği rehavetle, yavaşça Geneva Gölü’ne yaklaşırken Amory’nin gözüne istasyonun çakıllı yolundaki elektrikli otomobilinde bekleyen annesi ilişti. Bu, eski bir elektrikli otomobildi. İlk modellerden. Gri renkli… Annesini yüzünde güzellik ve asaletle, eski anıları hatırlamanın verdiği bir tebessümle dimdik oturmuş bir halde görünce birden onunla gurur duydu. Birbirlerini sakince öptüler, Amory otomobile binerken bir an onunla boy ölçüşebilmesi için gereken cazibeyi yitirdiğinden korktu.
“Sevgili çocuk… Boyun epey uzun, arkaya bak da gelen giden var mı söyle…”
Kadın sola ve sağa baktı, saatte üç kilometre hızla son derece dikkatli bir şekilde yola koyuldu. Amory’den kendisine gözcülük yapmasını istedi. Hatta kalabalık bir dörtyol ağzına geldiklerinde Amory’nin arabadan inerek önden gitmesini ve bir trafik polisi gibi ona kılavuzluk etmesini söyledi. Beatrice’e dikkatli bir şoför demek mümkündü.
“Çok uzunsun ama yine de yakışıklısın, insanların tuhaf göründüğü yaşı atlatmışsın. On altı yaşında mı öyle gözükülüyordu, on dört ya da on beş de olabilir, bir türlü hatırlayamam… Ama sen o yaşı atlatmışsın.”
Amory “Beni utandırma,” diye fısıldadı.
“Ama sevgili çocuğum, bu nasıl bir kılık! Sanki hepsi takımmış gibi duruyor, öyleler değil mi? İç çamaşırın da mor mu?”
Amory hiç de nazik olmayan bir şekilde homurdandı.
“Brooks’a[10 - Brooks Brothers, New York’ta lüks bir giyim mağazası. (ç.n.)] gidip güzel takımlar almalısın. Bu akşam ya da belki yarın akşam konuşuruz. Kalbinle ilgili konuşmak istiyorum, muhtemelen ihmal ediyorsun ve farkında değilsin.”
Amory kendi kuşağının ne kadar yüzeysel bir süsle kaplı olduğunu düşündü. Bir dakikalık utangaçlıktan sonra annesiyle arasında olan o eski, alaycı ilişkinin bir nebze olsun değişmediğini hissetti. Yine de ilk birkaç gün büyük bir yalnızlık içinde bahçelerde ve sahilde dolaştı, şoförlerden biriyle garajda sarma sigara içmenin uyuşuk zevkine vardı.
Arazinin iki yüz kırk bin metrekarelik bölümüne eski yeni yazlıklar, çeşmeler ve yeşilliklerle kaplı kuytu köşelerde birden göze batan beyaz banklar yayılmıştı. Sayıları giderek artmaya başlayan beyaz kediler çiçek bahçelerinde sinsi sinsi dolanıyor ve geceleri ağaç karaltılarının arasından aniden beliriveriyordu. Sonunda Bay Blaine her akşamki gibi kütüphanesine çekilince Beatrice o kuru patikalardan birinde Amory’yi yakaladı. Kendisinden kaçtığı için onu bir güzel azarladıktan sonra ay ışığı altında baş başa uzunca konuştular. Amory annesinin güzelliğine bir türlü alışamıyordu, zarif boynu ve omuzlarıyla otuz yaşın zarafetini taşıyan bu şanslı kadın onun annesiydi.
“Amory, canım,” diye hafifçe mırıldandı, “senden ayrıldıktan sonra tekinsiz, tuhaf zamanlar geçirdim.”
“Öyle mi Beatrice?”
“Son sinir krizimi geçirdiğimde…” bundan sanki yürek isteyen görkemli bir başarıymış gibi bahsediyordu. “Doktorlar dedi ki…” sesi giderek mahrem bir ton alıyordu, “eğer benim içki alışkanlığım dinç bir adamda olsaymış şimdiye dek fiziken çöker ve çoktan mezarı boylarmış, canım, çoktan…”
Amory ürkerek geri çekildi ve Froggy Parker’ın bu konuda ne düşüneceğini merak etti.
“Evet,” Beatrice hüzünle devam etti, “hayaller gördüm… Muazzam düşler…” Avuçlarını gözlerine bastırdı. “Ebruli sahillere vuran bronz nehirler gördüm ve havada süzülen kocaman kuşlar, gökkuşağına benzeyen tüyleri olan rengârenk kuşlar. Tuhaf nağmeler ve kaba saba borazanların gürültüsünü duydum. Efendim?”
Amory kendini tutamayıp sinsice gülmüştü.
“Ne var, Amory?”
“Devam et dedim, Beatrice.”
“Hepsi bu… Hemen hemen aynı şey tekrarlanıp durdu, bunların son derece sönük gözükmesine sebep olacak gösterişli renklere sahip bahçeler; baş döndürücü bir hızda dönüp duran, kış aylarından daha soluk, hasat aylarından daha parlak aylar…”
“Peki, şimdi daha iyi misin Beatrice?”
“Gayet iyiyim, daha iyi olamazdım. Kimse beni anlamıyor, Amory. Bunu sana tam olarak ifade edemem Amory, ama… Kimse beni anlamıyor.”
Amory çok duygulanmıştı. Kolunu annesine dolayıp başını nazikçe omuzuna sürttü.
“Zavallı Beatrice, zavallı Beatrice.”
“Bana kendinden bahset Amory. İki yılın korkunç mu geçti?”
Amory önce yalan söylemeyi düşündü, ama sonra vazgeçti.
“Hayır, Beatrice. Güzeldi. Burjuvaya ayak uydurdum. Bayağı biri oldum.” Böyle söylediği için kendine şaşıyordu, Froggy bunları duysa ağzı açık kalırdı diye düşündü.
Birden “Beatrice,” dedi, “yatılı okulda okumak istiyorum. Minneapolis’teki herkes yatılı okula gidecekti.”
Beatrice biraz telaşlandı.
“Ama sadece on beş yaşındasın.”
“Evet, ama herkes yatılı okula on beşinde başlıyor ve ben gitmek istiyorum Beatrice.”
Beatrice’in ihtarıyla yürüyüş boyunca bu konu bir daha açılmadı, ama bir hafta sonra Amory’ye müjdeyi verdi:
“Amory, kendi yolunu çizmene izin verme kararı aldım. Eğer hâlâ istiyorsan okula gidebilirsin.”
“Evet!”
“Connecticut’taki St. Regis’e gideceksin.”
Amory hemen heyecanlandı.
Beatrice “Hazırlıklar yapılıyor,” diye devam etti. “Gitmen senin için daha iyi olacak. Şahsen ben Eton’a, oradan da Oxford Chris Church’e gitmeni yeğlerdim; ama şu an için bu, pek olası gözükmüyor. Mevcut durumda üniversite meselesinin kendiliğinden çözüme kavuşmasını bekleyeceğiz.”
“Sen ne yapacaksın Beatrice?”
“Tanrı bilir. Kaderimde bu ülkede yaşlanmak varmış gibi gözüküyor. Amerika’da bulunmaktan pişman değilim, aslına bakarsan bunun sıradan insanlara özgü bir pişmanlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca gelecek vaat eden büyük bir ulus olduğumuzdan da eminim ama yine de…” diyerek iç çekti, “ömrümün çok daha eski, yıllanmış bir medeniyette, yeşilin ve sonbahar renklerinin hâkim olduğu bir ülkede geçmesi gerektiğini düşünüyorum.”
Amory cevap vermeyince annesi devam etti:
“Tek pişmanlığım senin başka ülkeleri görememiş olman. Ama sen bir erkek olduğun için burada, öfkeli kartalın gölgesinde yetişmende bir sakınca yok, bu doğru bir ifade mi: öfkeli kartal?”
Amory öyle olduğunu söyledi. Japon istilasına anlam veremiyordu.
“Okula ne zaman başlayacağım?”
“Gelecek ay. Sınavlara girmek için oraya biraz daha erken gitmelisin. Ondan sonra bir hafta boşluğun olacak, o sürede Hudson’a gidip birini ziyaret etmeni istiyorum.”
“Kimi?”
“Monsenyör Darcy’yi, Amory. Seni görmek istiyor. Harrow’a, oradan da Yale’e gitti, sonra da Katolik oldu. Onun seninle konuşmasını istiyorum, sana faydası olacağını sanıyorum…” Çocuğun kumral saçlarını nazikçe okşadı. “Sevgili Amory, sevgili Amory…”
“Sevgili Beatrice…”
Böylelikle eylül başında Amory yanına altı kat yazlık çamaşır, altı kat kışlık çamaşır, bir süveter ya da tişört, bir hırka, bir palto, kışlık vesaire alarak okullar diyarı New England’a doğru yola koyuldu.
Orada New England’ın ruhsuz hatıraları ve büyük, üniversite benzeri sosyal hiyerarşileriyle tanınan Andover ve Exeter; Boston ve New York’un en zengin ailelerinden üyeleri kabul eden St. Mark, Groton ve St. Regis; büyük kayak pistleriyle St. Paul; başarılı ve iyi giyimli üyeleriyle Pomfret ve St. George; Orta Batı’nın zenginlerini Yale’deki sosyal başarılara hazırlayan Taft ve Hotchkiss; Pawling, Westminster, Choate, Kent ve daha yüzlerce özel okul vardı. Hepsi, zihinlerini harekete geçiren tek şey olan üniversite giriş sınavlarına odaklanarak, “bir Hıristiyan beyefendisi olmak için gereken zihinsel, ahlaki ve fiziksel eğitimi eksiksiz verdiklerini, gençleri çağın ve kuşağın getirdiği problemlerin üstesinden gelecek şekilde yetiştirdiklerini ve Fen-Edebiyat alanında sağlam temeller sağladıklarını” ve kendi geleneksel, güçlü, etkileyici mezunlarını imal ettiklerini ilan eden yüzlerce yönerge yayımlarlardı.
Amory St. Regis’te üç gün kaldı, küçümsemeye varan bir özgüvenle sınavlara girdikten sonra rehberlik alacağı ziyaretini gerçekleştirmek üzere New York’a döndü. Sabahın erken saatlerinde etraflıca göremediği büyük şehirde Hudson Nehri’ndeki vapurdan görünen uzun, beyaz binaların temizliği dışında onu etkileyen pek bir şey olmadı. İşin aslı, aklı okulda sergileyeceği atletik yeteneklerin hayaliyle öylesine doluydu ki bu ziyarete büyük maceraya atılmadan önce katlanılması gereken sıkıcı bir giriş gözüyle bakıyordu. Ama çok geçmeden hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.
Monsenyör Darcy’nin evi nehre bakan bir tepenin üzerine kurulmuş, zamanla çeşitli eklemeler yapılarak genişletilmiş eski bir evdi. Evin sahibi, ülkenin başına geçmesi için çağrılmayı bekleyen sürgün bir kral gibi, dünyanın farklı Katolik bölgelerine yaptığı seyahatlerden vakit bulduğunda burada yaşardı. O zamanlar kırk dört yaşında olan Monsenyör, simetrik denemeyecek iri fakat hareketli bir yapıya, altın sarısı saçlara ve insanı sarmalayan parlak bir karaktere sahipti. Tepeden tırnağa mor renkteki tören kıyafetiyle bir odaya adım attığında Turner’ın tablolarındaki gün batımlarını akıllara getirerek hem takdirleri hem de dikkatleri üzerine toplardı. İki roman yazmıştı: Din değiştirmeden önce yazdığı tam anlamıyla Hıristiyanlık karşıtıyken ondan beş yıl sonra yazdığı diğerinde, önceleri Hırıstiyanlara yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını çok daha zekice taşlamalara çevirmiş ve Anglikanlara yöneltmişti. Dini ritüellere son derece bağlı, şaşırtıcı derecede tesirli biriydi, tanrı fikrini evlenmeyip cinsel ilişkiden uzak durmaya yemin etmesine yetecek kadar çok severdi, komşusunu da en az o kadar.
Çocuklar ona bayılırdı, çünkü kendisi de çocuk gibiydi. Gençler ona içlerini dökerdi, çünkü o da hep gençti ve anlattıkları hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Doğru yerde ve zamanda doğmuş olsa bir Richelieu olabilecekken mevcut durumda çok ahlaklı, çok dindar (sofuluk derecesinde olmasa da) bir din adamıydı; nerede ne konuşması gerektiğini bilir, hayatın her yönüyle tadını çıkarmasa da hakkını verirdi.
O ve Amory daha ilk görüşte birbirlerinden hoşlanmışlardı. Elçilik balosundakilerin bile başlarını döndürebilecek bu şen şakrak, etkileyici adam ve ilk uzun pantolonunu giyen bu yeşil gözlü, hırslı genç, yarım saatlik bir sohbetin ardından birbirlerini baba oğul gibi görmeye başlamışlardı.
“Sevgili oğlum, yıllardır seni görmeyi bekliyordum. Kendine koca bir sandalye çek de şöyle bir laflayalım.”
“Şimdi okuldan geliyorum, St. Regis’i bilirsiniz.”
“Annen söylemişti ki kendisi harikulade bir kadındır, sigara al, eminim içiyorsundur. Eğer sen de benim gibiysen fen ve matematik derslerini hiç sevmiyorsundur…”
Amory hiddetle başını sallayarak onayladı.
“Hepsinden nefret ediyorum. İngilizce ve tarihten de.”
“Elbette. Okuldan da bir süre nefret edeceksin ama St. Regis’e gidiyor olmana sevindim.”
“Neden?”
“Çünkü orası tam bir beyefendi okulu, kalıtımsal sınıf farkı ve ayrımcılık gibi konularla erkenden tanışmamış olursun. Nasılsa üniversitede buna bolca maruz kalacaksın.”
Amory “Princeton’a gitmek istiyorum,” dedi. “Sebebini bilmiyorum ama bütün Harvard’lıların eskiden benim olduğum gibi hanım evladı olduğunu düşünüyorum. Bütün Yale’liler de mavi hırkalar giyip pipo içen tipler.”
