Bozkurtun Patikası

Bozkurtun Patikası
Abdıreşit Taşov

Abdıreşit Taşov
Bozkurtun Patikası

GİRİŞ
Bir şeylerin yolunda gitmediği zaman olduğu gibi, her hangibir şeyin de olması gerekiyorsa, o şeyin olması için bin bir türlü neden ona yol açar, olay olur biter.
Gazetecilerin, diğer uzmanlardan farkı, hayatlarını, haber ve havadis kanallarının tam kaynağında sürdürüyor olmalarıdır. Olmuş, olan ve olacak olaylar, onun zihinsel eleğinde elenir. Buna, başka bir deyişle, analitik düşünme de denilmektdir. Ancak, yaratıcılık alanında çalışmak, sadece analitik fikir yürütmeyle yetinilebilecek bir alan değildir. Özellikle, edebi eserlerde, sanatsal gerçekler tasvir edilmektedir. Eserin konusunun betimlenmesi de her şekilde olabilir. Edebi konuların işlenmesi için tahminler, rivayetler, ilginç olaylar, hatta hayali ürünlere de gereksinim duyulabilir. Ancak, benim kalbimde we hayallerimde, şiir, edebi eser yazma hevesi ve özlemi gurk tavuğu gibi kuluçkaya yatmış olsa bile, o seferinde ben, sadece yazı işlerinin bana vermiş olduğu görevi yerine getirmek üzere yollara düşmüştüm…
O yıl, kış, çok sert gelmişti. Ruhsal olarak yörüklerin desteklenmesi ve davarların durumunun öğrenilmesi, aynı zamanda da bir gazeteci olarak, yaylalarda hayvanlarını otlatan çobanların hayatlarını anlatan röportaj hazırlamak amacıyla, uzak yaylalarda yerleşen çoban konaklama yerlerinden birine kadar gitmiştim. Çoban konağında dört avcıyla karşılaştım. Onlar bana, akşam çayını içerken, masalımsı hikayelerin birkaçını anlattılar. Tabii ki, avcılar övünerek konuşmayı, şişirerek anlatmayı severler. Ancak, buna bakmaksızın, onların anlatmakta oldukları hikayeler ekofantastik bır kıssanın konusunu anımsatmaktaydı…

    Yazar

Birinci avcının kıssalarından:

İri göz ile kaşın arasında
Sözün kısası…
Bu olaylar, Yeryüzünde bulunan tüm kurtların nesilbaşı olarak bilinen Bozkurt ile Gökbörünün, kadim Girkanlıların ülkesini mesken tutan dönemlerinden, tahminen, yirmi dokuz bin yıla yakın zamanın geçmesinden sonra, kurtların son nesillerinin kızışma[1 - Gäle – kurtların üreme istekleri sırasında çiftleşmekte oldukları dönem.] dönemi tamamlandığında sürüye[2 - Orda – Grup olarak yaşamakta oldukları yer.] geri dönüş yaptıkları dönemde başlamıştı.
Akhal, yatsa kalksa, böyle bir durumun olacağını düşünmek bir yana, aklının ucundan bile geçirememiştir. İri göz ile kaşın arasında…
Akhal kaçtığında kurtulan, kovaladığını yakalayan, saldırdığını yere seren, korkusuz, ısırdığı yeri koparan, cesur bir kurttu. Üstelik, sürüye önderlik etmekteydi. Güçlü görüş algısına sahip olduğundan, uzağı görmede, onunla hiç bir kurt boy ölçüşemezdi. Hatta, O, geceleri, gökyüzüne bakarak, Küçük Ayı Takımyıldızındaki ikinci yıldızın yanında, çok zor gözüken uyducuğunun beyazımsı beneğinin hanği yönde olduğunu bile ayırt edebilmekteydi. Her zaman tetikteydi, saldırdıkları zaman bozğuna uğratmayı başarabilen bir önder idi. Güç bakımından, O, on kurda karşı durabilecek kadar güçlüydü. Üstelik de, O, aslanlar, kaplanlar, sırtlanlarla uyumlu iletişim kurmuştu. Sürünün kurtları, Akhal ile birarada olmayı, kendileri için bir onur saymaktaydılar. O, hangi yöne yönelirse, sessiz sedasız onun peşinden takip ederlerdi.
Kızışma dönemini tamamlamış kurtlar, çok zayıflamışlardı. Zayıflıktan kemikleri sayılabilir durumdaydılar.
Gökyüzünde süzülen kartal, Sazaklı vadisi üzerinde bır kere döndükten sonra, kuzey yönüne doğru süzülüp gitti. Daha önceleri, Akhal, avlanmak için her zaman, kartalın gitmekte olduğu yöne gitmeyi tercih etmekteydi. Nedendir bilinmez, ama bu defasında, doğuya doğru gitmeye karar vermişti.
Akhal, dişi kurtların üçüsünü önden, onların ardından ise cüsseli hem de güclü olan kurtların üçüsünü, sonra ise yaşlanmış olan kurtların dördüsünü önden gönderip, en arkadan sürüyü izlemeye başladı. O’nun bu şekilde davranmasının nedeni, arkadan saldırılması durumunda, sürünün önderi olarak, arkadan gelecek ilk darbeyi kendi üzerine çekmektir.
Kurtlar, iki gece ve gündüz yürüyüp, uzun bir yol katetiklerinden sonra, kulan sürüsüne rastladılar. Tam o sırada, yukarıdan gürültülü bir ses duyuldu. Biraz sonra, silahlardan sıkılan kurşun sesleri, sürüp giden gürültüyü, sanki delik deşik etmiş gibi oldu. Kulanların dördüsü, durdukları yerde yere serildiler. Gürültüden dolayı korkuya kapılmış kurtlardır, kulanlar kurşun seslerini duyar duymaz, çil yavruları gibi dağıldılar. Sadece, Akhal, büyük bir devedikeninin altına uzanarak saklanmış yatıyordu. Gürültü daha da yaklaşmıştı. Akhal, sesin geldiği yöne doğru baktığında, devasa bir demir kuşun, tam karşısında, yere yakın irtifada uçup gelmekte olduğunu gördü. Bu dakikadan sonra, çok geç idi, kaçması durumunda fark edilecekti. Kurtların “Başımı saklamak için bulduğum yerde, bedenimi de saklarım” prensibine uyarak, kıpırdamadan, bulunduğu yerede kaldı. Ortalığı toz dumana katan demir kuş, yere indi. Demir kuştan inen silahlı insanlar, tellak tellak dolaşıp, avlamış oldukları hayvanlarla uğraşmaktaydılar.
Daha sonra, onların birisi:
– Biraz önce ben, bir sürü kurt da görmüştüm – dedi.
Diğeride:
– Onları, bende gördüm – dedi. – Maalesef, zamanımız kısıtlı. Yoksa, birkaç tanesini avlasak, çobanlardan “kavurmalık” alırdık.
– Tü, onların dişleride, tüyleride cinden, umacıdan korurmuş.
– Ee, öyleyse, bir daha, şöyle bir tur atıveririz.
Demir kuş havalanıp uçup gitti, bir tur attı. Tur atarken de, kurtların grup halinde kaçtıkları yerin üzerinden vardılar. Onları hiç acımadan katlettiler.
Uzaktan da olsa, bu korkunç olaya acımakla bakmaktan başka çaresi yoktu. Akhal’ın sabrı tükenmiş, dayanamaz hal almıştı. Her kurşunu yiyen kurt yuvarlanıp gittiğinde, onun kalbi yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atmaktaydı. Ancak, ellerinde ecel demiri bulunan bu insanlarla onun güycü eşit olabilir mi?
Akhal, biraz önce bile hayatını sürdürmeye hevesli, bu fani dünyanın havasından nefes alıp vermekle, özgürce dolaşan kurtları, bunlara feda etmek için peşinden sürükleyip buralara kadar getirmemişti. Işte, her şey buraya kadarmış, şimdi ise onların bazılarının derilerini yüzerek, dişlerini sökerek, tüylerini de yolarak götürmektydiler.
“Hayır, insanlaryn keyfı davranmalaryna yol verilemez. Yol verilir ise, onlar yakın zamanlarda kurtların neslini tüketebilirler. Kan davası, insanlardan önce, kurtlarda ortaya çıkmış bir davadır. Ecel demrinin kurbanı olan o kurtların intikamının alınması gerek!”
Akhal, aç olduğunu bile unutarak, demir kuşun uçup gitmiş olduğu yöne doğru atıldı. Ancak, uçsuz bucaksız çölde kendisine dair herhangi bir iz bile bırakmadan kaybolup gitmişti demir kuş. Sanki, demir kuş Aya uçmuş, buhara dönmüş gibiydi. Onun yerine, Akhal, çok uzaklarda bulunan bir çoban konağını gördü. Rüzgaryn esmekte olduğu tarafın ters yönünden yaklaşarak, bir koyunu sırtına kondurup kaçmaya başladı.
Demir kuşunda bulunan insanlar, er veya geç, buralara gelirler ümidiyle, Akhal etrafta gezinmeye başladı. Günlerın birinde, O, çoban eşeğinin üzerine yatay atılmış kurt padalyasını gördü. Onu hemen tanıdı.
“Bu O idi. Çıpar’ın ta kendisiydi. Ayakları, uçlarından bir araya bağlanmamıştı. Neden kaçmıyor ki? Ya da gururuna mı yediremedi de öldümü acaba?”
Akhal, olup bitenlere aklı ermeden bakadururken, kara keçeden yapılmış çadırdan, yani kara evden çıkan bir insan eşeğine binerek, bir koçu da sırtına bağlayarak, yürümeye başladı. Akhal da uzaktan dolaşarak, onun peşine düşmeye başladı.
Kurtlar kesinlikle, gündüzlerine bir yerden başka bir yere gitmezler. Gündüzlerine saklanır, gecelerine gezerler. Akhal ilk kez kurtların bu geleneğini de bozmuş oldu.
Kurtlar, genelde kızışma dönemleri karşılaşmazlar ise, insanlara saldırmazlar. Çölün seyrek olan bitki örtüsünden yoksun sahalarında olmasına bakmaksızın, Akhal bu kuralı da ihlal etti. Eşekli kişinin peşinden yetişerek, ona saldırdı. Zavallı eşek, kurdu görür görmez, kulakları ile gözlerini kapatarak, kıçını kurda doğru çevirip duruverdi.
Eşekli kişi, kurdu görür görmez, Çıpar’ın padalyasını Akhal’ın önüne fırlatıverdi. Daha sonra, eşek ile koçu da bırakıp, arkasına bile bakmadan yayan kaçmaya başladı.
Akhal, Çıpar’ın yerde yatan padalyasını koklamaya başladı. Onun vucudundan nefes kesen ağır bir koku gelmekteyd. Çıpar’ın vucudunda, hayata dair bir belirti duyamadıktan sonra, Akhal eşek ile ilgilenmeye başladı. Arkasına bile bakmadan kaçıp giden korkağı kovalamayı aklından bile geçirmedi. Cünkü bu korkak, demir kuşundaki silahlı insanlara benzemiyordu. Eşegi beyaz kemikleri kalana kadar kemiren Akhal, tekrar Çıpar’ın yanına gitti,Çıpar’ı ayağa kaldırmaya çalıştı. Olmadı. Çıpar’ın bedeni sertti. Ama, hareketsiz idi. Akhal, Onun hiçbir şekilde hayat belirtisi vermemekte olduğunu bilse bile, ona göre, birden bire ayağa kalkarak, yürüyüp gidiverecekmiş gibiydi. Zavallı Akhal, Çıpar’ın derisinin çürümüş saman ile doldurulmuş padalya olduğunu nereden bilsin?!
Zavallı Akhal, O, şimdi kalkar, birazdan kalkar diye, Çıpar’ın yanında uzanıp yatıverdi. Koçun kalbi ile akcirini ve karaciğerini Çıpar’ın ağzının yanında koydu. Banamı bile demiyor, Çıpar onu yeme bir kenarda dursun, hatda koklamaya bile çalışmadı.
Dünyaya gelmiş, gözlerini açmış, her şeyi görmeye başlamış olduğu günden bu yana, geçmiş olan onüç yılda Akhal bunun gibi duruma hiç rastlamamaıştı. O, ön ayaklarının pencelerı ile kumlu toprağı kazıyarak, Çıpar’ın padalyasını çukura indirdi. Sonra üzerini kum ile kapatıp, Kulanlı vadisine doğru gitti. Gece uzaktan “kurt çekmek” gelenegi yerine getirilmiş olan çoban konaklama yerini gürdü, “Hiç yoksa, buralardan demir kuş hakkında haber veya bilgi edinemezmiyim?!” diye aklına gelen fikre uyarak, bir zamanlar saklanmış olduğu yere uğradı.
Kurtlar bir kere uğramış oldukları yere, izlerini rüzgar yitirene kadar bir daha uğramazlar. Akhal, ister istemez, üçüncü kez, kurtlar için katı kural olan bir kuralı daha çiğnedi ve “artık saklanayım” diye öne doğru atlamış olduğu anda, ne olduğunu bilmediği bir şey şak diye ses çıkarmış gibi oldu. Ancak o sesi duymuş olduğu anda O, ön sağ ayağının kapana kıstırılmış olduğunu anlaya bildi. Ayağını kapandan kurtarmak için her yolu denedi. Olmadı. Gökyüzü ile zeminin arasının o denli geniş olmasına rağmen, onun için şu anda içinde bulunmakta olduğu durum dikkate alındığında, o genişliğin, dar bir kafesin kaplamakta olduğu alanından farkı yoktu.
Kurdun hayatı özgürlüktür denildiği gibi, O, özgür olarak dünyaya gelmişti. Özgür olarak da hayatını sürdürmüştü. Artık, şu andan itibaren bir ayağının kapana kıstırılmış olmasından dolayı, hiçbir yere kıpırdanamadığı, hiçbir yere gidemediği için kendini oradan araya atıyordu.
Akhalın sabrı tükenip, beklecek durumu kalmadıktan sonra, kapanı sürükleyip gitmeye çalıştı. Kapanı zincir ile birleştiren halkanın diğer ucunda tuğladan biraz büyük demir tokmak vardı. Demir tokmak da onun ile beraber sürükleniyordu. Üstelik de, ayağının acısı kalbini sıkıştırıyor, bedenin her yerini sızlatıp, dayanamaz hal almaktaydı. Kuvvetten kesilmiş Akhal, bu şekilde uzaga gidemeyeceğini anlayıp feleğini şaşırmak üzereydi, pes edercesine, birden bire başı aşak, ayakları havada yere yığıla kaldı, bu vaziyette durumdan kurtulmanın çaresini aramaya başladı. Onun için iki yol vardı. İlki, kısmette varmış diyerek, kapan sahibinin gelmesini beklemek. Ancak, bu şekilde davranmak, ölümü kabullenmekten başka bir şey değildi. Bu durum Çıpar’ın padalyasını, onun hareketsiz yatışını gözünde canlandırdı.
İkincisi ise, canına kıyarak, kapana kıstırılımış ayağını kendi dişleri ile kemirip, bu naletli yerden bir önce uzaklaşmaktı. Akhal, ikinci yolu seçti. Ancak, kendi ayaklarını, kendi dişlerin ile kemirerek koparmak kolay mı? Hele de o ayakların her birinin bir kurt için ne kadar zarur olduğunu çok iyi biliyordu. Boşunamı, Yüce Tanrı, kurtları dört ayaklı olarak yaratmış! Ayaklar sağlamken, kaçsan kurtulmak, kovalasan yakalamak kolay. Kurtların hayatı, ayakları üzerine kurulmuş bir hayat zaten. Nede olsa, üç ayakla da hayat sürdürülebilir. Ancak, derini yüzerler ise, hayat orada bitiyor demekdir. Bir kere daha, Çıpar’ın fal taşı gibi açılmış gözleri, sertleşmiş padalyası gözünün önünde canlanıverdi. O anda, O’nun damarlarında, hayatta kalma hevesiyle beraber, gurur duyguları uyandı. O duyguyla, kapanın dişlerinin arasında sıkışakalmış ayaklarını, keskin dişleriyle kemire kemire, kapandan kurtuldu. Böyle yapmakla, O, sadece ayagını kapandan kurtarmış olmakla kalmayıp, bunun ötesinde, kendi hayatını tehtit altında tutmakta olan tehlikeden de kurtarmayı başarmıştı.
Üç ayak haliyle, kapandan biraz da olursa arayı açtıktan sonra, kanı akan ayağını kumun içine sokarak, epeyce bir süre kuma gömülü sakladı. Sonra, Sazaklı vadisine doğru gitti.
İstenmeyen olaylar oldu. Bu av seferi, talihsizlikle başladı, bedbahtlıkla bitti. Geçmiş geçmişte bırakılıp, unutulamaz. Geçmişin girdabında boğulmuş tüm başarısızlıklar ve bedbahlıklar, hayatın acımasızlık dersinin ta kendisidir. O derslerden almış oldukların, kalbinde asılı kalmış birer derde dönüştükten sonra, nasıl edip de unutabilirsin ki?
Gelecekte neler bekliyor? Kim bilir ki?
Birkaç gün evvelisine kadar, böyle bir durumla karşı karşıya kalabilecekleri, Akhalın, yatsa kalksa, aklının köşesinden bile geçebilir miydi? Hayır. Hayat tümüyle rastlantı ile nedenlerle dolu.

