Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi

Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi
Fahri Tuna
Türkçe bin yıldır Anadolu topraklarında, altı yüz elli senedir de Balkanlar’da yaşıyor. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun; bu topraklar Türkçe ile yoğrulmuş, Türkçe ile gülmüş, Türkçe ile ağlamış. İnsanlar Türkçe doğup Türkçe ölmüşler. Şehirler de öyle tabii ki.
Şiir olmuş bu topraklarda, şehirleri şiirleştirmiş Osmanlı.
Nice kadim şehri aynen korumuş, ihtiyaç gördüğü her yere yeni camiler, medreseler, hanlar, köprüler serpiştirerek. Yakmamış yıkmamış, aksine; yaşamış, yaşatmış!
“İyi insanlar” açmış gül bahçelerinde asırlardır. Minarelerden gelen ezan sesleri kiliselerin çan sedalarına karışmış. Karışmış, kaynaşmış…
Osmanlı şehirlerinde her şehir “kendisi” olmuş, herkesin “kendisi” olduğu gibi. Herkes kendisi kalmış, “bir bütünün özgün bir parçası” olarak.
Her şehir, Osmanlı kanaviçesinin özgün bir rengi kalmış. Zira Osmanlı medeniyeti ilmek ilmek, eser eser, vakıf vakıf dokumuş tezgâhında bu şehirleri.
Gittim, yaşadım, gördüm. Kulak kesildim sırlarına. Tanıştık, ahbap olduk onlarla. Neler anlattılar, neler: Osmanlı şehirleri ne besteler terennüm ediyor, onlara kalbini açana.
Kalbim onlarda kaldı, yalnız. Okuyunca sizin de kalabilir, diyeyim baştan.
Bu kitapta, Osmanlı medeniyetinin izlerini sürdüğüm bu kırk şehrin portresini okuyacak, nabzını tutacaksınız. Anadolu’dan Balkanlar’a; Mardin’den Mostar’a, Konya’dan Kırcaali’ye, Urfa’dan Üsküp’e.
Kuru bir nostalji kitabı değil elbette bu eser. Okura sorumluluk da yükleyecek; bu şehirleri yaşamak ve yaşatmak gibi.

Fahri Tuna
Osmanlı Medeniyetinin İzinde 40 Şehir Portresi

Fahri Tuna

1959’da Sakarya’da doğdu. İTÜ SMF’den Endüstri mühendisi olarak mezun oldu. 25 yıl kamuda çalıştıktan sonra daire başkanı olarak kültür sanat yöneticiliğinden emekli oldu. GAP’ta ve Balkanlar’da vali kültür sanat danışmanı, İstanbul Kültür A.Ş.’de yayın kurulu üyesi olarak görev yaptı. Çeşitli illerde akademiler ve yazar okulları projeleri yürüttü, yazarlık dersleri verdi.
İzlenim, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Dergâh, Ay Vakti, Hece, Hece-Öykü, Irmak, Ihlamur, Çalı, Balkan Türküsü, Şehir ve Kültür, Kültür Ajanda dergilerinde, portre ve denemeleriyle göründü. Irmak (132 sayı), Abbara (4 sayı) ve Balkan Türküsü (8 sayı) kültür sanat dergilerinin genel yayın yönetmenliklerini yürüttü.
TÜGED 2010 “Yılın Kültür Adamı”, TYB 2011 “Yılın Şehir Kitabı Yazarı” ödüllerine değer bulundu.

Yayımlanmış portre ve biyografi kitapları:
Gül Sancılı Adam; Faik Baysal (2006), Şarkıların Nabzındaki İsim; Halit Çelikoğlu (2008), Akşamın Aydınlığında Portreler (2010), Ülkesine Adanmış Bir Ömür; Numan Yazıcı (2011), Önden Giden Atlılar (2012), Yaşayan Nasreddin Hoca; Hâfız Hasan Çolak (2014), Yaşa’yan Portreler (2015), Bilge Hekim; Sadık Canlı (2017), Kırk Güzel İnsan (2017).
Çalışmayı kendisinden öğrendiğim canım anneme, Ömrümü, derdimi, sevincimi paylaştığım canım eşim Gülseren’e Ömrümün özü, özeti, anlamı evlatlarım Ahmet Arif ve Ayşenur Gülsüm’e İthaf olunur.




Kalbim Sizde Kaldı, Ey Kadim Şehirler!
Türkçe bin yıldır Anadolu topraklarında, altı yüz elli senedir de Balkanlar’da yaşıyor.
Dini, dili, ırkı ne olursa olsun; bu topraklar Türkçe ile yoğrulmuş, Türkçe ile gülmüş, Türkçe ile ağlamış.
İnsanlar Türkçe doğup Türkçe ölmüşler.
Şehirler de öyle tabii ki. Türkçe Smyrna’yı İzmir yapmış, Prusa’yı Bursa. Angora’ya Ankara demiş, Trapezunda’ya Trabzon. Adrianapolis Edirne olmuş, İstinpoli İstanbul. Skopya’ya Üsküp demiş, Filipopolis’e Filibe.
Yeni şehirler de kurmuş Türkçe; Aksaray, Akhisar, Kırcaali, Akşehir (Belgrad).
Şiir olmuş bu topraklarda, şehirleri şiirleştirmiş Osmanlı.
Nice kadim şehri aynen korumuş, ihtiyaç gördüğü her yere yeni camiler, medreseler, hanlar, köprüler serpiştirerek. Yakmamış yıkmamış, aksine; yaşamış, yaşatmış!
“İyi insanlar” açmış gül bahçelerinde asırlardır. Minarelerden gelen ezan sesleri kiliselerin çan sedalarına karışmış. Karışmış, kaynaşmış…
Osmanlı şehirlerinde her şehir “kendisi” olmuş, herkesin “kendisi” olduğu gibi. Herkes kendisi kalmış, “bir bütünün özgün bir parçası” olarak.
Her şehir Osmanlı kanaviçesinin özgün bir rengi kalmış. Zira Osmanlı medeniyeti ilmek ilmek, eser eser, vakıf vakıf dokumuş tezgâhında bu şehirleri.
Gittim, yaşadım, gördüm. Kulak kesildim sırlarına. Tanıştık, ahbap olduk onlarla. Neler anlattılar, neler: Osmanlı şehirleri ne besteler terennüm ediyor, onlara kalbini açana.
Kalbim onlarda kaldı, yalnız. Okuyunca sizin de kalabilir, diyeyim baştan.
Bu kitapta, Osmanlı medeniyetinin izlerini sürdüğüm bu kırk şehrin portresini okuyacak, nabzını tutacaksınız. Anadolu’dan Balkanlar’a; Mardin’den Mostar’a, Konya’dan Kırcaali’ye, Urfa’dan Üsküp’e.
Kuru bir nostalji kitabı değil elbette bu eser. Okura sorumluluk da yükleyecek; bu şehirleri yaşamak ve yaşatmak gibi.
Teşekkürler Hasan Duruer vali. Teşekkürler Şehir ve Kültür Dergisi, Mehmet Kâmil Berse. Teşekkürler Hayykitap.
Osmanlı şehirlerinin ayak izlerini takip etme zamanıdır şimdi.

Fahri Tuna
04 Ocak 2019
Üsküdar / İstanbul





İstanbul

Bir Mutluluk Fotoğrafının Romanı
Gitmeden, görmeden, bilmeden âşık olunacak dünyadaki ilk şehir İstanbul’dur hiç kuşkusuz.
İstanbul bir “kitap”tır.
Her okuyana ayrı bir kitap.
Her okuyana ayrı bir ülke.
Her okuyana ayrı bir dünya.
Her okunuşunda büyüsü ve gizemi artan, her okunuşunda başka başka yönleri fethedilen, bir bin bir gece masalıdır İstanbul.
İstanbul başlı başına bir “hayat”tır: Bir insanın yirmi dört saatleri toplamıdır; Süleymaniye bayram namazıdır, Sultanahmet Cuma. Bütün camiler “beş vakit”tir, Eyüp “dua”.
Beyoğlu “volta”dır, Ortaköy “seyir”. Üsküdar “misafir odası”dır, Piyer Loti “kahve içimi.”
Hayata şöyle bir “yukarıdan” bakmak isterseniz, buyurunuz Çamlıca’ya.
Cerrahpaşa “tedavi”dir, Bakırköy “muvazene”, Fatih “tesettür”dür, Taksim “coşku”. Harbiye “üniforma”dır, Elmadağ “radyo”. Galata “banker”dir, Karaköy “sermaye”. Kasımpaşa “tersane”dir, Mahmutpaşa “ticaret”. Vefa “boza”dır, Kanlıca “yoğurt”. Adalar “tenezzüh”tür, Galata Kulesi “teneffüs.”
İstanbul’un her semti bir ayrı kitap, her semti bir ayrı roman, her semti bir ayrı şehir.
Her semti bir ayrı ansiklopedidir İstanbul’un.
İstanbul tek başına “ülke”, tek başına “dünya”, tek başına “devlet”tir.
İstanbul’u anlamaya, İstanbul’u anlatmaya bir ömür kâfi gelmez, gelemez.
İstanbulsuz bir Türkiye “hasta”, İstanbulsuz bir Türkiye “fakir”, İstanbulsuz bir Türkiye “mutsuz”dur.
İstanbul Türkiye’nin “kalbi”, İstanbul Türkiye’nin “beyni”, İstanbul Türkiye’nin “mide”sidir. İstanbul’la “yer”, İstanbul’la “düşünür”, İstanbul’la “yazar”ız; hatta Türkçemiz bile İstanbul Türkçesidir. İstanbul “heves”, İstanbul “hayat”, İstanbul “huzur”dur. İstanbul “gizem”, İstanbul “gamze”, İstanbul “görgü”dür.
Her şey zıddıyla kâimdir ya hani, İstanbul “gayyâ”dır; “garez”dir, “gaflet”tir de yerine göre.
Türk futbol tarihi neredeyse tek başına “İstanbul”, İstanbul futbol tarihi de neredeyse tek başına üç büyüklerdir. Galatasaray kupa, Fenerbahçe taraftar, Beşiktaş coşkudur.
İstanbul dünyada “ne aranırsa bulunacak” tek şehirdir; ölüme çare hariç her aranan bulunur onda.
Uçurumlar da ondadır, zirveler de. Dramlar da ondadır, vuslatlar da… Zira her şeyin zirvesi İstanbul’da mevcuttur.
Lügatimizdeki bütün kelimelerin yaşadığı, yaşatıldığı, yaşanıldığı şehrin adıdır İstanbul.
“Adalardan bir yar gelir” iken sizlere, sorardınız, “Kız sen İstanbul’un neresindesin?” diye. “Sazlar çalınırken Çamlıca’nın bahçelerinde”, siz “Leyla” nızı da alır, “Heybeli’de mehtaba çıkar”dınız biliyoruz; tüm Türkiye, tüm Rumeli de biliyor bunu.
Bütün bir Türk dünyası İstanbul ile yatar, İstanbul ile kalkar. İstanbul’la ağlar, İstanbul’la güler; zira İstanbul “sinema”dır, “tiyatro”dur, “televizyon”dur; İstanbul “kitap”tır, “gazete”dir, “iletişim”dir.
Dünyada en çok fotoğrafı çekilen altıncı simge, Kız Kulesi, ondadır mesela.
Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Galata ve Kız kulesi; muhteşem bir dikdörtgenin köşe taşları, köşe mücevherleridir her biri.
Dünyanın ilk ve en eski, en büyük “AVM-Alışveriş Merkezi” Kapalıçarşı da ondadır, dünyanın en büyük kubbeli ilk mabedi Ayasofya da onun kalbindedir.
Taşın harf harf kelime kelime cümle cümle dize dize beste beste dile geldiği, içinden ayrı güzel dışından ayrı harika, yakından başka görkemli uzaktan başka estetik olan Mimar Sinan icadı Süleymaniye Külliyesi bir sanat edebiyat ve musiki şaheseri olarak ziyafet sunmaktadır asırlardan beri, gören gözlere işiten kalplere hisseden gönüllere.
Üsküdar’a Salacak’a oturunuz: Tavşan kanı çayınızdan bir yudum daha alıp başınızı kaldırınız; ecdadımızın eseri yeryüzünün en güzel manzarası karşısında büyüleneceksiniz, diyeyim size: Sultanahmet, Sarayburnu, Gülhane, Topkapı Sarayında irili ufaklı köşkler, Ayasofya, altta Yeni Cami, Galata Köprüsü, üstte Kapalıçarşı, Nuruosmaniye, Beyazıt, Eski Saray/İstanbul Üniversitesi, Beyazıt Yangın Kulesi, ah o Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih Cami.
İstanbul sen busun, burasın, böylesin en çok.
Buram buram Türk, buram buram Müslüman, buram buram medeniyet.
Haza Osmanlı. İşte Osmanlı. Gerçek Osmanlı.
Her şey dahil.
Yeryüzünde çok şehirler gördüm. Çok da şahane eserler. Ama bu kadar çoğunun bir araya gelip de muhteşem bir gerdanlık oluşturduğu başka bir ihtişama rastlamadım; şahadet ediyorum.
Bu coğrafyadaki bin yıllık birikimimizin estetiğimizin şehirciliğimizin bileşimi bileşkesi arakesitidir bu manzara.
Aslında İstanbul, bir mutluluk fotoğrafının gerçek romanıdır.
İstanbul, “Der-Saadet”tir, mutluluklar ülkesidir.
Kısacası İstanbul “hayat”tır, hayatın ta kendisidir.
İstanbul Türkiye’dir.