Monsenyör kendini tutamayıp güldü.
“Ben de onlardan biriyim, biliyorsun.”
“Ama siz farklısınız… Princeton’lı olmayı aylak, yakışıklı ve aristokrat olmak gibi görüyorum… Tıpkı bir bahar günü gibi, anlarsınız ya. Harvard ise dört duvar arasında olmak gibi…”
Monsenyör “Yale de Kasım gibi, canlı ve hareketli,” diye tamamladı.
“Aynen öyle.”
Sarsılmaz bir yakınlık kurmaya başlamışlardı.
Amory “Ben Bonnie Prince Charlie’nin tarafındaydım,” dedi.
“Elbette öylesindir… Peki ya Hannibal’ın?”
“Evet, bir de Güney Konfederasyonu’nun.” İrlandalı bir vatansever gibi gözükmek konusunda şüpheleri vardı (İrlandalı olmanın sıradan olmak anlamına geldiğini düşünürdü) ama Monsenyör İrlanda’nın kaybedilmiş romantik bir kavga, İrlandalılarınsa çok cana yakın insanlar olduğunu söyleyerek onu rahatlattı. Üstelik kendisinin bu konuda peşin hükümlü olduğunu memnuniyetle dile getirdi.
Yoğun geçen bir saatin ve onlarca sigaranın ardından Monsenyör Amory’nin Katolik olarak yetiştirilmediğini duyunca dehşete düşmemiş olsa da epey şaşırdı ve başka bir misafir daha beklediğini söyledi. Bu misafir Boston’lı saygıdeğer Thornton Hancock’tı: The Hague’un eski bakanı, ünlü Ortaçağ Tarihi’nin bilgili yazarı ve tanınmış, vatansever, parlak bir ailenin hayattaki son üyesi.
Monsenyör bir sır veriyormuşçasına “Buraya biraz dinlenmek için geliyor,” dedi. Amory’ye sanki akranı gibi davranıyordu. “Beni bilinemezliğin verdiği yorgunluğu atabileceği bir liman olarak görüyor, sanırım onun o ağırbaşlı ihtiyar aklının aslında karışık olduğunu ve kilise gibi tutunacak bir dal aradığını gören tek insan benim.”
Birlikte yedikleri ilk öğle yemeği Amory’nin hayatının ilk dönemlerine dair unutulmaz bir anıydı. Amory sıradışı bir parlaklık ve cazibeyle ışık saçıyordu. Monsenyör soru ve önerilerle onun en iyi yanlarını ortaya çıkarıyor, Amory de büyük bir şevkle heveslerinden, arzularından, pişmanlıklarından, inançlarından ve korkularından bahsediyordu. Sohbet o ve Monsenyör arasında geçiyordu ve yaşlı adam daha ihtiyatlı, daha az kabullenici fakat yine de mesafeli olmayan bakış açısıyla bu ikisinin arasında geçen konuşmaları dinleyip tatlı gün ışığının keyfini çıkarıyordu. Monsenyör çoğu insanda gün ışığı etkisi yaratırdı. Amory de gençliğinde, biraz da yaşlılığında öyleydi ama bu, asla ikisinin arasındaki gibi böylesine karşılıklı ve içten olmayacaktı.
Her iki kıtanın da ihtişamını görmüş, Parnell, Gladstone ve Bismarck’la sohbet etmiş olan Thornton Hancock “Pırıl pırıl bir genç,” diye düşünmüştü. Sonrasında da Monsenyör’e şöyle demişti: “Fakat onun eğitimi bir okulun ya da üniversitenin insafına bırakılmamalı.”
Ama sonraki dört yıl boyunca Amory’nin zihni popülerlik mevzuları, üniversitedeki sosyal sistem eşitsizlikleri ve Biltmore Teas ile Hot Springs arasındaki golf sahalarında boy gösteren Amerikan sosyetesiyle meşgul olacaktı.
Muhteşem bir haftanın sonunda Amory’nin aklı tersyüz oldu, yüzlerce teorisi doğrulanmış ve yaşama sevinci binlerce yeni gayeyle taçlanmıştı. Sohbetin eğitimle alakası yoktu, Tanrı korusun! Amory, Bernard Shaw’un kim olduğuna dair pek fikre sahip olmasa da, Monsenyör, The Beloved Vagabond ve Sir Nigel’ı[11 - The Beloved Vagabond (1900): “Sevimli Serseri”, W.J. Locke’nin romantik romanı, Sir Nigel (1900): “Sör Nigel”, Arthur Conan Doyle’un romantik romanı. (ç.n.)] ele alış tarzıyla Amory’nin bir kez bile kendini yetersiz hissetmesine sebep olmadı.
Yine de Amory’nin kendi kuşağıyla yaşayacağı ilk çatışmanın yaklaştığı hissediliyordu.
Monsenyör “Gittiğin için üzgün değilsin, tabii. Bizim gibi insanlar için ev, o an olmadığımız yerdir,” dedi.
“Üzgünüm…”
“Hayır, değilsin. Senin ya da benim için bu dünyada vazgeçilmez kimse yoktur.”
“Pekâlâ…”
“Hoşça kal.”
Egoistin Çöküşü
Amory’nin St. Regis’te geçirdiği ilk iki yıl kimi zaman acılarla dolu kimi zaman da sevinçliydi; ama Amerikan hazırlık okulu genel olarak bir Amerikalının hayatında üniversitenin gölgesinde kalmaya mahkûm olduğundan bu yılların Amory’nin hayatına da ciddi bir etkisi olmadı.
Başlarda yanlış hareket etti; kibirli, kendini beğenmiş ve her şeyden nefret ediyormuş gibi davrandı. Pervasız bir mükemmeliyet ve kendini terbiyesinin müsaade ettiği ölçüde tehlikeden korumak arasında gidip gelerek vaktinin çoğunu futbola ayırıyordu. Çılgın bir panik anında kendi cüssesindeki bir çocukla mücadeleden kaçtığı için yuhalanırken bir hafta sonra çok daha büyük bir çocuğa kafa tuttuğu için çok fena dayak yemiş, ama kendiyle gurur duymuştu.
Üzerinde otorite kuran herkesten nefret ediyordu ve bu durum derslerine karşı sergilediği kayıtsızlıkla birleşince okuldaki her öğretmeni öfkeden çıldırtıyordu. Bu tutum onun şevkini kırarak kendini nefret edilen biri gibi görmesine sebep olduğu için köşelere çekilip somurtuyor ve ışıklar kapandıktan sonra kitap okumaya devam ediyordu. Yalnız kalmaktan ödü koptuğu için birkaç arkadaş edinmişti; fakat bu arkadaşlar okulun elit tabakasından olmadığından onları kendi yansıması olarak düşünür ve kendisi için vazgeçilmez olan tavırları sergileyebileceği bir izleyici kitlesi olarak görürdü. Dayanılamaz derecede yalnız ve çok mutsuzdu.
Onu rahatlatan bir iki şey vardı. Amory suya dalacak olsa dibe en son batan şey onun kendini beğenmişliği olurdu. Bu yüzden okulun yaşlı kadın hademesi Wookey-wookey, ona gördüğü en yakışıklı çocuk olduğunu söylediğinde Amory’nin gözleri ışıl ışıl parıldamıştı. Okulun futbol takımındaki en çelimsiz ve en genç oyuncu olmak hoşuna gidiyordu. Doktor Dougall’un çok hararetli bir tartışmanın ardından eğer isterse okuldaki en yüksek notları alabileceğini söylemesi de hoşuna gitmişti. Ama Doktor Dougall yanılıyordu. Amory’nin okuldaki en yüksek notları alması mizacı itibarıyla mümkün değildi.
Acınası, kısıtlanmış, hem öğretmenler hem öğrenciler arasında sevilmeyen… İşte Amory’nin ilk dönemi böyle geçti. Ama yeni yıl geldiğinde ketum ve sevinçli bir halde Minneapolis’e döndü.
Frog Parker’a tepeden bakan bir edayla “Ah, başlarda biraz toydum,” dedi, “ama iyi uyum sağladım, takımdaki en hafif adam benim. Yatılı okula gitmelisin Froggy. Muhteşem bir şey.”
İyi Niyetli Profesörle Yaşananlar
İlk dönemin son gecesi başöğretmen Bay Margotson çalışma salonuna haber göndererek saat dokuzda Amory’yi odasına beklediğini söyledi. Amory nasihatlerin yolda olduğunu düşündü, ama saygılı olmaya karar verdi; çünkü Bay Margotson ona iyi davranırdı.
Davet sahibi onu yüzünde bir gülümsemeyle karşılayarak sandalyeye oturmasını işaret etti. Çok hassas bir mevzuyla karşı karşıya olduğunu bilen bir adam tavrıyla tereddüt ederek konuşuyor ve bilinçli olarak nazik gözükmeye çalışıyordu.
“Amory,” diye söze başladı. “Seni özel bir mesele için çağırttım.”
“Evet, efendim.”
“Bu sene dikkatimi çektin ve senden… Senden memnunum. Bence sen… Sen çok iyi bir adam olabilecek yapıdasın.”
Amory neler olup bittiğini anlamaya çalışarak “Evet, efendim,” dedi. İnsanların kendisinden kabullenilmiş bir başarısızlık gibi konuşmasından nefret ederdi.
Yaşlı adam aldırış etmeden “Ama şunu fark ettim ki,” diye devam etti, “çocuklar arasında pek sevilmiyorsun.”
Amory dudaklarını yalayarak “Evet, efendim,” dedi.
“Ah, ben düşündüm de, şey… Yani neyden hoşlanmadıklarını tam anlayamamış olabilirsin. Bunu sana söyleyeceğim, çünkü inanıyorum ki, ah… Eğer bir çocuk sorunlarının ne olduğunu bilirse bunların üstesinden daha kolay gelebilir… Yani başkalarının kendinden beklentilerine uyum sağlayabilmek için.” İtina gerektiren bir suskunluğun ardından yine tereddütle devam etti: “Senin şey olduğunu düşünüyorlar, şey… Çok küstah…”
Amory daha fazlasına katlanamazdı. Sandalyesinden doğruldu, konuşurken sesini zar zor kontrol ediyordu:
“Biliyorum… Ah, bildiğimi düşünmüyor muydunuz?” Sesi yükseldi. “Ne düşündüklerini biliyorum, bunu bana söylemek zorunda olduğunuzu sandınız!” Duraksadı. “Ben… Ben şimdi geri dönmeliyim… Umarım kaba davranmıyorumdur…”
Aceleyle odadan çıktı. Serin havada odasına doğru yürürken kendisine önerilen yardımı reddetmekten sevinç duyuyordu.
“Aptal bunak!” diye bağırdı. “Sanki bilmiyorum!”
Bunun tekrar çalışma salonuna dönmemek için iyi bir bahane olduğuna karar vererek odasına dönüp koltuğa kuruldu, kurabiye yiyerek Beyaz Birlik’i[12 - Beyaz Birlik (1891): “The White Company”, Arthur Conan Doyle’un tarihsel romanı. (ç.n.)] bitirdi.
Harikulade Kız Hadisesi
Şubat ayında parlak bir yıldız vardı. Uzun zamandır beklenen bir olaymış gibi Washington’ın doğum gününde[13 - Washington’ın doğum günü: Şubat ayının üçüncü pazartesi günü, ABD’nin ilk başkanı George Washington’ın doğum günü onuruna düzenlenen, daha sonra tüm başkanların anıldığı bir kutlama halini alan ulusal bayram. (ç.n.)] tüm New York’un ilgisini çekmişti. Yıldızın lacivert gökyüzünde bıraktığı bir anlık parlak beyazlık, Binbir Gece Masalları’ndaki şehirlerin akıllarda canlandırdığı tüm ihtişama denkti. Ama bu defa Amory onu sokak lambalarının, Broadway’daki ışıklı at arabası tabelasının ve St.Regis’ten Paskert’la birlikte yemek yediği Astor’daki kadınların gözünden görüyordu. Paskert’la asabi konuşmalar, akort edilen kemanların gürültüsü, boya ve pudranın baştan çıkarıcı yoğun kokusuyla karşılandıkları tiyatronun salonuna girerken Amory muazzam bir zevk ve haz duygusuna sürüklendi. Her şey onu büyülüyordu. Oyun, George M. Cohan’ın “The Little Millionaire”iydi. Oyundaki esmer genç kızın dansını ışıldayan gözlerle kendinden geçerek izlemişti.
Ah… Sen… Harikulade kız
Ne harikulade kızsın sen…
diye söylüyordu tenor ve Amory sessiz ama tutkulu bir şekilde onayladı.
Senin… Tüm… Güzel sözlerin
Heyecanlandırıyor beni…
Kemanlar gittikçe yükselerek son notaları titretti, kız sahnede kıvrak bir kelebeğe dönüştü ve tüm salonda bir alkış koptu. Ah böyle âşık olmak, böylesine büyüleyici bir melodinin sarhoş edici ahengine kapılmak…
Son sahne bir terasta geçiyordu, çellolar ayın müziğine iç çekti. Sahne, hafif macera ve derinliksiz sabun köpüğü komedi arasında gidip geliyordu. Terasların müdavimi olmak, bunun gibi bir kızla, hayır hayır! Daha iyi bir kızla, anlaşılmaz bir garson, dirseğinin üzerinden şampanyalarını doldururken saçları altın rengi ay ışığıyla kaplanmış hayallerindeki o kızla tanışmak için yanıp tutuşuyordu. Perde son kez indiğinde öylesine uzun bir iç çekti ki ön sıradakiler dönüp ona baktılar ve rahatça duyacağı bir ses tonuyla şöyle dediler:
“Ne dikkate şayan görünüşlü bir çocuk!”
Bu sözler hemen dikkatini oyundan alıp götürdü, acaba New York ahalisine gerçekten de yakışıklı mı görünüyorum diye merak etti.