“Bir ayagın nerede?”
Vadide, gözle görülebilir ufukta, herhangi bir canlıya veya yaratığa rastlamadıktan sonra, Akhal, küçük bir tepeye çıkarak, yüzükoyun yatıp, Küçük Ayı Takımyıldızlarına bakarak; “Ben varım. Ben geldim. Kim var?” diye, kısa kısa uludu. Bir yerlerden Garamen ile Yelbörü, Garaguyruk ile Çalbörü, Altıbarmak ile bir genç börüden oluşan üçlü çıkarak, tepenin önünde, kıçlarını yere koyup, beklemeye başladırlar.
Demek, Çıpardan başka da bir kurt daha eksik. Ona ne olmuş olabilir acaba?
Onlar, bu tarzdaki duruşta uluyarak, acımasız avcıların ecel saçan kurşunlarının kurbanı olan kurtların ağıtlarını yakmaya başladılar. Bu durum, Küçük Ayı Takımyıldızlarından, her bir kurdun gözüne, birer ışın gelip yetene kadar devam etti. Yedinci ışın, yatay bir çizgiye benzeyerek, çok uzaklara kayıp gitti. Demek ki, nerelerdedir bir yerlerde, bunların ağıtına katılmakta olan yine de bir kurt olmalı! Onada şükürler olsun!
Daha sonra, Akhal almış olduğu pozisyonunu hiç bzomadan, sürü arkadaşlarına seslendi:
– Demek ki, demir kuşun sesi, ecelin sesini gümbür gümbür yaymakta olan ecel çığırtkanının sesiymiş. Ondan kaçıp kurtulmak da mümkün değil. Onu kovalayıp da yakalayamazsın. Göklere doğru havalandıktan sonra, nokta haline gelerek, gözlerden kaybolup gidiyor. Ona karşın, tetikte olun!
– Biz, her zaman, tam da ecelin burnunun dibinde hayatımızı sürdürmekteyiz – diye, Garamen memnuniyetsizliğini dile getirdi. – Sen kuralları ihlal ettin, bunu biliyor musun?
– Biliyorum.
– Biliyor isen, söyle bakalım! Neden sen, bu sefer, bizi, kartalın bize göstermiş olduğu yön olan kuzeye değil de, doğuya doğru götürdün?
– Ben, Gün doğusu rüzgarinin esintisinde, kulanların tezeklerinin kokusunu aldım.
– Tezeğin kokusu, karın mı doyurur. Avumuzu bile iki ayaklı mahlukatlara aldırdın. Üstelik de birkaçımızı kaybettik.
– Tilkilerin, çok iyi bir atasözü vardır: “Bin tür hile vardır, ama, en iyisi gözükmemektir”. Korkacık kemeler gibi “sagınıza, solunuza, arkanıza bakmadan kaçmaktansa” ipin ucunu kaçırmadan, kaçma yerine her biriniz kendi yerinizde saklanıp yatsaydınız, belki de iki ayaklı mahlukatlar sizi görmeyede bilirlerdi.
Akhal haklıydı. Garamen ne diyeceğini bile bilmeden sustu kaldı, tam da onun dediklerini kabul etmekte olduğunu bildirecekti ki, Akhal ayakları üzerine kalktı. Onun üç ayak üzerinde durduğunu gören kurtlar paniğe kapıldılar.
– Ya, baksana, senin bir ayağın nerede ya!
– Nasıl oldu da sen bu hale düştün?
– Ne oldu ki?
– Sag ön ayagın nerede?
Akhal, sürülerinin kanını almak için demir kuşun peşinden gittiğini, çobanların konaklama yerrinde eşeğe yüklenmiş Çıpar’ını gördüğünü, ondan sonra olup biten olayları, kapana kıstırılmış, ayağını kemirip buralara kadar nasıl geldiğini anlattı.
Eskiden beri, önderlik kavgası ile tutuşmuş olan Ga-ramen için, Akhal’ın üç ayak kalması, talihinin yar olmasıydı. Bu sefer, onun sesi kararlı bir şekilde yükseldi.
– Sen sadece ayağını değil, uyanıklığını bile kaybetmişsin. Hem çölün, hem de kurtların hayatlarındaki kuralları çiğneyerek, sürüyü talihsizliğe uğratmış oldun. Ensende kudret kılının bir tanesinin var olmasına bakmaksızın, sen bundan böyle sürüye önderlik edemezsin! Aslında, senin üç ayaklı halinle, topallayarak, sürüye geri gelmen bile tehlikeye davet çıkarabilecek bir durum. Kapan sahibinin senin izini takip ederek, yarın bu yerlere kadar gelmeyeceğine kefil olabilir misin? Sen, bir kere daha, bizim üzerimi-zede tehlikeli bir dehşetin kara bulutlarının dolaşmasına neden olacaksın.
Akhal sesini çıkarmadı, tepeden aşağıya doğru inerek, inine girdi. Onun bu davranışı, “önder olmak istiyorsan, işte sana tepe, çık tepeye, önderliğini yap” demesi anlamına gelmekteydi. Onun üç ayakta tepeden inerek, inine doğru gitmekte olduğunu gören kurtların bazıları, bu duruma üzülmüşlerdi, bazıları ise kayıtsız bir tavırla bakmışlardı. Garamen ise “gözün kör olsun” diye, karanlığın içinde kaybolup gitti.
Gerçekten de, kapan sahibinin, Akhal’ın izini takip ederek, her anda burala kadar gelmesi mümkün idi. Bunu Akhal de anlıyordu. Hayır, O, sürü arkadaşlarına sığınmak ya da yardım istemek için gelmemişti. Onun amacı, hanği kurdun diri kalmış, hangisinin ölmüş olduğunu bilmek, nihayetinde ise, az da olursa istirahata çekilip, kendine gelmesi önemliydi.
Her ne olursa olsun, kendisi haricinde altı kurdun hayatta olduğunu kendi gözleri ile gürdükten sonra, yüreği rahatlayarak, üzüntü ve kaygısı azalmış gibi olmuştu. Ancak, Garamen başta olmak üzere, sürü arkadaşlarının onu bu halde bırakıp gitmiş olmaları aklına geldikçe, yine de yüregi sızladı. Hatta kızışma döneminde iken, rakiplerinin başına salmış olduğu belalara karşı korkusuzca direnip, kendi sürü arkadaşlarına ağız urmaya mejbur kalarak, damgasını koruyan ve canıciğer arkadaşı olan Çalbörü bile onun bu durumda olduğunu göre göre, acısını paylaşmadan, Garamen kurdun peşine takılıp gitti.
Akhal, hayatında ilk kez, kendisini yalnızlıkta hissetti. Az bir zamanlık olsa bile, ruhu onu terk edip gitmiş gibi oldu.
Yer ile gökyüzü arasındaki boşluk, etrafta her yeri sarmış olan çöllük alanlar onun için anlamsız bir boşluk haline geldi. Uzaklardan bile farkedilebilen, her tarafa ferahlık yayan tülsorgucu, kızışma dönemine girmiş börü gibi nazlı sözenler, kara çadır gibi havalanarak gözüken saksavullar onun durumuna anlayışlı bakıp, acısını paylaşırmışcasına yavaşça başlarını sallamaktaydılar.
Eğer, dünyada kötü birşey var ise, bu yalnızlıktır. Evvelki günlerde olduğu gibi vücudu saglam olsaydı, o zaman bu durum pek fazlada farkedilmez, kendisini bu kadar da hissettirmezdi. Vücudunda eksik bir uzvun olması ve bu durumun etkisi, dünyadan ümidini kestirmekte olan hastalığa bile “bir kenara çekil” dedirebilecek durum halini almakta. Ne yapabilersin ki? Kurtların hayatı bu! Çölün acımasız kurallarının birisi de bu şekildedir. Sürüde iş göremez duruma geldin mi, işin burada bitmiş demektir. Seni bırakır giderler. Evet, sakat isen, kıymetini bilmezler. Işte, bu gerçeği ise idrak etmiş, göz yetirmiş oldum!
Her başarısızlığın bir başarıya götürecek, her bedbahtlığın bir bahtiyarlığa erdirecek, her kötülüğün bir iyilik getirecek, her bir şerrin hayıra vesile olacak, her bir zararın bir yararlı tarafı da olacaktır. Karanlık aydınlığın olabilmesi için vardır, yoksa nasıl olur da karanlıkla aydınlık yerlerini değişebilir. Öyle olsa bile, bir kurdun üç ayağı ile baş başa kalmasından kötü daha ne olabilir?! Oysa, bunun iyi olan tarafının olacağına ümit var mıdır?
Herne de olsa, O, bir ayağını kurtarmakla kendi canını kurtarmış olmasına, kapan sahibini ucuz atlatarak kurtulmuş olduğuna şükretmekle, kurt ahalisinin nesilbaşı Bozkurdu yad etmekle, ininden çıkarak, vadideki saksavul ormanlığının derinlerine doğru daldı. Onun peşinden gelip, bu ormanlığa girebilecek yürekli avcı olamaz.
Akhal, her yana dallanıp budaklanmış olduğundan dalları bir biri ile içi içe geçmiş saksavulların arasında kendisi için uygun bir yer seçtikten sonra, yan yattı. Bir şeyler arıyormuş gibi, saksavulların iğneli dallarının arasından gökyüzüne baktı. Kuzeyden güneye doğru ilerleyen, gökyüzünün büyük bir bölümünü kaplayan bulutların arasında yüzüyormuş gibi gözüken dolunay, ona acıyarak bakıyor gibi gözüküyordu. Akhal’ı yalnız bırakıp gitmiş olan sürü arkadaşlarından, şuanda gökyüzünde bulunan ay ona daha yakındı.
Işte, öylesine bir durumda üç kışı, dört yazı tenha geçirdikten sonra, Akhal, üç ayak haliyle, yavaş yavaştan, dağa doğru yöneldi. Onu, sakatlığın ıstırabından, yalnızlık derdinden bile beter gurur atlı ateşin sıcağı kasıp kavurmaktaydı.
Kovaladığını yakalayan, kaçtığında kurtulan, ısırdığı yeri koparan, her zaman sürüye yol gösteren önder için onun şu andaki durumunda her günü işkence dolu kıyamet günü gibiydi.
En basiti, tavşanlar ile kemeler bile ondan kolaylıkla kurtulabiliyorlardı. Nedenine gelince, onların dört ayağy da sağlamdı.
Kalbine ateşten hançer gibi saplanmış gurur meselesinin ateşi, ulaşabileceği haddine ulaşmış olan Akhal, bu saatten sonra, çekmekte olduğu o ıstıraplar ve ağır külfetten kurtulmak için dağa doğru gidiyordu. Ileride gözüken yamacı aşabilse, O, ömür yolunun son menziline ulaşmış olacaktı.
Silahla vurularak ya da yakalanarak öldürülmüş olmadığı sürece, bu güne kadar, hiçbir yerde, hiçbir insan, kurdun ölüsünü görememiştir. Kurtlar, kendi eceli ile öleceği zaman, kendi leşini saklayabileceği bir yer aramaktadırlar. Akhal de bunun gibi yer olarak kendisi için dağı seçmişti. Onun en son amacı, yamacın arka tarafındaki dağın tepesine çıktıktan sonra, orada bulunan uçurumdan kendisini atarak, gövdesini gözlerin göremeyeceği bir yere saklamak idi. Ancak, o kadar yükseğe çıkabilmek için Akhal’ın az bile olsa dinlenmesi, kendisini toparlaması gerekmekteydi. Onun için de, sıra sıra olarak, uzanıp gitmekte olan dağın eteğindeki büyük taşın altında uzandı. Başını öne doğru uzatmış olduğu sol ayağının üzerine koyarak, kestirmeye başladı…
Bir baktığında, tam da karşısında devasa gövdeli Bozkurt duruyor, kendisi de direkt olarak Akhal’e bakıp duruyordu. O şekilde bakarak durdugu gibi de: “Tenini terk etmiş ruhunu geri getirdim. Bundan böyle, tenin ruhuna kara leke düşürse bile, kasasa kadar ruhun tenini terk etmeyecektir! Kalk yerinden! Düş peşime!” dedi.
O anda, Akhal’ın bedenine yeni br güç gelmiş gibi oldu. O, kolaylıkla ayağa kalktı. Bozkurdun peşinden gitmeye başladı. Yolda karşılaşmış oldukları tüm canlı varlıklar onlara el pençe durup selam vermekteydiler.
Bozkurt, Aladağın etegine geldiklerinde yürümeyi kesti.
“Bak, işte orada, Kartalın yuva yapmış olduğu kayanın dibinde bir magara vardır. O magara, kadim zamanlarda, benim magaram idi. Onu, sana veriyorum. Sen, o magarada yaşayacaksın. Aybörü ile benim mirasçımı dünyaya getireceksiniz. Aladağın öteki tarafına doğru giden bir patika bulunmaktadır. O, benim patikamdır. Müddetin dolduğu anda, benim patikam ile Yedikayanın birinci kayasına çıkarsın. Oradan ise, bizim Ebediyet mekanımıza bir atlama mesafesi kadar menzilimiz vardır”.
Akhal ondan “Akbörü nerede” diye sormak istemişti. Ancak, ağzı yerine gözü açıldı. Bir baksa, ne Bozkurt var, ne de magara.
Sıra sıra dizilerek yatan taşlar, hiçbir şey olmamış gibi, çok rahat duruyorlardı. Gökyüzünde bulunan bulutlar ise, yerlerini değiştirerek, nereleredir bir yerlere gitmişler. Oradaki yamaçta dolunay, ışıldayan, sayılamayacak kadar yıldızların arasından, gecenin karanlığına hükmünü yürütmek ile ışık saçmaktaydı.
Akhal, bulunduğu yerden kalktığında, ön sağ ayağının olmadığını unutumuş, az kalsın düşmüştü. Kendini ele aldıktan sonra, Bozkurt ile rüyasında geçmiş olduğu yolu takip edip, Aladağa doğru yola koyuldu.

Aybörü
Kurtlar için geçerli olan tarza uygun olarak, Akhal gündüzleri barınabileceği korunaklı bir yer bularak, saklanıp yatmaktaydı. Orada bulunduğu süre içinde, sabahları, Kartalın nereden uçup geldigini, akşama doğru ise ne tarafa süzülerek uçup gittiğini dikkatli bir şekilde izlerdi. Karanlık basmaya başladığı anda, gündüz vakti, Kartalın uçarak gitmekte ve gelmekte olduğu yönünde yerleşen yıldızların ışıltılarından ugur alıp, yolunu kat etmeye başladı.
Üç ayak olmasından dolayı, ayaklarını sürükleyerek yürümekteydi, dağa kadar olan mesafe ise, onun için sonu gelmeyecek bir yol olarak gözükmekteydi. Yazık oldu, bir ayağın eksik olmasına! Dört ayağını yere basabilseydi, Ak-hal yol katetmeyi hiç de dert etmezdi. Zaruriyet olduğu zaman, Onun, bir gecede yüz kilometreden de uzun bir yolu geçmişliği olmuştu. Yazık, o dönemler, kendi ayaklarının kıymetini bilememişti. Yatarken, başını ayağın üzerine değil, ayağını başın üzerine koyarak yatması gerekmiş meğer.
“Canlı varlıklar öyle bir mükemmel yaratılmışlar ki, onların hiçbir şeyinde ne eksikleri var, ne de fazlalıkları. Her uzvun kendi yeri var. Kuşun bir kanatı olmasa, uçamaz, kuyruğu olsmaz ise inemez. Dahası kuşların iki ayakları var. Eğer bir ayağından mahrum bırakılırsa, onların Allah yardımcısı olsun! Bizim ise dört ayağımız var. Birisi eksik olsa bile üç ayakta yürüyebiliyorus. Buna da şükür ediyorum!”
Akhal, yedinci geceyi de yolda geçirdikten sonra, bir sonraki günün sabahı, göge kadar yükselmekte olan dağların sıra sıra uzayıp gidişini, tepelerinin üzerlerinin beyaz karlar ile kaplanmış olduğunu gördü. Ona yaklaşmış olduğunu sandı. Ancak, yaklaştıkça dağ uzaklaşmakta ve daha da yükselmekteydi.
Nihayetinde, dağa kadar ulaştı. Araya araya Kartalın yuvasının yerleşmekte olduğu kayayı buldu. Aşağıda ise, önünde büyük taş olan eski magara gözükmekteydi.
Magaranın içi karanlıktı. Taze etin kokusu burnuna geldi. Ancak o zaman, günlerdir aç kalmış olduğunu anlayabildi. Epey gündür aç dolaşmakta olduğunu anladı. Yassı taşın üzerinde dağ koçunun bir budunu gürdükten sonra imreniverdi. Ne kadar yemek istese bile, Akhal ona dokunmamak için kendisini tuttu. O, hiçbir zaman, kendisinin avladığı avdan başka av yememişti.
– Yiyebilirsin, o senin için – diye ses duydu.
– Sen kimsin?
– Ben – Aybörü. Senin kısmetin. Bozkurt, seni, burada beklemem gerektiğini tembihleyip gitti.
Magaranın içi biraz olsun aydınlanmış gibi oldu. Ak-hal, magaranın derinliğine baktığında, güzel bir kurdun kendisine baktığını, ancak o zaman görebildi.
– Nesilbaşımız Bozkurda, Yüce Tanrının lütfu olsun!
– Evet, hepimize birlikte olsun! – diye, Aybörü magaranın derinliğindeki geçitten geçerek, ileriye doğru gitti.
Akhal, o magarada, Aybörü ile iki yıl beraber kaldı. Onların üç eniği dünyaya geldi. Birisi köpek, ikisi kancık. Erkek kurdun başının arka tarafında üç adet gümüş renkli tüyü vardı. Akhal, onların farkına bile varmamıştı. Aybörü ise, günlerin birinde, o tüyleri yalayarak:
– Görüyor musun? Sende bir tüy var ise, senin mirasçında üç tüy var – dedi.
– O, üç kıtanın kurtlarının önderi olur. Bunun ise, zamanı geldiğinde beş adet gümüş renkli tüyü olan mirasçısı dünyaya gelir.
– Ya, insan neslinin, bize karşı olan düşmanca tutumu, aynı şekilde devam ederse, o zamana kadar kurtları katledip, neslini tüketmezlermi?…
– İnsan nesli, kurda verilmiş emanet hayatı alıp, kendi eğemenliği altına soktuğunda, kendisine ait olan gelecekteki hayatının, dağ parçası gibi kısmını kaybedecektir. Onlar, er veya geç, bu gerçeği, idrak etseler gerek?!
Akhal, başını aşağıya doğru eğdi.
– Ey, Aybörü! Aybörü! Gerçeği idrak etmek isteyen insan, ilk olarak, gaflet uykusundan uyanmalıdır. Onlar, yarı uyur yarı uyanık halde yaşamlarını sürdürmekteler.
Aklı başında, bilinç sahibi insanların burunlarının dibinden az ötedekiyi bile görmekte olduklarını sanmıyorum. Durum böyle iken, sen onlardan ne bekleyebilirsin ki?
– Biz, Bozkurtun aracılığıyla, İnsan nesli ile anlaşabiliriz. İşte o zaman, Gökbörünün, Göktürklere vermiş olduğu davarları da geri alırız. İnsanlar ile de, canlı varlıklar ile de, büyük bir aile misali, uzlaşma içinde birlikte yaşıyabiliriz.
Akhal, böylesi bir hayatı göz önüne getirmeye çalıştı. Başaramadı. Onun yerine, Kulanlı vadisine, demir kuşa binmiş insanlar geldiklerinde, grup halinde kaçmakta olan kurtları acımasızca katledişleri, sonra ise Çıpar’ın padalyasını eşekli insandan geri alışı, onu kuma gömerek defnedişi göz önünden birer film şeridi gibi geçti. Kalbinin kan aglayarak, erimiş olduğunu hissetti. Lime lime erimiş kalbinin bir köşesinde, belirsiz bir korku belirdi. Diğer bir köşesinde ise, onun peşinden gelen kurtları katleden insanlara karşı nefret duygusu uyandı.
Aybörü onun içinde bulunduğu durumu anlamış gibi ona şöyle dedi:
– Nasıl da kurtlar birbirinden farklıysa, insanlar da o kadar bir birinden fasrklıdırlar. Birisi merhametliyse, diğeri – vurdumduymazdır. Birisi akıllıysa, diğeri – ahmaktır. Birisi cesurdur, birisi – korkak. Kimisi güyçlüdür, kimisi – cansız. Bazısı tokgözdür, bazısı açgöz. Ama, gelecekte herşey çok güzel olacak.
– Nasıl?
– Ne zaman ki, insanlar merhametsizlik neşterinden kurtulup, ahmaklığın çamurundan, korkaklığın pisliğinden, cansızlığın dışkısından, açgözlük belasından arınmayı başardıkları zaman, herşey kendi rayına oturacaktır.
– Böyle olacağını nereden biliyorsun?!
– Bu kadarını da bilemeyeceksem, bana Aybörü mü diyecekler?
– Bana bir şeyi söylesene! Sen, gerçekten de Aydan mı geldin?
– Ben, nereden, nasıl geldiğimi bilmiyorum. Ancak, bildiğim bir şey var, o da, henüz enikken, anne aslanın sütünü emerek büyüdüğümü biliyorum.
– O aslan şu anda nerede?
– O, ebediyet mekanına gitti.
– Onun nesli yok muydu?
– Var idi. Onlar batıya doğru gittiler.
– Sen neden onlardan ayrılarak buralarda kaldın?
– Seni bekledim…
– Evet, benim geleceğimden, senin önceden haberin olmalıydı. Yoksa bu civarlarda başka kurt varmı ki?
– Biliyor musun? Bu magara, kadim dönemlerde, Bozkut ile Gökbörünün yaşamış olduğu magaraydı. Bu magaraının bittiği yerde, Bozkurtun patikası başlar. O patika ise, Yedikayaya kadar götürür. Yedi yılda bir kere, Bozkurt, kendi patikasıyla yürüyerek buraya gelir ve gece yarısından sonra, Yedikayaya çıkarak geri döner.
– Sen bunları bana neden anlatıyorsun?
– Senın, bu magaranın basit bir magara olmayıp da, kutsal bir magara olduğunu bilmen, dahası senin seçkin bir kurt olduğun için…
– Acaba, üç ayaklı kurt seçkin kurt olabilir mi? Evet, daha önceleri dört ayağımın herbirisi yere basarken, gerçekten de, ben seçkin bir kurt idim.
– Ensendeki gümüşsü tüy nedir?
– Sakat bacağı eski haline getirmedikten sonra, onun gibi kırk adet gümüşsü tüyün olsa bile, onların ne faydası olabilir ki?
– Böyle deme! Gümüşsü tüyler, senin, Bozkurdun mirasçısı olduğun kanıtı anlamına gelmektedir. Ensende, böyle bir tüyün var olduğundan dolayı, sen, bu magara-da kalmaya hak kazanmış oluyorsun. O tüyün var olması, Bozkurdun ruhunun, ikimizi kavuşturmasına vesile olmuştur. O gümüşsü tüylerin kereminden dolayı, ensesinde böyle tüylerin üçüsü olan eniğimiz dünyaya geldi. Sende on kurdun gücü var ise, onun otuz kurdunku kadar gücü olacaktır.
Akhal, öylesine bir güyce sahip olacak eniği ile gurur duydu. Onu kokladı. Sonra ise yalamak istedi. Tüyler oldukça sert idi. Üstelik de sivriydiler. Az kalsın, onun dili dilimdilkiç olacaktı. Iyi ki, zamanında dilini geri çekmeye yetişmişti. Dilinin kanlar içinde kalan kısmını, somağına sürterek, az da olsa rahatladı.
– Bizde, Azrail’in tüyünün olduğunu biliyordum. Ancak, balık sırtı gibi bu kadar sert tüyler olduğunu bilmiyordum – diye, Akhal magaranın girişine daha yakın yerde bulunan taşın etrafından üç kez dolaştıktan sonra, taşa çıkarak üzerinde yattı.
– Kurtlarda var olan tüm tüyleri, bize, Azrail’in peşkeş çekmiş olduğu tüylerdir. Işte, bundan dolayı da, bizim eniğimiz, üç yaşına geldiğinde, üç gümüşsü tüyün kudreti sayesinde, kurtların önderi olacaktır.
– O nasıl bir mucize?
– Bozkurt, onu yanına çağırana kadar, ecel ona yaklaşamaz.
– Gel, o zaman, ona bir isim verelim! Eğer, O, otuz kurdun gücüne sahip olacak ise, “Ot” olan ilk iki harfi çıkarıp, “uz” olan son iki harfa “Kurt” kelimesini ekleyelim, böylece “Uzkurt” olur.
– Peki, senin dediğin gibi olsun! – diye, Aybörü, Akhal’ın söylediklerini kabul etti.
Böylece, mirasçı eniğin adı Uzkurt oldu. O, günden güne büyümekteydi.
Gündüzleri, magaranın içinde geçmesi çetrefilli olan yerlerden bile geçerek çok uzaklara giderdi. Bir keresinde O, iki gece gündüz ortalıklarda gözükmedi. Üçüncü güne girildiğinde, sanki birsi onu takip ediyormuşcasına koşuşturarak geldi. O olaydan sonra, onu pek fazla da gözlerden uzak kalmaması için takip etmeye başladırlar. O olaydan sonra, birkaç gün geçirdikten sonra, O, geceleri magaradan çıkarak kıra gitmeye başladı. Bir gün, tanyeri atmaya başladığında, kendisinden daha büyük bir tavşanı sürükleyerek getirdi. Akhal ise ona yakalamış olduğu avunu sırtına atarak getirmeyi öğretti. O gün, O, henüz yirmibeş günlük bir yavruydu.
Uzkurdun dünyaya gelmiş olduğu günden bu yana henüz bir ay, yani otuz gün geçmişti ki, Aybörü, Akhala şöyle dedi:
– Sen onu götür. Ona avlanmayı öğretme zamanı geldi. Ancak şunu unutma ki! Eğer, Uzkurt, ansızın insanların eline düşer ise, sen onu kurtarmak için hiçbir zahmete katlanma. Kendini kurtarmanın çaresine bak. Uzkurt özgürlüğü hiçbir şeye değişmez.
Onlar beraber magaradan çıktıklarında, güneş batıp, karanlık çökmek üzereydi. Kartal üç kere havada süzülerek, yüksek sarp kaya üzwerinde bulunan yuvasına iniş yaptı. Uzkurt dünyaya gelmiş olduğu günden buyana, kartal her gün hem sabahın erken saatlerinde hem de akşam vakti süzülerek magaranın üzerinde üç kez uçuyordu. Bu onun, Bozkurtun nesli ile sergilemekte olduğu dayanışma belirtisiydi. Akhal kayaya bakarak, Kartala minnettarlık bildirmekte olduğunu bildirercesine kısaca bir uluma yaptıktan sonra, Uzkurt ile yoluna devam etti. O seferki gidişte ikinci gece, tan atarak tilki kuryuğu kadar olduğunda, onlar Börüsay’a vardılar, yürümeyi kestiler. Akhal, yüksek bir saksavulun altında kısa bir şekelrleme yaptı. Uzkurt ise yorulmayı, üşenmeyi bilmiyordu. Akhalın yüzükoyun yatmakta olduğuna bakmaksızın, tavşanların ayak izlerini koklayarak, ayaklarının keyfine baktı. O gidişte, Çöl Varanı ile karşılaştı. Oflamaya puflamaya benzer ses çıkararak şişmeye başlayan Çöl Varanı, her ses çıkardığında kuyruğunu pat diye yere vurarak, sanki Uzkurdu diri diri yutacak gibiydi. Korkmanın, ürkmenin ne olduğunu bile bilmeyen Uzkurt tüylerini kabartarak onu tehdit etti.
– Neden şişmiş, önümde duruyorsun?! Çekil yolumdan!
Çöl Varanının onun yolundan çekilme niyeti yoktu. Ama, arkadan gelen üç ayaklı büyük kurdun sevimsiz yüzündeki ürkütücü suratını gören Çöl Varanı kurt eniğini korkutma düşüncesinden vazgeçip, kendi yoluna gitti.
Akhal ile Uzkurt Börüsay’da avlanmak için buralarda kaldılar. Börüsay, insanların veya varlıkların gelmeye çekindikleri, yabanıl bir çöllük idi.