Tournefort Seyahatnâmesi’ne göre 1717 yılında Ankara


Ankara

Bu Milletin Başşehri Olasın Artık
Angora.
Ankara.
Başkent.
Gördüğünüz gibi üç Ankara var. Üçü de önemli. Üçü de değerli. Üçü de güzel.
Angora kasabası var önce. En önce. Keçilerin, tiftiklerin kasabası Angora. Tiftiğin kralının yatağı Angora. Emsallerine göre zengin ve bayındır kasaba Angora.
Sonra Ankara şârı. Şairin “Ben dahi bile yapıldım” dediği şar. Yani şehir. Yeni şehir. Bayram şehir. Bayramî şehir. Hacı Bayram’ın şehri.
En sonra da başkent Ankara. Cumhuriyet şehri Ankara. Cumhuriyetin kalbi Ankara. Kalbi, beyni, gönlü Ankara.
Kalite. Gönül. Akıl.
Bu üç şehirdir Ankara.
Kalite tiftiği, gönül Hacı Bayram Veli’yi, akıl laik Ankara’yı sembolize eder.
Pek bilinmez. Ankara Edirne’dir, Ankara İstanbul’dur.
Meseleyi bilmeyenler tersten okurlar bunu. Edirne, İstanbul, Ankara diye okur tarihi. Asla, kat’a, zinhar öyle değildir.
Şeyh Bedreddin İsyanı ile uğraşan babası Çelebi Mehmet’in 1420’de bahsi geçen ayaklanmayı ancak şeyhi idam ettirerek çözdüğünü iyi bilen II. Murat, yine benzer bir tehlike olabilir endişesiyle, Ankara’da bir şeyhin etrafında insanların toplandığını duyacak, tahkik etmek muradıyla Hacı Bayram Veli’yi başkent Edirne’ye davet edecek, hünkârın daveti kendisine ulaşan Allah dostu da ellerini mahkum kelepçesi takılmış gibi uzatarak “Bu nazik bir tutuklamadır, buyurun yola çıkalım” diye cevaplayacak; günler, haftalar, aylar sonra Ankara’dan Edirne’ye varılacak; Sultan’ın bizzat sohbet, analiz ve tahkikatı; “itimat”la sonuçlanacak, bilvesile Hacı Bayram Veli, hünkârın muradıyla Eski Cami’de kırk üç gün süreyle halkı irşat eyleyecektir.
Şeyh Bedreddin Trajedisinden sadece on üç yıl sonra Edirne’de gerçekleşen Hacı Bayram Veli ziyaret ve nasihatleriyle önce başkent ahalisi sonra da saray (bürokrasi) ve Sultan Murad-ı Sani gönül eğitiminden geçecek; hatta bu çok çok ileri bir muhabbete dönüşecek, Sultan arzı hürmetle sormadan edemeyecektir: “Şeyhim, İstanbul’un fethinin zamanı hakkında ne buyrulur? Fethi görmek size ve bize nasip görünmekte midir?” Koca şeyh de hünkâra, beşikte uyuyan, yarınların ulu fatihi olacak oğlunu işaret ederek, ‘Sultanım, size ve bize değil de fetih şu beşikteki mahdumunuz Mehmed’le bizim Köse’ye (Akşemseddin) nasip görünür” diye cevap verecektir.
İşte olay budur, buncadır, böylecedir…
Hacı Bayram Veli, Edirne’yi bir imparatorluk başkentini, durulayan adamdır. Durulayan kurulayan arılayan.
Ankara Edirne’ye ruh umut heyecan vermiştir, pek bilinmez.
Pek bilinmez. Ankara, İstanbul’u fetheden şehirdir. Şehirlerdendir.
Hepimizin ağabeyi, iki bin iki yüz yazarın şeref başkanı D. Mehmet Doğan büyüğümden dinlemiştim: Yıllar önce Ankara’da 29 Mayıs fethin yıldönümünde konuşmacıymış. “Salon hareketsiz sessizce dinliyor, ortalığı biraz hareketlendireyim dedim” diyor.
“Erzurumlu var mı içinizde?” Bir grup “Vaarrr” diye cevap verdi, “Sizin dedeleriniz İstanbul’un fethine katılmadılar” dedim, “Nasıl olur” diye itirazlar gürültüler yükseldi diyor.
Aynı soruyu Maraşlılar, Sivaslılar, Trabzonlulara, Adanalılara, Konyalılara da sordum. Hep aynı tepki hep aynı gürültü, karşı çıkış. En son gerçeği açıkladım diyor Mehmet Ağabey:
“Çünkü İstanbul’un fethi sırasında saydığım illerde başka Türk Beylikleri vardı. İstanbul’un fethini Ankara gerçekleştirdi. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin yirmi bin müridi, bizzat başlarında Akşemseddin hazretleri olduğu hâlde Fatih Sultan Mehmed’in ordusuna iştirak ettiler. Konferans sonrasında, konuşmayı en ön sırada izleyen yakın arkadaşım bizim radyo müdürü Çetin Bey, ‘Zaten İstanbul’un fethi o kadar da önemli bir hadise değil.’ deyince hepimiz makaraları koyuverdik.”
“Şehrim Ankara” ile bize gerçek Ankara’yı tanıtan ve sevdiren D. Mehmet Doğan’ın sözleriyle, İstanbul’un fethi ayniyle vaki, budur.
Böyledir.
Böyle bilinmelidir.
Fatih Sultan Mehmed’in ordusuna, binlerce Bayramiye müridinin katıldığını, bizzat savaştıklarını, fiziki komutan Sultan Mehmed ise de manevi komutanın Ankara’da yirmi bin müridiyle savaşa katılan Akşemseddin olduğunu nedense pek hatırlamayız.
Hatırlayacağız artık.
Ankara Edirne’den sonra İstanbul’u da manen fetheden şehirdir.
Üçüncü Ankara’ya gelince.
O, “Cumhuriyet Ankarası”dır.
A… An… Anka. Ankara.
A, yani ilk, yani baş, yani Cumhuriyetin ilki, Cumhuriyetin başı, başkenti.
Cumhuriyetin mabedi, mabet şehir.
Plan şehir; planlanan, planlı şehir.
Düz, düzen, düzenli şehir.
Mem-şehir, memur şehir, memur şehri.
Ankara; planlı, düzenli, memur şehir.
Hatta mamur şehir.
Her tarafından “devlet” kokusu yükseliyor.
Buram buram, duman duman, sisli puslu “devlet” kokuyor.
Soğuk şehir, demir şehir, duman şehir.
Üzülme korkma Ankara. Kış bitti bitiyor Ankara. Dondurucu ayazlarının son demindesin Ankara. Bahar yüzünü gösterdi, geldi geliyor Ankara.
15 Temmuz gecesi çağdaş Truva Atı, en çok sana en çok seni en çok senle uğraştı Ankara. Esaret girişimi seni “esir almak” istedi Ankara.
“Bir gecede bize bir Çanakkale yaşatanlar”a direnişlerin en şanlısını en asilini en muhteşemini gösterdi bu aziz millet Ankara.
“Başını vermedi” bu millet Ankara. “Hürriyet’ini vermedi bu millet Ankara, “Onurunu çiğnetmedi yabancı postallara” Ankara.
Bu millet o gece en çok seni düşündü, seni istedi, seni kurtardı Ankara. İstanbul sen “kendin olasın” diye ayağa kalktı Ankara, Anadolu Trakya “Sen sen olasın” diye meydanlara koştu Ankara. Rumeli şehirleri “Sen özüne dönesin” diye Büyükelçiliklerimize koşup “Türkiye’yi işgalden kurtarmaya gideceğiz” müracaatlarıyla doldu Ankara.
Meclisin de gazi artık Ankara. Kalbin de gazi artık. Aklından çıkartma bunu hiç bundan böyle.
Unutma Ankara; “Hacı Bayram” sendedir; “Mustafa Kemâl” senledir; “İlk meclis” senindir.
Başın sıkıştığı, için daraldığı huzura ihtiyacın olduğunda Hacı Bayramı Veli’ye koş Ankara; bütün formüller ondadır, onunladır, oncadır.
Hani o güzel yüzlü güzel sözlü güzel özlü pir Hacı Bayram Veli ne diyordu:
Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan aresinde
Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenaresinde
Nâgehan ol şara vardum
Ol şarı yapılur gördüm
Ben dahi bile yapıldum
Taş ü toprak aresinde
Ol şardan oklar atılur
Gelür ciğere batılur
Arifler sözü satılur
Ol şarın bazaresinde
Şagirdleri taş yonarlar
Yonup üstâda sunarlar
Çalabun ismin anarlar
Ol taşun her pâresinde
Yemen’den Bosna’ya, Taşkent’ten Üsküp’e; bütün bir “millet”in gözü, gönlü, duası “sana”, senle” ve “senin için” ey Ankara.
Bu millet seninledir Ankara.
Sen de milletinle ol emi.
Bu milletin başşehri olasın artık.