Paskert ve Amory otellerine doğru yola koyuldular. İlk konuşan Paskert oldu. On beş yaşındaki titrek sesi Amory’nin hayallerine melankolik bir iz bırakarak daldı.
“Bu akşamki kızla evleneceğim.”
Hangi kız olduğunu sormasına gerek yoktu.
Paskert “Onu eve götürüp ailemle tanıştırmaktan gurur duyarım,” diye devam etti.
Amory kesinlikle etkilenmişti. Bunları söyleyenin Paskert değil kendisi olmasını dilerdi. Kulağa çok olgunca geliyordu.
“Şu aktrisleri merak ediyorum, hepsi gerçekten de ahlaksız insanlar mı?”
Tecrübeli genç üstüne basa basa “Hayır, bayım, hiç alakası yok,” dedi “ve o kızın altın gibi pırıl pırıl olduğunu biliyorum. Buna eminim.”
Broadway kalabalığına karışarak yürümeye devam ettiler, kafelerden taşan melodilerle hayallere daldılar. Karşılarında sayısız ışıklar gibi yeni yüzler beliriverdi, solgun boyalı yüzler, yorgun fakat bıktırıcı bir heyecanla hayata tutunan yüzler… Amory onları büyülenmişçesine izledi. New York’ta yaşayacak, her restoran ve kafe tarafından tanınacak, akşamın ilk saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar takım elbise giyip öğleden önceki sıkıcı zamanları uyuyarak geçirecekti.
“Evet, bayım, bu akşamki kızla evleneceğim!”
Genel Olarak Kahramanca
St. Regis’te geçirdiği ikinci ve son yılın ekim ayı Amory’nin hafızasında önemli bir yere sahipti. Groton’la oynanan maç öğleden sonra ferahlatıcı serin bir havada başlamış, aradan geçen üç saatin sonunda dondurucu bir sonbahar karanlığı çökmüştü. Oyun kurucu olarak oynayan Amory çılgın bir çaresizlikle takım arkadaşlarını ikaz ediyor, karşı takımın top taşıyıcısını mucizevi şekilde durduruyor, sesi kısılıp öfkeli bir fısıltı halini alana dek arkadaşlarına işaret veriyor yine de başındaki kanlı bandajdan, birbirine çarpan, birbirini ezip geçen bedenlerin görkemli kahramanlığından ve ağrıyan uzuvlarından zevk alıyordu. Bu cesaret dakikaları bir kasım alacakaranlığında şarap gibi akıp gidiyordu. O, tıpkı eski İskandinav kadırgalarının pruvasındaki kürekçi, Roland ve Horatius, Sir Nigel ve Ted Coy gibi ölümsüz bir kahramandı; gemiyi dengede tutabilmek için dişini tırnağına takmış, sonra kendi iradesiyle uçuruma savrulmuş, dalgalarla dövülürken uzaklardan gelen sevinç çığlıklarını duymuştu… Sonunda yara bere içinde ve yorgun fakat hâlâ tarif edilemez bir coşkuyla dönerek, kıvrılarak, temposunu bir artırıp bir azaltarak, kollarını uzatıp rakiplerini iterek bacaklarına yapışmış iki adamla Groton, kale çizgisini geçip yere düştü. Maçın ilk ve son sayısını yapmıştı.
Parlak Çocuğun Felsefesi
Son sınıftaki üstünlüğü ve başarısı sebebiyle Amory bir sene önceki durumunu alaycı bir hayretle hatırlıyordu. Amory Blaine’in değişmesi ne kadar mümkünse o kadar değişmişti. St. Regis’e başladığında bu genç adam Amory, artı Beatrice, artı Minneapolis’te geçirilen iki yıldan ibaretti. Ama Minneapolis yılları “Amory artı Beatrice”i yatılı okuldaki meraklı gözlerden saklayabilecek kadar kalın bir katman oluşturamadığı için St. Regis Beatrice’i ondan son derece acı verici bir şekilde söküp çıkarmış ve onun yerine esas Amory’yi oluşturacak yeni ve daha sıradan bir zemin hazırlamıştı. Ama hem St. Regis hem de Amory, bu esas Amory’nin kendi içinde değişmemiş olduğunu fark edememişti. Önceleri ona sıkıntı veren huysuzluğu, sahte tavırlar takınma eğilimi, tembelliği, kendine aptal süsü verme aşkı artık birer sorun olmaktan ziyade yıldız oyun kurucu, zeki bir aktör ve St. Regis Tattler’ın editörü olan bu delikanlının tuhaflıkları olarak görülüyor, Amory de kısa süre öncesine kadar zayıflık olarak kabul edilen bu bencilliklerinin genç çocuklar tarafından taklit edildiğini gördükçe hayrete düşüyordu.
Futbol sezonu sona erince sakin bir döneme geçiş yaptı. Tatil öncesi dansının olduğu gece oradan sıvıştı ve çayırların ötesinden dalgalar halinde penceresine ulaşan keman seslerini dinlemenin keyfine varabilmek için erkenden yatağa girdi. Çoğu geceyi yatağında uzanıp orkestra Macar valsleri çalarken entrika, ay ışığı ve macera yüklü yoğun ve büyülü bir havada, fildişi renkli kadınların zengin diplomat ve askerlerle gizemli aşk maceralarına atıldığı Montmarte kafelerinin sırlarını hayal ederek geçiriyordu. İlkbaharda istek üzerine L’Allegro’yu okudu ve Arkadya ile Pan’ın flütünü konu alan lirik dışavurumlar üretme konusunda ilham aldı. Şafakta güneş onu uyandırsın diye yatağının yerini değiştirdi; böylece giyinip dışarı çıkabiliyor ve son sınıfların yatakhanesinin yanındaki elma ağacına kurulmuş eski salıncağa gidebiliyordu. Salıncağa oturup yükseğe, daha yükseğe sallandıkça havalara uçup flüt çalan satirlerin ve sarı saçlı kızların yüzlerine sahip su perilerinin yaşadığı bir periler ülkesiymişçesine Eastchester’ın sokaklarında gezerdi. Salıncak en yüksek noktaya ulaştığında Arkadya gerçekten de kahverengi patikanın altın bir nokta halini alarak gözden kaybolduğu tepenin sırtında yer alıyormuş hissine kapılırdı.
On sekiz yaşına bastığı ilkbahar boyunca durmaksızın okudu: The Gentleman from Indiana, The New Arabian Nights, The Morals of Marcus Ordeyne, The Man Who Was Thursday’i anlamadan sevdi. Stover at Yale onun için bir ders kitabı halini aldı. Dombey and Son’ı daha iyi şeyler okuması gerektiğini düşündüğü için seçti. Robert Chambers, David Graham Phillips ve E. Phillips Oppenheim’ın eserlerini tamamladı; aralarına birkaç Tennyson ve Kipling kattı. Derste karşılaştığı şeyler arasından yalnızca L’Allegro ve uzay geometrisinin değişmeyen açıklık niteliği naçizane ilgisini çekebildi.
Haziran yaklaştıkça kendi fikirlerini oluşturmak için sohbet etme ihtiyacı duydu ve hiç beklemediği bir anda son sınıfların başkanı Rahill’in de kendisi gibi bir filozof olduğunu öğrendi. Çoğu zaman yolda yürürken, beyzbol sahasının kenarında yüzüstü uzanırken ya da karanlıkta sigaralarını tüttürürken yaptıkları sohbetlerde okulla ilgili sorunlardan dert yanarlardı. İşte, “parlak çocuk” tabirini de bu sohbetlerin birinde geliştirmişlerdi.
Bir gece ışıklar kapandıktan beş dakika sonra Rahill başını kapıdan içeri uzatarak “Sigaran var mı?” diye fısıldamıştı.
“Elbette.”
“İçeri geliyorum.”
“Birkaç yastık al da pencerenin önündeki koltuğa uzan.”
Rahill sohbet için yerini alırken Amory yatağına oturup bir sigara yaktı. Rahill’in en sevdiği konu son sınıf öğrencilerinin kendilerine mahsus gelecekleriydi ve Amory onun için herkesi nelerin beklediğini ana hatlarıyla özetlemekten hiç sıkılmazdı.
“Ted Converse mi? Çok kolay. Bütün sınavlarından kalacak, bütün yazı Harstrum’da özel ders alarak geçirdikten sonra dört dersten şartlı olarak geçerek Sheff’e girecek ve birinci sınıfın ortasında okuldan atılacak. Sonra batıya dönecek ve bir yıl vur patlasın çal oynasın eğlenecek. En sonunda babası onu boyacılık işine sokacak. Evlenecek ve hepsi de kalın kafalı dört oğlu olacak. Daima St. Regis’in kendisini bozduğunu düşünecek, bu yüzden oğullarını Portland’da bir devlet okuluna gönderecek. Kırk bir yaşına geldiğinde frenginin son safhasında omurilik felci geçirerek ölecek ve karısı Presbiteryen kilisesine üzerinde onun adı yazan bir vaftiz kürsüsü ya da adına her ne diyorsanız ondan yaptıracak…”
“Yavaş ol, Amory. Bu çok karamsar oldu. Peki ya sen?”
“Ben çok daha seçkin bir sınıftanım. Sen de öylesin. Bizler filozofuz.”
“Ben değilim.”
“Elbette öylesin. Senin çok sağlam bir kafan var.” Ama Amory Rahill’in hiçbir koşulda soyut fikirlerle hareket etmeyeceğini biliyordu; bir konunun en ufak ayrıntıları çözülmeden parmağını bile kıpırdatmazdı.
Rahill “Hayır, yok,” diye diretti. “Burada insanların benden faydalanmasına izin veriyorum ve karşılığında hiçbir şey elde etmiyorum. Kahretsin ki arkadaşlarım benim sırtımdan geçiniyor, onların ödevlerini yapıyorum, onları beladan kurtarıyorum, yazın evlerine aptal ziyaretlerde bulunarak küçük kız kardeşlerini eğlendiriyorum, bencilleştiklerinde öfkeme hâkim oluyorum. Bunun karşılığında onlar da sınıf başkanlığı seçimlerinde oy vererek ve St. Regis’in ‘büyük adamı’ olduğumu söyleyerek bana olan borçlarını ödediklerini zannediyorlar. Herkesin kendi işini yaptığı ve insanlara ‘Canınız cehenneme!’ diyebileceğim bir yere gitmek istiyorum. Okuldaki herkese iyi davranmaktan sıkıldım.”
Amory aniden “Sen parlak çocuk değilsin,” dedi.
“Ne değilim?”
“Parlak çocuk.”
“O da ne demek öyle?”
“Pekâlâ, şeye benziyor hani… Hani… Onlardan etrafta çok var. Sen onlardan biri değilsin, ben de değilim. Ama senle kıyaslanınca ben onlara daha çok benziyorum.”
“Kim onlardan biri? Seni onlardan biri yapan da nedir?”
Amory düşündü.
“Nedir, nedir… Sanırım en belirgin özellikleri suyla saçlarını ıslatarak geriye doğru yapıştırmaları.”
“Carstairs gibi mi?”
“Evet, aynen. O bir parlak çocuk.”
Tam bir tanım yapabilmek için iki akşam uğraştılar. Parlak çocuk yakışıklı ya da düzgün görünümlü olurdu; zekilerdi ki, bu genelde sosyal zekâydı; bir konuda öne geçmek, popüler olmak, hayran olunmak ve asla başlarını derde sokmamak için ellerindeki tüm imkânları kullanırlardı. İyi giyinirlerdi, görünümleri genelde zarif olurdu; onların “parlak” adını almasının nedeni saçlarının daima kısa olması, su ya da jöleyle sırılsıklam yapılıp ortadan ikiye ayrılarak modaya uygun şekilde geriye doğru yapıştırılmasıydı. O senenin parlak çocukları, parlaklıklarının bir nişanesi olarak sarı-kahverengi alaca renkli gözlük takmayı bir âdet haline getirdiğinden, bir tanesi bile Amory ve Rahill’in gözünden kaçmazdı. Parlak çocuklar okulun geneline yayılmıştı, yaşıtlarından biraz daha olgun ve kurnaz olmakla birlikte hepsinin kendi grubu vardı ve zekâlarını çok iyi saklarlardı.
Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.
Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.
“PARLAK ÇOCUK”
1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.
2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.
3. Ön plana çıkabileceği etkinliklere katılır.
4. Üniversiteye girer ve maddi anlamda başarılı olur.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırır.
“BÜYÜK ADAM”
1. Sosyal değerlerden bihaberdir ya da onlara karşı duyarsızdır.
2. Kıyafetin yüzeysel olduğunu düşünür ve bu konuda pek özenli değildir.
3. Sorumluluk duygusuyla her işe el atar.
4. Üniversiteye girer ve belirsiz bir geleceği olur. Çevresi olmayınca kendini kaybolmuş hisseder ve okul yıllarının hayatının en mutlu zamanları olduğunu hisseder. Okula geri dönüp St. Regis’lilerin neler başardığıyla ilgili konuşmalar yapar.
5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırmaz.
Amory o sene St. Regis’li tek çocuk olacağını bilmesine rağmen kesinlikle Princeton’a gitmeye karar vermişti. Minneapolis’te ve St. Regis’in “Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti” sevdalıları arasında anlatılan hikâyelerde Yale’in bir romantizmi ve ihtişamı vardı; ama Princeton parlak renkli atmosferi ve Amerika’nın en hoş şehir kulübü olma şöhretiyle onu daha çok cezbediyordu. Amory’nin okuldaki son günleri zorlu üniversite sınavlarının gölgesinde geçip gitti. Yıllar sonra St. Regis’e döndüğünde son senedeki başarısını unutmuş gibi görünüyor ve kendini yalnızca koridorlardan hızla geçerek azgın akranlarının taşkınlıklarını büyük bir sağduyuyla alaya alan o uyumsuz çocuk olarak hatırlayabiliyordu.