Çoban rüyası
Ilk başta, yeni gelen çoğluğu ile çoban bir türlü anlaşamadılar, sonra, belli bir zamanın geçmesi ile baba oğul gibi oldular. Ondan daha önce çoğluğun kendisi ile alışmalarını sağlayabildiği tay ile çoban konaklama yerinde bulunan çoban köpekleri olmuştu. Çobanların konaklama yerinde dört köpek ile bir de alaca kancık vardı. Kancık hamileydi.
Son zamanlarda Alakancık, davar sürüsünü otlak alana otlatmaya götürdüklerinde çoban konaklama yerinde kalırdı. O sakin bir köpek idi. Kimse ile işi olmazdı, kimseye saldırmazdı. Otlak alanlara çıkıldığında ya da geceleri o dört köpek sürüden sorumluydu. Keçiler yavrularını doğurduğunda Çöl Vararından, koyunların kuzulaması sırasında tilkilerden korumalarını dikkate almaz isek, onların vermekte oldukları hizmetleri, yemekte oldukları yala değmez.
Öylesine sıradan günlerin birinde, yük kamyonu ile çoban konaklama yerine gelen iki kişi, akşam çayı sırasında, Börüsay’a gitmeyi, kurumuş saksavullardan araçlarını doldurduktan sonra geri dönmeyi düşündüklerini, kendilerinin ise odun toplama kurumundan olduklarını söylediler.
– Sadece kurumuş olanlarını alabilirsiniz – diye, çoban “yaş olanlarına dokunamazsınız” anlamında söyledi.
– Elbette – diyerek, sürücü konuşmasına devam etti. – Ben buralara ilk kez geliyorum. Siz birkaç günlüğüne çoğluğunuzu rehber olarak bizim yanımıza verebilir misiniz?
– Börüsay buralardan çok da uzak değil. Olsa olsa 60–70 kilometre civarındadır. Sabahleyin yola koyulursanız, akşama kadar geri gelirsiniz. Ancak, benim çoğluğumun oralarını bildiğini sanmıyorum…
Çoğluk da yolunu kaybetmeyeceğini söyleyerek, onlar ile beraber gitmek istediğini dile getirdi.
Çoban, misafirlerinden, Börüsay’ın geyiklerini rahatsız etmemeleri konusunda ricada bulundu.
Onlar, sabahın erken saatlerinde yola koyuldular. Yağmur yağmaya başladı. Daha sonra bulutlar sıklaşıp, yağmur daha da şiddetlendi.
Çobanın adı Lapar, çoğluğunun adı ise Tokar idi. La-par gençliğinde Sarı çobanın çoğlukluğunu yapmıştı. Sarı dayı dünyasını değiştikten sonra, çobanların baş konaklama yerine, Lapar’ı çoban olarak atadılar. Şuna baksana, onun çoban olarak işe başlamış olduğu günden beri tamı tamına yedi yıl geçmiş. Zamanın ne kadar hızlı akmakta olduğuna baksana!
Lapar’ın çoban olarak işe başlamasından bir süre önce Akhal dünyaya gelmişti. Büyük bir sürünün istikbali emanet edilen insan Börüsay nehrin kenarındaki çölde yerleşen eski çoban konaklama yerinde kalmaktaydı. Ak-hal ise Sazaklı vadisinde dünyaya gelmiş olsa bile, üç yıla yakın bir süredir Börüsay’dan iki günlük yürüme mesafesinde olan Aladağ’da bulunan kadim magarayı kendisine mesken tutmuştu. Birkaç gündür Börüsay’da Uzkurt ile beraber avlanmaktaydı.
Lapar’ın eski çoğluğu, hanımının ağır hastalığa yakalanmasından dolayı, geri dönmek zorunda kalmıştı. Onun yerine ise Tokar gelmişti.
Yağmur ara vermeden yağmaktaydı. Etrafı karanlığın basmasıyla Lapar’ı bir telaş sardı, kalbi küt küt atmaya başladı. Oduna gitmiş kişilerin gelmesi gereken yönde halen herhanği bir ışık bile gözükmüyordu. Yoksa, aracın ışıklarının çok uzaklardan bile gözükmesi gerekmekteydi.
“Belki, yollarını şaşırmışlardır?
Evet ya, öyledir.
Ah, aklım nerede benim!”
Çoban, kendi kendine sitem etti, ateş yakmak için hazırlık yapmaya başladı. Açık bir alanda odunları bir araya biriktirdi. Ancak kibrit bulamadı. En son kibriti de oduncular geldiğinde yamağına vermiş olduğu aklına geldiğinde, dudaklarını ısırdı. Gidip alıp gelmek istesen bile, uçsuz bucaksız çölün içinde bakkal mı var ki?
Ocağı karıştırarak, ocağa baktı. Üzeri açık bırakılmış ocağın içindeki közler yağmurdan dolayı sönmüş, küle dönmüştü.
“Akıl etselerde, geje yatıp, etraf aydınlandıktan sonra yola koyulsalar, yollarını şaşırmadan da geri gelirler” diye, Lapar çöllerin tanrısı Hızır Aleyhisselama dua etti. Duadan hemen sonra, Hazreti Musa Peygamber ile ilgili rivayet edilen bir olay aklına geldi. Koyunların tanrısı sayılmakta olan Musa ta ki, Yüce Tanrı tarafından verilmiş sihirli asaya sahip olana kadar koyun gütmüştür. O zamanlardan beri binlerce yıllar geçmiş. Ama, çobanlıkta Hazreti Musa’nın zamanında olanlar ile bu günlerdekilerin arasında pek fazla fark eden bir şey yok. Sürüyü tan atmaya yakın zamanlarda otlak alana çıkarmalı. Duha namazının vakti dolmadan kuyuya getirmeli. Öğleden sonra otlaklarda yayılmalarını sağlamalı. Akşama doğru konaklama yerine getirmeli. Köpekler korumalı. Çobanlar gözetlemeli.
“Tüm işlerde, hatta tarım işlerinde bile makinelere dayanılmakta. Çobanlıkta ise, sopan ile ayaklarından başka dayanacağın başka hiçbir şeyin yoktur. Hazreti Musa zamanında bile durum aynıydı. Günümüzde de aynı. Sürünün peşinde gezip, kendim bile koyuna benzemişim gibi…”
Çoban, kendisini ansızın içsel konuşmaya kaptırmış halde otururken, uykuya dalmaya başlamış olduğunu bile anlayamadı.
…Lapar, yem yeşil yaylalara sürülen büyük bir sürünün rahatlıkla otlanarak dolaşmakta olduğunu gördü. Sürünün dört tarafında, dört kurt dolaşıp duruyordu. Çoban köpekleri ise yer yarılıp içine girdi sanki. Üzeri uzunca bir önlüklü, başı açık, saç ve sakalı ösmüş, ama, yakışıklı bir beyefendi elindeki sopasına dayanarak, ona doğru bakıp duruyordu. O kişi Lapar’a çok tanıdık birisi geliyordu. Ama, onun kim olduğunu çıkartamamıştı. Böyle olmasına bakmaksızın, selamlaşma adabına uygun olarak ona selam verdi.
Yabancı kişi onun selamını cevapladıktan sonra:
– Baksana, çobanlıkta bile değişiklik yapma imkanı oluyor muş – dedi. – Aynı şekilde devam edersen, hayvanların kayba uğramaz.
– Koyun sürüsü hiç kurda emanet edilir mi?
– Neden olmasın ki? Ben emanet edebiliyorum.
– Sonuçta, onlar koyunların soyunu tüketirler!
– Telaşlanmana gerek yok. Korkma. Tüketemezler. Yüce Tanrı canlı varlıkları yenmesi için yaratmış. Bozkurt zamanında, koyunlardır keçilerin sorumluluğu ona ayıtmış. O, Göktürke bir sürü hayvan vermiş. Sen onun yerine Bozkurdun nesillerine ne verdin? Eğer, sen sürünü kurtlara emanet edersen, onlar senin hayvanlarını güderler, eksiksiz teslim ederler.
Yabancı kişi, son sözünü söyledikten sonra, hemen ortalıkltan kayboldu.
– Durun! Nereye gittiniz? Siz kimsiniz? – dedikten sonra, Lapar yabancı kişinin durduğu yere taraf koştu. Kendi sesine, kendisi uyandı.
Lapar, görmüş olduğu rüya konusunda çok düşündü. Bunun tabiri ne olabilir acaba?
Aslında rüyalar zihinlerde karma karışık şekilde olurlar, o kadar da çok aklına gelip de durmaz, fazla hatırlayamıyorsun da, bu rüya ise Lapar’ın aklında taşbasma yöntemi ile yazıya aktarılmış gibi kaldı. Özellikle de “Eğer, sen sürünü kurtlara emanet edersen”… denilen sözler tekrar tekrardan onun diline dolanıp duruyordu. O, konaklama yerinin etrafından dolaştıktan sonra, mayıs böceği gibi ışık saçmakta olan gözlerini ışıldatıp yatan koyunlara baktıktan sonra, yagmurdan kaçarak, sundurmanın altına sığıgınarak yatan köpeklerini gördüğünde bile, o dört kelimeyi defalarca tekrarladı.
Durup dururken kendi haline gülümsedi. “Koyun denen mahlukat akılsız olurmuş derler, bu dediklerinde doğruluk payı olabilir. Ben de koyna benzemeye başlamışım, herhalde aklımı yitirmiş olmalıyım! Yoksa, koyun sürüsü hiç kurda emanet edilir mi? Böyle bir şey yapmak akla zarar değil midir? Hayır. Bu olacak birşey değil.
Ne olmuş ki, görmüşsen görmüşsün böyle bir rüya. Hangi görmüş olduğun rüyan, aklında kalıp da hayat buluyor ki?!”
Lapar, görmüş olduğu rüyasını kim de olursa birine anlatmak istedi. Kime anlatacak ki?! Konaklama yerinde kendisinden başka kimse yok ki. Köpeklere mi anlatsın? Koyunlara mı anlatsın? Ya da gencecik taya mı anlatsın? Keşke, onlar insanların konuşmalarını anlayabilseler?!
Yakınlarda bir yerde ciyaklayan eniklerin sesi duyuldu. Lapar, Alakancığın yanına gitti. Akşamdan kalma çorbadan doldurduğu yalağını ona verdi. Alakancık iştahla yalağa ağzını sundu. Fırsattan faydalanan Lapar eline ilk geçen eniği tutup aldıktan sonra, etegine koydu. Daha sonra götürüp, onları at torbasına doldurdu.
Tan yeri tilki kuyruğu kadar attığında, yağmur da durdu. Sürü yattığı yerden kalktı. Çoban ağılın kapısını açtı. Davarlar, çanlı erkeçin peşine düşerek, yaylaya yayılmaya başladılar.
Sürünün peşini takip ederek giden çoban, kısa saplı küreğini de atının eyerinin kaşına bağladı. Konaklama yerinden epeyce arayı açtıktan sonra, çukur açıp, Alakancığın gözleri açılmadık onbir adet eniğini diri diri toprağa gömdü. Ama, karanlıkta Lapar biri benekli, bir de siyah eniği unutmuş oldugunu henüz bilmiyordu. O ikisi, nasıl da olduysa, bir şekilde saklanmış, gözden kaçmıştılar.