Bilecik

Devlet-i Aliyye’nin Türevi
Biiiiiiiiir! Bir iki üç. Bir Bilecik, iki Bilecik, üç Bilecik. Sonra başkaları. Niye ki? Her şey Bilecik’le başlıyor da ondan be güzelim.
Evet Bilecik başlangıçtır. İlktir, birdir, birincidir de ondan.
Bilecik; çölde açan zambaktır, bozkırdaki lâle, yayladaki sümbüldür.
Bilecik; kuruluştur,
Bilecik; Ertuğrul’dur, Şeyh Edebalı’dır, Dursun Fakih’tir.
Yunus Emre’yle yoldaş, Hoca Nasreddin’le kardaş, Ahi Evran’la ayaktaştır.
Türbeye gidiniz; Allah’ın selamını verip Şeyh Edebalı’ya misafir olunuz bir müddet, dört bir yandan gelmekte olan torunlarını göreceksiniz; Orhan karşı yamaçtaki zaviyesinden yola çıkmış geliyor, Beyazıd-ı Evvel abdestini almış dedesi adına inşa ettirdiği camiye giriyor, Abdülhamit, Şehremini binasından türbeye iniyor.
Dört bir yandan gelmiş yâranıyla sohbetine şahit olacaksınız Edebalı’nın; kimi damat Dursun Fakih’ten, kimi Kosova fatihi torun Murat’tan, kimi Bağdat fatihi Genç Osman’dan selam iletecek…
Esmer kara yağız bir yiğit yaklaşacak dergâha. Gözünü budaktan esirgemeyen ama bir o kadar da vakur akil ve sağduyulu. Her yanından beylik akan bir yiğit. Kucağında çocuğu, yanında hanımıyla; şaşırmayın: Bu mert, gözü pek bey koca bir cihan imparatorluğunun temellerini atacak olan Kara Osman’dır. Osman Bey’dir yani, kucağındaki şehzade Orhan, bitişiğindeki Bala Hatun’dur. Kayınpederi Şeyh Edebalı’ya akşam yemeğine gelmektedir. Yemek bahanedir; danışacağı çok konu, tanışacağı çok belde, kaynaşacağı çok kişi vardır da “soyunun bilgesi” Edebalı’yla müşaveredir asıl neden.
Sırada nice fetihler vardır zira; Bilecik’ten sonra Eskişehir, İznik ve Prusa’ya göz kırpmaktadır kalbi Kara Osman’ın. Şeyhinden akıl kadar destur ve dua da isteyecektir.
Fetih nişanesi çınarlar dikmektir derdi Kara Osman’ın. Devlet nişanesi çınarlar. Hem de cihan devleti.
Çınarın, Osmanlı çınarının en yakıştığı, en yaraştığı, en güzel yeşerdiği vilayet –hiç kuşkusuz– Bilecik’tir.
Bilecik’te asırlarca üç kıtaya hükmedecek cihan devletinin temellerine; sadeliğe, yalınlığa, gösterişsizliğe, M. Selahaddin Şimşek’in deyişiyle, ölçüleri doğru olanların bütün ölçümlerinin de doğruluğuna, hasbîliğe ve kesbîliğe; huzurun saraylarda değil ulu bir çınarın gölgesinde aranması gerektiğine şahit olacaksınız.
Kara Osman’ın kararlılığı, Orhan’ın gözü pekliği, Murat’ın Hüdavendigarlığı, Beyazıd-ı Evvel’in talihsizliği, Çelebi Mehmed’in akılcılığı, İkinci Murad’ın şehrediciliği, Fatih’in cihangirliği, Beyazıd-ı Sani’nin hîlmi, Yavuz’un celadeti, Abülhamit’in diplomatik dehası.... Hepsinin bir bir ayak izlerini göreceksiniz Bilecik’te, biraz dikkatlice bakarsanız eğer.
Koca bir cihan devletinin temellerini atan Koca Ertuğrul’un Bilecik’e girip de dünürü Edebalı’ya varışındaki tevazuya, hürmete, mutluluğa şahitlik edeceksiniz.
Yedi Başlı Ejderha’nın yakıp kül ettiği, altı yüz yıllık eşi benzeri olmayan bir ahşap konaktır Bilecik.
Hüzündür, hazandır, hicrandır Bilecik.
Bilecik hiçbir şey değildir amma Bilecik her şeydir aslında; Bilecik “hiç”likteki çokluk, “hiç”likteki çoğunluk, “hiç”likteki büyüklük, “hiç”likteki bütünlük, “hiç”likteki geçmiş, “hiç”likteki gelecektir.
Bilecik heybet ve zarafettir.
Bilecik’i seven, tarihi sever, bayrağı sever, bağımsızlığı sever.
Bilecik’i seven izzeti, onuru, umuru sever.
Osmanlı Bilecik’tir. Bilecik de Osmanlı.
Ondandır görmezden gelmeler.
Ondandır küçümsemeler.
Ondandır yok saymalar.
Ne fark eder ki; görmezden gelmeler nice hakikatin üstünü örtebildi mi ki tarih boyu, Bilecik’i örtsün.
Huzurdur sükuttur güvendir Bilecik.
Çünkü Bilecik Yörük ve Manav şehridir. Bir de Muhacir. Üçü de Türklerin boyu ve soyudur. İlki göçerlerin ikincisi yerleşiklerin üçüncüsü de Balkanlar’a gidip geriye dönenlerin ismidir; hepsi de özbeöz Türk özbeöz Müslüman özbeöz Hanefi’dirler. Devlet-i Aliye’nin özü özetidirler.
Bilecik Türk-İslâm Medeniyeti’nin kalbidir; gün gelir atar, gün gelir toplar damarıdır.
Bilecik biziz. Tüm hücrelerimizle biziz.
Tevazuumuzdaki ihtişamımızla, uzletimizle, yalnızlığımızla, iftiharımızla biz.
Devleti Aliyye’yi görmek isteyen, bilmek isteyen, bulmak isteyen Bilecik’e gitsin.
Buram buram ayak izlerini görebilir orada.
Bilecik, Devleti Aliyye’nin türevidir de ondan.





Bursa

İlk Osmanlı / Son Osmanlı
Bursa başlangıcın, besmelenin, ilkin, ilklerin şehri.
Söğüt “köy”, İznik “kasaba”, Bursa “şehir”dir tarihimizde.
Osmanlı fethettiği hiçbir yerin adını değiştirmemiş; sadece kendi telaffuzuna uydurmuştur: Smyrna’ya İzmir, Adrianapol’e Edirne, Prusa’ya da Bursa deyip geçmiştir.
Bursa Gümüşlü Kümbet’tir bizim için, Tophane’dir; Osman Gazi’nin dileğidir, isteğidir, muradıdır Gümüşlü Kümbet’in alındığını görmek. Görmek ve oraya gömülmek; aynıyla vakidir, Prusa’nın genç fatihi Orhan Gazi, baba vasiyetini yerine getirir. Sonra da vefat ettiğinde kendisi de baba yamacına, baba yakınına gömülür.
Asırlar sonra, İstiklâl Harbi’ndeki Yunan İşgali sırasında General Trikupis’in tekmelediği, “Ey Osman, ey Orhan; adamsanız kalkın da milletinizi esaretimden kurtarın!” diye, her Türk’ün kanını donduracak nutukları attığı türbenin adıdır mekânıdır yurdudur Gümüşlük. Yani Tophane.
Bursa ilk şehir, ilk başşehir, medeniyetimizin ilk güzel büyük enfes şehridir.
Bursa Osman’dır biraz, daha çok Orhan’dır. Ama en çok Murad’dır. Birincisiyle ve ikincisiyle.
Birinci Murad’ın eseri olan da İkinci Murad’ın adına olan da Bursa’nın en zarif iki külliyesidir. Açıkçası, Bursa biraz da Muratların şehridir.
Bursa “ilk” olduğu kadar “son”dur da. Birçok padişahın türbeleri, birçok şehzadenin mezarları, birçok hanım sultanın istirahatgâhları hep Bursa’dadır.
Bursa elbette en çok Yıldırım Bayezid şehridir.
Eğer bir şehir bir eserden ibaret olacaksa Bursa Ulucami’dir; yirmi kubbeli serinler serini, şirinler şirini, güzeller güzeli Ulucami de 1399, Yıldırım Bayezid eseridir.
Ama bir şehir bir kişiden ibaret olacaksa eğer; Bilecik nasıl Şeyh Edebalı ise, Ankara Hacı Bayram Veli ise, Eskişehir Yunus Emre ise nasıl, Bursa da Emir Sultan’dan ibarettir kanaatimce. Bir sabah namazını Emir Sultan’da eda ediniz; çıkışta pırıl pırıl ışıl ışıl yeşil yeşil bir Bursa panoraması serilecek gözünüzün önüne; doyumsuz bir manevi atmosfer eşliğinde üstelik.
Her şehir bir renkten ibaretse örneğin; İstanbul gridir, Edirne mavi. Ankara fümedir Konya türbe yeşili. Mardin kahverengidir Trabzon bordo. Bursa hiç tereddütsüz, hiç şüphesiz, hiç kuşku yok ki turkuazdır. Turkuaz en çok Bursa’ya yakışır.
Ve çınar elbette. Ağaçlar içerisinde en çok çınar yakışır Bursa’ya.
“Osmanlı Bursası”nı Yörükler kurdu ilkin. Yerleşip Manavlaştılar. Yerleşen Türkler (Manavlar) ile göçer Türkler (Yörükler) iç içe Bursa’nın huzuru güveni üretimi oldular asırlarca. Balkan bozgunumuzdan sonra Muhacirlerin de yurdu oldu Bursa. Özü aynı olan bu üç Türkmen boyu/soyu inançları vatanseverlikleri çalışkanlıkları uyum ve hoşgörüleriyle günümüz Bursasının iskeleti oldular. Dervişane bir ruh iklimi oluşturdular.
Bu yönüyle, Uludağ’a sırtını yaslamış, ayaklarını ovaya doğru uzatmış, ulu bir çınarın gölgesinde nefeslenen Anadolu dervişidir biraz da Bursa.
Bursa ilktir, Bursa dündür, Bursa mazidir, Bursa edeptir, Bursa berekettir.
“Şardağı’nda, Bursa’nın devamı” dediği Üsküp’te doğan büyük şair Yahya Kemal’in diliyle Bursa “Kökü mazide olan ati”dir. Ati, yani gelecek.
Bursa mevliddir; Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi de Bursalıdır ve o meşhur mevlidini de Bursa’da yazmıştır. Yani Bursa naattır da.
Bursa mizahtır, Karagöz’dür ve Hacivat’tır.
Bursa musikidir: en çok da Yahya Kemal güftesi, Münir Nureddin Selçuk bestesi; “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç”dir.
Bursa Bilecik’in küçük kardeşi, Dimetoka’nın küçük ağbisi, Edirne’nin büyük ağbisidir. Filibe’nin dayısı, Üsküp’ün amcaoğlu, İstanbul’un öz be öz amcasıdır. Prizren’le akraba, Selanik’le sırdaş, Kırım’la derttaştır Bursa. Kalkandelen’deki Harabati Dedebaba Tekkesi Bursa Muradiye Külliyesi ile arkadaş, Şumnu Tombul Camii, Prizren Sinan Paşa Camii ve Filibe Muradiye Camii Bursa Yeşil Camii ile ezandaş, Nilüfer Hatun’la şehre adını veren Sofya ayaktaştırlar.
Yolculuk Bursa’dan başlamıştır evet; Gelibolu, Adrianapol (Edirne), Filipopol (Filibe) Şumnu, Skopya’yı (Üsküp) Bursa fethetmiştir, evet. Fetheylemiş, şerheylemiş, şehreylemiştir evet. Balkanlardaki her şehir biraz Bursa’dır bu yüzden.
Dragos (Manastır), Meriç (Filibe), Vardar (Üsküp), Bristriça (Prizren), Arda (Kırcaali) nehirleri Nilüfer’le koyun koyuna nefes nefese gönül gönüle akarlar aslında.
1325’ten sonraki her Türk şehri Bursa’dan kokular lezzetler üsluplar taşır. Bu kokudan bu iklimden bu lezzetten olmalı, 1912 ve 1913’teki Balkan faciasından sonra milyonlarca Rumelili göçmenin ilk durağı, ilk barınağı, ilk sığınağı hep Bursa olmuştur. Nasıl altı asır boyunca Rumeli’yi Bursa şehreylemişse, yirminci yüzyılın Bursa’sını ise Balkan göçmenleri imar ve tımar eylemişlerdir.
Bugünün Bursa’sı, tarihten ve medeniyetten çok sanayi ve ticaret şehridir. Bereket ve bolluk şehridir. İrfandan ziyade bilim ve üniversite şehridir.
Bursa için ilk Osmanlı şehridir demiştik.
Bursa bir o kadar son Osmanlı şehridir de.
Bursasız Osmanlı, Bursasız Türkiye, Bursasız cumhuriyet olmaz, olamaz, olmamalıdır.
O dünü bugünü ve yarınları ile güzeldir.
Güzel ve özel.
Bursa’nın tarihi bir imparatorluğun tarihidir.
Tarihi irfanı ve sosyolojisi.
Bursa sen bizim her şeyimizsin. Biz sendeniz, sen de bizsin.



Edirne

Şiir, Şehir, Gül
Şiir, şehir, gül; işte size Edirne.
Osmanlı en çok Edirne’dir. En fazla Edirne’dir. En güzel Edirne’dir. Bugün de öyledir, hâlâ.
Edirne’ye en yakışan nedir derseniz, hiç düşünmeden gül derim; parkları, bahçeleri, nehir kıyıları, yolların ortaları ve kenarları hep gül. Edirne aslında bir gülistandır, gülzardır, gül-şendir; Hasan Sezai Gülşenî Hazretleri de her dem bülbüllere seslenmektedir bin bir nasihatle güller dağıta dağıta.
Şiir ve şehir; ikisinin de arka planında zengin bir birikim, güçlü bir medeniyet, üst düzey bir mimari, derunî bir uyum ve huzur yatmaktadır. Büyük mimarlar eserleriyle şehirlerin şiirini yazarlar, büyük şairler de mısralarıyla şiirin şehrâyinini. Şiir ve şehir kavramlarının birbirine denk, birbirine akraba, birbiriyle iç içe olduğu Edirne misali, çok az şehir vardır Osmanlı coğrafyasında.
Edirne; biliyorum ki sen aslında Adrianus’un şehrisin: o kurdu seni, biliyorum; ama Balkanları da sen kurdun, İstanbul’u da sen şehrettin, gönüllerimizi sen fethettin!
Osmanlı Medeniyeti’nin –hâlâ– en muhteşem birkaç şehrinden birisin, biliyoruz.
Yerin altının üstünden derin ve zengin olduğu gül şehir Edirne’nin, Meriç ve Tunca’yla muhteşem vuslatına başka ne isim verilebilirdi: Elbette ki Bülbül Adası.
Üç devlet Rusya (1829), Bulgar (1913) ve Yunan (1921) işgali görmüş Edirne; işgaller neticesinde Müslüman halkı –çaresizlikten– İstanbul’a, Bursa’ya, Bilecik’e yani geldikleri yerlere sığınmış; 1924 yılı ise bir nevi ba’sü bağde-l mevt, yeniden diriliş ile Edirne’ye; mübadele anlaşmasıyla Selanik Sancağı’ndan binlerce Müslüman Türk iskân edilmiş metruk, mahzun, meyus Edirne’nin kalbine. Beş asırlık evlerinden barklarından en çok da hatıralarını bırakarak canını zor kurtarıp Adrianus’un kadim şehrine, Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere inşa edilen yeryüzü harikası ve şahikası Selimiye’ye sığınmışlar…
Bugün kadim şehir Edirne’de kadim bir kültürün olmaması, işgaller ve hicretlerin ürünü sayılmalıdır.
Gerçek bir yeryüzü harikasıdır Selimiye, matematiğin, hendesenin, mimarin, estetiğin, veznin, uyumun, güzelliğin zirve eseridir o. Edirne’nin bercestesidir; sadece Edirne’nin mi, neredeyse tüm İslâm Âleminin.
Medeniyetimizin bercestesi Selimiye en güzel noktadan görülsün diye yapılmıştır Muradiye sanki. Selimiye’den yola çıkarak bütün bir insanlığa, ins’in ve cinn’in sahibine sema edilsin diye yapılmıştır Muradiye sanki.
Meriç’in, Tunca’nın üzerine birer gerdanlık gibi serpiştirilmiş taş köprüler, sanki karşıya geçmek için değil de Selimiye’ye, Eski Camii’ye, Üç Şerefeli’ye kanatlanmak için inşa edilmişlerdir.
Prizren’de Sinan Paşa, Üsküp’te Yahya Paşa, Kalkandelen’de Alaca Camii, Filibe’de Cumayata, Şumnu’da Tombul Camii, farklı şehirlerin ve ülkelerin eserleri olmaktan çok, aynı gazelin mısraları, Edirne nakaratlı güftelerin farklı makamlardaki besteleridir adeta. Akdere ile Tunca kardeş, Dragor ile Meriç ayaktaş, Mostar ile Arda aynı yolun yolcularıdırlar. “Manastır’ın ortasındaki çeşme” ile Selimiye’nin ardındaki gözü yaşlı çeşme, aynı ağıtın türküsünü söylerler, işiten kulaklara.
Edirne sadece İstanbul’u değil, Filibe’yi de Köstence’yi de Plevne’yi de Belgrad’ı da Üsküp’ü de Prizren’i de Manastır’ı da Sarayevo’yu da fetheden; fethetmekle kalmayıp adeta yeniden inşa eden şehirler şehridir. Sinanpaşa Muradiye’nin küçük kardeşi, Mustafapaşa II. Bayezıd Külliyesi’nin ortanca kardeşi, Filibe’nin Cumayata Camii, Üç Şerefeli’nin amcaoğludur. Mostar’ın ağıtı gün olur Dar’ül Hadis’in minarelerinde sala olur okunur, Drama Köprüsü gün gelir türkü olur Meriç Köprüsü’nden söylenir. Bütün bu şehirlerin atası Edirne, banisi Sultan Murad Hüdavendigar’dır; Balkanlarda bir “şiir şehir” gösterin ki Sinan’ın eliyle Itrî’nin bestesi değmemiş olsun.
Estetikle şiirin doyumsuz vuslatıdır Edirne, dünle yarının.
Birer gerdanlık hükmündeki Edirne köprüleri, aslında Selimiye’ye, oradan da Mekke’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Urfa’ya, Konya’ya, Bursa’ya gönül köprüleri kurar. Her biri Anadolu şehrine serpiştirilse, o şehrin ulu camii olabilecek ruh, estetik ve cesametteki Edirne camileri, vakar, tevazu ve izzet duygularıyla karşılar gelenleri. Edirne’yi sevmek bir kültürü, bir tarihi, bir medeniyeti sevmektir. Edirne gönüllerde bir yanık sevda, bir tatlı huzur, bir derin tebessümdür.
Edirne; bütün Rumeli’de hâkim olan, gitmekle kalmanın, sevmekle ayrılığın, hasretle vuslatın bıçak sırtı beraberliğidir.
Dostluk şehridir, vefa şehridir, yâran şehridir Edirne.
Mustafa Hatipler gibi Rıdvan Canım gibi şiir gönüller, Tayyip Yılmaz gibi, Cengiz Bulut gibi engin gönüller, Mahmut Eroğlu gibi Kemal Kılıç gibi cömert gönüller, Serkan Oltandiken gibi Recep Kozan gibi yiğit gönüller, Sedat Sayın gibi Tuba Yavuz gibi Gülay Alpagut gibi hikâye gönüller, Müberra-Rifat Gürgendereli gibi hayat edebiyat ve lezzeti bulamaç etmiş gönüller, Batuhan Kurt gibi belgesel gönüller, Behiç Günalan, Remzi Eskikaplan, Enver Şengül gibi estetik gönüller, Neriman Ekinci, Emre Çam gibi vefalı gönüller, Selene Cabalar, Yağmur Karadaş, Cevat Mert Çetin gibi genç ve yetenekli gönüller, Osman Almadık ve Arif Meriç gibi leziz gönüller şehridir Edirne.
“Gittin ammâ ki kodun hasret ile Cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” diyor ya Edirneli şair Neşati Dede.
Edirnesiz, Edirnelisiz, Edirnecesiz muhabbet, muhabbet değildir hükmümüzce.
Edirne için sözlerin en güzelini üstadımız Süheyl Ünver Beyefendi söylemiştir zaten, başka söze ne hacet:
“Her şey biter, Edirne bitmez!”
Bitmeyecektir. Böyle biline bu!



Konya

Orta Anadolu’nun Başkenti
Bereket şehir.
Aydınlık şehir.
Güneş şehir.
Şems de Mevlânâ da Konevî de sizdeyse, ne olabilirsiniz ki başka.
Işıyan ışıtan ışık şehir.
Aydınlatan durulayan temizleyen şehir. Ülkede en çok turist çeken şehirlerden biri olması da bundandır elbet.
“Bir” şehir. “Bir”e meftun, “Bir”e âşık, “Bir”e sevdalı şehir. Bir, birlik, dirlik şehri olması bundandır elbet.
Kocaman bir ovanın ortasında, buram buram tarih, kültür, medeniyet kokan sokakların caddelerin merkezinde; adeta bir sultan tacı gibi bir yükselti, Alaeddin Tepesi. Bir süs, bir estetik, bir nefeslenme mekânı. Cami de orada gül bahçesi de. Huzur da orada ecdat da.
Alaeddin Tepesi ne kadar dünse o kadar da bugündür. Bugündür ve yarındır. Yaşayan yaşanan yerdir orası.
Dünün bugünün ve yarının aynı an, aynı zamanda buluştuğu şehrin adıdır Konya.
Kimin başı dara düşse ilk yetişen şehir: 1999 Depremi’nde evi barkı yıkılanlara Adapazarı’nda evler yapıp mahalle kuran Konya’dır; çağdaş vampirlerce yakıp yıkılan Bosna’ya tramvayları hediye eden Konya’dır mesela.
Düşenin dostu, ezilenin yoldaşı, garibanın arkadaşı şehirdir o.
Gözün göremeyeceği, aklın alamayacağı, geometrinin ölçemeyeceği kocaman, koskocaman bir ovadır Konya Ovası. Hiç unutmam: On beş sene kadar önceydi. Karlı bir kış gününde, akşam vakti yaklaşıyorduk şehre kendi aracımızla. Ufuktan bize doğru gelen bir çizgiydi yolumuz. Git Allah git. Yok. Karşıdan bize doğru yaklaşan bir araç görüyorduk. Normalde üç beş dakikada karşılaşabildiğimiz türden bir araçtı. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika, yarım saat… gelmiyordu bir türlü. Yol arkadaşım Faruk Şişman’ın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum:
“Fahri Bey, lise kitaplarında okuduğumuz matematik problemleri var ya hani. “A noktasından 75 kilometre hızla giden araçla, B noktasından 90 kilometre hızla gelen diğer araç kaç kilometre sonra karşılaşırlar?” diye. O soruları bence Konya’da hazırlamışlar. Ne bu yahu. Yarım saat oldu, arabanın ışığı var, bir türlü karşılaşamadık daha.”
Faruk haklıydı zahir. Hem de sonuna kadar.
Konya sakin, huzurlu, çalışkan, sabırlı, mert, yiğit, vefalı insanlar diyarıdır.
Bu kelimeleri rastgele dizdiğimi sanmayınız lütfen. Bir misal, üniversitede ev arkadaşım Ali Uyanık tipik bir Gonyalıydı. Zira Konyalılar kendilerini Gonyalı olarak tanımlar ve bundan gizliden gizliye mutluluk duyarlar. Destansı güzel günlerimiz geçmişti; hâlâ unutamam. Ekmeğimizi suyumuzu, açlığımızı acımızı, şiirimizi –ne şiiri, düpedüz saçma karalamalarımızı– paylaşmıştık Ali’yle. Boksördü Ali. Şairdi de. Ali Kemal diye bir şair kazanıyordu ülkemiz, olmadı olamadı. Neden bilinmez. Çok zeki ve çok yetenekliydi. Zaten sınıfımızın bir numarasıydı, “Alamanyalı” oldu sonra. Hayat yordu onu, hangimizi yormadı ki… kırk yıl sonra bugün bile hâlâ birbirimizi arar sorarız, hasret gideririz.
Onun yakın arkadaşı “Epbab Ahmet” vardı. Evimizin hayatımızın neşesi Ahmet. Türkiye Tekvando Şampiyonu’ydu Ahmet. Üç beş ayda bir görünür, Ali’nin anneciğinin Gonya’dan gönderdiği sucukları pastırmaları getirirdi bize, sağ olsun. Ama geldi mi bir hafta on günden önce gitmez, getirdiklerinin yarısını da yer içerdi. Çok da güzel yemek yapardı Ahmet. Mert, yiğit, tertemiz bir delikanlıydı. İçi dışı birdi. Yüzüne bakınca arkasını görürdünüz. Her cümlesi “epbabım” diye başlardı. Cümleye kazara öyle başlamamışsa “epbabım” diye bitirdi. Lakabı da “Epbab Ahmet”ti bu yüzden. Ne çok yakışırdı bu kelime Ahmet’in ağzına, Ya Rabbim…
İkisi tam Gonyalı ağzıyla “gonuşurlardı.” Ben de zevkle seyreder, dinlerdim. Ali, Ahmet’e takılırdı ara sıra: “Epbabım, getirdiklerini bitirmeden gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” Ahmet’in cevabı hazırdaydı, alır okurdu: “Epbabım, sporcu adamız biz. İyi beslenmemiz lâzım, değil mi ama!..” Gülüşürdük.
Konyalı olmak yere sağlam basmak demekti. Konyalı olmak elindekini bölüşmek paylaşmak demekti. Konyalı olmak idealistçe, vatanı milleti bayrağı karşılıksız sevmek demekti. Konyalı olmak Allah’a bağlılık, ezana muhabbet, dine imana sevgi saygı demekti. Konyalı olmak şiire edebiyata düşünceye aşinalık demekti.
Bütün bunları başta iktisat profesörü, tarım eski bakanı, MTTB’den ağabeyimiz Sami Güçlü Hocamızdan öğrendik ilkin. Ali Uyanık’ta da gördük yaşadık tevarüs ettik. Sonra sonra İbrahim Dıvarcı’da, Ahmet Kuş’ta, Ahmet Köseoğlu’nda, İsmail Köse’de, Ömer Bardakçı’da da gördük. Caner Arabacı’da, Hayri Erten’de, Duran Çetin’de gördük. Gördük bildik sevdik. Bir Konyalı her şeyden önce ve sonra, “birinci sınıf adam”dır.
Türküleri de bir başka güzeldir: Kendileri ne kadar yavaşsa, türküleri o kadar hareketlidir. Zara’nın o billur sesinden dinlediğimiz kıpır kıpır:
Şu Sille’den gece de geçtim görmedim annem Acı tatlı sular da içtim ölmedim annem
Aman Sille Sille Sille attığın sille Çektiğim çile çile çile yar çile
Veya kendisi mini mini, sesi ortalığı ayağa kaldıran Bedia Akartürk Ablamızdan;
Kesik çayır biçilir mi Sular soğuk içilir mi Bana yardan geç diyorlar Seven yardan geçilir mi
Dinlemeye doyulur mu hiç. Hem de şıkır şıkır kaşık havası eşliğinde.
Bakmayın siz etli ekmeğinin şöhretine. Gonyalı için sıradandır o. Muhteşem tiritinin, harika saç arasının yanında lafı mı olur lahmacun kılıklı etli ekmeğin.
Konyalılar sağlamcıdırlar. Atasözlerine de yansımıştır bu: “Türbe Önü’nde evi, Meram’da bağı olmayana gız verilmez.”
Pek göstermeseler, pek renk vermeseler de neşeli güler yüzlü mutlu insanlardır onlar. “İki dünya” ile de aralarının iyiliğindendir belki de bu.
Gösterişsiz şehirdir Konya. İnsanlarının gösterişsizliğindendir bu da.
Misafirperver, mükrim, hoşgörülü insanlardır onlar. Yavaşlıkları düşünceliliklerindendir.
Hazreti Pir Mevlânâ’nın komşuları mirasçıları yoldaşlarıdır onlar. Başka ne yakışabilirdi ki onlara.
“Mahalle Mektebi”dir Konya bizim. Konya bütün Türkiye için, hepimiz için hem ‘mektebimiz’ hem de ‘mahallemiz’dir.
Hikâyesi hikâyecisi kaliteli, romanı romancısı zengin şehirdir Konya. Abdullah Harmancı, Köksal Alver. Ayşe Ünüvar. Ve arkalarından gelenler; Özlem Göktaş mesela. Şair Atilla Yaramış mesela. Bir süredir Batı’yı fethe çıkan Ümit Savaş Taşkesen mesela.
Konya bir başkenttir her şeyden “önce” ve her şeyden “sonra.” Şahidiz. Giden gören tanıyan herkes de şahitlik eder buna.
Konya bir başkenttir.
Haza başkenttir. Elan başkenttir.
Orta Anadolu’nun başkentidir.

Kudüs

Âh Kudüs, Vah Kudüs!
Ana Kudüs, ata Kudüs.
Yar Kudüs, ar Kudüs.
Âh Kudüs. Vah Kudüs.
Gel Kudüs, el Kudüs.
El Kudüs, yel Kudüs.
Elin Kudüs, adın Kudüs, yâdın Kudüs.
Dert Kudüs, derttaş Kudüs.
Üz Kudüs, üzgün Kudüs, üzen Kudüs, üzülen Kudüs.
Yar Kudüs, yara Kudüs, yaran Kudüs, yaralı Kudüs, yaralanan Kudüs, yaralayan Kudüs.
Üs Kudüs, düş Kudüs, düşen Kudüs, düşüren Kudüs, düşünen Kudüs.
Üs Kudüs, üşü Kudüs, üşüyen Kudüs.
Yel Kudüs, yol Kudüs, ol Kudüs.
Yel Kudüs, sel Kudüs. Sil Kudüs bil Kudüs.
Başı duman derdi yaman Kudüs,
Gam Kudüs, gel Kudüs, gül Kudüs.
Diş Kudüs, deş Kudüs, daş Kudüs, aş Kudüs.
Sen Kudüs, san Kudüs, şan Kudüs.
Sen Kudüs, ben Kudüs, biz Kudüs.
İz Kudüs, üz Kudüs, yüz Kudüs.
Sez Kudüs, az Kudüs, yaz Kudüs.
Diz Kudüs, dik Kudüs, dimdik Kudüs.
Ağlayan Kudüs ağlatan Kudüs. Aklayan Kudüs, aklatan Kudüs.
Ağ Kudüs, çağ Kudüs, çığ Kudüs.
Çağı Kudüs, çağın Kudüs, çağır Kudüs.
An Kudüs, Anka Kudüs, Anka-ra Kudüs.
Kudüs, Kudüs’tan, Kudüs’tanbul.
Kudüs, küdes, kodes.
As Kudüs, yas Kudüs.
Kudüs, kadeş, kardeş.
Dem Kudüs, hemdem Kudüs, gamdem Kudüs, her dem Kudüs.
Sor Kudüs, ser Kudüs, sır Kudüs.
Kar Kudüs, karda Kudüs, kardaş Kudüs.
Sırdaş Kudüs, derttaş Kudüs, yoldaş Kudüs, hâldaş Kudüs.
On Kudüs, an Kudüs, en Kudüs.
Öz Kudüs, göz Kudüs, söz Kudüs.
Bak Kudüs, çak Kudüs, yak Kudüs.
Ak Kudüs, ok Kudüs, çok Kudüs.
İz Kudüs, biz Kudüs, bir Kudüs.

İzmir

Güzelliklerin Şehri
Herkesin bir İzmir’i vardır.
Herkesin bir Urfa’sı, herkesin bir Edirne’si, herkesin bir Konya’sı, Sivas’ı, Eskişehir’i olduğu gibi. Bizler için şehirler –biraz da– kişisel hikâyelerimizden ibarettir aslında.
Benim için İzmir, lisedeyken bir tarih dersimizde hocamızın “Kurtuluş Savaşı”nın final bölümünü kitaptan bana okutması, benim de muzipliğimin tutup normal paragrafı yarıda keserek fotoğraf altını –hiç unutmuyorum– “Türk askerlerini İzmir Kordonboyu’nda görüyorsunuz” diye okumuş olmam, sonra da –sanki hiçbir şey yokmuşçasına– yarıda kalan paragrafa devam etmem; “Kıl Vasıf” lakaplı öğretmenimizin de bana bir güzel “fırça atması”yla hayatımın “unutulmaz anıları” arasına girmesidir.
Evet; İzmir ilkin benim için tam da budur. Yani Kordonboyu’dur; ilk gidişimde Kordonboyu’nda yürüyüşümdür. “Çok da güzelmiş; fırça yememe değmiş” deyişimdir; itiraf ediyorum.
“İzmir, âh güzel İzmir” dediğimi hatırlıyorum ilk görüşümde.
Osmanlı fethettiği hiçbir şehrin adını değiştirmemiş. Büyük devlet aklı böyledir. Sadece kendi telaffuzuna dönüştürmüş. Nasıl Prusa’yı Bursa, Stampoli’yi İstanbul yapmışsa, Smyrna’ya da İzmir demiş, çıkmış.
O gün bugün İzmir “bizim” olmuş, “bizle” olmuş, “bizden” olmuş.
Bakmayın siz ona “Gavur İzmir” dendiğine. Gidin görün. Ben gittim gördüm. Bir dolu Osmanlı eseri var onda. Ben diyeyim on, siz deyin on beş yirmi tarihî camii var.
Tamam; ticaretti, iktisattı, ithalat ihracattı; kapitülasyonlardan itibaren İzmir “çok uluslu” bir şehir olmuş, kabul. Hristiyan’ı da yaşamış Musevi’si de onda. Asırlarca Müslüman’ı Rum’u Ermeni’si Yahudi’si “gül gibi” geçinip gitmişler. Huzurla güvenle neşeyle yaşamışlar, yan yana iç içe kol kola. Herkes hem “kendisi” olmuş, hem de “bir-bütün.” Cumhuriyette de bu devam etmiş ana hatlarıyla.
Tamam, kabul edelim, bir yaban yüzü, bir levanten yüzü, bir “başka” yüzü olmuş hep İzmir’in; eyvallah. İnkâr edilemez. Ama özde hep İstanbul’la, hep Ankara’yla, hep “devletle beraber” olmuş İzmir, haksızlık etmeyelim.
İzmir Kordonboyu’dur.
İzmir Saat Kulesi’dir.
İzmir Alsancak’tır.
İzmir “ilk kurşun”dur, İzmir Hasan Tahsin’dir, İzmir Lâtife Hanım’dır bizler için.
İzmir zulme “başkaldırı”nın, esarete “isyan”ın, 9 Eylül’de düşmanı “denize dökmenin” adıdır.
İzmir denizdir, koydur, körfezdir.
İzmir tarımın da nebatatın da bereketin de başkentidir.
İzmir Selanik’le sırdaş, Varna ile yoldaş, Hamburg ile arkadaştır.
İzmir, 1912 Balkan Faciamızdan sonra Selanik’in misyonunu üstlenmiştir; coğrafyası da Batılı ve çağdaş yüzü de ticaret ve liman kültürü de buna uygundur zaten.
İzmir Türkiye’nin en Batılı yüzü, en Batılı resmi, en Batılı ruhudur, evet. Sinemacılar da ondan çıkmıştır en çok, şair ve yazarlar da. Şarkıcılar da ondan çıkmıştır en çok sporcular da. Siyasetçileri bile hep a kalitedir.
Biraz isim verin derseniz, hemen hatırlatayım: Attila İlhan tek başına ada, Halit Refiğ tek başına körfez, Metin Oktay tek başına yarımadadır, alanlarında. Necati Cumalı, Halikarnas Balıkçısı, Tarık Dursun K., Salah Birsel, Muzaffer İzgü gibi yazarlar da onda yetişmiştir, Ayhan Işık, Çolpan İlhan gibi oyuncular, Halit Refiğ ve Çağan Irmak gibi yönetmenler de. Avni Anıl gibi bestekâr, Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi şarkıcılar da onda dünyaya gözlerini açmışlardır, Fevzi Zemzem, Fuji Mehmet, Mustafa Denizli gibi yıldız futbolcular da.
Futbolda İstanbul ve Ankara gibi Süper Lig’e beş güzide takım armağan etmiştir İzmir: Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor.
O bir “tekil şehir” değil, “çoklu şehir”dir. Çoklu, köklü, saklı. Yani derin, yani geniş, yani eski.
Siyasette de hep a kalite insanlar yetiştirmiştir demiştik. Şükrü Saraçoğlu da Osman Alyanak da Burhan Özfatura da onda yetişmişlerdir. Son yıldızları ise son Başbakanımız Binali Yıldırım’dır.
Pek bilinmez; Türk futbolunun “taçsız kralı” Metin Oktay, İzmir’in armağanıdır yeşil sahalara. Fenerbahçe’nin ağlarını yırtan Galatasaray golünün de sahibiydi o, ondan gol yiyen kalecilerin onurlandığı isimdi o. O goller atmadı aslında, resitaller sundu bir ömür tribünlere.
İzmir “yanık tenli insanlar” diyarıdır. Kumraldır, İzmir’e en çok yakışan renk kuşkusuz.
İktisat kadar, cumhuriyetle yaşıt uluslararası ticaret fuarı kadar, eğlencedir de İzmir; coşku, neşe, mutluluktur da.
Lezzeti de iyi bilir İzmirli, yemeyi içmeyi, giymeyi giyinmeyi de.
“İzmir Köfte” onların armağanıdır damaklarımıza.
Her şehir bir canlısıyla ünlüdür; Denizli horozuyla mesela. Trabzon denilince hamsi gelir akla. Van denilince kedi. İnsanına gelince; Sivas Yiğido, Erzurum Dadaş, Ankara Seymen’dir, Aydın Efe.
Ya İzmir?
İzmir kızlarının güzelliği ile bilinmiştir hep. Bunu, yüz değil; kalp, gönül, baht güzelliği olarak okuyalım biz.
Koyu, körfezi, iklimiyle de güzel şehirdir İzmir.
İnsanı, insanları, insancıllığı ile de güzeldir o.
Güzeller, güzellikler şehridir İzmir. Güzel şehrimizdir o bizim. Güzelliklerin İzmir’i.



Selanik

Seninle Vuslat Yaşamadan Ölüm Bize Uzak Olsun Arkadaş
Nazlı şehir, köklü şehir, zengin şehir.
Selanik: Hep bayındır şehir, hep berceste şehir, hep ikincil şehir.
Hep önemli, hep yenilikçi, hep hareketli, hep muhalif, hep başkenti gözleyen, hep başkenti değiştirmeye çalışan şehir.
Makedon kralı Cassander’in M.Ö. 315’te kurduğu güzel şehir. II. Murat’ın 1430’da Osmanlı’ya kattığı şirin şehir. 482 yıl Osmanlı’nın en çok nüfus barındıran –İstanbul’dan sonraki– ikinci büyük şehir. Hıristiyan halka, Osmanlı’yla Müslüman Türkler eklenir, 1492’den itibarense İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açar Selanik; üç dinli, üç dilli bir “hoşgörü” şehrine dönüşür Selanik; ticaret alır yürür, kültür alabildiğince zenginleşir. Osmanlı Selanik’i birbiriyle “uyumlu” ve “kardeştir” ama, 1492’den beri “bizim garantörlüğümüzde” huzurlu yaşayan “Se-farad Yahudileri”ni, 1912’de bizim Selanik’ten çekilmemizden sonra “zor günler” bekler. Nitekim II. Dünya Savaşı sırasında 50.000 Yahudi Almanlarca Selanik’ten alınır götürülür, hâlen de gidenlerden bir haber yoktur…
Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik.
Türküler “bizi” söyler, “bizim şehirlerimizi” de… “Beş minare” Bitlis’tir, “Sarı gelin” Erzurum. “Sıla parası kazanmak” denilince Vardar Ovası’na Üsküp’e, “Hasan Piştovu atsa” Debre’ye gideriz; Yemen’in “huş”u, Drama’nın “köprü”sü, İzmir’in “kavakları” yakınımızda, ta şuracığımızda, gönlümüzde özel bir yerdedir.
Ya Selanik? Sahi Selanik nerdedir, nerededir? Onu da hüzünlü –sanki hangisi değildir– bir türkü deyiverir bize:
“Çalın davulları çaydan aşaya
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya
Suyumu da dökün boydan aşaya
Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
1909-1912 tarihleri Selanik için de bizim için de dönüm noktalarıdır: İlkinde, Selanik Ordusu İstanbul’a gelip II. Abdülhamit’i “tahtından” indirir, ikincisinde ise Selanik, yüz yıldır geri alamamacasına “ikincilik tahtından” iner. Türküye devam edelim –artık okunan güzeller güzeli bir kızın mı, yoksa Selanik’in salâsı mı siz karar verin–:
“Selanik içinde salâm okunur
Selamın sadası bre dostlar cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
Üşenmedim gittim gördüm: 482 yıllık bayındır Selanik’imiz-den bugüne neler kalmış diye, Mustafa Kemal’imizin doğduğu evle sahildeki kalenin bir burcu (beyaz kule) birkaç hamam ve minareleri yıkılıp müzeye ve konser salonuna dönüştürülmüş birkaç cami kalıntısından gayrı da bir şeyimiz kalmamış. Bayındır yine Selanik, yüzü hep Batı’ya dönük olduğundan mıdır nedir, –bizden ses sada yok– daha çok Varşova, Münih’in kötü bir kopyası gibi. Bizim gözümüzle de viran bir şehir. Türkümüze devam edelim:
“Selanik Selanik viran olasın
Taşını toprağını bre dostlar seller alasın
Sen de benim gibi yarsız kalasın
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
1912’de çekildiğimizdeki nüfus dağılımına bir göz atalım: “Yahudi 61.439 kişi, Türk (Müslüman) 45.889 kişi, Yunanlı 39.956 kişi, Bulgar 6.263 kişi, Roman 2721 kişi, genel toplam: 157.889 kişi.”
Balkan Harbi’nde Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, 1924 Mübadelesiyle on binlerce Müslüman Türk Anadolu Rumlarıyla takas edilerek İstanbul’a, Bursa’ya, İzmit’e, Adapazarı’na, Bilecik’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya yerleştirildi. O ailelerin 3. kuşak çocukları bugün işbaşında.
Selanikliler her zaman politikada, ticarette, medyada, sanatta önemli yerlere geldiler. İpekçi ailesi örneğin, Halit Refiğ, Engin Cezzar, Hürrem Erman örneğin, Piyale grubu örneğin, Hüsnü Gürsel ve yüzlercesi örneğin.
Nikahı –zorunlu– Batı’da da olsa, sanki gönlü Osmanlı’yı, Türk’ü, Türk günleri özler gibidir Selanik’in. Öyle gelir her gidişimizde; öyle bakar bize, öyle uğurlar gibidir bizleri.
Yazıyı, –domuz eti yeme korkusuyla Selanik sahilinde balıkçı lokantası sorduğumuzda– bize gönülden yardım eden Yunan delikanlısına ettiğimiz sözle bitirelim:
“Teşekkürler Dimitri; sen en kısa zamanda Türkçeyi öğren, zira yakında gene geliyoruz, size çok lâzım olacak…”
Âh Selanik vah Selanik.
Bizim Selanik, bizden Selanik.
Bizim özlediğimiz Selanik, bizi özleyen Selanik.
Vuslat yaşamadan bir daha seninle,
Ölüm bizden uzak olsun Selanik.





Adapazarı

Huzurun Başkenti
Her şehrin bir kalbi vardır, ruhunu şekillendiren.
Adapazarı’nın kalbi hiç kuşkusuz Orhan Camii’dir.
Adapazarlı dünyaya Orhan Camii’nin penceresinden bakar, hayatı Orhan Camii’nin ezan ve salalarından anlar, Allah’ı Orhan Camii’ndeki secde izlerinde arar.
Bütün yollar, bütün izler, bütün kapılar Orhan Camii’ne çıkar bu şehirde.
Vali ile odacısının, belediye başkanı ile kapıcısının, fabrika müdürü ile bekçisinin, patronla tezgâhtarın, memurla işçinin, köylü ile şehirlinin, tüccarla emekçinin “bir”, “bütün”, “eşit” olduğu mekânın adıdır Orhan Camii. Birin, birliğin, birlikteliğin adıdır Orhan Camii. Dün ile yarını bugünde buluşturan, birleştiren, kaynaştıran yerin adıdır Orhan Camii.
Yeri gelmişken; Sakarya’da tam on yedi Orhan Camii mevcuttur, çoğunun yerinde bugün yeller esse de biz yetişmişizdir son deminde hemen hepsine, dünya gözüyle görmüşüzdür çoğunu. On yedisi de Orhan Gazi’nin bölgemizi 1325’te fethettiğinin ve şehrettiğinin nişanesi, remzi, sembolüdür.
Çünkü Adapazarı Osmanlıdır, Orhanlıdır, Muratlıdır.
Adapazarı geç dönem bir Osmanlı şehridir.
İşte Adapazarı, Orhan Camii ile bütünleşmiş yarım milyonluk bir şehrin adıdır. On altı ilçeden oluşan bir milyonluk bir ilin merkez ilçesidir.
Son bir buçuk asırda Gürcistan’dan Bosna’ya, Batum’dan Priştina’ya, Kırım’dan Selanik’e, Trabzon’dan Kırcaali’ye… Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’nun her ilinden her ilçesinden, kimin başı dara düşse; sığınak barınak yığınak olan, sarıp sarmalayan şehrin adıdır Adapazarı. Dört kıtaya yedi iklime bir dersaadet, bir huzur limanıdır Adapazarı: Sait Faik’in “herhangi bir kıraathanede dört lisan bilmeyenin garsonluk yapamaz bizim kasabada’ dediği yerleşimin adıdır Adapazarı. Büyük öykücünün dediğinin üzerinden koca bir asır geçmiş olsa da bugün hâlâ sokaklarında, çarşılarında, kahvehanelerinde; on yedi dilin özgürce, yadırganmadan konuşulduğu şehrin adıdır Adapazarı. Bunca etnik kökenin olaysız kavgasız nizasız yaşadığı, yaşandığı, yaşatıldığı yerin adıdır Adapazarı.
Yeri gelmişken; bu huzurun, birlik beraberliğin çimentosu da Osmanlı’nın fetihten sonraki yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan getirip yerleştirdiği, Manav diye nitelendirilen Hanefi Sünni Müslüman Türklerin olduğunun da altını çizmeliyiz. Yedi kere düşünmeden adım atmayan devletiyle yedi asırdır aynılaşmış, kendisi olmuş bu insanların hoşgörülü ve paylaşımcı ruh ikliminin hem sebebi hem de sonucu olduğunu belirtmek hakkı teslim etmektir.
Adapazarı, Yahya Kemâl’in “Kökü mâzide olan âti” dizesinin Anadolu coğrafyasında –Bursa ile birlikte– en çok yakıştığı, yaraştığı, yaşandığı şehrin adıdır.
Osmanlı coğrafyasının neresinde birilerinin başı ağrısa anında hissedildiği, çözüm arandığı, yardım eriştirildiği yerin adıdır Adapazarı. Üstat Necip Fazıl’ın meşhur hitabesine nazire edercesine; “Kim var?” dendiğinde, sağına ve soluna bakmadan, seksen bir il içinde ilk “Ben varım” diyen şehrin adıdır Adapazarı. Herkesle dert ortağıdır Adapazarı. Belki de bu yüzdendir, tarihte merkezi Adapazarı olan hiçbir deprem olmadığı hâlde her Marmara depreminde diğerleriyle birlikte yıkılması… her seferinde de küllerinden yeniden doğması.
Boşnak böreği Çerkez tavuğuyla, Abaza pastası Arnavut ciğeriyle, Muhacir mamaligası Manav dartılı keşkeğiyle, birbirini dışlamadan ötelemeden yan gözle bakmadan aynı sofrada hayat bulurlar, hayat verirler hane hane, sokak sokak, mahalle mahalle, Adapazarı’nda. Lokantalarında Bosna’dan mülhem Islama köftenin yendiği, dükkânlarında Üsküp helvasının satıldığı, Prizren bozasının, Drama gazozunun içildiği şehrin adıdır Adapazarı.
Ülkemizin en verimli ikinci ovasının yanı sıra, yedi gölü, üç nehri, üç şelalesi, on sekiz yaylası, kaplıcaları, –dünyada yalnızca beş tane ülkemizde ise bir tane örneği olan– longozu… yeşili mavisi… bereketin, üretimin, verimliliğin adıdır Adapazarı.
Zenginliğin gizli, fakirliğin az, orta halliliğin çok olduğu; dulların, yetimlerin, düşkünlerin sarıp sarmalandığı şehrin adıdır Adapazarı.
Kendileri ortalıkta görünmeseler de açları doyuran, açıkları giydiren, imkânı olmayanları evlendiren nice “vakıf adamlar”ın; Terzi Alilerin, Şeyh Osmanların, Kabukçu Burhanların… şehridir Adapazarı.
Adapazarı; ülkemizde hayat süren bütün edebî, fikrî, siyasî, dinî akımların, anlayışların, oluşumların ya çıkış noktası ya neşvünema bulduğu ya da en hafifiyle temsil edildiği şehirdir.
1980 öncesi binlerce gencimizi teröre kurban verdiğimiz, her gün beş on üniversite öğrencisinin kökü dışarıda ne idüğü belirsiz örgütlerce katledildiği, şehirlerin sokak sokak, mahalle mahalle “kurtarılmış bölge”ler ilan edildiği günlerde; sokaklarında kavganın olmadığı, terör vakasına rastlanmadığı ender şehirlerimizden biridir Adapazarı.
Adapazarı’nı Sakarya sananlar, Adapazarı’nı Sakarya ile karıştıranlar var. Zinhar yanlış. Yalan. Hatta iftira. Muhal. Hakaret. Nehre adını veren Bitinya tanrıçası Sangarius’tan iki bin yıllık bir hediyedir Doğu Marmara’ya bu isim, doğrudur. 724 kilometrelik nehrin sadece 110 kilometresi mahcup bir edayla selam verip şehrin kıyısından geçip gitmektedir. Yarım asırlık ömrümde ne seveni gördüm bu kavramı ne gönlünde misafir edeni. Ankara’nın, TBMM’nin, tepeden inmeciliğin kazığıdır bir milyon kişinin yaşadığı vilayete bu isim. Zaten 1965’te kurulan Sakaryaspor ile 1992’de temelleri atılan Sakarya Üniversitesi dışında yüzüne bakanı, göz kırpanı, şefaat edeni de yoktur bu nevzuhur, zıpçıktı kavramın. Sakarya bir bölgenin, bir vadinin, bir havzanın adıdır; içerisinde Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Bilecik, Bolu, Adapazarı, Düzce’nin yer aldığı. Sakarya Adapazarı’nın değil, bölgenin adıdır kısacası; bu böyle bilinmelidir.
Nerelisin sorusuna “Adapazarlıyım” cevabının verildiği, hiç kimseden “Sakaryalıyım” kelimesinin duyulmadığı şehirdir o.
Adapazarı bir Türkmen yerleşimidir Orhan Gazi’den bu yana. Yani Yörük ve Manav şehridir öncelikle. Atasözlerinde, türkülerinde, halk oyunlarında, giyim kuşamında, yemeklerinde buram buram hissedersiniz bunu. “Elmayı top top yapalım’ diye eğlenir, ‘Evlerine varamadım güzelden’ diye türkü çığırırlar eskiler mesela. Halk oyunları ta Muğla’ya Aydın’a kadar ucu dokunan Zeybek oyunlarıdır. Kaç kişi bilir ki eskilerin evlerinde taam eylenen Höşmelim tatlısının; Balıkesir, Kütahya, Bursa, Bilecik, İzmit kadar Adapazarı’na da ait olduğunu. Osmanlı’nın neşet ettiği ve ilk otuz yılda fethettiği bu bölge kültürünün yüzde doksan birbirine benzemesinde şaşılacak ne vardır, asıl buna şaşmak gerekir. Diğer yandan kabağın da başkentidir Adapazarı. Başta enfes Kıvırma tatlısı olmak üzere, birbirinden lezzetli dokuz ayrı kabak tatlısı sunulur hâlâ Adapazarı sofralarında. Diğer yandan Adapazarı Mutfağı bir imparatorluk mutfağıdır; göç edip gelenlerin sadece kendilerine değil, mutfaklarına da kucak açmıştır zira. Onlarca çeşit dondurmasından bozacılarına, köftecilerinden tulumbacılarına kadar…
Bir spor şehridir Adapazarı; Oğuz Çetin, Aykut Kocaman, Semih Saygıner, Kenan Sofuoğlu’nu yetiştirip Dünya Spor Arenasına sunmuştur.
Fakat o asıl bir öykü, bir öykücüler şehridir: Sait Faik, öykülerini “Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket”te, bu şehirde emzirmiştir. Faik Baysal “Çocukluğumda Çark Mesire’de içtiğim Olimpos gazozlarının nefis tadı hâlâ damağımdadır” diyerek andığı bu şehirle büyütmüştür öykülerini. “İçimde iki şey hâlâ dipdiri durur; birisi siyasal inançlarım, diğeri memleketime olan sevgim” diyen Kerim Korcan, romanları gibi öykülerini de Sakarya’nın mavi sularında çoğaltmıştır. Necati Mert’ten Cüneyd Suavi’ye, Hatice Bilen Buğra’dan Ayfer Tunç ve Mustafa Uçurum’a… ve genç kuşaktan; Hande Ortaç’tan Ayşenur Gülsüm Tuna’ya, Emirhan Tezer’den Sinem Torun ve Dilara Selamet’e… Adapazarı her şeyden önce ve her şeyden sonra bir “öykü şehir”dir, “öykücü şehri”dir; kırk gün kırk gece öyküsü anlatılsa “tükenmeyecek” şehirdir.
Ama Adapazarı Cihat Zafer kardeşimin enfes tespitiyle “odunu sert çağa keskin balta”; Selahaddin Şimşeklerin, “Gökyüzünde duman duman bulutsun”un güftekârı Halit Çelikoğluların, bestekârı Ziya Taşkentlerin, “Yaşayan Nasreddin Hoca”; Hâfız Hasan Çolakların, nice şairlerin ediplerin de şehridir diğer yandan.
Göçü, öyküsü bol şehrin, güzeli, güzelliği de çoktur; bu güzellikleri göstermek gerektiğinden olmalı, güzel sanatların en gelişmiş dalı fotoğraftır. Hüsnü Gürsel’den İbrahim Zaman’a, Servet Sezgin’den Nevzat Yıldırım’a… Grup5’ten AFAK’a, Sagüsad’dan Adafad’a; nice fotoğrafçılar deklanşörle değil, gönül gözüyle güzellikleri resmetmektedirler adeta.
Evet, akıl kadar gönlün, zenginlik kadar cömertliğin, hicretleri kadar merhametin de şehridir.
Sağduyunun şehridir Adapazarı.
Vefanın, saygının, tebessümün adıdır.
Güzelin, güzelliğin, güzelliklerin şehridir o.
Rengin, renklerin, rengârenkliliğin adıdır.
Her gün bir sokağında destanların yaşandığı şehrin adıdır o.
Adapazarı denilince; güven istikrar ve huzur gelir akla ilkin. Ama en başta huzur.
Çünkü o Manav – Türkmen ağırlıklı bir şehirdir.
Adapazarı Osmanlıdır. Görünmeyen Dersaadet’tir.
Evet; Adapazarı huzurun başkentidir. Şeksiz şüphesiz, tartışmasız, huzurun başkenti.



Sarayevo

Alia Yüzlü Şehir
Alia yüzlü şehir. Alia özlü şehir. Alia ruhlu şehir.
Birçok şehir tarihte fetheden kraldan imparatordan sultandan almış ya adını. Peki Sarayevo da “bilge kral” Alia İzzetbegoviç’ten alamaz mı adını; değil mi ama:
Aliapolis, Aliapoli, Aliapolu, Alibolu…
Yok yok Batılı literatürle diyelim, daha iyi anlar onlar: Alia City, Alia’nın şehri. Alialı şehir. Aliacity yani.
Peki kaç tane Sarayevo var dersiniz? Kesin bir sayı size: Bir tane değil kesinlikle. Üç diyen var, beş diyen var, yedi diyen var, hatta dokuz diyen var. “On bir Sarejevo şehri var” diyene bile rastladım ben.
Nasıl mı oluyor bu; çok basit: Siz şehre hangi gözle bakarsanız o kadar Sarayevo olabiliyor.
Ben mesela, yedi döneme ayıranlardanım Sarayevo’yu: Bizden önce, biz yani Osmanlı-Türk dönemi, Avusturya Macaristan dönemi, Sırp krallığı dönemi, Tito Sosyalizmi, Savaş ve A.D yani Alia dönemi ve A.S. yani Alia’dan sonra.
Yedi dönemin de izlerini işaretlerini eserlerini görmek mümkündür günümüz Sarayevo’sunda. Latife etmiyorum, sahiden söylüyorum. Daha bu yazıyı yazmadan bir ay önce yeniden gittim yeniden gördüm.
Fatih Sultan Mehmed’in hediyesidir bize Bosna. Fatih’in emanetidir de. Hünkâr Camii o günlerden hatıradır bugünlere.
Şehrin en görkemli eseri Gazi Hüsrev Bey Camii/külliyesidir elbette. Nüfusun şehirlerin binaların kat be kat büyümesine rağmen hâlâ muhteşem hâlâ görkemli hâlâ merkezidir bu eser. Sanki “öteler”de yapılıp da “buraya” monte edilmiş ruhanî bir eser hissi verir insana. Uyum estetik diyagonal. Fonksiyon, fayda, huzur. Güzellik rahatlık derinlik. Sadece cami bölümünde değil türbesinden medresesine, hamamından hanına… tüm müştemilatında aynı ahenge aşina olursunuz.
Gazi Hüsrev Bey’in, babası Fatih ile oğlu Yavuz arasında bir sükûnet abidesi, devleti sistematize eden, baniyi-sani yani Osmanlı’nın ikinci kurucusu Sultan İkinci Beyazıd’ın kızından torunu olduğunu bilmem kaçımız biliriz. “Mal sahibine çeker” demiş atalarımız, gerçekten inanırım bu sosyolojik ve psikolojik kanuna: Her eser banisinin yani bina edenin, yaptıranın yahut yapanın ruh hâlini yansıtır bizlere, farkında olmadan. Cam kavanozda içinde olandan başka ne görünebilir ki? Gazi Hüsrev Bey Külliyesi beş asır sonra bile bugün hâlâ Sarayevo’nın gerdanlığı hükmündedir.
Anadolu’da şadırvan olarak yaygın olan şehrin meydanındaki estetik “Osmanlı sebili”, gelinlik bir kızın parmağındaki “nişan yüzüğü” kadar manalı ve asil durmaktadır bihakkın. Sebil ve külliye bugünün Sarayevo’sunda “biz”dir, “bizim”dir, “bizce”dir.
Başçarşı, Batı’nın vahşi Kapitalizmine karşı Osmanlı’nın, ecdadımızın, ahilik kültürüyle asırlardır her biri on beşer metrekarelik minnacık işyerlerinde çeşitli mesleklerden esnafa bağımsız onurlu özgür yaşama hakkı sunan muhteşem sisteminin nişanesidir hâlâ; gidip görüp ibret ve minnet duygularıyla etüt edilmelidir deriz.
İnsana soğuk, güce tapınan suratlı bazı binalar göreceksiniz caddelerde bulvarlarda: Biliniz ki onlar Avusturya-Macaristan dönemi kadar uzaktır insana.
I. Dünya Savaşı’nın fitilinin ateşlendiği yerdir mesela Sarayevo, pek bilinmez. Avusturya Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand eşi Sofia ile birlikte şehri ziyaretinde Latin Köprüsü’nden geçecek, Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip, köprü üzerinde –işin ilginç yanına bakınız– tek bir kurşunla ikisini birden öldürecektir. Kurşun Franz’dan girip çıkacak, eşi Sofia’nın karnına saplanacak kısa sürede ikisi birden can vereceklerdir. Tarih 28 Haziran 1914’tür. Bu olay büyük yankı bulacak ve ardından bütün Avrupa karışacak, savaş dört sene sürecek, yüzlerce cephede milyonlarca insan can verecek… sonrasında da üç büyük imparatorluk, Avusturya-Macaristan, Rus Çarlığı ve Osmanlı tarih sahnesinden çek (tir)ilecektir. Evet; bu hazin olayın vuku bulduğu Latin Köprüsü, şehri bir boydan bir boya dolanıp geçen Miljacka Nehri üzerinde bugün hâlâ mevcuttur ve ziyaret edilmektedir.
Sonra Sırplar yönetecektir şehri. Sonra II. Dünya Savaşı çıkacak, savaş bir gün bitecek, bugün yedi devlete bölünen Yugoslavya’nın birleştiricisi Tito tarih sahnesine çıkacak ve “yumuşak komünizm” diye de tasnif edilen bir sosyalizmle yönetecektir Sarayevo’yu. Adı geçince “birlik, dayanışma, bütünlük” kavramları akla gelen Tito döneminden bugün için iki nostaljik eser/nişane kalmış durumdadır Sarayevo’da: Biri Tito’nun meşhur balkon konuşmaları yaptığı Ferhadiye Caddesi üzerindeki muhacir sarısı renkli sarayı. Diğeri ise balkonun hemen altındaki “sönmeyen kardeşlik ateşi.”
Sonra Bosna Savaşı gelecektir akla Sarayevo’da. Buna savaş demek lügatlere haksızlıktır aslında. Sözlüklerdeki savaş ile bu olayın benzerliği yoktur. Neden mi? Savaşta cepheler olur, erkekler savaşır, tanklar tüfekler süngülerle harp edilir. Bosna Harbi böyle olmamıştır. Miljacka Nehri kıyısındaki vadilerde kurulu şehrin dört bir yanındaki tepelerine konuşlanan Sırp topları tankları sivil halkın üzerine evlere sokakları caddelere binalara dört bir yana bomba kurşun şarapnel yağdırmış, ölüm kusmuşlardır adeta. Bir yanda masum yüz binlerce can, tepelerden yağan bombalar, kurşunlar. Binlerce yaşlı genç kadın ana çoluk çocuk hayvanlar gibi parçalanacaktır bombalar altında. Taş üstünde taş kalmamacasına. İşte size modern/çağdaş Batılı Avrupa’nın savaş aklı. Bunun adı katliamdan, soykırımdan başka nedir ki.
Hilal ile Haç’ın savaşıdır aslında Bosna Harbi. Daha doğrusu beş buçuk asır sonra katliamla Haç’ın Hilal’den intikamı. Allah’tan Necmettin Erbakan adında bir yıldız çıkacak, Bosna’da bir traktör fabrikasını silah fabrikasına dönüştürecek, çaresiz Boşnak Müslümanlara biraz nefes ve umut olacaktır. Ve Türklüğün onurunu da kurtaracaktır. Yaklaşık dört yılda on binlerce masumun hayatına mal olan Bosna Savaşı bitiminde yüzyılın cennet yüzlü bilgesi Alia’ya şu sözleri söyletecektir: “Türkler ölmüş de musallaya konulmuş bile olsa, mezara konulmadıkları sürece Bosna için umutturlar.” Nitekim Bilge Kral Alia’nın vefatında kısa süre önce Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Oğlumu ve Bosna’yı sana emanet ediyorum” sözleri bu psikolojinin delili sayılmalıdır. Üzerinden yirmi beş sene geçse de bu elim savaşın, bugün Sarayevo sokaklarında bina cephelerince cami duvarlarında hatta bina önlerindeki zeminlerde “Sarayevo gülü” diye hazin nitelendirmelere konu olan kurşun ve şarapnel izleri görebilirsiniz. Unutmadan: Bu savaşta Ortodoks Sırpların katliamından, aynı dili konuştukları Müslüman Boşnaklar gibi aynı dili konuştukları Katolik Hırvatlar da payını almışlardır. Özetle, Sırplar “din ve mezhep taassubu”yla 20. Yüzyılın son çeyreğinde “amcaoğulları”nı katletmişlerdir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570166?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi Fahri Tuna
Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi

Fahri Tuna

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türkçe bin yıldır Anadolu topraklarında, altı yüz elli senedir de Balkanlar’da yaşıyor. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun; bu topraklar Türkçe ile yoğrulmuş, Türkçe ile gülmüş, Türkçe ile ağlamış. İnsanlar Türkçe doğup Türkçe ölmüşler. Şehirler de öyle tabii ki.

  • Добавить отзыв