İki
SİVRİ KULELER VE CANAVAR HEYKELLERİ
Amory ilk başlarda sadece uçsuz bucaksız yeşil çimenlikleri aşıp gelen gün ışığının kurşuni pencere camlarında dans edişini, kulelerin sivri tepelerinde ve mazgallı duvarlarında süzülüşünü fark etti. Bir süre sonra taşıdığı bavulun farkına varıp yeni âdet edinmiş olduğu üzere yanından geçen biri olduğunda doğruca karşıya bakarak gerçekten de üniversite meydanında yürüdüğünü idrak etti. Yanından geçtiği adamların birkaç defa kafalarını çevirip kendisine eleştirel bakışlar attığına yemin edebilirdi. Bir ara acaba kıyafetlerimde bir kusur mu var diye düşündü ve içinden keşke o sabah trende tıraş olsaydım diye geçirdi. Yürüyüşlerindeki özgüvenden üçüncü ya da dördüncü sınıf öğrencisi oldukları anlaşılan beyaz fanilalı, şapkasız gençlerin arasında kendini gereksiz derecede gergin ve uyumsuz hissetti.
Aradığı 12 numaralı üniversite pansiyonu büyük, yıkık dökük bir konaktı; genelde bir düzine birinci sınıf öğrencisine ev sahipliği yapıyor olsa da Amory oraya vardığında henüz boştu. Ev sahibesiyle alelacele konuştuktan sonra, etrafı keşfetmek için dışarı çıktı; ama henüz bir sokak ilerlemeden dehşete düşerek kasabada şapka takan tek adam olabileceğinin farkına vardı. 12 numaralı pansiyona geri döndü, melon şapkasını odasına bırakarak yeniden dışarı çıktı. Şapkasız bir şekilde Nassau Caddesi’nden aşağı doğru yürümeye başladı, içlerinde futbol takımının kaptanı Allenby’nin de bulunduğu bir dizi sporcunun fotoğrafına bakmak için bir dükkânın önünde durdu; daha sonra dikkatini tabelasında “Jigger Dükkânı” yazan bir pastane çekti. Bu tabir ona tanıdık gelmişti, ağır adımlarla içeri girdi ve uzun taburelerden birine yerleşti.
Zenci garsona “Çikolatalı dondurma,” dedi.
“Duble çikolatalı jigger mi? Başka bir şey ister misin?”
“Aa, tabii.”
“Pastırmalı çöreğe ne dersin?”
“Aa, tamam.”
Bunları epey lezzetli buldu ve dört tanesini mideye indirdi; ardından üzerine bir ferahlık gelene dek duble çikolatalı bir jigger daha yedi. Duvarları süsleyen yastık kılıflarını, deri flamaları ve Gibson Kızları resimlerini dikkatle inceledikten sonra dükkândan ayrılarak elleri ceplerinde Nassau Caddesi’ndeki yürüyüşüne kaldığı yerden devam etti. Birinci sınıf şapkaları bir sonraki pazartesiye kadar kendini göstermeyecek olsa da Amory çok geçmeden üst sınıfları ve yeni gelen öğrencileri birbirinden ayırmayı öğrendi. Kendini apaçık ve son derece endişeli bir şekilde evindeymiş gibi göstermeye çalışanlar birinci sınıflardı. İstasyona uğrayan her yeni tren onlardan bir bölük daha getiriyor, onlar da çabucak tek işlevi sokak boyunca bir aşağı bir yukarı sürüklenmek izlenimi veren kitap yüklü bavullarıyla beyaz ayakkabılı, şapkasız kalabalığa katılıp yepyeni pipolarından büyük duman bulutları saçıyorlardı. Öğleden sonra Amory her yeni gelen grubun kendisini biraz daha üst sınıftanmış gibi gösterdiğini fark ederek o zamana kadar insanların yüzlerinde gözlemleyebildiği son derece itinalı, zarif bir ilgisizlik ve sıradan bir ciddiyet ifadesi takındı.
Saat beş olduğunda kendi sesini duyma ihtiyacı hissederek gelen giden kimse var mı diye bakmak için pansiyona döndü. Her an çökecekmiş gibi sallanan merdivenlerden çıktı ve teslimiyetçi bir tavırla odasına göz gezdirdi, sınıf bayrakları ve kaplan resimlerinden daha ilham verici bir dekorasyon fikri bulmaya çalışmanın boş bir çaba olduğuna kanaat getirdi. Derken kapı çalındı.
“Buyurun!”
Eşikte gri gözlü ve gülünç tebessümlü zayıf bir yüz beliriverdi.
“Çekicin var mı?”
“Yok, üzgünüm. Belki Bayan On İki ya da adı her neysede bir tane vardır.”
Yabancı, odaya girdi.
“Sen de mi bu tımarhanenin mahkûmlarındansın?”
Amory başını sallayarak onayladı.
“Ödediğimiz paraya karşılık korkunç bir ahır.”
Amory öyle olduğunu kabul etmek zorundaydı.
“Aslında kampüs yurdunda kalmayı düşünmüştüm,” dedi “ama orada o kadar az birinci sınıf oluyormuş ki, arada harcanıyorlarmış. Sırf oyalanmak için oturup ders çalışmak zorunda kalınıyormuş.”
Gri gözlü adam kendini tanıtmaya karar verdi.
“Benim adım Holiday.”
“Ben de Blaine.”
Son derece zarif bir şekilde ileri atılarak el sıkıştılar. Amory’nin ağzı kulaklarına vardı.
“Hazırlığı nerede okudun?”
“Andover, peki ya sen?”
“St. Regis.”
“Ah, öyle mi? Orada bir kuzenim vardı.”
Uzun uzun kuzenden bahsettiler, sonra Holiday saat altıda yemek için kardeşiyle buluşması gerektiğini söyledi.
“Sen de gelip bizimle bir şeyler atıştırsana.”
“Pekâlâ.”
Amory, Kenilwort’te Burne Holiday’le tanıştı, gri gözlünün adı da Kerry idi. Sulu bir çorba ve pörsümüş sebzelerden oluşan tatsız yemek boyunca son derece kaygılı küçük gruplar ya da evindeymiş gibi rahat gözüken son derece büyük gruplar halinde oturan diğer birinci sınıfları izlediler.
Amory “Üniversite yemekhanesinin çok kötü olduğunu duydum,” dedi.
“Öyle diyorlar. Ama mecburen orada yiyeceksin ne de olsa yemesen bile parasını ödüyorsun.”
“Bu, suç!”
“Bu, zorbalık!”
“Ah, Princeton’da ilk senende her şeye katlanmak zorundasın. Lanet olası bir hazırlık okulu gibi.”
Amory onayladı.
“Çok azim gerektiriyor, zor iş,” diye yineledi. “Yine de bir milyon verselerdi bile Yale’e gitmezdim.”
“Ben de.”
Amory büyük kardeşe “Özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?” diye sordu.
“Benim yok. Burne ise Prince olmaya, yani The Daily Princetonian’a girmeye hevesli, üniversite gazetesini biliyorsundur.”
“Tabii, biliyorum.”
“Senin özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?”
“Aa, evet. Birinci sınıf futbol takımında şansımı deneyeceğim.”
“St. Regis’te oynamış mıydın?”
Amory alçakgönüllülükle “Biraz,” diye yanıt verdi “ama giderek zayıflıyorum.”
“Zayıf değilsin ki.”
“Geçen sonbahar daha gürbüzdüm.”
“Ah!”
Yemekten sonra sinemaya gittiler. Amory önünde oturan adamın boşboğaz yorumları kadar çılgın bağırış çağırışlarından çok etkilenmişti.
“Yahu!”
“Ah, tatlı bebek ne kadar büyük ve güçlüsün ama ah bir o kadar da hassassın!”
“Sarıl!”
“Ah, sarılsana!”
“Öp şunu, öp şu kadını çabuk!”
“Ahhh!”
Bir grup ıslıkla “By the Sea”yi çalmaya başladı ve izleyiciler hep bir ağızdan onlara eşlik etti. Bunu birçok ayak vuruşu içerdiğinden ne olduğu pek anlaşılmayan bir şarkı izledi, ardından sonu gelmeyen ahenksiz bir ağıta geçildi.
“Ahhhhh
O kız bir reçel fabrikasında çalışıyor
Ve belki bunda bir sorun yoktur
Ama beni kandıramaz
Çünkü ben ÇOK İYİ biliyorum
Tüm gece reçel YAPMADIĞINI!
Ahhhh!”
İtişe kakışa dışarı çıkarken etraflarını saran insanlarla merakla bakıştılar. Amory sinemayı sevdiğine karar verdi; filmlerden, önünde oturan, ellerini arkadan bağlayıp eleştirel zekâ ve tavizkâr eğlencenin bir karışımı olan İskoçça iğneleyici yorumların sahibi o üst sınıftan çocuklar kadar zevk almak istiyordu.
Kerry “Dondurma ister misiniz, ah yani jigger demek istedim,” dedi.
“Elbette.”
Ağır bir akşam yemeği yediler ve aheste adımlarla 12 numaranın yolunu tuttular.
“Harikulade bir gece.”
“Harika.”
“Siz gençler bavullarınızı mı açacaksınız?”
“Sanırım. Hadi, Burne.”
Amory bir süre verandanın merdivenlerinde oturmaya karar verdiğinden onlara iyi geceler diledi.
Alacakaranlığın en uzak ufuklarında ağaçların oluşturduğu dokuma örtü karanlığa gömüldü ve ağaçlar birer gölge halini aldı. Yeni doğan ay, kemerleri soluk mavi ışıklarla doldurmuştu; geceyi ince bir ağla ören yarıklardan sızan ay ışığı bir şarkı eşliğinde uçuşuyordu. Öyle bir şarkı ki, içinde hüzünden çok daha fazlası vardı: Ebediyen fani, ebediyen pişmandı.
Doksanlı yılların mezunlarının kendisine anlattığı Booth Tarkington’ın eğlencelerinden birini hatırladı: Gecenin köründe okul yerleşkesinin ortasında dikilerek yıldızlara tenor şarkıları söyler ve koltuklarına kıvrılmış öğrencilerin o an içinde bulundukları ruh haline göre karmaşık duygulara kapılmasına sebep olurdu.
Şimdi gölgeli bir çizgi gibi gözüken üniversite meydanın ötesinde beyazlara bürünmüş bir güruh karanlığı dağıttı. Uygun adımlarla yürüyen beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu figürler kol kola girip başları dimdik, ahenkli bir şekilde salınarak yolun karşısına geçtiler:
Geri dönmek… Geri dönmek,
Nassau salonuna… Geri dönmek
Geri dönmek… Geri dönmek,
Hepsinin… En iyisi olan… O eski yere
Geri dönmek… Geri dönmek,
Bu… Dünyevi balodan
Geri döndükçe… Sileceğiz izleri
Nassau salonuna… Geri döneceğiz
Amory bu hayali alay kendisine yaklaşırken gözlerini kapadı. Şarkı öylesine yükselmişti ki tenorlar dışında herkes susmuştu, onlar da melodiyi ustalıkla en tiz notalara çıkardıktan sonra tekrar normal ritme indirdi ve olağanüstü nakarat yeniden başladı. Sonra Amory göreceklerinin, armoninin yaratmış olduğu bu berrak hayali bozacağından biraz korkarak gözlerini açtı.
Sabırsızlıkla iç çekti. Beyazlı grubun en önünde futbol takımının kaptanı, zarif ve asi Allenby yürüyordu, sanki bu yıl üniversitenin tüm umutlarını kendine bağladığının farkında gibiydi. Yetmiş iki kiloluk bu adamın koyu mavi ve kızıl çizgilerin[14 - Princeton Üniversitesi’nin spor müsabakalarında en büyük rakibi olan Yale ve Harvard’ın renkleri. (ç.n.)] arasından sıyrılarak zafere ulaşması bekleniyordu.
Amory kol kola girmiş her bir sıra yanından geçerken büyülenmiş bir şekilde onları izledi, polo tişörtlü adamların yüzleri birbirinden ayrılmıyordu, sesleri bir zafer nidasıyla birbirine karışıyordu. Sonra kafile, gölgeler içindeki Campbell Kemeri’nden geçti ve kampüsün doğusuna doğru ilerleyen sesleri giderek zayıfladı.
Dakikalar geçti. Amory olduğu yerde sessizce oturdu. Belirli bir saatten sonra birinci sınıfların sokağa çıkmasını yasaklayan kural yüzünden kederlendi, çünkü güzel kokularla kaplı gölgeli yollarda boş boş yürümek istiyordu. Witherspoon’un tavan arasındaki çocukları Whig ve Clio’nun üzerine karanlık bir anne gibi kanat germişti, Little’ın gotik yılanı Cuyler ve Patton’ın üzerine çöreklenmişti.[15 - Princeton Üniversitesi’nde bulunan binaların adları. (ç.n.)] Göle doğru inen tepenin yamacından gözüne çarpan gizemler bundan ibaretti.
Gündüz vakit Princeton’ın ne halde olduğu yavaş yavaş aklında yer ediyordu: 1860’ları hatırlatan West ve Reunion, kırmızı tuğladan mağrur Seventy Nine Salonu, mağazalar arasında yaşamaktan pek de hoşnut olmayan asil Elizabeth dönemi hanımları gibi görünen Yukarı ve Aşağı Pyne, hepsinin tepesinde berrak mavi bir özlemle gökyüzüne uzanan Holder ve Cleveland kulelerinin hülyalı sivri tepeleri.
Amory daha ilk andan itibaren Princeton’ı sevmişti. Durgun güzelliği, tam kavranamamış önemi, curcunanın keyfini çıkaran başıboş ay ışığı, spor müsabakalarını izlemeye gelen yakışıklı zengin kalabalıklar ve tüm bunların altında yatan sınıfının başarılı kişilerinden olmak için verilen mücadelenin havası. Okul armalı montlarını giyen bitkin ve gözü dönmüş birinci sınıfların spor salonuna doluşup liseden birini sınıf başkanı, Lawrenceville’den tanınmış birini başkan yardımcısı, St. Paul’lü hokey yıldızını yazman seçtiği günden başlayıp ikinci sınıfın sonuna kadar aralıksız devam eden akıllara durgunluk verici bu sosyal sistem, bu tapınma, ara sıra adı anılsa da asla tamamen kabul edilmeyen “Büyük Adam”ın hortlağından ibaretti.