Uzkurt
Havanın bozulmaya başladığını anladığı andan itibaren, Akhal hem kendisi için hem de yavru Uzkurt için saklanabilecekleri bir barınak aramaya başladı. Sonunda terk edilmiş bir tilki ini bulup, ön sol ayağıyla eşeleyerek, ini biraz genişletti. Sonra Uzkurdu çağırmaya başladı. O anda, Uzkurt, ondan oldukça uzağa gitmişti. Büyük gövdesini zorlukla havalandırarark uçmaya çalışan büyük toy kuşu onu o kadar imrendirmişti ki, Uzkurdun gözü uçsuz bucaksız kocaman çölde ondan başka hiçbir şeyi göremez hale gelmişti. Toy kuşu, Uzkurdu gördüğünde onu yavru köpek zanneti. O kadar da ciddiye almadı. Her ne olursa olsun, yırtıcı hayvandan biraz da olsa uzak durmayı yeğledi. Ağır gövdesini yerden kaldırdıktan sonra, süzülerek, farkedilebilir bir mesafeye kadar uçarak iniş yaptı. Bunun gibi durum üç kez tekrarlandı. Her seferinde de işte yakaladım, işte yakaladım dediğinde, uzun kanatları toy kuşunu yakalanmaktan kurtarıyordu.
“Uçmayı bilen bir kuşun peşinden koşmanın bir faydası yoktu.”
“Kuşları ancak yere iniş yaptıklarından sonra, gafil kalmaları durumunda yakalamak mümkün idi.”
“Kuşun gagasına karşı her zaman kulağınızın kirişte olması gerek” diye, Akhal’ın ona öğretmiş oldukları Uz-kurdun aklında kalmış olsa da, onun Toy kuşunu yakalayıp yiyesi gelmişti.
Ayaklarının altındaki topraklara basmaya başladığına henüz bir ay dolmuş olduğuna bakmaksızın, Uzkurt inanılmaz derecede inatçı ve serbest davranmaktaydı. O, Toy kuşunun büyük gövdesini taşıyarak, uzak mesafeye uçamayacağına göz yetirmişti. Bundan sonraki iş, onun farkına varamayacağı şekilde ona yaklaşmaktı.
Işin kolay tarafı, Toy kuşu, Uzkurda doğru bakmamaktaydı. Bazen sağa doğru, bazen de sola doğru yürüyerek, çöldeki kurumuş otların, yere düşmüş tohumlarını toplamaktaydı. Görünürde onun tek derdi vardı, o da mideyi doldurmaktı.
Uzkurt, bazen yere kapanarak, bazen sıçraya sıçraya, taş atsan yetecek mesafeye kadar ulaştı. Sonra iyice yere kapandıktan sonra, yavaş yavaştan öne doğru sürünmeye başladı. Avuna atlamaya çok az kalmıştı ki, gürültülü bir ses duyuldu. Toy kuşu, kısa bir süreliğine sese kulak vermiş gibi yaptıktan sonra saksavulların olduğu yere doğru yorgalayarak yürümeye başladı. Uzkurt onun peşinden koştu. Koşmasıyla birlikte Toy kuşu kanatlarını sallayarak, geniş adımlayarak, havaya kalktı. Toy kuşu bu kez çok da yakın olan yerlere inmedi, ufuklarda siyah noktaya dönerek, gözlerden kaybolup gitti.
Gürültü giderek yaklaşmaktaydı. Uzkurt sesin gelmekte olduğu yöne baktığında, dört köşeli, kocaman dere taşına benzeyen bir şeyin büyük bir gürültü ile yaklaşmakta olduğunu gördü.
O, Akhal’ın, “Kurdun kafasının saklayabildiği yerde gövdesini de saklayabilmelidir” diye anlatmış olduklarını hatırladı, sözenin kırılarak kıvrılmış iğneli dalının altında saklandı. Kamyon onun on adım ötesinden geçip gitti. Kamyondakiler, Uzkurdun orada olabileceği konusunda kuşku bile duymadılar.
Saksavullu yere ulaştıklarında, oduncular araçlarının kabininden iner inmez, kurumuş saksavulları toplamaya başladılar. Uzkurt onların hareketlerini gördüğünde çok garip buldu. Uzkurt, insan adı verilmekte olan mahlukatların var olduğunu, onlardan uzak durmasının gerekmekte olduğunu duymuştu.
“İnsanları görmedik canlılar en yırtıcı hayvanlar sayılmakta. Ama, insan tüm canlı ve mahlukatların içinde en yırtıcısı” diye, Akhal’in ikaz etmiş olduğu aklına gelmişti Uzkurdun. “Acaba, onlar bu kurumuş saksavulları toplayıp da ne yapıyorlar ki? Ya da onlar bu saksavulları yiyorlar mıdır?! Aa, bu iki ayaklı mahlukatlardan her şey beklenebilir. Onların yüzünde gözünde ne herhangi bir şefkat belirtisi var, ne de herhangi bir canayakınlık. Sanki tuzlanmış toprak gibi. Durumları ortada iken, birde onların somakları da yok. Ön ayakları da iki yanlaında asılı duruyor. Tüm işleri de ön iki ayaklarıyla yapıyorlar”.
Uzkurt, insanların hareketlerini izledikten sonra, onlar hakkında kendine göre şöyle bir sonuca geldiğinde, oduncuların birisi, açık alana biraz odun götürdikten sonra, onları yaktı. Diğeri ise şiş kebaplık etleri şişlere geçirmeye başladı. Üçüncüsü ise çay yapmaya başladı. Sofrayı serdi.
Pişmemiş etin kokusu Uzkurdu kendinden geçirmeye başlamıştı. Koşup, şişlerdeki etleri ağzına atmak istedi. Ancak, Akhal’in: “İnsanlar eti tuzlayarak yerler. Kurtlarda ise eti tuzlayarak yemek mekruhtur” diye anlatmış olduğu aklına geldiği için kendini tuttu. Yoksa, Uzkurt henüz yavru olduğundan mı ya da cesur olduğundan mı pek fazla da korku hissetmemekteydi. Nedeni ise insanların canlılara ve mahlukatlara ne kadar acımasızca davranmakta olduklarını bilmemesiydi.
Oduncular yemeklerini yediklerinden sonra, tavşan avlamaya gittiler. Uzkurt saklanmakta olduğu yerden çıkarak, artıkları koklamaya başladı. Sirke, soğan, tuz, biber karıştırılarak yapılmış yemek atıklarından pek de hoş olmayan mide bulandırıcı koku gelmekteydi. Bir kenarda ise iki adet şişe devrilmiş yerde yatıyordu. Uzkurt onları kokladığında az kalsın kusacaktı.
Uzkurt, “Eğer insanlar bunun gibi berbat gıdaları yemekte ve içmekte iseler, o zaman ben kurt olarak dünyaya gelmiş olduğuma yüz binlerce kere Allaha şükretmekteyim” dedi. Şişenin ağzından dışarıya fışkırmakta olan pis kokan kokudan sersemleyen Uzkurt geri dönmeyi düşündüğünde, ayakları onu geri götürmüyordu.
Yağmurun damla damla yağmaya başlaması ile Uz-kurt odunların arasında saklandı. Karanlık iyice basmıştı. Oduncular geri döndüler. Yagmur ise muntazam bir şekilde yağıyordu.
Odunlar yüklenmeye başladndı. Yağmur ise daha da şiddetlendi. Oduncular, kamyonun kabinine girip yattılar.
Tüm gece yağmur yağdı. Uzkurt tüm gece odunların arasında saklandı.
Gece yarıdan geçtikten sonra yağmur biraz da olsa şiddetini azalttı. Aracın ışıklarının altında odunları yüklemeye başladılar. Tokar, büyük bir saksavulun kıvrılmış olduğu yerden tutarak kaldırmak istedi, kurt yavrusunu gördüğü gibi, bulunduğu yerde donakaldı.
Uzkurt kendisini farkeden insanın korkudan yana kıpırdamaya bile halinin olmadığını anladığı için cesaretlenmişti. Kaçmayı düşündü. Ama, onun gözüne her iki ta-rapta da duvara benzeyen birşeyler gözüktü. Aracın ışıklarından dolayı gözleri göremez oldu. Sadece bir tarafa – ışıkların karanlığı delip geçmekte olduğu yöne kaçmalıydı.
O, sadece iki kez zıplamaya yetişti. Üçüncü kez zıplamaya yetişmedi. Kimdir birisi onun üzerini kaftanı ile örtmeye yetişmişti…
Akhal yağmurun yağmaya başlaması ile rahatsızlanmaya başladı. Uzkurt’un izini izleyerek, Toy kuşunu kovalamış olduğu yere kadar geldi. Sonra oduncuların kaldıkları yere yaklaştı. Oraya geldiğinde Uzkurdun izini de kokusunu da kaybetti.
“Demek ki, insanlar onu yakalayıp götürmüşler. Şimdi ne yapabilirim?” diye, endişeli bir halde dönüp dönüp etrafına bakındı. Kum tepesinin üzerine çıkıp baktığında, uzaklarda üzeri saksavul yüklü kamyonun uzaklaşmakta olduğunu gördü. Kalbi param parça oldu. Aybörünün “Eğer, Uzkurt, ansızın insanların eline düşer ise, sen onu kurtarmak için hiçbir zahmete katlanma. Kendini kurtarmanın çaresine bak” diye söylemiş olduğu aklına geldi, geri dönmek istedi. Ama, kalbinde kor gibi alevlenmiş gururunun ateşi eniğinin yakalanıp göterilmiş olduğu yere doğru, aracın izini sürerek gitmeye mecbur etmişti. Uzaklarda kararıp gözükmekte olan çoban konaklama yerinin aşılmaması gereken sınırlarına kadar yaklaşan Akhal, orada, üstü odun dolu kamyonun yolunu devam etmek üzere olduğunu gördü. Araca binen iki kişiyi çoban köpeklerinin kovalayamamasından da anlaşılacağı gibi, Uzkurdun, çoban konaklama yerinde bırakılmış olduğunu anladı. Ancak, eniğini kendi gözleri ile görene kadar rahatlayamayacaktı. O, tüm geceyi, çoban konaklama yerini gözetlemekle geçirdi.
Sabahleyin, genç ata binerek, yaşı biraz büyük olan bir kişi, Börüsay’a doğru yol almaya başladı. O kişinin siması, Akhal için hiç de yabancı gelmedi, tanıdık bir simaydı o kişi. Onu yolcu ettikten sonra, çoban konaklama yerinde kalan genç delikanlı iki eniği götürerek, Alakancığı da peşine takıp, yerde açılmış olan çukura girdi. Sonra kara keçeden yapılmış eve girdi, kaftana sarılmış birşeyi alıp dışarıya çıktı. Delikanlı dışarıya çıktığında Akhal, Uz-kurdun kaftandan dışarıya doğru çıkmakta olan küçücük kellesini görmeyi başardı.
Akhal, şimşek hızı ile yaklaşarak, çoğluğu tehdit ederek, Uzkurdu onun elinden kurtarmak istegine kapıldı, bulunduğu yerden kalktı. Ama, kendisinin üç ayaklı olduğu aklına geldi, aynı zamanda da kendisinin buralarda olduğunu anlamamaları için o hayalinden vazgeçti.
Genç delikanlı, Uzkurdu koltukaltında taşıyarak, yerde açılmış çukura girdi. Oradan çıkıp, kara keçeden yapılmış eve girene kadar Akhal saksavulun altında saklandı, o taraftan hiç gözünü ayırmadan bakadurdu, daha sonra hayal kırıklığına uğrayarak Aladağa doğru gitti.
Aybörü onu gördüğünde:
– Ne oldu? Uzkurt nerede? – dedi.
– O, insanların eline düştü.
– Onda telaşlanacak bir şey yok. Tuzun tadına bakmaz ise yeter.
– Tuzun tadına bakmaz. Ben ona iyice tembihlemiştim. Ama, insanlarda merhamet yok. Işte onun için ben üzülüyorum. Ben onların kurtlara nekadar acımasızca davranmakta olduklarını kendi gözlerimle gördüm.
– Uzkurda acımasız davranmazlar. O henüz küçük.
– Küçük kurtlara karşı da nasıl davrandıklarını gördüm – diye, Akhal Kulanlı vadisinde henüz iki yaşına bile girmemiş olan iki kurdu nasıl katlettiklerini, Çıpar’ın padalyasını kuma gömerek defnedişi, sürülerinin kanını almak için yola koyulduğunu, sonuçta bir ayağından mahrum olduğunu beyan edip, delil olarak da ön sağ ayağını gözüne sokarcasına ona gösterdi.
– Bizi zayıflatmakta olan olay, insanlarda sayılamayacak kadar hilenin hem de kurnazlığın olmasıdır.
– Doğrudur. Ancak Uzkurdun derisini yüzmeye hiç kimsenin eli varmaz, kıyamazlar. O henüz gencecik bir enik. Insanların bile kalbi var. Kalbi olan bir canlı varlık eniğe merhametli davranacaktır. Henüz ben yavruyken aslan beni yiyebilirdi, bırakıp da gidebilirdi. Ama, o böyle yapmadı. Beni kendi eniği gibi emizirdi. Çünkü onun da bir kalbi vardı. İşte, sen onların eline düşseydin, durum tamamen başka görünüm alırdı. Sıra Uzkurt’a gelince, sen rahat ol. O özgürlüğü seven birisi. Özgürlüğü seven kurt ise başka birisinin elinde bağımlı halde yaşayamaz. Eğer onu demir kafeste tutsalar bile, günün birinde, O, kurtulmanın çaresini bulur, mutlaka buraya geri gelir.
Aybörü, bir dişi kurt, bir anne olarak haklıydı. İnsanların acımasızlığının canlı şahidi olan Akhal için ise, Uzkurt’un kısmetinin akibete uğramasından geriye kalan durumların tamamı belirsizlikler içinde kalacak durumlardır.

Kelekler ve Uzkurtcuk
Lapar sofrayı topladıktan sonra, evin duvarının dibinde duran sazını yani dutarınu eline aldı, şarkıya yeni mırıldanmaya başlamıştı.
“Dağların börüsü, çöllerin kurdu”
Köpeklerin ortalığı gürültü patırtı ile doldurup, koşarak gitmeleri, onun gönlünü rahatlatan meşguliyetini bir kenara bırakıp, dışarıya çıkmaya mecbur etti. Çıkar çıkmaz da üzeri odun dolu kamyon gelip durdu. Kabinin her iki tarafında ikişer duran köpekler sanki düşmanlarını görmüş gibi tehdit edici tavırla havlamaktaydılar.
Sürücü kabinin camını çok az açtıktan sonra:
– Köpeklerinizi defetsenizle! – dedi.
Değişik bir durumun ortaya çıktığını anlayan çoban, köpeklerini uzaklaştırdı. Kaftanını kucağında sıkı bir şekilde tutarak kabinden inen Tokar koşarak kara keçeden yapılmış eve girdi. Köpekler onun peşinden saldırdılar. Ancak, yetişemediler. Kapının yanına vardıklarından sonra, kara keçeden yapılmış evin etrafından dolaşıp havlamaya başladılar. Birazdan boşu boşuna havlamayı ehemmiyetsiz saydıılar ya da yoruldular, sonuçta, hırlayarak rahatladılar.
Çoban iki misafiri öne geçirip, evin içine girdi de: – Ne oldu, bir gün gittiniz diye köpekler seni tanımadılar mı? – diye, çoğluğu ile şakalaştı.
– Özlemiş olmasınlar – diye, Tokar şakaya şaka ile cevap verdi.
– Neden kaftanına sarılmış oturuyorsun, ne oldu, Börüsay’da altın mı buldun?
– Altından bile değerli olan birşey buldum – dedikten sonra, Tokar kaftanın bir kenarını açtı. Kaftanın içinden insanlara, evde bulunan eşyalara merakla bakan, şirin mi şirin bir kurt yavrusunun kafası çok sevimli bir şekilde gözükmekteydi. O, Uzkurt idi.
– İşte, köpeklerin tanıyamadıkları, ortalığı gürültü patırtı ile doldurup karşılama yaptıkları bu küçük yaramaz.
– Dikkatli ol! Elini, kolunu ısarabilir.
– O bana, çoktan alışmış gibi.
– İnsan görmemiş hayvan, en yırtıcı hayvandır.
– O geçen geceden beri, tüm bir geceyi benimle geçirdi – diye, Tokar Uzkurdu odunların arasından nasıl bulduklarını, gece kamyonun farlarının ışıklarına gözünü kamaştırarak nasıl yakaladıklarını anlattı.
Çobanların konaklama yerinde, yabanı hayvanların enikleri yakalandığında onların tutulması için telden örülmüş ızgara şeklinde, sandık büyüklüğünde kafes bulunmaktaydı. Tokar, Uzkurdu, o kafesin içine yerleştirdi.
Oduncuları yolladıktan sonra, Lapar ona bakarak: – Kurdun eniğini neyine yaratacaksın? – dedi.
– Besleyeceğim. Evcil yapacağım.
– “Kurt yavrusu evcil olmaz” diye hiç duymamışmıdın?
– Duymuştum. İtiraz etmez isen, ben denemeyi düşünüyorum.
Çoban sesini çıkarmadan başını salladı da:
– Kurtlar üç yılda bir kere enik yapmaktadırlar. – dedi. – Onlar da köpekler gibi çok sayıda yavruyu dünyaya getiriyorlar. Bu kurtdun tek olma olasılığı yok.
– Vallahi, biz bunun haricinde ne büyük ne de küçük bir kurda rastlamadık. Ayak izlerini de görmedik. Belki de, kurtlar oralardan başka bir yerlere taşınmışlardır, bu küçük yavrucuk da yolunu kaybetmiş, ürkmüş sürüden kalmıştır?!
– Olabilir… – dedikten sonra, Lapar düşünmeye başladı. O, kendi kendine, Börüsay’a gidip gelme, eğer kurtların izine rastlar ise, tetikte olmak için gereken önlemlerin alınması ile ilgili uygulanacak tedbirler konusunda düşünmeye başladı.
– Onun bir şeyler üzerinde düşünmekte olduğunu anlayan Tokar:
– Alakancık yavruladı mı? – diye sordu.
– Ben onun eniklerini topraga gömüp geldim.
– Niçin?
– Kancıkların ilk kez yapmış oldukları enikleri kelek (düwünji) olurlar. Kelek enikleri ise toprağa gömülür, çobanlarda adet böyledir.
– Vah, Vah, olmamış, Lapar dayı! Hiç de böyle yapılır mı? Yahu, o eniklerin günahı neydi?
– Günahı adetin boynuna.
– O adetler, artık eskimiş şeyler. Bizim de artık yeni bir hayata başlama zamanımız gelip yetti.
– Yeni bir hayata başlasan da, eski bir hayat yaşa-sanda, sürünün peşinde sopanı sallayıp yürümekten başka çare bulunmaz. Çoban hayatı on bin yıl öncesinde de aynıydı. Eğer insanlara et ile yün lazımsa, yine de on bin yıldan sonra bile aynı şekilde olur.
– Tabi ki, öyle olabilir, dünyaya yeni gözünü açmış eniklere yüreğim sızlıyor.
– Merhamet etmek hem sevap iştir hem de güzel ahlaklılıktır. Müslümanlar, ramazan bayramında, büyüklüğün ifadesi olarak, sevap kazanmak için bir köleyi hürrüyetine kavuşturmuşlar ya da bir kuşun kafesten kurtulup özgür kalmasını sağlamışlar. Sen de o kadar merhametli isen, neden bu kurt yavrusunu yakalayıp getirdin, kafese hapsettin? Biliyormusun? Özğürce dolaşan bir kurt için kafeste yaşamak ölümden ağır bir derttir.
– Lapar dayı! Bırak şunu deme. Ben kendi yiyeceğimi ona vermeye razıyım.
– Öyleyse “Kelek enikleri diri diri toprağa gömmüş” diye, beni de yermeye çalışma.
– Zira “Kelek enikten it olmaz, köpekbalığından balina” diye atasözü vardır. Böylece bu konunun son cümlesini kurmuş, noktasını koymuş olalım. Anlaştık mı?
– Anlaştık.
– Şimdi, ikinci konu.
– Çoban abi, şu kurt konusunda da bir nokta koysak nasıl olur?!
– Hiçde kötü olmaz. Ancak, senin bilmen gereken bazı şeyler var.
Çoğluk, sabırlı bir şekilde sustu.
“Kurtlar çok gururulu hem de mert yaratıklardır” – diye, Lapar sözünü devam etti. – Ben o zamanlarda genç bir delikanlıydım. Yaylaya çıkmış idik. Kadınlar ve kızlar, keçileri, koyunları sağarlar. Biz – erkek çocuklar ise, oğlak ve kuzulara göz kulak olurduk. O zamanlarda her bir sürüde üç kişi yani çoban, onun yanında yardımcısı, çoğluk atanırdı. Şu anda olduğu gibi iki kişi değildik. Babam çoban idi. Berdi ise yardım ederdi. Yani, bildiğimiz çobanın yardımcıydı.
Bir keresinde Berdi dayı Börüsay’dan kurt yavrusunu yakalayıp getirdi. Babam ona “Bırak!” dedi. Berdi abi ise tam da senin yapmakta olduğun gibi kurt yavrusu ile kan kardeşiymiş gibi bir türlü bırakmadan direndi.
Berdilerin evi bizim evimizden yaklaşık otuz adım ilerideydi. Aradan iki gün geçtikten sonra şöyle bir olay oldu. Sabahleyin gürültü patırtı duyuldu. Kimisi bağırmaktaydı, kimisi ağlamaktaydı. Berdi dayı ise bir sağa bir sola koşarak kendini oradan oraya atmaktaydı. Neyin ne olduğu ile ilgilendiğimizde, gece ailenin tamamının, bir yerde yatmakta olmalarına bakmaksızın, kurt, onların altı yaşındaki oğlanlarını gece uyurken kaçırmış.
Babam, Berdi dayı ile kurdun izini sürmeye başladılar. Ben de onlar ile beraber gittim.
Erkek çocuğu büyük bir kurdun götürmüş olduğu onun ayak izlerinden belliydi. Bazı yerlerde kurdun ayak izlerinin yanında erkek çocuğun da ayaklarının zileri vardı. Bazı yerlerde ise sadece kurdun ayaklarının izleri bulunmakta olup, erkek çocuğun ayaklarının izleri sanki havalanmış gibi kaybolup gitmekteydi. Bu duruma, hayatında bunun gibi çoğu olaylara şahit olmuş babamı bile hayretler içinde bırakmıştı.
Biz, tüm günümümzü o kurdu aramakla geçirdik. Ancak sonuç alamadık.
Arama üç gün boyunca devam etti. Sanki rüzgarı avuçlamaya çalışıyor gibiydik. Yorulmuştuk, halsiz düşmüştük. Biz yol yürümekten değil de ümütsüzlikten yorulmuştuk. Nihayetinde, kalbimiz hüzün heyelanına kapıldıktan sonra, geri döndük.
– Eğer kurt erkek çocuğu yemiş olsaydı, yerde kan izlerinin kalması gerekmekteydi. “Kan yere sinmiyor” denyor – dedikten sonra, Tokar kendi görüşünü beyan etti.
– Evet, bizi az da olursa rahatlatmakta olan durumda buydu. Hiç bir yerde kanın damlamış olduğunu görmemiştik. Direk Berdi dayıların evlerine geldik. O, sinirlerine hakim olamadığı hem de ağlamaktan başka kendi derdinin çaresini bulamadığı için kurt yavrusunu öldürmek istedi. Babam, onu öğütleyerek rahatlattıktan sonra, kurt yavrucuğunu biraz ileride bulunan tepeye kadar götürdü de, orada bırakıp geldi.
Oğlanın anma yemeğini vermek için hayvan kesmek maksadı ile ağılda beklemekte olan hayvanlardan birisini yakalayıp, babam hayvanın ayaklarını bağlamaya başladı. Ben ise sıkça tepeye doğru bakıyordum. Benim ilgimi, kurt yavrusunun hanği yöne gitmiş olduğu çekmekteydi. Ne yöne doğru gitmiş olduğunu merak etmiş olduğumdan, tepeye doğru yöneldim. Tepeye yaklaşıverdiğimde çok ilginç bir olay ortaya çıktı. “Ölmedin de kayboldun” demişler. Büyük kurt, eniği ve oğlan ile beraber bir yerlerden çıkmış da gelmiş, tepenin üzerinde durmaktaydılar. Ta üç gündür kayıp, küçük çocuk da orada duruyor! Onların hepsi Berdi dayının evine doğru bakıp duruyorlardı. Zannetim ki, orada duruyormuşlar gibi görünüyor gözüme, gözümü açtım, kapattım, ovaladım, tekrardan baktım. Duruyorlar. O kadar korkmuştum ki, sesim bile çıkmıyordu. Sevinçten olsa gerek, gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Ben kendime gelene kadar, büyük kurt gökyüzüne bakarak, üç kez kısa kısa uludu da, somağı ile iteleyiverdi tepeden aşağıya oğlanı.
Oğlanın adu Kurt idi. Kurt gelir gelmez, benim elimden tutu da, beni evlerine doğru götürdü.
Bizim eve doğru gitmekte olduğumuz anda, bizim arkamızda kalan büyük kurtun bir kere daha üç kez uluduğunu duydum.
Büyük kurdun sesini duyar duymaz, evde kalanların hepsi dışarıya çıkmışlar. Babamın elinde kanlı bıçak, Berdi dayının elinde çifte namlu av tüfeği vardı. Onlar, kurdu vurmaya bile meyillenmediler.
Berdi dayı, koşarak, yanımıza gelir gelmez, oğluna sarıldı. Ağlamakta olduğunu ya da gülmekte olduğunu anlayamadığımız bir durumda gelip, Kurdun yanaklarından öptü.
– Diri misin, oğlum!
– Baba, bana birşey olmadı. O çok iyi bir kurt.
– Hadi yürüryün, siz eve doğru gidin! – diye, Berdi dayı oğlunu bıraktı da, diziüstü oturdu da, tepeye hitaben: – Ey, ana kurt! Benim günahlarımı affet! Bundan böyle, hayatım boyunca senin ve kurt ahalisinin eniklerime dokunsam, Hazreti Adem ümmetinin laneti üzerimde olsun. Yedi neslime ibretlik olması için aktarırım, bunu nasihat ederim. Bundan böyle, hem senin hem de diğer kurtların yavruları hür yaşasınlar! Bundan böyle, Bozkurdun nesillerini bir daha rahatsız etmeyeceğime, nesilbaşımız Oğuz-hanın ruhunun adından yemin ederim.
Tepeye doğru baktığımda, büyük kurt hala bize doğru bakmış duruyordu. Sanki Berdi dayının söylemekte olduklarını anlıyormuşcasına, ana kurt daha sonra gökyüzüne bakarak, üç kez uzun uzun uluyarak, tepenin arka yamaçlarına doğru inerek gözlerden kayboldu. Mümkün, o da bir daha insan nesline dokunmayacağına dair yemin etmiştir?! Kim bilir? Biz kurt dilinden anlayamıyoruz ki.
Kurt, evlerine geri döndükten sonra, yaşamış olduklarını, kısaca şöyle anlattı: “Henüz tan ağarıp sökmeye başlamamıştı. Küçük aptestimi yapmak için dışarıya çıkmıştım. Yan tarafımdan birisi çekmiş gibi oldu. Bir baktım, köpek gibi bir canlı beni sırtına atmış hızlı bir şekilde koşuyor. Bağırmak istedim, sesim çıkmıyor. İlk başta korktum. O, bazen benim yenimden çekerek, yürüyordu. Bazen de sırtına atıp kaçıyordu. Susuz kaldığımda emizirdi. Aç susuz tutmadı. Yakalamış olduğu av etinden çiğneyerek bana da verdi. O, bu gün, insanların izini takip ederek bu yere geldi. Tepenin üzerinde durmakta olan eniğini gördükten sonra, benim ellerimi yalıdı. Hepsi bu kadar.”
Berdi dayı, oğlunun anma günü için kesmiş olduğu hayvanını düğün kurbanı olarak kesilmiş adak diye dağıttı. Hayvan etinin üç parçasının bir parçasını ana kurt ile eniğikleri için ayırıp, tepenin arka tarafına gitti de, nerede olduğunu bilmediğimiz bir yerlerde bırakıp geldi.
– Akıllı bir kurtmuş – dedikten sonra, Tokar çobana bakarak. – Ancak bu eniğin annesi beni kaçırabilecek durumda olamaz?
– Çeşit çeşit insanın olduğu gibi, kurtlar da çeşit çeşittir. Her ne olursa olsun tetikte olmamız gerekir.
– Köpeklerin canı sağ olsun, kurtlar konaklama yerimize yaklaşamazlar. Yoksa da, o zamanlar çoban köpekleri yok muydu?
Vardı. Berdi dayının oğlunu kurt kaçırdığı zamanda sürüler yaylalara sürülürdü. Çoğluk köpekleri de kendisi ile beraber götürmüştü.
– Tamamdır, Lapar dayı. Birden bire beni de büyük kurt kayıplara karıştırır ise, o zaman işbu eniği serbest bırakıver.
Onlar kendi aralarında anlaştılar.
O günün ertesi, çoban fişekliğini beline bağlayıp, çiftesini omzuna attıktan sonra, genç atına binerek, Börüsaya’ya doğru gitti. Tokar ise çoban konaklama yerinde kaldı. O, Alakancığa yal vermeye gittiğinde, onun yanında, henüz gözleri dahi açılmamış, birisi benekli, diğeri ise siyah olan enikleri gördüğünde, sanki şansı yaver gitmiş kul gibi sevindi. Çobanın kelek enikler diye bu iki eniğide diri diri toprağa gömmemiş olduğundan dolayı ihtiyatlı davranma adına, Alakancığı iki eniği ile birlikte toprakta açılmış olan çukura taşıdı. Ana köpek uyuduğu zaman Uzkurdu ona götürüp emizirmek istedi. Kancık, Uzkurdun kokusunu alır almaz: “Benim yanıma neleri getiriyorsun sen!” diyercesine “hav hav” ederek, biraç kez havlamış gibi yaptı da, onun da henüz yavrucak olduğunu gördükten sonra, birşey yapmadan uzanıp yattı.
Öyle olmasına bakmaksızın, Tokar kaftana sarılmış Uzkurdu korumak amacı ile onun üzerine eğilerek, emizirmeye çalıştı. eniklerin her ikisi de neşeli bir şekilde, annelerini emiyorlardı. Uzkurt onlara bakarak, anne kancığın sütünün kokusu gelmekte olan memesini kokladıktan sonra, somağını geri çekti. O, ilk başta anne kancığı, sonra ise henüz gözleri dahi açılmamış enikleri boydan başa hayretler içinde izledi. Baksana, bu köpekler nasıl bir yaratıklarmiş. Tüylerinin renkleri bile değişik hem de havladıklarında “hav haylıyor” demez isen, kurtlara da benzemiyorlar değil. Bunlar da dört ayakları üzerinde duruyor, yürüyorlar. Lokmayı da aynen bizimki gibi ağızlarıyla yiyorlar. Suyu da dilleri yardımıyla içiyorlar. Hayır. Hayır. Köpeklerin kulakları bile kısa ya sonuçta. Ama, nedendir ki, bunların eniklerinin uzunca kuyrukları da, bir de güzlel kulakları da var?!”
O anda, Uzkurdun aklında, Akhalın köpeklerle ilgili söylemiş oldukları canlanmaya başladı.
“Kurtlar ile köpeklerin kökeni birdir. Kadim dönemlerde, Bozkurt bir köpek ile bir de kancığı insanlara peşkeş çekmiş. İşte, o ikisinin neslinden de köpekler ortaya çıkmış. Onlar insanlara atlar kadar vefali dost olmuşlar. Ancak, insanlar, köpekleri kendilerine hizmet etmeleri için kullanmışlar. Böylece, köpekler hizmet etmeye başlamış oldukları günden itibaren özgürlüklerini kaybetmişlerdir. O günden beri de onlar özgürlüğün ne olduğunu bile bilmiyorlar. Kurtlar için ise özgürlük demek – bu hayatlarının anlamının ta kendisi demektir.”
– Hayır, ben bunlar gibi hizmetçilik yapan bir köpeğe dönüşebilmem ki – dedikten sonra, Uzkurt kesin bir karara vardı. Ancak, o çok sıkı bir şekilde gözetim altında tutulmaktaydı. Sonrasında Uzkurt eniklerlede, Alakancık ile de alıştı. Eniklerin gözleri açıldıktan sonra, ortam daha da şenlendi.
Lapar Börüsay’dan suratı asık, yorğun bir halde döndü. Avlamış olduğu tavşanları Tokara uztarak: – Al, şunları bir temizleyiver – dedi. Bir tavşanı göstererek: – Bunu, dönüşte yolda gelirken avladım. Henüz sıcaktır, derisini yüzer yüzmez, derisini bana getir dedi. Ayağıma bağlaya-cam. Bunun etini de yavru kurduna ver! – dedi.
Tokar, söylenmiş olanları hemen yerine getirdi. Çöl tavşanının derisini de çobanın ayağına bağladı da çay ve yemek hazırlamaya başladı.
Çay içmekte oldukları sırada, Lapar neden kafesin boş olduğunu sordu. Tokar hiç birşeyi saklamadan, her şeyi olduğu gibi anlattı, diri toprağa verilmekten sağ salim kurtulmuş olan iki kelek eniklerin ise kendisine verilmesini çobandan rica etti.
Lapar, ne olumlu, ne olumsuz, hçbir şey demedi. Tokar, çobanın suskunluğunu, onun kabul etmiş olduğu anlamına geldiğini düşündü.

