Bin mumlu ev
Meredith Nicholson
Tarihin tozlu sayfalarını gerilim, gizem ve aşkla aydınlatan Bin Mumlu Ev, 1900’lü yılların kurgu dünyasında sürükleyici bir yolculuk vaat ediyor.
Zenginliği ve tuhaf karakteri dillere destan olmuş John Marshall Glenarm’ın ani ölümü, ardında gizli bir hazine söylentisi ve tuhaf şartlarla dolu bir vasiyet bırakıyor.
Vasiyete göre torunu Jack’in Glenarm Malikanesi ve etrafındaki toprakları miras alabilmesinin iki koşulu var: Bir yıl boyunca sahibi olmayı umduğu bu evde kalacak, oradan bir an bile uzaklaşmayacak. Aksi takdirde miras, St. Agatha Okulu’ndan Rahibe Theresa’nın yeğeni Marian Devereux’un olacak. Elbette büyükbabanın diğer koşulu ise Jack’in Marian’la evlenmemesi…
Böylece “bilinmeyen yerlerin avaresi” Jack Glenarm, sadece mum ışığıyla aydınlatılan bu evde yaşamak zorunda kalıyor. Fakat bir sene boyunca tıkılıp kalacağı bu evin her köşesinden yükselecek tuhaf ayak seslerinden, etrafına üşüşecek hazine avcılarından ya da tekinsiz sırlardan habersiz…
Meredith Nicholson
Bin Mumlu Ev
Yazar Hakkında
Amerikalı yazar ve siyasetçi Meredith Nicholson, 9 Aralık 1866’da Indiana’nın Crowfordsville kentinde dünyaya geldi ama sadece 5 yaşına kadar burada yaşadı, sonrasında Indianapolis’e taşındı. Matematik dersinde çok zorlandığı için liseyi ilk senesinde bırakmak zorunda kaldı ama kendini eğitmeye hiç ara vermedi. Okumaya ve öğrenmeye olan tutkusu ona bambaşka kapılar açtı.
İlk yazılarını Indianapolis News ve Indianapolis Sentinel’de yayımladı. 1891’de şiir kitabı yayımlandı ama asıl patlamayı 1900 yılında gelen bir teklif üzerine yazmaya başladığı The Hoosier ile yaptı. Indiana’nın kültürel tarihini anlattığı bu kitap, ABD eyaletlerini teker teker ele alan bir seri kapsamında yayımlanmıştı. O sıralarda Denver’da yaşayan Nicholson, bu kitabın yayımlanmasının ardından, eşinin ailesinden de maddi destek alarak Indiana’ya döndü.
Nicholson, 30 yılda yaklaşık 30 kitap yazmayı başaran üretken bir yazardı. Özellikle yazarlık kariyerinin ilk yıllarında, çok satan pek çok romana imza atmıştı. 1905’in sonlarına doğru yayımlanan Bin Mumlu Ev, yazarın en başarılı romanı oldu. Pek çok dile çevrilen, hem tiyatroya hem de sinemaya uyarlanan Bin Mumlu Ev, 250.000’in üzerinde bir satış adedine ulaştı ve o dönem için çok ciddi bir başarı elde etti.
Büyük Buhran ve eşinin ölümünün etkisiyle 1920’lerin sonlarına doğru yazmayı bıraktı. Siyasi kariyerine odaklanmaya başlayan Nicholson, 1933’te Başkan Roosevelt tarafından Paraguay’a atandı. 8 yıl boyunca Nikaragua ve Venezüela gibi yerlerde diplomatlık görevini sürdürdü, 1941’de emekli oldu. Hayatının son yıllarını Indiana’da geçirdi. 21 Aralık 1947’de vefat etti.
Birinci Bölüm
JOHN MARSHALL GLENARM'IN VASİYETİ
Pickering’in büyükbabamın ölümünü bildirdiği mektubu, ekim başlarında Napoli’de elime geçti. John Marshall Glenarm haziranda ölmüştü. Pickering’in yazdığına göre, mülkünü şartlı olarak bana bırakmıştı ve vâris olarak tanımlanmak için bir an önce dönmem gerekiyordu. Mektubun elime ulaşması bile düşük bir ihtimaldi. Çünkü buradaki bankacıma değil, başkonsolos vasıtasıyla ulaştırılmak üzere Konstantinopolis'e gönderilmişti. Konsolosun gezilerimi takip eden bir arkadaşım olması ve vasiyet memurunun mektubunu peşimden İtalya’ya gönderebilmesi, Pickering’in hatası değildi. Burada Afrika demiryollarına harcanacak sınırsız parası bulunduğuna dair bilgi aldığım İngiliz bir finansörle görüşecektim. Eskiden “Tech” olarak bilinen bir Amerikan kurumundan mezun bir mühendisim. Kaynaklarım suyunu çektiği için doğal olarak mesleğime geri dönmüştüm.
Ama bu mektup planlarımı değiştirdi ve ertesi gün Pickering’e yola çıktığımı, New York’a giden bir gemiye bineceğimi belirten bir telgraf yolladım. On dört gün sonra da Pickering’in Alexis Binası’ndaki bürosunda oturmuş büyükbabamın vasiyetindeki maddeleri sıkıcı bir vurguyla okuyuşunu dinliyordum. Pickering ciddi bir adamdı ve benim laubaliliğimin canını sıktığını görmekten memnundum. Bu hususta onun için daima bir öfke kaynağı olmuştum. O güvensiz, azarlar gibi görünen bakışları beni hiç etkilemezdi.
Kâğıdı almak için masanın üzerinden uzandım. John Marshall Glenarm’ın vasiyetinin mühürlü ve kurdeleli bir kopyasını ellerime bıraktı. Maddeleri bir de kendim okudum. Bu arada Pickering’in soğuk bakışlarının sorgularcasına üzerimde gezindiğinin farkındaydım. Beni en çok alakadar eden paragraflar şunlardı:
Glenarm Malikânesi olarak bilinen mülkümü, bu mülkü çevreleyen ve aşağıda daha ayrıntılı olarak tanımlanacak toprakları ve oraya -Indiana eyaletindeki Wabana idare bölgesinde bulunan gayrimenkule- ait ve ilişik bulunan her tür kişisel varlığımı, aşağıdaki şartın içtenlikle ve dürüstçe yerine getirilmesi kaydıyla, bir zamanlar New York Eyaleti’nin ve Şehri’nin sakiniyken sonradan bilinmeyen yerlerin avaresi olan torunum John Glenarm’a bırakıyorum:
Bahsi geçen John Glenarm, bir yıl süresince bahsi geçen Glenarm Malikânesi’nde ve onu çevreleyen topraklarda yaşayacak, bu süre içinde uysal ve ılımlı bir tavır sergileyecektir. Bahsi geçen bir yılın herhangi bir ânında bu koşulu yerine getirmekte başarısız olursa, bahsi geçen mülk genel mülklerime intikal edecek ve herhangi bir ön koşul yahut hukuki işlem gerektirmeksizin New York Eyaleti ve idare bölgesinden Marian Devereux’nun olacaktır.
“Evet,” dedi Pickering ellerini sandalyesinin kolçaklarına vurarak. “Ne düşünüyorsun?”
Ne kadar uğraştıysam da kendimi kahkaha atmaktan alamadım. Öncelikle büyükbabamın benimle ilgili isteklerini ondan öğrenmemde müthiş bir ironi vardı. Pickering’le Vermont’ta, aynı kasabada büyümüştük, aynı koleje gitmiştik ama çocukluğumuzdan beri aramızda belirgin bir düşmanlık vardı. Benim başarısız olduğum her konuda o başarı kazanmıştı. Yani itiraf etmeliyim ki epey bir başarısı vardı. Ben bir yere yerleşip mesleğimi sürdürmeyi reddetmiş, öncelikle dünyayı görmeyi seçmiştim. Pickering’se kendini ciddiyetle hukuka vermişti ve en başından beri bildiğim gibi başarısız olması gibi bir ihtimal yoktu.
Ben sıradan bir insandan daha azı ya da fazlası değilim ama bir keresinde kolejdeyken ondan küçük bir çocuğa zorbalık yaptığı için ona sağlam bir dayak attığımı sevinçle hatırlarım. Gerçi okul günlerindeki çetelemize bakacak olursak, onun tarafında da çentikler vardı. Bir kere daha iyi bir öğrenciydi, hakkını teslim etmeliyim. Aynı zamanda kurnaz ve inandırıcıydı. Gücünün ve kaynaklarının sınırını asla bilemezdiniz ve müthiş bir şansı olduğunu da iddia edebilirim. Sadece John Marshall Glenarm’ın onunla dostça ilgilenmesi bile kanıt olarak sunulabilir. İşlerini Pickering’in kontrolüne bırakmak tam da birçok hevesi olan büyükbabamlık bir işti. Şikâyet edemezdim çünkü ben şansımı kaybetmiştim. Beni bu vasiyet konusunda Arthur Pickering’le görüşmek zorunda bırakmasının, büyükbabamı öfkelendirme konusundaki dikkat çeken başarım nedeniyle, payıma düşen ceza olduğunu zaten biliyordum. Pickering de durumun keyfini çıkarıyordu. Onda hep katlanılmaz bulduğum o kendinden emin tavrıyla arkasına yaslandı. Görmüş geçirmiş, tecrübeli birinin himayesinde olmayı tamamen kabullenebilirdim. Ama Pickering benimle aynı yaştaydı ve yaşam tecrübesi bana oldukça yetersiz görünüyordu. Onu New York’ta, büyükbabamın cömertliği sayesinde bir yaşam kurmuş ve büyükbabamın mülkünün idaresini eline almış halde görmek katlanılması zor bir durumdu.
Ama neşemde tamamen dürüst olmayan bir yan vardı. Zira önceki üç yıl boyunca yaptıklarım ayıplanabilecek cinstendi. Büyükbabamı aşağılık bir biçimde kullanmıştım. Annemle babam ben çocukken ölmüştü ve kendimi bildim bileli bana bakan büyükbabamdı. Babamdan kalan serveti sınırsızca harcamama tahammül etmişti. Benden çok şey bekliyordu ama ben onu hayal kırıklığına uğrattım ne yazık ki. Kendimi mimarlığa, onun büyük bir hayranlık duyduğu bir mesleğe adamam onun en büyük umuduyken ben mühendislikte ısrarcı olmuştum.
Sürdürdüğüm yaşam için özür dilemiyorum. Teknik eğitimimin bitiminde yurtdışına gidişimi ve Laurance Donovan’la tanışınca onunla bir maceraya atılışımı mazur göstermeye çalışacak da değilim. Tuna kıyılarında, Demirkapı’nın doğusunda geçirdiğim telaşsız aylardan pişmanlık duymuyorum. Gerçi muhtemelen pişmanlık duymam daha çok işime yarardı. Laurance Donovan hep benimle birlikteydi. Köylüleri ve handaki aylakları kışkırtıp kargaşa çıkarırken, kendimizi tereyağından kıl çeker gibi temize çıkarırken, daha büyük zevkler için Karadeniz’e açıldığımızda, Rusya peşimize casuslarını takarak bizi onurlandırdığında… Kendi adıma hiç değilse Belgrad’da karşılaştığımız bazı olayları yazmak isterdim ama Larry’nin onayı olmadan bunu yapma özgürlüğüm yok. Atlas Dağı’ndaki cücelere dair yaptığımız çalışma Britanya Etnoloji Cemiyeti’nde mansiyon ödülü almış olsa da Afrika’ya yaptığımız seyahatleri anlatmaya da zaman ayırmayacağım.
Bunlar geçmişte kaldı. Bugünse Arthur Pickering’in devasa Alexis Binası’nda yer alan ve Broadway’in boğuk gürültüsünün duyulduğu bürosunda oturmuş bir insan bir insandan en fazla ne kadar hoşlanmazsa o kadar hoşlanmadığım bir adamla, Büyükbaba Glenarm’ın vasiyetindeki maddeleri tartışıyordum. Pickering bana bir soru sormuştu ve ben bir anda gözlerini bana dikmiş cevap beklediğini fark ettim.
“Ne mi düşünüyorum?” diye tekrarladım. “Benim ne düşündüğüm fark eder mi bilmem ama madem bilmek istiyorsun, söyleyeyim. Bir insanın ardında böyle gülünç bir vasiyet bırakması çok çirkin, çok acayip. Servet biriktiren tüm eski para çantaları, paraların önemini artırır. Onlara gösterilen her tür nezaketin, bütün o sıradan saygının sadece pastadan bir dilim almak için olduğunu düşünürler. Büyükbabam beni hayal kırıklığına uğrattı. Görkemli bir ihtiyardı ama Tanrı biliyor ya, bazı tuhaf huyları vardı. Param olsa bin dolarına bahse girerdim ki bu onun değil, senin planın Pickering. Sende öteden beri hep var olan, John Marshall Glenarm’ın kanındaysa bir damlası bile bulunmayan bir kindarlık kokusu var bu planda. Orada ikamet etmemle ilgili şart çok saçma. Bunu sorabileceğim bir avukatım yok. Şüphesiz vasiyete uymamayı da tercih edebilirim. Yine de denemeyi düşünüyorum.”
“Elbette. İstersen mülkü altı yıllığına bloke edebilirsin,” diye yanıtladı sakince. Zorlu bir davacı olma ihtimalim varmış gibi bakmıyordu bana. Pickering’in de çok iyi bildiği gibi burada kalma dürtümün zayıf olduğu uzun zaman önce kanıtlanmıştı.
“Bu hoşuna giderdi eminim,” diye yanıtladım. “Ama sana o zevki tattırmayacağım. Vasiyetin şartlarına riayet edeceğim. Büyükbabam iyi bir ihtiyardı. Seni memnun etmek için olsa dahi onun adını mahkemelere düşürmeyeceğim Arthur Pickering!” dedim öfkeyle.
“İyi bir adama yaraşır bir hassasiyet Glenarm,” diye cevap verdi.
“Peki şu benim haklarıma sahip olacak kadın… Onun adını duyduğumu hatırlamıyorum.”
“Duymaman normal.”
“O zaman aileyle bir bağı yok, hatırlamam gereken uzak bir kuzen falan değil?”
“Hayır, büyükbabanın son zamanlarda tanıştığı biri. Eski bir arkadaşı aracılığıyla tanıştı. Rahibe Theresa olarak bilinen Bayan Evans. Bayan Devereux, Rahibe Theresa’nın yeğeni.”
Islık çaldım. Büyükbabamın uzun dulluk sürecinde ara sıra evlenmenin eşiğine geldiğine dair haberler duyduğumu hayal meyal hatırlıyordum. Bu bağlamda Bayan Evans’ın adı da geçmişti. Aile arasında konuşulduğunu duymuştum ve hatırladığım kadarıyla pek de sevgiyle bahsedilmiyordu. Daha sonra onun rahibelere katıldığını ve Batı’da bir yerlerde bir okul açtığını duymuştum.
“Peki ya Bayan Devereux? O da ihtiyar bir rahibe mi?”
“Yaşını bilmiyorum ama şu anda rahibe değil. Ama bu dünyada kimsesi yok gibi. Rahibe Theresa’yla çok yakınlar.”
“Vasiyeti bir daha oku da şu ayrıntıları iyice kavradığımdan emin olayım Pickering. Rahibe Theresa, evlenmemem gereken kişi değil, değil mi? Şu diğer dindar nakış sanatçısı. Adındaki x kaybolup giden gençliğimin matematiğini temsil ediyor.”
Aşağıdaki paragrafı yüksek sesle okudum:
Ayrıca, bahsi geçen John Glenarm’ın, bahsi geçen Marian Devereux’yla evlenmesi ya da John Glenarm’ın bu vasiyetin şartlarını kabul ettiği tarihten sonraki beş yıl içinde bahsi geçen şahıslar arasında herhangi bir evlilik sözü ya da anlaşması yapılması durumunda, bütün mülk, Annandale, Wabana Bölgesi, Indiana’da, eyaletin yasalarına uygun bir kurum olan St. Agatha Okulu’nun malı olacaktır.
“Mizahi dokunuşu için büyükbabama saygı duyuyorum! Pickering, sen hep iyi niyetli bir adam oldun. Bu melek rahibelerle ilgili tüm haklarımı, menfaatlerimi ve görevlerimi sana devrediyorum. Evlenmek! Fikre bayıldım! Sanırım birileri benimle param için evlenmeye çalışacak. Ama evlilik, Pickering, benim hayatla ilgili planlarım arasında yer almıyor!”
“Sana pek evlilik adamı diyemem,” dedi.
“Kesinlikle doğru dostum! Rahibe Theresa, gençliğimde büyükbabam için muhtemel bir eş olarak düşünülmüştü. O ve ben pek aynı çağın insanı sayılmayız. Adında büyüleyici bir matematiksel zirve bulunan şu diğer hanıma gelince… O da imkânsız. Görünüşe bakılırsa onunla evlenerek parayı alamam. Bırakayım da o alsın bari. Şeytan kadar fakir herhalde.”
“Sanmam. Evanslar zengin bir aile. Herkesin dilindeler. Eğer teyzesi eğitimle ilgili planları için elinden almadıysa kendi parası olması gerek.”
“Peki bu tatlı yaratıklar nerede bulunuyorlar?”
“Rahibe Theresa’nın okulu senin arazinin hemen yanında. Bayan Devereux da sanırım senin gibi seyahate zaafı olan biri. Rahibe Theresa onun en yakın akrabası ve ara sıra onu St. Agatha’da, yani okulda ziyaret ediyor.”
“Herhalde birlikte sunak kıyafetleri işliyorlar. Böylece şeytanın ve destekçilerinin kafasını karıştırmak için yiğitçe çalışıyorlar. Büyükbabamın gözünü boyayan insanlar işte!”
Pickering, hıncım karşısında gülümsedi.
“Onlardan uzak dursan iyi olur, seni ağlarına düşürebilirler. Rahibe Theresa’nın galip gelmeyi hep bildiği söylenir. Büyükbabanı yolmuştur kesin.”
“Gözlüklü rahibeler, gençliğin tatlı eğitmenleri falan filan ve av olarak seçtikleri iyi huylu bir ihtiyar. Hiç bana göre değil!”
“Ben pek öyle düşünmüyorum,” dedi Pickering. Sonra cebinden saatini çıkarıp tombul parmaklarıyla sapını çevirdi. Kısa boylu, tıknaz, yağlı bir adamdı. Köşeli bir çenesi, şimdiden seyrelmiş saçları ve kısa kesilmiş bıyıkları vardı. Yaş almanın onu pek geliştirmediğini düşündüm.
Huzursuz olduğumu göstermeye hiç niyetim yoktu. Sigara tabakamı çıkarıp masanın üzerinden uzattım.
“Buyur! Madrid’de bana özel olarak yapıldılar.”
“Tütünün hiçbir şeklini içmediğimi unutmuşsun.”
“Hayatın zevklerini hep kaçırdın, evet,” dedim tüten kibritimi, görünür öfkesine rağmen çöp sepetine atarken. “Eh, ben hikâyelerdeki kötü çocuğum ama mirasımın bununla ilgili bir şartı olmasına gerçekten üzüldüm. Param bitmek üzere. Herhalde bana beklenen mirasımın birkaç binini önden vermezsin.”
“Bir kuruş bile vermem,” dedi gereksiz bir canlılıkla. Onunla ilgili ilk değerlendirmemi, büyük rakamlarda cömertlik sergilemediğini hatırlayarak tekrar güldüm. “Bunu yapmam, büyükbabanın isteklerine uymamak demek. Şu kaplan avı maceralarında sağlam para harcamış olmalısın,” diye ekledi.
“Elimde ne varsa harcadım,” diye cevapladım tatlılıkla. “Tanrı’ya şükür ki elim sıkı değil! Dünyayı gördüm ve bunun için para harcadım. Senden hiçbir şey istemiyorum. Benim yerinde duramayan ya da düzenli, saygın bir yaşam sürdüremeyecek yabani bir adam olduğum konusunda büyükbabamla aynı düşünceleri paylaşıyorsun şüphesiz. Ama seni büyük bir hayal kırıklığına uğratacağım. Bu mülkün büyüklüğü nedir?”
Pickering beni izledi -sanırım huzursuz olmuştu- ve ardından bir kalemle oynamaya başladı. Pickering’in ellerini hiç sevmemişimdir. Kalın ve bembeyazdırlar. Bir erkeğin ellerine göre fazla bakımlılardı.
“Korkarım biraz moralin bozulacak. Buradaki kasalarda yalnızca on bin dolar değerinde tahvil bulabildim. Bir ihtimal -kuvvetli bir ihtimal- servetinin boyutu konusunda hepimiz yanıldık. Rahibe Theresa tatlı diliyle ondan büyük miktarlar aldı ve senin de göreceğin gibi Annandale’deki eve küçük bir servet harcamasına rağmen bitiremedi. Ucuz bir teklif değildi ve bitmemiş haliyle pek bir değeri yok. Şunu bilmelisin ki Bay Glenarm yaşarken epey bir para dağıttı. Üstelik babana adadı hepsini. Ne bıraktı, biliyorsun. Tüm o şeyler hesaba katıldığında pek de küçük bir servet değildi.”
Anlattıklarından huzursuz oldum. Babamın mülkü hatırı sayılır bir büyüklükteydi ve ben onun tamamını çarçur etmiştim. Sudan’da yaptığım ve en azından beni gayet tatmin eden bir gezi sırasında görkemli bir şekilde harcadığım kırk bin doları hatırlayınca vicdanım sızladı. Ama Pickering’in sözleri beni şaşırtmıştı.
“Bakalım doğru anlamış mıyım…” diyerek ona doğru eğildim. “Büyükbabamın zengin olması gerekiyordu ama sen bana çok az mal bulduğunu söylüyorsun. Rahibe Theresa, bir okul inşa etmek için ondan para aldı. Ne kadar aldı peki?”
“Elli bin dolar. Açık bir hesaptı. Defterlerinde hesaplar var ama not tutmamış.”
“Peki bu iddianın dayanağı?”
“Ona karşı bireysel olarak iyi ama onun iddiasına göre…”
“Evet, devam et!”
Doğru noktayı yakalamıştım. Israrım onu öfkelendirmişti ve açıkça görülen huzursuzluğu beni memnun ediyordu.
“Ödemeyi reddediyor. Bay Glenarm’ın parayı ona hibe ettiğini söylüyor.”
“Bu mümkün, öyle değil mi? Kiliselere hep bağış yapardı. Okullar ve teolojik seminerler onun zayıflıklarından biriydi.”
“Bu kesinlikle doğru ama bu hesap mülkün kazancından. Vasiyetin uygulayıcısı olarak o kazancı toplamak benim işim.”
“Bunu geçelim. Bu parayı alırsan, mülkün değeri altmış bin dolar artı Annandale’deki arazinin değeri. Ve Glenarm Malikânesi’nin değeri de…”
“Ah, işte beni yakaladın!”
İlk kez bir yumuşama ifadesi göstermesi beni gardımı almaya zorladı.
“Değerine dair bir fikrim olmalı. Bitmemiş bir evin bile bir değeri vardır.”
“Oradaki arazinin bir dönümünün değeri yüz, yüz elli dolar kadar. Düz hesap yüz dönüm var. Oraya gittiğinde eve senin biçeceğin değeri duymak isterim.”
“Saçmalık! Gururumu okşuyorsun Pickering. Oradaki başıboş eşyaların değeri ne?”
“Hepsi kütüphanede. Büyükbabanın zayıf noktası mimariydi.”
“Ben de öyle biliyorum!” diye araya girdim, John Marshall Glenarm’la meslek seçimime dair yaptığımız fırtınalı tartışmaları hatırlayarak.
“Son yıllarında kendini giderek kitaplarına verdi. Oraya ülke sınırları içinde mimariyle ilgili bulabildiği en iyi koleksiyon kitaplarını doldurdu. Senin de hatırlayacağın gibi kilise işlerinden sonraki en büyük hobisi buydu ve üzerine epey düştü. Ama çalışmaları ona büyük de bir tatmin sağladı.”
Bir kez daha güldüm. Bu durumda gülmek, ağlamaktan iyiydi.
“Herhalde orada, mimariyle ilgili kitapların ortasında oturmamı, tek gelir kaynağımın da bu konuda çalışma fikri olmasını istedi. Tam Glenarm'a göre bir plan! Demek elimde yalnızca değersiz bir ev, yüz dönümlük bir arazi, on bin dolar ve büyükbabamı ona bir okul kurması için kandıran Protestan bir rahibeye karşı açılmış şüpheli bir dava var! Çok sağ ol. Anladığım kadarıyla mirasım, Afrika’da kalsam cebimde olacak parayla aynı.”
“Hemen hemen.”
“Ama kişisel eşyaların tamamı benim. Orada bulunan her şey. Belki de büyükbabam eski bir kabın içine sırf vârislerinin, onların haleflerinin ve onlardan sonra geleceklerin merakını uyandırmak için birkaç hükümet bonosu saklamıştır. Oralarda bir yerdedir!”
Pencereye doğru ilerleyip şehri izledim. Aniden arkamı döndüğümde Pickering’in gözlerinin tuhaf bir dikkatle üzerimde olduğunu gördüm. Gözlerini hiçbir zaman sevmemiştim. Fazlasıyla sabitlerdi. Eğer bir adam bakışınızı sükûnetle ve zorlanmaksızın karşılıyorsa, ondan sakınmanız gerekir.
“Evet, şüphesiz o mekânı tam anlamıyla hazinelerle dolu bulacaksın,” dedi ve güldü. “Herhangi bir şey bulduğunda bana telgraf çekersin.”
Gülümsedi. Bu fikir onu memnun etmiş gibiydi.
“Başka bir şey olmadığına emin misin?” diye sordum. “Bir yedek, bir ek vasiyetname falan?”
“Senin bildiğin bir şey varsa ortaya çıkarmak senin işin. Tüm olasılıkları tükettik. Vasiyetin hükümlerinin alışılmadık olduğunu biliyorum. Büyükbaban pek çok yönden tuhaf bir adamdı ama aklı tamamen başındaydı ve akli melekeleri son dakikaya kadar yerindeydi.”
Kalbimde bir sızıyla, “Bana hak ettiğimden çok daha iyi muamele etmiş,” dedim. Sorumsuz yaşamımda pek sık rastlamadığım bir sızıydı bu. Arthur Pickering’in karşısında duygularımı göstermeye katlanamazdım.
Vasiyetin bir kopyasını alıp inceledim. Çok özgün olduğu su götürmezdi. Üzerinde Wabana Bölgesi, Indiana kâtibinin onay mührü vardı. Tanıklar Thomas Bates ve Arthur Pickering’di.
“Bates kim?” diye sordum adamın imzasını işaret ederek.
“Büyükbabanın keşiflerinden biri. Evin idaresi onda. Güvenilir bir adam. Her şey bir yana, iyi bir aşçı. Bay Glenarm, Bates’i nerede buldu bilmiyorum ama ona çok güvenirdi. Son anlarında yanında o vardı.”
Tek akrabası uzak ülkelerde gezerken başucunda yalnızca hizmetçisi bulunan ölüm döşeğindeki büyükbabamı gözümde canlandırmanın beni pek mutlu etmediğini söylemeliyim. Büyükbabam sürekli uzun, siyah bir palto giyip ipek bir şapka takan, tuhaf, gümüş başlıklı bir baston taşıyan ve insanların gülmeleri mi ağlamaları mı gerektiğini çözemedikleri kafa karıştırıcı şeyler söyleyen garip, küçük bir adamdı. İyilikleri için ona teşekkür edilmesini istemezdi. Ama cömert, yardımsever bir adamdı ve daima iyilikler yapardı. O acayip insancıllığı gazetelerde sık sık yer bulurdu. Bir defasında Boston’da revaçta olan bir kiliseye sağlam bir para bağışlamış, ancak hukuki olarak güvenceye aldığı bir şart koşmuştu. Eğer cemaat bir gün ruhani refahını Reginald, Harold ya da Claude adında bir vaize tevdi ederse, yaptığı bağış miktarınca para, faiziyle birlikte Massachusetts İyilikseverler Derneği’ne aktarılacaktı.
Onu düşünmek içime dokundu. Parasının beni asla cezbetmediğini hissetmekten memnundum. Mülkünün büyük ya da küçük olması önemli değildi. Adını taşıdığım bu ihtiyarın isteğini yerine getirerek en azından vicdanımı rahatlatabilirdim. Hayattaki güzel şeylere ve sanata duyduğu ilgi ona inkâr edilemez bir seçkinlik katmıştı.
“Bay Glenarm’ın son günlerine dair bir şeyler öğrenmek isterim,” dedim birden.
“Doğduğu köyü ziyaret etmek istemişti. Yoldaşı ve hizmetçisi Bates de onunla birlikte Vermont’a gitti. Aniden öldü ve eski köy mezarlığında babasının yanına gömüldü. Onu en son yazın başlarında gördüm. Şehir dışındaydım ve öldüğünü her şey olup bittikten sonra duydum. Bates yanıma gelip durumu bildirdi ve vasiyeti resmen onaylamak için gerekli evrakı imzaladı. İşlemlerin merhumun ikametgâhında yapılması gerekiyordu. Biz de beraberce Wabana’ya, Annandale’in bulunduğu bölgedeki konuta gittik.”
Bir süre sessizce durup gençliğimde ötesindeki dünyaları düşlememe neden olarak beni cezbeden denizi izledim.
“Düşük bir hisse, Glenarm,” dedi Pickering teselli eder gibi. Birden ona döndüm.
“Sen düşük bir hisse olduğunu düşünüyorsun! Sanırım o ihtiyarın yaşamında paradan başka bir şey görmüyorsun. Ama bana kalan miras umurumda bile değil benim! Yaşarken büyükbabamın isteklerinden birini bile yerine getirmedim. Ama o öldü artık ve son isteğini yerine getirmek zorundayım. Sonunda ölecek bile olsam gidip orada bir yıl geçireceğim. Ne demek istediğimi anladın mı?”
“Peh! Sen zaten hep böyle parlayan bir tiptin,” dedi alayla. “Bence tanışıklığımızı tamamen iş ekseninde tutmak en iyisi olacak. Eğer vasiyetin şartlarını kabul ediyorsan…”
“Elbette ediyorum! Kıyameti koparıp ihtiyar bir adamın son isteğini yerine getirmeyi reddeceğimi mi düşünüyorsun? Yaşarken ona yeterince dert oldum zaten, bari mezarında hayal kırıklığına uğratmayayım. Vasiyete karşı çıkmamı bekliyordun herhalde ama seni hayal kırıklığına uğratacağım.”
Hiçbir şey söylemeden kalemiyle oynadı. Daha önce ondan hiç bu kadar nefret etmemiştim. Öyle kendini beğenmiş ve rahattı ki. Bürosu refah kokuyordu. Bir an önce işimi bitirip oradan çıkmak istedim.
“Sanırım o bölgede ölüm oranları yüksek. Sıtma ne durumda?”
“Korkulacak kadar yaygın değil anladığım kadarıyla. Annandale Gölü’nün bir kıyısında yazlık bir mesire yeri var. Oranın sağlıklı olması gerek. Büyükbabanın seni oraya ölmen için gönderdiğini düşünmüyorum.”
“Hayır, muhtemelen köyde yaşamanın beni adam edeceğini düşünüyordu. Kendi erzakımı götürmem gerekir mi? Herhalde yemek yememe izin vardır.”
“Bates sana yemek yapar. İhtiyaçları o alır. Emirlerine uymasını söylerim ona. Pek konuğun olacağını sanmıyorum. Aslına bakarsan…” Dikkatli bakışlarla elinin arka yüzünü inceledi. “Şartlar arasında belirtilmemiş ama düşünüyorum da belki de büyükbabanın niyeti, etrafını dolduran kişilerin…”
“Şamatacı eş dostlar olması!” diye tamamladım sözlerini en neşeli sesimle. “Hayır, örnek davranışlar sergileyeceğim Bay Pickering,” diye ekledim sonra nazik bir ironiyle.
Daktiloda yazılmış ince bir kâğıdı alıp masanın üzerinden bana uzattı. Vasiyetin hükümlerinin yer aldığı resmi bir muvafakatnameydi. Pickering belgeyi ben gelmeden hazırlamıştı. Şartları kabul edeceğimi varsayması huzursuz etmişti beni. Belirli şartlarda nasıl davranacağıma dair yapılan varsayımlar beni hep rahatsız etmiştir zaten. Özellikle de insanları şaşırtmaya ve hayal kırıklığına uğratmaya ne kadar meyilli olduğum düşünüldüğünde. Pickering, imzama şahitlik etmesi için kâtiplerden birini çağırdı.
“Mülkü ne zaman sahiplenebilirsin?” diye sordu. “Kaydını düşmem gerek.”
“Yarın Indiana’ya doğru yola çıkarım,” diye yanıtladım.
“Acelecisin,” diye yanıtladı az önce imzaladığım kâğıdı dikkatle dörde katlarken. “Yola çıkmadan önce benimle bir yemek yersin diye ummuştum ama sanırım Doğu’daki kahve ve pazarlardan sonra New York sana fazlasıyla yavan gelecek.”
Gezdiğim yerlerden bahsetmesi beni tekrar öfkelendirdi çünkü bu en hassas olduğum konulardan biriydi. Yirmi yedi yaşındaydım ve babamdan kalan mirası yiyip bitirmiştim. Pek çok ülkenin lezzetini tatmıştım ve büyükbabamın mirası için bir yılımı daha önce hiç görmediğim, hiç de ilgimi çekmeyen Indiana’daki terk edilmiş, ıssız bir çiftlikte geçirmek zorundaydım.
Odadan çıkmak için ayaklandığımda Pickering tekrar konuştu:
“Bana ara sıra, -mesela ayda bir diyelim- bir pusula yazıp orada olduğunu bildirmen yeterli olacaktır. Postane Annandale’de.”
“O zaman köyde kartpostalları birine verir, ayda bir göndermesini ayarlayabilirim yani.”
“Öyle de olur,” diye yanıtladı düz bir sesle.
“Açlıktan ya da can sıkıntısından ölmezsem tekrar görüşürüz belki. Hoşça kal.”
Resmiyetle el sıkıştık. Sonra ondan ayrılarak gözleri hevesle bakan, kaygılı adamlarla dolu bir asansörle aşağı indim. Hiç değilse iş gibi bir derdim yoktu. Piyasa yükselmiş mi düşmüş mü, hiç fark etmezdi benim için. Kalabalık Broadway boyunca Trinity Kilisesi’ni geçip bir bankaya girdiğimde ve kredi mektubumda kalan parayı çektiğimde, lanetim sayılabilecek macera ruhu kalbimi hızlandırmıştı. Bin dolardan biraz az bir miktarı nakit olarak çekmiştim.