İlk başlarda gruplaşma okullarla sınırlıydı. Amory St. Regis’ten gelen tek kişi olduğundan kalabalıkların yeni gruplar oluşturup genişlemesini, sonra tekrar dağılışını izliyordu: St. Paul, Hill ve Pomfret’ten gelenler açıkça belirtilmemiş olsa da yemekhanede kendilerine ayrılan masalarda oturup spor salonunda kendilerine özel köşelerde giyinerek farkında olmadan giderek önemini yitiren, fakat sosyal açıdan kendilerini kafa karıştırıcı lise samimiyetinden korumaya yarayan duvarlar örüyorlardı. Amory bunun farkına vardığı andan itibaren güçlülerin kendilerini, zayıf yancılardan ve güçlü zannedenlerden ayırmak için uydurdukları yapay nitelikler oldukları için toplumsal sınırlara içten içe öfkeleniyordu.
Sınıfının ilahlarından biri olmaya karar verdikten sonra birinci sınıfların futbol takımının antrenmanlarına katıldı; ama oyun kurucu olarak oynadığı ikinci hafta Princetonian’ın köşelerinde bileğini çok kötü burktuğu için sezonun geri kalanında sahaya çıkamayacağına dair haberler çıkmaya başladı. Bu da Amory’yi emekliye ayrılarak durumu tekrar değerlendirmeye zorladı.
“Pansiyon 12” bir sürü soru işareti barındırıyordu: Lawrenceville’den sessiz sakin ve ehemmiyetsiz üç dört ürkek çocuk, New York’taki özel bir okuldan iki yabani özenti (Kerry Holiday onlara “adi sarhoşlar” adını takmıştı), Yahudi bir genç ki o da New York’tandı ve Amory için bir teselli halini alan kısa zamanda ısındığı Holiday kardeşler.
Holiday kardeşlerin ikiz oldukları söyleniyordu ama aslında kahverengi saçlı olan Kerry, sarışın Burne’den bir yaş büyüktü. Kerry uzun boyluydu, neşe saçan gri gözleri ve aniden beliriveren çekici bir gülüşü vardı. Her şeye karışanların kulaklarını çeken, kibire kapılanların önüne geçen eşsiz, iğneleyici mizahıyla çok geçmeden pansiyonun akıl hocası olmuştu. Amory, geleceğe taşınacak arkadaşlıklarını, onun üniversitenin ne demek olduğu ve ne olması gerektiği yönündeki düşünceleriyle şekillendiriyordu. Kerry bir şeyleri ciddiye almaya pek alışık olmasa da Amory’nin bu uygunsuz zamanda toplumsal sistemin çapraşıklığını kurcalıyor oluşundan duyduğu memnuniyetsizliği nazik bir şekilde dile getiriyor; ama yine de onu seviyor, arkadaşlığından keyif ve ilham alıyordu.
Sarışın Burne, sessiz ve azimliydi. Pansiyonda işi başından aşkın bir hayalet gibi dolaşır, gece sessizce eve gelir ve çalışmak için sabahın erken saatlerinde çıkıp kütüphaneye giderdi. Princetonian’a girmek için çabalıyor ve birincilik için kendisi gibi kırk öğrenciyle yarışıyordu. Aralık ayında difteriye yakalanıp yatağa düşünce yarışmayı başkası kazandı, ama Şubat ayında üniversiteye geri döndüğünde tekrar ödülün peşine düştü. Amory’nin onunla olan tanışıklığı bir dersten diğerine yürürken zaman buldukları üç dakikalık sohbetlerden öteye gitmiyordu, bu yüzden Burne’ün bu ilginç takıntısının altında yatanları tam olarak kavrama fırsatı bulamadı.
Amory durumundan hiç de memnun değildi. St. Regis’te tanınan ve sevilen biri olarak kazanmış olduğu konumu özlüyordu. Yine de Princeton onu heyecanlandırıyordu, ileride karşısına içindeki Machiavelli’yi uyandıracak birçok fırsat çıkacağını ve tek ihtiyacının biraz destek olduğunu düşünüyordu. Geçen yaz isteksiz bir lise mezunu olarak göz attığı seçkin üniversite kulüpleri şimdi dikkatini çekiyordu: Ivy (Sarmaşık) tarafsız ve son derece aristokratikti; Cottage (Kulübe) olağanüstü maceracılarla iyi giyimli çapkınların muazzam bir karışımıydı; Tiger Inn (Kaplan Hanı) hazırlık okulları tarafından ince ince işlenerek hayat verilen geniş omuzlu sportif kişilerin yeriydi; Cap and Gown (Kep ve Cübbe) alkol karşıtı, biraz dindar ve politik açıdan güçlüydü; şatafatlı Colonial (Sömürgeci); edebi Quadrangle (Avlu) ve farklı yaş ve pozisyondaki daha niceleri…
Alt sınıftan bir öğrencinin ön plana çıkmasına sebep olan bir şey hemen lanetli “modası geçmiş” lafıyla etiketleniyordu. Filmler, sert yorumlar sayesinde zenginleşiyor, ama her nasılsa bu yorumları yapanların modası geçiyordu. Kulüplerden bahsetmenin modası geçiyordu. Bir şeyi, örneğin içkili partileri ya da içki düşmanlığını fazla desteklemenin modası geçiyordu. Şahsi olarak dikkatleri üzerine çekenlere tahammül gösterilmiyordu, etkili adam kendini bir şeye adamamış olandı; ikinci sınıftaki kulüp seçimlerine kadar herkesin üniversite kariyerlerinin sonuna kadar bağlı kalacakları bir taraf seçmeleri bekleniyordu.
Amory Nassau Literary Magazine’de yazmak faydasızken Daily Princetonian’ın yayın kurulunda olmanın herkesi etkileyebileceğini anlamıştı. İngiliz Tiyatro Birliği’nde ölümsüz gösterilere imza atma hayalleri, en parlak beyin ve yeteneklerin her sene büyük Noel turnelerine çıkan müzikal komedi topluluğu Triangle Kulübü’nde toplandığını öğrenmesiyle suya düştü. Kafasında yeni arzuların ve hırsların oluşmaya başladığı bu sıralarda yemekhanede kendini son derece yalnız ve huzursuz hissediyordu. İlk dönemi başkalarının çabuk kazanılan başarılarını kıskanarak ve Kerry’yle neden hemen sınıfın seçkinleri arasına kabul edilmediklerine dertlenerek geçirmişti.
Birçok öğleden sonrayı Pansiyon 12’nin penceresinin önüne uzanıp yemekhaneye girip çıkan sınıf arkadaşlarını izleyerek geçiriyorlardı. Kimi kendini önemli kişilerin yanına atmış bir uydu gibi onları takip ediyordu. Kimisi aceleci adımlarla başlarını yerden kaldırmadan yürüyen, kalabalık grupların arasında olmanın verdiği güveni kıskanan çalışkan ve yalnız ineklerdi.
Amory bir gün kanepede uzanmış derin düşüncelere dalarak bir paket Fatima’yı[16 - 1900’lerin başında oldukça popüler olan, Türk tütünü kullanan bir sigara markası. (ç.n.)] bitirmekle meşgulken Kerry’ye “Biz lanet olası orta sınıfız, olan bu!” diye dert yandı.
“Pekâlâ, neden olmasın? Biz de aynı şeyi küçük üniversiteler için söyleyebilelim diye Princeton’a geldik; daha fazla özgüven, daha iyi bir giyim tarzı, daha çok gösteriş…”
Amory “Ah, bunu söylerken aklımda yanardöner kast sistemi yoktu,” dedi. “Tepemizde birkaç popüler çocuk olmasını seviyorum, ama lanet olsun Kerry, ben de onlardan biri olmalıydım.”
“Ama şu an için ne yazık ki sadece terli bir burjuvasın.”
Amory konuşmadan bir süre öylece yattı.
En sonunda “Uzun süre böyle kalmayacağım,” dedi. “Ama çabalayarak bir yere gelmekten nefret ediyorum. Ter dökmem gerekir, biliyorsun.”
Kerry “Onurlu terler,” dedi ve başını birden sokağa doğru uzattı. “Neye benzediğini görmek istiyorsan işte Langueduc, arkasında da Humbird var.”
Amory ayağa fırlayarak pencereye doğru koştu.
Bu değerli kişileri baştan ayağa süzerek “Oo,” dedi. “Humbird epey göz alıcı ama şu Langueduc, sert tiplerden değil mi? Öylelerine hiç güvenmem. İşlenmemiş tüm elmaslar büyük gözükür.”
Heyecan yatışınca Kerry “Ee,” dedi, “Edebi deha sensin. Gerisi sana kalmış.”
Amory duraksayarak “Merak ediyorum,” dedi, “acaba gerçekten edebi bir deha olabilir miyim? Bazen gerçekten öyle olduğumu düşünüyorum. Bunu söylemem çok korkunç, senden başkasına böyle bir şey söyleyemezdim.”
“Peki, hadi durma. Saçlarını uzat ve Lit’teki şu D’Invilliers denen adam gibi şiirler yaz.”
Amory uyuşuk bir şekilde masanın üzerinde duran dergi yığınına uzandı.
“Son yazdığını okudun mu?”
“Hiç kaçırır mıyım? Eşsizler.”
Amory dergiye şöyle bir göz attı.
Şaşkınlıkla “Hey!” dedi. “O da birinci sınıfta, değil mi?”
“Evet.”
“Şunu dinle! Aman Tanrım!”
“Bir hizmetçi kadın konuşuyor:
Siyah kadifeden izler toplanıyor gün yüzünde
Beyaz şeritli mumlar hapsolmuş gri çerçevelere
Titriyor cılız alevleri gölgeler gibi rüzgârda
Pia, Pompia, gel… Gel buraya…”
“Tanrı aşkına şimdi bu, ne anlama geliyor?”
“Bu bir yemek odası sahnesi.”
“Kilitlenmiş ayak parmakları uçan bir leyleğinkiler gibi
Uzanmış yatağına, beyaz çarşaflar üzerine
Elleri kıpırtısız göğsünün üzerinde tıpkı bir azizinkiler gibi
Bella Cunizza, hadi gel ışığa!”
“Aman Tanrım Kerry, bu da neydi böyle? Yemin ederim onu hiç anlamıyorum, bir de ben edebiyat meraklısıyımdır.”
Kerry “Çok çetrefilli,” dedi, “okurken yalnızca musalla taşını ve bozuk sütü düşünmelisin. Diğer yazdıkları kadar vurucu değil.”
Amory dergiyi masanın üzerine fırlattı.
İç çekti, “Elbette henüz ne olacağım belli değil. Sıradan biri olmadığımı biliyorum, yine de sıradan olmayan diğer insanlardan iğreniyorum. Zihnimi tiyatroya adayıp büyük bir oyun yazarı mı olmalıyım yoksa Golden Treasury antolojilerine nanik yaparak Princeton’lı parlak bir çocuk mu, henüz karar veremedim.”
Kerry “Ne diye karar veresin ki?” dedi. “En iyisi benim gibi başıboş dolaş dur. Ben Burne’ün smokininin kuyruğuna takılıp önemli biri olacağım.”
“Ben başıboş dolaşamam, ben ilgi çekmek istiyorum. Başkaları adına bile olsa torpilli olmak, Princetonian kurulunda yer almak ya da Triangle kulübünün başkanı olmak istiyorum. Ben hayran olunmak istiyorum, Kerry.”
“Kendini çok fazla düşünüyorsun.”
Amory bunun üzerine yerinden doğrulup oturdu.
“Hayır. Seni de düşünüyorum. Şu an züppelik hâlâ eğlenceliyken dışarı çıkıp sınıftakilerle kaynaşmalıyız. Mesela haziran ayındaki baloya genç bir kız getirmek istiyorum ama onu ödül olarak oraya getirilen salon güllerine, futbol takımının kaptanına ve diğer basit insanlara tanıtmam beni şirin göstermeyecekse bunu yapamam.”
Kerry sabırsızca “Amory,” dedi, “boşa kürek çekiyorsun. Önemli biri olmak istiyorsan dışarı çık ve bir şeyler dene, eğer yapamıyorsan boş ver gitsin.” Esneyerek devam etti, “Hadi bırakalım bunları. Aşağı inip futbol antrenmanını izleyelim.”
Amory eninde sonunda bu bakış açısını kabullendi, bir sonraki sonbaharda kariyerini resmen başlatma kararı alarak kendini Kerry’nin Pansiyon 12’den yarattığı eğlenceleri izlemeye bıraktı.
Yahudi gencin yatağını limonlu turtayla doldurdular. Her akşam Amory’nin odasındaki jikleye hava üfleyip Bayan On İki’yi ve yerel tesisatçıyı hayretler içinde bırakarak tüm evdeki gazı kestiler. “Adi sarhoşlar”a sataşmak için tüm resimlerini, kitaplarını ve eşyalarını banyoya taşıdılar ama Trenton’daki bir âlemden döndüklerinde sarhoş kafayla olan biteni gören ikili bunu şaka olarak algılayınca büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Akşam yemeğinden güneş doğana kadar red-dog, yirmi bir ve poker oynadılar. Pansiyondakilerden birinin doğum gününde adamı bolca şampanya almaya ikna ederek gürültülü bir kutlama yaptılar. Kerry ve Amory’nin içki içmeyen parti sahibini kazara merdivenlerden iki kat aşağı düşürmesi üzerine adamın revirde geçirdiği bir hafta boyunca ona utangaç ve tövbekâr diye seslendiler.