Özgür mü olmak iyi, evcil olmak mı?…
“Kız-ada, köpek-yabancı yalına yutkunur” demişler, eskiler boşuna söylememişler bu sözleri. Siyah enik, benekli enik ile aynı günde, aynı anneden doğuş olsa bile, onun yanında uzak durmaz idi. O, Uzkurt ile o kadar alışmıştı ki, eve girebilse, her zaman kafesin yanına varır, kafesin orada yatar idi.
Tokar bir gece, siyah eniği, yavaşca, kafesin içine bıraktı. İlk başta, Uzkurt onu param parça eder diye korku sarmış olsa da, onların davranışlarını gördükten sonra, rahatlamıştı. Her zaman, kafesin içinde bir oraya bir buraya durmadan çırpınan Uzkurt siyah enik ile koklaşmaya başladı. Oynadı. Birazdan sonra ise biri birlerine sokularak yattılar.
Benekli köpek ise bu duruma sinirleniyordu. Anlaşılan o ki, benekli köpek ile Uzkurt arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Ama, eniğin güçsüz olmasından dolayı olmalı ki, havlayarak, onu korkutmaya çalışmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
İlkbahar geldi. Havalar ısındı. Günlerin birinde, Uz-kurt bir olaya şahit oldu. Çoban her iki köpeginin de, hem kulalarını, hem de kuyruklarını kesti, sonra yagda kızartarak, kendilerine yedirdi.
Ama, enikler, kesilmiş olan kulakları ve kuyruklarının acısına dayanamayıp, iki üc günü çıglıklar atarak geçirdiler. Alakancık, onların yaralarını yalayarak iyileşmesini sağladı.
O günler, Uzkurt hem kulağından hem de kuyruğundan mahrum olma ile ilgili korku dolu günler geçiriyordu.
O olaydan sonra benekli enik önceki günlerdekiden daha sinirli bir hal almıştı, siyah enik ise şefkat dolu bir köpek oldu. Uzkurt için bu durum oldukça ilginç idi. Hem kuyrukları hem de kulakları kesilip kısaltıldıkdan sonra enikler albenisiz görünmeye başladılar.
– Neden sizin kulaklarınızı ve kuyruklarınızı kesiyorlar? – diye, Uzkurt siyah enikten sordu.
– Köpeklerin kulakları düşük durursa, büyüdüğünde iyi duyamazmış hem de tembel olurmuş.
– Eee, o zaman kuyruğunuzu neden kesiyorlar?
– Köpegin kuyruğu uzun olursa, iyi dövüşemiyor muş.
– İlginç.
– Nesi?
– İşte, benim kulağımı keserler ise, kesilmemiş kulağım ile duyacağımı, yarım kulağım ile nasıl iyi duyabilirim ki ben.
– Mümkündür.
– Mümkün olamaz, doğru. Kuyruğum arka kısmımı kapatmam ve korumam için lazım.
– Ee, insanlara bunları anlatmak mümkünmüdür? Onlar kendi bildiklerini yapıyorlar. Biz ise onların eline kalmış bir köpeğiz.
Kulaklarımızı da kesseler, kuyruklarımızı da kesseler, dövseler de biz onlara alınmıyoruz. Ne olursa olsun, artık olacak işler oldu. Bundan sonra bunların düzeltilme imkanı yok.
– Yapılmakta olan zülüme, itaat etmek bu bir acizliktir.
– Evet, insana karşı biz aciziz.
– Köpekler özgür değiller. Senin acizliğin de bunun sonucu.
– Ben özgürlük nedir, analayamıyorum.
– O zaman dinle! Özgürlük demek, istediğin yöne gidebilmek demektir. Özgürlük demek, kendi yiyeceğini kendin bulmak. İşte, sen, verirler ise yersin, yoksa bekler yatarsın. Özgürlük bağımlılıktan kurtulmuş olmaktır. Özgürlük mutlu bir hayat sürdürmektir.
– Sen kendini özgür mü sayıyorsun?
– Hayır.
– Neden?
– Nedeni ben bir demir kafeste tutulmaktayım.
– Eğer seni yer altında açılmış barınağa geçirirlerse, kendini özgür hissedebilir misin?
– Yer altında açılmış barınağın da dört tarafı kapalı. Her ne olursa olsun, orası kafesten daha iyi, orada ayakların yere basmakta.
– İstersen, ben seni yer altında açılmış barınağa geçirteyim. Orası şu anda boş.
– Dört yönüm açık olmadıktan sonra, ben yer altında açılmış barınakta bile kendimin özgürlükte olduğumu söyleyemem. Eğer bana yardım etmek istiyorsan, benim için bu kafesin kapısını aç.
– Siyah enik her şekilde denedi, ama, kafesin kapısını açamadı. Dışarıda bir şeyler ile uğraşmakta olan Lapar içeriye girdi, siyah eniğin yapmakta olduğunu gördüğünde, onu çizmesinin ucu ile bir kenara fırlatıp atıverdi.
Bir keresinde çoban, köpekleri ile sürüyü otlak alana götürdüğünde, Tokar üç kulaçlık ipin bir ucunu Uzkurdun boynuna bağlayarak, dışarıya çıkardı. Baharın hoş havası, Uzkurdu mutlu etti. En önemli olanı da, ufuklara kadar uznıp, bir ucu gökyzü ile birleşip duran geniş yaylaları kendi gözü ile görme imkanına kavuşmuş olması. O, yağmurlu gece yakalanıp getirilmiş olduğu günden beri, o bir kereliğine bile olsa bunun gibi bir geziye çıkarılmamıştı.
İlk başta, Uzkurt, ipten kurtulabilmek için debelendi, zıplayıp gördü. Ama, çoğluğun kuvvetli eline bağlanmış olan ip onun kurtulmasına izin vermiyordu.
Gezi sırasında enikler onun ile kovalaştılar, oynadılar. Benekli enik kendisi ile oynadığında yakınlık gösterse de, siyah enik ile Uzkurt oynadığında hırlayıp, sinirlenmeye başlıyordu.
Bunun gibi geziler, sık sık tekrarlanmaktaydı. Enikler, Uzkurda, Uzkurt da enikler ile alışmıştı. Artık, benekli enik bile bunlar ile beraber oynuyordu. Onların bir birlerinden ayrılma ihtimallarını tahmin bile etmek zordu.
Henüz, sadece köpekler Uzkurdu kabullenemiyorlardı. Ondan dolayı da çoğluk enikleri içeriye soktuktan sonra, kara keçeden yapılmış evin yanında yatabileceği bir yer yaptı. Kulağı kirişte olması için hala Uzkurdu ip ile bağlayarak tutmaktaydı.
Uzkurt, gözlerini kapatır kapatmaz ya Aladağı, ya da Börüsay’ı görürdü. Aladağda, Aybörü ona bakakalırdı. Börüsay’da Akhal topallayarak onun etrafında geziniyor.
Her seferinde de gözünü açtığında, kendisini kara keçeden yapılmış evin içinde gördüğünde, dünya onun için avuç içi gibi gözükür, kalbi sanki kursağını patlatıp fırlayacak gibi atıyordu.
Onun çobanların konaklama yerine getirilmiş olduğu günden beri üç ay geçmişti. Onun kaçabileceğini bile düşünmemiş olan çoğluk, dışarıda enikler ile biraz oynadıktan sonra, Uzkurdun boynuna bağlanmış ipi çözüverdi.
Uzkurt, ilk başta kaçmadı. O, Tokarın ipleri çözdüğü ellerini kokladı. Sonra benekli enik ile oynadı. Siyah enik ile koşuşturarak, üç kez Tokarın etrafından dolaştılar. Birden bire de Uzkurt ortalıktan kayboldu. Siyah enik bitkin bir üzerliğin olduğu yöne kuşku dolu bakışlarla bakıp durmaktaydı.
Tokar, oraya giderek baktığında, yavru kurt üzerliğin arka tarafında yere uzanmış, saklanmış, yatıyordu. Yavaşça oturarak, onun sırtını sıvazladı. Sonra, Tokarın elini keskin bir şeyler kesmiş gibi oldu. Ellerine baktığında, avucunun içinin kanamakta olduğunu gördü.
“Ey vah, kurtların Azrail tüyü olurmuş diyorlar idi, benim avucumun içinin kanamasına neden olan o şeymidir?” diye, yeniden baktığında, üzerliğin altında hiçbir şey yoktu. Siyah enik ise hazin bir şekilde uzaklara doğru bakmaktaydı.
“Allahım, o böylece kaçmış gitmiş midir?” diye, Tokar yavru kurttan ayrılmış olduğuna üzülmüş, perişan halde geri döndü.
Olup biten olayları Lapar’a anlatırken O: – Kurt özgürlüğünü dünya nimetlerine değişmez – dedi. – Eğer kurt özğürlüğünü kaybederse, o da köpege döner.
Üç ayın içinde Tokar Uzkurda özenle bakmıştı. Yavru kurt onun için dünyada var olan tüm varlıklardan daha kıymetliydi. Şimdi ise onu kaybetmişti. Kafes de, kara keçeden yapılmış ev de, uçsuz bucaksız bozkırlar da onun için boş, anlam ifade etmeyen bir şeye dönmüştü. Yapmakta olduğu işi de onun için anlamını kaybetmiş, boş uğraş gibi bir şey oldu. Uzkurdun kaçmış olmasından dolayı üzülmekten neredeyse hüngür hüngür ağlayacaktı. Çobanın söyledikleri, onun üzerine çökmüş hüzünü azaltma yerine, tam tersine, sinirlenmekten ateşe atılmaya hazırlanmış saman misali ruhsal durumunu ateşe vermiş gibi oldu.
– Ya, Lapar dayı, seni de anlayamıyorum. Önce yavru kurdu “evcil yapalım” dedin. Şimdi ise “O özgür yaşamalıdır” diyorsun. Sen ne dersen de, ama onun kendisi kaçmamış olsa bile, senin onu kaçırma niyetin mi vardı?
– Sen sinirlenme, Tokar. İlk başta gitmiş de olabilir, ama o geri gelir. Yarın ben yaylaya giderin. Sen her iki eniği de al Börüsay tarafına doğru gidip biraz gez. O uzaga gitmemiştir. Siyah eniğin sesini duyar ise, O mutlaka geri döner.
İşte, o, “gelir” denen söz çoğun zaten darılmış olan dünyasına bir rahatlık ışığını yayıverdi.

“Kurt yavrusu evcil olmaz”
Uzkurt sırtı sıvazlandığında, yine de çoğluk onu ipe baglar diye anladı, ensesinde bulunan gümüşsü tüylerini kabarttı. Her ne de olsa onun şansına, çoğluğun yanında ipi yoktu. Tokar, gümüşsü tüylerin az da olursa kesmiş olduğu avucunu yavru kurdun sırtından çeker çekmez hemen kaçtı.
Börüsay’a doğru olabildiğince hızlıca koşan Uzkurt, dört ayağının arasından geçen özğrlük rüzgarının onu uçarmışcasına ileriye, özgürlüğe doğru koşmasını sağlamkta olduğundan memnun oldu. Cünkü bu ayaklar ona koşmak için verilmişti.
Ayaklarının keyfini gören Uzkurt o gidişte Börüsay’ın saksavullarının arasına gelir gelmez hızını yavaşlattı. Tepelerin birinin üzerine çıktıktan sonra, geldiği yere doğru baktı. Çobanların konaklama yeri de, enikler de, çoğluk da gözükmüyordu.
Uzkurt bir şeyi anlamıştı. Orası başka bir dünyaydı. Burası ise başka bir dünya. Orada, biat etmez isen, boynuna ip bağlıyorlar, bir yerlere bağlayarak tutuyorlar.
Burada özğürlük var. Özğür hayat sürdürmek kurtlar için kutsaldır!
Işte O artık özğür. Mutluydu. İstediği yere gidebiliyordu. Onun Akhal’i, Aybörü’yü ve bir ananın karnından çıkmış olduğu diğer iki enikleri görmek isteği vardı. İsteğinin peşine takılıp, Aladağ istikametinde ilerlemeye başladı.
Uzkurt kadim mağaranın ağzına kadar gelip, “Ben geldim” diyercesine, üç kez kısadan kısa uludu. Ona cevap veren kimse bulunamadı. O, dünyaya inmiş olduğu magaraya girdi. Mağaranın içi boştu. Sanki, hiçbir zaman, hiçbir kimse buralarda yaşamamış gibiydi. O, yavaştan yavaş yüryerek, tüm mağaranın içini dolaştı. Herhangi bir canlı yaratığa rastlamadıktan sonra, mağaranın derinliklerine doğru gitti. Dolaşa dolaşa, tünelden geçti de Bozkurdun patikası ile Yedikayanın dibine yakın bir yere vardı. Orada yol ikiye ayrılmaktaydı. Birisi kayanın eteğini dolaşarak, yukarıya doğru, diğeri ise içinde pınarı akan, aşğıdaki dereye doğru gidiyordu. Uzkurt, epeyce bir süre durduktan sonra, geri döndü. Kadim mağaranın her bir köşesine tek tek baktı. Toprak ve çakıl taşı karışımı toprak üzerinde kalan eski izlerden başka hiçbir şey göremiyordu.
Demek, çoktantandır bu yerlerde canlı yaratıklar yaşamıyor gibiydi. Uzkurt mağaranın ağzına kolay bir yerde bulunan büyük bir taşın etrafından üç kez soluna, dört kez de sağına dolaştıktan sonra, üzerine çıktı da, ön ayaklarının üzerine başını koyarak orada yatıverdi. Bu onun özğürlüğe kavuşmuş olduğu günler içindeki ilk kez yatışıydı.
Uzkurt yedi kez Ayın dolunay evresine ulaşmasını kadim mağarada bekleyerek geçirdi, yeni doğan Ayı ise Börüsayda karşıladı.
Nasıl bir kuvvet olduğunu kendisi bile bilmediği bir güyç onu çoban konaklama yerine doğru çekiyordu. Kuzeyden esen rüzgare karışarak gelen koku, esas çoban konaklama yerinden bir menzil uzaklıkta dolaşmakta olan Uzkurdu ipsiz sapsız kendine doğru çekiyordu. Esas çoban konaklama yerini gözle görlebilecek bir mesafeye kadar yaklaştığında, o güycün ne olduğunu anlamaya başladı.
Bersekler kırk kilometre uzaklıkta bulunan aşım mevsimindeki mayanın kokusunu alıp, kükreyerek, direkt onun yanına varır.
Uzkurdun da koku alma yeteneği berseğinkinden daha üstün değilse geri kalacak yanı yoktu. Yolun yarısından fazlasını geçtikten sonra Uzkurt çoban konaklam yerinde rahatsız olan siyah eniği gördü. O baya da büyümüş. Şimdi ona Karakancık desende olcak. Alaca enik ise Alabay olmuş. O nedendiği bilinmez, Karakancığın yanından bir türlü ayrılmıyordu.
Karakancık kızışma dönemine girmenin başlanğıç dönemindeydi. O taraflardan rüzgarın getirmekte olduğu hoş koku Karakancığın kokusuydu.
Uzkurt o kokuya hasret yanmaya başladı. Onun Karakancığı Alabayın yanından ayırıp, aklında hep onu alıp gelmek vardı. Aklındaki niyetine uyarak biraz yürüdü bile. Ama, demir kafes, karanlık yer altı barınağı, keçinin tüyünden iyice sicimlenerek örülmüş ip göz önüne geldikçe de durdu. Onun çok beklemesine de gerek kalmadı. İşte Karakancık önden, Alabay ise peşinden koşuşturarak, bir zamanlar Uzkurdun kaçmış olduğu yere doğru yöneldiler. Uzkurt, Karakancığı çağırmak için kısadan kısa, üç kez uludu.
Karakancık, onu sesinden tanıdı. Biraz kulak verdikten sonra, Uzkurdun çağırmış oldu yöne doğru koştu. Ala-bay onun peşinden ok gibi fırladı.
Karakancık Uzkurdu gördüğü andan itibaren yavaşlayarak, cilve yapmaya başladı. Sonra, kıçını çevirdi de: “Gönlün varsa, gel peşimden” diyen tarzda yürümeye başladı.
Alabay ise sanki öcü varmış gibi saldırarak geldi, sanki Uzkurdun üzerine atlayacakmış gibi gözükse de, karşısında duran kurdun sert bakışlarını gördüğünde korkuya kapılıdı. Sesi öncekisi gibi gür çıkmadı. Uzkurdun kendisine doğru tehditkar bir eda ile gelmekte olduğunu gördüğünde geri geri çekilmeye başladı, çoban konaklama yerinde kalmış olan köpeklerden yardım isteyerek, havladı. O anda kızışma döneminde olan Alakancık yerinden kıpırdanmaz ise, yal dağıtımı telaşına kapılmış köpekler, bekledikleri yalı hayal etme duygusundan kurtulabilecek, hayallerini terkedebilecek durumda değillerdi.
Uzkurt, Alabayın kendisinden korktuğunu, güçlerinin eşit olamayacağını anlamış olmasını gördükten sonra, Karakancığın peşine takılıp gitti.
Uzkurdun, onu pek fazlada takmadan yürüryüp gitmiş olmasını gördükten sonra, tahrik olan Alabay, belli bir mesafeyi muhafaza ederek, gürültü patırtıyı da eksik etmeden onların peşinden geliyordu. Onun bu yaptıklarına, Uzkurt, fazla dayanamadı. Birdenbire geri döndü de Alabaya saldırdı. Köpek kaçtı. Kurt kovaladı. Peşinden yetişir yetişmez, göğsü ile çarptı, Alabay kendi hızını alamadan yuvarlanıp gidecek şekilde çarptı. Ancak dalamadı.
Keskin çığlıklar atarak ayağa kalktığında, Uzkurdun, Karakancık ile Börüsay’a doğru gitmekte olduklarını, bulutlanmış gözleri zar zor da olsa seçebilmekteydi.

Göç
Akhal, Akbörüden mirasçı eniklerinin dünyaya gelmiş olmasından çok mutlu oldu. Hatta, hayatının sonbaharını yaşamakta olduğunu bile unutmuştu.
Uzkurt, yavru kurt olmasına bakmaksızın, o yanında iken kend kendisini çölün ve dağların sahibi saymaktaydı.
Ne zamandır Uzkurdu oduncular yakalayıp götürdiklerinde, gözüne çöl bomboş kalmış, dağlar ise kararıp kalmış taşlar gibi gözükmekteydi.
Eğer Aybörü “o gelir” diye onu rahatlatmamış olsaydı, Akhal Bozkurdun patikasıyla giderek, Yedikayaya çıkmaya bile yeltenmişti. Kayaya varsa, ona çıkacak da tek bir patika vardı, ama, oradan inecek patika yoktu.
Onlar kadim mağarada Uzkurdu çok beklediler. Kışın tam ortasında yağan kar uzun süredir erimiyordu. Gün ısıtmaya başladığında, karlar erimeye başlamıştı ki, Aybörü iki eniğini yanıyla alarak avlanmaya gitmişti. Ama, hızlı bir şekilde geri döndüler.
– Hemen, oyalanmadan buralardan gitmemiz gerek!
– Niçün?
– Dört dere ötede dağların taşlarını araştıranlar var. Onların her an bizim mağaramıza gelme ihtimalleri var.
– O zaman Yedikaya’ya doğru gidelim.
– Hayır. Orada onların bizi görme ihtimalleri var. En iyisi, buralara sükunet aralaşana kadar, Kulanlı vadisine gidelim. Oralarda eniklerimiz tehlike altında kalmazlar.
Böylece onların dördüsü beraber, çöle taşındılar, oralarda yerleştiler. Akhal Aybörü ile iki eniğini peşine takıp, az gitti, uz gitti, dere tepe düz gitti, sonunda onları Sazaklı vadisine alıp geldi. Onları kendisinin eski inine yerleştirdi.
Kendisi ise önderlik tepesinin dışından yedi kez dolaşıp, sonra tepenin üstüne çıktı, tüm geceyi Küçük Ayı Takımyıldızılarına bakarak geçirdi. Tan atmaya yaklaştığında Küçük Ayı Takımyıldızının birinci yıldızından uzayarak giden ışın onun gözüne kadar ulaştı, gözünün görme netliğini arttırdı.
Akhal üç ayağının üzerine kalkıp, uzaklara doğru baktı. Kulanlı vadisine gitmekte olan yönde onbeş geyiğin su birikintisinin yanında grup halinde yatmakta olduklarını gördü. Tepeden indi, o yönde hareket etmeye başladı. Aybörü de Akhalın yola koyulduğunu gördü, iki eniği ile unun ökçesine basarak peşinden gitti.
Geyiklere seslenildiğinde duyulabilecek mesafe kaldığında, onlar kısa bir süreliğine durakladılar.
Aybörü: – Sen burada saklan – dedi. – Sen onları zaten yakalayamazsın. Ben öbür taraflarından geleyim, ürküteyim. Eğer buraya doğru gelirlerse, orada grubun kenarında duran hasta geyiği gözünden kaçırma. Onu kapıver.
– O öksürüyor.
– Akciğerinde kurdu var.
– Maşallah, sen onun işindeki işkembelerine kadar her şeyini biliyorsun.
– Dış görünüm bir örtüdür. İçerik ise onun içinde bulunmaktadır. Eğer gözümün gördüğü bir şeyin içini göremeyecek isem bana neden Aydörü desinler? – dedi, başka bir yöne yaydan çıkmış ok gibi fırlayıp gitti.
Akhal eniklerin her birini bir yerde sakladı. Çok da zaman geçmeden geyikler grup halinde, gürültü yaparak onlara doğru gelmeye başladılar. Genç kurtların birisinin sağdan, diğerinin soldan birbiri ardından çıkmakta olduğunu gören geyikler direk Akhalın üzerine doğru yürüdüler. Akhal ayağa kalktı. Dört yandan kurtların ablukası altında kalan geyikler birdenbire ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilemediler, kısa bir süreliğine durakladılar. Tam o sırada hasta geyik hızını alamadan, direkt Akhalın tam karşısında durakladı. Geyiğin gözleri kurdun gözlerine takıldı. Akhal ona öylesine bir hükmedercesine baktı ki, geyik durduğu yerde titir titir titremeye başladı. Arkasından yaydan çıkmış ok gibi gelen Aybörü hızını kesmeden, hasta geyiğin sırtına atladı. Fırsattan ve arka tarafının serbest olmasından yararlanan diğer geyikler yüksekten yükseğe zıplayarak, gözlerinin gördüğü yöne doğru koşmaya başladılar.
“Yakalanan av, kaçmış avdan daha karlıdır” şeklindeki kurt atasözüne uyan enikler de kaçmakta olan geyikleri kovalamayı akıllarından bile geçirmediler.
Kurtlar bir kere geçmiş oldukları yoldan, kolay kolay bir daha geçmezler. Akhal ailesi ile beraber başka yönden inlerine doğru gitti. Yollarında ılgınlık alan bulunmaktaydı. Nedense, O, ılgınlık alanın içinden geçmek istemedi. Açık alandan gitmeye Akbörü razı olmadı.
Onlar ılgınlık alanın tam orta kısmına gelmiştilerdi ki, Garaguyruk ile Altıbarmağa rastladılar. Akhal onlar ile koklaştı. Kurtların koklaşması, biribirinin hal hatırını sormak anlamına gelmekteydi.
Garaguyruk sürüdeki kurtların Kulanlı vasinden doğuya, acele etmeden gidilir ise iki gecelik bir mesafede gölün yakınlarında mesken tutmuş olduklarını, Garamen ile Yelbörünün de Çalbörünün de şuanda orada olabilme ihtimalının olduğunu haber verdi.
– Siz buralarda ne yapıyorsunuz? – dedi, Akhal seçkin iki kurdun neden sürüden uzakta kalmış olduklarının nedenini öğrenmek amacı ile sordu.
– Biz her zaman olduğu gibi sürü olarak Kulanlı vadisine avlanmaya geldik – dedi, Garaguyruk olup biten olayları beyan etmeye başladı. – Gitmiş olduğumuz yerde de kaldık. Üç gün evvel neredendir bir yerlerden kızılkurtların grubu ortaya çıktı. Onlar kulan avlamayı bile başaramıyorlar. Ondan sonra bizim avlamış olduğumuz avları almak için bizim ile dövüşmeye başladılar. Kızılkurtlar bizden üç katına daha fazladılar. Eğer avunu bırakıp gitsen, senin ile işi de olmaz derdi de olmaz. Engel olmaya çalıştın mı bizi bile yiyecekler. Kendileri de açgözler. Öldülermi kaldılar mı hiç farkında bile değiller. Biz de büyük uğraşlar verip yakalamış olduğumuz avumuzu onlara vermeyi kendimize gurur bildik. Sonra kızılkurtlar ile “dişe diş” savaşına başladık.
– Sen “dişe diş” savaşını Garamenin başlatmış olduğunu söylemedin – diye, Altıbarmak araya girdi. – Gara-men bir kulanın üzerine atlayarak, boynundan ısırıp yere serdi. Kendisi ise kendi avlamış olduğu avundan tek lokma bile yemeye yetişmedi ki, kızılkurtlar kulanı çekiştirmeye başladılar. Bu duruma Garamen kurt sinirlendi. O yanına gelip, kendisine tehdit edip, dillerini göstererek, it gibi hır hırlayan, kulanın boğazından ısırmış kızılkurdun belinin tam da ortasından ısırıp, bir kenara fırlatıverdi. Bir baktım kızılkurtlar Garameni çekiştirip parçalayacaklardı, sürükleyip götürüyorlardı. Garaguyruk ile ben onu zar zor ölümden kurtardık. İşte, öylelikle “dişe diş” savaşı başladı. Biz onların yaklaşık yirmisini öldürdük. Onlar da bizim genç kurtlarımızdan onüçünü öldürdüler. Garamen kurt sakat kaldı. Zar zor yürüyebiliyor. Onlar gölün kıyısına gittiler. Garaguyruk ikimiz kızılkurtları kovalayarak kuzeye doğru gittik. Yolda haram ölmüş devenin leşini görmüşler, kızılkurtlar o leş ile uğraşarak oralarda kaldılar. Kovalamayı unuttular. Biz iki kurt bir olup, onların üzerine saldırmaktan vazgeçtik. Sürünün izini kaybetmek için de buraya geldik, şimdi de kızılkurtları beklemekteyiz.
– Onlar şimdi gelmezler – diye, Aybörü nedenini anlattı. – Kızılkurtlar sudan korksalar bile, suya yakın olan yerlerde, çakallar gibi çalılık ormanlarında yaşamaktadırlar. Onların midelerini doldurmaktan başka bir derdi yoktur. Onlar ormanı nasıl bırakabilir, onların nasıl çöle uğramış olduklarına ben şaşırdım. Onlar helal ile haramı ayırt etmezler. Yeter ki midelerini doldursunlar, başlarını kurtarsınlar. Dünyada domuzdan daha pis, çiyandan daha beter kavgacı bir canlı varsa bu kızılkurtlardır. Kızışma döneminde insanlara bile saldırırlar. Suyu sevmezler, pislikleri, kurtlu leşleri bile ayırt etmeden yemekte olmalarından dolayı olabilir, onların kanında kuduz hastalığının başlanğıcı varmış. Kızılkurtlar ikide bir kuduz olurlar, hastalıklarını biribirine, çakallara ve diğer canlı varlıklara bulaştırırlar. Onlardan uzak durmak en iyisidir. Eğer kurtlar kızılkurtlar ile dövüşürlerse, işte o korkunç hastalıktan kurtulmak için açlık otunun kökünü çiğnemeleri gerekmekte.
– O otu nereden bulabiliriz? – diye, Garaguyruk sordu.
– Aç otu dağda çoktur. Ama ben o otu Sazaklı vadisinde bile görmüştüm.
– Bize onu gösterir misin! – diye, Altıbarmak somağını yalıdı.
Sazaklı vadisine geldiklerinden sonra, Aybörü açlık otunun nadiren de olsa bulunmakta olduğu yerlerin hepsini gösterdi. Garaguyruk ile Altıbarmak açlık otunun dibini eşiyerek, koyun gurguru büyüklüğünde damarlı baklamsı kökünü alıp, iyi bir şekilde çiğnedi. Tüm vucudu rahatladı, köklerden ağzını doldurduktan sonra, göle doğru gittiler.
O günden sonra altı gün geçirerek, Çalbörüyü ve genç kurtların yedisini peşlerine takıp, vadiye geri döndüler.
Garamen kurt nerede? Onun durumu nasıl? – diye, Akhal Garaguyruktan sorduç
Şimdi iyi. Ancak o hepimize izin verdi de, kendisi orada kalmayı tercih etti. – dedikten sonra, Garaguyruk onun gelmeyi kendisi için gurur meselesi saydığını anlattı.
– Henüz önder olma hayalperestliğini hala halledebilmiş değil desene.
– Ancak O, kendi neslinden hayatta kalan dört ferdini sizin sürünüze verdi. Onun yanında sadece Yelbörü kaldı.
– Ben onlara kendi fertlerim gibi bakarın.
– Demek ki, sen kin tutmuyorsun değil mi…
– Sürünün önderi düşmanına karşı bile kin beslemez. – diye, Akhal her zamanki çıktığı tepeye çıktı. Uzaklarda aşağıda bir yerlerde kurtların onüçüsü onun söyleyeceklerini, diyeceklerini dinlemek için sabırsızlıkla bekleyip durmaktaydılar. Akhal onlara bakıp, kısa bir süreliğine bile olsa kendisinin yalnız geçirmiş olduğu günlerini hatırladı, sonra sürünün yeniden oluşumu, kendisinin önderlik ornunu yeniden almasına memnun olup, bir adım ileriye doğru atladı.