Veznedarın penceresinden ayrılıp arkamı döndüğümde, dünyada görmeyi bekleyeceğim son insanla karşı karşıya kaldım.
Bu, İsa Efendimizin doğumundan bin dokuz yüz bir yıl sonraki ekim ayında gerçekleşti.
İkinci Bölüm
SHERRY'S'DEKİ YÜZ
“Beni biraz olsun seviyorsan adımı telaffuz etme!” dedi Laurance Donovan ve beni kenara çekti. Elimi görmezden geldi ve ayrıca en son Kahire’de görüştüğümüz düşünülürse son derece şaşkınlık verici olan tesadüfi karşılaşmamıza sıradan bir şeymiş muamelesi yaptı.
“Allah Allah!”
Karşımdakinin Larry olduğu su götürmezdi. Çölün sıcağını hissedebiliyor, deve sürücülerinin küfürlerini ve ilerideki bir pencerenin altında bir fenalık tasarlayan Sudanlı rehberlerimizin sesini duyabiliyordum.
“Eee?” dedik ikimiz de soru sorarcasına.
Elleri cebinde, bankanın seramikli zemininde hafifçe öne arkaya sallanıyordu. Bir kez daha böyle durduğunu görmüştüm. Dört gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Habeşistan’daydık ve rehberlerimiz bizi olabilecek en kötü yerde kaybetmişlerdi. O zaman da gözlerinde aynı sakin bakış vardı.
“Lütfen şaşırmış ya da korkmuş gibi davranma Jack,” dedi o tatlı sesiyle. “Bir saat kadar önce beni izleyen birini gördüm. Birkaç aydır peşimde. Yani bu kıyılarda bulunmam oldukça cesur ve özgür bir hareket. Adam muhtemelen hâlâ izliyordur, zira ısrarcı şeytanın teki. Yani burada takma bir isim kullanıyorum diyebiliriz. Doğu Yakası’ndaki konuk evinde kalıyorum. Seni oraya davet edemem ama seninle görüşmem gerek.”
“Bu akşam Sherry’s’de yemek yiyelim.”
“Çok büyük, fazla kalabalık…”
“Başın beladaysa kalabalık daha güvenli. Sürgüne gitmek üzereyim ve gitmeden önce son bir kez medeni bir yemek yemek istiyorum.”
“Belki de haklısın. Sen nereye gidiyorsun? Yine Afrika değil herhalde?”
“Hayır. Indiana’ya. Amerika’nın egemen eyaletlerinden biri, biliyorsundur.”
“Kızılderililer mi?”
“Hayır, hepsinin öldüğü garanti.”
“Yük treni, balon, otomobil, deve… Hangisiyle gideceksin?”
“Kulağını dört aç. Çok kolay. Mesele oraya gitmekte değil, mesele oraya varınca can sıkıntısından ölmemekte.”
“Of! Akşam yemeği için kaç diyorsun?”
“Yedi. Girişte buluşalım.”
“Kaçmayı başarırsam! İzin ver kapıdan önce ben çıkayım. Caddede de peşimden gelme lütfen!”
Eldivenli ellerini arkasında tembelce kenetleyerek ilerledi. Broadway’de aylak aylak yürüyerek Battery’ye doğru döndü. Gözden kaybolmasını bekledikten sonra, şehrin yukarısına gitmek için bir araba tuttum.
Laurance Donovan’la ilk kez Konstantinopolis'te, yemek yediğim bir kahvede karşılaşmıştık. Bir İngiliz’le kavgaya tutuşup adamı alt etmişti. Benim tarzım değildi ama Larry’nin düşmanını harcarken gösterdiği rahatlığı ve açıklığı sevmiştim. Sonradan onun hep böyle olduğunu öğrendim. İngiliz oldukça iyi niyetliydi ama elbette Larry’nin İrlanda’nın makus talihiyle ilgili hislerinin yoğunluğunu bilemezdi. Donovan’la tanışıklığımızın ilk zamanlarında ben de zaman zaman onunla tartıştım ama çok geçmeden idare etmeyi öğrendim. İrlanda meseleleri konusunda beni kendi görüşlerine ikna etti. İrlanda’nın kaybolan itibarını yeniden kazanma yolunun kafa parçalamak olduğu fikrini en az onun kadar ateşli bir şekilde savunur olmuştum.
Konstantinopolis'te Amerika başkonsolosu olan arkadaşım mizah duygusundan yoksun biri değildi. Onu da hemen Larry’nin tarafına çektim. İngiliz adam intikam istiyordu ve bütün güçleri devreye soktu. Mantıklı olarak Larry’nin Britanya tebaası olduğunu, Amerikan konsolosunun ona sığınak sağlamaya hakkı olmadığını iddia ediyordu. Hukuken ve fiilen dayanağı sağlam bir iddiaydı. Ancak Larry, İngiliz değil İrlandalı olduğunu ve ülkesinin Türkiye’de bir temsilcisi olmadığı için nereden iltica teklifi gelirse oraya sığınma imtiyazına sahip olduğunu söylemişti. Larry her zaman tanıdığım en akla yatkın insanlardan biri olmuştu ve aramızda -Amerikan konsolosuyla ben yani- ondan övgüyle söz ederek kendisini korumuştuk.
İşin komik yanını çok daha sonra öğrenmiştim. Larry aslında İngiltere doğumluymuş ve İrlanda’ya bağlılığı tamamen duygusal ve idealistmiş. Elbette ailesi uzun zaman önce İrlanda’dan gelip İngiltere’ye yerleşmiş. Ancak Larry kendini biraz biraz bilmeye başlayınca -reşit olmasa da- Oxford’dan ayrılmış ve Dublin’den mezun olmakta ısrar etmiş. Hatta ölüm perilerine bile inanıyor ya da inandığını düşünüyormuş. Üniversite yıllarında İrlanda’nın ulusal varlığının ayrılması gerektiğini savunan radikal ve kavgacı insanlarla arkadaş olmuş ve ara ara isyan çıkarmaktan bir ay hapis yatmış. Ama Larry’nin sezgileri bilime oldukça yatkınmış. Üniversitede parlak bir başarı gösterdikten sonra, yirmi iki yaşında dünyayı gezmeye çıkmış ve bu işi çok sevmiş. Babası meşgul bir adammış. Başka oğulları da olduğundan Larry’ye izin vermiş ve saygın birine dönüşmeye hazır olana kadar evden uzak durmasını söylemiş. Konstantinopolis'ten sonra kısa bir Avrupa turu yaptık ve ardından kayıp krallıkların bereketini aramak üzere Akdeniz’i geçtik birlikte. Orada üç yıl geçirdik. Kahire’de gayet dostane bir şekilde ayrıldık. O İngiltere’ye, sonra da çok sevdiği İrlanda’ya döndü. Maceralarımızın en karanlık günlerinde en vahşi Galce şarkılarını neşeyle söylerdi ve benimsediği ülkesinin Çimen’ine -bilhassa büyük harfle kullanırdı- duyduğu sevgiyi hiç yitirmedi.
Larry’nin tertemiz giyinmek gibi bir alışkanlığı vardı. O akşam Doğu Yakası’ındaki konuk evinden oldukça düzgün bir kıyafetle ve centilmenlere yaraşır bir sükûnetle çıkmış, huzursuzluğu besleme ve isyana teşvik etme yaradılışıyla tamamen zıt bir görüntü sergilemişti. Sherry’s’de rahat bir akşam yemeği yemek için oturduğumuzda, alçakgönüllülükle diyebilirim ki ürkütücü bir görüntü oluşturmuyorduk. Kendimi de dahil etmem gerekirse ikimiz de ortalama uzunluğun birazcık altında, zinde, heyecanlı ve bir de iyi eğitimliydik. İnce, tıraşlı yüzlerimiz iyice esmerleşmişti. Benimkinde gemide geçirdiğim günlerden kalan daha taze bir katman vardı hatta.
Larry daha önce Amerika’ya hiç gelmemişti ve manzara ikimiz için de bir neşe kaynağı, görülmeye değer yeni bir şeydi. Larry’yle uluslardan ve ırklardan konuşurken, Amerikalıların dünyadaki en iyi görünümlü ve iyi giyimli insanlar olduğunu söylerdim. Sanırım o gece restoranda toplanmış insanların alışılmadık gösterişini izlerken o da buna ikna olmuştu. Işıklar, müzik, kadın kıyafetlerinin çeşitliliği ve zenginliği, kesinlikle yabancı oldukları anlaşılan yüzler, dünyanın harap ve kasvetli yerlerindeki güçlükleri kanıksamış duyularımızın üzerine bir hoş geldin büyüsü serper gibiydi.
“Anlat bakalım şimdi,” dedim. “Cinayet mi işledin? Vatana ihanet türünden bir suç mu?”
“Galway’de arazi sahipleri arasındaki bir kavgaya karıştım ve bir polisi dövdüm. Kavganın gazetelerde ortalığı karıştırmasına bakarak sağlam dövdüm diyebilirim. Birkaç hafta ortalıkta görünmedim. Queenstown’da bir gemi yakaladım ve işte buradayım. Prangaya vurulmadan Çimen’e dönebilmenin bir yolunu bulmayı bekliyorum.”
“Kesinlikle asılmak için doğmuşsun Larry. Amerika’da kalsan daha iyi. Burada her yerdekinden daha geniş bir alan var. Ayrıca Amerika’da birini kaçırıp öldürmek o kadar da kolay değil.”
“Değildir muhtemelen ama yine de tam manasıyla huzurlu değil,” dedi çatalına bir parça yaladerma[1 - Çatal kuyruk ya da tüysüz olarak da bilinen bir balık türü. (e.n.)] alarak. “Çaktırmadan sağındaki süslü centilmene baksana. Saat dört yönündeki masada, pembeli hanımefendinin yanında. O adamın İngiltere konsolosu olduğunu öğrenmek ilgini çekebilir.”
“İlginç ama önemi yok. Bir an bile sanma ki…”
“Bana baktığını mı sanmayayım? Asla. Ama notlarında adımın olduğuna şüphe yok. Burada beni takip eden dedektif epey sıkıcı. Bu sabah bankada seninle konuşurken izimi kaybetti. Sonra bir saat boyunca ben onun peşinden gittim ve beni İngiltere konsolosunun ofisine götürdü. Teşekkür ederim, başka balık istemiyorum. Neyse, keyfini çıkaralım. Asılmak için doğmadım. Siyasi bir muhalif olduğum için beni ele geçirirse sürgün edilebilir miyim, ondan da şüpheliyim.”
İnce, bakımlı parmaklarının arasında tuttuğu kadehindeki baloncukları dalgın dalgın izledi.
“Sen şimdi ne yapıyorsun, gelecekte ne yapacaksın, anlat biraz,” dedi.
Büyükbaba Glenarm’ın mirasıyla ilgili hikâyeyi olabildiğince kısa bir özet halinde anlattım, zira kısa anlatımlar arkadaşlığımızın belirlenmiş yasalarından biriydi.
“Yani bir yıl boyunca ellerini bağlayıp hiçbir şey yapmadan bekleyeceksin, öyle mi? Bana acayip çekici geldi doğrusu. Para olmasa da yapardım.”
“Ama bir şeyler yapmaya niyetliyim. Eğer içimde bir parça iyilik varsa, büyükbabamın anısı için iyi bir şeyler yapmaya mecburum.”
“Bu aşırı duygusallık tam senlik Glenarm,” dedi dalga geçer gibi. “Ne gördün, bir hayalet mi?”
Birkaç adım ötede bir anda Arthur Pickering’i görünce hafifçe irkilmiş olmalıydım. Altı yedi kişilik bir grup ayağa kalmıştı ve Pickering, bir kızla birlikte kısa bir süreliğine diğerlerinden ayrıldı.
Genç bir kızdı. Pickering’in masasındaki en genç insandı. Pickering’in heybetli görüntüsünün yanında, bu genç kızın boyu ve dış hatlarındaki kadınsılığın altı çiziliyordu sanki. Boynundaki ve bileklerindeki beyaz çizgiler dışında siyahlar içindeydi. Partideki diğer kadınların gösterişiyle ciddi bir zıtlık oluşturuyordu. Yelpazesini düşürünce Pickering eğilip aldı. Genç kadın beklerken ilgisizce bana doğru döndü ve bir an için göz göze geldik. Büyük ihtimalle Pickering’in kız kardeşiydi. Kafamda Pickering’in gençlik yıllarından tanıdığım ailesini yeniden hatırlamaya çalıştım ama karşımdaki kadını bir yere oturtamadım. Kadın Pickering’in önünden geçip giderken gözlerimle onu takip ettim. Dimdik bir duruş. Özgür ve zarif. Ama çekici bir onur ve letafet de vardı duruşunda. Sarı saçları, siyah şapkasının altında parıldıyordu.
Tamamen bana çevirdiği gözleri hayatta gördüğüm en hüzünlü, en güzel gözlerdi ve o şaşaalı, kalabalık odada bile büyüsünü hissettirdi. Hafızama kalıcı bir şekilde nakşolundu. Hüzünlü, hülyalı ve arzulu. Kendimi kaptırınca Larry’yi unuttum.
“Haksız avantaj elde ediyorsun,” dedi sessizce. “Arkadaşın mı?”
“En baştaki iri adam, arkadaşım Pickering,” diye yanıtladım. Larry başını hafifçe çevirdi.
“Evet, sanırım kadınlara bakmıyordun,” dedi kuru bir sesle. “Kiminle ilgilendiğini anlayamadığım için üzgünüm. Ah! Şu adamlar!”
Olabildiğince umursamaz bir kahkaha attım ama zihnimde çoktan siyahlı kızın ciddi yüzünü hatırlamaya çalışıyordum. O hüzünlü gözleri ve sarı saçlarındaki ışıltı. Pickering’in şu fani dünyada hoş yerler bulduğu kesindi. Kalbimin ona karşı öfkeyle yandığını hissettim. Hiç sevmediğiniz birinin sizin başarısız olduğunuz konularda başarılı olduğunu görmek insanın canını yakıyor.
“Neden beni tanıştırmadın? Birkaç Amerikalıyla arkadaşlık kurmak isterim. Bana kefil olmaları konusunda ihtiyaç duyabilirim onlara.”
“Öncelikle Pickering beni görmedi. İkincisi de görse bile o sana da bana da kefil olmaz. Farklı bir yaradılışı vardır.”
Larry alaycı alaycı gülümsedi.
“Daha fazla açıklamana gerek yok. Kadını görmek seni sarstı. Bana Tennyson’ı çağrıştırdı. ‘Ölümsüz gözlerin yıldızvari acıları…’ Gerisi de senin için ciddi bir uyarı içermeli. (…) çoğu ‘kılıçlarını çekti ve öldü.’ Ardından felaketler sürükledi kadın. Ah! Şu kadınlar! Tüm bunları ardında bıraktığını düşünüyordum!”
“Bir erkek yirmi yedi yaşında bunları neden geride bıraksın ki? Hem Pickering’in arkadaşlarına yabancıyım. Peki senin aklını başından alan şu İrlandalı kıza ne oldu? Fotoğrafından hatırladığım kadarıyla ayırt edici özelliği ince üst dudağıydı. Afrika’dayken fotoğrafı burnuma dayayıp duruyordun.”
“Peh! Dublin’e döndüğümde kızın biracının oğluyla evlendiğini öğrendim. Düşünsene!”
“Asla ince bir üst dudağa güvenme! Yüzü bende hiçbir zaman güven uyandırmamıştı.”
“Aklımda tutarım, sağ ol. Garson hâlâ hayattaysa biraz daha mayonez alacağım. Büyükbabanın haziranda öldüğünü söylemiştin sanırım. Sana durumu bildiren mektup ekimde, Napoli’de eline ulaşmıştı. Sence de arada fazla bir zaman yok mu? Vasinin onca zaman neyle meşgul olduğunu sorabilir miyim? Çil çil altınların peşine düşme fırsatını kullandığından emin olabilirsin. Sana haberi sıcağı sıcağına ulaştıracak bir telgraf göndermediği için ona çıkışmadığını sanıyorum.”
Aptallığım için beni küçümseyerek baktı ki hayatım boyunca başka kimsenin böyle bir bakışına maruz kalmamıştım.
“Yani, doğrusunu söylemek gerekirse hayır. Görüşme sırasında aklımda başka şeyler vardı.”
“Büyükbaban senin için bir koruyucu atamalıydı, delikanlı. Para konusunda sana güvenilmez. O şişe bitti mi? Eğer şu kalın enseli herif arkadaşın Pickering’se, ben olsam gözümü dört açardım. Bay Pickering’in ihtiyar beyefendinin paralarını ortadan kaldırmadığından ya da ondan bana gelirken kaybolmadığından kesinlikle emin olurdum.”
“Süre başladı. Bir yılım var. Büyükbabam iyi bir ihtiyardı ve ben ona köpek gibi davrandım. Sonundaki ödülün ne olduğuna bakmaksızın vasiyetinde verdiği bütün direktifleri yerine getireceğim.”
“Elbette. Yapman gereken tam da bu zaten. Ama… Ama şunu aklında tut. Öyle kalın bir ensesi olan bir adam, bir zamanlar var olduğu bilinen bir paranın yerini bulamıyorsa, gerçekten çok derine gömülmüş olmalı. Büyükbaban biraz tuhaf bir adam olabilir ama bana kalırsa kesinlikle aptal değildi. Bu durum hayal gücümü çalıştırıyor Jack. Fikir hoşuma gitti. Kayıp hazine ve tüm o şeyler. Tanrım, ne salata ama! Şerefe dostum! Baykuş gibi nemrutsun!”
Sonra diğer ülkelerde gördüğümüz insanlardan ve mekânlardan konuşmaya başladık.
Ertesi günü de birlikte geçirdik ve akşam, ben otel odamda eşyalarımı toplarken her zamanki alaycı haliyle benim eşyalarımı eleştirip durdu.
“Umarım bunu da yanına almıyorsundur!” Dolaptan çıkarıp yatağın üzerine attığım tüfekleri ve birkaç tabancayı işaret etti.
“Ormanları özlememe neden oluyorlar.”
En son bir leopar avında kullandığım ağır tüfeği kılıfından çıkararak ağırlığını tarttı.
“Bunu pek kullanacağını sanmıyorum! Bırak da ben bunu Çimen’e götürüp toprak sahiplerine karşı kullanayım. Eee, Jack, artık birlikte talihimizin peşine düşmeyecek miyiz? Düşününce çok iyi başlamıştık eski dostum. Senden ayrılmak hoşuma gitmiyor.”
Gereksiz bir özenle tüfek kılıfının kayışlarına yaslandı ama sesinde Larry Donovan’a ait olmayan bir titreme vardı.
“Sen de benimle gel!” diye haykırdım ona doğru dönerek.
“Başka bir canlıyla olacağıma seninle olmayı tercih ederim Jack Glenarm; ama aklımdan bile geçiremem. Kendi dertlerim var benim. Hem senin de oraya tek gitmen gerek. Anladığım kadarıyla ihtiyar adamın senin için kurduğu oyunun bir parçası da bu. Eğer o arada ben de asılmazsam sonra yeniden güçlerimizi birleştiririz. Parayı keyifle harcama konusunda eski dostun L. D.'den iyisini hiçbir yerde bulamazsın.”
O sırıttı, ben kederle gülümsedim. Çok geçmeden yeniden ayrılacağımızı biliyordum. Larry arkadaşım olarak adlandırabileceğim çok az insandan biriydi ve bu karşılaşmamız ona duyduğum eski sevgiyi yeniden canlandırmıştı.
“Sanırım…” dedi ve devam etti, “…o adamın sana mülkle ilgili söylediği asıl gerçeği kabul ettin. Yerinde olsam temkinli olurdum. Birkaç haftadır buralarda dolaşıp dedektiflerden kaçıyorum ve arada da gazeteleri okuyorum. Belki de John Marshall Glenarm’ın bu mülkünden epeyce bahsedildiğinden haberin yoktur.”
“Bilmiyordum,” diye kabul ettim uysalca. Pek çok konuda beni bilgilendiren hep Larry olmuştu. Mirasım hakkında akıllıca bir şeyler söylemesi de tamamen mümkündü.
“Akdeniz’den bir gemiyle geldin, nereden bileceksin. Ama oradaki ev ve servetin gizemli kayboluşu epey tartışıldı. Yani halkın ilgisini çektiğin açık.” Cebinden gazeteden kesilmiş bir parça çıkardı. “Bak şurada küçük bir örnek var.” Okumaya başladı:
“Geçen yaz Vermont’ta hayata gözlerini yuman tuhaf milyoner John Marshall Glenarm’ın torunu John Glenarm, dün Maxinkuckee ile Napoli’den geldi. Glenarm’ın, büyükbabasının vasiyetindeki şartlar gereğince John Marshall Glenarm tarafından Indiana’daki Annandale Gölü kıyısında yaptırılan tuhaf bir evde bir sene yaşaması gerek.
Ailenin yakınlarına göre bu şart, genç Glenarm’ın bir yerde kalma becerisini test etmek için kondu. Çünkü beş sene önce Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden mezun olduğundan beri babasından ona kalan hatırı sayılır bir serveti, eski dünyanın güzelliklerini görmeye harcıyor. Söylenenlere göre…”
“Bu kadarı yeter! Yeterince işaret ve mucize gördüm ve harcadığım paranın da karşılığını aldım.”
Hesabı kapayıp faytonla gemiye doğru yola çıktım. Larry de benimleydi. O her zamanki neşesiyle espriler yapıp duruyordu. Benimle gemiye indi ve üzerimize muhtemelen yalnızca iki eski arkadaş arasında görülebilecek türden bir sessizlik çökerken gemi nehre doğru yol aldı. Şehrin ardımızda kalan ışıklarını izlerken bir arkadaştan ayrılmanın acısından farklı bir şeyler dokundu içime. Bir iç sezi, yaklaşan bir tehlike öngörüsü doldu kalbime. Ama ben muhtemelen en sakin yolculuklarımdan birindeydim. Hayatımda ilk kez bir başkasının direktiflerini izliyordum. Her ne kadar o direktifleri veren mezarda olsa da. Beni buna zorlamak için ölmek nasıl da büyükbabamlık bir hareketti! Haletiruhiyem birden değişti ve gemi iskeleye yaklaşırken bir kahkaha attım.
“Ah! Şu adamlar!” deyiverdi Larry.
“Hangi adamlar?” diye sordum çantalarımı bir hamala verirken.
“Âşık adamlar,” dedi. “O işaretleri bilirim. Dalgın dalgın dolaşmak, sessizlik, ani kahkaha patlamaları! Umarım sen evlenirken hapiste olmam.”
“Eğer o güne kadar tutacaklarsa içeride epey kalırsın. İşte trenim şurada.”
Kalan birkaç dakika boyunca eski günlerden ve gelecekteki görüşmelerden bahsettik.
“Köydeki adresime mektup yazarsın,” dedim. Bir kartın üzerine “Annandale, Wabana Bölgesi, Indiana,” yazıp ona verdim. “Ne zaman bana ihtiyacın olursa, sen her neredeysen oraya gelirim. Bunu sakın unutma eski dostum. Hoşça kal.”
“Sen de bana yaz, babama gönder. Son zamanlarda çıkardığım gürültü onu çok kızdırsa da adresim onda olacaktır.”
Kapıdan geçtim ve uzun tren boyunca yataklı vagonuma doğru ilerledim. Sonra geri dönüp öylece durmuş beni izleyen Larry’ye el salladım.
Biraz sonra tren gecenin içinde ağır ağır hareket ederek batıya doğru yolculuğuna başladı.
Üçüncü Bölüm
BİN MUMLU EV
Annandale esas önemini, iki demiryolu hattının burada kesişmesinden alıyordu. Chicago Ekspresi yalnızca birkaç dakikalığına durduğunda hamal eşyalarımı yanıma, platformun üzerine koydu. İstasyonun kapısından bir ışık akıyor gibiydi. Birkaç aylak platformun üzerinde geziniyor, vagonların camlarından içeri bakıyordu. Köy şoförleri uyuşuk uyuşuk işimi görmeyi önerdi. Derken gölgelerin arasından bir anda uzun, tuhaf bir adam belirdi. Uzun bir paltoya sarınmıştı. Bates’le ilk karşılaşmamda duyduğum his buydu, tıpkı yazdığım gibi. İnce uzun, kasvetli bedeni karşımda dikiliyordu ve saygıyla şapkasına dokunarak beni selamlarken sesindeki o derin hüznü duydum:
“Affedersiniz beyefendi. Bay Glenarm siz misiniz? Ben Glenarm Malikânesi’nden Bates. Bay Pickering sizi karşılamamı belirten bir telgraf gönderdi efendim.”
“Evet, tabii,” dedim.
Şoför eşyalarımı toplamaya başlamıştı bile. Valiz fişlerimi ona verdim.
“Ne kadar mesafe var?” diye sordum, gözlerim, itiraf etmem gerekirse, biraz da pişmanlıkla uzaklaşan trenin ardındaki ışıklara takılıyken.
“İki mil, efendim,” diye yanıtladı Bates. “Kış aylarında attan başka ulaşım yok. Yazınsa iskelemize buharlı gemi yanaşabiliyor.”
“Ayaklarımı biraz esnetmem gerek, yürüyeceğim,” dedim serin havayı ciğerlerime çekerek. Durgun, yıldızlı bir ekim gecesiydi ve uyku tulumunun sıcaklığından sonra temiz hava çok iyi gelmişti. Bates önerimi hiçbir yorum yapmadan kabul etti. Platformun sonuna kadar yürüdük. Sürücü, bavullarımı oraya götürmüştü bile. Hepsinin sıradan arabaya yığılışını izledikten sonra, köyün geniş, sessiz sokakları boyunca Bates’i takip etmeye başladım. Annandale’de hayal ettiğimden fazlası vardı. Orada burada birkaç uzun fabrika bacası yıldızlı göğe uzanıyordu.
“Tuğla fabrikaları efendim,” dedi Bates elini bacalara doğru sallayarak. “Bu iş için oldukça önemli bir merkez.”
“Samansız tuğlalar mı?” diye sordum yaya yolunu aydınlatan ışıltılı bir dükkânın yanından geçerken.
“Affınıza sığınarak söylemeliyim ki efendim, bu tür yerler insanlığın enkazıdır.” Bates’in bu sözleri, onun beni kendi faziletiyle etkilemeyi arzuladığına dair zihnime bir not düşmeme neden oldu.
Yanımda salınarak ilerlerken sorularıma kısa ve öz cevaplar veriyordu. Karşımda insan ilişkilerini gereklilik temeline indirgemiş bir adam olduğu aşikârdı. Bir yıl boyunca bu adamla bir yerde kapalı kalacaktım ve pek de neşeli bir gardiyan olmadığını göstermişti. Köy yolunun sonundaki çakıl taşlı araba yoluna ayak basınca birden suyun çarpışını duydum.
“Bir göl, efendim. Bu yol doğruca eve çıkıyor,” diye açıkladı Bates.
Bu kısımlarda manzaranın güzelliği karşısında sürekli düşüncelere daldığımı hayal ettim ve elimde yalnızca sıkıcı bozkırlar ya da kasvetli bir orman olmadığına sevindim. Rüzgâr sudan aldığı ferah kokuyu bize taşıdı.
“Mevsiminde iyi balık verir. Bay Glenarm balığa çıkmaktan büyük zevk alırdı. Levrek, evet efendim. Bay Glenarm kara levreğe denk hiçbir şeyin olamayacağını söylerdi.”
Adamın büyükbabamdan bahsetme şeklini sevdim. Sadık bir hizmetkâr olduğu açıktı. Şüphesiz büyükbabamın geçmişten birçok anısını hatırlayabilirdi ve ben de onun güvenini teşvik etmeye karar verdim.
Büyükbabamın vasiyetinin şartlarını ilk duyduğumda hissettiğim kızgınlık tamamen geçmişti. O bana tam da hak ettiğim gibi davranmıştı ve ben de en azından aklı başında ve samimi bir ruh hali içinde kestiği cezaya katlanabilirdim. Araba yolu boyunca bu düşüncelerin peşine takılıp gittim. Yol tekrar gölden uzaklaşarak yoğun bir ormana doğru ilerlemeye başladı. Sağda karanlık bir çit uzanıyordu. Elimi uzatıp kaba taştan yapılan ve hemen hemen 2,5 metre boyunca uzanan duvara dokundum.
“Bu nedir Bates?” diye sordum.
“Efendim burası Glenarm arazisi. Duvar büyükbabanızın fikriydi. Çeyrek mil boyunca uzanıyor ve sizi temin ederim ona epey pahalıya mal oldu. Yol şimdi gölden uzaklaşmış olsa da Glenarm mülkü tamamen göl manzaralı.”
Demek hücre evimin etrafında bir duvar vardı! Kendi kendime neşeyle gülümsedim. Birkaç dakika sonra rehberim, uzun bir duvarın ortasındaki kemerli kapının önünde durdu. Paltosundan bir dizi anahtar çıkardı, parmaklarıyla arayarak demir bir kapının anahtarı olabilecek anahtarı seçti. Macera ruhunun içinde canlandığını hissedebiliyordum.
Kapı arkamızdan bir tıkırtıyla kapandı. Bates bir fener bularak alışkın bir edayla yakıverdi.
“Daha yakın olduğu için bu kapıyı kullanıyorum. Normal giriş, yolun biraz daha ilerisinde. Fazla uzaklaşmayın efendim.
Ağaçlar pek düzenli değil.”
Çalılar gerçekten de yoğundu. Rehberimin fenerini güçlükle takip ettim. Karanlıkta burası bana tropikal ormanlar kadar yabani ve engebeli gelmişti.
“Çok az kaldı,” dedi önümde ilerleyen Bates. Ardından, “İşte ışık, efendim,” dedi. Gözlerimi kaldırınca büyük bir ağacın köklerine takıldım; Glenarm Malikânesi’nin karanlık dış cephesini ilk kez gördüm.
“Geldik, efendim!” diye haykırdı Bates ayağını yürüyüş yoluna atarken. Ben de evin ön kapısı olduğunu düşündüğüm yere doğru peşinden gittim. Devasa bir girişin iki yanında birer lamba parlıyordu. Bates kapıyı sessizce açtı. Alelacele, duvarlardaki raflara yerleştirilmiş mumlarla aydınlanan loş, geniş hole adım attım.
“Umarım büyük bir beklentiniz yoktur Bay Glenarm,” dedi Bates, uysalca özür diler gibi bir sesle. “İçinde yaşamak için oldukça yetersiz.”
“Eh, elimizden geleni yapmaya çalışacağız,” diye yanıtladım ama sesim pek neşeli değildi. Ayak seslerimiz büyük merdiven sahanlığında yankılanıyordu. Görebildiğim kadarıyla içeride bir parça mobilya bile yoktu.
“Şurada hoşunuza gidebilecek bir şey var, efendim.” Bates biraz ileride durup bir kapıyı açtı.
Tek bir mumun etrafına ışık saçtığı, büyük bir oda gibi görünen bir yere açıldı kapı. Bomboş bir çirkinliğin ortaya çıkışına hazırlamıştım kendimi. Kederli bir önseziyle, sessiz rehberimin kasvetli hücreyi ifşa etmesini bekledim.
“Lütfen şöyle oturun, efendim,” dedi Bates. “Ben de ışığı artırayım.”
Karanlık odanın içinde müthiş bir rahatlıkla ilerledi. Bir kibrit yakıp ince bir mumu tutuşturdu ve hızla ama usulca etrafta gezindi. İnce mumu arka arkaya başka mumlara değdirdi. Her yerde mum varmış gibiydi. Sonunda zayıf bir alacakaranlık elde etmeyi başardı. Işığın görkemiyle karanlık yavaş yavaş yumuşadı. Eski Dünya’daki loş katedrallerde rahip yardımcılarının muhteşem sunakları aydınlatan sayısız mumu yerlerine dizişini birçok kez izlemiştim. Ama bu aşina olmadığım evdeki sert görünümlü hizmetkâr, gölgelerin içinden çok daha tatlı, çok daha hayret verici bir büyü çıkarmıştı ortaya. Güzel şeyler arasında yalnızca gençlik, ışıktan daha tatlıdır.
Işık arttıkça duvarların çizgileri çekildi ve çatı kirişleri ortadan kaybolarak gözlerimi yukarıya doğru çevirmeme neden oldu. Dudaklarımdan dökülen boğuk bir hayret nidasıyla ayağa kalkarak etrafa bakındım ve odanın ruhu, büyüsünü içime akıttıkça şapkamı saygıyla başımdan çıkardım. Her tarafta kitaplar vardı. Bütün duvarlar tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Koca odada bu düzeni boşan tek şey, bir Fransız penceresiyle devasa bir şömineden ibaretti. Şöminenin üzerinde büyük, koyu meşe renginde bir baca çıkıntısı, odanın büyüklüğünü daha da vurguluyordu. Uygun olan her yerde -bu amaçla yapılmış raflarda, kitapların arasından öne doğru uzanan kolların üzerinde, tavandan sarkan büyük, kristal şamdanda ve baca çıkıntısında- sayısız mum, baş döndürücü bir parlaklıkla yanıyordu. Bates, sihirli değneğini elinde tutarak durduğunda hayret ve hazla haykırdım.
“Bay Glenarm mum ışığını çok severdi. Mumluk toplamaktan da hoşlanırdı. Çok iyi bir koleksiyonu var. Buraya ‘Bin Mumlu Ev’ derdi. Burada sadece yüz tane kadar var ama ev tamamlandığında bin ışığı olacağı düşüncesi onun gururlandığı şeylerden biriydi. Büyükbabanızın şakacı bir yanı vardı. Bin demek mizah anlayışına da uygundu. Kendi zevklerinden haz almayı bilirdi, efendim.”
“Eminim öyledir,” diye yanıtladım hayretle bakarak.
“Belki gaz lambaları sizin zevkinize daha uygundur, efendim. Ama büyükbabanızda hiç yoktu. Eski pirinç ve bakırlar onun uzmanlık alanıydı ve Bay Glenarm cam mumlukları özelikle severdi. Kristalin en etkileyicileri olduğunu söylerdi. Ben gideyim de valizleri getiren adamı içeri alayım. Sonra da size biraz yemek ikram edeyim.”
Ağırbaşlı bir edayla dışarı çıktı. Ben de hayrete düşmüş, keyifli bakışlarla odayı inceledim. Sert ahşap zemin şık halılarla kaplanmıştı. Bütün mobilyalar antika ya da ilginçti. Şöminenin üzerindeki koyu meşe panelin üzerine eski İngiliz harfleriyle bir yazı kazınmıştı:
İnsanın ruhu, Tanrı’nın mumudur.
Ve iki yanında büyük bir şamdanın uzun kolları ocağa doğru uzanıyordu. Bütün kitaplar mimariyle alakalı gibiydi. Alman ve Fransız çalışmaları, İngiliz ve Amerikan otoriteler tarafından yapılmış çalışmalarla yan yana duruyordu. Bütün başlıkların Latince ya da İtalyanca olduğu bir bölüm buldum, tamamı arkeolojiyle ilgiliydi. Açtığım birkaç dolabın içinde taslaklar ve çizimler vardı ve hepsi dikkatle düzenlenmişti. Bir diğerinde özenle hazırlanmış bir kart kataloğu buldum. Becerikli ellerin işi olduğu açıktı. Titiz bir araştırma benim için fazlaydı. Kendimi bir katedralden alınmış olabilecek büyük sandalyeye bıraktım. Genel etkinin mutluluğuyla tatmin olmuştum. Indiana ormanlarının ortasında böylesine şık ve zevkli bir daire bulmak beni şaşırtmıştı. Eve yaklaşırken mekânın karakterini ya da boyutlarını hiçbir şekilde açık etmeyen karanlık bir hacim görmüştüm yalnızca. Giriş holü de beni bu odanın güzelliğine hazırlamamıştı doğrusu. Düşüncelerime öyle dalmıştım ki ardımdaki kapının açıldığını duymadım. Bates’in saygılı, kederli sesi, “Size yiyecek bir şeyler hazırlattım, efendim,” dedi.
Koridor boyunca onu takip ederek basit bir masanın kurulduğu lambrili, küçük bir odaya girdim.
“Bay Glenarm buraya yemekhane derdi. Evin diğer tarafında kalan yemek odası henüz bitmedi. Kendisi yemeklerini burada yerdi. Onun için esas önemli olan kütüphaneydi. Bu evi bitirmeye ömrü vefa etmedi. Ne yazık, değil mi efendim? Birkaç yılı daha olsaydı çok şık bir yere dönüştürürdü burayı. Ama umarım siz tamamlandığını göreceksiniz, efendim. Onun son dileği de buydu.”
“Evet, elbette,” diye yanıtladım.
Soğuk hindi eti ve salata getirdi ve gerçekliği su götürmez bir parça rokfor peyniri çıkardı.
“İngiliz birasının zevkinize hitap ettiğini umuyorum. Belirtmem gerekirse, büyükbabanızın favorisiydi, efendim.”
Adamın alçakgönüllülüğü hoşuma gitmişti. Ciddi bir saygıyla ve alışkın el hareketleriyle servis yaptı. Kristal mumluklardaki mumlar masayı makul derecede aydınlatıyordu. Oda küçük ve rahattı. Küçük şöminedeki cevizden kütükler neşeyle çatırdıyordu. Eğer büyükbabam yalnızlığı silah olarak kullanarak beni cezalandırmayı planladıysa, ruhu buralara uğradığında büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı muhtemelen. Uzun zamandır kendi toplumumu kanıksamıştım. Yemeklerimi genellikle yalnız yerdim ve bu tuhaf, gizli evin sessizliğinde bir keyif bulmuştum. Tabii bir de en sonunda büyükbabamın isteğine itaat ediyor, onun benden istediği bir şeyi yapıyor olmanın verdiği tatmin de vardı. Her yerde kendisinin sanatların sanatı olarak gördüğü ilgi alanına dair izler görmek beni etkilemişti. Bu sanata duyduğu adanmışlıkta müthiş bir incelik vardı. Küçük yemekhanenin bile herhangi bir dekorasyonu olmamasına rağmen kendine has bir havası vardı. Büyükbeyin mimariye düşkünlüğünde garip ve hatta hastalıklı bir yan olduğu aile arasında hep konuşulan bir şeydi. Ama ben bunun onun zihninde ve karakterinde asil ve kibar bir şeyleri cezbettiğini hissettim ve kalbimi, yıllardır taşıdığımdan daha nazik bir haletiruhiye ele geçirdi. Büyükbabam benden ufacık bir şey istemişti ve ben onun için bu ufacık şeyi başarmaya kararlıydım.
Bates bana kahve verdi, ulaşabileceğim bir yere kibrit bıraktı ve odadan çıktı. Sigara kutumu çıkarıp hafifçe aralamıştım ki arkamdaki pencerenin camında keskin bir çatırtı duydum. Bir mermi ıslık çalarak başımın üzerinden geçti ve karşıdaki duvara çarpıp yassılaşmış, bozulmuş bir halde masanın üzerine, elimin altına düştü.
Dördüncü Bölüm
GÖLDEN GELEN SES
Pencereye koşup geceye baktım. Eve gelirken içinden geçtiğimiz orman geceyi kuşatmış gibiydi. Büyük bir ağacın dalları camlara değiyordu. Bates’in dibimde olduğunu fark ettiğimde pencerenin kilidini kurcalıyordum.
“Bir şey oldu mu, efendim?”
Sükûnetini kaybetmeyişi beni öfkelendirdi. Birileri pencereden bana ateş etmişti ve vurulmaktan kıl payı kurtulmuştum. Bu hizmetçinin durumu kabullenişindeki endişesizlik beni öfkelendirmişti.
“Bahsetmeye değer bir şey değil. Birileri beni öldürmeye çalıştı, o kadar,” dedim sakin ve ironik olmayı başaramayan bir sesle. Hâlâ pencerenin koluyla uğraşıyordum.
“İzin verin, efendim.” Pencerenin kanadını kolaylıkla açması öfkemi daha da köpürttü.
Uzanıp saldırganıma dair bir ipucu bulmaya çalıştım. Bates başka bir pencereyi açarak benimle birlikte karanlık manzarayı izledi.
“Dışarıdan bir atıştı, değil mi efendim?”
“Elbette öyleydi. Kendime ateş ettiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”
Kırık pencereyi inceledi ve masanın üzerindeki mermiyi aldı.
“Tüfek mermisi olduğunu söyleyebilirim.”
Mermi duvarla teması neticesinde kısmen yassılaşmıştı. Uzun kalibreli bir mermi kovanıydı ve tüfekle de tabancayla da ateş edilmiş olabilirdi.
“Bu çok tuhaf, efendim!” Öfkeyle ona doğru döndüğümde, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bir metal parçasını beceriksizce evirip çevirdiğini gördüm. Birden, sanki korkularımı yatıştırmak istermiş gibi devam etti. “Büyük ihtimalle bir kaza kurşunu. Muhtemelen çocuklar gölde ördeklere ateş ediyorlardı.”
Öyle ani bir kahkaha patlattım ki Bates panikle irkildi.
“Geri zekâlı!” diye gürledim iki elimle yakasını kavrayıp adamı hırsla sarsarken. “Seni ahmak! Buradaki insanlar her gece ördeklere ateş mi eder? Bir fili öldürecek kuvvette silahlarla su kuşlarını mı avlarlar? Sırf eğlence olsun diye pencerelerden insanlara mı ateş ederler?”
Onu masaya doğru ittirince masa geriye kaydı ve Bates yere düştü.
“Kalk ayağa!” diye emrettim. “Bir fener getir.”
Hiçbir şey demeden ona söylediğimi yaptı. Ön kapıya uzanan uzun, kasvetli koridorda ilerledik. Onu önden koruya gönderdim. Bölgenin coğrafyasına dair pek bir bilgim yoktu ama keşke bu mülkün civarını bizzat inceleseydim zira belli ki tehlikeli insanlar vardı. Çok öfkeliydim ve birden kendi içine çekilen Bates’in peşinden ilerlerken öfkem gitgide artıyordu. Biraz sonra yemekhane penceresinin ışığıyla aydınlanan yerde durduk.
Zemin, ayaklarımızın altında çatırdayan yapraklarla doluydu.
“İleride ne var?” diye sordum.
“Koruluk çeyrek mil kadar devam ediyor, efendim. Sonra da göl var.”
“İlerle!” diye emrettim. “Doğruca göle!”
Az sonra eve doğru gelirken içinden geçtiğimize benzer kaba bir çalılığa takıldım. Bates biraz önümde kendinden emin ilerliyor, ara sıra durup dalları yolundan çekiyordu. Öfkem giderek sönerken aptalca bir girişimde bulunduğumu hissettim. Zeminin karakterine bakılırsa neredeyse denizde sayılırdım. İki saat öncesine kadar hiç görmediğim ve bana karşı tavırlarının tamamen planlı olduğundan şüphelenmeye başladığım bir adamın peşinden gidiyordum. Pencereden ateş eden adamın etrafta gizlice dolaşmasına ihtimal yoktu ve dahası, fenerin ışığı, yaprakların ve kırılan dalların çatırtısı yaklaştığımızı ona haber veriyordu. Ancak ben, hiçbir şeyde olmasa bile hata yapmakta ısrarlı bir insandım. Böylece gölün kenarına ulaşmak için ciddi bir kararlılıkla rehberimin peşinden ilerlemeye devam ettim. Bu tuhaf mülkteki bekçinin üzerindeki otoritemi kullanmaktan başka bir nedeni de yoktu bunun.
Bir çalı sertçe yüzüme çarpınca yüzümün acıyan kısmını ovuşturmak için durdum.
“Canınız yandı mı, efendim?” diye sordu Bates endişeyle ve fenerle birlikte bana döndü.
“Tabii ki hayır,” diye çıkıştım. “Hayatımı yaşıyorum! Bu ormanda patika falan yok mu?”
“Var denemez, efendim. Koruyu olduğu gibi bırakmak Bay Glenarm’ın fikriydi. Tomrukların arasında yürüyüş yapmayı çok severdi.”
“Geceleri değildir umarım! Neredeyiz şu an?”
“Göle epey yaklaştık, efendim.”
“O halde devam edelim.”
Bu patikasız korulukta Bates ve itiraf etmem gerekirse, büyükbabam John Marshall Glenarm’ın ruhu sabrımı taşırıyordu.
Çakıllı bir sahile vardık. Bates aniden bir döşemeye ayak bastı.
“Burası Glenarm rıhtımı, efendim. Şurası da kayıkhane.”
Fenerini yanımızdaki alçak bir yapıya doğru salladı. Sessizce oturmuş yıldızları izlerken uzaklardan bir küreğin suya daldığını ve bir kanonun suyun üzerinde usulca kaydığını duydum.
“Bir sal, efendim,” diye fısıldadı Bates, feneri paltosunun içine saklayarak.
Yanından geçerek rıhtımın ucuna doğru ilerledim. Kürek, durgun suya sessizce ve sakin bir hareketle daldı ama ses gitgide zayıflıyordu. Kano, insanoğlunun en zarif, en hassas, en esrarengiz buluşlarından biriydi. Onun kürekleriyle en sessiz kıyılarda yıldızları suya daldırabilir ya da hayallerinizdeki rıhtıma sessizce yaklaşabilirdiniz. O sinsi cup sesini hemen tanımıştım ve o küreği kullanan elin eğitimli olduğunu anlamıştım. Çocukluğumun Maine koruluğunda geçen yazlarının tamamen boşa geçmediğini sık sık fark ediyordum.
Anlaşılan, kanonun sahibi Glenarm rıhtımına sessizce yanaşmış ve koruluğu geçerek buraya geldiğimizi seslerden anlayınca panikleyerek uzaklaşmıştı.
“Burada bir tekne var mı?”
“Kayıkhane kapalı, anahtarı da yanımda değil, efendim,” diye yanıtladı Bates heyecansız bir sesle.
“Tabii ki yanında değil,” diye çıkıştım. Sesindeki o kusursuz saygı bir yandan, kendi çaresizliğim öbür yandan öfkeyle doldurmuştu beni. Burayı gün ışığında bir kez bile görmemiştim. Ardındaki koruluk da ayaklarımın dibindeki göl de benim için karanlık, gizemli yerlerdi. Ayağımı öfkeyle yere vurdum.
“Geri dönelim, düş önüme,” diye gürledim.
Koruluğa doğru dönmüştüm ki, birden suyun karşı tarafından bir ses çalındı kulağıma. Bir kadının derin, melodik ve temkinli sesi.
“Gerçekten, yerinde olsam bu kadar öfkelenmezdim!” dedi. Öfkeden bahsederken kısa bir an duraksamıştı.
“Kimsin sen? Orada ne yapıyorsun?” diye bağırdım.
“Sessiz sakin düşünüyorum biraz!” diye ağır, alaycı bir cevap geldi.
Suyun ilerisinde küreğin suya daldığını ve kanonun hareket ettiğini duydum. Bir anlığına belli belirsiz bir figür görür gibi oldum. Sonra yok oldu. Göl çevresindeki koruluk bilinmez bir dünyaydı. Kano, rüya teknesi. Ses bir kez daha yükseldi:
“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”
“Bir hanımefendiydi, efendim,” dedi Bates, bir süre sessizce bekledikten sonra.
“Ne kadar da zekisin!” diye çıkıştım. “Sanırım burada hanımlar geceleri sinsice dolaşmaya çıkıp ördeklere ya da insanların evlerine ateş ediyorlar.”
“Oldukça muhtemel görünüyor, efendim.”
Onu göle atmak hoşuma giderdi ama feneri yanında sallayarak ilerlemeye başlamıştı bile. Peşine takılarak ağaçların arasından eve doğru ilerlemeye başladım.
Büyük kütüphanenin hoş etkisi ruhumu hızla sardı. Şöminedeki ateşi karıştırıp canlandırdım ve onca yürüyüşün yorgunluğuyla önüne oturdum. Gelişimi dikkat çekici kılan olay beni şaşırtmış, kafamı karıştırmıştı. Küçük yemek odasında başımı az bir farkla ıskalayan merminin, kötü niyet taşımayan serseri bir kurşun olma ihtimali vardı gerçekten. Ama atışın gölün oradan yapıldığı düşüncesini hemen eledim. Bir kere camı güçlü bir şekilde delip geçmişti. Üstelik bir tüfek mermisi bile olsa o yoğun ağaçların arasından hiçbir engele takılmadan eve kadar ulaşması akla hayale sığmazdı. Birilerinin bana rasgele ateş açtığı düşüncesinden kurtulmakta güçlük çekiyordum.
Kadının gölden gelen alaycı sesi de kafamı karıştırıyordu. İnsanın kırsalda yaşayan bir kızdan duymayı bekleyeceği bir ses değildi. Ayrıca ateş ve lamba güvencesinde olmayı akla getirecek denli serin bir ekim akşamında, gölde bir kadının oluşu herhangi bir getir götür işiyle açıklanabilecek gibi değildi. Suyun karşısından gelen o son haykırışta insanı rahatsız eden bir şey vardı. Kulaklarımda tekrar tekrar yankılanıyordu. Niteliğin, terbiyenin ve cazibenin sesiydi.
“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”
Indiana’daki köylülerin, ister genç ister yaşlı olsun, ister er-kek ister kadın olsun, böyle yumuşak bir selamlama usulü olduğunu sanmıyordum.
Bates tekrar belirdi.
“Affınızı rica ederim efendim, ancak dinlenmek isterseniz odanız hazır.”
Bir saat bulma umuduyla etrafa bakındım.
“Evde vakti gösteren bir şey yok, Bay Glenarm. Büyükbabanız onlara çok karşıydı. Saatlerin, kendi deyimiyle, aylaklığa yol açtığına dair bir teorisi vardı. Bir insanın kendi hislerine göre çalışması gerektiğini düşünürdü efendim, saatlere göre değil. Bir varlık, diğerinden müşkülpesent olabilir derdi.”
Saatimi çıkarırken gülümsedi. Hem Bates’in ciddi tonlamaları hem de büyükbabamdan alıntı yaparken yüzünün aldığı katı ifadeydi sebep. Ama bu adam beni şaşırtıyor ve kızdırıyordu. Mütevazı siyah elbiseleri, güzelce taranmış saçları, tıraşlı yüzü içimde bir düşmanlık uyandırıyordu.
“Bates, eğer o silahı pencereden içeri sen ateşlemediysen, kim yaptı? Bunun cevabını verebilir misin bana?”
“Evet, efendim. Ben yapmadıysam kimin yaptığı oldukça önemli bir soru. Bunu öğreneceğim, efendim.”
Adama baktım. Bakışlarıma gözünü bile kırpmadan karşılık verdi. Sesinde de duruşunda da hiçbir küstahlık emaresi yoktu.
Devam etti:
“Ben yapmadım, efendim. Yemekhane camının kırıldığını duyduğumda kilerdeydim. Merminin dışarıdan geldiğini söyleyebilirim, efendim.”
Bates için gerçekler ve sonuçlar şüphe götürmezdi. Suçu ona yıkma çabamda pek de güvenilir biçimde aklanmadığımı hissettim. Ona söylediğim çirkin sözler, en hafif tabiriyle, patavatsızca olmuştu ve şimdi de başka bir hücum hattı deniyordum.
“Elbette, Bates, sadece takılıyordum sana. Peki bu konuyla ilgili senin teorin nedir?”
“Bir teorim yok, efendim. Bay Glenarm beni teorilere karşı hep uyarırdı. İzniniz olursa, derdi ki, kurguya yatkın zihinlerde büyük bir tehlike yatarmış.”
Adam hafif bir İrlanda aksanıyla konuşuyordu ki bu da beni şaşırtmıştı. Konuşma tuhaflıkları her zaman ilgimi çekmiştir. İrlandalı hizmetçi sınıfının şivesi değildi bu. İngiltere doğumlu olan Larry Donovan, zaman zaman Bates’in bu yumuşak ve akıcı tonlamalarından tamamen farklı olan abartılı bir İrlanda aksanı kullanırdı. Ama bu adamda konuşmasından başka, beni şaşırtan çok şey vardı.
“Kanodaki kişi? Ona ne diyorsun?” diye sordum.
“Bir şey demiyorum, efendim. Bu topraklarda hiçbir kadın, hatta bizim dışımızda hiç kimse yoktur.”
“Ama komşular var. Çiftçiler, göl kıyısında yaşayan insanlar olmalı.”
“Çok az, efendim. Batı duvarınızın biraz ilerisinde de bir okul var.”
Mülk sahibi oluşuma yaptığı hafif gönderme, kendi deyimiyle benim duvarımdan bahsedişi beni memnun etti.
“Ah, evet. Bir okul. Kız okulu? Evet, Bay Pickering bahsetmişti. Ama kızlar bu mevsimde, gecenin bu saatinde gölde kürek çekmez, ördek avlamaz, ne dersin Bates?”
“Onların ateş ettiğini sanmıyorum, Bay Glenarm. Her açıdan oldukça sıkı bir okul olduğunu tahmin ediyorum, efendim.”
“Peki öğretmenleri? Hepsi kadın mı?”
“Yanılmıyorsam kendilerine St. Agatha Rahibeleri diyorlar. Bazen onları yürüyüş yaparken görürüm. Oldukça sessiz komşulardır ve yazın Rahibe Theresa dışındakiler burada bulunmaz. Okul onun evidir, efendim. Duvarın yakınlarında bir de küçük bir şapel var. Genç papaz orada yaşar ve onun dışındaki tek erkek de bahçıvandır.”
Demek kapı komşularım Protestan rahibeler ve okul kızlarıydı. Araya bir de papaz ve bahçıvan karışmıştı. Yine de papaz sosyalleşmek için faydalı olabilirdi. Büyükbabamın vasiyetinde bir din adamıyla ahbaplık kurmamı engelleyecek bir madde yoktu. Hatta bana kalırsa oyunun bir parçasıydı bu da: Yapılacak başka hiçbir şey olmadığından ruhum bir taşra papazı tarafından gözlenecekti. Böylelikle ben de dikkatimi mimari çalışmalarına yöneltecektim. Gardiyanım ve kâhya Bates özenle sakalını sıvazlıyordu.
“Bana hücremi göster,” dedim kalkarak. “Yatayım.”
Bir yerlerden büyük, pirinç bir şamdan çıkardı. Üzerinde bir düzine mum vardı.
“Bu Bay Glenarm’ın alışkanlığıydı. Yatağa giderken hep bunu kullanırdı. Eminim sizin de kullanmanızı isterdi, efendim,” diye açıkladı.
Adamın sesinde bir titreme duyar gibi oldum. Büyükbabamın anısı onun için önemliydi. Düşündüm ve onun için üzüldüm.
“Ne kadar zamandır Bay Glenarm’la birlikteydin, Bates?” diye sordum koridorda peşinden ilerlerken.
“Beş yıl, efendim. Siz yurtdışına gittiğiniz yıl bana iş verdi. Bu konudan bahsedişini çok iyi hatırlıyorum. Size büyük bir hayranlık duyuyordu, efendim.”
Elinde bir yığın mumu taşıyarak geniş basamaklardan bana yol gösterdi.
Üst kattaki giriş de bütün evin genel havasını yansıtıyordu ama burada duvarlar beyazdı ve göz yoruyordu. Zemine gelişigüzel bırakılmış tahtalar vardı ve gevşek tahtalar ayaklarımızın altında tıkırdarken mumların ışığından ötedeki karanlıkta hayaletimsi yankılar beliriyordu.
“Umarım çok hayal kırıklığına uğramazsınız, efendim,” dedi Bates kapıyı açmadan önce bir süre bekleyerek. “Kesinlikle tamamlanmamış bir oda ama rahat olduğunu söyleyebilirim. Çok rahat.”
“Kapıyı aç!”
O benim ev sahibim değildi ve özür dilemesinden hoşlanmamıştım. Yanından geçerek küçük bir oturma odasına girdim. Bir yanıyla alt kattaki büyük kütüphanenin minyatür bir versiyonu gibiydi. Her tarafta zeminden tavana kadar uzanan açık raflar kitaplarla doluydu. Yalnızca küçük bir şöminenin, dolabın ve duvara bitişik bir masanın bulunduğu kısımlar boştu. Odanın tam ortasında, üzerinde özenle dizilmiş yazı malzemeleri bulunan uzun bir masa vardı. Şık bir kılıfı açtığımda tasarımcı aletleriyle dolu olduğunu gördüm.
Yüksek sesle inledim.
“Bay Glenarm bu odayı çalışmak için kullanırdı. Aletler bizzat onun, efendim.”
“Lanet olasıcalar!” diye haykırdım huysuzca. En yakın raftan bir kitap alıp açık halde masaya fırlattım. Kule: Savunma Amacıyla Kullanıldığı İlk Dönemler. Londra: 1816.
Kapağını sertçe kapadım.
“Yatak odası yanda, efendim. Umarım…”
“Artık hiçbir şey umma!” diye gürledim. “Ayrıca hayal kırıklığına uğrayıp uğramamamın hiçbir önemi yok.”
“Kesinlikle hayır, efendim!” diye yanıtladı kendimden utanmama neden olan bir sesle.
Bitişikteki yatak odası küçük ve az mobilyalıydı. Duvarlar boyasızdı ve sadece İngiliz katedralleri, Fransız şatoları ve mimarinin en iyi başka örneklerini sergileyen çizimlerle renklenmişti. Yatak en bilindik demir karyolalardandı. Diğer mobilya parçaları da fayda esasına göre seçilmişti. Valizlerim ve çantalarım buraya taşınmıştı. Bates kapıdan bir emrim olup olmadığını sordu.
“Bay Glenarm her zaman yedi buçukta kahvaltı ederdi, efendim. Tabii bir saati yokken tutturabildiği kadarıyla. Ama oldukça dakikti. Tarzı biraz tuhaftı, efendim. Geceleri etrafta dolaşmayı çok severdi ve kimse peşine düşmezdi.”
“Ben pek gezineceğimi sanmıyorum,” diye bildirdim. “Ayrıca büyükbabamın kahvaltı saati benim için de çok uygun, Bates.”
“Başka bir şey yoksa, efendim…”
“Bu kadar. Ayrıca, Bates…”
“Buyurun, Bay Glenarm.”
“Gerçekten de bana ateş ettiğini ima etmiyordum, anlamışsındır muhakkak.”
“Bahsini açmaya bile değmez, Bay Glenarm.”
“Ama biraz tuhaf bir durumdu. Eğer bu konuda bir şeyler öğrenirsen lütfen beni bilgilendir.”
“Elbette, efendim.”
“Ama geceleri güneşlikleri çeksek iyi olur. Görünüşe bakılırsa bu civardaki ördek avcıları çok dikkatsiz. Sen de bugün ve bundan sonraki akşamlarda buradakileri örtebilirsin.”
O dediklerimi yaparken saatimi kurdum. İtiraf etmeliyim ki kalbimin bir parçası hâlâ bu adamın yemek odasının penceresinden bana ateş eden adamla bir suç ortaklığı olduğundan şüpheleniyordu. Güneşliklerin açık olmasının biraz tuhaf olduğunu düşünüyordum ama bir yandan da bu durumu, bu henüz tamamlanmamış tuhaf evin sıradan ev bakımı ritüellerine tam manasıyla tabi olmamasına yorabilirdim. Bates şüphelerimin farkındaydı kuşkusuz ve düz yeşil güneşliklerin sonuncusunu çekerken konuşmaya başladı:
“Bay Glenarm bunları asla çekmezdi, efendim. Onun sözleriyle tekrarlamam gerekirse, derdi ki onları açık severmiş. Bunlar doğuya bakan pencereler ve büyükbabanız da güneş ışığının onu uyandırmasından büyük bir keyif alırdı. Tuhaflıklarından biri de buydu, efendim.”
“Şüphesiz. Çekilebilirsin, Bates.”
Ciddiyetle bana iyi geceler diledi. Ben de kapıya kadar peşinden gidip cebinden çıkardığı tek bir mumun ışığıyla uzaklaşmasını izledim.
Birkaç dakika boyunca ayak seslerini dinleyerek aşağıdaki koridorda ilerleyişinin izlerini sürerek bekledim. Eve dair bildiklerimin müsaade ettiği kadar elbette. Sonra, bilinmeyen bir yerden bir kapının kapandığını ve sürgünün çekildiğini duydum. Doğrusu gardiyanım özen gerektiren alışkanlıkları olan biriydi.
Seyahat çantamı açıp içindekileri tuvalet masasına yaydım. Bütün maceralarımda yanımda katlanabilir, deri bir fotoğraf çerçevesi taşımıştım. İçinde babamın, annemin ve büyükbabam John Marshall Glenarm’ın portreleri vardı. Küçük oturma odasındaki şömine rafına yerleştirdim onu. Bu gece dünyada hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum kendimi. Bir dostluğa ihtiyacım vardı ve içimde bir şefkat titreşti. Büyükbabamın sert, ihtiyar gözlerine yeni ve meraklı bir ilgiyle baktım. Babamın evine düzensiz ziyaretleri olurdu. Ama babam onu bahsetmeye gerek görmediğim çeşitli şekillerde mutsuz etmişti. Babamın ölümü de beni kendi eylemlerimle iyice büyüttüğüm bir yabancılaşmaya sürüklemişti.
Glenarm’a ulaşınca aklım tekrar Pickering’in büyükbabamın mülkünün değeriyle ilgili tahminine takıldı. John Marshall Glenarm oldukça tuhaf bir adam olsa da büyük bir servet biriktirmeyi başarmıştı. Ama ben vasinin, öldüğünde nispeten fakir olduğunu söyleyişini dinlemiştim. Vasiyetin şartlarını böyle kolaylıkla kabul edip kendimi hakkında hiçbir şey bilmediğim bir bölgeye hapsederek olağan danışma kanallarına erişimimi de kendim engellemiştim. Glenarm’daydım ve yılın sonuna kadar burada kalmalıydım. Benden ne kadar kolay kurtulduğunu düşündükçe Pickering’e olan öfkem arttı. Kendimi hep en az onun kadar keskin zekâlı olduğumu söyleyerek tatmin etmiştim ama şimdi, acaba aptallıkla onun gücüne mi boyun eğdim diye düşünmeden edemiyordum.
Beşinci Bölüm
KIRMIZI BİR İSKOÇ BERESİ
Parlak ekim sabahına yenilenmiş bir yalnızlık hissiyle baktım. Penceremin önünde bir ağaç kalabalığı vardı. Kimileri hâlâ neşeli renkler taşıyordu. Kızıl, kahverengi ve altın sarısı. Tam karşıda, şaşırtıcı bir canlılıkta parlak yeşil ağaçlar da vardı. Fitilli kadifeden bir gezinti ceketi giyip ayağıma ağır ayakkabılar geçirdim. Dışarıda tur atmaya hazır, aşağı indim.
Büyük kütüphane sabah ışığında daha da geniş görünüyordu. Fransız pencerelerden birini açıp taş terasa adım attım ve oradan evin dış cephesini daha net gördüm. Mazgalları ve iki kulesiyle güncellenmiş Tudor tarzındaydı. Kulelerden birinin henüz yarısı tamamlanmıştı ve hem yarım kulede hem de evin diğer kısımlarında işçi iskeleleri hâlâ duruyordu. Taş ve kereste yığınları büyük bir düzensizlikle etrafa dağılmıştı. Ev kısmen bir geçidin kenarına dek uzanıyordu. Geçitten ince bir dere göle doğru akıyordu. Teras, kütüphanenin hemen dışında büyük bir balkona dönüşmüştü ve altında su tatlılıkla ağır taş sütunlara çarpıyordu. İki güzel ve sade köprü geçidi bölüyordu. Biri ön girişe, diğeri arka girişe yakındı. Büyükbabam bu eve asil bir planla başlamıştı ama ağaçların arasına gömüldüğünde perspektif noksanlığı çekiyordu. Yine de göle doğru uzanan bir yanında hoş bir çayır vardı. Çayırı bölen tek şey bir su kulesiydi ve batı tarafındaki ayırıcı duvarın ardında küçük şapeli gördüm. Aynı yönde, biraz daha ilerideyse St. Agatha binalarının dış cepheleri, başka bir koruluğun arasından belli belirsiz seçiliyordu.
Kibar rahibelerin ve okul kızlarının komşum olduğu düşüncesi beni eğlendirdi. Tek isteğim, duvarın kendilerine ait tarafında kalmalarıydı.
Arkamda Bates’in dikkatli adımlarını duydum.
“Günaydın, Bay Glenarm. Umarım iyi dinlenmişsinizdir, efendim.”
Duruşu ciddi, sesi saygılı ve gece gibi renksizdi. Sabah ışığı solgun benzini ortaya çıkarmıştı. Onu inceleyişimi oldukça sakin karşıladı. Aslına bakılırsa ona dair en güzel şey gözleriydi.
“Burası Bay Glenarm’ın platform dediği yer. Sanırım Hamlet’te geçiyordu, efendim.”
Yüksek sesle güldüm. “Elsinore: Kalenin Önündeki Platform.”
“Bay Glenarm’ın küçük meraklarından biri denebilir, efendim.”
“Peki ya hayalet? Danimarka’nın öldürülen hükümdarı gündüzleri nerede yatıyor?”
“Korkarım henüz tamamlanmadı, efendim! Gördüğünüz gibi, Bay Glenarm, bu ev tamamlanmış değil. Merhum beyefendi bütün planlarını gerçekleştiremedi.”
Bates gülümsemedi. Hiç gülümsemediğini düşündüm ve John Marshall Glenarm’ın adamın mizahtan yoksunluğuna takılıp takılmadığını merak ettim. Büyükbabamın insanlara takılma konusunda korkunç, ironik bir yeteneği vardı ve büyük ihtimalle bu hizmetçiye de takılarak eğleniyordu.
“Ne zaman isterseniz kahvaltıya geçebilirsiniz, efendim.” cümlesini duyunca yemekhaneye gittim.
Tabağıma bir gazete konmuştu. Chicago’nun günlük gazetesinin sabah baskısıydı. Dünyadan tamamen kopmamak için herhalde, başlıklara göz gezdirdim.
“Büyükbabanız gazeteyi nadiren incelerdi. Bay Glenarm daha çok eski zamanlarla ilgilenirdi. İfademi bağışlayın efendim ama pek çağdaş değildi.”
“Bu konuda çok haklısın Bates. Görüşleri de tam anlamıyla ortaçağa aitti.”
“Bu ifade için teşekkür ederim, efendim. Onun bunu kendi için söylediğini sık sık duyardım. Sade omlet, büyükbabanızın çok sevdiği bir yemekti. Umarım siz de seversiniz, efendim.”
“Çok güzel olmuş, Bates. Ayrıca kahven de nefis.”
“Teşekkür ederim, Bay Glenarm. Elimden geldiğince işte, efendim.”
Beni pencereyi görecek şekilde oturmuştu. Rahat ve güvende hissetmem için gösterdiği özeni takdir ettim. Kırık cam, bir gece önce beni kıl payı ıskalayan kurşunun hikâyesini anlatır gibiydi.
“Bugün tamir ederim, efendim,” dedi Bates, cama baktığımı görünce.
“Burada bir yıl geçirmem gerektiğini biliyorsun. Şartları bildiğini varsayıyorum,” dedim, birbirimizi anlamamızın iyi olacağını hissederek.
“Kesinlikle, Bay Glenarm.”
“Ben öğrenciyim, biliyorsun. Tek istediğim yalnız kalmak.”
Bunu ona bildirmekten çok kendimi rahatlatmak için söylemiştim. Karşımdaki adam kuşkusuz Pickering’i temsil ediyor ve emirleri de ondan alıyordu ama benim de otoritemi az da olsa ortaya koymam iyi olabilirdi.
“Bir iki gün içinde ya da işte buraya alışır alışmaz, çalışmak için kütüphaneye yerleşeceğim. Sabahları yedi buçukta kahvaltı, bir buçukta öğle yemeği, yedide de akşam yemeği verirsin bana.”
“Bunlar tam da merhum beyefendinin saatleri, efendim.”
“Çok güzel. İstediğin yemeği yapabilirsin. Sadece koyun çorbası, etli börek ve konserve çilek yemem. Teneke kutulardaki çilekler, Bates, insanın neşesini yükseltecek şekilde yetiştirilmiyor.”
“Sizinle tamamen aynı fikirdeyim, efendim, affınıza sığınarak.”
“Ve faturalar…”
“Onları Bay Pickering karşılıyor. Evin masrafları için bana bir ödenek gönderiyor.”
“Sen de şimdiye kadar ona rapor veriyordun, öyle mi?”
Bir kibrit çakarak puromu yaktım ve dumanı yok olana dek dikkatle izledim.
“Sanırım durum bu, efendim.”
Baskı altında olmak, özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissetmek, ispiyonlandığınızın farkında olmak pek hoş değildi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp hole çıktım.
“Kendinize ait bir anahtar istersiniz herhalde,” dedi Bates peşimden gelerek. “Bahçe duvarındaki kapılar için iki, St. Agatha kapısı için bir anahtar var. Bakın, hepsi işaretli. Bu ev kapısının anahtarı. Şu da dün gece istediğiniz kayıkhane anahtarı.”
Eşyalarımı açmakla geçen bir saatin ardından araziye gittim. Pickering’e buraya vardığımı haber vermemin iyi olacağını düşünerek ona bir telgraf çekmek için Annandale’e doğru yola koyuldum. Serin hava ve iç açıcı güneş ışığı birden içimi hafifletti. Gece vakti tuhaf ve karanlık görünen, gündüz vakti gayet açıktı.
Bir gece önce araziye girdiğimiz kapıyı zorlanmadan buldum. Taş duvar pek ince değildi elbette. İşçiler tarafından hakkıyla yapılmıştı ve kafamdan bu duvarın muhtemel maliyetini şaşkınlıkla hesaplamaya çalıştım. Paranın Indiana ormanlarına duvar örmekten çok daha tatmin edici yerlere harcanabileceğini düşündüm. Ama burası benimdi, yani hemen hemen benimdi ve merhum büyükbabamın meraklarıyla savaşmanın bana bir faydası yoktu. Bir yılın sonunda istersem duvarı yıkabilirdim. Henüz tamamlanmamış eve gelince de ister satar ister zevkimce yeniden yaptırırdım.
Genel olarak oldukça tatlı bir haletiruhiye içindeydim. Bir gece önceki kurşun hadisesiyle ilgili tereddütlerim mavi göğün ve ısıtan güneş ışığının altında giderek siliniyordu. Yolda birkaç köylü yanımdan geçtiler ve kırsala özgü bir üslupla selam verdiler. Bir yandan da açıkça görülen bir ayıplama ifadesiyle golf pantolonumu incelediler. Göle ulaştım ve durgun sularını memnuniyetle izledim. Annandale’in ana caddesinin girişinde birkaç küçük buharlı tekne ve birkaç tek yelkenli kış için sökülmüştü. Ben geçerken adamın biri küçük bir sandalla rıhtıma yanaşarak teknesini bağladı. Hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladı ama sonra dönüp köylülere has bir dürüstlükle bana baktı.
“Günaydın!” dedim. “Civarda hiç ördek var mı?”
Duraksadı, başıyla selam verdi ve adımlarını bana uydurdu.
“Hayır. Sıkıntıya girmeye değecek kadar yok.”
“Üzüldüm. Birkaç tane avlarım diyordum.”
“Herhalde buraların yabancısısın,” dedi adam beni tekrar süzerek. Golf pantolonum şüphesiz beni bir yaratık gibi gösteriyordu.
“Öyle sayılır. Adım Glenarm, yeni geldim.”
“O olabileceğini anlamıştım. Seni köye bekliyorduk asıl. Ben John Morgan, göl kenarındaki yenilenen evlerin bekçisiyim.”
“Sanırım buralarda herkes büyükbabamı tanıyor.”
“Eh, yani. Tanıyoruz da denebilir tanımıyoruz da. Yanına hevesle gidebileceğin biri değildi. Daha çok kendi halindeydi. Bizi dışarıda tutmak için koca bir duvar yaptırdı ama zahmet etmesine gerek yoktu. Biz insanların işine burnunu sokan tipler değiliz. Yazın gelenlerin de ona hiç sıkıntı vermediğinden emin olabilirsin.”
Sesinde bir gücenme tınısı vardı. Telaşla atıldım.
“O duvarın yapılma amacını yanlış anladığından eminim. Büyükbabam mimarlıkla ilgileniyordu. Bu onun hobisiydi. Ev ve duvar, deneyinin sınırlarını belirliyordu. Kendi meraklarını gidermek için. Umarım köydeki insanlar onun anısına karşı yahut bana karşı kırgınlık içinde değillerdir. Hem işgücü olması buradaki insanlar için iyi bir şey olmalı.”
“Olabilirdi,” dedi adam terslenerek. “Ama sıkıntı da orada zaten. Buraya onun için çalışsınlar diye bir sürü tuhaf adam getirip onlarla sözleşme yaptı. İtalyanlar, Yunanlar ve başka başka yabancılar. Duvarı onlar inşa ettiler. Sonra da bir altı ay kadar içeride çalıştılar. Hava almaları için bile dışarı çıkartmadı onları. İşleri bitince de hepsini bir günde trene bindirip uzaklara gönderdi.”
“Tam onun tarzı,” dedim, büyükbabamın gizemli hallerini keyifle hatırlayarak.
“Sanırım biraz kaçıktı,” dedi adam kendinden emin bir sesle.
Glenarm Malikânesi’nin sakinleriyle dostane ilişkiler kurmanın pek umurunda olmadığı açıktı. Kırk yaşlarında, açık tenli, sarı sakallı ve soluk mavi gözleri olan bir adamdı. Üzerinde kaba saba bir kıyafet vardı ve gevşek bir şapka takmıştı.
“Eh, sanırım onunla ve yaptıklarıyla ilgili sorumluluk almam gerek,” dedim adamın sertliğine gücenerek.
Köyün merkezine vardığımızda birdenbire yanımdan ayrıldı ve caddenin karşısına geçerek dükkânlardan birine girdi. Ben tren istasyonuna doğru ilerlemeye devam ettim. Orada notumu yazıp ödememi yaptım. Ceplerimde bozukluk ararken istasyon şefi beni dikkatle inceledi.
“Telgrafınızın eve teslim edilmesini mi istiyorsunuz?” diye sordu.
“Evet, lütfen,” diye yanıtladım. Masasına dönerek bana bir daha bakmadan aletlerin tuşlarına basmaya başladı.
Postaneyle ilişki kurmanın akıllıca olacağını düşündüğümden kendimi dağıtım bölmesinde oturan kıza tanıttım.
“Şimdiden bir paket geldi size,” dedi bana. “Postalarınızı evinize taşıyan bir oğlan var. Bay Bates tuttu onu.”
Bates bu bilgiyi kendi de vermişti bana ama kız bu bilgiyi belirgin bir ciddiyetle bana aktarmaktan keyif alır gibiydi. Sonra eczaneden bir kalıp sabun ve bakkaldan bir paket tütün aldım ki aslında buna ihtiyacım yoktu.
Gelişimin haberi köylülere ulaşmıştı belli ki. Varlığımın onlar için muhtemelen ilginç olduğunu düşünecek kadar kibirliydim. Ama istasyon şefi, postanedeki kız ve dükkânlardaki tezgâhtarlar bana açıkça soğuk davranmışlardı. Bana bakarkenki soğukluklarında belirgin bir dürüstlük vardı. Sanki bir parça duygusuz davranacakları önceden kararlaştırılmış gibiydi.
Omuzlarımı silkerek Glenarm’a döndüm yüzümü. Büyükbabam bana komşularımın güvensizliği gibi hoş bir miras bırakmıştı. Muhtemelen evine yabancı işçiler getirmesinin bir sonucuydu. Somurtkan Morgan bir şeyler ima etmişti ama o kadar da önemli değildi. Ne de olsa Glenarm’a köylüleri geliştirmeye değil, büyükbabamın vasiyetinde yer alan belirli şartları yerine getirmeye gelmiştim. Tabiri caizse görevimin başındaydım ve köylülerin beni rahat bırakmasını tercih ederdim zaten. Bu düşüncelerle kendimi avuturken rıhtıma vardım. Orada Morgan’ın ayaklarını suya uzatmış oturduğunu, bir pipo tüttürdüğünü gördüm.
Ona doğru başımı salladım ama beni görmemiş gibi yaptı. Az sonra da sandalına atlayarak gölde kürek çekmeye başladı.
Eve döndüğümde, Bates mutfakta çalışıyordu. Burası geniş, kare biçimli bir odaydı. Duvarlarda ve alçak tavanda koyu keresteler görülüyordu. Devasa bir bacası olan büyük bir şömine vardı. Bir turna ve salkımlarla donatılmıştı ama kullanım için küçük bir alan ayrılmıştı.
Bates beni uysallıkla karşıladı.
“Evet, pek alışıldık bir mutfak değil, efendim. Bay Glenarm burayı İngiltere’deki eski bir mutfaktan kopyaladı. Burasıyla çok gurur duyardı. Akşamları burada oturmak çok hoştur, efendim.”
Bana aşağıya inen yolu gösterdi. Evin her kısmına doğru uzayan bir mahzen olduğunu ve büyük odalara bölünmüş olduğunu o zaman fark ettim. Birinin kapısı koyu meşedendi ve etrafı demirle çevrilmişti. Tepesinde de parmaklıklı bir açıklık vardı. Üzerinde ağır bir asma kilit bulunan büyük, demir bir makara ile demirli geniş pencereler daha çok bir hücre havası veriyordu. Bu görüntü, bu tuhaf evdeki pek çok şey gibi beni korkuttu. Büyükbabamın zevklerini hayata geçirmek için harcadığı parayı düşününce gülmekle küfretmek arasında kaldım. Odanın bir patates deposu olarak kullanıldığını fark edince keyiflendim. Bates’e büyükbabamın evine bu hücreleri yapmaktaki amacını bilip bilmediğini sordum.
“Bu, efendim, merhum efendimin bir diğer fikriydi. Bir defasında bana mükemmel donanımlı bir evde zindan da bulunması gerektiğini söylemişti. Yine o mizahi yanı, efendim! Ayrıca patatesler için de oldukça kullanışlı oldu.”
Başka bir odada akla gelebilecek her türden fenerler buldum. Gruplar halinde raflara dizilmişti ve kapının hemen yanında tuhaf tasarımları olan pirinç şamdanlarla dolu bir malzeme odası vardı. Elimde bir mumla etrafa bakarken John Marshall Glenarm’ın zihnindeki aşırılıklar karşımda dururken duyduğum hisleri anlatmaya kalkacak değilim. Böyle merakları olan bir adamın onları tatmin etmek için yeterli parayı bulması bile inanılmayacak şeydi.
Zemin kata dönüp kütüphanedeki kitapların başlıklarını inceledim. Ardından da bir pipo yakıp Normandiya Uyanışı ve etkileri üzerine son derece sıkıcı bir çalışmanın sıkıcı bir bölümünü okudum. Çok geçmeden bir iki gün içinde düzenli çalışmaya başlayacağım konusunda kendimi avutarak dışarı çıktım. Saat henüz on bir bile olmamıştı. Hapishanemin taş duvarları arasında zamanın geçmekte pek telaş etmediği aşikârdı. Önümde çaresiz kendimi çalışmaya gömeceğim uzun bir kış vardı ama şimdi sonbaharın ihtişamıyla karşımda uzanan manzarayı izlemek çok keyifliydi.
Bates evin arka tarafında kabaca bırakılmış bir kereste yığınından aldığı tahtaları ciddiyetle kesiyordu. Çalışkanlığı beni etkilemişti. İdeal bir hizmetkârın sessiz tarzı vardı onda.
“Eee, Bates, soğuktan ölmeme izin vermemeye kararlısın, öyle mi? Orada bütün kışa yetecek kadar odun olmalı.”
“Evet, efendim. Ben sadece biraz daha ceviz kesiyorum. Bay Glenarm daha çok kayın ya da akçaağaç tercih ederdi. Yalnızca yaşlı ağaçları söktük. Yaz fırtınaları koruyu epey harap etti, efendim.”
“Ah, ceviz, tabii ya! Şömine ateşi için en iyisi olduğunu duymuştum. Ne kadar da düşüncelisin.”
Çayır tarafındaki tamamlanmamış kuleye döndüm. Oradaki bir yel değirmeni eve su pompalıyordu. Demir çerçeve tamamen taşla kaplanmamıştı ama çalışmadan geriye kalan malzemeler yerde dağınık halde duruyordu. Korunun içinden ormana doğru ilerleyerek kayıkhaneyi inceledim. Karanlıkta gördüğümde aklımda canlanandan çok daha gösterişli bir yerdi. İki katlıydı. Üst kat sıcak bir dinlenme odasından oluşuyordu. Geniş bir penceresi ve güzel bir göl manzarası vardı. Boyasız duvarlara Hint battaniyeleri asılmıştı. Pencerenin önünde şezlonglar ve geniş bir koltuk vardı. Yerdeki renkli hasır ve duvarlara asılmış birkaç Navajo baskısı mekânı daha da renklendirmişti.
Çakıllı kıyıyı takip ederek okul arazisinin sınırlarını belirten taş duvara doğru ilerledim. Gördüğüm kadarıyla duvar, burada da tıpkı yol boyunca olduğu gibi devam ediyordu. Duvarın yanından ilerlerken büyükbabamın mülkünün, cumhuriyetin merkezinde yer aldığını ve günün birinde Amerika’da hiç tarihi kalıntı olmadığına dair iddiaları yalanlayacağını düşündüm.
Duvarda bir aralık olmadığını düşünmüştüm ama yolun daha yarısına gelmişken demir bir kapı çıktı karşıma. Zincir ve asma kilitle kapatılmıştı. Ben de onlara basarak kapının üzerine çıktım. İki yanındaki sütunlar devasaydı ve ulaşamayacağım kadar yüksekti. Zeki bir ormancı okul arazisinde yer alan ve Glenarm mülkündekiyle aynı genel özellikleri gösteren koruyu temizlemişti. Birkaç genç kadının okul binalarından birinden çıkarak ikişerli ve dörderli gruplar oluşturmasını, şapele giden kaba patikada ileri geri yürümelerini izledim. Kahverengi bir cüppe giymiş olan bir rahibe ara sıra arkada kalıyor ya da önden giderek bir o grubun bir diğerinin yanına yanaşıyordu. Oldukça güzel ve ilgi çekiciydi. Ayrıca beklediğim kadar çirkin bir yoksullar okulu değildi. Öğrenciler, aklımda canlandırdığım o hayır kurumu çocuklarından sayılmazdı. Öncelikle çocuk sayılacak kadar genç değillerdi ve gayet düzgün giyinmişlerdi.
Komşularımı ilk kez izlerken kendimi atkımı ve yakamı düzeltirken bulunca gülümsedim.
Duvarın üzerinde öyle otururken arkamda, Glenarm tarafında öfkeli sesler duydum ve bir çalının çıtırdamasıyla bir kaçma kovalama olduğunu anladım. Duvarın üzerinde çömelip bekledim. Biraz sonra adamın biri koruya daldı ve alçak bir dala takılarak on metre öteme düşüverdi. Yerde yatan adamın sabah tanıştığım Morgan olduğunu görünce çok şaşırdım. Talihsizliğine lanetler yağdırarak kalktı, duvara dayandı, sonra göle doğru koşmaya başladı. Birden peşindeki de görüş alanıma girdi. Bates’ti tabii. Çok heyecanlıydı ve alnının ortasında çirkin bir kesik vardı. Elinde ağır bir sopa taşıyordu. Bir süre düşmanının çıkardığı sesleri dinledikten sonra, peşinden gitti.
Pek benim kalemim işler değildi ama yine de merakımı cezbettiğini söyleyebilirim. Çömeldiğim yerden doğruldum, bacaklarımı duvarın okul tarafına doğru sarkıtarak bir puro yaktım. Dünyayı gözleme şansı veren taş bir barikat imkânı beni neşelendirmişti.
Küçük kilisenin olduğu tarafa bakarken diğer iki aktörün de sahnede belirdiğini gördüm. Korudaki küçük bir açıklıkta bir kız, bir adamla konuşuyordu. Kızın elleri uzun paltosunun cebindeydi. Kırmızı bir İskoç beresi takmıştı. Korunun içinde kendini epey belli eden bir renkti. Taş çatlasın beş altı metre ötemdelerdi ama genç akçaağaçların devasa gövdeleri aramızda bir duvar oluşturuyordu. Onları profilden görüyordum ve kızın, arkadaşına hitap eden sesi bana açıkça ulaşıyordu. Adamın üzerinde din adamlarına has uzun bir yelek vardı. Bates’in bahsettiği papaz olduğunu düşündüm. Doğam gereği etrafımdakilere kulak kabartan biri değilimdir ama kızın bir tür ricada bulunduğu açıktı ve papazın iri yarı görüntüsü, içimde beni duvarda tutmaya yetecek bir düşmanlık hissi uyandırmıştı.
“Eğer o buraya gelirse ben uzaklara giderim, yani bunu anlayabilir ve ona söyleyebilirsiniz. Hiçbir koşul altında onunla görüşmeyeceğim. Özel bir arabayla Florida’ya, California’ya ya da başka bir yere gidecek değilim. Refakatimde kim olursa olsun.”
“İstemedikçe elbette gitmeyeceksin. Kesinlikle hayır,” dedi papaz. “Ben sana yalnızca onun mesajını iletiyorum. Ona göre en iyisi…”
“Bana ya da Rahibe Theresa’ya yazmamak!” diye araya girdi kız aşağılarcasına. “Ne zeki adam ama!”
“Ben de ne ahmağım!” dedi papaz gülerek. “Neyse, bana onun mesajını iletme fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.”
Kız gülümsedi, başını salladı ve hızla okula yöneldi. Papaz bir süre kızın arkasından baktı, ardından ciddiyetle göle doğru yürümeye başladı. Genç, tıraşlı ve esmer bir adamdı. Bende kıskançlığa neden olan geniş omuzları vardı. O zinde bedenin bende olması, kendi işlerimde nasıl işime yarardı hayal bile edemedim. Duvardan inip Glenarm Malikânesi’ne doğru ilerlerken aklım atletik papazdan ziyade kızdaydı. Kısa eteği, ellerini paltosunun cebine sokuşundaki umarsızlığı ve İskoç beresinin yana yatışındaki sorumsuzlukla gençliğinin altını çizer gibiydi. İskoç berelerinde bir ruh ve bağımsızlık vaat eden, neşeli bir şeyler vardı. Özellikle de kırmızı olanlarda. Deyim yerindeyse, eğer kırmızı İskoç beresi St. Agatha’nın ilkelerini temsil ediyorsa, okulun yakınlığı o kadar da kötü bir şey değildi.
Neşeli bir haletiruhiye ve açık bir iştahla öğle yemeğine oturdum.
Altıncı Bölüm
KIZ VE KANO
“Hurmalar buranın mahsulüdür, efendim. Bay Glenarm bu meyveye pek düşkündü.”
Daha önce hiç Amerika hurması görmemiştim ama yeni şeyler deneyecek bir haletiruhiyedeydim. Buzlu dış yüzeyi kesinlikle iticiydi ama zengin posası damağımda şaşırtıcı bir lezzet bıraktı. Bates saygılı bir tatminle beni izledi. Sağ gözünün üzerine düzgünce yapıştırılmış ten rengi yara bandı, ciddiyetinden zerre götürmemişti. Havada zayıf bir arnika kokusu vardı.
“Burada yaşam sakin,” dedim ona sabahki karşılaşmayı anlatsın diye bir fırsat vermek için.
“Çok haklısınız, efendim. Büyükbabanızın da sık sık dediği gibi huzurlu bir yer.”
“Tabii birileri sana pencereden ateş etmediğinde,” dedim.
“Bu tür şeyler her beyefendinin başına gelebilir,” diye yanıtladı. “Ama kabul edersiniz ki birden çok gerçekleşmesi pek muhtemel değildir.”
Bekçiyle karşılaşmasından bahsetmedi. Ben de bildiklerimi kendime saklamaya karar verdim. Her zaman serserilerin kendilerini asmalarına izin vermeyi tercih etmişimdir. Bu durumda da Bates, Pickering’ın ona yüklediği görevlere sadakat göstermediyse, ihaneti önünde sonunda kendini açığa çıkaracaktı. Gardını düşürmüşken ona baktığımda, sandalyemin arkasında kollarını kavuşturmuş dikilirken yüzünde tam bir keder ifadesi görmek beni şaşırttı.
Kızardı ve kıpırdanmaya başladı. Sonra elini alnına götürdü.
“Bu sabah küçük bir kaza geçirdim, efendim. Ceviz kütükleri biraz sert oluyor, efendim. Bir parça tahta fırlayıp bana çarptı.”
“Ne kötü!” dedim anlayışla. “Öğleden sonra biraz dinlensen iyi olur.”
“Teşekkür ederim, efendim. Ama önemli bir şey değil. Sadece küçük, çirkin bir iz.”
Sigaram için bir kibrit yaktı. Ona bir kez daha bakmadan çıktım. Ama kütüphanenin eşiğinden geçer geçmez notumu düştüm: “Bates öncelikle bir yalancı ve saldırgan düşmanları olan biri; onu dikkatle izle.”
Her şey hesaba katıldığında gün gayet iyi geçiyordu. Bir kitap seçip keşiflerime devam etmeden önce, biraz sigara içmek ve düşünmek için kendimi rahat divana bıraktım. Orada uzanırken Bates bana bir telgraf getirdi. Pickering’e gönderdiğim mesaja cevap gelmişti. Şöyle diyordu:
“Varışını bildirdiğin mesaj alındı ve dosyalandı.”
Glenarm'daki işlerim gerçekten de tuhaftı. Birkaç saat boyunca düşler kurarak ve gözlerim ağrıyana dek büyük kristal avizedeki mumları sayarak uzandım. Sonra kalktım, şapkamı aldım ve göle doğru ilerlemeye başladım.
Kayıkhanede birkaç küçük sandal ve petrolle çalışan bir tekne vardı. Bir kanoyu suya indirdim ve yan duvarlarıyla bacaları Glenarm kıyısından açıkça görülebilen yazlıklara doğru kürek çekmeye başladım.
Karaya çıktıktan sonra, yapraklarla kaplı yolda aylak aylak ilerleyerek pencerelerindeki ve verandalarındaki kışlık örtülerin korkutucu ve soğuk bir hava yaydığı yüz küsur kulübeye yaklaştım. Bir yerde geniş verandası gölün üzerine uzayan bir kumarhane vardı. Verandanın alt tarafında, su kısmında bir kayıkhane mevcuttu. Buradan güzel bir göl manzarası görülebiliyordu. Bunun avantajını kullanarak bölgenin topoğrafyasını zihnime kazıdım. Glenarm Malikânesi’nin kalın katlarını, kırmızı kiremitli çatısını görebiliyordum. Duvarın diğer tarafındaki küçük kilisenin gri kulesi de yumuşak bir gururla korunun üzerine uzatmıştı başını. Ağaçların üzerinde sonbaharın belli belirsiz pusu asılıydı.
Yeniden kanomu bıraktığım rıhtıma doğru ilerledim. Tam kanoma binecektim ki yanımdaki iskelede benimkiyle aynı tipte hafif bir kano gördüm. Ama o koyu kestane rengine boyanmıştı. Ben geldiğimde o kanonun orada olmadığından emindim. Muhtemelen bekçiye, Morgan’a aitti. Yanına gidip inceledim. Hatta ağırlığını test etmek için hafifçe kaldırdım. Küreği rıhtımda, hemen yanımda duruyordu. Onu da dikkatle tarttım ve bana göre fazla hafif olduğuna karar verdim.
“Lütfen… Rica etsem…”
Döndüğümde kırmızı İskoç bereli kızla yüz yüze geldim.
“Affedersiniz,” dedim kanodan uzaklaşırken.
Sabahki uzun paltosu üzerinde değildi ama kırmızı, örgü bir ceket giymiş, düğmelerini sıkıca kapamıştı. Her yönüyle oldukça gençti. Bir çift koyu mavi göz, iyi niyetli bir merakla beni izledi. Güneşle arası iyiydi. Yanaklarının kahverengiliği, dış dünyayla kurulmuş güzel bir arkadaşlık belirtisi beni sevindirdi. Cennetin güzelliğinin bir belgesi gibiydi. Ekim ayında yüzü güneş yanığı, elleri kürek tutan ya da bir golf topu süren ya da yazın mavi kemerleri altında uçan bir kız gösterin bana, küçümseyişini neşeyle karşılayayım. Beni ahmak yerine koyabilir ve en bilgece sözlerimi kahkahalarla çürütebilirdi. Çünkü o Diana kardeşliğinin ayrıcalıklarına sahipti. O yumuşak bronz ten, gözlerinin altındaki o cüretkâr geçici çiller flütünü üfleyen Pan’ın zamanına, o uzak günlere aitmiş gibi gösteriyordu onu.
Sessizce yaklaştı. Gafil avlanışımdan duyduğum rahatsızlığın ona keyif verdiğinden emindim.
Şapkamı çıkararak kanonun yanında, itiraf etmeliyim ki bir başkasının -özellikle de bakılması son derece memnuniyet verici birinin- malını uygun olmayacak şekilde incelerken yakalandığım için hafif bir suçluluk duyarak dikildim.
“Yani eğer o küreğe ihtiyacınız yoksa…”
Başımı eğdiğimde küreği ellerimde tuttuğumu fark ederek kızardım. Hatta sanki kendi malımmış gibi tutuyordum.
“Tekrar affınızı dilerim,” dedim. “Ben beklemiyordum da…”
Yanlışlıkla misafir odasının kapısına gelip misafirleri hiçbir şaşkınlık ifadesi göstermeden izleyen bir çocuğun bakışlarıyla sakince izledi beni. Ne beklemem ya da beklememem gerektiğini bilmiyordum. O da bana açıklamaya niyeti olmadığını gösteriyordu. Kısa eteği en fazla on beş on altısında olduğunu gösteriyordu. Eğer gerçekten öyleyse bu durumda üstünlüğün bende olmaması için hiçbir sebep yoktu. Pipomla oynarken sıcak tütün közleri elimi yakınca pipoyu birden elimden fırlattım.
Biraz güldü ve piponun rıhtımdan sekerek suya düşüşünü izledi.
“Ne fena!” dedi gözleri hâlâ pipodayken. “Ama acele ederseniz dalgalar uzaklaştırmadan alabilirsiniz.”
“Öneriniz için teşekkür ederim,” dedim. Ama bana gülmek için hazır beklediğine emin olduğum tuhaf bir okul kızının önünde rıhtıma diz çöküp de bir pipoyu yakalamaya çalışma fikri hiç hoşuma gitmedi.
Kanosunun bağlı olduğu iskeleye doğru bir adım attı.
“Müsaade ederseniz…”
“Eğer yapabileceğinizi düşünüyorsanız… Sağ salim,” dedi ve gözlerinde oynaşan kahkaha beni öfkelendirdi.
“Kadınsı düğüm, erkeklerin kafasını karıştırmak için tasarlanmıştır,” dedim, aşina olmadığım ilmeklerle düğümlenmiş ipi boş yere çekerken.
Garip bir tepkisizlikle bekledi. Muhtemelen sakarlığıma gülüyor olduğunu düşünmek parmaklarımı daha atik kullanmamı sağlamıyordu.
“St. Agatha’daki denizcilik hocasının bir kadın olduğuna şüphe yok. Bu düğüm mezuniyet sonrası kurslarında anlatılmalı. Ama benim kibarlığım da sizin sabrınıza denktir, sizi temin ederim.”
Kırmızı İskoç bereli kız sessizliğini korudu. Islak ip inatçıydı. Düğüm giderek karıştı ve benim durumu çözme çabalarım kızda hiçbir tepki uyandırmadı. Dolaşık düğümlerine çeşitli teorilerle saldırdığım ipi çekiştirdim.
“Ameliyatlık bir durum korkarım. Tam bir kördüğüm ama bıçağım yanımda değil.”
“Ah, ama yapmayın!” diye haykırdı. “Ben kendim halledebileceğimi düşünüyorum.”
Eğildi -ceket kolunun omzumu sıyırdığını hissettim- benim göz ardı ettiğim bir ucu tutup ince, esnek eliyle sertçe çekti ve düğümü çözdü.
“İşte!” dedi küçük bir kahkaha eşliğinde. “Sizi onca zahmetten kurtarabilirmişim.”
“Ne kadar da kalın kafalıyım! Ama şifreyi bilmiyordum,” dedim, hatamı biraz olsun düzeltebilmek için kanoyu dikkatle düzleştirirken.
Uzattığım ele küçümser gibi baktı. Sonra küçük, temkinli bir adımla teknesine bindi ve küreği aldı. Saat geç oluyordu. Korudaki gölgeler giderek koyulaşırken suyun üzerinden serin bir rüzgâr esti. Şapel kulesinin ardındaki gökyüzü, günbatımının ihtişamıyla parlıyordu.
Kız birkaç becerikli darbeyle küçük, el yapımı kanosunu pipoma yaklaştırdı, pipoyu aldı ve rıhtıma fırlattı.
Kürekleri tereddütle oynatırken, “Belki ezgili tüttürürsünüz,” dedi.
“Beni büyük bir yükümlülük altına sokuyorsunuz,” dedim. “St. Agatha’daki kızların hepsi böyle cana yakın mıdır?”
“Öyle olduklarını söyleyemem! Ben büyük bir istisnayım ve cidden sizinle konuşmamam gerek! Kurallara aykırı! Ayrıca tütün içilmesini teşvik etmeyiz.”
“Papaz içmiyor herhalde.”
“Şapelde içmez. İçmediğine inanıyorum. Onu başka bir yerde de nadiren görürüz zaten.”
Kürekle şimdiye kadar sadece boş boş oynamıştı ama bu kez gözlerini kaldırdı ve uzun bir hamleyle geri çekildi.
“Ama koruda… bu sabah… duvarın kenarında!”
Onu öyle şaşırttığım için kendimden hâlâ nefret ederim. Küreğin dengeli duran palası birden etrafa su sıçratarak göle düştü. Kız, kanoyu neredeyse hiç seçilmeyen bir hamleyle rıhtıma yanaştırdı. Gözlerinde hayret ve dehşetle bana döndü.
“Demek insanları dinleyen bir dedektifsiniz, öyle mi? Efendinize saygılarımı iletin lütfen! Size gerçekten bir özür borçluyum, bir beyefendi olduğunuzu sanmıştım!” diye haykırdı utandıran bir vurguyla. Sonra da küreğini suyun derinliklerine batırdı.
Arkasından abuk subuk kekeleyerek seslendim ama hafif teknesi suyun üzerinde durmadan ilerledi. Kürek antrenmanlı bir kesinlikle inip kalkarken neredeyse hiçbir dalgaya neden olmuyordu. Kız usulca günbatımında masalsı görünen kulelere doğru ilerledi. Arkasından öyle bakakaldım. Kendimi ayıplayıp duruyordum. Batı tarafını sarı ve kırmızının görkemi sardı. Bir rüzgâr aniden kulübelerin ardındaki koruda inledi, benim etrafımdan geçti ve gölün yüzeyini dalgalandırdı. Kızın kanosuna ulaşana dek rüzgârı izledim ve ince, el yapımı kanonun suyun sallanışına verdiği hızlı tepkiye baktım. Sular kızın tetikteki bedenini bir dalgayla yükseltirken kürek hâlâ düzenli olarak suya dalıp çıkıyordu. Sonunda okul arazisinin yakınlarındaki rıhtımı oluşturan yarımadanın ardında gözden kayboldu.
Kırmızı İskoç beresi, sonunda kırmızı gökle bir oldu. Ben de kanomu çevirerek neşesizce eve doğru kürek çekmeye başladım.
Yedinci Bölüm
DUVARDAKİ ADAM
Kıyı boyunca bir saat kadar boş boş dolandıktan sonra bile kendime o kadar öfkeliydim ki karaya çıktığımda yolumu kaybettim ve Bates’in bize hayvan yemlerini getiren köylülerle iletişim kurmak için kullandığı arka kapıda buldum kendimi. Mutfağa kolaylıkla ulaştım, birinci ve ikinci katları birbirine bağlayan merdiveni çıktım. Ev karanlıktı ve karanlıkta bilmediğim bir yolda sendeleyip durmak da ruh halime pek iyi gelmiyordu. Korkarım ardında tamamlanmamış ve böylesine akıl almaz görünen bir ev bırakan büyükbabama edilen beddualar yüzündendi. Kıza karşı affedilmez çıkışım içime dert olmuştu. Gece serinliği birdenbire suyun üzerine çökünce üşümüştüm ve bir an önce rahat kıyafetler giymek istiyordum. İkinci katta odama giden yolu bulabileceğimi düşündüm ve oturma odamdan gelirmiş gibi duran kısık sesleri duyduğumda, engebeli zeminde oraya doğru ilerliyordum.
Koridor zifiri karanlıktı. Olduğum yerde durup dinledim. Odamın kapısı açıktı ve kısacık bir an koridora zayıf bir ışık vurup tekrar ortadan kayboldu. Bir çekicin ahşaba vurduğunu duydum.
Sonra ses kesildi ve bir fısıltı duyuldu:
“Beni burada bulursa öldürür. Yarın tekrar denerim. Tanrı adına yemin ederim ki, sana yardım edeceğim ama şimdi daha fazla…”
Derken ses boğuklaştı ve yine çekiç sesi duyuldu. Bu şekilde birkaç dakika daha devam eden çekiç darbelerinin ardından anlayamadığım fısıltılar duydum.
Her ne oluyorsa, o an dikkatimi çeken iki ya da üç nokta vardı. Komploculardan biri eyleme katılmaya pek istekli değildi ve tanınmıyordu. İkincisi, başarısız olmuşlardı ve başka bir fırsat kollamaları gerekecekti. Üçüncüsüyse her ne iz üstündeyseler benim için önemliydi çünkü büyükbabamın bu tuhaf evinde bana ait odalar seçilmişti araştırma için.
Olayın ortasına düşmeye hazırlıklı olmadığım açıktı ama ziyaretçilerimi korkutma fikri muzip yanımı cezbetmişti. Parmaklarımın ucunda merdiven sahanlığına doğru ilerledim. Ses çıkarmadan aşağı indim, ön kapıyı buldum ve içeriden açıp sertçe geri kapadım. Üst katta telaşlı bir koşuşturma duydum anında. İçlerinden biri karanlıkta sendeleyip düştü. Bu kazanın sesini duyunca keyifle sırıttım ve hızla, evin diğer yerleri gibi karanlık olan büyük kütüphaneye ilerledim. Uzun pencerelerden birini açıp balkona çıktım. Evin arka tarafından sinsice atılan adımların sesini duydum. Geçitteki köprüye yaklaştıkça adımlar sıklaştı ve bir koşuya döndü. Firarilerin koruya doğru kaçışlarını dinledim. Sonunda sesler göle doğru uzaklaşıp duyulmaz oldu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403258?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Çatal kuyruk ya da tüysüz olarak da bilinen bir balık türü. (e.n.)