Kerry bir gün Amory’nin mektuplarının çokluğundan dert yanarak “Söyle bakalım, kim bu kadınlar?” diye sordu. “Son zamanlarda posta pullarına bakıyorum, Farmington ve Dobbs ve Westover ve Dana Hall’dan geliyorlar, neler oluyor?”
Amory sırıttı.
“Hepsi de St. Paul ve Minneapolis’ten,” diyerek isimleri saymaya başladı. “Marylyn De Witt güzeldir, kendi arabası var, çok kolay bir kız. Sally Weatherby epey şişmanlamaya başladı. Myra St. Claire eski bir hikâye, kolay öpülen biri, eğer böylesinden hoşlanıyorsan tabi…”
Kerry “Nasıl tavlıyorsun onları?” diye sordu. “Ben her şeyi denedim ama tutucu tipler benden hiç çekinmiyor bile.”
Amory “Sende ‘iyi çocuk’ tipi var da ondan,” dedi.
“Aynen öyle. Anneler kızlarının benim yanımdayken güvende olacağını hissediyor. Cidden, çok sinir bozucu! Birinin elini tutmaya kalksam bana gülüp sanki el onlara ait değilmiş gibi izin veriyorlar. Ben o eli tutar tutmaz sanki el onların olmaktan çıkıyor.”
Amory “Somurt,” diye öneride bulundu. “Onlara çılgın biri olduğunu, seni yola getirmek zorunda olduklarını söyle, kızıp eve git yarım saat sonra geri dön ve onlara bağır.”
Kerry başını salladı.
“Hiç şansım yok. Geçen sene St. Timothy’den bir kıza içten bir mektup yazmıştım. Bir yerde boş bulunup ‘Ah Tanrım seni ne çok seviyorum!’ demişim. Kız tırnak makasıyla ‘Tanrım’ kısmını kesip mektubun geri kalanını tüm okula göstermiş. Hiçbir işe yaramadı. Ben yine ‘bizim güvenilir Kerry’ olarak kaldım, hepsi saçmalık.”
Amory gülümsedi ve kendini ‘güvenilir Amory’ olarak hayal etmeye çalıştı, ama çabası boşunaydı.
Şubat ayı kar ve yağmurla geldi, birinci sınıfın orta dönemi aynı döngüde geçip gitti, Pansiyon 12’deki hayat amaçsız ama bir o kadar ilginç bir şekilde sürüp gidiyordu. Amory günde bir defa “Joe”ya giderek kulüp sandviç, mısır gevreği ve patates kızartması yemeyi âdet haline getirmişti. Yanında genelde Kerry ya da Alec Connage olurdu. Alec, Hotchkiss’ten sessiz ve kayıtsız bir parlak çocuktu. Komşu pansiyonda kalıyor ve bütün sınıfı Yale’e gitmiş olduğu için Amory’nin zoraki yalnızlığını paylaşıyordu. “Joe” salaş ve biraz da pasaklı bir mekândı, ama müşterilerine sınırsız veresiye hesabı açıyor oluşu Amory için bulunmaz nimetti. Babası maden hisseleriyle maceralara atılıyordu, bu yüzden Amory’nin harçlığı hâlâ hatırı sayılır miktarda olsa da beklentilerini karşılamıyordu.
Ayrıca “Joe” üst sınıfların meraklı bakışlarından sakınılabilen bir yer olma avantajına da sahipti. Böylelikle Amory her öğleden sonra saat dörtte yanına bir arkadaş ya da kitap alarak yeni tatlara yelken açıyordu. Bir gün mart ayında bütün masaların dolu olduğunu görünce duvarın dibindeki masada önündeki kitaba gömülerek oturan birinci sınıfın karşısındaki sandalyeye oturdu. Başlarıyla şöyle bir selamlaştılar. Yirmi dakika boyunca Amory bir yandan pastırmalı çöreklerini yerken bir yandan da Mrs. Warren’s Profession’ı okudu (Shaw’u dönem ortasında kütüphanedeki kitaplara göz atarken tesadüfen keşfetmişti). Diğer birinci sınıf da kendi kitabıyla ilgilenmiş, bu sırada üç bardak çikolatalı süt içmişti.
Ara sıra Amory’nin gözleri merakla masanın diğer ucundaki ahbabın kitabına kayıyordu. Tepetaklak olan başlığı okudu: Marpessa, yazarı Stephen Phillips. Bu isim ona hiçbir şey ifade etmedi, kendisine verilen müstesna eğitim Come into the Garden, Maude gibi pazar klasiklerinden ve son zamanlarda zorla okutulan Shakespeare ve Milton seçkilerinden ibaretti.
Karşısındakiyle konuşmaya niyetlendi, bir an için tekrar kitabıyla ilgileniyor gibi yaptı ve sanki farkında olmadan ağzından kaçırmış gibi yüksek sesle “Aha! Muhteşem!” dedi.
Diğer birinci sınıf başını kaldırdı ve Amory yapmacık bir utanç takınmıştı.
“Pastırmalı çöreklerinden mi bahsediyorsun?” Adamın titrek, yumuşak sesi büyük çerçeveli gözlükleriyle uyum içerisindeydi ve onda muazzam bir zekâya sahipmiş havası yaratıyordu.
Amory “Hayır,” diye yanıt verdi. “Bernard Shaw’dan bahsediyorum.” Açıklamak için kitabın kapağını çevirdi.
“Shaw’u hiç okumadım. Ama hep istemişimdir.” Çocuk önce duraksadı, ardından devam etti, “Hiç Stephen Phillips okudun mu ya da şiir sever misin?”
Amory hevesle atıldı, “Evet, çok severim. Ama Phillips’i etraflıca okumadım.” (Aslında tanıdığı tek Phillips, reform yanlısı araştırmacı gazeteci David Graham Phillips’ti.)
“Bence oldukça iyi. Elbette tam bir Victoria dönemi şairi.” Şiir üzerine bir sohbete koyuldular, bu sırada kendilerini tanıttılar, Amory’ye yemek boyunca eşlik eden bu adamın Lit dergisindeki tutkulu aşk şiirlerine imza atan “Müthiş ince zevk sahibi Thomas Parke D’Invilliers”in ta kendisi olduğu anlaşıldı. Amory’nin sosyal rekabet ve yoğun ilgiden yoksun bakış açısına göre dış görünüşünden anlayabildiği kadarıyla D’Invilliers on dokuz yaşında, kambur omuzlu, uçuk mavi gözlü bir adamdı. Yine de kitapları seviyordu ve Amory böyle biriyle tanışmayalı sanki yüz yıl olmuştu. Eğer yan masadaki St. Paul’lü kalabalık da onu nereden tanıdıklarını çıkarabilseydi, bu karşılaşma çok daha müthiş olabilirdi. Ama onların umurunda değildi, o da kendini koyuverip düzinelerce kitaptan bahsetti: Okuduğu kitaplar, hakkında yorumlar okuduğu kitaplar, daha önce adını bile duymadığı kitaplar, Brentano’s[17 - Büyük arşivleriyle tanınan Amerika’nın en eski kitapevlerinden biri. (ç.n.)] tezgâhtarı akıcılığıyla adlarını baş döndürücü bir hızla listelediği kitaplar… D’Invilliers ona kısmen inansa da tamamen mest olmuştu. Muzip bir şekilde Princeton’lıların yarısının kör cahillerden diğer yarısının da süzme ineklerden meydana geldiğine kanaat etmiş olmasına rağmen kekelemeden Keats’ten bahsedebilen yine de onu hiç tanımıyormuş gibi gözüken biriyle tanışmak büyük bir zevkti.
“Oscar Wilde’ı okudun mu?” diye sordu.
“Hayır, yazarı kim?”
“Ah hayır, zaten yazarın adı Oscar Wilde, onu bilmiyor musun?”
Amory’nin hafızasında sönük bir kıvılcım çaktı. “Ah, elbette,” dedi. “Şu Patience isimli güldürü opera onun hakkında yazılmamış mıydı?”
“Aynen, işte o adam. Dorian Gray’in Portresi adlı kitabını yeni bitirdim, kesinlikle okumanı tavsiye ederim. Beğenirsin. İstersen sana ödünç verebilirim.”
“Ya, çok isterim… Teşekkürler.”
“Odama gelmek ister misin? Önerebileceğim başka kitaplarım da var.”
Amory tereddüt ederek St. Paul’lü gruba baktı, mükemmellik abidesi harikulade Humbird de oradaydı, onunla arkadaş olmanın ne denli faydalı olabileceğini düşündü. Asla onlarla arkadaşlık kurabileceği ortamlarda bulunamıyor, fakat sürekli onlarla karşılaşıp duruyordu. Onlar için yeterince sert değildi. Bu yüzden yan masadaki alaca çerçeveli gözlüklerin ardından kendisine yöneltilebilecek tehditkâr bakışları göze alarak oyunu Thomas Parke D’Invilliers’in şüphesiz çekiciliğinden yana kullandı.
“Elbette isterim.”
Böylelikle Amory Dorian Gray, Gizemli ve Kasvetli Dolores ve Belle Dame sans Merci[18 - “Gizemli ve Kasvetli Dolores” ve “Belle Dame sans Merci”: Algernon Charles Swinburne’ün “Dolores” (1866) ve John Keats’in “La Belle Dame Sans Merci” (1819) şiirlerine konu olan kişiler. (ç.n.)] ile tanışmış oldu, sonraki bir ay boyunca da başka hiçbir şeyle ilgilenmedi. Dünya ilgi çekici bir hal almaya başlamıştı, Princeton’a Oscar Wilde’ın, Swinburne’ün ya da kendi deyimiyle “Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”ın[19 - “Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”: Oscar Wilde’ın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, Swinburne’ünki ise Algernon Charles Swinburne’dür. (ç.n.)] bıkkın gözlerinden bakmak için çok çaba harcıyordu. Her akşam bolca kitap okuyordu: Shaw, Chesterton, Barrie, Pinero, Yeats, Synge, Ernest Dowson, Arthur Symons, Keats, Sudermann, Robert Hugh Benson, the Savoy Operas… Bu farklı türlerden bir karışımdı ve çok geçmeden yıllardır aslında hiçbir şey okumamış olduğunu fark etti.
Önceleri Tom D’Invilliers onun için bir arkadaştan çok bir meşguliyetti. Amory haftada bir onunla buluşuyor, birlikte Tom’un odasını müzayededen alınan taklit duvar halıları, uzun şamdanlar ve desenli perdelerle döşüyor, tavanını süslüyorlardı. Amory onun zeki oluşunu ve kadınsılık ya da duygusallıktan uzak okuma merakını seviyordu. Aslına bakılırsa çalım satma işini daha çok Amory yapıyor ve her sözünü bir özdeyişe dönüştürmek için yoğun çaba sarf ediyordu; çünkü D’Invilliers’in bir insan kendini özdeyişlerle ifade ediyorsa kim bilir daha ne cevherler barındırır diyeceğini düşünüyordu. Pansiyon 12’ye eğlence çıkmıştı. Kerry Dorian Gray’i okumuş, Lord Henry’yi taklit ederek Amory’ye Dorian demeye başlamış ve onun içindeki tuhaf hevesleri ortaya çıkarıp can sıkıntısını gidermeye çalışmıştı. Ama aynı şeyi yemekhanede de yapınca masadaki diğerleri çok eğlense de Amory utançtan yerin dibine girerek özlü sözlerini ondan sonra yalnızca D’Invilliers’in yanında ya da bir ayna karşısında sarf etmeye başlamıştı.
Bir gün Tom ve Amory kendi şiirlerini ve Lord Dunsany’ninkileri Kerry’nin gramofonundan çaldıkları müzik eşliğinde okumayı denedi.
Tom “Nağmeli söyle!” diye bağırdı. “Hikâye okur gibi okuma! Şarkı söyler gibi oku!”
Performansının ortasındaki Amory asabi bir şekilde bakıp içinde daha az piyano olan bir plak gerektiğini söyleyince o sırada orada olan Kerry gülmekten yerlere yatmıştı.
Kahkahalarla “Hearts and Flowers’ı çal,” diye bağırmıştı. “Ah! Aman Tanrım, şimdi altıma edeceğim.”
Amory kıpkırmızı kesilerek “Lanet gramofonu kapat!” diye bağırmıştı. “Burada panayır gösterisi yapmıyorum.”
Bu sırada Amory, büyük bir özenle D’Invilliers’de toplumsal sisteme dair bir fikir uyandırmaya çalışıyordu. O bir şair olduğundan Amory’den daha geleneksel biriydi ve sıradan biri olması için tek gereken şey saçlarını ıslatması, kısıtlı bir sohbet yelpazesi ve daha koyu kahverengi bir şapkaydı. Eşsiz meziyetler daima onları önemsemeyen insanlara nasip olurdu, D’Invilliers de Amory’nin çabalarına biraz gücenmişti. Böylece Amory buluşmalarını haftada bire indirdi ve ara sıra onu Pansiyon 12’ye getirdi. Bu durum diğer birinci sınıflar arasında hafif bir alay konusu halini aldı ve diğerleri onlara “Doktor Johnson ve Boswell”[20 - İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Doktor Samuel Johnson’a (1709-1784) ve onun İngiliz edebiyatı için büyük önem taşıyan biyografisini yazan James Boswell’e (1740-1795) atıfta bulunuyorlar. (ç.n.)] demeye başladı.
Amory’nin bir diğer ziyaretçisi Alec Connage onu sevmesine seviyordu, ama bir yandan da ince zevkleri yüzünden ondan çekiniyordu. Tom’un şairane meziyetlerine ve derinliğine saygı duyan Kerry, onun yanında son derece mutlu oluyor ve Amory’nin kanepesine uzanıp gözlerini kapayarak saatlerce onun şiir okumasını dinleyebiliyordu:
“Uyuyor mu yoksa uyanık mı? Onun gerdanı
Defalarca öpülesi, üzerinde yalnızca belli belirsiz mor bir leke
İçinden kan akıp gidiyor kederle
Usulca ve usulca canını yakıyor, oysa bembeyaz teni bir lekeye göre”
Kerry yavaşça “Bu çok iyiydi,” dedi. “Holiday’lerin büyüğü beğendiğine göre bunu yazan iyi bir şair olmalı,” diye ekledi. Tom dinleyicilerden memnundu, ta ki Amory ve Kerry kendisi gibi tüm şiirleri ezberleyene kadar Poems ve Ballads’tan seçkiler yapmayı sürdürdü.
Amory ilkbaharda öğleden sonraları Princeton civarındaki malikânelerin bahçelerinde yapay göllerde yüzen kuğuların ve söğütlerin üzerinden süzülen ahenkli bulutların yarattığı etkileyici atmosfer eşliğinde şiir yazmaya başladı. Mayıs çabucak geliverdi, birdenbire duvarlara tahammül edemez hale gelen Amory yıldız ışığı ve yağmur altında saatlerce yerleşkeyi dolaşır oldu.
Sembolik Nemli Bir Ara
Gece sisi çökmüştü. Sis ayın etrafında dalgalanıp, kulelerin sivri tepelerinde kümelenip aşağı çöktükçe hayal meyal görünen çatıları gökyüzüne doğru uzanıyor gibi oluyordu. Gündüz karıncalar gibi etrafa üşüşen şekiller geceyle birlikte karanlık gölgeler halini alıp, bir görünüp bir kaybolur olmuştu. Soluk sarı bir ışıkla çevrelenen Gotik binalar ve kemerli avlular karanlıkta korkunç şekiller alarak daha gizemli bir havaya bürünmüştü. Uzaklardan bir çan sesi saatin çeyreği vurduğunu ilan etti; Amory güneş saatinin yanında durdu ve nemli çimenlere boylu boyunca uzandı. Serinlik gözlerini yaşartarak zamanın akışını yavaşlattı. Tembel nisan öğleden sonralarında sinsice geçip giden zaman, uzun ilkbahar alacakaranlığında kavranılamaz bir hal alıyordu. Her gece son sınıfların şarkıları melankolik bir güzellikle okulda çınlıyor ve öğrencilik bilincini çevreleyen kabuğu kırarak bu gri duvarlara, Gotik zirvelere ve yitip giden çağların saklandığı diğer her şeye daha da derin bir saygı ve bağlılık duymasına sebep oluyordu.
Odasının penceresinden gözüken kule yukarı doğru incelerek sivri bir koni şeklini alıyor, sabahın erken saatlerinde en tepedeki sivri ucu görünmez hale gelerek ona yalnızca birbirini takip eden havarilere ev sahipliği yapan figürlerin faniliğini ve önemsizliğini hatırlatıyordu. Gökyüzüne doğru uzanan yapısıyla Gotik mimarinin üniversitelere son derece uygun olduğunu biliyordu ve bu fikir ona mahsustu. Uzayıp giden yeşillikler, sessiz koridorlarda geç saatlerde yakılan öğrenci ışıkları hayal gücüne bir çırpıda nüfuz ediyor ve sivri kulelerin fazileti bu anlayışın bir sembolü haline geliyordu.
Yüksek sesle “Lanet olsun,” dedi, nemden ıslanan ellerini saçlarının arasında dolaştırdı. “Önümüzdeki sene çalışacağım!” Yine de şu an sivri kulelerin üzerinde yarattığı boyun eğdirici etkinin daha sonra kendisini yıldıracağını biliyordu. Şu an sadece kendi mantıksızlığının farkına varıyordu, çaba gösterdiği takdirde çaresizliğini ve yetersizliğini de idrak edecekti.
Üniversite rüyası uyanık bir şekilde devam ediyordu. Ürkek bir heyecan duydu. Bu bir ırmaktı, eğer bir taş atacak olsa suda oluşacak zayıf dalgalar sanki taşı elinden bırakır bırakmaz yok olacaktı. Henüz hiçbir şey vermemiş ve hiçbir şey almamıştı.
Bir yerlere geciken bir birinci sınıf öğrencisi, muşamba yağmurluğunu gıcırdatarak çamurlu patikada bata çıka yürüyordu. Uzaklardan, görünmeyen bir pencerenin altından bir ses zekice bir öneride bulunarak “Kafanı kaldır!” diye seslendi. Sonunda sisin ardından gelen yüzlerce irili ufaklı sesin farkına vardı.
Aniden “Ah Tanrım!” diye bağırdı ve sessizlikte kendi sesinden ürktü. Yağmur çiseliyordu. Bir dakika daha kıpırdamadan elleri başının arkasında kenetlenmiş bir halde yattı. Sonra ayağa kalktı ve gayri ihtiyari üstünü silkeledi.
Güneş saatine dönerek “Çok fena ıslanmışım!” dedi.
Tarihsel
Birinci sınıfı izleyen yaz savaş başladı. Almanların Paris saldırısına duyduğu kumarbazlara has bir merak dışında olaylar onu ne korkutuyor ne de ilgisini çekiyordu. Zevkli bir melodram karşısında takınabileceği bir tutumla savaşın uzun ve kanlı olmasını umuyordu. Eğer savaş uzun sürmezse kendini tarafların yumruklaşmayı reddettiği ödüllü bir dövüş maçındaki öfkeli bilet sahibi gibi hissedecekti.
Tüm tepkisi bundan ibaretti.
“Ha-Ha Hortense!”
“Pekâlâ midilliler!”
“Hadi acele edin!”
“Hey, midilliler! Şu barbut oyununa ara verip işinizin başına geçmeye ne dersiniz?”
“Hey midilliler!”
Oyuncu koçu küplere binmişti, Triangle Kulübü başkanı otoriteden kaynaklanan öfke patlamaları ve yorgunluktan kaynaklanan taşkınlıklar arasında gidip gelen endişeli bakışlarla ruhsuz bir şekilde oturmuş gösterinin Noel turnesine nasıl yetişeceğini düşünüyordu.
“Pekâlâ. Korsan şarkısından alıyoruz.”
Midilliler sigaralarından son fırtları çekerek yerlerine geçtiler, başaktris öne geldi, el ve ayaklarını havalı bir şekle sokup öylece durdu. Koç, el çırpıp ayaklarını yere vurarak tempoyu verdi ve dans başladı.
Triangle Kulübü kargaşa içindeki kocaman bir karınca yuvasıydı. Her sene Noel tatili boyunca oyuncuları, korosu, orkestrası ve dekoruyla birlikte müzikal bir komedi sergilemek üzere turneye çıkardı. Oyun ve müzik, öğrencilere aitti ve kulübün kendisi de her sene üç yüz kişinin rol kapabilmek için kıyasıya mücadele ettiği en saygın cemiyetlerden biriydi.
Amory ikinci yılın ilk yarısında düzenlenen Princetonian yarışmasını kolaylıkla kazanarak Korsan Yüzbaşı Kaynar Yağ rolüne seçildi. Son bir haftadır öğleden sonra ikiden sabah sekize kadar her gece gazinoda sade ve sert kahveyle ayakta durmaya çalışarak Ha-Ha-Hortense! oyununu prova ediyor, günün geri kalanını ise ders aralarında uyuyarak geçiriyordu. Gazino, enteresan manzaralara sahne oluyordu. Ambara benzeyen bu büyük bina kız gibi giyinen erkekler, korsan gibi giyinen erkekler, bebek gibi giyinen erkeklerle dolu bir oditoryumdu. Dekor henüz inşaat halindeydi, ışıkçılar sahne ışığını öfkeli gözlere tutarak prova yapıyor, orkestra durmadan aletlerini akort ediyor ya da neşeli bir Triangle melodisi çalınıyordu. Sözleri yazan çocuk köşede durmuş kalemini kemirerek yirmi dakikadır alkış alacak bir nakarat bulmaya çalışıyordu. Müdür sekreterle “şu lanet olası sütçü kostümlerine” ne kadar para harcanabileceğini tartışıyor, eski mezunlardan 1898 yılının müdürü bir kolinin köşesine ilişmiş, kendi zamanında her şeyin nasıl daha basit olduğunu düşünüyordu.
Bir Triangle Kulübü gösterisinin nasıl sahnelendiği tam bir muammaydı; insanların saat zincirlerine altından ufak bir üçgen[21 - Triangle (İng): Üçgen. (e.n.)] takabilmek için yeterince hizmet edip etmediğine bakıldığı epey de şamatalı bir muamma. Ha-Ha-Hortense! tam altı defa baştan yazılmıştı ve yapımda dokuz kişinin adı geçiyordu. Tüm Triangle gösterilerinin “farklı bir şey, sıradan müzikal komediden çok daha fazlası” olması planlansa da çeşitli yazarlar, kulüp başkanı, oyuncu koçu ve fakülte kurulu işe dahil olunca geriye eski bilindik şakalarıyla başroldeki komedyenin turneden hemen önce okuldan atıldığı ya da hastalandığı ya da başına bir şey geldiği için yerine “kesinlikle günde iki kere tıraş olmayan” kara bıyıklı bodur bir adamın geçtiği sıradan, güvenilir bir Triangle gösterisi kalırdı.
Ha-Ha-Hortense!’ta çok ince esprili bir bölüm vardı. Bu, bir Princeton geleneğiydi: Yale öğrencilerinden meşhur “Kurukafa ve Kemikler” cemiyetine üye olanlar bu kutsal ismi duyduklarında bulundukları odayı terk etmek zorundaydı. Ayrıca cemiyet üyelerinin ilerleyen yıllarda çok başarılı olduğu; servet, oy, faiz kuponu ya da her ne toplamak istiyorsa onu topladığı görülürdü. Bu yüzden Ha-Ha-Hortense!’in her gösteriminde altı koltuk ücret karşılığı sokaktan toplanan en perişan berduşlara ayrılır ve Triangle makyözleri bunlara ufak müdahalelerde bulunurdu. Altı berduşa, gösteride Korsan Reisi Meşale’nin korsan bayrağını işaret ederek “Ben bir Yale mezunuyum, Kurukafa ve Kemiklerime bakın!” dediği anda dikkat çekici bir şekilde yerlerinden kalkıp kederli derin bakışlar ve incinmiş bir gururla tiyatro salonunu terk etmeleri söylenmişti. Hatta bir defasında doğruluğu asla kanıtlanmamış olmakla birlikte kiralık Yale öğrencilerinden birinin durumu ciddiye alıp bundan gurur duyduğu söylenmişti.
Tatil boyunca gösterilerini revaçtaki sekiz şehirde sahnelediler. Amory en çok Louisville ve Memphis’i sevdi: Bu şehirlerde insanlar, yabancıları nasıl ağırlamaları gerektiğini biliyorlardı; dört bir yan fevkalade meyve kokteylleriyle doluydu ve burada akıllara durgunluk verecek güzellikte her çeşit kadına rastlamak mümkündü. Chicago, baskın aksanını borçlu olduğu bir enerjiye sahipti; ama ne yazık ki burası bir Yale şehriydi ve Yale’in Glee Kulübü bir hafta içinde gösteri için orada olacağından Triangle yalnızca kısıtlı bir hürmet gördü. Baltimore, Princeton’ın mekânıydı ve herkes onlara vuruldu. Yol boyunca seviyeli bir içki tüketimi söz konusuydu; adamlardan biri sahneye neredeyse sarhoş çıkıyor ve rolünün bunu gerektirdiğini iddia ediyordu. Üç tane korsan arabası vardı; ama orkestranın çenesi düşük dört gözlerinin “hayvan arabası” denen arabası dışında kimse uyumazdı. Her şey o kadar hareketliydi ki kimsenin sıkılmaya vakti kalmıyordu. Ama Philadelphia’ya vardıklarında tatil sona ermek üzereydi ve herkes çiçeklerle gres boyasının ağır kokularından uzaklaşmaya, korselerini çözen midilliler de rahat bir nefes almaya başlamıştı.
Grubun dağılma zamanı geldiğinde Amory alelacele Minneapolis’e doğru yola koyuldu; çünkü Sally Weatherby’nin kuzeni Isabelle Borgé ailesi yurtdışındayken kışı geçirmek üzere Minneapolis’e geliyordu. Isabelle’i Minneapolis’e ilk gittiği zaman ara sıra oynadığı küçük bir kız olarak hatırlıyordu. Ama kız daha sonra Baltimore’a taşınmıştı ve onu o zamandan beri görmemişti.
Amory dimdik, kendinden emin, asabi ve coşkuluydu. Sadece çocukluğunu hatırladığı bir kızı görmek için Minneapolis’e gidiyor olmak, ona son derece enteresan ve romantik geliyordu. Bu yüzden hiçbir pişmanlık duymadan annesine kendisini beklememesini bildiren bir telgraf çekti, trene atladı ve sonraki otuz altı saat boyunca kendini düşündü.
Oynaşma
Amory, Triangle turnesinde yeni Amerikan fenomeni “oynaşma partileriyle” tanıştı.
Victoria dönemi annelerinin -ki annelerin çoğu Victoria dönemi annesiydi- kızlarının öpüşmeyle bu denli içli dışlı olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Bayan Huston-Carmelite popüler kızına “Hizmetçi kızlar böyledir,” derdi. “Önce öpülür, sonra evlenme teklifi alırlar.”
Ama Popüler Kız (P. K.) on altı ve yirmi iki yaşları arasında her altı ayda bir nişanlanır, ahmakça onun ilk aşkı olduğunu zanneden Cambell & Hambell şirketlerinin genç varisi Hambell’ı (danslı balolarda yalnızca en uygun adayın başarıya ulaşmasını sağlayan araya girme sistemiyle) kendine eş olarak seçmeden önce P. K. ay ışığında, ateş başında ya da zifiri karanlıkta nice duygusal son öpücüklere mazhar olmuştu.
Amory, kızların hayal bile edemeyeceği şeyler yaptığını görüyordu: Dans partileri sonrasında gece üçte uygunsuz kafelerde yemek yemeleri, yarı ciddi yarı alaycı yine de taptaze bir heyecanla hayatın her yönünden bahsedebilmeleri Amory’nin gözünde tam bir ahlaki hayal kırıklığıydı. Ama bunun ne denli yaygın olduğunu devasa bir gençlik aşkına benzeyen New York ve Chicago arasındaki şehirleri görene dek anlamamıştı.
Plaza’da bir öğleden sonra dışarıda bir kış karanlığı hüküm sürerken alt kattan hafif davul sesleri geliyordu. Havalı havalı yürüyerek lobiyi aşındırıyor, titizlikle giyinmiş bir halde birer kokteyl daha alıp bekliyorlardı. Çift taraflı kapılar açıldı ve üç kürk manto ufak adımlarla kırıta kırıta yürüyerek içeri girdi. Oradan tiyatroya geçildi, sonrasında Midnight Frolic’e… Elbette anne baştan sona yanlarındaydı. Ama uzaklardaki bir masada tek başına oturup bu tür eğlencelerin sanıldığı kadar kötü değil, aksine çok yorucu olduğunu düşündüğü için işleri çok daha gizemli ve dikkat çekici bir hale getiyordu. Ama P. K. yine âşıktı. Ne tuhaftı, öyle değil mi? Takside yeterince yer olmasına rağmen P. K. ve kolejli genç oraya sığamayacaklarını söyleyip ayrı bir arabayla gitmek zorunda kalmışlardı. Tuhaf! P. K. yedi dakika gecikmeyle yanlarına vardığında yüzü ne kadar da kızarmıştı. Ama P. K. bundan da paçayı yırtardı.
“Güzel kız” “sevgiliye”, “sevgili” de “fettan bir pilice” dönüşürdü. “Güzel kız”ı her öğleden sonra beş altı kişi ziyarete gelirdi. Eğer tuhaf bir kaza yaşanır da P. K.’nin aynı anda iki ziyaretçisi olursa bu, randevusu olmayan kişiyi rahatsız edici bir duruma sokardı. Dans aralarında “güzel kız”ın etrafı bir düzine adamla çevrilirdi. Dansa ara verildiğinde P. K.’yi bulmaya çalışın, sadece çalışın.
Aynı kız… Bu defa kendini caz müziğine ve ahlaki kuralları sorgulamaya kaptırmış. Amory saat sekizden önce tanıştığı her popüler kızı on ikiden önce muhtemelen öpecek olduğunu bilmeyi son derece büyüleyici bulurdu.
Amory bir gece Louisville Şehir Kulübü’nün önünde, bir limuzinde otururken yeşil tokalı kıza “Ne diye buradayız?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Yaramazlığım üstümde.”
“Hadi dürüst olalım, birbirimizi bir daha asla görmeyeceğiz. Seninle buraya gelmek istedim, çünkü oradaki en güzel kız sendin. Beni tekrar görüp görmemek umurunda değil, değil mi?”
“Hayır, ama bu senin kızları tavlama lafın öyle değil mi? Bunu hak etmek için ne yaptım peki?”
“Dans etmekten yorulmadın, sigara ya da söylediğin diğer şeylerden hiçbirini istemiyorsun, öyle mi? Sen sadece şey istiyorsun…”
Kız “Eğer analiz etmek istiyorsan içeri girelim,” diye araya girdi. “Hadi artık bundan konuşmayalım.”
El örgüsü kolsuz süveterler modayken Amory ani bir ilhamla bunlara “oynaşma gömlekleri” adını takmıştı. Bu ad, salon çiftlerinin ve P. K.’lerin dudaklarında kıyıdan kıyıya dolaştı.
Betimsel
Amory artık on sekiz yaşında, bir seksen boyunda, geleneksel anlamda olmasa bile alışılmadık şekilde yakışıklıydı. Simsiyah kirpiklerle çevrili, delici bakışlı yeşil gözlerinin verdiği içtenlikle yüzü çok genç gözüküyordu. Kadın ve erkeklerde güzelliğe eşlik eden o yoğun hayvani çekicilikten tuhaf şekilde yoksundu. Kişiliğini daha çok zihniyle şekillendiriyordu ve bunu, bir musluk gibi açıp kapama gücüne sahip değildi. Ama insanlar onun yüzünü unutamazdı.
Isabelle
Merdivenlerin başında durdu. Atlama tahtasının başındaki dalışçıların, gala gecelerindeki başrol oyuncularının ve Büyük Maç’ı bekleyen iri yarı kaslı genç adamların hissettiği türden bir heyecan duyuyordu. Aşağıya Thaïs ve Carmen operalarının uyumsuz melodilerinin ve coşkulu davul seslerinin eşliğinde inmesi gerekirdi. Daha önce görünüşü konusunda hiç bu kadar endişelenmemiş ve ondan hiç bu kadar tatmin olmamıştı. On altı yaşına basalı altı ay olmuştu.
Kuzeni Sally giyinme odasının kapısından “Isabelle!” diye seslendi.
“Ben hazırım,” dedi. Sesinin heyecandan boğazına düğümlendiğini fark etti.
“Yeni bir çift terlik getirmeleri için birilerini eve yolladım. Bir dakikaya burada olur.”
Isabelle son bir defa aynaya bakmak için giyinme odasına doğru yöneldi, ama içinden bir ses orada durup Minnehaha Kulübü’nün geniş merdivenlerinden aşağı bakmasını söyledi. Baş döndürücü bir şekilde aşağı doğru kıvrılan merdivenlerin sonundaki salonda iki çift erkek ayağı dikkatini çekti. Yüksek tabanlı bu sıradan siyah ayakkabılar sahiplerinin kim olduğuna dair en ufak bir fikir vermiyordu, ama Isabelle içten içe bu ayakların bir çiftinin Amory Blaine’e ait olup olamayacağını merak ediyordu. Henüz karşılaşmadığı bu genç adam gününün büyük bölümünü meşgul etmişti, üstelik bu aslında oradaki ilk günüydü. İstasyonda trenden iner inmez kendisini karşılayan Sally tarafından bir soru, yorum, açıklama ve mübalağa yağmuruna tutulmuştu:
“Amory Blaine’i mutlaka hatırlıyorsundur. Seni tekrar görmek için can atıyor. Üniversiteden bir günlüğüne izin almış, bu akşam buraya geliyor. Senin hakkında o kadar çok şey duymuş ki… Gözlerini hatırladığını söylüyormuş.”
Isabelle bunları duyduğuna memnun olmuştu. Demek ki eşit şartlar altındaydılar. Gerçi Isabelle kendi aşk maceralarını reklama ihtiyaç duymadan da idare edebilme becerisine sahipti. Ama bu mutlu tatmin dalgası birden yerini bir düşkünlük hissine bırakınca sormuştu:
“Benim hakkımda çok şey duymuş da ne demek? Neler duymuş?”
Sally gülümsedi. Egzotik kuzeninin yanında bir gösteri kadınının becerilerine sahip olduğunu hissediyordu.
“Senin… Senin güzel olduğunu falan duymuş,” biraz duraksadıktan sonra devam etti, “ve sanırım daha önce öpüştüğünü de biliyor.”
Isabelle kürk pelerininin altında bu küçük yumruk darbesiyle sarsıldı. Azılı geçmişi tarafından kovalanmaya alışmıştı, hissettiği pişmanlık her defasında biraz daha azalıyordu, yine de böylesine tuhaf bir kasabada bu, üstünlük sağlayan bir şöhretti. O “hovarda” biriydi, öyle mi? Pekâlâ, öyle olup olmadığını kendileri göreceklerdi.
Isabelle pencereden dışarı bakarak bu dondurucu sabahta karın süzülerek yağışını izlemişti. Burası daima Baltimore’dan daha soğuk olurdu; bunu unutmuştu. Kapının camlı bölmesi buz tutmuş, pencerelerin köşelerinde karlar birikmişti. Isabelle’in aklında tek bir şey vardı. Acaba o da şu telaşlı şirketler caddesinde salınarak yürüyen mokasen ve kış karnavalı kostümlü çocuk gibi mi giyiniyordu? Ne kadar da Batılı işi! Elbette o böyle olamazdı. Princeton’a gitmişti, ikinci sınıfta falan olmalıydı. Hakikaten de onu hiç hatırlamıyordu. Eski bir fotoğraf albümünde sakladığı çok eski bir fotoğraftaki kocaman gözleri (muhtemelen gözleri hâlâ öyleydi) onu etkilerdi. Yine de geçen ay, kışı Sally’nin yanında geçirmesine karar verildiğinde, Amory hatırı sayılır rakiplerle karşılaşacağını tahmin etmişti. Bu yüzden en kurnaz çöpçatanlar olan çocuklar hemen dalaverelere başlamış, Sally de Isabelle’in heyecanlı mizacına uygun mektuplaşmalarla kendi payına düşen rolü zekice oynamıştı. Isabelle bir süredir gelip geçici fakat çok güçlü duyguların etkisi altındaydı.
Bir sapaktan içeri girerek karlı caddenin uzağında kalan beyaz taştan bir binanın önünde durmuşlardı. Bayan Weatherby onu içtenlikle karşılamış, küçük kuzenleri nazikçe saklandıkları köşelerden bir bir ortaya çıkmış, Isabelle de onları zarifçe selamlamıştı. Formunda olduğu için kendinden yaşça büyük kızlar ve birkaç kadın dışında tanıştığı herkesle dost olmuştu. Yarattığı her izlenimin farkındaydı. O sabah tanışıklığını tazelediği yarım düzine kız onun kişiliğinden, bir o kadarı da şöhretinden etkilenmişti. Amory Blaine herkesçe bilinen bir konuydu. Anlaşılan popüler olsun olmasın, oradaki her kız onunla bir zamanlar ilişki yaşamıştı; fakat içlerinden hiçbiri kayda değer bir bilgi paylaşma niyetinde değildi. Amory ona abayı yakacaktı… Sally bu bilgiyi genç arkadaş grubuna yaymış, onlar da Isabelle’i görür görmez aynı sözleri Sally’ye iade etmişti. Isabelle içten içe eğer mecbur kalırsa kendini onu sevmeye zorlama kararı almıştı, bunu Sally’ye borçluydu. Korkunç derecede hayal kırıklığına uğrayabilirdi. Sally onu öve öve bitirememişti: Yakışıklıydı, “isterse mükemmel biri olabilirdi”, bilgiliydi ve gerektiği gibi vefasızdı. Aslında çağın ve çevrenin Isabelle’e arzulattığı tüm romantizmin bir özetiydi. Isabelle aşağıdaki yumuşak halının üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa dolanan dans ayakkabılarının onun olup olmadığını merak ediyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frensis-skott-ficdzherald/cennetin-bu-yakasi-69403294/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Do or Dare (1884): “Doğruluk mu Cesaret mi”, Horatio Alger Jr. (1834 – 1899) tarafından yazılan roman. (ç.n.)
Frank on the Lower Mississippi (1867): “Aşağı Missisippili Frank”, Harry Castle-mon takma adını kullanan Charles Austin Fosdick’in (1842-1915) romanı. (ç.n.)
2
Waldorf: New York’ta 5. Cadde’yle 33.caddenin kesişiminde yer alan lüks otel. (ç.n.)
3
Sarah Bernhardt (1844-1923), Fransız asıllı ünlü dansçı. (ç.n.)
4
Fêtes Galantes (1869): Fransız sembolist şair Paul Verlaine’in (1844-1896) şiir kitabı. (ç.n.)
5
Algernon Charles Swinburne (1837-1909), tabu kabul edilen birçok konuda yazan İngiliz şair, oyun yazarı ve romancı. (ç.n.)
6
L.C.V.: Lütfen cevap veriniz. (ç.n.)
7
Koloni Savaşları: Özellikle 16. yüzyılda İspanyol asker ve kâşiflerin Amerika’yı işgal ederek yerli halkla savaşmasıyla başlayan kolonileşme dönemi savaşları. (ç.n.)
8
Amerikalı The Packard Motor Car Company tarafından üretilen lüks araba markası. (ç.n.)
9
(İng.) Bir iltifata iltifatla karşılık verme. (ç.n.)
10
Brooks Brothers, New York’ta lüks bir giyim mağazası. (ç.n.)
11
The Beloved Vagabond (1900): “Sevimli Serseri”, W.J. Locke’nin romantik romanı, Sir Nigel (1900): “Sör Nigel”, Arthur Conan Doyle’un romantik romanı. (ç.n.)
12
Beyaz Birlik (1891): “The White Company”, Arthur Conan Doyle’un tarihsel romanı. (ç.n.)
13
Washington’ın doğum günü: Şubat ayının üçüncü pazartesi günü, ABD’nin ilk başkanı George Washington’ın doğum günü onuruna düzenlenen, daha sonra tüm başkanların anıldığı bir kutlama halini alan ulusal bayram. (ç.n.)
14
Princeton Üniversitesi’nin spor müsabakalarında en büyük rakibi olan Yale ve Harvard’ın renkleri. (ç.n.)
15
Princeton Üniversitesi’nde bulunan binaların adları. (ç.n.)
16
1900’lerin başında oldukça popüler olan, Türk tütünü kullanan bir sigara markası. (ç.n.)
17
Büyük arşivleriyle tanınan Amerika’nın en eski kitapevlerinden biri. (ç.n.)
18
“Gizemli ve Kasvetli Dolores” ve “Belle Dame sans Merci”: Algernon Charles Swinburne’ün “Dolores” (1866) ve John Keats’in “La Belle Dame Sans Merci” (1819) şiirlerine konu olan kişiler. (ç.n.)
19
“Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”: Oscar Wilde’ın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, Swinburne’ünki ise Algernon Charles Swinburne’dür. (ç.n.)
20
İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Doktor Samuel Johnson’a (1709-1784) ve onun İngiliz edebiyatı için büyük önem taşıyan biyografisini yazan James Boswell’e (1740-1795) atıfta bulunuyorlar. (ç.n.)
21
Triangle (İng): Üçgen. (e.n.)