“At sahibine göre kişner”
Dışarıda kendi haline konuşarak dolaşan çoğluk, içeriye girdikten sonra, uzun bir süredir sesini kesmedi. Çoban onun kendi kendine konuşup dolaşmasını onamadı:
– Aklında olsun! Kendinden büyükler varken ancak iki durumda, ya aklını oynatmış olduğunda, ya da sorulmuş olan soruya cevap verirken konuşulur.
– Ah, keşke olup bitenlerle ilgili her şeyi içime atıp da içimde tutabilsem, tutamıyorum ne yapabilirim? – diye, çoğluk yakındı.
– Tutmayacağın kadar, ne olmuş ki?
– Karakancık iki gün evvel kayboldu. Köpeklerde Alakancık diye birbirlerine giriyorlar.
– Ee, kardeşim, gençliğine sayalım – diye, çoban neşeli bir şekilde güldü. – Onun gibi şeyleri içine atıp, kendi kendine konuşularak da gezilmez. Alakancık ne yapacağını ikimizden daha iyi biliyordur. O köpekleri deneyden geçirmektedir. İşte, görürsün, en güçlü olanını peşine takar da, iki üç gün kaybolar. Karakancık hakkında bir şey diyeyim mi sana, o mutlaka senin kaçırmış olduğun kurda rastlamıştır. Alabay da onun ile gücünün bir olmayacağını anlamış, geri gelmiş olmalı.
– Gerçekten de, benim kurdum buralara kadar gelmişmidir?
– Üç gün evvel, ben onun üç kez uluduğunu bile duydum.
– Onu bu durumdan yararlanarak yakalayamayız mı?
– Artık o enik değil ki, yakalatmaz. Artık bir yaşını doldurmuş kurt.
– Eğer Karakancık o kurttan nesil alabilse, enik verir ise, siz onları da diri diri toprağa gömecekmisiniz?
– Sana daha önce anlatmış idim, “kancıkların ilk gebeliğinden olan yavruları kelek olur” diye. Anlayamadın mı?
– Çoban abi, çöl yerlerde adet falan demenin ne gereği var?
– Kardeşim, adet çölde de, ilde de aynı adettir.
– Adet dediniz, “kelek” dediniz, geçen sene bir sürü günahı olmayan enikleri yok ettiniz. Canı olan canlıları diri olarak toprağa vermenin de bir günahı vardır…
– Vardır, yok da diyemem. Ancak adetleri ihlal etmek affedilemeyecek bir günahtır.
– Benim kurdum bir daha Karakancık ile karşılaşamaz ise ne olacak?
– Kurttan bir kere nesil almış olan kancık yine de onu ister. Bir daha köpekleri saymaz bile. Ancak karşılaşamazlar ise, çaresi yoktur.
– Karşılaşmaz. Önümüzdeki yıla kadar o kurt ya kalır, ya kalmaz.
– O olmaz ise, yine birisi. Hatırlıyor musun, senin genç kurdu yakalayıp getirdiğini. Benim de ertesi gün Börüsay’a gittiğimi. Biliyor musun, o gidişimde ben Börüsay’da üç ayaklı büyük bir kurdun ayak izlerini gördüm. İzini sürdüm, o dağa doğru gitmiş. Demek, dağda kurt ailesi olmalı.
– Çoban abi, üç ayaklı kurt olamaz ki.
– Doğru, kurtlar dört ayaklı olur. Bundan üç dört yıl öncesiydi, iki insan helikopterle Kulanlı vadisinde kulan avlamaya gidiyorlar…
– Kulanları avlamak yasak değil mi?
– Kimileri için yasak? Bazı kimseler için ise seslerini çıkarmıyorlar. İşte, onlar da kulan avlamak için dolaşırlarken, kurt sürüsünü görmüşler. Helikopter ile kovalayarak, silahla vurabildiklerini vurmuşlar. Bir çobanın söylediklerine göre, onlar var olan kurtların tamamını katletmişler. O olaydan sonra on veya onbeş gün ya geçmiştir ya da geçmemiştir, başka bir çobanın çoğluğu çoban konaklama yerlerini dolaşarak, “kurt çekti”[3 - “Möjek çekdi” – yakalanan kurdun derisi alınarak, ondan da padalya yapılıyor. Yani, içi saman ile doldurulur, sonra çobanların bulunduğu konaklama yerleri dolaşılıp, her çoban konaklama yerinden bir hayvan alıyorlar. İşte buna da “möjek çekdi” denir.] yaptığı zaman, onu büyük bir kurdun kovalamış olduğuna dair haberler yayıldı. İşte, o olaydan sonra ise kapan kurma başladı. Yedikuyudaki çobanların kapanına bir kurt yakalanmış, o da ayağını kapanda bırakarak, kaçıp gitmiş. Yanılmıyorsam, benim ayak izlerini görmüş olduğum o üç ayak kurt olmalı.
– Çok da gururluymuş ya.
– Evet, kurt çok gururlu bir hayvandır – dedikten sonra, çoban düşüncelerine dalıp gitti. Bardağındaki soğumuş çayından çift yudum aldı da, konuşmasını devam ettirdi. – Bundan onsekiz yıl evvel ben de aynen senin gibi çoğluktum. Sarı dayı adında davar sevdalısı insan olan çoban idi kendileri. O biraz da hasta olan birisiydi. Rahmetli kanser hastasıydı. Onun için de öğleden sonra bana güvendiği için sürüyü otlak alana çıkarma işini bana bırakırdı. Günlerin birinde fırtınalar esip kasırgalar kopup, kasıp kavurduğu havada sürüyü dolaştırıp, çoban konaklama yerine doğru götürdüm. Getirip ağıla kapadım. Sarı dayı her zamanki yapmakta olduğu gibi, gemici fenerini alıp, çoban konaklama yerinin etrafından dolandı da, derinden bir nefes aldı. Bana seslendi:
– Yolda bir yerlerde gelirken sürünün bölünmüş olduğunu fark ettin mı? – dedi.
Ben, sürüyü dağıtmadan getirmiş olduğumu söyledim.
– Hayır. Dağılmış. Az buçuk bile değil, yaklaşık kırk adet eksiğimiz bulunmakta
Sarı dayı bana öylesine bir ters ters baktı ki, sanki vücudumda karıncalar yürürmüş gibi oldum.
– Her koyunun kaç gözü var?
– İki.
– Kör olanı, tek gözlü olanı yok değil mi?!
– Elbette, yok. Hepsi de sağıklı koyunlar.
– Bizim 850 adet koyunumuz var idi. Oların da 1700 gözünün olması lazım. Ben 78 gözü bulamıyorum. Demek 39 koynumuz eksik.
Ilk başta “mümkün değil” desem de, bir baksam, benim ile otlak alana beraber giden Akbay adlı köpek de yoktu. Akbay sürü dağıldığında sürüden bölünerek ayrılmış olan koyunlar ile kalmış olmalı.
Sıcağı sıcağına kaybımızı aramaya başladık. Onlar fırtınalı havada sürüyü çoban konaklama yerine doğru döndürmekte olduğum sırada, kenardakilerden bir grubun sürüden ayrılarak dağılmış olduğunu nerden bilecektim? Ancak onların çoğu çoktan parçalanmış idi. Özellikle, kuyruklarını sanki bıçakla keserek alıp yemişler gibiydi. Burada da altı adet koyunumuz eksik çıktı.
– Onları kurtlar kendileri ile götürmüşler – dedikten sonra, Sarı dayı bana anlattı. – Bunlara altı kurt saldırmış.
Hiçbir şekilde hayat belirtisi vermeyen Akbay’ı sanki insan defneder gibi, toprağa verdik.
Sarı dayı gece saatleri olmasına bakmaksızın kışlık ahıra gitti. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde bir avcıyı iki köpeği ile alıp geldi. Ben avcı ile beraber gitmek zorunda kaldım. Av köpekleri kurtların ayak izlerinden dolayı bırakmış oldukları kokuyu koklayarak, çok uzun mesafelere gittiler. Biz de onların peşinden. Üçüncü gün dendiğinde, kurt enine ulaştık. Avcı inden kurt yavrularının yedisini dışarıya çıkardı. Sonra onların dördüsünün sırtlarına zamk gibi bir şeyler yapıştırdıktan sonra, inlerine salıverdi. İnin etrafında ağ kurdu, bir tarafını açık bıraktı. Tuzak da kurdu.
Biz biraz geri çekilerek, saklanıp, beklemeye başladık. Sırtları zamklanmış yavru kurtlar tuvalet ihtiyaçları geldikçe keskin çığlıklar atmaya başladılar. Ana kurt onların acıklı acıklı çığlık atmalarına dayanamadı. Taş atsan yetecek mesafeye gelerek tedirğinlikle hareket etmeye başladı. Her seferinde telaşlı bir şekilde bir oraya bir de buraya doğru geçtiğinde, bir adım olsa bile inine yaklaşıyordu. O bizim buralarda olduğumuzu biliyordu. Bilse bile çaresi yoktu.
Ben kurt denen canlıyı hayatımda ikinci kez görüyordum. Birinci kez, daha önce de anlatmış olduğum gibi, çocukluğumda, yazlığa çıktığımızda görmüştüm. Ancak, daha önce görmüş olduğun anne kurt bunun kadar sert değildi.
Anne kurdu görür görmez elimde ayağımda dermanım kalmadı, dilim tutuldu, sesim çıkmaz oldu. O ise bazen dişlerini şak şaklatarak, bizim bulunduğumuz tarafa doğru bakarak, bizi tehdit ediyordu. Onun ensesinde kabarmış olan tüyleri, sert suratı, insan kanını donduran, hem nefret hem hiddetle dolu gözleri, orman canavarını bile sataşmış olduğuna pişman ettirmeye hazır dişleri, gerçeği söylemek gerekirse benim içimi karartmaya başlamıştı.
Hiçbir şeyden korkmayı, ürkmeyi bilmeyen cesur hem de öfke ve hiddetle beslenen tehdidi ile üzerimize saldırmış olsaydı, geldiği gibi bizi parçalayıp geçip gidecek gibi gözüküyordu.
Ben sanki sıtmaya yakalanmış gibi titreyip duruyordum, kendimi zor tutuyordum, avcının yüzüne baktım. O rahat idi. Onun davranışları oyuncak kurdun oynunu izliyormuş gibiydi. Av köpekleri de alışıklar, emir verilerini bekliyorlar, seslerini bile çıkarmıyorlar, yere uzanmış yatıyorlardı.
Avcının soğukkanlılığı beni de korku girdabından çıkardı, biraz olsa bile rahatlattı.
Her ne de olursa, henüz korku benim damarlarımda kanımı hızlı hızlı attırıp duruyordu. “Sanırsam, anne kurt tek başına değildi. Diğerleri arkadan dolaşıp gelebilirler” diye, korkuyla arkama baktığımda, eşekler kulakları ile gözlerini kapatmış, anne kurdun bulunduğu tarafa kıçlarını doğrultarak durmakta olduklarını gördüm. Bizin anne kurt ile arada saklanıp yatmamız eşeklerin yararınaydı. Ama, onların rezil rısva duruşları, anne kurdun umrunda bile değildi.
Anne kurt hala tehdit etmekteydi, bizim oralardan defolup gitmemizi, eniklerinin keskin çığlıklar atmasına neden olan olayın ortadan kaldırılması, onların o durumdan kurtarılmasını istiyordu. Ama, bizim amacımız onun isteklerinden daha üstündü.
Her ne kadar da uyanıklık etse bile, annelik duygusu anne kurdu tuzaga düşürdü. Avcı çok hızlı bir şekilde davranıp, tuzağı keskin dişleri ile kesmeye yetişmeden, anne kurdun üzerine ağı atmaya yetişti. Şimdi onun kurtulma imkanı kalmamıştı.
Avcı anne kurdu ağ ile beraber getirdikten sonra, eşeğine yükledi. Sonra enikler ile ilgilenmeye başladı.
Avcı anne kurdun ağzına da eşeğin semerinin ağacını enlemesine sıkıştırıp bıraktı. Kendisi ise eşeğini yürüterek, yaya geri döndü.
Yolda gelirken eşeğinin üzerindeki anne kurdun gözlerine takıldı gözlerim. Onun gözleri üzüntüyle doluydu. Anne kurt onun gözlerine bakmakta olduğumu anlamış olmalı. O kadar üzüntülüydü, o kadar acıklı baktı ki, bu sefer onun durumuna benim acıyıp, kalbim dayanamaz hal almıştı. Sonra bir daha ona bakmadım.
Çoban konaklama yerine geldikten sonra ise anne kurda arada sırada bir bakmamış olduğuma pişman oldum.
Avcı eşeğin yanına vardıktan sonra, derinden bir nefes aldı da: “Kurt gururlu, it yüzsüz” dedikleri doğruymuş – dedi.
– Belki de o nefes alamadan boğularak ölmüştür.
– Hayır. Ben onun gibi durumları göz önünde bulundurmuştum ya.
– A, sanırım, sizin elinizde korkuya kapılarak kalbi çatlamış, ölmüş gibi?
– Hayır. Kurt gibi cesur hayvan yoktur. Aslanın kalbı çatlayabilir. Ama, kurdun kalbi çatlamaz. Onlar korkmayı, ürkmeyi bilmezler.
– O zaman neden ölmüş olabilir!?
– Namustan. “Kurt yakalanıp ayakları bağlanınca, eşeğe yük vurar gibi götürür isen, namusundan ölür” diye, duymuştum. Rahmetlik dedem bu gün görmüş olduğum yöntemi kullanarak anne kurtları çok yakalardı. Ama onların somaklarını bağlayarak deveye yüklerdi. Böyle durumlarda kurtlar ölmezdi. Ben onu eşeğe yük vurur gibi taşımakla yanlış iş yapmış oldum – dedikten sonra, avcı dudaklarını ısırdı.
– Anne kurdu zaten öldürecektiniz değilmi.
– Öldürmezdim. Onun sütünü aldıktan sonra serbest bırakırdım – dedi, avcı anne kurdun derisini yüzmeye başladı.
– Onun sütünü ne yapacaksınız ki?
– Oho, anne kurdun sütü eşek sütünden on kat daha faydalıdır…
– Ne?
– En kötü hastalığa…
– Onu “kurt çekdi” ettiniz mi?
– Elbette.
– Ee, eniklerini ne yaptınız?
– Eniklerin üçüsünü “hayvanat bahçesine” diye, alıp gittiler. Ancak, ben onlardan önce onların içinden dördüsünü seçip aldım da, sakladım. Onların bir beyaz benekliydi, ikincisi siyah benliydi, üçüncüsünün kuruğu sihaimsi idi, dördüncüsü altı parmaklıydı.
– Bu köpeklerin hanğisi onların neslinden?
– Hayır. Onlar köpekler ile bir araya gelmediler. Aradan yaklaşık üç ay geçtikten sonra, benim köye dönmem gerekti. Geri döndüğümde biri bile kalmamış. Sarı dayı sevap olsun diye serbest bırakmış. Ancak o günden sonra kurtlar bizim çoban konaklama yerimize bir daha hiç saldırmadılar.
– Ben düşünüyorum da, biz amacımıza ulaşamayacak gibi geliyor bana.
– Her şeyin zamanı varmış.
– Var mıdır, bari?!
– Acele etmez isen, yakın yıllarda ben sana bu meselenin çözümünü bulmaya yardımcı olayım.
– Ciddi misin, Lapar dayı?!
– Gerçekten de ciddiyim, Tokar kardeşim.
Çobanın söyledikleri çoğluğun kalbini rahatlattı, könlünü ferahlattı. Gaflette kalmış gözleri açılmış gibi oldu. Kendisini cesur ve gururlu kurtların nesillerinden (köpeğin kancığı ile kurdun köpeğinin çiftleşmesinden) türeyen kanidlerin (ünnüşlerin)[4 - Üňňüş – köpeğin kancığı ile kurdun köpeğinden dünyaya gelen eniğe “üňňüş” denir.] sahibiymiş gibi çok rahat hem de ilham dolu hissetti. Tam o sırada da dışarıdan Karakancığın “ben geldim” diyercesine havlayan sesi duyuldu.

Vaşak ile kapışma
Karakancık kızışma döneminde iken ona duyduğu özleminden kurtulan Uzkurt Börüsayda birkaç gün öylesine dolaştı. Onun buralarda temelli kalması da mümkün idi. Nedeni ise O, kadim mağarada bile yalnız kalmıştı. Üstelik de, mağara sıkıjıydı. Çöl ise engin bir alandı.
Özgür yaşamak için özgürlük lazım.
Çölün neresine bakarsan bak, ufukların ötesi gökyüzüne karışır. Doğusunda doğan Güneşi, Batısında, sanki kendi yerini gecenin karanlığına vermeye hazır olduğunu ima edercesine, kum tepelerinin ötesinde saklanır. Geceleri gökyüzünü süsleyen yıldızlar o kadar yakındaymış gibi gözüküyorlar ki, Uzkurt tepeye çıkarak, biraz yükseğe zıplasa, onlardan tam da üzerinde olanını ağzı ile kapabilecekmiş gibi gözüküyordu. Uzkurt yıldızları bu yöntem ile kapıp alabilse neyine yaratacak?! Parlayan, ışın saçan şeyler yenemez ki.
Kurtlar sadece canlı olan şeyleri, hele de kendilerinin yakalamış oldukları avlarını yerler. Çölün enginliklerinde zaten avdan bol ne var ki. Ne tarafa gidip de avlanmak istersen avlanabilirsin. Yolun açık.
Ama, bu denli geniş alanda bile Uzkurd’un rahatını bozan, dünyasını daraltan durumlar ortaya çıkabiliyor. O günlerin birinde, gece uzaklarda geyiklerin grup halinde yatmakta olduklarını gördü. Onlardan sadece birisi – boynuzları yarım metreye kadar olan yaşlı teke ayakta durmuş, etrafı kolaçan ediyordu.
Uzkurt, geyiklerin boğaz olduğunu anladı. Tekeyi avlamayı niyet edindi. Evet ya, zaten o eceli gelip onu bulduğu zaman ölecek. Ölmeden önce derisini doldurmuş eti ile bir canlının karnını doyurabilse, onun pişman olması için bir nedeni varmıdır! Aklında tasarlamış olduğu amaca uyarak, Uzkurt yaşlı tekeyi gözden kaçırmadan, yol katetmeye başladı. Avuna yaklaştığı zaman, uzaktan gelen keskin ışığın karanlığı delip gitmekte olduğunu gördü. Onlar gecenin karanlığına karışarak, çöldeki hayvanların canına kastetmek için çıkmış olan avcılar idi.
Enikken arabanın farlarının ışıklarından payını almış Uzkurt ilkabşta ne yapacağını bilmedi, şaşkınlık içinde kaldı. Ancak, o artık birzamanlar olduğu gibi enik değildi. Eninine boyuna irileşmiş, kendisini çölün sahibi saymakta olan bir kurttu artık. Onun artık, sadece kendisini değil, oysa çöllerin güzellik abidesi sayılan geyikleri de azıtmış ve açgöz, acımasız ve kurnaz insanlardan kurtarması gerekiyordu.
Uzkurt kendini toparlayarak, kendinden emin adımlarla harekete geçti.
O zamana kadar geyikler bir şey tarafından rahatsız edilmiş gibi, üzerlerine gelmekte olan tehlikeyi sezip, patırdaşıp kalktılar, bir süre pür dikkat bakıp durdular.
Uzkurt uzaktan ulaşmakta olan ışıklar yönünden geyiklere doğru fırladı. Onlar düz alana doğru kaçtılar. Eğer, araçtakiler geyiklerin düz alan ile kaçmakta olduklarını görmüş olsaydılar, onlardan kurtulabileceği çok az olurdu. Uzkurt kestirme yoldan koşup, geyiklerin önünü kesti, Börüsay’ın saksavulluk kısmına doğru yönlendirdi. Orada geyikleri bulabilseler ya da onlarla karşılaşsalar bile araç ile kovalayıp da yakalamak avcular için mümkün olamaz!
Avcılar düz alana inerek, ileriye doğru gittiler. Böylece önüne ışık saçıp yaklaşmakta olan karabasan gibi beladan kurtulmuş oldular.
Uzkurt yaşlı tekeyi sürekli gözetim altında tutuyordu. O tekrar “bekçilik” görevini yerine getirmek için topar-dan bir kenara çekilmiş olduğu yerde Uzkurt onu yakaladı. Geyikler anında patırtı ile saksavulların arasına dalıp gittiler. Yaşlı teke yılların sertliği sinmiş boynuzunu kullanmaya bile yetişmedi. Uzkurt tek bir zıplama ile onun sırtına atlayıp, keskin dişleriyle boyun omurgasını kırdı. Sonra boynundan ısırıp, bir şekilde de, atlayarak yere indi. O anda yaşlı tekenin gövdesi pat diğe yere serildi.
Uzkurt avunu iştahla, parçalayarak yedi. Karnını doyurduktan sonra, yanında yattı. Ikinci gününü de aynı yerde geçirdi. Üçüncü gün her yeri sim siyah bir canlının düz alanda koşarak gelmekte olduğunu gördü. O, gelir gelmez, burnunu buruşturarak, sert bakışları ile: “Defol buradan!” dedi.
Onun hükmedici tavrı Uzkurdun tepesini attırdı:
– Eğer hayatta kalma ümüdünü kaybetmemiş isen, hemen buralardan uzaklaş, senin ensen ne kadar kalın olduğuna bakmamı istemiyorsan!
Bu küçük ne kadar da cesurmuş! Sen beni tanımadın galiba.
– Tanıdım. Sen benim düşmanımsın.
– Tanımamışsın. Bana Vaşak derler. Hayvanlar kralı Aslan bile benden çekinir.
– Dem vurma bana.
– Yeter! Defol burdan. Yoksa… Sen de yere serilmiş leşe dönersin.
– Kurt başkasının avunu da yemez, kendi avunu da başkasına vermez.
– Dik kafalılığından dolayı sen kaybedeceksin.
– Herbir senin gibi açgöz hem de burnu havada olana avumu aldırmam, namusumu iki paraya değişmem.
– Öylemi diyorsun?!
– Öyle…
Her iki taraf dövüşmeye hazırlandı. Vaşak büzülmüş gibi oldu da, birdenbire Uzkurdun üzerine atıldı. Uzkurtda kendisini onun üzerine attı. Dövüş başladı. Kimin altta, kimin üstte olduğu belli olmayan kapışma uzun sürdü. Vaşağın cüssesi büyüktü. Uzkurdun cüssesi onunkuya nazaran küçük de olsa, güç bakımından ondan pek fazlada güçsüz değildi, üstelik de her bir ısırdığı yeri koparmaktaydı.
Vaşak çok çevikti. Vucudunun üç dört yerinde acı verici yaralar oluştuktan sonra, o kurdun ağzını da ihmal etmeden, kendisi de ısırmaya başladı. O da bir keresinde Uzkurdun ensesinden ısırdı. İşte, o andan itibaren de gümüş renkli tüyler ne işe yaramakta olduklarını gösterdiler.
Vaşak diline batmış keskin tüylerin verdiği acıya dayanamadı, hemen ağzını açtı.
Uzkurtsa fırsattan faydalanarak, Vaşağın altına girdi de, arka ayaklarına dayanarak yukarıya doğru kalktı. İşte o anda, onun ensesinde bulunan gümüş renkli tüyleri Vaşağın karnını sanki bıçak ile delinmiş gibi parçalayıp attı. Karnından işkembeleri dışarıya doğru çıkan Vaşak yine de dövüşmeyi bırakmadı.
Bu dövüşün en sancılı yeri, onların hiç birinin kendisini korumaya değil, rakibini param parça etmeye can atmalarıydı.
Onların her ikisinin de “Ya alacağım, ya öleceim” şeklinde net bir amaçları vardı.
Uzkurt git gide daha kuvvetlenmekteydi. Tersine, Vaşak ise zayıflamaktaydı.
Kendi avuna sahip çıkma gayesi ve kurt gururu Uz-kurdu daha da güçlü kılmaktaydı.
Vaşağın ise amacı tamamen başka olan kötü niyet bu dövüşü yapmaya mecbur bırakmaktaydı. O hayatı boyunca Aslanın peşinde gezmeye alışmıştı. Ama, Aslan ağır kanlıydı. O, yakalamış olduğu avundan karnını doyurduktan sonra, onun yanında yan gelip yatmaz, ilk aklına gelen yöne gider. Bu inatçı kurt ise Vaşağa yol vermek bile istemiyor.
Uzun süren dövüş Vaşağın canını çıkarmıştı. O, rastgele Uzkurdun vucudunu ısırmaktaydı, onun vucdunu tırmalayarak çizikler içinde bırakmıştı. İşte o anda da onun işkembeleri bir kütüğe takıldı. Sanki onun tüm işkembeleri dışarıya çıkmış gibiydi. Neyin onu tutmakta olduğunu anlayamadığı için, kısa bir süreliğine geriye baktığı anda, Uz-kurt, Vaşağın boynundan ısırdı. Silkeledi. Vaşak boynunu düşmanın ağzından kurtarabilmek için her ne kadar can atsa da amacına ulaşamadı.
Uzkurdun keskin dişleri kendi işini hakkıyla yapmıştı.
“Can boğazdan çıkar” diye boşuna dememişler.
Vaşağın kendisinkiden iki katına kadar daha iri cüssesinin leşe dönmüş yerde yatmakta olduğunu gören Uzkurt:
– Ben senin üzerine gitmedim, sen benim üzerime geldin. Dövüşü de ben başlatmadım, sen başlattın. Ben namusumu korudum. Sen ise, işte orada, kuma karışmış yerde yatan mideni doldurmak için dövüşüp, kendini bile savunamadın. Kabahatın günahından büyük – dedikten sonra, yola koyuldu. Sadece o zaman vücudunun her yerinde hissedilen ağrı ve sızıdan dolayı dayanamaz hal almaya başladığını sezmeye başladı. Dövüş sırasında vücudundaki yaraların ağrıdır sızılarını o arada hissetmemiş olmalı.
Aladağda bulunan kadim mağaraya geri döndüğünde, tan yeri atmaya başlamıştı. Mağaranın bir köşesinde bulunan iki taşın arasına geldikten sonra, başını arka ayaklarının arasına sokup, bükülerek yattı…
Eğer bu durumda kimdir birisi bu mağaraya baksaydı: “Burada üc adet taş varmış” der, geçip gidebilirdi.
…Mağaranın içi sanki Güneş gökyüzünden inmiş, bu yere gelmiş düşmüş gibi birdenbire aydınlanıp gitti. Uzkurt iki tarafında bulunan taşlardan yayılan göz kamaştırıcı ışınların mağaranın içini sanki gündüz gibi aydınlatdığını gördü, yavaşca başını kaldırdığında, tünelin girişinde duran koca kurdu gördü. Onun cüssesinin iriliği Aslanlarınkinden küçük değildi. Sadece başının etrafında yelesi yoktu, onun yerine ensesinde bir karış uzunluğunda kümüşsü tüylerinin olduğunun farkına vardı. Belki de bu kurt Akhal’ın söylediği Bozkurttur.
– Hoşgeldin, Bozkurt!
– Hoşbulduk, Uzkurt! Düş peşime!
Bozkurt geri döndü de tünelden geçip, patika ile ta yolların ayrıldığı yere kadar gitti. O, taşların hangisine yaklaşırsa, onlar kendi kendiliğinden ışınlanıp, etrafı sanki gündüz gibi aydınlattığını gördü. Orada durup: – Sağa saparsan, Yedikayaya çıkarsın, bu patika seni hayatta kalman için tanınan süre dolduğunda üçüncü kayanın üzerine çıkarır ve oradan da seni benim yanıma göderir. Sola saparsan, pınarlı dereye varırsın. Pınarın uzanabildiği her yer karışı karışına güzelliklerle doludur. Onun tam fışkırmakta olduğu yerden yedi adımlik bir mesafede çınar ağacı vardır. Çınarın oyuğundaki çukurda Gökbörünün sütü karıştırılmış su vardır. O sudan içer isen, için temizlenir. Dilin ile yalıyarak vücuduna sürersen, yaraların iyileşir.
Bozkurt bunları söyledikten sonra sağ tarafta bulunan patika ile Yedidağa doğru gitti…
Uzkurt gözünü açtıp mağaranın içinin karanlık olduğunu gördüğünde hayretler içinde kaldı. Bitkin düşmüş yara bereler içinde kalmış gövdesini zorlukla kaldırdıktan sonra, tünelden geçip Bozkurdun patikasını takip etmeye başladı.
Epey bir süre yürüdükten sonra, yol ayırdına yetti. Yedikayaya doğru gitmekte olan çukurlu patikaya baktı. Onun nedense o patika ile gidip, kendisine rüyasında tarif edilen kayaya çıkarak, Bozkurdun yanına gitmek istedi. Hatta ilk iki adımını attı bile. Ama, nasıldır bir güç onu sol tarafta bulunan patikaya yönlendirdi.
Turna gözü gibi berrak sulu pınar başından taa dağın yamacına kadar iki tarafı ağaçlarla dolu dere onu kendisine imrindirmekteydi. O pınarın kıyısını takip ederek, onun kaynağına doğru yol almaya başladı.
Çöl – o engin alanları ile, burası serinlik kaynağı bahçeleri ile güzeldi.
O, sonunda pınarın kaynağının olduğu yere yedi adım mesafede bulunan tepesi yükseklere uzanan çınara yaklaştı. Ancak onun yanına nasıl ulaşacağının hiç yolunu bulamadı. Çınar pınarın öbür tarafındaydı. Pınarın kaynağı ise dağın sarp kaya kısmından fışkırmakta ve dik eğim ile akaçtan aşağıya doğru akıp gitmekteydi. Uzkurdun pınarı atlayarak geçmeye güycü yetmeyecekti. Pınarın buz gibi soğuk suyuna girip karşı tarafa geçmeye de cesaret edemiyordu.
Uzkurt arkasına dönüp baktığında, biraz ileriye doğru aşağıya gidildiğinde kurumuş ağacın pınarın üzerinde köprü gibi durmakta olduğunu gördü. Gidip o ağacın üzerinden dikkatlice yürüryüp, pınarı geçti ve çınarın oyuğuna girdi. Oyuk içinde rahatlıkla 15–20 kurt barınabilecek büyüklükteydi.
Bu oyuk onbinlerce yıl evvel Gökbörü tarafından kendi eni olarak kullanmış. Onun bu oyukta enikleri dünyaya gelmiş, onları büyütmüş. Eniklerin yatmış olduğu yerde hali hazır bile Gökbörünün yatak olarak sermiş olduğu tüyler olduğu gibi duruyordu.
Uzkurt oyuk içindeki beyazımsı, tatlı sıvıdan taa susuzluğunu giderene kadar içti. Yaralarını yaladı. Sonra tüylerin üzerine uzandı.
Yavaş yavaştan uyku basmaya başladı. O ne kadar uyumuş olduğunu bilmiyor. Ama, uyandığında hiçbir yerinde ne acı ne de sızı sezmemekteydi. Uzkurt eski haline geldi.

Yeni tanışlık
Aladağın dağ eteğini takip ederek giden Uzkurdun bir ses kulağına geldi. O hayatında hiç de böyle bir ses duymamıştı. Sesin gelmekte olduğu yere ulaştığında, yavrucak bir benekli yaratığın iki taşın arasında sıkışıp kaldığını gördü. O, böyle bir yaratığı henüz hiç görmemişti.
– Sen nasıl bir yaratıksın?
– Ben Çitalar neslindenim. Sen beni yemezsin değil mi?! – diye, eziyet çekmekte olan yaratık onun yüzüne ümit dolu beklentili bir şekilde baktı. – Bana bu taşların ıstırabından kurtulmaya yardım et!
– Böyle davranılır mı, ben seni yiyebilir miyim hiç? – diye, Uzkurt taşların birisini ön ayağı ise sıkıştırıp, somağı ile itiverdi. Taş çok az da olursa yerinden oynadığında Çitacık onun altından sıyırılıp çıktı.
– İki taşın arasında ne işin var senin? –diye, Uzkurt ona çemkirdi.
– Taşlar beni Vaşaktan kurtardılar. Sen ise taşlardan kurtardın. Minnettarım – dedikten sonra, Çitacık arka ayaklarını zorluk ile kaldırıp, topallayarak kendi yoluna gitti.
Uzkurt: “Dur! – diye, onu durdurdu. – Nereye gidiyorsun?”
– Babam ile annemin yanına.
– Onlar neredeler?
– Vaşak ile dövüştükten sonra, orada gözüken ardıçlığa çekildiler.
– Oraya gitmene gerek kalmadı. Zaten sen onları oradan bulamazsın. Eğer onlar hayatta olsaydılar, çoktan gelip seni arayıp bularlar idi.
– Hayır. Hayır. Onlar diridirler. Ardıçlığa yetebilmişler ise, Vaşak bizimkilere bir şey yapamaz.
– Niçün?
– Çitalar da aynen kediler gibi ağaçlara tırmanmayı biliyorlar.
– O zaman ümit var – diye, Uzkurt ona arkadaşlık etti.
Yolda giderlerken, Çitacık, Vaşağın yavrucuklar yalnız kalacakları zamanı bekleyerek geldiğini, onları yiyişini, kendisinin ise karanlığa karışarak, iki taşın arasında saklanıp kalmış olduğunu, babasıdır annesinin gelip Vaşak ile ölüm kalımına dövüş ettiklerini, o anda da taşın üzerine basıp, gövdesini sıkıştırdığını, sonra ardıçlı alana doğru kovalaşarak gitmiş olduklarını anlattı. Sonrasında ise:
– Hadi gel, ikimiz arkadaş olalım – dedi.
Uzkurt onun iyi niyetli teklifini kabul edip, yan tarafta duran koca taşın üzerine atlayarak çıktı.
Çitacık ise taşın üzerine çıkmak için çok uğraştı.
– Taşın üzerine mutlaka çıkmam mı gerekiyor? – diye, Uzkurdun da aşağıya inmesini istedi.
– Mutlaka – dedikten sonra, Uzkurt kararlı bir şekilde konuştu. – Taşın üzeri yüksek yer. Arkadaşlık ise yüceliği simğelemektedir. Bizim arkadaşlığımız yükseklikte başlasın ve sonsuza kadar devam etsim!
– Evet, öyle olsun! O zaman bana ön ayaklarını uzat!
– Uzkurt aşağıya doğru bükülerek ön ayaklarını aşağıya doğru sarkıttı. Çitacık, taşa daynarak diklendi de, zıplayarak Uzkurdun ön ayaklarından sarıldı.
– Eyvah – diye, Uzkurt ayaklarını geri çekip aldığında, yeni dostu da fırlayıp taşın üzerine düştü. – Senin tırnakların ne biçim? Ayaklarıma saplanıp, diğer tarafından çıkmış olmalılar. Neyse, olmuş bir kere, tırnaklarından dolayı akmakta olan kanı yalayarak, kendi ayağından da kan akıt.
Çitajık Uzkurdun ayağından akan kanı yaladı. Sonra sağ ayağının tırnakları ile sol ayağını tırmalayarak kan akmasını sağladı. Uzkurt da o kanı yalıdı.
– İşte, bizim kanımız birbirimize geçti. Artık biz kan kardeşleri olduk – dedi.
Iki arkadaş ardıçlık alana ulaştıklarından sonra, çok dolaştılar. Ama hiçbir yerde çitaların ne ölüsüne ne de dirisine rastlayamadılar. Onlar, oralarda Vaşağı da göremediler. Nedeni, Börüsay’da, Uzkurdun öldürmüş olduğu Vaşak idi.

Çoban konaklama yerinde
Oduncuların aracı çoban konaklama yerine gelip durdu, Tokar tek başına kendi işleri ile uğraşmaktaydı. Lapar çobanların toplantısına katılmak için gitmişti.
– Köpeklerini uzaklaştırsana, konaklayıp geçmekçiydik, yoksa da yolumuza devam edeceğiz – dedikten sonra, sürücü aynayı biraz açarak seslendi.
Tokar köpeklerini aracın yanından uzaklaştırıp, bir kenarda her birine avuç içi kadar kor ateşte pişirilmiş gömme ekmek verdi.
Sürücü ile beraberindeki kişi peşlerinden atlı kovuyormuş gibi koşarak Kara çadıra girdi.
Tokar onların kanı çekilmiş soluk yüzlerini gördüğünde şaşırmış olsa da, onların hal hatırını sorduktan sonra:
– Hayırdır?! – dedi.
– İyilik olsaydı, hiç biz bu kadar yol yürüyüp, Börüsay’a vardıktan sonra, elimiz boş geri dönecek miyiz? – dedikten sonra, sürücü yanındakinin böğrüne yumruk attı. – Doğru değilmi, Aman?
– D-d-d-dog-yı – diye, Aman hem kekeleyerek, hem de “r” harfı yerine “y” harfini kullanıp, Tokarı gülümsemeye mecbur etti. Tokar gülümsemekte olduğunu çaktırmamak için onlara çay verdi.
Sürücü bir bardağı boşalttıktan sonra, bedeninde su koşmuş gibi kendisini biraz da olsa rahat hissetti, durumu anlatmaya başladı.
Daha önce geçilen yolda bulunan aracın izinin rüzgardır yağmurun etkisi ile kaybolmuş olmasına bakmaksızın, çölü iyi biliyormuşuz gibi gitmiş olduklarını, yolun bulunmamasından dolayı da yollarını kaybetmiş olduklarını, düz bir alana çıktıklarında, Börüsay’ın öteki tarafından gelmiş olduklarının, oralarda da Vaşağın leşine rastlamış olduklarını, Aslan vardır endişesiyle, korkup geri döndüklerini anlattığında, Tokar kendisini tutamadı:
– O Vaşağın leşi değildir ya? – dedi.
– Gerçekten de onun leşi – dedikten sonra, sürücü daha önce anlatmış olduklarını tekrarladı. – Ben zooloji kitabında onun resmini görmüştüm. Öğretmenimiz “Vaşağın olduğu yerde Aslan hem olmalıdır, aynen Aslanın olduğu yerde de Vaşak hem olur” diye, anlatmıştı dedi.
– Ne yani, çölde Aslan da vardır mı demek istiyorsun?
– Demek istemiyorum, madem Vaşağın leşi var mıdır? Demek ki, o var mış. Onun yanında Aslan hem olmalıdır! Her ne olsa da sağ salim kurtulduk. Buna da şükür.
– Ya-a, yok ya, Ben hiç de inanmıyorum. Doğrudur, çölde kurt var, sırtlan var, kaplandır çita var, çöl varanı var, kulan var. Başka da onlarca türe mensup olan hayvanlardır diğer yaratıklar var. Ama, “Aslan var” diye duymadım.
Tokarın inanmamazlık etmesi sürücüyü sakinleştirme yerine, tam tersine kızdırmıştı.
– Bakıyorum ki, sen Vaşağın ne olduğunu fazla bilmiyorsun galiba. O Aslandan başka kişinin başedebileceği bir yaratık değil. Sırtlan da, kaplan da onun üstesinden gelip bilmez. İhtiyatı elden verdiğini anladığında Aslanı da tongaya düşürebilen yaratık. Onun için de o Aslanın peşine takılp gezermiş. Belki de, Aslan onu zamanında bunun farkına varmış olduğu için öldürmüştür.
– Belki… kendi eceliyle böyle olmuştur.
– Bu zamana kadar konuşmaya katılmadan duran Aman kendini tutamadı:
– İ-i-işkembeleyi do-do-do-laşmış, ya-ya-yatıy, o-oonun.
– Çölde yırtıcıdan çok ne var ki – dedikten sonra bile, Tokar hiç de teslim olmadı. – Bazı yaratıklar karındır işkembeleri yemeden, çıkarıp atarlar.
Öyle olmasına bakmaksızın, Vaşağı öldürmüş olan yaratığın, Aslan olabileceği ya da olamayacağı konusunda uzun bir süredir tartıştılar. Tokar leşin Vaşağa ait olabileceğini inkar etmese de, onu Aslanın öldürmüş olduğunu kabul etmedi. Bunu ise O, çölde Aslanın olmaması ile delillendirdi. Sürücü ise Aslandan başka yaratığın Vaşağı öldüremeyeceğini tekrar tekrardan can sıkacak biçimde geveleyip, çölde daha önce görülmemiş, duyulmamış olsa bile, onun varlığı ile ilgili fikrini ileri sürdü. Böyle yapmakla o korkaklığın, manyaklık derecesine kadar düşüp, Börüsaydan odun toplayamadan, boş geri dönmeğinin sebebini hayvanların kralı sayılmakta olan Aslanın adı ile üzerini örtmek istiyordu.
Ama, o günden birkaç gün geçtikten sonra, komşu çoban konaklama yerinde: “Çöle Vaşak ile Aslan inmiş. Aslan Vaşağı öldürmüş. Onun leşi Börüsay’da yatıyor” diyen türden haberler ortaya çıktı. Ondan daha ileride olan üçüncü çoban konaklama yerinde: “Börüsay’da Aslan görmüşler” diye konuşulmaya başlanmış. Dördüncü çoban konaklama yerinde ise: “Baş çoban konaklama yerine Aslan saldırmış” dediler.
Her çoban konaklama yerinde biraz değiştirirlip, biraz da abartılıp Aslanlı konu çobanların arasında panik yaratmaya yetmiş.
Kışlıktan geri gelen Lapar dayı alel acil davarları elden geçirdi.
Çay başında ise çoğluğunu dikkatli olmaya davet edip:
– Karakız koruma alanında bulunan Aslanlar bizim çöle gelmişler – dedi. – Bundan böyle tüfekler ve fişekler eşeğin semerine bağlı olsun! Ama, Kırmızı Kitaba dahil edilmiş, nadir rastlanmakta olan yaratıklar olduğundan dolayı onlar vurulmamalı. Sadece havaya ateş edilip, av fişeklerinin çıkardığı sesler ile korkutulacak. Geceleri ise, bu günden itibaren, davarların başında nöbetleşerek beklememiz gerekecek.
Çoğluk çobanın söylediklerine inanacağını da inanmayacağını da bilmedi:
– Kim söylüyor bunları? – dedi.
– Çiftlik Müdürü tüm çobanları bir araya toplayarak, düynki gün yapılan toplantıda söyledi.
Çobanın söylemekte olduklarının geçen günki korkak oduncıların söylediklerinin abartılarak, bu dereceye kadar getirilmiş olduğunu, elbette, çoğluğun aklı ermemişti. Haftalar, aylar boyunca, boş laflardan üretilmiş yalanların verdiği ıstırabı çektiler.
Avcılar, Milli Parkın çalışanları arabalı, helikopterli dolaşarak dağ ile kışlık alan, batı ile doğu aralığındaki alanlarda Aslanın izine rastlamamışlar. Sadece Karakız Milli Parkındaki Aslanlar yeniden sayıldıktan sonra, onların tamamının yerinde olduğu, hiçbirisinin hiçbir yere gitmemiş olduğu belli olduktan sonra yalana dayanan söylentiler esip giden kuru yel gibi unutuldu gitti.
Böyle olmasına bakmaksızın, o iki oduncu bir daha saksavul götürmek için Börüsay’a gelmediler.

Kısmet
Ayda bir kere davarlara saldırma alışkanlığına sahip olan Uzkurt geriye kalan zamanları çöl hayvanlarını avlamakla yetiniyordu. Böylece yaklaşık onsekiz aylık bir süre içinde bazen mağarada tek başına, bazı durumlarda ise geçitte, ya da Taşderenin oteki tarafındaki ardıçlık alanda Çita ile beraber kalırdı.
Geçmiş olan o kadar zaman zarfında Çitacık da gerçek bir Çita olarak yetişmişti. Onun çevik, cesur ve gayretli olması Uzkurdu hoşuna gitmekteydi.
Bir keresinde bir bahar günü şöyle bir olay olmuştu. Uzkurt iki adım ötesinde, karşısına dikilerek durmakta olan kobrayı gördü. O “tı-s-s” edip, tüyler ürpertici, keskin gözlerini avundan ayırmadan bakıp, zehrini püskürtmeye hazırlanmıştı ki, eğer, onun yan tarafından yürümekte olan Çita yetişmeseydi, uzun işkembeye benzeyen bir mahlukttan kaçmayı kendisini küçük düşürücü durum olarak alğılayan Uzkurtu onun ısırması da kaçınılmaz idi. Çita, ani zıplamayla keskin tırnakları ile kobranın başına vurarak, bir kenara fırlatıp attı.
– Bunun gibi canlı işkembeler benim barınmakta olduğum ardıçlık alanda çok. Canımın av avlamak istemediği zamanlarında ben bunları yakalayıp yiyorum. Bunların eti lezzetli olur.
– Yılanların zehrinin olması gerek.
– Evet, zehirli olanları da var, zehirsiz olanı da var. Biraz önceki ise en zehirlilerinden.
– Teşekkürler. Yoksa da baban ve annenden hiç iz bulunmadı mı?
Büyük ihtimalle, benim hayatta olduğumdan haberleri olmamalı. Bana ise bundan sonra onlar lazım bile değil.
– Niçün?
– İlk olarak, senin gibi gözüpek, cesur, güçlü arkadaşımın olduğu için. İkinci olarak da, biz – Çitalar büyüdükten sonra, kendi başımıza yaşarız. Dahası da var bu işin, annenin yanında yaşamak utanç vericidir. İşte, tavşanlara baksana! Onlar var ya bir haftadan sonra yavrularının alnına bir tekme atıp gönderiyorlar.
– Alnına bir tekme atmadan gönderir ise olmuyor mu?
– Anne tavşanın ayağının altında yavrusunun kısmeti var. İşte o kısmeti olan alın yazısını o tekme vasıtasıyla yavrusunun alnına yazıp gönderiyor.
– Yok canım, o dediğin alın yazısında ne deniyormuş?
– O yazıda “Kısmetini gör! Ayağın sana bakar! Ayağın ömrünü uzatır” denen yazılar var.
– Sen Çita olup da, tavşanların bu kutsal kurallarını nereden biliyorsun?
– Ben bir ana tavşanı yakalayıp yemek istedim. O anda, emzirmekte olduğu onyedi yavrusunun olduğunu söyleyerek yalvardı ve bana bu kutsal kuralları yerine getirdikten sonra, onu yememi rica etti. Ben onu bıraktım. Gerçekten de, dünki gün yavru olan tavşanlar bu gün tavşan oldular. Ana tavşanın hayatta kalmasını sağlamakla, ben on yedi kez atıştırabileceğim lokmalarımı kazanmış oldum.
Onlar kendi aralarında konuşarak, kadim mağaranın yanına vardılar.
– Çita, sen burada mı kalıyorsun? – diye sordu.
– Burası, benim dünyaya geldiğum kadim mağara.
– Baban, annen, kardeşlerin de bu mağarada mı barınıyorlar?
– Ben de aynen senin gibi, onları çocukluktan beri hiç görmedim. Ama ben onları özledim. Biz kurtlar, sizden farklı olarak, sürü halinde yaşıyoruz.
Uzkurt henüz bir aylıkken insanların onu yakaladığını, uzunca bir süre onların kafesinde yattığını, sonra onlardan kaçtığını, mağaraya geri geldiğinde ise hiç birisini bulamadığını anlattı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/abdiresit-tasov/bozkurtun-patikasi-69500185/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gäle – kurtların üreme istekleri sırasında çiftleşmekte oldukları dönem.

2
Orda – Grup olarak yaşamakta oldukları yer.

3
“Möjek çekdi” – yakalanan kurdun derisi alınarak, ondan da padalya yapılıyor. Yani, içi saman ile doldurulur, sonra çobanların bulunduğu konaklama yerleri dolaşılıp, her çoban konaklama yerinden bir hayvan alıyorlar. İşte buna da “möjek çekdi” denir.

4
Üňňüş – köpeğin kancığı ile kurdun köpeğinden dünyaya gelen eniğe “üňňüş” denir.
Bozkurtun Patikası Abdıreşit Taşov
Bozkurtun Patikası

Abdıreşit Taşov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bozkurtun Patikası, электронная книга автора Abdıreşit Taşov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв