Çuvaş Kızı Salambi

Çuvaş Kızı Salambi
Aleksandır Artemyev

Aleksandır Artemyev
Çuvaş Kızı Salambi

Aktaranın Ön Sözü
Çuvaşistan’da Elik ilçesinin Turi Vılı köyünde doğan Aleksandır Artemyev (1924-1998) modern Çuvaş edebiyatının nesir, şiir, tercüme ve eleştiri alanlarında eserler vermiş önemli isimlerinden biridir. Döneminin birçok ismi gibi İkinci Dünya Savaşına katılmıştır. Uzak Doğu’da Japon ordusuna karşı savaşmıştır. Savaşa katılmış olması özel hayatında olduğu gibi edebiyat hayatında da önemli etkiler yapmıştır. Savaşın ardından 1947-1948 yıllarında Yalav dergisi ve Tıvan Atĭl almanağında yazı kurulunda çalışmış ve bu dönemde edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. 1951 yılında Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği üyesi olan Artemyev 1980 yılında da Çuvaş Sovyet Sosyalist Özerk Cumhuriyeti halk yazarı unvanına layık görülmüştür. Piçik Liyin Pısık Savınışi [Küçük Liy’in Büyük Sevinci] (1947), An Avın, Şişki [Eğilme Fındık] (1950), Hirli Şıltır [Kızıl Yıldız] (1952), Yuratu Yurrisem [Aşk Şarkıları] (1953), Atıl Kalavisem [İdil Hikâyeleri] (1956), Salambi [Salambi] (1956), Ulma Yıvış Avıtat [Elma Ağacı Çıtırdıyor] (1958), Tıvıl Umin [Fırtına Öncesi] (1975), Yulaşki Yurı [Son Şarkı] (1981), Sıvısem [Şiirler] (1989) yayımlanmış eserleri arasında öne çıkanlardır.
Artemyev’in Salambi adlı eseri sadece onun eserleri arasında değil Çuvaş modern edebiyatında özel bir öneme sahiptir. Çuvaş nesrinin klasikleri arasında yer almış nadir eserlerdendir. Salambi 1956, 1966, 1983, 1991 ve 2012 yıllarında dört kez yayımlanmıştır. Bizim aktarmada esas aldığımız metin 2012 baskısına aittir. Yukarıda da belirtildiği üzere Artemyev’in sanatını etkileyen en önemli olaylardan biri o dönem bütün dünyayı kasıp kavuran II. Dünya Savaşı’dır. Bu savaş yılları ve savaş sonrası toplumsal hayat uzun bir süre Sovyet Edebiyatı çerçevesinde birçok Türk boyunun modern edebiyatında en çok işlenen konular arasındadır. Günümüzde de gerek edebî ürünler gerekse görsel sanatlarda bu dönemin izlerini ve etkisini görmek mümkündür.
Artemyev, bu eserinde savaşın korkunçluğunu savaş meydanlarından kesitlerle değil geride kalanların hayatları üzerinden işlemektedir. Evlatlarını savaş meydanına gönderen annelerin, sevdiklerini cepheye gönderen genç kızların duyguları, ümitleri, hayata tutunma çabaları, hüzünleri, sevinçleri; savaş meydanından dönmüş erkeklerin psikolojileri toplumsal hayatla bütünleşik bir şekilde romanda yer almaktadır. Kahramanları hayattan ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Geride kalanların duygularına, iç dünyalarına yıkıcı etkiler yapan savaş toplumsal, ekonomik hayatı da derinden sarsmıştır. Bu durum kahramanların üzerine taşınması zor yeni sorumluluklar yüklemiştir. Eserin baş kahramanı Salambi de bütün bu yüklerin üzerine yetim bir çocuğu evlat edinerek yeni sorumlulukları üstlenmiş, sadece ekonomik sorunlara değil toplumsal baskı ve önyargılara da direnerek o dönem eserlerinde sıkça işlenen güçlü kadın imajına uygun bir şekilde mücadelesine devam etmiştir.
Eserin aktarması üzerine birkaç söz söyleyecek olursak bu çalışmanın modern Çuvaş edebiyatının Türkiye Türkçesine aktarılan uzun soluklu ilk nesir ürünüdür diyebiliriz. Bunun gelecekteki aktarma çalışmalarına kapı aralayacak bir eser olması en büyük dileğimizdir. Dilleriyle, kültürleriyle Türk Dünyasının en özel gruplarından birini oluşturan Çuvaşların Türkiye’de daha nesnel bir şekilde tanınması, onlarla daha sağlıklı ilişkilerin kurulabilmesi, Türklük bilimi çalışmalarının her alanında hak ettikleri yeri alabilmeleri açısından bunun çok önemli olduğu düşüncesindeyiz.
Eserin aktarımı bizim için de yeni tecrübeler anlamına gelmekteydi. Modern Çuvaş edebiyatının en uzun soluklu eserlerinden Şuyın Hivetiri’nin Ulıp destanını aktarırken yaşadığımız sorunların benzerlerini daha yenileriyle birlikte bu süreçte yaşadık. Bu bakımdan bazı söz ve söz gruplarının aktarımında, terimlerin, Çuvaş hayatına dair kültür kelimelerinin aktarımında çeşitli sorunlarla karşılaştık. Bunları edebî eserdeki akıcılığı bozmamak adına dipnot veya sonnotlarla açıklamak yerine Türkiye Türkçesindeki en yakın anlamlarıyla karşılamaya çalıştık. Bu süreçte pek çok meslektaşımızın ve dostumuzun katkılarını gördük. Aktarmada karşılaştığımız sorunlarda ilk başvurduğumuz kişi hem yazar hem de bilim adamı kimliğini bir arada taşıyan Yelena Çekuşkina oldu. Sabırla bütün sorularımı ayrıntılı bir şekilde cevaplayan Çekuşkina’nın aktarmadaki sorunların en aza indirgenmesinde çok önemli yardımları oldu. Kendisine bu konuda ne kadar teşekkür etsek azdır.
Metin aktarmanın tamamlanmasının ardından eser son düzeltmeleri de yapılmak üzere birkaç kez kontrolden geçti. Öncelikle genç meslektaşım Ayşe Şener ilk okumasını yaptıktan sonra Doç. Dr. Cemile Kınacı ve Mehmet Bilal Yamak da eser üzerinde düzeltme ve önerilerde bulundular. Özellikle modern Kazak Türk edebiyatından yapmış olduğu aktarmalardaki tecrübesiyle Cemile Kınacı metni tam anlamıyla yeniden şekillendirdi. Hızlı çalışma temposu içerisinde zamanını ayırıp alan için önemli bulduğumuz bu metnin en az hatayla yayına hazır hale gelmesinde vermiş olduğu katkılar için kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.
Salambi bu coğrafyanın zorluklara göğüs gererken eğilip bükülmeyen, sızlanmayan ama bütün gücüyle hayata tutunup hayatı dolu dolu yaşamaya çalışan bütün kadınlarını temsil eder. Bu bakımdan çalışmalarım esnasında karşılaştığım her sorunda yanımda dimdik duran eşim Venera Falakhova’yı da zikretmek isterim. Hayata karşı aldığı tavırla bana Salambi’yi daha iyi anlamak için canlı bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Bu bakımdan kendisine sabır ve katkılarından dolayı teşekkür ederim.
Elbette bütün zorluklar ve sıkıntılar bir eserin ortaya çıkışıyla tamamlanmıyor. Bu çalışmanın ortaya çıkış süreci onun yayımlanması ve okura oluşmasıyla mümkün olacak. Bu süreçte Çuvaşça bir romanın aktarılması konusunda teşviklerini gördüğüm Avrasya Yazarlar Birliği başkanı değerli hocam Yakup Ömeroğlu’na da teşekkür ederim.

    Bülent Bayram

Birinci Bölüm


KIZ HAYATI DEDİĞİN KONUKLUK MİSALİ
Kızın hayatı konukluk gibidir.
    N.İ. Aşmarin
Kızlık zamanlarındaki hayata konukluk derler.
    P. Husankay
Akordeon sesi duyulunca güz akşamı da güzel. Uzaklardan bir yerden yukarı sokaktaki söğütlerin altından, türkü akıp geldi de aşağı sokaktaki eğlenceye can girdi, özlemle dolu kızların yürekleri sevinçle çarpmaya başladı.
“Ah!” dedi iki kız birden. İkisi de aynı anda soluk almayı bırakıp akordeon sesini dinlemeye başladı.
Odada sessizlik, sadece masa üstündeki saat heyecanla kız yüreği gibi aceleyle vuruyor bir de hava da ısınıyor olmalı ki ocak içindeki çekirge de cırıldıyor.
Her gün yağan yağmur ancak durdu. Şimdi güz akşamının hüzünlü sessizliğinde akordeon sesi ne güzel yankılanıyor. Biri herkesin anlayacağı aşk diliyle konuşup gülüyor, diğeri gönle dokunan bir hasretle dertleniyor, uyumak için yatmış kızları da annelerinden gizlice pencere kanatlarını aralayıp sokağa doğru bakıyor.
Yeni türkünün sözlerini yazan Maruş ile Taruş masadan kalkıp pencere önüne doğru hareketlendiler.
Akordeon sesi yakınlaşarak geliyor; melodisi daha anlaşılır bir şekilde duyulmaya başladı.
Maruş bir şey olmuş gibi sevinerek “Vihtır!” diye bağırdı. Dostu onu alışık olmadığı sözle üzüverdi.
“Vihtır da böyle çalabilseydi ya …. Çok usta bir akordeoncu bu, Kolya çalıyormuş gibi geliyor.” dedi Taruş.
Güzel ses kesildi ve akordeon bir ara ses vermedi, biraz bekledikten sonra başka bir melodi yankılanmaya başladı.
“İşte şimdi Vihtır. Melodisi onunki gibi aksıyor… Sizin buradan geçerken akordeonu başkasına verecek değil ya, biliyoruz.”
Maruş dostunun kendisini dürtüklediğini hissetmek istemedi, başköşedeki büyük ayna önüne koşup süslenmeye başladı.
Ayna doğruyu söylemekten utanmaz, bunun için de pek çok kızın canını sıkar. Maruş kadar hiç kimse aynaya bozulmamıştır herhalde.
Taruş da ayna önüne geldi. Onun yüzü çocuğunki gibi gençtir, bunun için de Maruş onun yanında epeyce büyük görünüyor.
Taruş uzun ve solgun parlak yüzlü, ince dudaklı, mavi gözlüdür. Maruş ise dolgun yüzlü, kıpkızıl suratlı, kalın dudaklı, kara gözlüdür. Taruş düz boylu, ince belli, dolgun vücutlu, güzelce bağlanmış çavdar demeti gibidir. Maruş ise kısa boylu, dolgun vücutlu, iyi bağlanmamış yulaf demeti gibidir. Giyimlerine gelince onlar bayrama da işe de aynı şekilde giyinip gidiyorlar. Bu gece ikisi de süslü ak elbise giydiler, mavi önlük taktılar, ak yazma bağladılar.
Taruş yirmi yaşında. Bu yıl annesi ona oyunda eğlencede gecelere kadar kaldığı için söylenmeye başladı. Yine de genç kızın kendi yaşından biraz büyük olası geliyor. Nedendir bilinmez köydeki gençlerin onu yetişkin bir kız yerine koymadıkları hissi doğuyor içinde.
Maruş yirmi beşe değdi de (yengesi sıkıldığı zaman onu yaşlı kız diye dürtükler de), ancak ruhu genç daha, sadece kendini yirmi diye hesap eder; sevdiği askerdeyken yalnız geçirdiği beş yılı hesaba katmaz o.
Her zaman ayrılmadan birlikte gezdikleri için, her yerde de birlikte oldukları için bu iki kız arkadaş aynı şekilde giyinmeye, aynı şekilde konuşmaya alışmışlardı, her işi de birbirlerinden öğrenmişlerdi. Büyük farklılıkları sadece görünüşlerinde ve yaşlarındaydı; imkân olsaydı Maruş bir şekilde kendisinin fazla yaşlarından iki üçünü genç Taruş’a verirdi. Diğeri de sevinerek kabul ederdi. Ancak bir defa yaşadığın zamanı geriye döndüremezsin, geçen günü rüzgâr kanatlı atla da kovalasan yakalayamazsın.
Evin önüne yaklaşınca akordeon sesi tekrar kesildi. Sokakta birinin mırıldanarak konuştuğu, güldüğü işitildi. Sonra pencere önünde birşeyler hışırdadığında camdan dış taraftan bir kişinin başı göründü.
“Ay! Vihtır!” dedi Maruş onu görür görmez. Onun bu haykırışı onun sevindiğini, delikanlıyı selamladığını ve Taruş’un önünde biraz övündüğünü de bildirmekteydi.
Vihtır söz söylemeden gözlerini kıstı ve yere doğru hop diye atladı. O her sözü satın alır desek yeridir, çünkü çok seyrek konuşur. Bu nedenle de ona kızlar Suskun Vihtır derler.
Taruş ne yapacağını bilmiyormuş gibi “Açayım mı?” dedi. Maruş’un kara gözlerinde utangaç bir kıvılcım parlayıverdi “Nasılsın dostum? Bunu da bilmiyor musun ya da şarkı söylenmesini mi istiyorsun?”
Kapının vurulduğunu duyunca ikisi de evin giriş holüne doğru koştular.
“Kim o?”
Hiç kimse karşılık vermedi. Sadece akordeon bir şarkı çalıverdi.
Maruş bu melodinin ruhunu iyi biliyor. Yakın bir zamanda kendi evinde gençlerin bir eğlence buluşmasında bu melodi uzaktan işitilince giriş holünün kapısını açtı. Suskun Vihtır duygularını sözle söyleyemediği zaman melodi ile hissettirir. “Bizim sevdiklerimiz geliyor olmalı akordeonu çalarak.”
Bütün delikanlılarla kızlar gürültüyle girdiler. İri yarı endamlı, kısa boylu Vihtır akordeonu kapı önündeki peykeye koydu, hiçbir söz söylemeden köşeye doğru geçti, doğrudan masa üstündeki dergiyi açtı.
Maruş ona sıcak bir şekilde biraz da öfkelenerek baktı. “El vermeyi de mi unutuyorsun sevdiğim! Kızın hasretini bir delikanlı da doğru düzgün bilemez ya!” dedi içinden.
Taruş ile Pavıl gençlerden epeyce sonra girdiler. Uzun kızıl saçlı Pavıl Şambulkin girer girmez kaputunun düğmelerini açtı ve biraz çakırkeyif birilerine kızdı.
“Kim nereden girdi? Neden papaz gibi kapı kapatmadan yürüyorsunuz? Sizin yüzünüzden çıkıp sokak kapısını kapatmamız gerekti bizim.”
Gelip giden kızlardan biri, Lena Mihaylova “Harman yerinin kapısı da açılmamıştı orada, uzun süre girmemişsiniz.” diye söyledi şakayla.
Ona sözleri için kızmayan Pavıl “Belki harman yerinin kapısı da açıktı, hatırlamadım, hadi ikimiz çıkıp sürgüleyelim.” dedi.
Gençler gülüverdiler.
Lena “Yok, şimdi sevenleri çağırarak çık.” diye keskin bir şekilde cevap verdi.
Taruş ona keyifsizce baktı.
Lena ortada duruyordu. Gündüz çiftlikte dostlarıyla birlikte gübre kazıp toplamıştı. Üstünde örme kazak vardı, uzun çizmesi balçıklanmıştı. İşte şimdi genç kız gibi giyinmişti. Mavi çuha palto ile uzun botu ile yazma, bere takınmış, onu da yamuk takmış, kısa kesilmiş sarı saçı omuzlarına doğru iniyordu, saçlarını düzeltirken elindeki gümüş saat kordonu parladı.
Taruş mavi gözlerini parıldatarak “Sen ancak of!..” diye düşündü. “Okul bitirmiş kız demedin! Yine de bizimle birlikte hayvan bakıyorsun ya neden kendini büyük görüyorsun ki? Çiftliğin müdürüyle de karşı karşıya geliyor bir de!”
Lena ilk bakışta onun sıkıldığını anladı. Kaşlarını çattı.
“Neden kulübe gitmediniz?” diye sordu o.
“Siz çiftlikte de kulüpte de yoktunuz, gelip bakalım dedik. Yine hayvan bakıcılığı kitabı mı okuyorsunuz?”
Taruş “Sadece sen off… çevrede yoksun sarı kız! Orada güzellerin rolünü oynamak senin için güzel olmalı! Kimin için güzel giyindin ki, kimin hoşuna gitmek istiyorsun?” diye kızarak düşündü. Ama o söz söylemedi. Maruş çatırdamaya başladı.
“Biz mi? Ne mi? Taruş’un babaları Turikasa işe gitti, bir akşam da olsa eğlence yapalım dedik. Harmanı bitirdiğimizden beri her akşam kulüpte toplanıyoruz ya bıktırmadı mı dersiniz? Çiftliktekiler için korkma, buzağılara yemlerini bıraktık bu gece bir şey olmaz. Daha ne olsun buzağılar deyip o kadar… işte Şambulkin’in kendisi de burada, o çiftliğin müdürü ne yapılması gerektiğini bizden daha iyi anlıyor olmalı. Belki de biz ona sormaya geldik… Hayvancılık uzmanlığı okuyarak da bıkılmış olabilir…”
Diğeri defteri gözüne doğru yaklaştırdı, sonra uzaklaştırıp baktı.
Delikanlı soytarı gibi komik bir şekilde okumaya çalışarak “Aşk şarkısı!” dedi. “İşte nasıl bir hayvancılık uzmanıymış. Sessiz olun dinleyin çocuklar!”
Pavıl kısa kestirilmiş kısa saçını düzeltti ve uzun elleriyle uyarıp, sesini komik bir şekle sokarak okumaya başladı.
Gökyüzünde yıldız oynar,
Senin gözün gibi parlayarak.
Taş arasından duru su akar,
Senin gülüşün gibi şırıldayarak.
Pavıl güldürmeye çalıştıysa da gençler gülmediler, sessizce dinlemeye çalıştılar. Lena masanın yanına gelip durdu.
“Oku Şambulkin, devamını da oku!”
Pavıl kızların tarafına doğru keyifle baktı, defteri tekrar göz önünde tuttu, sonra uzaklaştırıp gülmedi.
Çiy düşer bahçe üstüne,
Akşam soğuğu vurur yere.
Neredesin sen bu akşam?
Seni bekleyip yanar yüreğim.
Yalnızlık tatsız bana,
Sensiz nasıl gece geçireyim?
Ne oldu ki sevdiğim sana?
Neredesin sen? Kiminlesin?
Pavıl eğilip okumayı bıraktı ve bir şeyler kaybetmiş gibi defterin sayfalarını aceleyle açmaya başladı.
“Oku! Çok güzel yazmış!”
“Neden durdun?”
“Gürültü yapmayın, okur!”
“Kolya’ya ver Şambulkin o iyi okuyor.”
Delikanlı “Yazılmamış sayfayı neden okuyacaksın?” dedi. “Yazılan başka bir şey yok… Hıı, Maruş bu şiiri sen yazmışsın, senin elin! Senin yazını bir kilometreden bilirim. Tavuk eşelemiş gibi yazarsın. Çocukken elini tavuk gagalamış olmalı… Doğruyu söyle nereden çalıp yazdın? Doğru söylediğin için bir şey yapmam.”
Maruş kalın dudağını ak yazmanın ucuyla kapatarak “İşte yeni dergiden yazmaya başladım da bitiremedim.” dedi. Vihtır’a doğru utanarak baktı. Lena masadaki dergiyi apar topar tuttu ve hoşuna giden şiirin devamını okudu.
Parıl parıl parlak gözün
Neden aydınlatmaz ruhumu?
Şırıl şırıl gülüşün
Neden yankılanmaz büyük sokakta?
Kız soluklandı ve biraz titreyen sesiyle okuyup bitirdi.
Yıldız söner gökyüzünde
Herkes için gelir güzel gün.
Sönmeden yanar sadece benim yüreğimde,
Senin için yanar benim genç ruhum.
Gençler bir süre sessizce oturdular. Lena aniden sevinçle haykırdı “Oy kızlar! Salambi’nin şarkısı ya bu! Savaş zamanında sürekli bu şarkıyı söylerdi.”
Maruş, Taruş’a bakarak “Salambi’nin söylediği şarkının sözleri böyleydi, gerçekten de nasıl hatırlamam!” dedi. “Melodisi de Salambi’nin melodisi gibi duyuluyor. Daha şimdi radyoda söylediler.”
“Gerçekten de Salambi’nin şarkısı.” diye onayladı dostu.
Vihtır da “Söylemesine söylüyor da sadece sesi pek de…” dedi.
Maruş ona doğru, geriye doğru döndü. Kız “Bir defa da olsun beğenseydin beni! İnsanlar kızlarını överler. Saatte bir ağzını açarsın onda da başka kızları hatırlarsın” demek istedi.
“Kim yazmış? Çok güzel söylemiş.”
Lena “Şiiri kimin yazdığı söylenmiyor, bestesini Almazov diye biri yapmış.” dedi.
Eşikten geçmeden oturan Semenov Kolya’ya ne olduysa o da çabucak kalkıp masaya geldi.
“Almazov mu dedin? Anatoliy Almazov değil mi? Göster hele…”
Hepsi Kolya’ya doğru dönüp baktılar. O hepsinden de gençti. Çocukluktan daha yeni çıkmış daha delikanlılığa girememiş, bu yıl onuncu sınıfa gidiyor. Annesiyle birlikte yaşıyorlar. Evin işleri çok olduğunda Kolya eğlencelere de sokağa da çok seyrek çıkar. Annesi yine de ona evde az duruyorsun, ev için doğup büyümemiş olmalısın der.
Kolya abisinin ceketini giymiş, uzun kollarını biraz kıvırmış. Her zaman sessiz olan Kolya şimdi herkesin kendine doğru baktığını sezip çekinmiş olmalı, kız gibi kızardı, yüzünde gamzesi de belirmez oldu.
Herkesin duyacağı şekilde “Evet bu! Bu.” dedi.
“Kim bu?”
“Kim desen de işte bu!”
“Kim bu? Nesin sen, seferdeki asker gibi ayakta rüya mı görüyorsun?” diye dürtükleyerek söyledi ona Şambulkin.
Herkes güldü.
Lena da gülerek “E kim bu?” diye sordu.
Kolya titremeye başlayan elleriyle dergiyi çevirdi, sonra gençlerin güldüğünü anlamadan onlara öfkeyle baktı.
“Başçavuş Almazov… Anatoliy Almazov…”
Pavıl yine bir şey söyleyerek güldürmek istedi ancak Kolya’nın dertli kahverengi gözlerini hatırladı da söyleyeceğini söylemedi.
“Anatoliy Almazov… Ne dersen de böyle… Üç yıl önce bize mektup yazdı… Abimi Mançurya’da cephede kendi elleriyle toprağa vermiş…”
Gençler dut yemiş bülbül gibi sustular, onların her birinin aklına Kolya’nın abisi, eğlenceli ve güzel Valeriy geldi. Bu gece eğlencede kızlarla konuşup gülen, taa nerelerdeki yabancı dağlar arasında yatıyor şimdi. Nerede onun mezarı, nerede onun kızıl yıldızlı küçük anıtı, nerede ki o Mançurya denen ülke? Duymasına herkes onu duydu, kitapta haritada gördü ancak o bu köyün ne tarafında, buradan kaç kilometre uzaklıkta, orada acaba sıcak mı soğuk mu?
Eğlencede hiçbir zaman böyle bir sessizlik olmamıştı. Pazar da gün olur susar derler, gürültülü eğlencede de zaman zaman konuşmanın kesildiği olur. Öyle zamanlarda keskin dilli herhangi biri “Bine yetti söz bitti.” der ve tekrar söz başlar. Gelenek böyle şimdi ise hiçbirisi de sözün bine yettiğini zikretmedi.
Bu kasvetli anda birileri sokak tarafındaki pencereye sertçe vurdu. Hepsi hafifçe soluklandı.
Pencere önünde oturan Şambulkin sokağa doğru bakarak “Kim o?” diye sordu.
“Bizim Maruş burada mı? Çatlamış çan gibi cırıltılı bir ses işitildi. “Söyleyin ha çabuk eve gelsin!”
“Ne o dünürcüler mi geldi yoksa o kadar acele ediyorsun?”
“Şaklabanlık yapma Şambulkin orada! Ben Çeboksarı’dan tırmalaya tırmalaya geldim ve atı alıp bakacak kimse yok evde. Dalga geçme şimdi çabuk söyle Maruş’a.”
“Kim dalga geçiyor seninle? ‘Tırmalanıp geldim…’ diyorsun bir iş yapmış gibi! Yarım kuruşluk iğne için pazara koşturuyorsun. Hangi ekip başı sana at verdi? Maruş, yengen çağırıyor, çabucak eve koş. Çeboksarı’dan dünürcüler geldi diyor!”
Maruş ile Taruş bir şeyler konuştular ve giyinmeye başladılar. İkisi de kıvrımlı kara hırka giydiler, mavi ipek yazma bağladılar.
Maruş kızlara “Siz oturun biz atı ahıra çekip gelene kadar.” dedi. Kendisi Maruş’un ardından çıktı.
Pavıl “Göbekleri birleşmiş dedikleri gibi birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar.” dedi. Biri evlense diğeri de birlikte varacak herhalde. Nasıl bir komedi…” Eğlenceye tekrar can geldi. Lena’nın yanına varıp oturan kızlar dergiye bakmaya başladılar. Pavıl ile Vihtır satranç oynamaya giriştiler. Vihtır kendine geldi şimdi o sessiz olan Vihtır gece boyu hiç söz söylemeden oynayıp oturabilir. Pavıl şimdi her bir taşı sürdüğünde küçük bir ders verir, sürekli yanlış oynar diğer gençler de konuşarak gülerler. Kolya onların konuşmasına katılmadan akordeon tutup oturdu.
Lena hevesle “Oy kızlar!” dedi. “Burada Şemen Salanov hakkında yazılmış! Meşhur bir yenilikçi demişler ona.”
“Hangi Salanov? Diğer Turikas bahçıvanımı? Şemen mi? Ben onu çok iyi tanıyorum! İnsanı boşu boşuna övmezler. Yetenekli genç Salanov için kötü şey söyleyemezsin. Kolhozda öyle bir bahçe yetiştirdi ki. Salambi çok övüyor onu. Onların ikisi de aynı ziraat enstitüsünde okumuş.”
“Bu yıl kolhozda mısır ekip yetiştirmiş diyorlar doğru mu?”
“Nasıl doğru olmaz! Nerden düştün sen? Geçerken görmedin mi orman gibi uğuldayıp duruyorlar.”
“Orman gibi mi dedin? Demek ki, ormanı pek bir kısa olmalı?”
“Sen kendin kısasın. Ben kendim gördüm ve… İlçe gazetesinde de böyle yazılmış.”
“İlçe gazetesi de iftira atmış sana. İnan bakalım, aptal. Turikaslıların mısırını ben kendi gözümle gördüm. İşte keten gibi kısa ve seyrek filizlenmiş. Böyle olduğu gibi bir de yabani ot basmış. Bu güneydeki tahıl bizim taraflarda nasıl büyür? İşte ‘Hirli surum’ kolhoz yöneticisi meşhur olmak isteyince her yere mısır ekmiş ve tamamen batmış. İşte bu yüzden yönetici bu ayıba dayanamayıp kendisini asmış.”
“Amcanın iskemlesi kısa derler. İlçe planı fazla ekilmesini emretmiş. Şimdi büroda iskemlelerinde kaynatıp oturanlar ömür boyunca tahıl ekerek yaşayan köylüye nerede ne ekilmesi gerektiğini öğretiyorlar. Ne zaman ekmeli ne zaman biçmeli ne zaman devlete vermeli hemen ilçeden telefonla bildiriyorlar. İlçe planı sana yeryüzünde cennet yapmayı da emreder. Cenneti ise tamamen başka, rüyada da göremezsin.”
Kim için cennet; kim için cehennem…
“Şak şak! Fille nereye gidiyorsun, Vihtır dur, doğru değil! Dur… Ey ey! Piyadeyi nereye götürüyorsun?”
“Şemen’i ben de bir kez panayırda görseydim. Çok güzel bir yiğitmiş… O yapabilirse yapar.”
“Stop! Şimdi senin subaya çarpacağım. Biirr!… Tank bölüğü düzeni!”
“…Boris ile konuşuyordu ve bir kız vardı onlarla.”
“Salanov’un sevdiği o, Lidia Filipovna, Turikas Okulu’nun öğretmeni. Onların aşkı hakkında konuşulanları dinlesen gerçek bir masal dersin.”
“Dur dur kaynana! Şimdi sana çarpacağım!… Birr! Şah!.. Tekrar mümkün olmamış… Olamadı…”
“Ne var şimdi bu kız yanında ben de bir kez ilçede görmüştüm. Çok da güzel değil ki bu kadar dertlenerek sevmenin anlamı ne?”
“Sadece senin için mi dertlenip yaşamak gerekir… Eee! Hey dur orada! Nereye daldın? Şimdi şahını çarpacağım… Çarp!.. Birr! Hah şimdi yansaydı! Tekrar mümkün olmadı işte… Bu kızları dinleyerek…”
“Sen dinleme Pavıl düzgün oyna… Salanov’a şimdi evleniyor demiyor mu kızlar? Bu öğretmeni alacak demiyorlar mı?”
“Bu evlenme başladığından beri artık diğerleri üç defa evlenip boşanmışlardır da.” dedi. Hepsiyle aynı anda konuşmayı başarabilen Pavıl kendisi o arada yanında oturan kıza doğru yaslandı.
“Hey Pavıl çimdikleme!… Bu da ne, sen bende Taruş’u mu gördün?”
“Kim çimdikliyor seni? Doğru konuş!”
“Şşşt!”
“Evlenecek diyorlar, bu kızı alacak diyorlar…”
“Dur dur kaynana…”
“Mat!”
“Yanıyor! Kızları dinleyerek oynayıverdim… Hadi diğeri…”
Kolya gençlerin konuşmasına katılmaz, o kendisinin sevdiği “Mançurya’daki Tepe Üstünde” melodisini yavaşça çalar. Bu arada ona “Salambi” “Salanov” denildiği duyulur.
“Salambi… Salambi… O iyi kız… Çevrede onun gibisi azdır… Ama bu Salanov kim? Ben bu adı nerede duymuştum? Heyyy, Turikas delikanlısıydı o, meşhur bahçıvan Miçurinci.”
Kolya’nın düşünceleri fırtına bulutları gibi karışıyor. Onun önüne tekrar Almazov çıkıyor. Tekrar uzak Mançurya’daki… Salambi… Valeriy… Mançurya’daki savaşlar… Kahramanca öldü Valeriy… Uzunca süzüldü eskimek bilmeyen melodi. Uzun uzun süzülüyor akordeon sona eriyor ağlıyor, hışşş! Diye soluklanıyor bas. Akordeon değil Kolya’nın ruhu ağlıyor. Ne kadar kötü fırtına, Mançurya’daki uçurumlarda oynaşan tayfun gibi fırtına onun yüreğini kapladı. Ne kadar sessiz dinleyebilirdi ki insanlar bu melodiyi. Bu efkârlı melodiyle nasıl gülüp oynayıp dans edebilirlerdi? Neden onlara bu eski şarkıda asker annesinin kaygılı sesi onun kesilip ağlaması işitilmez?
Kolya’yı bu melodi Çuvaş köyündeki bir eğlencede değil uzakta, ta uzakta sarı deniz kenarındaki dağlar arasında yankılandığı hissini verir. Kolya’nın kendisi de düşüncesi de burada değil ta orada korkunç savaşın gürleyerek geçtiği yerde…
Evin kapısının şak diye kapanması Kolya’ya nerede olduğunu hatırlattı. Dergiye bakan kızları hop diye zıplattı. Satranç oynayanları durdurdu.
Maruş ile Taruş bir şeylerden kaçıyormuş gibi gelip girdiler.
Serpilerek kapıdan giren Maruş “Ah, çocuklar!” diye bağırdı.
Taruş sözünü keserek “Ah, kızlar!” dedi.
“Ah!”
Şambulkin dayanamadı.
“Ne diye ahlıyorsunuz siz? Bir yerinize çocuk vurmadı ya?” dedi.
“Siz gülün… Korkup ölünecek haber!” Taruş, birden iki kalçasına şap şap vurdu.
Maruş zar zor nefes alarak “Salambi çocuk doğurmuş!” dedi.
Dergi okuyan Lena zıplayıverdi. Pavıl söylemek istediği komik sözleri unuttu. Kolya kendi işittiğine inanmadı. Vihtır dayanamadı, Maruş’u azarladı.
“Sen orada bir şey yapma sakın ola! Senin dilinin kemiği yok, boş değirmen gibi öğütmeyi seversin.”
“Nereden biliyorsun?”
“Kim dedi?”
“Maşa, dur! Ne o yumurtlayacak tavuk gibi gıdaklıyorsun?” diye dürttü Şambulkin.
“Daşa söylüyordun söyle Daşa.”
“İşte, Maruşların yengesi Salambi’yi şehirden getirdi…”
“Sonra bizim yenge Çeboksarı’ya gitmişti de…”
Vihtır öfkeyle “Maşa! Sana söylemedim mi?” dedi. Maruş kalın dudağını yazmayla kapattı. “Söyle Daşa.”
Taruş kesik kesik söylemeye başladı.
“İşte Maruş’un yengesi Çeboksarı’ya pazara gitmiş ve Salambi’nin evine girmiş… Ona yiyecek bırakayım demiş. Salambi o zaman eve dönmek için hazırlanıyormuş…”
Maruş “Onu enstitüden kovmuşlar.” diye ekledi. “Yenge böyle söyledi… İşte kızken çocuk doğurduğu içinmiş.”
Pavıl, Maruş’un sözünü keserek “ ‘mış’ diyorsun kısrak alaymış. Sizin yengenizin ne söylediğine inanacak olsak güneş ta ne zaman diğer taraftan doğardı.” dedi. “Sürünüp gezer işte pazarın, oranın buranın dedikodusunu toplayarak yetmiyormuş gibi bir de yaygara dili kertenkele kuyruğu gibi ağzı kepçe gibi hiç kapanmaz. Düşünmeden saçma sapan konuşur. Onun boynu üstünde baş değil sadece hızlı konuşan bir ağız var sanki.”
“Sen kendini bil insanlara dokunma. Başkasının gözündeki çöpü iyi görürsün, kendi gözündeki merteği de gör.”
“Maşa! Sana demedim mi?” diye Vihtır tekrar hatırlattı. “Söyle Daşa.”
Taruş mavi gözünü dikip kesik kesik söyledi.
Kolya’nın elleri yavaşça uzandı, akordeonu indi indi ve kucağından az daha düşecekti. Akordeonu zar zor tuttu. Kalbi göğüs kemiklerini kıracakmış gibi sertçe çarpmaya başladı. Kemikleri sızladı. Kötü haber yüreğinin sinirlerini bir çekip bir bırakıyormuş gibi duyuldu.
“Yolda yağmur yağmaya başlamış ve çocuk ağlamaya başlamış. Maruş’un yengesi kendi kaftanına sarılsın diye onu örtmüş. Sözüm ona ‘babası kim seninle birlikte enstitüde öğrenci mi?’ diye sorunca Salambi hiçbir şey söylememiş aynen çocuğu öperek ağlamış…”
“Çocuk büyük artık üç yaşında diyor yengem. Sadece Rusça konuşuyormuş…”
“Maşa!” Maruş’un keyfi kaçarak sustu.
Taruş ocağın önünde durdu ve nedendir ellerini öne doğru uzatarak konuştu.
“İşte böyle üç yaşındaymış kim düşünürdü ki Salambi’nin böyle olacağını rüyada da göremezsin… Bu üç yıl içerisinde çocuğunu saklayarak nasıl yaşamış?”
Çocuk esirgeme kurumunda saklamış diyor yengem. İşte çocuk esirgeme kurumunda saklayarak büyütmüş hiç kimseye sezdirmemiş. İşte size meşhur kız! Meşhur kızın ünü çabuk yayılır işte! İşte böyle kurnazlar!
Vihtır’ın kara kaşlarının çatıldığını görünce Maruş konuşmayı kesti. Hepsi tekrar Maruş’a baktılar.
“Şimdi evinde herkes hüngür hüngür ağlıyormuş. Çocuk da bağırıyormuş Salambi’yle annesi de ağlıyormuş.”
“Olamaz! Kıza atılan iftirayla lakırtı ediyorsunuz! Kendim gidip görmezsem inanmam. Maşa, onun hakkında çok ağır konuştun. Salambi çiftlikte buzağılara bakarken senden daha başarılı olduğu için onu kıskanıyorsun. Bu yenilgiyi unutamıyorsun. Salambi’yi iyi biliyorsun o hiçbir zaman senin dediğin gibi olamaz.” dedi Lena.
“Başkası için uğraşma sen çöpçatan değilsin.” diye cevap verdi Maruş.
“Salambi için her zaman tartışırım. Hiçbir zaman onun adına leke sürdürmem.” dedi ve Lena hızlıca çıktı. Gençler Maruş’la Taruş tarafına kızgınlıkla baktılar: Bunlar Salambi’nin adını bu şekilde yaymaya nasıl cesaret ederler?
Lena gidince hepsi sessizce oturdu; en gerekli kişi en büyüğü her şeyi bilen çıkıp gitmiş gibi şimdi sadece hiçbir şey bilmeyenler bütün bu iftiraya inananlar kalmış gibi hissedildi. Hepsi de rahatsız oldular. Sadece Maruş hiçbir şey olmamış gibi telaşla söyledi.
“Hop! Gider işte böyle! Önceden kendisi Salambi’ye karşı dururdu. Valeriy’i kıskanırdı. Şimdi ise Salambi ile dost olmaya çalışıyor. Boşu boşuna işte bize ne? Bizim için ne olursa olsun fark etmez.”
Kolya Maruş’un sözlerini işitince çok sinirlendi. Ancak onun siniri o anda geçer gibi oldu fakat yüreğini derin bir kaygı bastı. Bu nedir? Ne oluyor bu gece onun hayatında? Neler işitiyor Kolya?
“Salambi… Gerçekten bunları yaptın mı sen? Sen de bunları yapmışsan kime inanılır artık?”
Ev tarafındaki pencereye birileri yavaşça vurdu. Vihtır pencerenin perdesini dışarıya doğru açıp baktı ve hiçbir şey demeden arkadaşlarına doğru döndü.
“Kim?” diye sordu oradakilerin hepsi birden.
“Salambi.”
Gençler susup kaldılar. Ocağın arkasındaki çekirge de cırlamayı bıraktı denebilir.
Taruş kendi arkadaşına doğru baktı.
“Lena kapı sundurmasını da sürmüş olmalı. Salambi açamamış.” dedi ve kapıyı açmak için çıktı. Maruş onun ardından tıpış tıpış yürüdü.
Salambi gelince büyük ev dolup oturulan aydınlık oda daha da aydınlanmış gibi hissedildi. Kızla birlikte sokaktan temiz hava da girdi. Salambi mavi ipek elbise, deri çizme giymiş ve başı açıktı.
Kolya küçük çocuk gibi sevinerek “Yaz tepesi gibi temiz ve alımlı!” diye düşündü. Ancak o sadece bir anlıktı, o anda bir başka düşünce, şüpheli düşünce ortaya çıktı. “Kime el uzatacak acaba önce? Kapı önünden el vermeye başlarsa kötü haberin doğru olmadığı, başköşeden el vermeye başlasa kötü haberin doğru olduğu demektir.”
Salambi kapı önündekilerden itibaren el uzatmaya başladı. Bundan dolayı Kolya’nın yüreği kanatlanır gibi oldu. Sevinerek “Haber doğru değil, dedikodu!” diye düşündü. Hiçbir batıl inanca inanmayan delikanlı, şimdi küçük bir işareti de büyütüyordu. Suya düşen adam küçük bir saman tanesine de tutunup kurtulmayı düşünürmüş…
“İyi misin Kolya?”
Kolya nefes almayı da durdurdu. Salambi’nin mavi boncuk gibi yuvarlak göz bebeklerini yakından gördü ve bütün vücudunu hoş bir duygunun ürperttiğini hissetti. Bu büyük gözler insanın ruhunu, düşüncelerini, hislerini görecekmiş gibi doğrudan bakıyordu. “Ayıpladın mı beni? Benim saflığıma inanmıyor musun sen?” diyorlardı.
Kolya sadece gözleriyle “Salambi!” dedi. “Salambi! Benim sana nasıl inandığımı, sana nasıl saygı duyduğumu anlatmak için sözler yetmez. İşte gör, benim aşkım, benim bahtım, gözlerim dolu! Ben sana dayanamam.”
Kızın elini sıkmadı dokundu sadece. “Sen ilk kar gibi temizsin ben sana dokunmaya da utanıyorum.” der gibiydi onun elleri de. “Affet beni, Salambi, senin hakkında şüpheye düştüğüm için.” dedi onun neşeli kahverengi gözleri. O anda hatırladı “Ne demişti o bana? Nasıl cevap vermeliydim ona?”
“İyi.” dedi sonra yavaşça.
Salambi onun ne dediğini duymamış da olabilir, diğerine elini uzattı, herkese sırayla elini uzattı. Tatile gelmiş gibi sevinçliydi. Konuşmadan, gülmeden her birinin adını zikrederek selamlaştı.
Hiç kimse bir söz söylemedi, sadece çakırkeyif Pavıl anlamsız birşeyler söyledi. Ocağın ardındaki çekirge tekrar insanın içini kemiren sesiyle cırıldamaya başladı.
“Gözünde gözyaşı yok, ağlamamış o, yalan sözmüş.” diye düşündü Kolya. Ancak kızın kuruyan dudaklarını hatırladı ve başka bir şekilde düşündü. “Belki kızın dudağı rüzgârdan kurumamıştır, kaygıdan yanıp kurumuş olmasın? Gözyaşı da belki, ağlaya ağlaya kurumuştur?”
Salambi masanın üstündeki dergiyi aldı, oradaki şarkıyı görünce biraz gülümseyiverdi.
Yavaşça bir şeyden ürkmüş gibi zıplayarak “Oy, Almazov!” dedi. Sonra masaya doğru eğilip gazetedeki şarkıya baktı. Yüzü parladı, kızardı.
Kolya, kızın her hareketine, sıcak yüzüne dikkat kesilerek “Biraz sonra o başka zamanlardaki gibi keyifle güldü, yankılanan sesiyle pencereleri titretti.” diye düşündü.
Salambi beyaz örtüyü kirletmekten korkar gibi ellerini masaya koymadı, sadece parmak uçlarıyla hafifçe dokundu, başını sol omzuna doğru eğdi. Işık yukarıdan düştüğünden onun eğik kaşlarının altına, düz burnunun altına, çocuğunki gibi güzel dudaklarının altına, yuvarlak çenesi altına, eğri ak boynu altına gölge düştü. Dosdoğru açılmış saç aralıkları, gençlerce örtülmeye başlanmış alnı, rüzgârla kızarmış yüzü, şeffaf görünen ince kulak kepçeleri parıl parıl parlıyordu. Kalın açık kahverengi saç örgüleri öne doğru eğilmiş, göğüsleri kımıldadıkça elbisenin önündeki kırışıklıklar bir açılıyor bir kıvrılıyordu. Kızın her nefes alışında yakası açılıyor beyaz teni görülüyordu. Okudukça göz bebekleri dergideki satırları izliyor, sıktığı dudakları sadece birazcık hareket ediyordu.
Salambi’nin yüzünde, sesinde ve gülüşünde saf gönüllülük, suçsuzluk, kızlara mahsus bir temizlik, utangaçlık, kadınca bir sevecenlik ve çocukluk hissediliyordu. Ona baktıkça insanın kendisinin de temiz, güzel olası geliyor, sonra gerçekten de kendinin de iyi ve güzel olduğunu canı gönülden hissetmeye başlıyorsun. O gülümsediği zaman sen de gülmeden duramıyorsun, o dertlenip ağlayacak olsa sen de dayanamıyorsun. Onun hoşuna gitmek ne kadar büyük bir iş, övülecek iş yapasın geliyor. Sana onun yüzünde kendi yüzünü görmüşsün gibi geliyor. Onun talihi seni de sevindiriyor, onun bahtsızlığı seni de dertlendiriyor, onun namusu seni de kızartıyor. İşte tam böyle bir duyguyla seviyor onu Kolya, Valeriy’in kardeşi.
Salambi okuyup bitirdi ve derin bir nefes aldı, elbisesinin kırışıkları açıldı, yakasının aralığından teninin beyazlığı göründü. Kız doğruldu, kalın örgüsünü arkasına doğru attı, ağır örgü belden aşağı doğru düştü.
“Ne kadar da endamlı!” diye düşündü Kolya, ancak onun sıcak yüreğini o anda buz gibi eliyle tutup sıktı.
Salambi “Daşa, ben sizin yanınıza büyük leğen almaya gelmiştim.” dedi. O, Taruş tarafına hızla döndü, kalın örgüsü tekrar ahenkle sallandı.
Hepsi de sessizdi. Sadece ocak ardındaki çenesi düşük cırcır böceği cırlak sesiyle yürek parçalıyordu.
Hiçbir zaman canı sıkılmayan Pavıl “Bu cırcır böceğini de durdurmak için ocak ardına kirpi tutup koymak gerek.” diye alaycı bir şekilde söyledi. Yine de gülen olmadı.
Salambi Şambulkin’e hızlıca baktı ve sözlerini sadece Taruş işitecek şekilde söyledi. Ancak kapı yanındaki Kol-ya sessizce ne söylendiğini anladı.
“Çocuğa banyo yaptıracağım diyordum.” dedi kız.
Bardağa ne kadar su döküldüğünü bilmek mümkün değil, sonuncu büyük damladan o dolup taşar. İnsanın yüreği de böyledir. Onun ne kadar sıkıntıya dayandığı belli değildir, ancak bir defa dolunca daha fazla dayanamaz.
Kolya ruhunun daralmasıyla bütün köye duyuracak şekilde haykırası geldi. O dişlerini sıktı. Salambi’nin çizmesinin gıcırdaması ona kardeşinin askere gideceği gün kırılan arabanın kirişlerinin gıcırdamasını hatırlattı. Mavi elbisesinin eteğinin dalgalanması da ayrılırken Valeriy’in elindeki mavi mendilin dalgalanmasını hatırlattı.
Dolmak üzere olan bardağa son damla damladı şimdi. Kolya Salambi’nin çıkıp gittiğini de gençlerin dağıldığını da fark etmedi.
Pavıl “Kolya!” dedi.
Kolya başını kaldırdı.
“Ne?”
“Ne oldu sana, seferden gelmiş asker gibi, oturduğun yerde deliriyor musun? Uyuyup kızlardan geri kalıyorsun ya! Bak bak, hemen çıkıp gittiler.”
Evde sadece iki delikanlı kalmıştı. Taruş ile Maruş birbirleriyle bir şeyler fısıldaşıp Vihtır’la bilip bilmeden satranç oynuyorlar. Diğeri taş heykel gibi katılaşmış, hiçbir şey söylemiyor.
“Ben şimdi gidemiyorum, çiftliğe gidip çeki düzen vereyim. İdare diyorsun ha, sen bilirsin. Vihtır da şimdi gidemez, bizim onunla konuşmamız gerekenler var. Sen, Kolya, akordeonunu yanında alıp git, senin yolun uzak. Gece yolu akordeonsuz sıkıcı, sen bilirsin. Akordeonla sefer de kolay.” dedi Pavıl. Çiftliğe gideyim diyen kendi kaputunu çıkarıp koydu…
Kolya Maruş’un keyiflendiğini, Taruş’un telaşlandığını fark etti, ancak bu sevincin, bu telaşın sebebini bilemedi. Bu sebep neydi, iki dost kız at vermeye giderken aralarında gizli bir konuşma oldu.
Maruş ahırdan dönerken korkmuş gibi “Biliyor musun Taruş, yengem bana ne dedi?” diye fısıldadı.
“Ne dedi?”
“Salambi buzağı bakmak için tekrar çiftliğe girmek istiyor dedi.”
“Okumayı bırakıp gelmiş mi o?”
“Evet, küçük çocuğu varken nasıl okuyacak? Onu evlenmeden çocuk doğurduğu için enstitüden atmışlar.”
“Atıldığını duymamıştım?”
“Yengem senin önünde bilerek söylemedi, sen dönünce bana gizlice söyledi. Atmışlar dedi. Bu nedenle şimdi yolda gelirken çiftlikte çalışmak istiyormuş gibi konuştu.”
“Çiftlik de şimdi eskisi gibi değil, neden kötü yere gelip girmek ister ki? Savaştan önceki gibidir diye mi düşünüyor burada?”
“Onun ne düşündüğünü biliyor musun? Yolda yengeme çiftlikteki işleri sormuş. Yengem ‘Bu yıl çok kötü, göze görünenler az.’ dedim dedi yengem. ‘Olsun yine de çiftliğe girerdim, alıştığım iş.’ diye söylemiş Salambi.”
Taruş arkadaşının bozulduğunu fark etmeden “Girecekse girsin, onunla çalışmak güzel, keyifli kız o.” dedi. Onun sözleri Maruş’u kudurttu.
“İşte ne kadar ahmaksın sen Taruş! Bana dost diyorsun bir de! Birlikte çalışırken onunla zıtlaştığınızı unuttun mu yoksa? Ne kadar ayıp etti o zaman, kendisi öne çıktı bizi arkada bıraktı. Ne kadar mesaimiz azalmıştı.”
“Azimle çalıştı, bize de yardım etmedi değil.”
Maruş onun bitirmesine izin vermedi.
“Demek ki yine bizim iş günümüz azalacak mı?”
Taruş dostunun bu fikrine katılamadı.
“Mesai” Mesaimiz artınca çok mu zenginleştik? Kime ne fayda oldu o mesaiden? Kâğıda yazıldı sadece. Tahılı da parası da. Tavuğun yiyebileceği kadar bile yok.
“Minimumu doldurmalı mı? Bunun dışında harman yerini de bölüp alırlar. Bir de bizim çalıştıklarımız boşa gitmez mi? Ne desen de çiftlikte çalışıyoruz, süt ve yağ çevresinde, uğraşıyoruz. Ne olsa da sudan kuru çıkamazsın.”
“Güzel konuş ha Maruş. Biz kolhozu soymaya gelmedik. Burada gece gündüz çiftlikte, gübre çevresinde uğraşıyoruz.”
“İşte ben bunun hakkında bir söz de söylemedim mi? Ben bir şeyden bahsediyorum sen başka şeyden. Sen nasıl düşünemezsin? Salambi işe girecek olsa doğrudan yirmi yirmi beş buzağı bakmaya başlasa bizden daha iyi olacağını bilmez misin? Tekrar onun gözüne bakıp yaşa, işte dinle.”
Taruş dostunun sözlerini kabul etmeyerek “Bizden çok okudu, enstitüde de hayvancılık uzmanlığı okuyor.” demeye başladı.
Sıkılan Maruş yüreğe işleyecek sözler etti.
“Körsün sen! Salambi’nin ne için çabaladığını görmezsin. Pavıl’ın yerine müdür olarak gelmek istiyor. ‘Şambulkin içki müptelası olup çiftlikteki işleri kötüye götürdü diyorlar doğru mu?’ diye sormuş yengemden. Pavıl’ı sıradan bir kişiye çevirmek istiyor. Yüksekokulda okuyan biri bizimle birlikte kötü bir işle sıkıntı çeker mi? Git oradan! Bir de söyleyeyim, o seni az mı ağlattı? Pavıl’ın onun yanına gittiğini unuttun mu? Kitap almaya diyordu. Kulüpte okumak istesen kitap yok muydu? Biliyorsun nasıl bir kitap olduğunu. O zaman az kıskanmadın, şimdi unuttun. Yaranın ağrısı geçince çabuk unutuluyor işte.”
Genç Taruş’un ruhu daraldı. Gerçekten de askerden dönünce Pavıl sevdiğinin yanına giderken yol üstünde sürekli Salambilere uğrardı. Kitaplar alırdı, ancak…Kızla delikanlının gizlice ne konuştuklarını kim bilir ki? Pavıl Salambi’nin yanına girip çıktıkça Taruş’un yüreği kıskançlıktan büyük azap çekerdi. Tekrar mı başladı şimdi bu azap, Taruş’un sevdası tekrar düşman yüzünden bozulacak mı ki?
Maruş öfkelenerek “Bak ona çocuk da doğurmuş, enstitüden de kovulmuş.” dedi.
Taruş dostuna karşı çıkmadı. O kendi sevdası için gerçekten de şüphelenmeye başladı. Böylece Maruş yengesinin söylemediklerini söylemiş olsa da Taruş onun yalanlarını karıştırmadı. Onu Pavıl’ın ateşli ateşli Salambi’yi savunması daha fazla kıskandırdı, Maruş gibi konuşturmak için sıkıştırdı. Kolya’nın ardından kapıyı kilitlemek için Maruş ile Taruş gürültüyle çıktılar.
Maruş hızlı hızlı konuşarak “Kız ömrü, konukluk; kadın ömrü ebedilik demişler. Boşa söylememişler.” dedi.
Taruş “Evet, kız ömrü konukluk olmadan, on yediden başlayarak yirmiye varana kadar ancak.” diye onayladı. Burada dostunun kıskanacağını sezdi ve “Yirmi beşe varana kadar ancak.” diye ekledi.
Maruş “Öyle, işte böyle. Sonra yaşlı kadın sayarlar. Bu yüzden kızlık zamanını düzgünce yaşamak gerek, yoksa kötü söz atla gezer.” dedi.
“Aynen öyle.”
Öyle de böyle diyerek onlar kız hayatının çabuk geçtiği konusunda, gençlik döneminde düzgün yaşamanın gerekliliği hakkında, evlenince kızlık zamanının unutulması gerektiği konusunda da sohbet ettiler.
Kolya onların konuştuklarını ilk defa duyuyormuş gibi “Neden bu saksağanlar ‘öyle’ de ‘böyle’ diyorlar.” diye düşündü. Sonra tekrar Salambi’nin asık suratını hatırladı, sonra kızlarla vedalaşmadan sokak kapısını kapatıp akordeonunu çekinmeden çalmaya başladı.
Gecenin açık havasında akordeon sesi yankılanır, yankılanır. Hiç kimse pencereden sokağa bakmaz şimdi. Biraz önce gece yarısını geçti, yorulan köy rahat rahat rüyaya daldı. Öksüz kopuz uzakta Mançurya bozkırında bir genç askerin hareketsizce yattığını söz söylemeden çalıyor, gözyaşı dökmeden ağlıyor.

SOĞUK SELAMLAR
Sevdiğim, selam gönderiyorum
Selamı kalıp, kendin gelmeye.*
    Mektuptan
Annemi uyandırmayayım diye Kolya evin kapısını yavaşça kapattı, ancak karanlıkta ortaya koyulmuş iskemleye takıldı ve elindeki akordeonu çalıverdi.
“Eh, oğlum!” diye annesinin uykulu sesi işitildi. “Yine sabaha doğru mu geldin! Valeriy hiç de senin gibi değildi, hiçbir zaman böyle akşam oturmalarında gece geç saatlere kadar gezmezdi, her gece kitap okur otururdu.” diyerek üzüntüyle söylendi annesi. “Hiç kimsenin kızdığı yok sana, kimseden korkman da gerekmiyor. Valeriy dönünce biraz sakinleşirsin.”
Valeriy’in savaşta öldüğü köyde herkesçe biliniyordu, sadece asker annesi bu habere inanmıyordu. Bir şekilde oğlu sağ diye düşünüyordu, bir gün oğlu güzelce gelip evin kapısını ardına kadar açacakmış gibi geliyordu ona. Bu nedenle de kapı sesi işitilir işitilmez yüreği çarpardı onun.
İhtiyar kadın her zamanki gibi “Geliyor olmalı yeni yıla doğru, düşümde gördüm.” dedi. Önce kaybolup sonra sağ olduğu anlaşılan askerlerin haberleri yok mu? Hem de ne kadar? Savaş zamanında birçoğunun ölüm haberi geldi ve daha sonra kendileri de sağ salim döndü. Kendisiyle birlikte savaşta olan arkadaşı yazıp göndermiş diyorlar. Yazacak olsa neler yazabilir, kâğıt elbette dayanır. Bu filiz meşe gibi sağlam yiğit nerede kaybolur? Suya da batacağı yok, ateşte de yanacağı yok.”
İhtiyar sürekli konuşuyor, şimdi de ne zamana kadar kitabı kapatmaz artık.
“Surımvar’daki Petyuk da bulundu işte, uzun yıllar bir haber alınamadan kaybolmuştu. Hanımı tertipsiz yaşadığı için mektup yazmamış olmalı ha. Bir de şöyle… Turikas’ta bir asker bizim Valeriy’in yaşadığı yerden, Çin’den geldi diyorlar, soyadı Salanıh diyorlar. Onun yanına gidip konuşmalı, o tam da Valeriy’i gören duyan birisi olmalı…
Kolya karanlıkta ceketiyle çizmesini sessizce koyarken “Salanov? Aaa geçenlerde kızlar onun hakkında konuşuyor olmalı” diye düşündü. O, içerideki odaya gitti ve kapıyı sıkıca kapattı. Annesinin dertli sesi yine de işitiliyordu. Kolya ışığı açmadan soyundu ve uzandı.
Yok, gözlerini kapatsa da uykusu gelmiyor. Kolya kalktı ve lambayı yaktı.
Masa üstündeki siyah çerçevede Valeriy’in resmi görüldü. Ne zamandır eline alıp bakmamıştı Kolya bu resme. Düşte de kardeşini bu resimdeki gibi görüyordu o. Sağlam vücutlu asker keyifle gülüyordu. Canlı sanarsın. Ağzını açıp söz söyleyecek gibi.
Kolya kardeşinin fotoğrafına bakıp uzun uzun düşünceye daldı, sonra masanın çekmecesinden iki zarf çekip aldı. Biri dört köşeli ve kalın, diğeri üç köşeli ve ince. İkisi de kararıp, yırtılmış, adresler de görünmez olmuş. Büyük zarf kana, Valeriy’in kanına bulanmış (asker annesi onu her gördüğünde hüngür hüngür ağlar).
Bu mektuplara Kolya bakmadan da söyleyebilirse de yüreği yandığı zaman, onları tekrar eline aldı. Önce büyük zarfı açtı, boncuk gibi yazılmış satırlar göründü.
“Güneş gibi sıcak selam sana Valeriy!
Nasıl başlasam, ne yazsam ki ilk mektubumda? Yazmaya başlamadan önce ne kadar çok yazasım geliyordu, işte şimdi ne yazacağımı da bilmiyorum. Sana büyük selam, kocaman selam gönderiyorum! Belki de bu mektubu köyde değil, savaş meydanında alırsın, belki oradaki köylerde tarlaların kapıları da yok.
Gece gündüz hasretle senden mektup bekledim, kaç yıl bekledim, yine de yazmadın. Valeriy, üç kelimeyle de olsa halini bana bildirmedin. Her akşam her sabah senden mektup alma ümidiyle uyuyamadım. Postacı bizim tarafa her geldiğinde yüreğim yarılacakmış gibi çarpıyordu. Kimlerden mektup gelmiyordu, ancak beklediğim yoktu. Yazmadın işte, Valeriy, sen yazayım demedin, belki de yazmaya vaktin yoktu? Bunun için aramızda işte bunlar oldu. Diğer yandan ben senin için kimim? Akraban mı, aradığın kız da değil, yakın arkadaşın da değil, ikimiz birbirimize yazmak için söz de vermedik.
Ben çocukluğumdan beri seni beğenerek büyüdüm. O zamanlar seninle bir sırada oturabilmek için oyun halkasında senin yanında durmak için ümitlenirdim, ancak bu küçük şans da benim payıma düşmedi. Sen her zaman benden uzaktaydın, Lena Mihaylova ile gezerdin. Karşılaşsak da benimle çok az konuşurdun. Nedendir her şeye rağmen bizi çift olarak görürlerdi. Çocukken Lena bana kızarak “Ay, ayıp ayıp! Valka ile arkadaş!” diye kızardı. Büyüyünce o beni söz geldikçe senin adınla dürtüklemeyi severdi. Sonra ben ona kızmıştım ya da duymamış gibi yapardım, bir de içimden öyle sevinirdim ki. Bir düşünsene komik de üzücü de.
Senin askere gideceğini öğrenince ben gece boyu gözlerimi yummadım, seni düşünmekten başım döndü. Diğer gün sana ellerimi uzatıp ayrıldığımız gün ne söyleyeceğimi bilemedim, geceleyin hazırladığım sözler de bir yerlere uçup gitti. Aptalca değil mi, insan önünde seninle konuşmaya çekindim, senin için özel olarak hazırladığım mendili de veremedim. İşte böyleyiz biz, Çuvaş kızları, çekingen. Ne oldu bana öyle o zaman, son zamanlarda sana baktım da dilim kurudu, sen de sadece baktın, bir söz de söylemedin. Birbirimizi böylece anladık dedim. Sonra elindeki mavi mendili yol çatında son defa salladığını görünce, bir şey söylemediğim için korktum. Senin ardından küçük çocuk gibi ağlayarak koşmaya da kovalayıp sana yetişip aşkımı söylemeye de hazırdım, ancak önümde köy çitinin kapısı kapandı ve bizi birbirimizden ayırdı…
O zamandan beri evimizin önündeki kayınlar dördüncü defa yapraklarını döküyor şimdi.
Seyrek de olsa Lena’ya mektup yazıyordun, o bana her mektubu okuttururdu. (Biz onunla birlikte kış tatilinde çiftlikte buzağı baktık. Ben şimdi çiftlikten çıktım, bununla ilgili şeyleri sonra anlatacağım.). Senin mektubunu elime alınca okumadan önce kendi adımı arayarak bakardım, ancak sen hiçbir mektupta benden bahsetmemiştin. Benim oturup yazmaya cesaretim yetmedi, ne düşünürsün dedim. Lena’ya yazdığın mektubu okuyordum ve bir üzülüyor bir seviniyordum. Sen ona kardeşçe yazıyordun sanki, bir sözünde bile aşk sezilmiyordu. (Kapris yapma şimdi bütün gizli düşüncelerimi hop diye açıyorum.) Sen Almanya’da savaşırken senden mektuplar sık sık gelmezdi, annen hep senin için dertlenirdi, ben de onunla birlikte kaygıya dalardım. Senin yaralandığını duyunca gece boyu uyuyamadım.
Batıda faşistleri yendikten sonra bizim istasyon üzerinden doğuya doğru gece gündüz askerî kafileler geçmeye başladı. Muzafferler Berlin’den dönüyorlar. Bizim köylüler de gelmeye başladılar. Çok geçmeden Vihtır Murzayev ile Pavıl Şambulkin geldi. İkisi de çok güzelleşmişlerdi. Keyifleri eskisi gibiydi çok değişmemişlerdi. Vihtır şimdi de çok az konuşuyor, Pavıl da aynen şaka yapmayı, çok konuşmayı seviyor, bazen Çuvaşçayı* unutmuş gibi de davranıyor. Önceki zamanlarda annesiyle de sadece Rusça konuşuyor diye gülerdi gençler. Şimdi kolhozda çalışmaya başladılar. Pavıl inek çiftliğinin başında, Vihtır ise sıradan bir kolhoz çalışanı. Her gece ikisi de sokağımıza akordeon ile çıkıyorlar. Maruş ile Taruş onlar döndüğünden beri tekrar kanatlandılar az daha uçacaklar çok uzaklara. Ben onların mutluluğunu görüyorum da kendi yalnızlığıma yanıyorum. Belki benim de kaderimde sevdiğimle gezmek vardır. Doğruyu söylemek gerekirse gezelim diyenler de yok değil.
Valeriy, ne zaman tekrar buluşuruz biz seninle acaba? Bir zaman görüşmek için imkân vardı ancak nasip olmadı. Sen Berlin’den Doğu’ya doğru geçerken eve telgraf çekince kardeşin Kolya istasyona koştu. Pazar günüydü ve ben de pazara gideyim diyerek ondan geri kalmadım. Bir gün seni bekledik, gece boyu peron boyunca dolaştık, ne kadar çok katar geçti, binlerce asker geçti sadece sen görünmedin. Nasibimde yokmuş diyorum, pazar gibi halk arasında birbirine dikkat edemiyorsun, sizin katar da sadece on dakika durdu. Tren hareket edince ancak seni görebildik. Sen vagonun merdiveninde durmuş gidiyordun, asker gömleğiyle, baş açık, saçların rüzgârla uçuşuyordu. Kolya ile ikimiz de sana bağırmaya başladık, ancak bağıran, ağlayan sadece biz değildik. Sen bizi duyamadın, fark edemedin, öylece gittin. Sonra ne kadar hevesle beklediğimden olacak Kolya’dan gizlice istasyon ardındaki haritaya dayanarak ağladım.
Şimdi ise mutluluğum, sevincim ölçüsüz!
Dün tarlada ekin biçiyorduk, öğleye doğru postacı bana mektup verdi, adresi görünce nereye gireceğimi şaşırdım, hiçbir şey de diyemiyorum, mektubu öpüyorum, gözlerimden gözyaşları süzülüyor. Kaç defa okudum senin kısa mektubunu! Her zaman çekinerek gezdim, çocukluktan beri duygumu senden de insanlardan da sakladım, bugün ise mutluluğumu dünyaya duyuracak kadar güçlü bir şekilde haykırdım. Benim seni görmek için istasyona geldiğimi Kolya yazmamış olsa belki de bana yazmazdın değil mi? Yüzlerce defa teşekkürler sana. Valeriy bana iyi dileklerle saygı gösterip yazdığın için teşekkürler!
Mektup iki hafta içinde geldi, yol çok uzunmuş. Hatırlıyor musun, altıncı sınıfta okurken haritada Mançurya’nın nerede olduğunu bulamamıştın da sonra öğretmen beni çağırmıştı ve ben göstermiştim. Şimdi ise senin kaderinde bu Mançurya dağlarından yayan geçmek varmış. Ağırdır, anlıyorum. Yine de sabret Valeriy, köyümüze iyi bir şekilde dönmeye layık biri ol. Samurayları çabucak yenerek dönün. Burada seni bekliyoruz. Arkadaşın türküler yakan Almazov’u da misafir getir, iyi ağırlarız. Ona da selam söyle. Bir de nerenin Çuvaş’ı o?
Bu mektubu defalarca düzeltip yazdım, yine de derli toplu olmadı ya, yanlışlıklar var. Bugün sabahtan beri aralıksız yağmur yağıyor, tarlaya çıkamadık. Ben her gün mektup yazıyorum. Neler düşündüğümü açıkça yazdım.
Bu zamana kadar evde yaşadım, buzağı baktım. Çalışmak çok zor oldu. Hayvanların yemleri yetersiz, geçen yıl otun dağa ambara girmeden çürüdüğü de oldu. Genç buzağıların çoğu hastalandı, ölenler de oldu. Yazın hayvanları tarlaya meraya salınca buzağıları bakmak için anneme gönderdim, ben de tarla sürmeye, tırmıklamaya, ekin biçmeye de gittim. Köyde gücü yerinde erkekler yok denecek kadar az, kolhozda kadınlar da zar zor çalışıyorlar. Atlar yetmiyor, savaşa çoğunu alıp götürdüler. Ufak tefek işler için inekleri, öküzleri koşuyoruz. Ormandan ağacı kızak ile çekip ya da sürükleyerek getirip idareli kullanıyoruz Valeriy. Artık gelecekte hafifler diyoruz. Delikanlılar dönmeye başladılar.
Ben bu yıl okumaya kadar verdim. Önümüzdeki hafta Çeboksarı’daki ziraat enstitüsünde okumaya başlıyorum, bu nedenle çiftlikte çalışmayı bıraktım. Zoolog olmak istiyorum. Annem göndermek istemiyor. “Evde kimse kalmıyor, baba ocağını söndüreceksiniz, dumanını tütmez edeceksiniz.”* diyor. Okulu bitirince çalışmak için köye döneceğim diyorum ama inanmıyor, uzağa gönderirler diyor. Benim gitmemden korkup elbiselerimi sakladı, yine de gizlice çıkıp kaçacağım. Sonra kendisi de teşekkür eder.
Valeriy, sen mektubumu okuduktan sonra vakit bulup cevap vermeye çalış, önceki gibi çok bekletip azap çektirme. Konuşmamız da mektubun sonuna kaldı, savaş bitmeden buluşamayız da. Senin mektubunu can gibi bekliyorum, kanatlanıp bekliyorum, ondan da ötesi seni bekleyip yaşıyorum. Köye döneceğin zaman bana telgraf çek, ben seni Avtan deresi yanına çıkıp yol çatındaki karaağaç yanında bekleyeceğim. Bir de söylemeyi unuttum, bugün ben yirmi iki yaşını doldurdum.
Sana iyilik sağlık diliyorum. Sen beni unutsan da ben seni hiçbir zaman unutmayacağım. Bir kez daha sana güneş gibi kızgın, sevgim gibi sıcak selamlar, yedi defa selam gönderiyorum!
Salambi Akramova
23 Ağustos 1945
Kolya okuyup bitirdi ve derin bir nefes aldı, derin bir düşünceye daldı, sonra mektubu düzgün bir şekilde dörde katlayıp zarfa koydu.
“Kime gerekliydi şimdi bu unutulmuş mektup? Kim okuyup sevinecek onu? Çok çabuk soğumuş güneş gibi kızgın selamlar.”
Kolya diğer zarfı açtı ve ruhu titreten sözcükleri okumadan hatırına getirdi.
“… Anavatan için kahramanca savaşıp başını verdi… Onu bir yüksek dağ tepesine defnettik… Onun yanında bulunan mektupların hepsini evine gönderiyorum… Kıdemli Çavuş Anatoliy Almazov. 1 Eylül 1945”
Kolya iki eli ile başını tuttu.
Valeriy öldükten bir gün sonra savaş durdu. Diğer gün Japonya teslim oldu. Yine istasyondan katarlar doğudan batıya doğru geçiyor. Muzafferler Port Artur’dan dönüyorlar. Ancak Valeriy kendi evine hiçbir zaman dönemez artık. Sadece annesi gece gündüz bekliyor… Salambi! Çok çabuk mu unuttun “hiçbir zaman unutmayacağın iyi akranını?”



ANNENİN YÜZ DÜŞÜNCESİ, KIZIN BİR DÜŞÜNCESİ
Baskıyla büyüyüp kız oldum, Köyde adımı kötüye çıkarmadım.
    Türkü
“*Atasözü, boş ağızdan çıkmış söz değildir. Siz bu ataların söylediklerini dinlemezsiniz, kulak da vermezsiniz, kim kızacak size? Okuma yazma biliyoruz diye başı gereğinden fazla kaldırmak doğru değil kızım. Büyükten de büyük var, ahmaktan ahmağı da bulunur. Kendi hayatını kendin zorlaştırdın ya, benimle de doğru düzgün iyice konuşmadın. Nasıl yaşayacaksın sen şimdi küçük çocuğunla? O yokken de zor yaşıyorduk.”
Salambi masaya oturdu ve durmaksızın konuşan annesine karşı hiçbir şey söylemedi. Küçük Valerik ile ilgili söylemesi gerekenlerin hepsini o daha önce annesine söylemişti.
Sarı kıvırcık saçlı çocuk Valerik, onun dizlerine iki eli ile asılıp hiçbir şey demeden duruyor, yuvarlak mavi gözleriyle Salambi’yi kıskançlıkla süzüyor, ocağın sırası üstünde uzanan hasta, yaşlı kadın Çuvaşça konuştuğu için çocuk onu anlamıyor, ancak onun hoşnutsuzluğu sesinden anlaşılıyor. Bu nedenle de onun tarafına şüpheyle bakıyor.
Salambi düşünceye dalmış çocuğun başını okşayarak teselli ettiğini de fark etmiyor, annesinin sözleri yüreğine bıçak sokulmuş gibi onun canını yakıyor.
Evin önündeki kayınlar rüzgârla hışırdıyor, pencere önüne soğuk yağmur damlaları şıpır şıpır düşüyor.
“Mama[1 - Rusça anne demektir.]!”
Salambi aniden sıçrayıverdi.
Valerik onun elbisesinin arkasından çekerek “Mama, spat[2 - Rusça “Anne uyumak istiyorum/uykum geldi.” demektir.]” dedi.
Salambi çocuğun başını okşadı ve köşedeki tahta yatak üzerine yer hazırlamak için kalktı. Yaşlı kadın güçsüz bir şekilde inledi.
“Aaah! Sancı öldürüyor. Hiç gücüm yok, nereden çıktı ki bu şimdi! Ölüm de tez gelmez. Daha neler görmem gerekiyor ki sizinle.”
Valerik masanın ayaklarını tombul elleriyle kucaklayıp yaşlı kadın tarafına korkuyla bakıyordu.
Salambi Rusça “Gel Valerik!” dedi. Ancak çocuk yabancı evde, kızgın yaşlı kadının önünde, ortaya çıkmaya çekindi. Masanın ayağını daha da güçlü bir şekilde kavradı ve hüzünlü sesiyle ağlayıverdi.
Salambi’nin canı çok sıkıldı, onun da çocuk gibi ağlayası geldi. Ancak kendini sıkıp gözyaşlarını tuttu. Çocuğu masanın ayaklarından şefkatle ayırıp yerine yatırdı. Uzak yoldan sonra yorulmuş olan Valerik yatar yatmaz uyudu.
Salambi uzun süredir yağan yağmurun şıpırtısını, evin önündeki çıplaklaşmış kayın ağaçlarının hüzünle uğuldayışını dinledi. Gece yarısı olmuştu, yine de uykusu gelmiyordu. Annesi tekrar konuşmaya başladı.
“Kaç defa söyledim ben sana, ne kadar öğüt verdim. Ama yok, kulak vermedin. Ben de ahmağa döndüm. Nereden gönderdim ki şu lanet olası enstitüye, neden gönderdim ki? Kendi başına davrandın, benden izin de istemedin, şehre benden gizli çıkıp gittin. İşte şimdi böyle… Geçen yıl gelin gitmiş olsan hiçbir şey olmazdı, bu rezilliği de görmezdim. Erişkassi’ndeki Hvetir kaç defa dünürcü gelmişti. Delikanlı benim de hoşuma gitmişti, çok okumamıştı ama güngörmüş kişiydi, çok güzel konuşuyordu, hiçbir zaman boş konuşmuyordu. Onu da reddettin, soğuttun onu, sonra işte Kurakassi kızını aldı. Şimdi çok zengin bir şekilde yaşıyormuş.”
Salambi, her zamanki gibi, hiçbir karşılık vermeden annesinin sözlerini dinledi.
Onun annesi kadar sert biri köyde de yoktu, en haylaz çocuklar bile ondan uzak dururdu. Birisi de onun bahçesinden havuç, salatalık çalmaya cesaret edemezdi. Ancak şimdi öz kızına kızarken çok dertlenip, hüzünlenerek konuşuyordu. Hastalıktan güçsüzleşen sesi titriyor, nefesi sık sık kesiliyordu.
“Geçen yıl da Vırmankas askeri panayırından direk buraya gelmişti. Nesi kötüymüş delikanlının göğsü madalyayla doluydu, akçe gibi şıngırdıyordu. Adam dış görünüşüyle de aklı ile de kötü değildi. Böyle olmasına rağmen onu da beğenmedin, onlar gelince evden çıkıp gittin. Delikanlı çok endişelendi, arkadaşları önünde küçük düşürdün. ‘Bira ikram edeyim mi?’ dediğimde içmez, içinin yangınından yarım kova içiverdi. Ben de sonra ona acıyıp kahroldum.”
Salambi bir an Vırmankaslı delikanlıyı aklına getirdi. Gerçekten de iyi delikanlıydı, çok alçakgönüllüydü, panayırda pazarda Salambi’nin ardından gizlice onu gözlerdi. Biçare çok beğenmiş olmalıydı.
Ancak Salambi onunla tamamen saflığı ve temizliği sebebiyle konuşmuştu, şimdi ise onun adını da hatırlamıyordu. Az kişi ile karşılaşmıyor insan, hepsinin adını nereden hatırlayacaksın.
“Anlayamıyorum kızım, hayatını nasıl düzene sokacaksın hiç düşünmüyorsun. Bunun yüzünden bunlar oldu. Akıllı insanlarla konuşup iyi düşüneyim demedin ki. Küçük başını yüceltip kendini kimlerden daha üstün görmüş olmalısın, benim gibisi başka yok diye düşünmüş olmalısın. Ben de ahmaklaştım, akıl sır erdiremedim. Savaş zamanında alalım diyenler vardı, verip göndermeliydi seni. Kıyamadım, genç dedim, biraz annesinin yanında yaşasın dedim. Şimdi işte ev bark, bahçe de her yıl eskiyor, yıkılıyor, tutup yapacak kimse yok. Böyle işte erkeksiz olmuyor. İşte ahırın tepesi çırılçıplak kaldı. Güzün baharın eve su giriyor. Evin üstüne örtülmüş yeni samanı baharda alıp hayvanlara veriyoruz. Ahırın çatısına eski samanı seriyoruz, gübreye döndü şimdi, bata bata iniyor. Orada pelin otu büyüyor şimdi. Hamamın çatısındaki kayın da kırıldı. İnsandan utanmak lazım. Eğer bir delikanlıyı beğenip evlenip eve getirmiş olsaydın böyle mi olurduk. Kendim akıl erdiremiyorum. Savaş zamanı evlendirmeliydim.”
Salambi’nin içi daraldı. Gerçekten de savaş zamanında onu beğenenler vardı, savaşın bittiği yıl bir iki dünürcü de gelmişti, ancak o zaman Salambi’nin annesi de Valeriy’in döneceğini düşünerek yaşıyordu. Bütün köyle birlikte o da Salambi ile Valeriy’in evleneceğine gizli gizli inanıyordu. Daha genç, annesinin evinde üç yıl daha yaşasın diye aracıları gönderiyordu.
Akordeon sesi duyulunca Salambi pencerenin perdesini aralayıp sokağa doğru baktı. Valeriy’in kardeşi Kolya tek başına akordeon çalıyordu. Hüzünlü melodi uzun süre kulakta yankılandı. Valeriy’in hiçbir zaman dönmeyeceğini hatırlatıyor gibi hissedildi. Her zaman bunu hatırlatıyordu bu eski vals…
Annesi birden “Şimdi kimin dönüşünü bekleyecekti?” dedi. “Hepsini geri çevirmek de neden? Geri çevirene çanak dibi dedikleri dönüp geliyor işte, o zaman. Damlayı hor görenin yurdu yanar çöl olur denildiği gibi. Sonra da her şeyi düzeltmek için artık çok geç olmuştur. Kız ömrü uzun değildir. Senin gibi değil güzel, zengin kızlar da var evde yaşlanıyorlar. Yaşlanmış kızlar eskiden de vardı. Biri kötü kalpli olduğu için insanın hoşuna gitmemiş, diğeri dünyayı hayrete düşürecek kadar tembel, sıkılgan, düzensiz, tertipsiz olduğu için tiksindirmiş, kimi gevezeliğiyle, kimi ölçüsüz diliyle kalpleri soğuttuğu için, kimisi de aklıyla, görüntüsüyle hoşa gitmediği için hepsi de faydasız kalmış. Hepsinden de ayıbı kızken baba evinde çocuk sahibi olmaktır. Şimdi savaş bitti. Ne yaparsın? Ne kadar delikanlı savaş meydanından dönemedi. Ne kadar çok nişanlı kız evlenemedi. Binlerce. Kim suçlu? Kim suçlu? Kızken doğuranlar da oldu. Bunlara şimdi yardım parası da veriyorlar artık. Hiç yoktan püre dedikleri gibi, parasız pulsuz zamanda bu da yardım. Bütün halkın üstüne yıkıldı bu savaş. Bizim gibilere yedi kat daha ağır geldi. Hiç kimsenin dayanamayacağına dayandık. Dert üstüne dert. Şimdi bir daha…”
Yaşlı kadın tıkanıp konuşmasına ara verdi ve biraz nefeslenince tekrar başladı. “Çocuk bakılır şimdi yapacak bir şey yok. Çocuklu kızlar da evleniyorlar, üç dört çocuklu kadınları da alanlar var. Seversen ona buna bakmazsın. Yazılan gelir başa. Senin şimdi de kimseden bir eksiğin yok. Çalışkan bir genç eve girsin de güzelce yaşayın, tatlı tatlı konuşarak birbirinizi beğenerek…”
Salambi daha fazla dayanamadı annesinin sözünü keserek “Gereksiz şeyleri söyleme anne! Yüz türlü düşünce senin aklına geliyor herhalde. Bana kimse gerek değil, hiç kimse…” dedi.
Değil deyince onun sesi tutuldu, boğazı tıkandı, bütün içi daraldı.
Salambi omzuna bir palto attı ve koşarak dışarıya çıktı.
Annesi uzun süre hareket etmeden düşünceye dalıp uzandı. Önce vücudu, eli ayağı birileri demir filarizle ezmiş gibi sızlıyordu, hareket ettikçe sancılanıyordu, işte şimdi bir de yüreği ağrımaya başladı. İçi yanıyordu. Su içesi geldi ancak kalkıp fırının köşesine gitmeye gücü yoktu. Neden Salambi gelmedi ki? Gece gece nereye çıkıp gitti? Kötü düşünme, Tanrı affetsin!
Yaşlı kadın sızlanıp oturdu ve tekrar konuşmaya başladı. Çocukken de kızıldığında Salambi böyle ot deposuna giderdi, annesinin ne söylediğini kapının ardından dinlerdi. Belki de şimdi de ot ambarında dinleyip duruyor mu acaba? Yok, ön kapıyı kapatıp çıktı ve geri girdiği de işitilmedi.
“Ağır konuşmuş olmalıyım, çok konuştum galiba. Artık kızmanın da faydası yok. Yaşamak gerekli. Bu çocuğu evlatlık alma konusunda ben de hiç azarlamadım, sadece boş konuşulur dedim. Zavallı kız babası öldükten sonra iyi gün görmedi. Ok üstüne dayanıp büyümüş tay gibi çocukluktan beri işe koşuldu. Evdeki bütün ağır işi, erkek işini kendisi yapıp yaşadı. Şu enstitüyü bitirince adam olur mu demiştim.”
İhtiyarın kırışmış yüzü boyunca gözyaşı damlaları şıpırdayarak indi. Salambi’nin annesi of çekti ve su içmek için başköşeye doğru yavaşça hareket etti, ancak ocağın önüne gelen kadın su kovasına ulaşmadan çocuğun önünde durdu.
Küçük Valerik ellerini ayaklarını yayıp sırtüstü yatmış ve mışıl mışıl uyuyordu.
Yaşlı kadın ona bakarak düşünceye daldı.
“Otuz beş yıl evli yaşadım da bir oğul doğurmak mümkün olmadı. Eskiden zaman zaman babası pazardan bir yerlerden çakırkeyif dönünce dertlenip konuşurdu, oğul doğuramadın deyip şaka yapardı. Tanrının vermediği nereden olsun? Tek çocuğu da kız oldu.”
Yaşlı kadın yere doğru uzanıp duran kolunu şefkatle alıp düzeltti ve Valerik’i şefkatle örttü, sonra yüreği yumuşadı, gözleri tekrar ıslandı. Titreyen eliyle çocuğu başından çok yumuşak bir şekilde okşadı, üstüne istavroz çıkardı.
“Şükür sana Tanrım! Oğul!” diye sessizce fısıldadı.
Yağmur durmuştu artık, evin önündeki kayınlar daha önceki gibi uğulduyordu. Salambi onların kasvetli sesini dinleyip düşünceye dalmıştı.
O tam eve gireyim derken komşudaki ot ambarının kapısından bir ses geldi, orada bir kızın kahkaha atarak güldüğü işitildi. Maruş gülüyormuş. Sevgililer akşam oturmasından şimdi çıkıyor olmalılar. Evinde lamba yanıyor, pencereden avlu çitine aydınlığı düşüyor. Maruş ne kadar mutlu! Birileri onu gıdıklıyormuş gibi zevkle gülüyor. Karanlıkta ot ambarı önünde, onun ak elbisesi biraz görülüyor sonra aynı bir ara konuştukları işitilmiyor…
Vihtır öğleyin sürekli çalışıyor, böylece akşamleyin Maruş’la buluşmak için fırsat buluyor. Bir defa sevdin mi işte böyle olur. Bir günde yirmi dört saat varsa da sevdiğinle buluşmak için yirmi beş saat bulman gerekir. İşte o da ancak şimdi çıktı…
Korkuluk direğine dayanıp duran Salambi merdiven basamaklarından koşarak indi ve bahçeye çıktı.
Yağmurdan sonra bahçedeki ağaçlar halsiz düşmüş ve razı olmuş bir şekilde duruyorlar, biraz sürtündüğünde elma ağacı dallarından şıpırt diye su dökülüyor. Bahçe de çırılçıplak kalmış. Tamamen çıplaklaşmış. Hüzün, yetim…
Salambi eski hamam önünde durdu. Yamuluyor o, ne zamandır yakmadık onu. Ne zamana kadar öyle kalacak acaba? Çocukluktan beri Salambi bu banyo önüne alışmıştı. İşte bulanık pencere altında şimdi de küçük bir bank var, onun önünde de yaşlı söğüt kütüğü. Kız çocuk onun oyuğuna kendi oyuncak bebeklerini saklardı. Ne zamandı o? Çok eskiden. Ondan beri iki ömür geçmiş gibi hissediliyor. Başka zaman Salambi bu banyo önünde çocukluk zamanlarını hatırlayıp kendi kendine gülerdi. Bu gece onun gülesi hiç gelmedi.
Çocukluk… Ne zamanlar geçti o! Salambi o zaman oyuncak bebekleriyle oynamayı çok severdi. Türlü türlü basma parçalarından şeritler yapardı da oyuncak bebeklerini gelinlik kız gibi de akşam oturmalarına giden kız gibi de giydirirdi. Küçük oyuncak bebekler de vardı değil mi? Salambi onlara özellikle ilgi duyardı, geniş dulavratotu yapraklarından yapılmış beşikte sallayarak uyuturdu. “Çocuğa, bebeğe… Çocuğa, bebeğe…”
Salambi bir yerde donup kalarak “Çocuğa… bebeğe” diye fısıldardı. Sonra aniden küçük Valerik’in biraz önce uyuklayarak ağladığını fark etti ve banyo kapısını durup dururken dürttü, paslanmış menteşe yüreğe dokunan sesiyle gıcırdadı, kapı haldır huldur ot ambarının zeminine düştü. Ah! O, tek menteşe ile duruyordu; üstteki menteşe savaş zamanında kopmuştu, o günden beri onu hiç kimse tamir etmedi. Tamir eden olmadığından her şey yıkılıp dökülüyor.
Salambi banyonun kapısını düzeltip kapattı ve harman yerine doğru gitti. Öğleyin oradan tarlaya doğru bakmak güzeldi. Uzaktaki dallı budaklı elma ağacının sadece gölgesi görülüyor. Köyde de satıcılar görünmüyor artık. Dur! Köyün sonunda, yukarı yolda bir pencerede ışık var. Kimin eviydi ki o? Valeriylerin! Kolya oturuyor olmalı, nedendir şimdiye kadar uyumaz, bir şeyler okuyordur. Bir ilginç roman bulmuş olmalı, belki de aşk hakkında?
Salambi bu gece akşam oturmasında Kolya ile karşılaştığını hatırladı. “Benim hakkımda ne düşündü acaba? O da beni başkaları gibi ayıpladı mı? Ne yapmalıyım ben? Valerik’i akşam oturmasında anlatmalı mıydım? Bakın ne kadar kahramanmış bizim Salambi derler miydi acaba?”
“Salambi, sen misin?” diye bir ses duyuldu yakından.
Düşünceye dalmış olan kız aniden sıçrayıverdi.
“Ay! Kim o?”
Örme kazak giymiş, kara başörtü bağlamış kız çitin yanına yaklaşarak “Ben, yoksa… Tanımadın mı?” dedi.
“Oy! Korkuttun ya beni Lena!”
İki kız ne için burada dolaştıklarını sormayı da akıllarına getirmediler.
“Ben dün kapınızı dürttüm ama kilitlenmişti, pencereden seslenmeye de çekindim. Sonra eve dönüp elbiselerimi değiştirdim. Şimdi de çiftliğe gidiyorum.” dedi Lena. Sonra da Salambi’ye dikkatle baktı. “Maşa ile Daşa bir şeyler mızıldandılar. İnanasım gelmedi.” diye sakince konuşmaya çalıştı Lena. Yine de sesinin titrediğini Salambi hemen fark etti. Bu konu hakkında konuşmanın başlamasını o çoktandır bekliyordu bu nedenle de hiç şaşırmadı. Maruş ile Taruş biliyorsa köyün de öğrenmesi çok sürmezdi.
“Onun hakkında bir şey sorma şimdi Lena. Başka zaman anlatırım… Şimdi sorma! Bu gece içim yanıyor hiçbir konu hakkında konuşmak istemiyorum.
“Af edersin Salambi, rahatsız ettiysem.”
“Önemli değil, ben alışmaya başladım artık, alışmak lazım.” şakaya vurmaya başladı kız. Ancak sesi titriyordu.
Lena “Neden onun çocuk hakkında konuşası gelmiyor ki? Neden dertleniyor? Onu sadece çocuğun olması değil başka bir şeyler de dertlendiriyor olmalı. Bunun içindir hiçbir şey konuşası gelmiyor.” diye düşündü.
“Okumayı bırakıp döndün mü? Yoksa bir süreliğine mi?”
“Annemin durumu iyice kötüleşti. Evde de ah vah edip zar zor geziyor. Belki bir aydan da fazla bir süre yatmıştır.”
“Eğer durumu ağır ise hastaneye gitmek lazım Salam-bi. Ne hastalığı var?”
“Hastalığı nedir bilmiyor ateşi de normal. Ancak sancılarından uzun süredir rahatsız. Yaşlılık işte güç yok diyor. Onu hastaneye yatırsan da evde yine insan gerek, hayvanlara bakmak lazım. Evi de ısıtmak gerek yoksa mahzendeki patatesler donup bozulabilir, ocağı söndürmek olmaz.”
Lena meraklanarak “Okuma konusunda ne düşünüyorsun o zaman?” diye sordu.
Salambi kararlı bir şekilde “Ne düşüneyim… Benim tek bir düşüncem var o da enstitüyü bitirmek!” dedi. “Şimdi ne yaparsan yap arkadaşlarından geri kalıyorsun gelecek yıla kadar enstitüye dönmek mümkün değil. O zamana kadar evde okumaya devam, gelecek yıl enstitüde daha kolay olur. Kolhozda çalışma pratiği geliştirir.”
“Nerede çalışacaksın şimdi? Burada sana uygun iş de yok ya. Ancak kulüpte ya da idarede olabilir.”
“Yok Lena, ben eski işimde buzağı bakmak için çiftlikte çalışmak istiyorum. Çiftliğin durumu nasıl şimdi?”
“Sorma da şimdi Salambi, övünülecek hiçbir şey yok. Varmasına varırsın da iyi bir şeyler bekleme, pişman edecek şeyler de var. Düzen yok, tertip az. Kendin biliyorsun, bu yıl yağmur olmadığı için otlar kurudu, buğdayı dolu vurdu. İnekler süt kesiyorlar, buzağılar hasta oluyorlar. Şambulkin çiftlik için dertlenmeyi bıraktı, kendisine ev yapmak için daha fazla çaba gösteriyor. Maruş ile Taruş buzağılara kötü bakmaya başladılar. Bunun yüzünden üçümüz sık sık tartışıyoruz.”
“İdare beni çiftliğe gönderse ben yine de kabul ederdim. Zorluk beni korkutamaz, zorluk görmeye alıştık. İnsanın yetiştirdiği üzerine varmak daha ağır gelirdi.” dedi Salambi.
Onun eski derdine dert eklendi. Çiftlikteki işlerin kötüye gitmesi onu çok kaygılandırdı.
İkisi de bir söz söylemeden durdular. Yağmur yağmaya başladı.
Lena başka bir şey söylemeden “Gideyim ben Salam-bi, yağmur hızlanmadan çiftliğe yetişmek gerek.” dedi. “Taruş ile Maruş akşam eğlencesinde buzağıların yanında kimse yok.
“Dikkatli git! Vaktin oldukça bize gel, konuşuruz.”
Yağmur gürültüyle yağmaya başladı. Elma ağaçlarının dallarına sürtünüp şimdi eskisinden de fazla su şıpırdayıp dökülüyordu.
Ne kadar karanlık bir gece! Geçmişteki aydınlık günler bu karanlıkta tamamıyla cezbedici görülüyor. Çeboksarı… Enstitüm… Neşeli öğrenciler… Ne zaman tekrar görürüm ki sizi? Salambi gür elma ağacı altında durdu. İşte bu çocukluktan beri sevdiği elma ağacı. Onun elması temiz ve iri olurdu, dalları her yıl yere doğru eğilirdi. Savaşın çıktığı yıl soğuk vurdu ve elma ağacı kırıldı. Şimdi de her yıl bembeyaz çiçeğe durur, ancak meyve vermez. Acaba daha kaç yıl böyle meyvesiz, yemişsiz kalacaksın?

İKİ KIZ
Onlar cariye olacak kız değil
Biri kor, biri nar gibi kızıl.
    P. Husangay
Lena, Salambi ile konuşabilmek için iki gün zaman bulamadı. Bu günlerde ona bir düşünce rahat vermiyordu. Salambi’yi köydeki herkes iyi bir şekilde anıyordu, yaşlılar ona çalışkanlığı için, alçak gönüllüğü için saygı gösteriyorlardı. Gençler ise sıcakkanlılığı için, cömertliği için seviyorlardı. Lena da ondan hiçbir yanıyla eksik değildi. Çalışkan, gayretli, görünüşü de fena değildi daha ne gerek ki? Delikanlılar yine de Salambi’yi öne koyuyorlardı. Valeriy de onu sevdi! İki kız birbirini kıskanıyor diye gülerlerdi gençler. Doğru mu bu? Lena, belki de zaman zaman kıskandı ama peki ya Salambi? Kıskandı mı Salambi? O, onu bunu belli etmezdi. Nereden bileceksin belki de kıskanmıştır. İşte Valeriy de yok, Salambi de kendi kaderini bir çocuğa bağlamış. Lena’nın şimdi sevinmesi mi lazım? Köyde ona yetişecek kız da yok, ona engel olan da yok! Gerçek, Salambi eskisi gibi güzel, belki eskisinden de güzel olabilir, şimdi de herkesin önüne geçebilir ama yine de onu çoğu kişi kız yerine koymuyor artık. Çocuk annesi! Çocuğu evlatlık olarak almış olsa da. Maruş diyor ki Salambi kendi çocuğunu yetimhanede büyütmüş, öyle bir kanun var. Maruş’un yengesi kızı köyde görünce Salambi’nin çocuğu olduğuna inandırarak anlattı, o çocuğun babasının kim olduğunu da biliyor olmalı. Maruş ile yengesine bir daha inanmak zor. Diyelim ki çocuk Salambi’nin olmasın o zaman neden kız başına çocuğu evlatlık aldı ki? Neden okumaya giden bu kız, en güzel delikanlıları beğenmeyen bu kız, kendi kız hayatını zorlaştırdı ki? Sebebi nedir, nasıl bir güç ona bunu yaptırdı? Çocuğun babası kim? Nasıl biri o?
Lena’nın düşünceleri uzayıp gidiyordu, sonu gelmek bilmiyordu. Lena Salambi’yi kıskanıyordu da ona kızıyordu da, onu seviyordu da. Hepsinden çok her şeye rağmen çok seviyordu. Ona göre Salambi köydeki kızlardan, Lena’nın kendisinden de iyi, hiç kimseye bugüne kadar kötü söz söylememiş, ağır söz söyleyip kimseyi üzmemiş, halk arasında çok sakin, alçakgönüllü, hiçbir zaman büyüklerin sözünden çıkmamış. Onun içinde gizli bir güç var ve bu gizli güç herkesi çekiyor, cezbediyor, sakinleştiriyor da telaşlandırıyor da.
“Elen sen hala giyinmedin mi?” dedi odun getiren annesi. “Seni geçen kulübe çağırmışlardı. Baban da oraya gitmiş olmalı, bir toplantı olacak mı demişti? Yemek yemeden çıkıp gitti. Toplantı lafını duymaya görsün ona ekmek de gerekli değil.”
“Şimdi gidiyorum anne. Toplantı değil tarım grubunun işi var. Turikas kolhozunun tarım uzmanı Salanov ders verecek orada.”
“Şu mısır yetiştiren mi?”
“O anne, Simen Salanov.”
“Demek ki oymuş, geçenlerde su getirirken Salambilere esmer bir delikanlının geldiğini görmüştüm. Anne babasını iyi bilirim iyi insanlar.”
“Salambi ile aynı enstitüde okudu o.”
Salambi deyince, annesi bir şeyler konuşmak istiyordu ama ses çıkmadı.
Lena çizmesini çıkarıp botunu giydi. Giyindi, aynanın önüne geçip kısa sarı saçlarını berenin altına topladı, sonra acele etmeden evden çıktı.
“Çok geç saatlere kadar gezme kızım. Ne zamana kadar kalacaksın?” dedi annesi.
Burada annesinin Salambi’yi kastettiğini kız hemen anladı. “Korkma anne, benim için korkma ben kendimi biliyorum.” demek istedi ama yine de bir şey demedi.
Kulüpte az kişi vardı, henüz insanlar toplanmamıştı. Lena’nın hiçbir toplantıdan ve dersten geri kalmayan babası her zamanki gibi herkesten önce gelmiş, soba önünde gazeteye bakıyordu. Gençler arkadaki karanlık köşeye yerleşmiş, neye olduğu bilinmez kahkahalarla gülüyorlardı. Lena onların yanına varıp oturdu.
Taruş ile Maruş ikisi de aynı şekilde giyinmiş olarak geldiler. Beyaz yün yazma, beyaz keçe çizme, siyah hırka giyinmişlerdi. İkisinin de keyfi yerindeydi. Pavıl Şambulkin birşeyler anlatıp onları güldürüyordu. Lena gelince o konuşmayı kesti, kız seslice selam verip ellerini sıktı. Sessiz Vihtır hiçbir şey söylemeden elini tahta gibi uzattı.
“Lena senin bilmen gerekir. Salambi geliyor mu? Salanov onların evine girdi diyorlar. Kulübe ikisi de geliyor mu?” diye sordu Maruş çok gereksiz yere. Beyaz yazma bağladığı için onun kızıl yüzü tamamen kızıl görünüyordu. Dolgun vücudu kıpırdadıkça hırkasının karışıkları yarılacakmış gibi hissediliyordu. Yulaf demetini de böyle çok yapsan onun bağı da dayanamayacakmış gibi gelir.
“Gerçekten de bilmiyor musun Lena?” diye sordu genç Taruş.
Beyaz yazma bağladığından onun ak yüzü tamamen solgun görünüyordu. İnce belli vücudu çocukların bağladığı küçük arpa demetini andırıyordu.
“Sizin bilmediğiniz bir haber var mı köyde?” dedi Pavıl dürtükleyip. Onun dili hiç kimseye acımazdı.
Dostu kızlar ona gücenmiş olmalılar ki sessizleştiler. Vihtır bunu görünce birden gülüverdi.
Lena keyifsizce “Nereden bileyim ben? Belki de gelir.” dedi. Kızların Salambi hakkında konuşmayı açtıklarını anlayınca o birden telaşlandı.
Maruş ile Taruş sessizce oturdular ve ikisi aynı anda “Salambi” dediler. Sonra her ikisi de birbirlerine duralım demeden söyleyecekleri sözlerini söylemeden kaldılar.
“Söyleyin, neden durdunuz? Söyleyecek sözü söylemezsen ölmek için yazmış olsan bile üç gün can veremeden azap çekersin derler.” diye iğneledi Pavıl. “Birer birer konuşun, neden içtimadaki askerlerin selamlaması gibi aynı anda konuşuyorsunuz?”
“Salambi çocuğun adını kaydettirmek için hâlâ köy meclisine gelmemiş.” diye fısıldadı Taruş.
“Çocuğun babasını bilmeden oraya nasıl yazdıracaksın? Babasının adını bilmiyor diyorlar ya! Kırk tırnaklı kız ısırgan içinden bulmamış mı?” diye sertçe bir şekilde devam etti Maruş. Ancak Vihtır’ın ona kötü kötü baktığını fark etti ve sesini kesti, kalın dudaklarını yazmasının ucuyla kapattı.
Vihtır dayanamayarak “Boş değirmeni çevirme!” dedi. “Yabancı bir çocuğu evlatlık almış diyor annesi. Bir şey bilmeden konuşuyorsunuz.”
Lena Maruş’a kızarak “Geveze ağzı yazma örterek kapatamazsın.” diye düşündü, sonra pat diye söyledi “Babası size ne için gerek? Çocuğun annesi var ya!”
Bunları söyledi ve başka kızların yanına gitti.
Maruş hızlı hızlı konuşarak “Sen ancak işte… Lanet sarı kız!” dedi. “Eskiden kendisi Salambi’ye dayanamazdı, Valeriy’i kıskanırdı şimdi Salambi’nin yanında olmaya çalışıyor.”
“İşte böyle cır cır böceği herkese kızıp gezer.” diye fısıldadı Taruş. Yalnızken o Lena hakkında böyle konuşmazdı şimdi ise arkadaşının gönlüne göre böyle söyledi.
“Üzülmek mi bize ne ki? Öyle de olur böyle de.” dedi Maruş. Kendisi bu arada Vihtır’a şüpheyle baktı. Allahtan diğeri işitmedi. Kendisi arkadaşıyla satranç oynamaya başlamıştı artık ondan bir tek söz de almak mümkün olmazdı. Pavıl da kızların sözüne kulak asmaz, sürekli konuşur.
Kulübe herkesle birlikte Salambi ile Salanov da geldiler. Lena onlarla birden kapı önünde karşılaştı ve gülerek ikisiyle de tokalaştı.
“Selam, Mihaylova.” dedi ona Salanov. “Beni bekleyip yoruldunuz mu? Salambi’yle biraz fazla oturduk, konuşa konuşa sözün sonunu getiremedik.”
Orta boylu yuvarlak vücutlu delikanlı bembeyaz dişlerini göstererek güldü, kapkara gözleri parlayıverdi. Mat, esmer teni keyifle parladı.
Salanov Lena ile çok konuşamadı onun etrafını gençler çevirdi. Şambulkin onunla şakalaşmaya, konuşmaya başladı.
Ders çabuk başladı.
Semen Salanov ilçedeki her kolhozun büyük bir bahçesi olması gerektiği hakkında konuştu, çok güzel örnekler verdi. Konuşurken tamamen kara saçlarını düzeltiyor, kâğıda bakmadan sakin sesiyle konuşuyor, arada bir aklına bir şey geldiğinde “znaçit”[3 - Rusça “demek ki”.] diye ekliyordu.
Lena Salanov’u dikkatle dinlerken Salambi’yi de kontrol ediyordu.
Salambi ince siyah palto ile çiçek kırmızı yazmasıyla uzun saçaklı yazmasının uçlarını göğsü üzerine bırakmış, ellerini dizleri üzerine koymuş ve hareket etmeden konuşanın gözlerine bakıyor, sadece arkadaki sıradan kendi adının fısıltıyla konuşulduğunu duyunca kirpiklerini kısıyor ancak geriye dönüp bakmıyordu. O, kendi hakkında konuşulduğunu çok iyi seziyordu.
Kolhoz çalışanları Salanov’a soru sormak isteseler de herkesten çok Şambulkin ile Lena’nın babası daha çok soru sorup öğrenmekte daha da hevesliydiler.
Sonra parti teşkilatı sekreteri Borisov insanlara son günlerde kolhozda bahçe haftası hakkında konuştu ve herkesi bu işe gayretle katılmaya davet etti.
Sunum bittikten sonra Salanov Lena ile Salambi’nin yanına gitti. Çok fazla konuşmadı, “Eve gitmem gerek.” diyerek çabucak çıktı. Yaşlılar çıkınca sadece gençler kulüpte kaldılar. Vihtır bir yerlerden akordeonu çıkardı, hiç kimseye bakmadan dans melodisi çalmaya başladı. Gençler önce hareketlenmediler, ses çıkarmadılar.
“Yaşlıları hatırlayıp benim başlamam gerekiyor herhalde, benim ayaklarım hafifti.” dedi ve Pavıl dans pistine çıktı. Normal zamanda çok gürültülü olan Pavıl dans ederken hiç ses çıkarmazdı. Sanki delikanlı dans etmiyor da pamuk döşek gidiyor gibi, asker çizmelerinden ses çıkmıyor, uzun kaputunun eteği dalgalanıyordu sadece… Hafifçe uçar gibi dans eder Pavıl, rüzgâra karşı yürüyen biri gibi, eğik bükük dans eder, ellerini kadınca salıverir.
O dans edip tamamladı ve kızları sırasıyla dans ettirmeye başladı. Sıra Maruş’a gelince kızlar arasına saklanmaya başladı. Pavıl onu zorla çekmeye çalıştı. Maruş’u zorla çekmek için epeyce ekmek yemiş olmak gerekir. İki üç delikanlı zorla çıkardı onu. Maruş her zaman böyle yapmayı sever. Ama dans etmeye başlayınca da durduramazsın. O birkaç defa kızların arasına kaçmaya çalıştı, yine de onu dans pistine çıkardılar. Hepsi birden alkışlamaya, tezahürata başladı.
Suskun Vihtır akordeonunu eskisinden daha da güçlü çalarak “Dans et artık! Ne o misafir kız gibi duruyorsun?” dedi.
Maruş sevdiğine doğru öfkeyle bakarak “Ben bu melodiyle dans etmeyi bilmiyorum, Çuvaş havası çal!” dedi.
Vihtır birden endişelendi. Topu topu iki hava çalabiliyordu o, yol havası ve Rusça dans havası. Bu nedenle de hiçbir şey demeden akordeonunu bankın üzerine koydu. Şikâyetlenerek “Dans etmeyi bilmeyene her zaman hava beğendiremezsin.” dedi.
Pavıl Kolya’yı çağırdı ve akordeonu onun eline tutuşturdu. Diğeri ürkek ürkek gülerek akordeonu çalmaya başladı.
Maruş ağır araba gibi yavaşça hareket etti, sonra arzuyla varıp türlü türlü dönmeye başladı. Gücü nereden buluyorsa yarım saat dans etti, durmayı da bilmedi. Yemez diyenin yedi börek yemesi gibi… Akordeoncu akordeonu yavaş yavaş tekleyerek çalıyordu, gençler de gizlice gülmeye dalga geçmeye başladılar. Vihtır da sıkılmaya başladı, Maruş ise böyle yıldırım çarpmış gibi enerjik bir şekilde, gülmeden, heyecanlanmadan bir büyük iş yapar gibi gayretle hiç kimseye bakmadan dans ediyordu. Kızın ayaklarının altında parkeler gıcırdıyordu sadece. Gençler alkışlamaya başlayınca o zaman dans etmeye doyamadan durdu.
Maruş gülerek alkışlayan Lena’ya keyifsizce bakarak “Sen ancak öf be…” diye düşündü.
Sırası gelince Lena da dans etmeye çıktı. O işte olduğu gibi düzenli, erkek gibi sertçe dans ediyor, botunun ökçesiyle sekiz defa vuruyordu. Dansı bitireceği zaman birden heyecanlandı. Onun ardından Salambi’yi çıkarmalı. “Dans et dans etmiyor musun? O neden kaldı ki bir dans etmek için mi? Onun gençlerle dans edip eğlenmesi normal mi?” diye düşündü kız. Bu sadece sebepsiz bir şüpheydi. Lena Salambi’nin önüne gelip ayaklarını vurdu.
Haykıran gençler sustular, hepsi alkışı kesti, gülmedi. Kolya akordeonunu gayretle eskisinden daha iyi çalmaya başladı. Lena bunu hemen fark etti ve genç akordeoncuya doğru dikkatle baktı. Diğeri ise Salambi dans pistine çıkınca böğürtlen gibi kızarıverdi, yüzünde gamzeler belirmeye başladı, gözleri yıldız gibi parlıyordu. “Ne kadar çok Salambi’yi, zavallı!” diye düşündü Lena fark etmeden. Eskiden Salambi dans ederken kıskanırdı o, bu gece ise çekinerek Salambi için üzülerek oturdu. Lena gençlere doğru baktı, hepsi sessiz, şaşırmış gibi duruyorlardı Salambi için.
“Ay bak bakalım, Kolya Salambi’ye yiyecekmiş gibi bakıyor.” dedi fısıltıyla.
O anda Lena utandı, sıkıldı sanki ona birileri temiz olmayan su serpmişti. Salambi dans edip bitirdi ve Maruş’un önünde durdu, Maruş ise ondan korkmuş gibi Taruş’un ardına saklandı. Maruş ise kalktı ve arkadaşının elinden tutup onu kapıya doğru geçirdi. Onu hiç kimse durdurmadı.
Salambi bir süre dans pistinde şaşkınlıkla kaldı. Belki de o anda yerin dibine girmeye de razıydı. İşte şimdi sağ gözünün kirpiklerini sildi ve dans pistinden indi.
Dans pistine tekrar Pavıl çıktı, o oldukça eğlenceli ve komik bir şekilde dans etmeye başladı, ancak Lena onun tarafına dönüp bakmadı bile.
Salambi biraz oturduktan sonra gençlerin Şambulkin’in komik dansına gülmeye başlamalarıyla insan sesinden rahatsız olup kapıya doğru yürüdü, bunu sadece Lena ve Kolya fark etti.
Salambi çıkarken Kolya akordeon çalmayı bıraktı.
Pavıl “Ne o? dedi. “Sen içtimadaki asker gibi, sırada mı uyuyorsun?… Yorulduysan Vihtır’a ver, yaşlıları anarak çalın bir defa.”
Sıkılıp oturan Vihtır bildiği tek dans melodisini hevesle çalmaya başladı sonra her zamanki gibi akordeonun düğmelerine iki parmağıyla basıp hiçbir şeyi değiştirmeden sıkı bir şekilde aynı düzende çalmaya devam etti.
Lena dans müziğinin bitmesini beklemeden eve döndü. Elbiselerini değiştirip çabucak buzağıların yanına gitmesi gerekiyordu. Gece yarısı gelmiş olmasına rağmen evdekiler uyumamışlardı. Babası Salanov’un sunumunu överek anlatıyordu. Onun âdetiydi. Böyle toplantılardan kimin ne anlattığını eve döner dönmez hemen karısına anlatırdı. Kızının soğuk bir şekilde geldiğini fark etmedi o. Sadece kızın annesi fark etti, ancak hiçbir şey söylemedi… Yarın sorup öğrenir nasılsa. İşte, kız büyütmenin derdini tasasını analar bilir, ya bu kız çocuklarının anaları olmasaydı halleri ne olurdu…
Diğer gün bahçe haftası çok güzel başladı. Kolhoz çalışanlarıyla birlikte okul çocukları da inek çiftliğine çok uzak olmayan bir yerde eski kolhoz bahçesinde gayretle çalıştılar, savaş yıllarında soğuğun vurduğu elma ağaçlarının yerine yenilerini diktiler.
Salambi kimsenin talebini beklemeden bahçe bakımı için geldi.
Severek yapılan iş herkesi değiştirir, keyfini yerine getirir. Salambi’ye de bugün diğer günlerden daha güzel geldi. Lena buzağıların yanından biraz olsun ayrıldığında onun yanında olmaya çalıştı. İkisi birbirlerine alıştılar, her zamankinden daha iyi anlaştılar. Akşam bahçeden dönerken Lena Salambi’yi yanına davet etti. Yol çatında ayrılacakları zaman o kahırlı gülüşüyle gülüp anlatmaya başladı.
“İyi insanlar bizim köylülerimiz Lena! Bütün insanlar aynı demiyorum, gerçekten de okulumu bitirseydim çalışmak için köyüme gelirdim.”
Lena bir şey diyemedi, Salambi’nin köylüleriyle mutlu oluşu onu da sevindirdi. Akşamleyin çiftlikteki işleri hızlı bir şekilde düzene soktu toparladı, Taruş’u kendi yerine bıraktı. “Ben sanırım çabucak gelemem.” diyerek evine koştu. Evinde hızlı hızlı bir şeyler yedi, giyindi Salambi’nin yanına gitti.
Annesi “Köyde çok geçe kalma, neler duyacağız daha sizden. Günah üstündeki elbiseden de yakın.” dedi.
Babası bir şey demedi, giden kızına gözlükleriyle baktı ve gazetesini okumaya devam etti.
Lena varana kadar Salambi küçük Valerik’i yıkamış ve uyuması için yatırmıştı, kendisi de başını yıkamaya başlamıştı.
Annesi bugün biraz dinçleşmiş gibiydi, şimdi ise ocağın yanında horlaya horlaya uyuyordu.
Salambi başını yıkadı, evi toparladı, sonra saçlarını taramak için aynanın karşısına geçti. Kapının çalındığını duyunca büyük bir yazma örtüp ot ambarına doğru koştu.
“Oy, Lena! Gelmeyeceksin diye korkmuştum… Kızma, gir. Çıkar paltonu şuraya as, ver asıvereyim.”
Paltoyu asmak için uzanırken başındaki yazması düşüverdi, ıslak saçları servi boyu üzerine dalga dalga dökülüverdi, vücudunu kapladı.
Lena gayri ihtiyari “Ne kadar güzel!” diye düşündü. Eskiden bu güzelliği gördüğünde kıskanırdı, şimdi ise seviniyor. Ancak onun sevincine inanıyor mu ki Salambi? İşte uzun kestane rengi saçlarını tarayarak açtı ve örmeye başladı.
Lena rica eder gibi “İki örgü yapıp başının ardından bağlasana Salambi çok yakışıyor sana.” dedi.
Salambi “Beğendiğini neden söylüyorsun şimdi.” diye gülümseyerek söyledi. Kız öylece iki örgü yapmaya başladı. “Sen şimdilik kitaplara bak Lena, ben çabucak…
Lena “Senin kitabın çok.” dedi ve bir kitabı açtı. “Semen Salanov imzalamıştı bunu!”
“Biz onunla birlikte okuduk. Ben onun birçok kitabını kullanıyorum.”
Kitabın içinden birden bir fotoğraf düştü, Salambi onu gizli bir yere koymayı unutmuş olmalıydı.
Lena sakince konuşmaya çalışarak “Bu delikanlı kim, çok solgun yüzlü. Saçları ne kadar uzun, şairlerinki gibi. Gülmeden bakıyor, Bir şeylere kızmış gibi. Ben böyle delikanlıları seviyorum. Kim o?” dedi. “Çocuğun babası bu değil mi acaba?” diye düşündü o anda.
“Anatoliy Almazov o, genç bestekar. Kazan’daki konservatuarda okuyor. Dergide onun bir şarkısı yayımlanmıştı, görmedin mi sen?”
Lena “Demek ki düşündüğüm gibi değil miymiş?” diye düşündü tekrar.
“Nasıl tanıştın onunla?”
Salambi bir süre Lena’nın gözlerine bir şey söylemeden baktı, sonra acele etmeden şunları söyledi “Valeriy’in arkadaşı o. Mançurya’da ikisi birlikte savaştı. Senin bilmen gerekir, Valeriy ondan bahsetmiyor muydu?”
Lena “Valeriy Mançurya’dan bana yazmadı, sana yazmaya başlamıştı.” demek istedi. Ancak söyleyemedi. Şimdi neden açalım bu konuyu, kabuk bağlamış yarayı neden kanatalım tekrar?
Şimdiye kadar köyde Lena’yı çok cesur, korkusuz kız olarak bilirlerdi. Oysa şimdi talihini elinden almış kız önünde söz söylemeye cesaret edemiyordu. Korku mu bu ikiyüzlülük mü? Hayır o da değil, bu da değil. Salambi’yi horlamak istemiyor o, sönmüş ateşi tekrar yakmak istemiyor. Valeriy sağ salim dönmüş olsaydı belki de Lena şu eve ayak da basamazdı, şimdi ise gideceği başka yer yokmuş gibi geliyor. Böylece ikisi arasında bir başka engel var. Lena onu öğrenmek istemezmiş gibi çabalıyor. Unutmayı istiyor ama o rahat vermiyor. İşte bu huzursuzluğun sebebi tekrar yüreğini sıkıştırıyor…
Küçük Valeriy ağlayarak uyandı ve üzerindeki battaniyeyi attı. Salambi onun başını okşayarak tekrar uyuttu.
“Kim bunun babası? Valeriy mi? Maruşların söylediğine göre onların ikisi kırk beş yılında buluştular, bir gece geçirdiler diyorlar… Ancak Valeriy’e benzemiyor. Belki de diğer, bestekâr…”
Şimdi kıskanmaya sebep de yok diyebiliriz ama neden Lena’nın yüreği ağrıyor? Ölen sevgiliyi kıskanmak da olur mu? Valeriy ile Lena’yı hiç kimse sevgili yerine koymadı, sıradan arkadaşlar, komşular dediler. Valeriy’in kendisi de öyle düşünüyor olmalıydı. Ancak Lena’nın kız ömrü sadece onun için geçmedi mi? Salambi ile Valeriy birlikte değilseler de birbirlerine çocukluktan beri mektup yazmamış olsalar da herkes onları çift olarak görüyordu! Neden? Sebebi nedir?
“Babası kim ki acaba öğrenci mi?” Aniden kendisi de fark etmeden ağzından kaçırıverdi Lena.
“Babası, Prohorov Andrey İvanoviç, ancak onu ben de tanımıyorum, görmedim.” dedi Salambi. Günah işlemiş kişi gibi, gülesi gelmeden gülerek. O an sağ gözünün kirpiklerini orta parmağıyla siliverdi.
Lena’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Kendi duyduklarına da inanamadı. Nasıl? Babasını annesinin bilmesi gerekmiyor mu?
Onun önünde bembeyaz giyinmiş kız oturuyordu. Onun büyük gök gözleri dosdoğru bakıyordu, insanın düşünlerini apaçık görüyor dersin. Ancak nasıl olur ki o kendi çocuğunun babasını bilmiyordu.
Salambi Lena’nın düşüncelerini hemen anladı, anladı ve kızarıverdi.
“Ayıplama beni.” dedi birden. “Sen doğrusunu bilmiyorsun. Benim hakkında kötü şeyler mi düşünüyorsun? Kendi başına doğruyu bilmek çok zor. Suçlama… Benim yerimde olsan sen de…”
Şimdi Lena kızardı, onun gözlerinde kötü şimşekler çaktı. Lena mı? O kendi çocuğunun babasını bilmez mi?
“Valerik, yabancı çocuk değil de senin oğlunmuş diye bir haber yaydı Maruşlar. Affet Salambi, ben bu dedikoduya inanmıyorum ancak sen de bu konu hakkında konuşmadığın için şüphelenmeye başladım.”
“Seni anlıyorum Lena. Maruşlar ne kadar kötü şeyler söylediler. Dedikodunun dizgini yok. Nerelere kadar ulaşır da tutup durduramazsın. Ancak sen onlara inanma… Valerik ile ilgili olarak köye döndüğüm gün sokakta dolaşıp bağırarak anlatıp gezmem mi gerekiyordu benim? Sen beni biliyorsun Lena. Kendimle ilgili konuşmayı sevmem. Benim derdim var, bu beni çok incitti.”
Lena şimdi dilini tutamadığı, Salambi’yi kaba sözlerle üzdüğü için utandı.
Sadece dostuna utanarak bakıp “Affet beni Salambi.” dedi.
Salambi yorulmuş gibi ağır ağır “Anlatacak olsan çok şey var.” dedi. “Haydi dışarıdaki odaya oturalım. Burada annemle Valerik’i uyandıracağız.”
Dışarıdaki odaya girince ikisi de bir süre konuşmadılar. Sonra Salambi yavaşça konuşmaya başladı.
“Sevgi, anne değil, üveylik oldu benim için. Dinle.”
… Gece yarısını çoktan geçmişti artık, horozlar ikinci defa öttüler. İki kız hâlâ oturuyorlardı.
Salambi konuşuyor konuşuyor sonra da bir şeyler aklına geliyor, düşünceye dalıyor, derin bir nefes alıyor, sağ güzünün kirpiklerini siliyor ve tekrar konuşmaya devam ediyordu.
Lena hiçbir şey söylemeden dinliyor, sadece arada bir gözyaşlarının ardından gülüyor ya da gözlerini ak yazmayla siliyordu.
Salambi anlatıyor, aklına gelenlerin birçoğunu da anlatmadan geçiyordu. Ancak gözlerinin önüne geçen hayatı düzenli bir şekilde, bütün ayrıntılarıyla geliyor, aynada gibi görülüyordu.

İkinci Bölüm


“SALAMBİ-SELAMLI AD”
Ah adın ne güzelmiş senin!
Bulmuş vermiş sana kim…
    P. Husankay
1945 yılı. Sonbahar. Savaşın henüz bittiği her adımda anlaşılıyor. Şehirde de köydeki gibi, Kaputlu insan çok, delikanlı erkekler, gençler neredeyse tamamı kaputla geziyorlar. Onların omuzlarının üzerindeki apolet izleri de kaybolmamış daha. Öğrenciler arasında da askeri elbiselerini çıkarmayanlar az değil. Cepheden dönen delikanlılar enstitüye kır çantalarıyla geliyorlar, evrak çantaları olanlar çok seyrek. Öğrencilerin birçoğu savaşa kadar olduğu gibi değil. Bir sınıfta henüz liseyi bitirmiş genç yanında savaş meydanında dört yıl boyunca olgunlaşmış asker oturuyor. Öğrencilerin dili de savaş öncesi gibi değil. Savaşa kadar buradaki yüksek okullarda Çuvaşlarla Ruslar çok ise de şimdi farklı dilleri konuşanlar da var, özellikle de batıdan gelenler çok.
Savaşın henüz bittiği her bir insanın yüzünden anlaşılıyor. Hepsi büyük zafer için seviniyor. Dört yıl büyük zorluklara dayandıktan sonra yavaş yavaş soluklanıyor insanlar, geleceğe yüzünü dönmüş, büyük bir ümitle yaşıyor. Bu arada her birinin bedeninde savaşın bıraktığı izler var. Kimi savaşta ağır yaralanmış ya da yakın akrabasını kaybetmiş, kimi daha genç yaşta savaş azabına dayanmış ya da ümidini kaybetmemiş…
Savaşın henüz bittiği her birinin hayatından da anlaşılıyor. Öğrencinin zaten sıkıntılı olan hayatında savaşın izi çok daha fazla hissediliyor.
Mağazaların önünde sokağa kadar taşmış uzun kuyruklar var. Mağazalarda ise hiçbir şey yok, sadece ekmek ve patates veriyorlar.
Sokak köşelerinde, köprülerin üstünde elsiz ayaksız sakatlar dilenip oturuyorlar, rahatça geçip gidemezsin.
Şehir büyük değil. Doğuda günümüzdeki kumaş fabrikası civarında bitiyor, batıya doğru hipodrom civarında, güneye doğru elektronik malzemeler fabrikası yanında sona eriyor. Fabrikaya savaş başlayınca Harkov civarından gelen halk Hemza diyor. Demir yolu istasyonu şehirden uzakta geniş çavdar tarlası üzerinde yer alıyor. Oranın uzaklığı altmış beş çağrım. Büyük evlerin sayısı az. Hepsi de çok önemli: Sovyet binası, Matbaa binası, Posta binası, Köylü binası, Pionerler binası, Devlet Bankası binası… Onlar birer ikişer katlı alçak evlerin arasında burada bir şehir olduğunu hatırlatıyor. Çuvaş Cumhuriyetinin başkenti. Ne dersin, bölge şehri şimdi. Boşuna ona lif ve ıhlamur lifi şehri dememişler. Otuzlu yılların sonuna doğru gelişmeye başlayan şehrin yeni gelişmelerle yayılmasına bu hastalıklı savaş engel oldu. Sonra da onu tekrar soğuk ve fakir yüz sardı. Onun dereli ve çalılıklı sokakları güzün baharın yağmurlu havasıyla balçıkla kirleniyor. Asfalt ise sadece ana caddede görülüyor. Bu şehrin unutulmaz tek yanı ise büyük İdil ırmağı. O, buradaki halkı koruyor, doyuruyor, güzel bir gelecek için onlara ümit ve heyecan veriyor. Bu iyi gelecek gelmeli, ona ulaşılmalı! Bugüne kadar olmamış olan vahşi savaşın zorluklarına, sıkıntılarına dayanıp bunları atlatan halk bu baştan çıkarıcı aldatıcı ümitle yaşıyor.
Salambi şehir kenarındaki ağaç evde, bir yaşlı kadın yanına, daireye yerleşti. Onunla birlikte iki öğrenci daha vardı. Biri Nina Solovyeva ziraat enstitüsünde zooloji bölümünde okuyor; diğeri ise Nina Petrova pedagoji enstitüsünde okuyordu. Solovyeva askerlik de yapmış bir kız, erkek gibi sağlam vücutlu, saçını da erkek gibi kestirmiş, asker gibi sertçe yürüyor, sözünü de pat diye doğrudan söylüyor. Ona komiklik yapıp Büyük Nina diyorlar. Petrova bakımlı vücutlu, ak saçlı kız, iki ince saç örgüsünü kırmızı kurdele parçasıyla bağlayıp geziyor. O herkesten de çekinir, hemen kızarır, sessiz konuşur, yabancı kişiler önünde gizlenerek oturmaya çalışır. Ona dairede Küçük Nina diyorlar.
Dairenin sahibi Anna İvanovna ise altmışını geçmiş iri yarı bir kadın. O hepsine karşı da iyi, cömert, hiçbir zaman insana kızmaz, daireyi her zaman öğrencilere veren bu kadın gelen yabancıyı bir iki görüşte benimser, yanında çok eskiden yaşamış olan öğrencileri halen hatırlar, onları hayırla yad eder. Kendisi Rus da, Çuvaş da, Tatar da ve Rusçayı da Tatarcayı da, Çuvaşçayı da çok iyi konuşuyor. Akrabası, çoluk çocuğu olmadığı için kız ya da erkek her öğrenciyi akraba yerine koymaya hazırdır. Yaşantısı da öğrencilerle bir, onların dertleriyle, sevinçleriyle yaşadığı hemen sezilir. Güneşin üzerinde de kara yerler var denildiği gibi bu iyi kalpli yaşlı ihtiyarın da küçük bir kusuru var. Öğleyin de geceleyin de Anna İvanovna sürekli mutfakta uğraşıyor. Kâh bir şeyler pişiriyor, kâh ısıtıyor sürekli yiyor, içiyor. Gençler ona şakayla Anna Yıvannı diyorlar.
Bu eğlenceli dairede sadece Salambi’nin şakayla söylenen bir lakabı yok. Öğrenci Kazakov ona bu konuda “Senin adın böyle de şaşırtıcı bir ad, eski Kiremet dininden kalmış, bu nedenle sana esprili bir ad vermek de gerekmez.” dedi.
Daire iki odalı. Dışarıdakinde kızlar yaşıyorlar, diğer mutfak gibi olanında Anna İvanovna her zaman ocak önünde bir şeyler yiyor. Orada gaz ocağının gürleyerek yanması, tavada bir şeylerin cızırdayarak ısınması, kap kacağın tıngırdaması kesintisiz bir şekilde işitiliyor. Orada gece gündüz duman tütüyor, ütük kokusu ya da soğan sarımsak kokusu geliyor, kapıyı açıp kapattıkça keskin duman dışarıdaki bölmeye de giriyor.
Bir ay içinde Salambi şehir hayatına alıştı, birçok öğrenciyle tanıştı, her zamanki çekingenliği kayboldu artık, ancak utangaçlığı, gençler arasında, tanımadığı insanlar arasındaki çekingenliği hala bitmedi onun.
Bazı zamanlar Solovyeva ona “Çok utangaçmışsın sen, Küçük Nina’dan da daha utangaçsın.” der. Salambi ise hafiften gülümseyiverir ama cevap vermez.
Babasının habersiz bir şekilde kaybolmasından beri böyle içine kapandı o. Hüzünlü bir hal kaplıyor onun ruhunu. “Neden? Babasını hangi suçlamayla ortadan kaldırdılar? O yeryüzünde kime kötülük yaptı? Salambi onu köydeki en iyi adam diye düşünürdü. Onun hakkında kime sorup doğruyu öğrenmek mümkündür? Nasıl bir korkunç, vahşi gizlilik var bu işte? O nasıl halk düşmanı? Bütün ilçenin saygı duyduğu kişi, komünist halkın düşmanı mı? Zavallı kız bu konuyu düşüne düşüne ağzını bıçak açmaz olurdu. Çok zor! “Halk düşmanının kızı” adını duymak baş eğdiriyor. Valeriy’in savaşta öldüğünü öğrendiğinden beri hepten az konuşmaya başladı. Zaman zaman düşünceye dalıp nerede olduğunu da unutuyor. Neden bir insana bu kadar dert yüklenir.
“Salam, Anna Yıvannı!” Mutfakta zil gibi yankılı sesleniş duyuldu.
Salambi irkili verdi, enstitüde bir dersi gayretle dinlerken aniden yankılanan zil sesi öğrencileri böyle hoplatırdı.
“Kaynanan seviyor seni Muza, tam yemek zamanına geldin!” dedi konuksever yaşlı kadın.
Muza kadınla sohbet etmeden öndeki odanın kapısını çaldı. O kendine özgü şekilde, pionerlerin düzenli bir şekilde geçerken davulu çalışı gibi kapıya iki eliyle tıkırdatarak vuruyordu.
“Girin.” dedi Salambi ve eskimiş kazağından utanarak omuzları üstüne mavi yün yazma örttü. Yazması daha yeni gibiydi.
Muza odaya fırtına gibi girdi, hiçbir şey söylemeden kızı kucakladı ve göğsüne büzülü verdi. Kıvırcık saçları Salambi’nin yüzüne gözüne sürtünüp gıdıklıyordu. Odaya pahalı parfüm kokusu yayıldı.
“Of, sizin odada yine duman! Ne zaman söndürüyor senin Anna Yıvannı? Onun ocağı kesintisiz bir şekilde yanıyor olmalı. Bu zor zamanda yiyecekleri nereden buluyor o? Mağazalarda da pazarlarda da yok gibi. Tatil günü de evde oturuyorsun Salambi! Seni nasıl sıkmıyor bu? Hangi romanı okuyorsun? Göster bakalım! Of! ‘Okul Çevresinde Bahçe Yapma’. Gerçekten de böyle büyük kitapları okumak senin gibi bir kız için nasıl da sıkıcı olmaz! Başka bir deyişle Miçurinets işte.”
Muza aynanın önüne varıp durdu ve süslenmeye başladı. O İdil söğüdü gibi ince vücutluydu. Kendisine özel olarak diktirilmiş, mavi palto kızın vücudunu daha da güzel gösteriyordu. Muza ten rengi ipek çorap, parlayıp duran yüksek topuklu ayakkabı giymişti. Bunu görünce Salambi gayri ihtiyari eski çizmesini somyanın altına sakladı.
Muza yetmiyormuş gibi bir de ayna önünde keyifle döndü. Salambi ona göz altından ancak baktı. “Basit düşünceli kızın ikonu aynadır.” diye düşündü. Muza’nın yüzü çocuk gibi aktı, yüzüne pudra sürmüş olmalıydı, kıpkızıl dudakları bir çift kiraz gibiydi, dudaklarının kenarları her zaman gülüyor gibi biraz gerilmiş gibiydi. Güldüğü zaman ise iki gamzesi beliriverirdi. Gözleri keten çiçeği gibi göktü, kaşlarını kap kara boyamış, kirpikleri yukarıya doğru süzülüyordu. Kısa saçı ise güzün açık havasında güneşin parlattığı sapsarı kayın yaprakları gibi görünüyordu.
Salambi Muza’yı daha önce gördüğünde ona benzer güzel bir kızı nerede gördüğünü hatırlamaya çalıştı. Ancak hatırlayamadı. Şimdi birden aniden aklına geldi. Aynen bunun gibi güzel bir kız suretini o çocukken çikolata kabında görmüştü. O, bu çikolata kâğıtlarıyla oyuncak yapardı.
Muza üzgün çocuksu sesiyle “Salambi!” dedi. “Ah senin saçın çok güzelmiş! Seninki gibi güzel örgüler için ben neler vermezdim. Hiçbir zaman kıvırcık yapma, gerçekten de! Ben de kendi saçımı kıvırcıklaştırıp bitirdim. Şimdi döküldü, beş yıl sonra kel kalacağım herhalde. Biliyor musun, üç yıl benim örgülerim nasıldı? Bırakırdım da sırtımda çavdar demeti gibiydi! Tarayıp açılamayacak kadar sıktı. Bu örgüler hakkında anlatacak bir anım bile var. Sana anlatmamış mıydım?”
Muza güldü ve paltosunun eteğinin kırışacağından korktuğundan olsa gerek sandalyeye oturmadan ayakta anlatmaya başladı.
“Bizim köy istasyondan uzak değildi. Biz kızlar boş zamanlarda tren gelirken tren garına çilek satmaya giderdik. Bir keresinde askerî katar geldi, perona ne kadar çok asker toplandı. Yanıma genç bir asker koşarak geldi ve çilek aldı. Aldı ve gitmesi gerekiyordu ancak asker benim yanımdan ayrılmıyordu. ‘Bir bardak daha verir misin bacım.’ dedi. Komik, kendisi benden belki de büyüktür ama bana bacım diyordu. Doldurup bir daha verdim. Asker yine yerinden kıpırdamıyordu. ‘Cepheye gidiyoruz, Alman faşistlerini dağıttık, şimdi Japon samuraylarını vurmaya gidiyoruz. Çilek yemeyeli epey olmuş.’ dedi. Anlıyorum aslında nasıl bir çileğin gerekli olduğunu. Şakayla ‘Bir daha alın!’ dedim. Asker ‘Para yetmez bacım.’ dedi. Ona bedava bir daha doldurup verdim ancak almadı. ‘Böyle verme, parayla satın size kitap almak için para gerek olur. Okuyor olmalısınız, nerede okuyorsunuz?’ diye sordu. Söz üstüne söz konuşma başladı. Kendimden bahsettim, güle güle adresimi de verdim. Asker çok yakışıklıydı, üstü başı düzgün, temiz, omuz askısı üstünde sarı bir kurdele vardı. İçimden sevinerek sıradan bir asker olmamalı diye düşündüm. ‘Siz komutan olmalısınız.’ diye sordum ona. ‘Ben onbaşıyım.’ dedi delikanlı. Benim için ne fark ediyordu ki o zaman onbaşı büyükmüş, teğmen mi, anlamış gibi yapıp başımı salladım. ‘Vagonlara!’ diye bağırdılar. Tren de hareketlendi, benim onbaşı yine de hareketlenmedi. Ben de utandım. ‘Trene geç kalıyorsunuz!’ dedim korkarak. ‘Sizin beliklerinizi tutabilir miyim? Böyle belikleri bizim Altay’da da görmemiştim.’ dedi benim çilek isteyen askerim. ‘Katara geç kalıyorsunuz, katara geç kalıyorsunuz!’ dedim ne diyeceğimi bilemeden. Tren hızlanmaya başladı. Onbaşı benim beliğimi okşadı ve öptü. Korkudan ölecektim gerçekten de? Ardından son vagona koşup yetişti, doğrudan basamaklara zıpladı. Gözden kaybolana kadar kepini salladı, ben de el sallayarak yolcu ettim. Komik, sonra çilek dolu bardağı elimde tuttuğumu, askere vermediğimi hatırladım.”
Muza anlatmayı bırakıp gülüverdi, arkadaşının soğuklaştığını da fark etmedi.
Salambi Valeriy’i son kez istasyonda nasıl gördüğünü hatırladı, onun boğazına bir şeyler tıkandı, içi sızladı.
“Sonra bu on başıyı rüyamda üç kez gördüm, gerçekten de. Bir sonraki ay cepheden mektup gönderdi. Eh, benim sevincimi anlaman gerekir senin! Cephedeki sevdiğinden mektup almak ne kadar büyük bir mutluluk!”
Salambi pencereden ak bulutlara bakıyor, ancak onları görmüyordu. “Sen de benim gibi sevindin mi ki Muza. Sen de benim gibi sevdin mi?”
“Sonra ise bir şeyler oldu. Ya benim zamanında yazamadığıma kızdığından ya da öldüğünden bizim irtibatımız kesildi. Benim ilk sevdam böylece sona erdi. Seviyordum ben, gerçekten de.” dedi Muza.
Salambi şimdi arkadaşına dikkatle baktı. “Sevdin mi sen onu? Neden sen böyle üç haftalık hasrete de aşk diyorsun? Sen gerçek sevginin ne olduğunu biliyor musun?”
“Böyle bitti benim ilk sevdam. Sonra kendi aptallığımdan beliğimi de kestim. Şehre gelince insanları görüp kısa kestirdim saçlarımı ve kıvırcıklaştırdım. Sık saçlarım dökülmeye başladı. Gelin oluncaya kadar kel kalacağımdan korkuyorum gerçekten. Saçsız kız kime gerek? Eskiden evlenmeden çocuk sahibi olan kızların saçlarını böyle kesiyorlarmış diyorlar. Şimdi ise başörtüsüz gezmek iyi değil gibi.”
Muza orada ayna önünde döndü ve ince sesiyle türkü söylemeye başladı.
Dikkat et, söyleme hiç kimselere de
Sadece bir tek seni yürekten sevdiğini,
İpek yazmayla örtünüp de
Sadece bir tek seni severek beklediğini.
Hiç kimseye söyleme nasıl kibar,
Ne kadar akılsızım ben kız halime.
Kapının çaldığını duyunca türkü söylemeyi bıraktı ve “Tamam!” dedi keyifle.
Odaya yakışıklı bir delikanlı girdi, Muza’nın deyişiyle böyle birisiyle bir kere konuşsan sonra onu rüyanda görürsün. O mavi yağmurlukla kara şapkayla ak eldivenle; boynuna mavi ipek kaşkol sarmıştı.
Beklenmeyen konuk başını hafifçe eğerek “Merhaba!” dedi. Güldüğünde sol taraftaki altın dişi parlayıverdi.
Delikanlı tekrar güldü, eldivenini parmaklarından çıkardı, şapkasını çıkarıp hafifçe başını eğdi. Güzelce taranmış keten lifi gibi saçları dalgalanıverdi. Konuk yine de oturmadı, kapı yanında durdu, mavi gözleriyle Muza’ya dikkatle baktı, onu büyük yerine koymuş olmalı.
Yabancı delikanlı hoş sesiyle Nina Solovyeva’yı sordu. Onlar aynı köydenmiş, Nina’ya köyden mektup getirmiş. Elindeki üç köşeli zarfı delikanlı masa üzerine bıraktı.
Bir süre ne söyleyeceğini bilemeden şaşırıp duran Muza birden cesaretlendi. Onun gök gözleri sevinçle parlamaya başladı, sürekli gülen dudakları cezbedici bir şekilde kıpırdamaya başladı. İki gamzesi de birden kayboldu.
“Siz Nina ile aynı köyden misiniz? Oh ne kadar güzel! Tanışalım ben Muza Lyubimova, Nina’nın dostuyum.”
Kız tırnakları kırmızıya boyanmış küçük elini delikanlıya doğru uzattı.
“Leon Viryalov.” dedi diğeri. Sonra ellerini ak bir mendille silerek kızın elini yumuşakça sıktı, biraz fazlaca tuttu gibi.
Nemli keten çiçeğinin üzerine güneş ışığı düşmüş gibi Muza’nın gözleri alımlı bir şekilde parlamaya başladı.
“Viryalov? Bir yerlerden bu soyadı duymuş gibiyim. Siz Kazan Üniversitesinde okumadınız mı?”
“Okudum gibi hatırlıyorum.” dedi ve güldü delikanlı. “Siz de orada okudunuz mu?”
“Hayır benim dayımın kızı orada okudu, o bir Viryalov’dan bahsediyordu.” dedi kız hızlıca ve sözü başka tarafa çevirdi.
Arkadaşına doğru dönerek “Tanışın bu da benim sevgili arkadaşım Salambi Akramova.” dedi.
Salambi söz söylemeden kalkıp elini uzattı. Önce delikanlının bembeyaz eli yanında kendisinin çalışmaktan kararmış ellerinden dolayı çekinir gibi oldu, ancak hemen bu düşünce yok oldu. “Güzel elli erkek yabancı adamın hazırladığını ister.” denilen söz aklına geldi.
“Salambi!” dedi delikanlı kızın elini hemen bırakmadan, sonra biraz düşündü. “Salambi, selamlı ad.”
Muza alımlı bir şekilde gülerek “Siz şairsiniz!” dedi.
“Günahım var, biraz yazdığımı inkâr edemem.”
Viryalov bunu Muza’ya doğru dönerek söyledi.
“Ancak işim çok da şiirsel değil benim. Köy öğretmeniyim ben. Botanik ve biyoloji alanından besleniyorum, nesir demek mümkün bir başka deyişle.”
Anna İvanovna kapıyı kapatmaya varıp “Kapıyı neden kapatmıyorsunuz, kapı açık duruyor içeriyi duman doldurdu!” dedi beklenmedik bir anda. Ancak iki kızın önünde duran yabancı delikanlıyı fark etti ve uzağa doğru çekildi. Yine de delikanlı yaşlı kadının elinde yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlüğünü de onun elindeki puslanmış lapa kaşığını da gördü. Delikanlı dudağını hafiften büktü, ama gülmedi.
“Bu sizin kiminiz oluyor?”
Muza kızarıverdi.
“Öylesine bir yaşlı kadın, dairenin sahibi. Annı Yıvannı diyoruz biz ona.”
Konuşmadan oturan Salambi “Çok iyi biri.” diye ekledi.
Delikanlı konuşmanın bittiğini anladı ve kızlarla hızlıca vedalaştı. Onun böyle beklenmedik bir anda gideceğini hiçbiri düşünmemişti.
“Af edersiniz, sokakta arkadaşlarım bekliyor. Böyle çabuk ayrıldığım için üzgünüm. Af edersiniz, pardon. Tekrar görüşüp konuşacağımızı umuyorum. Benim buraya gelmem gerekir.”
“Güle güle.”
Kapının önünde tekrar Anna İvanovna’nın sesi duyuldu.
“Çok çabuk ayrılıyorsunuz, neden biraz oturmadınız? Lapa yemeye gelin! Yulaf lapası. Doktorlar çok faydalı diyorlar.
Muza küçük kupasıyla masaya vurdu.
“Eh sen yaşlı kadın! Gerçekten de hep böyle iyi insanların yanında ayıp ediyorsun! Evi dumanla doldurdun, soğan kokusu da cabası öff! Kursaksız ördek gibi, sürekli yiyor, sürekli yiyor, karnının derisi nasıl dayanıyor onun acaba? Karnı çatlayacak gibi olduğundan hışırdıyordur o.”
Keyfi kaçan kız değişiverdi.
“Oy Salambi! Nasıl delikanlılar varmış! Kültür… Eğitim… Şair! Fransız yağmurluğu, şapka, hepsi de Avrupa’dan. Modern! Gördün mü ellerini uzatmadan önce ak mendille sildi. Eh! Sen hiç gülmedin, Salambi. Oy, aklım başımdan gitti!” dedi Muza birden ayna önüne vararak. “Namusunu nereye koyacaksın! Böyle yakışıklı delikanlı önünde ben… Bak, Salambi, benim saçım… Arkası tamamen dağıldı mı ne, tüylenip duruyor… Neden söylemedin? Oy ne ayıp! Oy, gerçekten ayıp!”
Salambi “Ben fark etmedim.” dedi ve ilk defa gülüverdi.
Dışarıdaki odada kahkahalarla gülme, uğultu duyuldu.
Mutfaktan yaşlı kadın “Uuuuu, çocuklarım geldiler! Çay içmeye gelin!” diye davet etti.
Odaya iki Nina ile birlikte Petya Kazakov girdi.
“Selam, Salambi!” dedi girer girmez elini uzatarak, sonra da Muza’ya doğru döndü. “O, Muza! Lyubimova, elbette… Şair demiş ki,
Kan oynuyor benim yüreğimde her an
Muzalarla sevgiden.”
Kazakov ziraat enstitüsünde Büyük Nina ile birlikte okuyordu, Solovyev ile ikisi de eskiden beri arkadaşlardı, birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Cephede yaralanan delikanlı aksıyordu, bu sebeple bastonla yürüyordu. O Çeboksarılı bir Rus, Çuvaşça da biraz konuşuyor, konuştuğunda sürekli şaka yaparak konuşur, bu sebeple de onu her gördüğünde Salambi kendi köylerindeki Pavıl Şambulkin’i hatırlıyordu.
Kazakov Salambi ile Muza’ya göz kırparak “Stop, kızlar! Mektup! Küçük Nina dans et. Sana geldi, delikanlıdan!” dedi.
Dans edene kadar Küçük Nina kızarıverdi, bir iki döndü ve “Ver artık, Petya” demeye başladı.
Ancak Kazakov onu bir kez daha dans ettirdi, sonra tekrar konuştu.
“Teşekkür ederim, iyi dans ettin, bu ustalığınla Moskova’daki büyük tiyatroda dans etmen gerekir. Ama mektup Büyük Nina içinmiş. İşte inanmazsan adresi oku. Stop! Zarfı hamurla yapıştırmış, bir pide hamurunu bitirmiş. Nasıl bir delikanlı ki bu sevdiğine de pulsuz mektup yazıyor?”
Büyük Nina “Delikanlı değil, annem yazmış olmalı.” dedi. Bir de şimdi köyde nasıl pullu zarf olsun? Tamam, hiç olmazsa mektubu yazacak kâğıt bulmuş.
“Böyle her delikanlı ödemeli mektup gönderse gariban öğrenci kız ne yapsın? Zarf üzerinde hiçbir damga da yok. Anna-vanna! Kim alıp getirdi bu mektubu?”
Muza, Salambi’ye göz attı. “Konuşma!” dolgun vücutlu Anna İvanovna acele etmeden yavaşça girdi. Onun üstünde düzgün dikilmiş düz belli alaca elbise, yağlanmış, katılaşmış, islenmiş önlük (onun renginin ne olduğunu söylemek de zor) vardı. Anna İvanovna’nın dolgun yüzü çok buruşmuştu, ak saç telleri de görünmüyordu. Her zaman gülerek konuşan yaşlı kadın elindeki bardaktaki şekerli kaynamış çayı yudumlayarak konuşmaya başladı.
“Ah kızlarım, bugün bir genç geldi buraya, ama delikanlı da delikanlı yani! Bir damla suyla içiverirsin!”
Kazakov “Ben kötü müyüm? Beni kızların önünde yerle bir etme şimdi, Anna vanna.” diye iğneleyerek konuştu.
“Eyy, sen dedin!” dedi ve kıkır kıkır güldü yaşlı kadın. Kapı aralığından biraz baktım da ben de gençleştim birden. Delikanlı değil, ay ve güneş! ‘Tam da küçük Nina için damat!’ diye düşündüm hemen.”
Hepsi birden gülüverdiler. Küçük Nina kızıl kumaş gibi kızardı, utanıp Salambi’nin arkasına saklandı.
“İki kız arasında dönüp duruyor ya, aman Tanrım! Susun, Petya anlatıp bitireyim. Şaşırmış iki kız arasında duruyor. Biri diğerinden güzel, hangisini seçsem ki? Düşünüp duruyor çocuk! Petya sen olsan hangisini seçerdin?”
“Ben mi? Ben ikisini de severim, ikisi de çok güzel ama benim için üçüncüsü var.”
Kızlar gülüverdiler.
Yaşlı kadın ağzına yaklaştırdığı bardağından bir yudum daha alarak “Salambi ile Muza aynı mı şimdi?” diye sordu.
“Hayır Anna Vanna, ikisi de aynı demiyorum! Muza ilkbaharın sevinçli güneşi gibi, Salambi güzün serin güneşi gibi.
Yaşlı kadın düşündü ve gülmeden şöyle söyledi “Güz güneşi tatlı olur oğlum.”
“Siz Anna Vanna şairsiniz! Puşkin gibi güzü seviyorsunuz.”
“Sizinle konuşup dururken püre tencerede yandı herhalde. Bezelye püresi yaptım çocuklar, yemeye gelin.”
Yaşlı kadın keyifle güldü.
Solovyeva yaşlı kadının ardından kapı kapanınca “Bu mektubu kim verdi Salambi?” diye sordu.
“Leon Viryalov diye biri.”
“Aaa, Leven.” dedi Nina ve mektubu okumaya başladı.
“Siz bahçe işine girmiyor musunuz?” diye sordu Kazakov Muza’ya. “Yoksa pedagoji enstitüsü öğrencileri elma sevmiyorlar mı?”
–Ben her an bahçeye gitmeye hazırım. Küçük Nina’yı bekledim, biz onunla aynı gruptayız, o bizim grup başkanımız. Neden öyle sordun?
“Filarmoniye gitmeye hazırlanmış gibisin de… Böyle yüksek topuklu ayakkabı ile bahçede çalışmak zor olur diye düşündüm, güzel ayaklarınızı incitebilirsiniz. Çizme giymeliydiniz.”
“Benim çizme gibi bir şeyim yok.”
Solovyeva mektuptan gözünü almadan “Benimkisini vereyim mi?” diye teklif etti.
“Oy, Nina var mı senin?”
Kazakov divan altından büyük yük çizmeyi çıkarıp göstererek “İşte!” dedi.
Hepsi birden kahkahayla güldü.
Muza sertleşmiş deri çizmeye iğrenerek bakıp “Bu çizmeyi ben kaldıramam da o hepten incitir ayağımı çizer mahveder.” dedi.
Büyük Nina’yı üzmemek için Salambi konuyu değiştirdi.
“Sizin grubu bahçeye kim götürecek Nina?”
Küçük Nina çekinerek “Salanov diyorlar.” dedi.
“O kim?”
“Ben görmedim, Petya biliyor olmalı? Petya…”
Kazakov “Üçüncü sınıfta okuyor, bizim öğrenci çok başarılı.” dedi.
“Savaştan önce onun için mi üzüm yetiştirdi diyorlar?” diye sordu Salambi. “Bizim oralı değil o Turikaslı değil mi?”
“O.” dedi Büyük Nina. “Bizim köyün delikanlısı. Gayretli Miçurinets, yenilikçi, sık sık bahçe uzmanlarını şaşkına çevirir. Onların ailesi böyle, babası da bahçe uzmanı. Bizim kolhozda ikisi çevrede hiç kimsede olmayan bahçe yetiştiriyorlar. Salanov, savaşta yaralanıp döndükten sonra hemen enstitüye geldi. O savaştan önce de burada okuyordu, o enstitüye geç gelmiş olsa da hemen enstitüye okumaya girdi. Çok yetenekli bir delikanlı.
“Oy, Nina!” diye şaşırdı Muza. “Sizin köyün delikanlıları ne kadar iyi. Şairler, bilim adamları…”
“Oy Muza! Sizin Büyük Nina’nın köyünde, şairlerin yakınında doğmak gerekmiş.” diye iğneledi Kazakov.
Muza duymazlıktan geldi. Kazakov’un iğneli dili hoşuna gitmez onun.
Öğrenciler her zamanki gibi gülüp oynayarak gürültüyle enstitü bahçesine gittiler. Ziraat ve pedagoji üniversiteleri yan yanaydı.
Anna İvanovna “Püre yiyip gitseydiniz!” diye seslendi. “Bezelye püresi… Doktorlar faydalı diyorlar.”
İşi seven Salambi avuç içleri kızarana kadar her gün bahçede elma ağacı dikmek için çukur kazdı. Neşeli gençler arasında çalışmak onun keyfini yerine getirdi. Öğle geçince Büyük Nina ona beklemediği bir haber getirdi.
“Salambi, Salanov Port Artur’dan döndü ya. O bana seni sordu. ‘Tanıştırsana beni, onunla konuşacaklarım var.’ dedi.”
Salambi “Gerçekten mi?” dedi ve birden telaşlanıverdi. Mançurya… Port Artur denilince bunlar ona Valeriy’i hatırlatıyordu. Kim olursa olsun eğer Uzak Doğu’da bulunmuş ise ona göre Valeriy’i görmüş olmalıydı. İş bittikten sonra Salambi konuyu açmadı, arkadaşlarının söylediklerine sadece kısa cevaplar verdi. Nina’nın haberi onu düşündürüyordu. “Nasıl biri acaba Salanov? Köyde onun hakkında çok şey duymuştum ancak kendisini hiç görmemiştim. Turikas’ta Salanovların ailesi büyük, kimlerden acaba bu öğrenci? Onunla görüşüp konuşmak gerek. Acaba Valeriy ile görüştü mü? Savaş meydanında insanların beklenmedik bir anda hemşerileri ile karşılaştığını anlatıyorlar. Belki de o Valeriy hakkında yeni haberler verir.”
İşleri bitince Kazakov ile Nina diğer öğrencilerle birlikte şehre döndü. Salambi onlardan ayrıldı.
“Ben üniversitenin bahçesine girip çıkacağım. Küçük Nina ile birlikte eve konuşup dönseydin.” dedi.
Güneş battı artık. Şehrin üstünde radyo direkleri üstünde sadece iki küçük ışık dans ediyor. Çeboksarı’nın değnekleri diyor onlara Kazakov. Onun anlattığına göre Çuvaş şairi Vaşankka bu ikisine öyle ad vermiş şehirdeki en yüksek mertebeye. Uzaktaki orman kararmaya başladı, yere güz soğuğu vurdu. Uzaktan güz akşamı yaklaşıyor.
Salambi yeni bahçeye girerken pedagoji üniversitesi öğrencileri tamamen gitmiş gibiydi, sadece birkaç grup kalmıştı.
Küçük Nina arkadaşlarını görünce “Buradayım! Buradayım!” diye bağırdı.
Salambi onun yanına doğru hareketlendi.
Salambi başka şeyler öğrenmek istediğini gizleyerek “Eee, nasıl çalışıyorsunuz, Nina? Ellerin ağrımıyor mu?” diye keyifle sordu.
Nina gülerek “Yok, neden ağrısın, kolhozda az mı çalıştım.” dedi. “Muza işte ne yapacağını şaşırmış ne çukur kazıyor ne de su taşıyabiliyor. Oklava yutmuş gibi, hiç de eğilesi yok. Ona gülmekten ne yapacağımızı şaşırdık. Kürek tutmak istemez manikürüm bozuluyor der. Tırnakları onun uzun ya. Sonra Salanov ona su getirmesini söyledi (elma ağaçlarını biz diktikten sonra suladık). Bizim Muza yüksek topuklarıyla ayağı sürçe sürçe su kıyısına gider ve yarım kova su ancak getirir. ‘Neden dolu getirmiyorsun?’ deriz de ‘Sizin elma ağaçları için görünüşümü mü bozayım?’ der. Onun görünüşü… Beli, gerçekten de eşek arısınınki gibi ince. Bizim gibi kolhozda buğday çuvallarını kaldırmış olsaydın böyle olmazdı.”
“Şimdi nerede ki o?”
Küçük Nina “Öğle olmadan bırakıp gitti.” dedi ve sessizce güldü. “Tembellik onun içine işlemiş.”
“Salanov da gitti mi?” diye sordu Salambi. Nina onun telaşlandığını sezmedi.
“Salanov mu? Gitmedi. İşte onun kaputu ağaca asılı duruyor. Başka bir grubun yanına sigara içmeye gitmiş olmalı. Belki de ırmağa elini yıkamaya indi, işte geliyor. Çok iyi birisiymiş bu Salanov. Benimle çalıştı ve elma ağaçları hakkında neler anlattı! Çalışmasına da iyi çalışıyor, çok güçlü, insanlar bir çukur açana kadar o iki tanesini kazıp hazırlıyor. Sadece Muza’nın hoşuna gitmedi. ‘Çingene arabasından düşmüş gibi kapkara. Külle yıkasan da ağartmazsın.’ dedi Muza onu görür görmez. ‘Kara olsa da iyi’ der bizim taraftakiler onun gibilere.”
Onların yanına orta boylu, kapkara saçlı, esmer bir delikanlı geldi. Asker gibi giyinmişti. Onun rengi atmış asker gömleği üzerinde övünç madalyası ayrı bir şekilde parlıyor göze çarpıyordu. Delikanlı uzun konçlu yünlü çizmesini ırmakta suyla yıkayıp temizlemiş, yüzünü de yıkamış olmalı. Alnına doğru inmiş kara zülüfleri ıslanmış. Bakın kimmiş o, ziraat enstitüsünün tanınmış öğrencisi! Geleceğin pedagoglarına bahçe yapmayı öğreten!
Salambi ona “Af edersiniz, ben sizinle görüşmüştüm.” dedi.
Küçük Nina biraz uzağa çekildi.
Delikanlı ellerini uzatarak “Tanışalım o zaman, Semen Salanov.” dedi. Sağlam ve güçlü bir asker eliydi.
“Salambi. Akramova.”
Salanov düz beyaz dişlerini göstererek güldü, onun donuk yüzü keyifle parladı.
“Salambi? Bu adı ikinci defa duyuyorum.”
Kız hemen “Bunu daha önce nerede duymuştunuz?” diye sordu.
O birden heyecanlandığını, sesinin titremeye başladığını sezdi. Delikanlı, kendisi de biraz hüzünlendi. Onun kara kaşları çatıklaştı.
Salanov kızın gözlerine bakarak “Ben bu adı çok önceden Mançurya’da duydum.” dedi.
“Kimden? Semenov Valeriy’den mi?”
Salambi’nin gök gözleri büyüdü, parladı, yüreği hızlı hızlı atmaya, sıktığı dudakları titremeye başladı.
Yaralanmış kuş böyledir. Karanlık dağların arasına düşüp dağın zirvesinde güneş ışığının parladığını görünce nefes almak için can havliyle mücadele eder. Parlayıp, ışıldayan dağın zirvesine yavaş yavaş uçup konayım derken ona bir ok daha değer ve yaralı kanadı kırılır. Zavallı kuş sonra yere düşer.
Salanov’un sözü Salambi için bu ok gibiydi.
“Yok. Ben Valeriy Semenov diye birini tanımıyorum, görmedim de duymadım da. Ancak o bizim tarafların Çuvaşı olmalı, doğruyu söylemek gerekirse Anatkassi’nin delikanlısı.”
Kız bir süre hiçbir şey söylemeden durdu, boğazı tıkandı, gözyaşlarını yavaş yavaş döktü ve titreyen sesiyle sordu “Kimden duydunuz o zaman?”
“Kimden duydunuz o zaman benim adımı? Siz benim hakkımda bir şeyler duymuş iseniz benim hakkımda bir şeyler söylemişler!” demek istiyordu Salambi söyleyemedi.
“Bir askerden duydum. Biz onunla Port Artur’dan birlikte döndük. Çuvaş delikanlısıydı o, bu tarafların Çuvaşı değil, aşağı Çuvaşlardan. Bir Salambi’den o bahsediyordu. Salambi adlı kız ile bir askerin aşkından bahsetmişti bana. Askerin adını hatırlamıyorum, şimdi siz hatırlattınız, gerçekten de Valeriy adlıydı.”
“Sizinle konuştu… Sizinle birlikte askerden dönen askerin soyadı neydi?”
“Almazov… Anatoliy Almazov.”
Kızın yüreği sızladı. Valeriy’in cephedeki dostu, şarkılar yazan, gerçekten de Almazov soyadlıydı. Salambi onu misafirliğe çağırmıştı, ancak bu davet mektubunun kaderi de iyi olamadı.
“Almazov? Söyler misiniz lütfen onu nerede bulmak mümkün? Belki de adresini biliyorsunuzdur?”
Delikanlı bilmediği için gerçekten üzülerek “Maalesef bilmiyorum.” dedi. “Ancak onun bu şehirde olması gerekir. Müzik okuluna okumaya geleceğim demişti. Eğer o buradaysa onu arayıp bulabilirim.”
Salambi “Ben size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.” dedi. “Ben ziraat enstitüsünde hayvancılık uzmanlığı bölümünde okuyorum. Siz beni hatırlamamış olmalısınız, ben de şimdiye kadar sizi bilmiyordum. Biz aynı ilçedeniz, komşu köylerden, ben Anatkassiliyim. Beni o kişiyle tanıştırabilseydiniz…”
Salanov önünde Almazov’un bahsettiği kızın durduğunu anlayarak “Onun kendisi de sizi ve Valeriy’in annesini görmek istiyordu.” dedi. “Biz ikimiz de askerden yeni döndük ve sizi aramak ara tatile kadar mümkün olmadı.”
Salambi’ye sanki yeniden can geldi.
Yaralı kuş son gücünü toplayıp kapkaranlık dağ yarığından güneş ışıklarıyla parlayan dağ tepesine uçmaya çalışıyor. İşte yarısına kadar uçtu da ancak daha ileriye gitmeye gücü yok. Yaralı kanadını çekip yarı karanlık dağ aralığında bir çıkıntıda varıp dinlenmek için kondu. Dağ zirvesine varabilseydi… Oradan uzaklardaki bütün çevre görülüyor, güneş baba orada, hayat orada! Böyle ümit ediyor yaralı kuş, ancak kendisi bu dağ tepesine varana kadar güneşin tekrar batacağını ve kendisinin yine karanlıkta kalacağını bilmiyor elbette.

ÖĞRENCİLER
Biz işte, okumada
Tepeden tepeye yükseldik,
Savaşta, zaferde
Tepiniyor güzel kuvvetimiz.
    Mitta Valey
Savaş bütün halkın ekonomisine sözle anlatılamayacak kadar büyük zarar verdi. Korkunç bir fırtınanın vurması gibi, haddinden fazla hırpaladı. Özellikle de Çuvaş Cumhuriyetinin köylerinde fazlaca hissedildi. Kolhozlarda çalışacak güçlü kuvvetli delikanlılar gitti, on binlerce kişi kanlı savaş meydanlarında can verdi. En iş görür arabalarla traktörler, en güçlü atlar askerlerle birlikte savaş meydanında yok oldu. Çekecek güç kalmayınca kolhoz çalışanları tarla sürme işlerinde ve başka ağır işlere öküzleri, kısır inekleri koştular ya da harman yerini sürerken yaptıkları gibi kadınların kendileri saban başına koşuldular. Hepsinden de çok savaş bittikten sonraki yıl aşırı sıcağın yaktığı ekinin mahvolması köy ekonomisini tamamıyla mahvetti. Korkunç açlık gelip çattı. Halk arasında unutulmaya başlamış olan “kara pazı ekmeği”, “nişasta akıtması” gibi sözler evden eve girmeye başladı. Şehirde ekmeği de başka yiyecekleri de sadece kartla veriyorlar. O da sadece yaşayabilecek kadar…
Böyle ağır şartlarda öğrencinin hayatı nasıl kolay olsun ki…
Salambi kendi arkadaşlarıyla birlikte demiryolu istasyonunda vagonlardan odun boşaltmaya da iskelede dubaların üzerinden tuz çuvalları kaldırmaya da gitti. Kız başına çam tomrukları kaldırma, ıslak tuz çuvalları taşıma gibi ne kadar ağır işi gücüm halim yok demeden yaptı. Ne yapacaksın, aç karın öz anne değil, affetmiyor, acımıyor… Allahtan köyde yetişmiş Çuvaş kızı işe alışmış, dayanıyor zavallı. Tren istasyonundan ya da iskeleden ölecek gibi yorgun bir şekilde daireye yavaş yavaş sürüne sürüne dönünce sert somya üzerine uzanıp üç gün kalkmadan yatarım dersin ama eğitimden de geri kalmamak lazım. Tekrar kitapların arasına başını gömmen gerekir. Böyledir fakir öğrencinin hayatı. Dertlenmek insan içinse de öğrenmek kendin için demişler. Tekrar bu cezbedici aldatıcı inanç yine de güzel hayatın geleceğini tekrar ortaya çıkarır, geleceğe çağırır. Bütün halkla birliktesin yalnız başına değilsin.
Ekim Devrimi bayramı zamanında hava bozuldu. Gökyüzünü karanlık kapladı, kara yağmur bulutları yere yakın dolanıyor, gece gündüz bardaktan boşanırcasına yağmur saçıyor. Yapraklarını dökmüş ağaçlar ıslanıyor, kayboluyor, kuş sesi de duyulmuyor.
Bayram günü Anna İvanovna, kızları erkenden kaldırdı. Öğrenciler bugün evlerine dönmeye hazırlanıyorlar.
Salambi ile Büyük Nina eve götürecekleri eşyaları bir bavula doldurdular. İkisinin de yiyecekleri bitmişti, şimdi tekrar kışlık yiyecek alıp getirmek gerekir. Büyük Nina’dan ayrılamayan Kazakov onları Yetirne yolundan bir kaç kilometre gidip yolcu etti. Şakalar yapıp onları eğlendirdi. Kızlar kovarmış gibi kendilerini artık bırakmasını istediler.
“Kal artık Petya. Yedi gün yolcu edecek gibisin, ayakların ağrıyacak.” dediler.
“Tamam o zaman.” dedi delikanlı. “İki gece dayanmak gerekir. Dikkat et orada Büyük Nina, beni köyünde unutma… Bir de durun bakalım, söylemeyi unuttum. Anna Vanna için şırttan[4 - Şırttan [шăрттан], etle doldurulmuş ve kızartılmış sucuğa benzer Çuvaş yemeği.] benim için de fındık getirmeyi unutmayın!”
“Şırttanlar şimdi bizi bekliyorlardır ya. Gelip almıyorlar diye ağlayıp duruyor olmalılar. Fındık desen bir de… Kız hediyesi…”
Hırkassi’den geçince kızlar şoseden dönüp düz yoldan gittiler. Şimdi gitmek zorlaştı. Araba yolu kisel gibi yoğrulmuş uzanıyor. Kızların çizmeleri tamamen çamura bulandı. Yetmiyormuş gibi soğuk yağmur güçlendi, yüze vurmaya başladı.
“Böyle kötü bir havada yayan giderken cephedeki sefer akla geliyor.” dedi Nina. “Bak ayaklarımıza ne kadar çok balçığa saplandı. Sen Salambi böyle bir balçık gördün mü?”
“Böylesini görmüştüm!” dedi Salambi. “Savaş zamanında arabaya az gitmemiştim, sonbaharda Yamoz’a patates götürürdük… Yağmur, balçık… Şimdi sadece ayaklarımız battı, arabayla cebelleşirken kızım ellerine ayaklarına kadar balçığa bulanırdın. Temiz hiçbir yer kalmazdı. Savaş zamanında burada da kolay değildi…”
“Biliyorum, hiç kimse için kolay değildi.”
Söz tekrar hava durumuna, yolun ağırlığına döndü.
“Biliyor musun Salambi, eskiden kızlar ne kadar balçıkta giderlerse gitsinler sandallarının başına çamur değdirmezlermiş. Yeni sandal giyince hepten tertipli olurlarmış, sandalını çamura bulayan kıza tertipsiz kız derlermiş. Ben o zamanlar çocuktum, bu geleneği biraz olsun hatırlıyorum. Hatırlıyorum ve şaşırıyorum. Bizim köyden pazara kadar yedi kilometre. Kızlar o zaman şimdiki gibi pazara da sandalla gidiyorlar. İşte böyle yağmurlu bir günde oraya nasıl çamura bulanmadan varacaksın? Büyük görümce şöyle diyor: Evden eski sandalla çıkıyor pazarın olduğu köye varınca hemen yeni bir sandal alıyorduk. Bak nasıl oluyormuş! Kız ne zaman olursa olsun aklını terk etmez, hayatı zor olsa da güzelleşmeye çalışır, delikanlılar önünde her zaman iyi olmaya çalışır.”
İki dost bir araya gelince neler konuşmazlar. Çocukluk zamanından da savaş zamanındaki zorluklardan da, tanıdık öğrencilerden de, enstitüden de. Sonunda her ikisi de yoruldular. Yol ağır ayaklar zor gidiyor, insanın konuşası da gelmiyor. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, hava hepten kararıyor. Allahtan yolun kenarındaki ağaçlar yarı ev gibi. Kızlar yağmurun hızlı zamanını bir ağacın altında geçiriyorlar ve tekrar devam ediyorlar. Köyün birinde bir eve girerek biraz dinlendiler. Konuksever kadın onlara biraz ayran içirdi, eskiden beri devam eden Çuvaş geleneğine göre yemek yedirmeden göndermek istemiyordu. Ancak kızlar çok acıkmış olmalarına rağmen evdeki delikanlıdan utanıp yemeden yola çıktılar. Dul kalmış asker karısının acaba yemek için daha neleri vardı? Bütün ülkeyi düşünecek olsan bunun gibi kaç milyon kadın böyle fakirleşti? Yarın büyük bayram ise de onların sevinecek bir şeyleri var mıydı?
On kilometre için onlar bir at arabasına bindiler. Hep böyle denk gelmedi. Bayram öncesi at arabası da yaya gidenler de yolda görünmediler. Şoförlere kızarken şanslarına bir araba yetişti. Öğrenciler bu arabaya binip yollarını otuz kırk kilometre kadar kısalttılar. Zar zor da olsa tekrar yayan devam etmek gerekiyordu. Salambi’nin köye varmasına fazla kalmadı aşağı yukarı iki kilometre kalmıştı. Beklenmedik anda bir sorun çıktı. Onun çizmesinin altı çıktı. İki kız güle güle onu mendille bağladılar.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aleksandir-artemyev/cuvas-kizi-salambi-69500182/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Rusça anne demektir.

2
Rusça “Anne uyumak istiyorum/uykum geldi.” demektir.

3
Rusça “demek ki”.

4
Şırttan [шăрттан], etle doldurulmuş ve kızartılmış sucuğa benzer Çuvaş yemeği.
Çuvaş Kızı Salambi Aleksandır Artemyev
Çuvaş Kızı Salambi

Aleksandır Artemyev

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çuvaş Kızı Salambi, электронная книга автора Aleksandır Artemyev на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв