Genç Tulpar Hareketi

Genç Tulpar Hareketi
Amircan Alpeyisov

Amircan Alpeyisov
Genç Tulpar Hareketi

KISALTMALAR



SUNUŞ
Alaş düşüncesinin mirasçısı olarak kurulan Genç Tul-par, XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, modern Kazakistan tarihinin en etkili siyasi ve kültürel hareketidir. Hareket, Ruslaştırılma ve milliyetsizleştirilme tehlikesi altında bulunan Kazakların milli şuurunu uyandırmak için mücadele etti ve başarılı oldu. Sovyet döneminde yönetim ile emekçi sınıf arasındaki ilk çatışma olan Temirtav başkaldırısından, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının başlangıcı kabul edilen 1986 Almatı Olaylarına kadar pek çok gelişme Genç Tulparlıların etkisiyle gerçekleşti. Genç Tulparlıların asıl etkileri ise Kazak kültür ve düşünce hayatı üzerine oldu ve modern Kazak milliyetçiliğinin oluşumunda önemli rol oynadı.
Genç Tulpar Hareketi konusunda öncü ve özgün bir çalışma olan bu eserin yazarı, önemli bir akademisyen, tarih ve uluslararası ilişkiler profesörü Amircan Alpeyisov’dur. Alpeyisov, Genç Tulpar Hareketi’nin takipçisi olarak 1970’lerde ortaya çıkan “Sarı Arka” gizli teşkilatının da kurucularındandır. Aynı zamanda önemli bir yazardır; “Özgürlük Kurbanı” adlı romanı Türkiye Türkçesine de çevrilmiştir.
Yazar, Genç Tulpar Hareketi’ni geçmişten günümüze uzanan bir perspektif ve edebi üslupla ele alıp anlatmakta, pek çok bilinmeyeni gözler önüne sermektedir. Kazak insanının özgürlük ve bağımsızlık tutkusunu büyük bir coşku ile aktarırken, gerektiğinde en sert eleştirileri getirmekten de kaçınmamaktadır.
Türkçeden Türkçeye “çeviri”nin kendine özgü zorlukları olduğu, konunun ilgilileri tarafından bilinen bir husustur. Benzer zorluklar tarafımızca da yaşandı. Ancak, aynı zamanda çok keyifli ve heyecan vericidir; çünkü yazarla aynı dili konuşmak, onun duygu ve düşüncelerini anlayıp, hissetmeyi kolaylaştırmaktadır.
Eser, yazarın üslubu ve Türk dilini kullanma tarzına mümkün olduğunca sadık kalınarak çevrilmeye gayret edildi. Özel isimler konusunda, Türkiye Türkçesindeki akademik çalışmalarda yaygın olan yazılış esas alındı; diğer yazılışlar, kişinin adının ilk geçtiği yerde parantez içinde gösterildi; Mağcan Cumabayev (Jumabayev/Cumabay) gibi. Yine, yaygın bir alışkanlık olarak sadece baş harfleri yazılan bazı önemli şahıs adları da, devamı parantez içine alınarak tamamlandı; T(urar) Rızkulov gibi. Metinde, gerekli olduğu düşünülen kelimelere, parantez içinde açıklamalar eklendi. Bu anlamda tüm parantez içi ifadeler tarafımıza aittir. Yine, metinde adı geçen kimi kişi, mekan ve olaylarla ilgili dipnotlar verildi ve sonlarına (ç.n.) ibaresi konuldu. Aynı şekilde kimi kişi ve olayları açıklayıcı dipnotlar eklendi. Eserde kullanılan Kazakça deyim ve atasözlerinin yerine de Türkiye Türkçesindeki uygun karşılığına yer verildi. Kimi deyimler de metinde aynen korunarak, yanında anlamı açıklandı. Altının çizilmesi gereken bir başka husus da açlık kelimesinin yazılması ile ilgilidir. Kazakistan tarihinde özel bir yeri olan ve nüfusunun çok büyük bir kısmını kaybetmesine yol açan felaket dönemleriyle ilgili olarak kullanıldığında, bu kelime, özel isim olarak görüldü ve büyük harfle, “Açlık” olarak yazıldı.
Kazakistan’ın tarihinin çok önemli bir dönemini ele alan ve günümüz “Kazak milliyetçiliği”nin tarihi ve psikolojik arka planının anlaşılması için de önemli ipuçları vereceğini düşündüğümüz bu eserin Türkiye Türkçesine çevrilmesi, Avrasya Yazarlar Birliği Bakanı Yakup Ömeroğlu’nun teşvik ve cesaretlendirmesi olması gerçekleşmezdi. Kendisine minnettarım. Bir teşekkür de Guzal Zaitova’yadır. Zaitova’nın her aşamada büyük destek ve yardımları oldu.
Gelecekte, tüm Türk lehçelerinin, Türk dünyasının her köşesinde, çeviriye ihtiyaç duyulmaksızın okunabilmesi temennisiyle…

    Abdulhamit Avşar Nur-Sultan / İstanbul, 2020.

ÖNSÖZ
Safkan argımakların (soylu atların) sıçrayışları “Genç Tulpar”ın nal seslerine karıştı. Şaha kalkan Kazak kanatlandı. Zulmetli dönemlerin acısı unutulmaya yüz tuttu. Uyuşukluk halindeki ruh, kendine gelerek canlanmaya başladı. Bilincin dirilişi, milli kimliği güçlendirdi. Moskova’da okuyan 1438 Kazak genç tarafından ortaya atılıp, sonraki genç kuşaklarca devam ettirilen “Biz Kazaklar neden geri kalmaktayız?” sorusuyla yitirdiklerimizi bulma gayretleri ortaya çıktı. Genç Tulparlılar, yeri boş kalan, yokluğu hissedilen tarihi kopukluğu ortadan kaldırmaya var kuvvetleriyle çalıştılar. Milli mefkûre olgusunu Alaş aydınlarının şahsında arayarak, Kazakların yeni hayat felsefesini şekillendiren bir güç haline geldiler. Genç Tulpar, milletin gönlündeki arzuların menbei oldu.
Tarih soyağacıyla, köyün yürek ısıtan görünümleriyle hayata yeniden döndüler, arayıp buldukları gelenek-görenekleri şehre, kalabalıklara taşıdılar. Bizim de devlet kurmuş, kendi kökleri olan bir millet olduğumuzu delilleriyle ortaya koydular. Kazaklarda uyanık ve şuurlu gençlerin halen var olduğunu, ruhlarının ölmeyeceğini gözler önüne serdiler.
Alaş aydınları ile Genç Tulparlıların ortak bir özelliği vardı. Bu, asil bir ruhtan beslenme, yüreklerinin derinliklerindeki arzu ve idealler ile Kazak halkının bahtlı geleceğine olan inançlarıydı. Kazak mefkûresinin mutlaka gerçekleşeceğinden hiç şüphe etmiyorlardı…
Halka olan sevgileri, onlara, yarını tahmin edebilme öngörüsü sağladı. Onların hepsi, topluma güç verecek, halk bilincini geliştirip, güçlendirecek nitelikte; eğitimli ve milletini seven, soylu ailelerden gelmiş kararlı Kazak oğul ve kızlarıydı. Genç Tulparlılar, kaderlerine yazılmış tarihi fırsatları heba etmeden, kendi yetişme ortamları, kültürel seviyelerine göre zamanın omuzlarına yüklediği ağır yükü hedeflenen yere, taşımayı başardılar. O günlerin zorluklarına, ideolojik alçaklıklara göğüs gerip, önlerine koydukları amaçlarına gururla ulaştılar.
Genç Tulpar’ın nal sesleri, Kazak gençlerinin şuurlarını tam anlamıyla geliştirip, kurtuluş mücadelesinin yolunu açtı. Akranlarının düşünce ufuklarını genişletti, milli duruşun güç-kuvvetini arttırdı. Nal sesleriyle uyanan gençler, Kazakistan’ın her yerinde gizli teşkilatlar kurup, imkân ve şartları ölçüsünde, milli kurtuluş mücadelesine katıldılar. O dönemde, Karagandı’da “Jas Kazak (Genç Kazak)”, Kostanay’da “Jas Tülek (Genç Kartal)”, Öskemen’de “Ulttık Mamandarga Adilettik Tobı” (Milli Uzmanlara Adalet Grubu), Semey’de “Tayşubar” (Benekli Tay), Guriev’de “Uşkın” (Kıvılcım), Pavlodar’da “Cas Ulan” (Genç Asker), Tselinograd’da “Tın Tulpar” (Dinç Tulpar) ve “Uyan Kazak”, Çimkent’te “Adır Kaskırları” (Dağ Yavrukurtları) ile Almatı’da “Sarı Arka” gibi teşkilatların kurulması bunun delilidir. Genç Tulpar Hareketi, tarihimizdeki özgürlük mücadelelerinin büyük bir aşamasıdır. Bu hareket, topraklarımız üzerinde Alman Özerk Bölgesi kurulmasına geçit vermeyen, Jeltoksan İhtilali (1986 Almatı Olayları) sırasında halkımızın ruhunu ateşleyip, gençlere manevi azık olabilen güçtür!
6 Kasım 1963’te kurulan Genç Tulparlıların uyandırdıkları ruh, başlattıkları mücadele ülkenin her yerinde yankı buldu.
Elinizdeki bu eseri, söz söylemenin güç olduğu zamanlarda, “Ben Kazak’ım!” diyerek Kazakların ruhunu yüceltip, bağımsızlığımızı elde etmemize büyük katkılarda bulunan herkese armağan etmek isterim.

GİRİŞ
Bundan 57 yıl önce, 1963 yılının kasım ayında, Moskova’da, Kazak öğrenci gençlerinin “Genç Tulpar Cemiyeti” resmȋ olarak kuruldu.
Ömür diyalektiğini göz önüne alırsak yoktan var olan hiçbir şey yoktur: Dün ile bugün olan, bugün ile yarın olacakların hepsi, tabii açıdan da, tarihi açıdan da birbirleriyle bağlantılıdır. Tarihe ihanet olmaz. Bu sebeple, 555 yıl önce kurulan Kazak Hanlığı’ndan bugüne kadar gelen tarihimizi araştırıp ele alınmayan yönlerini ortaya çıkarmak, akla karayı ayırıp genç nesillere aktarmak bizim asli görevimizdir. Araştırıldığında görülecektir ki, 1991’deki bağımsızlık ilanımızın altında, çok uzun yılların milli bağımsızlık hareketleri ile başkaldırmaları yatar. XX. asrın 60’lı, 70’li yıllarında Kazak gençlerinin bilinçlerini uyandıran “Genç Tulpar Uyumu” yani Cemiyeti, bunların en önde gelenidir. Bu hareket, sadece Genç Tulparlıların hayata bakışları, Kazakistan’ın bağımsızlığı için mücadele yöntemleri değil, aynı zamanda Kazak halkının çok önemli bir tarihi kesitidir; bugünkü gençlerimizin, gelecek nesillerimize gururla anlatıp, kendilerine örnek alıp hatırlayacakları, ulus ruhunun övünç duyacağı tarihi altın dönemdir.

Tarihin Dalgalarında Doğan “Genç Tulpar”
İnsanlık tarihinde dünyayı yöneten tüm imparatorlukların er ya da geç dağılması, yıkılması bir tür doğal kanundur. Dünyanın gördüğü en büyük devletler; İslam Halifeliği, Roma İmparatorluğu ve Cengiz Devleti de öznel ya da nesnel, çeşitli durumlarla bağlantılı iç ve dış sebepler sonucunda silinip gittiler. Tüm imparatorluklar, yönetim yapılarındaki katı düzeni korumak için otoriterliği, tek başlılık yönetimini sürdürmekte ısrar ederler. Bu yönetim tarzı bazen katı, bazen yumuşak eğilimli bir siyaset etme yöntemi uygular. Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğü ise, katı imparatorluk yönetiminin en kanlı, en kaba tipi olarak ortaya çıktı. En büyük ve en son imparatorluk, Komünist Parti önderliğindeki işte bu devlet oldu.
Herhangi bir devlet, yaşayan bir organizmadır; doğar, gelişir. Gelişmeyi, düşüş ve yenilenme dönemleri takip eder. Ve Sovyetler Birliği de toplumsal gelişmenin bu doğal yasasının dışında kalamadı.
Kazak halkı ise, talihsizliğinin bir eseri olarak, Sovyetler Birliği’ne bağımlı olmak durumunda kaldı. Aslında Kazak tarihinin son 300 yılı benzer bir kaderi yaşadı.
Kazak Hanlığı, istikrarlı bir hale gelip sosyal, siyasi ve ekonomik olarak gelişip güçlendiği sırada Cungar istilası ortaya çıktı. Kırk yıl süren kıyım-katliamdan kurtulup ancak kendine gelebildiğinde ise Rus Çarlığı boyunduruğu başladı; bu durum, Sovyet yönetimiyle devam etti.
İnsan, tarih içinde ömür sürer ve uygarlığı inşa eder. Ne var ki, kendi dirliğini sürdürürken, acımasız bir yönetime maruz kaldığında, onun verdiği ziyan ile hayatı, insanın dile getiremeyeceği derecede kötüleştirir. Aynen bunun gibi, dünyanın altıda birini kaplayan bir coğrafyada hüküm süren Sovyetler Birliği, “dünyada cennet” olacağını iddia ettiği komünist toplumu inşa uğruna, öz halkını azaba düçar edip, “dünyadaki cehennem”in ateşini yaktı. Sovyet yönetiminin söyledikleri ile icraatları arasındaki uzaklık, yalan söylemeyi, o da sahtekârlığı getirdi. Kendi halkını gözünü boyayıp aldatma, alışkanlık halini aldı. Ardıcın közü olmaz, yalancının sözü olmaz misali, halk da, yavaş yavaş yönetimin niyetini anladı. Ne var ki, bunu açık şekilde dile getireceği güne kadar, maskeli balo oyunu oynamaya devam etti.
En önemlisi de, ulusal azınlıkların maneviyatlarının bu keşmekeşlik içinde günden güne bozulmaya başlamasıydı. Yalanla, göz boyamayla yaşayan bir toplumun kişilik sahibi olamaması, değer üretemez hale gelmesi ve kısırlaşmaya doğru yuvarlanması kaçınılmazdır. Böyle toplumdaki bir siyasi yapının da, er ya da geç, kökten değişikliklere uğrayacağı gün gibi açıktır. Sovyet yönetimi; özgürlük, eşitlik, sosyalizm, komünizm, mutlu çocukluk, milletlerin dostluğu gibi sloganlarla halkı kandırıp zihnini esir aldı. “Tek parti, tek iktidar, tek temsilci” politikası çoğunluğu kör kalabalığa dönüştürdü. Polis gücüne dayanan eli sopalı yönetim, sadece düşüncesine uygun olana hayat hakkı tanıyıp, siyasi görüş farklılıklarına karşı merhametsizce mücadele yürüttü.
Tüm sömürgeci imparatorlukların amacı birdir. İstila ettikleri halka boyun eğdirip, onları avuçlarının içine almak isterler. Karşılarındaki başlıca engel olarak da düşünceyi gördüklerinden, öncelikle, sömürge altına aldıkları halkın aydınlarını kurutmayı hedeflerler.
İnsanlık tarihindeki en büyük cürümler, XX. asırda Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti önderliğinde gerçekleştirildi. Ülke, halklar hapishanesine dönüştürülürken, tam bir katliama da maruz kaldı.
Sovyet yönetimi, görünürde “halk” diyordu; gerçekte ise, onu horlanmaya mahkûm etti. 1920 yılında, V.I. Lenin’in talimatıyla komünist S. Berzin[1 - Eduard Petrovich Berzin (1894–1938): Sovyet askeri ve gizli polisi (Çeka). (ç.n.)], “Solovetsk” adasında dünyadaki ilk toplama kampını kurdu. Onu takip edenler, tarihte eşi benzerine rastlanmayan zorbalıklar gerçekleştirdiler; “halk düşmanları ailesi” denilen suçlama ile kadınlar ve çocuklar için bile toplama kampları inşa ettiler. Bu uygulama daha sonra Alman faşistlerine de örnek oldu; onlar da bunun benzeri kamplar kurdular. Komünistlerle Alman faşistlerinin devlet idare etme tarzları birbirine çok benzer bir hale geldi. Tek fark olarak, Alman faşistleri, istila ettikleri ülkelerin halklarını katlettiler, komünistler ise kendi halklarını…
Sovyetler Birliği’nin işlediği en büyük cürüm ise, sosyalist sistemin totaliter baskısıyla iki yüzden fazla ulusu bilinçli olarak birbirleriyle karıştırıp ortadan kaldırmaya yönelik siyaseti oldu. Bu siyasetin neticesinde karışık evlilikler ve bu evliliklerden doğanların sayısı arttı. Çok sayıda halk, etnik topluluk yok olup gitti. Yüzlerce, binlerce yıllık tarihleri olan kadim kültürler kayboldu. Sovyetlerin dünü ile bugünü karşılaştıran Alman yazar Thomas Mann, Sovyetler Birliği’ni bu yönüyle, dipsiz bir kuyuya benzetecektir.
XX. yüzyılın 50’li-60’lı yıllarının Sovyetler Birliği tarihinde özel bir yeri vardır. Josef Stalin’in ölümü, Sovyetler Birliği’nin iç ve dış politikalarındaki eksikliklerin görülebilmesini sağladı. “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” öz eleştirisi,[2 - Kruşçev tarafından SBKP XX. Kongresi’nde gündeme getirilen ve “Stalin Raporu” olarak bilinen eleştiriler. (ç.n.)] Sovyet siyasi sistemi ve toplumsal hayatında ciddi bir silkiniş meydana getirdi. Yeni yöneticiler, büyük bir hevesle sosyalist sistemin temel ilkelerine dokunmadan ülkede siyasi reform yapmaya giriştiler. Tahmin edilebileceği gibi bu liberal açılım, istikrarlı olarak devam etmedi. Totaliter bilinçle yoğrulmuş toplumda, elitler de büyük değişimlere, yeniden yapılanmaya hazır değillerdi. Yine de kapitalist Batı ülkeleriyle ilişkiler bir nebze düzelip, “demir perde” aralandı. Ülkedeki siyasi baskı ve zorbalıkların azalmasıyla birlikte, Sovyet iktidarının öz halkına uyguladığı zulmün, beslediği evhamın da örtüsü açılmaya başladı.
“Kruşçev Ilımlılığı”[3 - Kruşçev Ilımlılığı: Uluslararası İlişkiler literatüründe “Kruşçev Çözülmesi” olarak da adlandırılan, Stalin’in ölümünden sonra iktidara gelen Kruşçev döneminde (1953-1964) yaşanan kısmi özgürlük dönemi. (ç.n.)] politikasının hayata geçmesi için ülkede nesnel ve öznel ön şartlar hazırdı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP)’nin XX. Kongresi’nde “Tek Kişiye Tapınma ve Sebepleri” kararının kabul edilmesinin de bir gerekçesi vardı. Gerçeği balta kesmez! Kongre’de, Merkez Komite üyelerinin kararı oy birliği ile kabulünün kendisi çok şey anlatır. Bu kararla, tarihin inişli çıkışlı yolunda kişiye tapınma alçaklığının yüzündeki örtü açıldı. Aslında, kişiye tapınma politikası Stalin’den daha önce, Lenin’in inşa ettiği bir kızıl terörizm yoluydu. Şimdi ise bu siyaset devlet düzeyinde ifşa ediliyordu. Komünist Parti’nin XX. Kongresi kararları, yönetimin yüzünü halka çevirip, adalet sağlama niyetinde olduğunu gösterdi. Despotluk, zulüm idaresinin katılığı, yumuşama yoluna gireyim dedi.
1939-1945 yılları arasındaki İkinci Dünya Savaşı, ölüm ve zorluklarla birlikte Sovyet asker ve subaylarının yaradılışlarına etki edip, dünyaya bakış açılarını değiştirdi. Batı ülkelerindeki yaşantıları gören Sovyet vatandaşları, kendi hayatlarına daha eleştirel şekilde bakmaya başladılar. Savaştan dönenlerin arasında sosyalist sistemin hatalarına, etnik ilişkilerdeki yanlışlıklarına kafa yoran adamlar çıktı. Bilhassa Rus entelijiyası saflarından savaşa katılan Aleksandr İ. Soljenitsin, Anatoli Rıbakov, V. Aksanov gibi şair ve yazarlar, eserlerinde, Sovyet sisteminin ne olduğunu açık olarak ifşa ettiler. Rusya tarihinde benzer bir durum, 1812 yılındaki savaştan (Rus-Fransız Savaşı) sonra da yaşanmıştı. O zaman da Napolyon’u yenen Rus ordusunun ön saflarındaki birliklerin subayları, monarşik yapıyı değiştirmek amacıyla harekete geçmişler ve “dekabristler” olarak adlandırılmışlardı.
Sovyetler Birliği, 1921-1954 yılları arasında 3 milyon 777 bin vatandaşını “halk düşmanı” olarak yargılayıp hapishanelere tıktı; bunların 642 bini kurşuna dizildi. 1929-1933 yılları arasında Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti OGPU[4 - OGPU (Halk Komiserleri Konseyi Birleşik Devlet Siyasi İdaresi): 1923-1934 arası faaliyet gösteren Sovyet gizli polis teşkilatı. Adı, 1934’te NKVD, 1954’te de KGB olacaktır. (ç.n.)] siyasi temsilciliğinin üç kişilik kurulu ise 9.805 yargılamada bulunarak 22.933 kişi hakkında hüküm verdi, bunların 3.386’ü kurşuna dizildi. Kurşuna dizilenler arasında Jusipbek Aymavıtov, İmanjusip Kutpanov gibi millet gamı çeken Alaş aydınları ile şair-ozanlar da vardı.
Kazakistan’da, 1937-1938 yılları arasında da 100 binden fazla insan tutuklanıp, 27 bini kurşuna dizildi. Bu hapse atılan ve öldürülenlere ait listenin başında, Kazakların okuyup yetişmiş, halkının geleceğini düşünen, ön saftaki aydınları bulunuyordu.
Diğer yandan Sovyetler Birliği’nde gözaltına alınan “halk düşmanları” sayıları 953’e ulaşan toplama kamplarında tutuldu. Sadece, Kazakistan’da, GULAG’ın[5 - GULAG (Çalışma Kampları Yönetimi Baş İdaresi): Sovyet yönetiminin cezai çalışma kampları sistemi. Siyasi suçlu yaftasına maruz kalanların toplumdan soyutlanması için ihdas edilmiştir. (ç.n.)] 11 toplama kampı bulunuyordu. Bunlar; Aljir, Karlag, Dalniy, Stepnoy, Pesçanıy, Kamışlag, Aktöbe, Petropavl, Kengir ve Öskemen çalışma kamplarıydı.
Bunun yanı sıra, her milletten milyonlarca insan, Kazakistan ve diğer Orta Asya ülkelerine sürüldü. Daha dün uğratıldıkları Açlık felaketi ile kan kusturulan, gençlerinden ayrı düşürülen ve gözyaşları ancak kurumaya başlayan Kazak ülkesinde yeni dertler, elemler peyda oldu. İnsanın dile getiremeyeceği derecede insanlık dışı zulüm ve vahşetlere şahitlik edilmeye başlandı.
Tarihinde hapishane görmemiş Kazak ülkesi, “halklar hapishanesine” dönüştürüldü… Sadece Karlag Toplama Kampı’na 200 bine yakın insan konularak baskı ve zulme maruz bırakıldı. Hatta ALJİR’de kadınlar için özel toplama kampı kuruldu.
1937 yılında Uzak Doğu’dan 100 binden fazla Koreli, Rusya’nın İdil (Volga) bölgesinden 361 bin Alman getirildi. 1943-1944 yılları arasında da Kuzey Kafkasya’dan sayıları 507 bin civarında olan Çeçen-İnguşlar, Karaçay-Balkarlar, Ahıskalılar -ki Ahıska’dan sürülen Kürtler ile Ahıskalı Türkler kaldılar, geri dönmediler-, Kalmuklar ile Tatarlar sürgün ile Kazakistan’a yerleştirildiler, Kazakların geniş bozkırına dağıtıldılar.
Kazak, kendisi özgür bir hayat sürdüğü gibi başkalarının özgürlüğünü de kısıtlamamıştır. Onun ülkesinde hapishane olmayışının temelinde özgürlüğün kadrini bilmesi yatar. Kazakların adam öldürmeyi azgınlıkla eşdeğer görmesi de gerçek bir ahlaki duruş, aklıselim sahibi oluşunun alametidir. Kazak nezdinde, hiçbir gerekçe cinayeti haklı kılmaz. Çünkü kan kanı çeker. Kötülük ortaya çıkınca kendiliğinden yayılıp sürer, gider.
Sovyetler, Kazakların milli hususiyetini, insancıllığını suiistimal edip onları, tembelliğe, çekingenliğe sürükleyerek aklına geleni her şeyi yaptı. Hayvanlarını telef etti, aydınlarını hapse atıp, öldürdü. Bununla da yetinmeyip, ata mekânlarını kederin gözyaşlarıyla doldurdu.
J. Stalin öldükten 20 gün sonra, 1953 yılının 26 martında NKVD Başkanı L. P. Beriya’nın hazırladığı “Af Hakkında” (ob amnistiy) konulu hükümet kararını Yüksek Sovyet Prezidyumu onayladı. Böylece (siyasi sebeplerle) hapishanelerde tutuklu bulunan hürriyetlerinden mahrum edilmiş 2 milyon 526 bin 402 kişiden, 1 milyon 183 bini serbest bırakıldı. Böyle bir af, bu kadar insanı bir anda hapishaneden boşaltma hadisesi bundan önce görülmemişti. Tabii ki bu kararın hayata geçirilmesinde L. P. Beriya[6 - Lavrentiy Pavlovich Beria (1899-1953): Gürcü asıllı Sovyet siyasetçi. Hem OGPU hem de onun yerine kurulan NKVD Sovyet Gizli Polis Teşkilatlarının başkanlığını yaptı. Stalin dönemi katliamlarının en büyük sorumlularından biri olarak tanınır. (ç.n.)] ile N. S. Kruşçev[7 - Nikita Sergeyeviç Kruşçev (1894-1971): Sovyet devlet adamı. Stalin’in ölümünden sonra Komünist Parti Birinci Sekreteri olarak Sovyetler Birliği’nin başına geçti; ancak, halef ve seleflerinin aksine, uyguladığı iç ve dış politikalardan hoşnut olmayan Politbüro tarafından, 1964’te görevden azledildi. (ç.n.)] arasındaki post kavgasının da rolü vardı. Her ikisi de geçmiş günlerin karanlık gölgesinden uzaklaşmak istiyordu…
Nasıl olmuş olursa olsun, vatandaşlık hukukunu savunmaya kapı aralandı; serbest siyasi hayat düşüncesi canlandı. Sovyetler Birliği’nde Komünist Parti, sosyalist sistemdeki devlet organlarından daha yukarıda bir konuma sahip olduğundan, çok şey, onun liderliğini üstlenen kişinin yöneldiği istikamete bağlıydı. Zamanın ihtiyaçlarına uygun, çağın talebini yerine getirecek siyasi şahsiyet ise Komünist Parti Politbürosu’nda bulundu. Ve Sovyetler Birliği’ni, 1953-1964 yılları arasında Nikita S. Kruşçev yönetti. Bu on yıl, Sovyetler tarihinde “Büyük Yıllar” olarak adlandırıldı.
“Kruşçev Ilımlılığı” özel olaylarla ilişkili olarak üç döneme ayrılır:
Birincisi, İ. V. Stalin’in ölümünün ardından, 1953 yılı martında başlayıp 1955 yılı başına kadar devam eden Malenkov önderliğindeki parti karşıtı grupla mücadele dönemidir.
İkincisi ise, 1955-1957 yılları arasındaki N. S. Kruşçev tarafından J. Stalin’in “tek kişiye tapınma” uygulamasının ifşa edilmesi dönemidir.
Üçüncüsü de, 1957 yılının aralık ayı ile 1964 yılı ekimi arasındaki iç ve dış siyasette krizlerin ortaya çıktığı ve N. S. Kruşçev’in yönetimin başından gittiği dönemdir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, 1950’li-60’lı yıllar Sovyet toplumunda sıradan insanların karakterini değiştirdi, siyasi tutum sergileyebilmelerine kapı araladı. Bu arada Kruşçev Ilımlılığı’nin etkisiyle “sınıf sosyalizmi” adı verilen terim ortaya çıktı. Toplumda özgürlüğün başını kaldırabilmesi için imkân doğdu. Siyasi kırgın ve sürgüne uğrayan insanları tümüyle aklama çabaları başladı. B. Pasternak, M. Zoşşenko, İ. Erenburg gibi yasak edilen daha birçok şair ve yazarın eserlerinin gün yüzü görmesine ortam hazırlandı. A. Tvardovski’in “Yeni Dünya” dergisi adaletin, doğruluğun karargâhına dönüştü. A. Soljenitsın, B. Slutski’lerin eserleri yeniden basıldı. Aynı zamanda Rus olmayan bölgelerde de uyanış başladı.
Sovyetler Birliği’nde yaşayıp, Stalin’in “tek adam diktatörlüğü” siyasetinin zararlarını çeken halklar, adalet arayıp, çeşitli girişimler başlattılar. İnsan haklarını savunmak, tarihi gerçekleri dile getirmek için kurulan “Vatan (Rodina)” gibi halklararası cemiyetler ortaya çıktı. Kızıl İmparatorluğun totaliterlik, kişiye tapınma politikasının zararlarından kurtulma dönemini, “Kruşçev Ilımlılığı” yılları diye niteliyorsak da, bu yıllar Sovyetik anlayışın üzerinde baht dalgalarının yüzmeye başladığı olağanüstü bir zaman idi. Siyasi popülerlik niyetiyle de olsa, iktidarın yüzü halka dönmüştü. Diktatörlük döneminde katılaşıp, kopkoyu hale gelen zifiri karanlık, dağılayım demeye başlamıştı.
1953-1964 yıllarındaki “Kruşçev Ilımlılığı” sırasında, Sovyetler Birliği’nde o güne kadar çözümsüzlüğe itilen, gündeme getirilmeyen, onlarca yıl üstü örtülen milletler sorununu çözmek için de adım atıldı. Ancak bu ılımlılık politikası, zamanla halklar arası ilişkilerin gerginleşmesine yol açtı. Batı Ukrayna, Kafkasya bölgesi cumhuriyetleri, milletler sorunundaki sürgün ve baskı konusunu sıkça dile getirdiler. Milli kültür, ana dil ve siyasi-etnik meseleleri çözüm doğrultusunda faaliyetlere giriştiler. Mücadele neticesinde sürgün edilen halklar aklanıp, doğdukları yerlere dönme imkânı elde ettiler.
Sovyet Birliği’ndeki bu siyasi ortam, tüm milletlerin bilinçlerini uyandırıp, milli kimliklerini yeniden inşa etmelerine fırsat sağladı. Milli özerk cumhuriyetlerini kurmak için Kırım Tatarları, Povolje (Volga) Almanları milli kurtuluş hareketleri başlattılar. Tüm bağlı cumhuriyetlerde, milli özerk yapılarda da açık/gizli örgütler kurulup, kendi milli çıkarlarını savunma çabaları ortaya çıktı.
Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri’nde bağımsızlık yolunda milli kurtuluş hareketleri geniş zemin buldu. Bu gelişmede, 1956 yılında gerçekleşen Polonya ve Macaristan’daki ayaklanmalar da etkili oldu. 1956-1959 yılları arasında Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri’nde sosyalist sisteme, Komünist Parti diktatoryasına karşı gösteriler arttı. Safları günden güne çoğalırken, yürüyüşlere binlerce insan katıldı. Bütün gösterilerde milli kültür ile ana dili geliştirme, bağımsız devlet kurma yönünde talepler dile getirildi.
Siyasi reformlar ile özgürlük hareketleri Kazakistan’a gecikerek geldi; ama Kazaklar da, er ya da geç, gerçeğin perdesinin açılacağına inanıp, varlıklarını koruyabilmenin kaygısına düştüler.
Cumhuriyetlerdeki milli talep ve itirazlar farklı yöntemlerle dile getirildi. Baltık Kıyısı Cumhuriyetleri ve Ukrayna’da geniş katılımlı yürüyüşler yapılırken, Kazakistan’da ise karşı olunan hususları oy pusulalarına yazma yaygınlaştı. Rus bilimadamı Aleksandr Pıjikov’ın araştırmalarına göre, Moskova’nın milletler politikasını itirazlarını, uyuşmazlıklarını oy pusulalarına yazıp bildirme konusunda Kazakistan her zaman ön sırada yer aldı.
Toplumsal gelişme sürecinde her ulus, yalnızca uzun asırlar boyunca oluşan kendine has değerleri esasında siyasi sistem inşa edebildiğinde evrenselliğe doğru ilerler. Milli ülküleri gerçekleşir. Kapitalist ilişkileri güçlü olmayan, yarı göçebe hayat tarzı milli özellikleri haline gelmiş Kazak halkı, sosyalizme hiçbir zaman hevesli olmamıştır. Hayat tarzındaki bu farklılık ve sınıflar arası çelişkinin olmayışından dolayı sosyalist toplum inşa için de gerekli şartlar yoktu. Ne var ki, milli değerleri temelinde hayat sürmekte olan Kazak ülkesine, örf adetlerine uygun olmayan ve kendi isteklerinin hilafına getirilen sosyalist sistem, fayda değil, aksine çok büyük zararlar verdi; toplumun üst tabakası yok edildi, halkın maneviyatı kırıldı.
Başkalarının hakkını gasp edip, mutlu bir toplum kurmayı hayal eden bir devletin geleceğinin belirsiz olacağı muhakkaktır. Nitekim Alaş aydınları öldürülmelerinden önce, Sovyetler Birliği’nin bir gün muhakkak yıkılacağını öngörmüşlerdi.
Mağcan Cumabayev (Jumabayev):
“Ongun ülkem, gür, kara ağacım[8 - Kara ağaç: Çınar benzeri, uzun ömürlü bir ağaç. (ç.n.)],
Cesaretli, heybetli, er Alaş’ım,
Yıkılır kendi, verme sırrın, sabır kıl,
Ancak ahmak, fark edemez öz gücün.”
diyerek Alaş aydınlarının hayalperest, akıldışı Sovyet devletinin yıkılacağına nasıl inanmış olduklarını dile getiriyordu.
1929 yılı ocak ayında da Mirjakıp Duvlatov (Miryakub Duvlatoğlu/Duvlatulı/Dulatov), gelecek kuşaklara öğüdünde:
“(Alaş aydınlarının) Sovyet iktidarına karşı mücadele ile seslerini yükseltmeleri, Kazak halkı kendi kendi yöneterek ömür sürsün denilen gayeden doğan niyettir, yalnızca. Öz vatanımız kendimize bırakılsın diyoruz… Ömür yetse, kader yazsa milletimin geleceği için çalışmaya, var güç-kuvvetimi sarfetmeye borçluyum. Yanıldıysam, halkımla birlikte yanıldım; aydınlık yola doğru atılırsam da, milletimle birlikte atılırım” diyordu.
XX. asır Kazak halkına, ömründe görmediği felaketli, facialı yıllar getirdi. Maruz kalınan trajedilerin bazıları şunlardı:
İlk olarak, 1919-1921, 1931-1933 yıllarında, Sovyet iktidarı eliyle hazırlanan Açlık’tan dolayı Kazakların nüfusu yarı yarıya azaldı.
İkinci olarak, savaşlar, milli idraki zayıflattı.
Üçüncü olarak, Kızıl İmparatorluk, planlı şekilde, Kazak aydınlarının tamamına yakınını kıyımlara, idamlara kurban etti. Halkı, yol göstericilerinden, önderlerinden ayırdı.
Dördüncü olarak, Sovyet iktidarı, sınıf mücadelesi bahanesiyle Kazakların parmakla sayılacak kadar az kalmış aydınlarını da ikiye bölüp, birbirlerine karşı düşman hale getirdi.
Beşinci olarak da, sosyalist ideoloji, millet, milliyetçilik gibi dünyadaki en asil kelimeleri, halkın beynine, öcüleştirerek yerleştirdi.
Bunların sonucunda Kazakların milli bünyesi, sınıf ayrımına dayanan komünist ideolojiye karşı mücadele edebilecek bağışıklık sistemini kuramadı. Milli şuuru, kaygının kara bulutları örttü. Ne var ki milliyet duygusu da, Kazak bozkırında ezelde ortaya çıkıp, zaman içinde gelişerek sonsuza kadar silinmez bir nitelik kazanan, her Kazak’ın iliklerine kadar işlemiş bir özellik idi.
Toplumların gelişme tarihlerine göz atarsak, fetret dönemlerinde, zor ve meşakkatli zamanlarda milletlerinin yanlış yolda kaybolmalarını engelleyecek, zifiri karanlıktan alıp çıkaracak alp şahsiyetlerin topluca dünyaya geldiklerini görürüz. Halkına önderlik edecek, “sekiz kırlı bir sırlı” yani on elinde on marifet olan bu şahsiyetlerin sayısı ne kadar çok olursa, ülkenin gelişmesi de o derece hızlı olur. Kazak halkı da yetenekli, milleti için canını feda edebilecek oğul ve kızlarından hiçbir zaman mahrum olmadı.
İşte sözü edilen o fetret döneminde de, halkımızın manevi ve kültürel gelişme yolunu, çağın gereklerine uygun olarak yeniden kanalize edecek olan, yüz yılda bir yaşanacak bir gelişme oldu ve tarih sahnesine Alaş aydınları çıktı. Aynı anda Alihan Bökeyhanov (Bökeyhan/Bökeyhanulı), Ahmet Baytursunov (Baytursınov/Baytursun/Baytursınulı), Mirjakıp Duvlatov, Mustafa Çokay (Şokay) ve diğer öncüler, Jüsipbek (Yusufbek) Aymavıtov, Mağcan Cumabayev, Sultanmahmut Torayğırov, Muhtar Avezov gibi üstün yetenekli insanların dünyaya gelmeleri olağanüstü büyük bir hadisedir. Ne var ki biz, “eldeki hazinenin” kadrini bilemedik, onu koruyup, saklayamadık. Tanrım da, bize, iki elin parmaklarından az aydını çok gördü.
Kruşçev Ilımlılığı’nin getirdiği atmosfer, Kazakların mizacında da inkılaba yol açtı. 1950’lerdeki siyasi düşünce hareketi, insanların yönetime karşı bireysel karşı çıkışları ile başladı. Toplumda karşılık bulunca da sosyal düzeni sarsabilecek boyuta ulaştı.
Dirilmeye başlayan milli şuur, ahmakça uykudaki halkı da uyandırdı; ülkenin kılcal damarlarına dokundu. Halk, kendisini düşünen ve önderlik eden aydınlarla birlikte, bazen açık, bazen de gizli şekilde mücadeleye atıldı. Bildiriler yazıp dağıtma, iktidara, Komünist Parti komitelerine şikâyet mektubu yazma rutin bir eylem haline geldi. Genellikle üst makamlara, bireysel ya da toplu şekilde mektuplar yazıldı. Böylelikle Kazakistan’da da, “milliyetler politikası”ndaki haksızlıkları açık olarak kınayıp, itirazlarını bildiren insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde fedakârca yiğitlik göstermelerine rağmen sadece Kazak oldukları için “kahraman” ünvanını alamayanlara yapılan adaletsizlikten başlayıp, köylerdeki vaziyeti, özellikle kolhozda yaşayanların karşı karşıya bulundukları hayat zorluklarını gündeme getiriyorlardı. O sırada Rahımcan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov ve Bavırcan Momışulı’nın fedakârlıkları halkın dilinden düşmüyordu. Ama onlar, Kazakistan’daki tüm kolhozcular gibi, çalışma karneleri olmaması bir yana öz iradeleri ile hiçbir yere gidemeden köle gibi ömür sürdüler. Halk, değişimi, farklı şekilde ömür sürmeye imkân sağlanmasını talep ediyordu.
Lakin çoğunluğun homurdanmaları, genellikle, sıcak ocağın başından, serilen sofranın etrafından öteye geçemedi. Yönetimin adaletsizliği, halkın ihtiyaçlarına kimsenin ilgi göstermemesine eleştiriler her yerde yapılan sıradan konuşmalara dönüştü. Buna rağmen, yüzlerce bilge, binlerce tulparın yani yiğidin doğduğu bu topraklarda, sözle yetinmeyip, harekete geçenler de oldu. 1951 yılında Karagandı şehrinde, savaş gazisi K. Jaksılıkov’un öncülüğü ile B. İskakov, A. Nareşev, K. Temirov ve başkaları, “Elini (Ülkesini) Seven Erler Partisi” (ESEP) adıyla gizli bir teşkilat kurdular. ESEP, propaganda faaliyetlerinde bulunup, gençleri, milletini sevmeye, halkına sahip çıkmaya çağırdı. Maalesef, teşkilatın faaliyeti çoğunluğun desteğini göremeden, kısa süre içinde sonlandırılmak zorunda kaldı. Savaş sonrası henüz kendine gelemeyen halk şuuru, karın tokluğu, insanların kara başlarının selametini düşünme tasasından öteye geçememişti.
Sovyetler Birliği’nde, hükümet ile emekçi halk arasındaki ilk silahlı çatışma, 1959 yılında Kazakistan’ın Temirtav şehrinde meydana geldi. Bu başkaldırıya, çelik fabrikası inşaatında çalışan tüm Kazak gençleri katılmıştı. Özgürlük içinde ömür sürmeye alışmış; bağımsızlık isteği ruhunda yer etmiş bozkır insanı, yönetimin adaletsizliklerine korkmadan karşı çıktı. Böylelikle Vatan Savaşı’ndan[9 - Vatan Savaşı: 2. Dünya Savaşı. Sovyet döneminin etkisiyle 2. Dünya Savaşı, tüm Türk Cumhuriyetlerinde “Vatan Savaşı” olarak tanımlanmaktadır. (ç.n.)] sonra, Sovyetler Birliği’ndeki Komünist Parti politikasına karşı ilk silahlı başkaldırı, enternasyonalist toplum modeli olarak örnek gösterilen Kazak topraklarında vuku buldu.
Ne var ki, toplumsal hareketlerle ortaya konulan meselelere yönetim tarafından kulak asılmadı, çözüm bulunmadı. Çünkü bu hareketlerin tüm talepleri, eninde sonunda, egemenliğe, milli meselelere gelip dayanıyordu. Milli kültürün, ana dilin geliştirilmesi, yerleşmiş adet-ananeleri koruma komünist sistemin ilkelerine aykırı görülüyordu…
Vatan Savaşı’nın ardından, “sınıf düşmanları”nı yok etme siyaseti farklı bir boyutta yeniden zemin buldu. Ülkesini, halkını düşünen aydınlar, sosyalist ideoloji tarafından şüpheli kişiler haline getirildiler. Komünist Parti yönetimindeki Sovyet hükümeti, halkları milliyetsizleştirme politikasında yeni bir aşama başlattı.
Kazak milliyetçilerinin kimliklerini güç zoruyla açığa çıkarma çabaları, 1951 yılı ekim ayında yapılan “Kazakistan Cumhuriyeti Parti Örgütündeki İdeolojik İşlerin Durumu ve Onu İyileştirme” konulu genel toplantı sonrası daha da yoğunlaştı. Bu bağlamda, örneğin, burjuva milliyetçisi olarak suçlanıp tutuklanan tarihçi bilim adamları E. Bekmahanov ile B. Süleymenov’u destekleyenler, kovuşturma ve baskı altına alındılar. Bekmahanov’un derslerini takip eden Kazak Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencilerinin tümü, Kenesarı Kasımov’un milli kurtuluş hareketini eleştirel şekilde incelemek, tarih dersini yeniden alarak bir kez daha sınavlara girmek zorunda bırakıldılar. Parti yetkilileri ile sosyal bilimler fakülteleri arasında yapılan toplantıların sıklığı arttırıldı.
1954 yılında yapılan Yazarlar Birliği III. Kongresi’nde Komünist Parti ideologu N. D. Jandildin yoldaş, K. Bekhojin, K. Amanjolov ve K. Şangıtbayev’in eserlerini milliyetçi, zararlı olarak nitelendirdi. Aynı şekilde K. Satıbaldin’in “Aliya”, M. Hakimjanova’nın “Manşuk” şiirleri, milliyetçilikle suçlandı. Sözünü kaybeden yurdun kendisinin de kaybolacağı kuşkusuzdur. 1959’da, Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Kazak SSC) Yüksek Sovyeti tarafından, “Yükseköğrenime giriş imtihanları sadece Rus dilinde yapılsın” şeklinde gizli bir karar alınarak hayata geçirildi. Bunun sonucunda Kazakça okuyan bir çocuk üniversite kazanamaz hale geldi, kazansa da okuyabilmesi zorlaştı. İnsanlar, bu güçlük karşısında çocuklarını Rus okuluna göndermeye mecbur kaldılar. Kazaklar, öz ana dillerinden kaçar hale geldiler. İnsan hangi milletin dilinde konuşursa, hangi dilin kültürünü benimseyip, örf-âdetini devam ettirirse, o millete benzer. Nitekim Çarlık Rusyası döneminde, 1897 genel nüfus sayımında, kim hangi dilde konuşuyorsa o dilin ait olduğu millete dâhil edilmişti. Böylece ülke, yeniden elemin koyu kara bulutlarına bürünmeye başladı.
“Kruşçev Ilımlılığı”, beklenen neticeyi vermeyince sistemce dışlanan vatandaşlar, kendi imkân ve güçlerine, siyasi bilinç düzeylerine göre sosyalist sistemle mücadelelerini arttırdılar. Düşüncelerini açıkça dile getirmeye, bildiriler dağıtıp sosyalist sistemin eksikliklerini ortaya dökmeye başladılar. Başka cumhuriyetlerde olduğu gibi Kazakistan’da da, başka çıkar yol bulamayıp çaresiz kalan insanlar, milli çıkarlarını korumak amacıyla Sovyet iktidarına karşı mücadele için harekete geçmeye başladılar. 1962 yılında Kostanay’ın Rudnıy kenti sakini Mahmet Kulmağambetov, siyasi düşüncelerinden dolayı, Ceza Kanunu’nun 58. maddesine göre 10 yıla mahkûm edildi. Kulmağambetov, Alaş aydınlarının ardından, yeni nesil arasında, milliyetçi olduğu gerekçesiyle tutuklanan ilk Kazak vatandaşı oldu ve adı, Helsinki’deki siyasi mahkûmlar listesine alındı.
Mahmet Kulmağambetov, cezasını çekip çıkınca Batı Almanya’ya kaçtı ve Azatlık Radyosu (Radio Liberty)’de çalışmaya başladı. Mahmet Kulmağambetov, Mustafa Çokay’ın “Bütün Türkistan” görüşünü kendine rehber edinip, Azatlık Radyosu’nun Türkistan redaksiyonunu kuran Karıs Kanatbay, Mavlikeş Kayboldıulı, Davlet Tağiberdi, Jakebay Bapış ve Hasan Oraltay’larla birlikte çalıştı, halkının dertleriyle dertlendi. O, Almanya’da Alman dilinde yayınlanan “Cennetten Jetken Jansavğa Üni” romanının müellifi, filozof-yazar Mavlikeş Kayboldıulı’yla birlikte Ahmet Baytursınulı, Alihan Bökeyhanulı, Mağcan Jumabayulı, Jusipbek Aymavıtulı ve diğer Alaş aydınlarının eserlerini radyo aracılığıyla tanıtıp, kamuoyuna mal etti. Azatlık Radyosu Türkistan redaksiyonunun ilk başkanı olan Mavlikeş Kayboldıulı ile çok yakın dost olmuşlardı. Mavlikeş Kayboldıulu (Asan Kaygı), Leningrad Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü tamamlayan yetenekli bir şair, milliyetçi bir insan idi. Onun 1969 yılında Münih kentinde kimliği belirsiz kişiler eliyle öldürülmesi de Şakarim, Amire, Estay’ların ölümleri gibi muammalı bir olaydır. O, Kazakistan’daki zulmü Batı ülkelerine duyurup, haberdar olmaları için çalışıyordu. Alaş aydınlarının sesi olmuştu.
İnsanın fert olarak değeri, manevi gelişimine bağlıdır diye kabul edilir. Komünizmin denetimi altındaki sosyalist ideoloji, “halkların hapishanesi”ne dönüşen Sovyetler Birliği’nde yaşayan halkların maneviyatlarını planlı şekilde zayıflattı. Bu hücuma en çok maruz kalanlar ise Kazaklar oldu. Sosyalist ideolojinin bu başarısı, mankurtluk zihniyetinin zemin bulmasına ortam hazırladı. Açlık ve savaştan bezgin düşüp gücü tükenen, aydınlarının hemen hepsini kaybeden ve kendi de soykırıma maruz kalan Kazak halkının manevi gelişimi, onlarca yıl boyu sürecek bir kesintiye uğradı. Milli değerleri korumak zorlaştı.
Komünist Parti, ilk olarak geçmişini bilen, bugününü araştırıp inceleyebilen dirayetli aydınlara karşı bir kampanya başlattı. Alaş aydınlarının keskin zekâsına, çok yönlü bilgilerine, milli ruhuna karşı duramayan Sovyet yönetimi, onların hepsini katletti. Amaç, yedi ceddini, soy-sopunu tanıyıp büyüyen, neslini bilerek yaşayan, dost canlısı Kazak halkını açmaza düşürüp, çaresizliğe duçar ederek birlik ve beraberlikten ayırmaktı. Bunda belli bir başarıya da ulaştı. Bir süre sonra geçmişini unutan, bugününü anlayamayan, geleceğini göremeyen yeni bir nesil vücut bulmaya başladı. Bilimsel komünizm eğitiminin sonucu olarak, yalan olduğunu bilse de, öğretilenlere, Kur’an’a inanır gibi inanan yeni bir insan tipi inşa edildi. Geçmişinin zenginliğinin farkına varamayan, yiyip-içip, yüzeysel bir şekilde yaşayarak, hallerinden memnun olanların sayısı arttı. Tarihi hafızası, vicdanı olmayan; fakat, enternasyonalist düşünceyi benimsemiş yarı cahillere geniş meydan açıldı. Ülke yönetimine; korkak, dönek, ruhsuz ve halkına yabancılaşmış insanlar getirildi. İhtilalci sosyalizm düşüncesini destekleyenlerin sayısı arttı. Dil, bozulmaya; kültür, harap olmaya başladı. Geçmiş tarihimiz, tümüyle, feodalizm kalıntısı olarak nitelendi. Ata geleneklerinden iğrenenler ortaya çıktı.
Bir zamanlar Türkistan’a Turan denirdi,
Yiğit Türk’üm Turan’da doğup büyüdü.
Turan’ın dolambaçlı yazgısı var,
Başından geçmişti nice güzel zamanlar.
diye seslenen Mağcan Cumabayev’in tüm Türk dünyası halklarının milli marşına dönüşen “Türkistan” şiirinin dizeleri unutuldu. Totaliter sosyalist sistem, Kazak halkını, giyecek giysisi, karnının tokluğu ile savaş olmaması düşüncesinden öteye geçirmedi. Kazak, yalandan sırtının sıvazlanmasından, yalan övgüden mest olur hale geldi.
Milletinin geleceği kaygısıyla onun tarihini araştırıp, eğitimleri için ders kitapları yazıp, milli kimliği inşa etmeye başlayan Alaş aydınlarının ortadan kaldırılmasıyla, halk, sahipsiz kaldı. Mağcan Cumabayev gibi şairler, Kazakları bir bütün olarak dizelerine konu ederlerken; devrimin yalan rüzgârına kapılmış, düzenin adamı şair ve yazarlar ortaya çıkıp, sosyalist-enternasyonalist düşüncenin borazanlarına dönüştüler. “Halk şairleri”, Kazak halkını elemin kanında boğan Komünist Parti lideri Stalin’i övebilmek için kelime bulmakta zorlandılar.
Sovyet yönetimi, siyasetle hiç ilgisi olmayan, Kazak kültürünün halk arasındaki temsilcilerini de sürgüne mahkûm etti. Karıncayı bile incitemeyecek kadar narin ruha sahip Amire Kaşavbayev (Kaşaubayev)’in ölümü, halk tarafından sevilen şair Estay’ın kimliği meçhul kişilerce katledilmesi can yakıcıydı. Amire Kaşavbayev’in, 1925 yılında Paris’e yaptığı çok ilgi uyandıran seferi sırasında Mustafa Çokay ile görüştüğü gerekçesiyle gizli polis teşkilatı NKVD’ce sorguya alınıp, bir gece içinde aniden ortadan kaybolması hiç sorgulanamadı. Amire’nin cesedi, ancak 1974’te bulunabildi. 1931 yılında kurşuna dizilen halkımızın ünlü şairi Şakarim’in kemikleri de aradan otuz yıl geçtikten sonra, 1961’de toplanıp, toprağa verilebilmişti.
Kazak halkı, Komünist Parti Kazak Bölge Komitesi Sekreteri F. Goloşekin[10 - Filipp İsayeviç Goloshchyokin: Bu görevi 1925-1933 yılları arasında yürüttü (ç.n)] yönetiminin kıyımıyla 70 bin aydınını kaybetti. Fransızlarda, “bir âliminden vakitsiz ayrılan memleket, bir asır geride kalır” denilen söz varmış; biz ise, tüm âlimlerimizi, aydınlarımızı aynı anda kaybettik. Bunun sebebi maruz kalınan sömürgeci siyasetti. XX. asrın 20’li yıllarına kadar, Kazakların öz tarihi adlarıyla değil, 200 yıldan fazla, “Kırgız” olarak adlandırılmalarının bizatihi kendisi de sömürgeci siyasetin bir sonucuydu.
Sosyalist ideoloji, Sovyetler Birliği döneminde Kazak halkının zevk ve alışkanlıklarını kökten değiştirdi. Halkın idrak ve dünya görüşü, Sovyet ideolojisi çemberi ile sınırlandı. Göçebe hayat tarzının getirdiği serbestlik, Kazakların başka ülkelerin değerlerini çabuk benimsemesini kolaylaştırdı. Başka bir medeniyet biçimini benimseyen herhangi bir toplumun, belli başarılar elde etse de, kendi kutsal değerlerini kaybedeceği muhakkaktır. Sovyetler Birliği’ndeki diğer milletlerle karşılaştırıldığında, Kazaklar, kendi gelenek-görenekleri ve kültürel miraslarını daha çok kaybettiler. Buna dayatılan sınıf mücadelesi de eklenince, milli şuur zayıfladı. Art arda gelen çetin zamanların çokluğu, Kazakların milli varlığını türlü sıkıntılı dönemlerden geçirdi. Başkasına bağımlılık, Kazak kavmini köklerinden uzaklaştırarak ağır eziyetlere karşı karşıya bıraktı. Ne var ki, milli ruh zayıflamasına rağmen tarihi devamlılık bilinci tamamen yok olmamıştı.
Kazak halkı, başından onca zorluklarla dolu zamanlar geçirse de, bağımsız devlet olma özlemini hep yaşattı. Hürriyetini, ata mekânını, toprağı ile mülkünü korumayı bildi. Kazak kadınları, yüzlerle binlerle, yurda sahip çıkacak yiğitler, düşmanına karşı at sürecek baturlar dünyaya getirdi. XVIII. yüzyılın ilk kırk yılı içerisinde Kazak halkına, Cungarlar, İdil Kalmukları ve Başkurtlar dört bir yandan saldırarak halkın üçte ikisini kırdılar. Ne var ki Kazakların topraklarına sahip olamadılar, bu yerlerde kalıcı olamadılar. Kazakların; ülkelerini, ata topraklarını korumaya her zaman kudretleri, güçleri yetti.
Halka, her yüzyılda bir, yaşantılarında parlak bir dönem, “alplar dönemi” hediye edilir. Kazaklara XVIII. asırda, yurdum için savaşacağım diye attan inmeyen baturlar bağışlandıysa, XX. asrın başında da bir “aydınlar grubu” bağışlandı, dünyaya Alaş mensupları geldi. Manevi ihtiyaçların, milli karakteri tarih sahnesine çıkarması da bir diyalektik kanundur. Bunun gereği olarak, halkın yarını söz konusu olduğunda, onun ar-namusu, ülkenin geleceği için mücadeleye hazır, milliyetçi, cesur, bilgili ve kahraman insanlar gün yüzüne çıkar.
Kazaklar, “Atanın sanatı, oğula mirastır” derler. Kazak halkı, sadece ata-baba yolunu devam ettirmede değil, yıllar boyu felakete maruz kaldığında bile, toprağını korumayı, ileri görüşlülüğü ile gelecek nesle örnek olabilmeyi başardı.
XX. yüzyılın 60’lı yıllarında Kruşçev Ilımlılığı ile imkân bulup uyanan milli mizaç, milli şuuru her yönüyle harekete geçirdi. Sovyet cumhuriyetlerinde milliyetçilik büyük bir yükseliş gösterdi. Özellikle, milli entelijansiya ile öğrenci gençlerin teşkilatlanmaları, milli kurtuluş hareketlerinin itici gücüne dönüştü.
Atalarından kalan namları, ana-baba gelenekleri, başkalarına örnek olacak örf-âdetleri ile heybetli güç-kuvvet sahibi olan halkın o yıllarda içine düştüğü durum karşısında, Kazakistan dışında eğitim gören gençler umursamazlık gösteremediler. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarında bin dört yüzden fazla Kazak genci, aynı anda Moskova’da eğitim alıyordu. Ruhu yüce insanlar, nerede yaşarlarsa yaşasınlar uyum içinde olurlar, sesleri birlikte çıkar. Kazak gençleri, her ne kadar Sovyetler Birliği’nin dört bir yanında, uzak mesafelerdeki çeşitli cumhuriyetlerde yaşasalar da, birbirlerini görmeden, işitmeden de aynı hedeflere yönelmeyi bildiler. Milletlerine olan sevgileri, onları çok işleri halletmeye, faydalı işler yapmaya yöneltti. Ülke dışında eğitim almakta olan gençlerin bir araya gelme arzuları, zamanın talebinden, var olabilme kaygısından doğmuştur dersek hata etmiş olmayız.
Büyük yazar Muhtar Magavin, XX. yüzyılın 60’lı yıllarının ortasında Kazak maneviyatında yeni bir uyanış başladığını ifade eder. O sıralarda milli anlayışa, manevi hayata sahih bir bakış ortaya çıkmıştı. Kültür, edebiyat ve tarih alanlarında Kazak kavmi hakkında değerli eserler ortaya konuluyor, milli kimlik görünür hale geliyordu. Açlık ile savaştan ancak kendine gelip, toparlanıp, yaşantısı düzelmeye başlayan ülkede millilik, vatanseverlik şuuru uyanayım demeye başlamıştı.
Tarihin akışı, her bir halka kendini geliştirebilmesi için fırsatlar sunar. Tarihte “nazik zaman” olarak vasıflanan dönemler olur. Bu dönemlerde, milli şuur uyanıp, serpilmeye başlar. Böyle bir tarihi fırsatı iyi değerlendirebilen, bundan dürüst ve etkili şekilde faydalanabilen milletler büyük başarılara erişirler. Eğitim ve diğer alanlar da yoluna girer. Milletin sahip olduğu iyi nitelikler ortaya çıkar. Aydın, eğitimli ve milliyetçi insanların yıldızları parlayıp, yükselir. Bu sırada gelişme seviyesi, düşüncesi, karakteri, zihniyet ve motivasyonu yüksek, gayreti güçlü olursa, halk da kendi isteklerine ulaşır. Bağımsız devlet olup, gönlündeki arzular gerçekleşir; ekonomisi gelişir, geçim durumu iyileşir. En önemlisi de, milli ruh uyanır, halk kollarını sıvayıp önüne büyük-büyük hedefler koymaya başlar.

Arzu Geçitleri
Genç Tulparlılarda kurtuluş hareketi ile ilgili fikirler, işte söz konusu bu 1960’lı yıllarda uyandı. Sovyetler Birliği’ndeki siyasi değişim, milletini seven genç kadın ve erkekler üzerinde etkisini gösterdi. Özellikle Genç Tulpar Cemiyeti’nin gelecekteki lideri Murat Avezov, toplumdaki siyasi değişmelerin özünü çok iyi kavramıştı. Bu noktada, Alaş aydınlarının topyekün katliamından kurtulabilen tek kişi olan (babası) Muhtar Omarhanulı Avezov’un tarihi bir rolü vardır.
Büyük yazarın görkemli tarihî eserleri, özellikle de “Kıylı Zaman” (Zorlu Zaman) hikâyesi, gençlerin düşünceleri üzerinde büyük etkide bulundu. Muhtar Avezov ile oğlu Murat arasında yapılan ülkedeki hayat, halkın geleceği, kültür ve dilin kaderi hakkındaki konuşmalar, Genç Tulpar Hareketi’nin fikri ön şartlarını hazırladı. Muhtar Avezov, 1961 yılı temmuzunda dünyadan göçene kadar, Alaş düşüncesinin beslenme kaynaklarını oğlu Murat’a aktarıp, onu yetiştirdi.
Kazakistan’ın iktisadi gelişiminin karanlıklar içinde olması yanında, sadece kültür ve dilinin kaybedilmesi değil, Kazak halkının tüm değerleriyle birlikte tarih sahnesinden yokolması tehlikesi vardı. Dili ile milli hasletlerinden ayrılmaya başlayan Kazakların kadim kültürü de, sosyalist ideolojinin tesiriyle enternasyonalist, milli kimlikten yoksun bir mahiyet almıştı.
Böyle bir ahvalde, Muhtar Avezov’un, oğlu Murat’tan ne kadar ümitli olduğunu, ondan ne çok şey beklediğini, milletine yararlı işler yapacağına gönülden inandığını, yazarın, memleketindeki dostu Kamen Orazalin’e yazdığı mektupta görmek mümkündür. Semey şehrindeki dostlarına, oğlu Murat’ı halkla tanıştırmalarını rica etmesinde büyük bir siyasi öngörü de bulunmaktaydı.
Hakikat, ancak halkla gerçekten karışıp, onun taleplerini, ihtiyaçlarını kendi gözlerinle gördüğünde anlaşılır. Ayrıca Semey, Alaş aydınlarının şehriydi. Ulu Abay’ın ruhunun korunduğu, aydın, emsal olma vasfı taşıyan bir yerdi; ülkenin kaderinde her zaman örnek olacak bir geçmişe sahipti.
Babası Muhtar Avezov hayattayken aktardığı hatıralar, fikirler, onunla yaptığı bire bir sohbetler, ondan edindiği engin tecrübeler, şimdi, genç Murat için bir öğüt, bir vasiyet haline gelmişti ve onu harekete geçmeye yöneltti. 1961-62 yılları, Murat Avezov’un, babasının ülkülerini gerçekleştirmenin yollarını aradığı yıllar oldu. Moskova’daki sosyal ortam, ülkede gerçekleştirilen siyasi reformlar da bu arayışa girişini kolaylaştırdı. Diğer yandan Sovyet başkentindeki gençlerin kendi aralarındaki müşavere ve fikir alışverişleri de onları, giderek somut faaliyetlerde bulunmaya sevketti. Ülkeleri (Kazakistan) ile bağlantı kurup, propaganda faaliyetlerinde bulunabilmeleri için fırsatlar doğurdu. Bunları yaparken, Abay[11 - Abay Kunanbay (1845-1904):Büyük şair ve düşünür. Modern Kazak düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunan en önemli şahsiyetlerden biridir. (ç.n.)] ve Mahambet’in[12 - Mahambet Ötemisulı (1804-1846): Kazak topraklarını istila etmeye başlayan Rus Çarlığı’na karşı halkı silahlı ayaklanmaya çağıran ilk Kazak ozanıdır. (ç.n.)] şiirleri gençlere güç veriyordu.
50’li yılların sonunda, Kazak medeniyetinin göğünde parlak bir yıldız belirdi. Bu, Olcas Süleymanov idi. Onun “Argımaktar” adlı şiir külliyatı, Kazakistan dışındaki gençlerin başucu kitabına dönüştü. Moskova’daki Murat Avezov liderliğindeki Kazak gençlerinin Olcas Süleymanov ile sıcak şekilde yakınlaşmaları, onların milli ruhunu güçlendirdi, özgüvenlerini yükseltti.
Gençler, “Kazakistan, ne zaman büyük ülke olup, çağdaş uygarlık sahibi devletlerin arasına girebilecek; başını kaldırıp insanlığın ilerleme kervanına katılabilecek; Kazak ülkesi niçin geri kaldı” gibi sorulara cevap aramaya başladılar. İçine düştükleri çaresizlikten çıkaracak yollar araştırdılar. “Batur ataların torunları, nasıl oldu da, az sayıdaki komünistlerin, onun cüce temsilcilerinden biri olan F. İ. Goloşekin’in, halkın yarısını açlıktan kırmasına seyirci kalabildiler? Oğlu, babasına bakıp ok yontan, kızı anasına bakıp elbise biçen, atalarının ruhuna saygı gösterip manen güçlenen er yürekli halkı bu kadar zulme tahammül gösterip oturmaya sevk eden ne oldu? İnsanları, akrabaları, kardeşleri açlıktan kırılıp giderken ülke yönetimindeki Kazakların kursaklarından nasıl yemek geçebildi; biz, kadim bir medeniyetin mirasçısları olarak, neden tarihin akışının gerisinde kalıyoruz?” gibi düşünceler, Genç Tulparlılara, yatarken de dururken de rahat vermedi…
Kendi fikri olmayan adam, milli değerleri tanıyamaz, onları bilip, koruyamaz. Maneviyatı zayıf olanların iç dünyaları da zayıf olur. İşte bu husus, komünistlerin niye ana dili, dini, milli değerleri yok etmeye tüm güçlerini sarfettiklerinin cevabıdır. Milli benliğini kaybeden insan, hami olup kendi halkına hizmet edemez.
Alaş aydınları, eski zaman kahramanlarının yiğitliklerini boşuna anlatmıyorlar, halka nasıl hizmet yapılması gerektiğinden boş yere konuşmuyorlardı. Onlar, kendi milletini seviyor, özgüvenini güçlendiriyorlardı. Kazaklara, gözü kapalı kahramanlığı değil, ulus olup bir araya gelebilmenin yollarını gösteriyorlardı.
Genç Tulparlılar, Alaş aydınlarını işte böyle öngörülü, sağlıklı bakış açıları, geleceği doğru tahmin edebilme becerilerinden dolayı kendilerine pir yaptılar. Onlar yoluyla, manen güçlü olamayanların geleceklerinin şüpheli olacaklarını iyi kavramışlardı; bu amaçla, manen güçlü olabilmenin kaynağını kendi medeniyet ve tarihlerinde aradılar.
Kazak gençleri, Moskova’da yaşarlarken, milli bakış açılarına uygun olarak milli müziğe çok önem verdiler. Medeniyet kaynağı olarak türkü ile destan, milli bir haslet halini alarak Kazakların kanına sinmiştir. Türkü; vatana, doğulan yere özlemdir. Öğrenciler, elde ettikleri fırsatları boşa harcamayıp, birbirlerini arayıp sorup bir araya geldiklerinde, ülkeleri hakkındaki sohbetlerini şarkı-türkülerle sürdürüyorlardı. Türkü ve ezgiler, vatana olan özlemi de dindiriyordu…
Vatan özlemi, Kazak için hayatın bir nimetidir… Bu duygu ebedidir. Öldüğünde bile mezarına birlikte girer…
Gençler, genellikle Abay’ın türkülerini söyleyip, şiirlerini okuyarak, “Abay Yolu” destanından parçalar söyleyerek Kazakça öğrenip konuşmayı da alışkanlık haline getirdiler. Darmen[13 - Darmen: Muhtar Avezov’un “Abay Yolu” romanının kahramanlarından biri. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’indeki Asım’ı andırır. Modern eğitim almış olmakla birlikte, kendi köklerinden kopmamış, vatanı ve milletini seven, dürüst ve çalışkan bir karakterdir. (ç.n.)]’in monologlarını, İlyas Jansügirov (Cansügirov)’un “Gimalay (Himalaya)” şiirini ezberlediler. Kazak gençleri, Moskova’nın dışına çıkıp, Pravdinskoye Gölü’nün, Pahra Irmağı’nın kıyısında gezintiler yapıp, “Ak Süyek (kemik)” oyunu oynuyorlar; atasözü ve özdeyiş yarışmaları düzenleyip, sofralar serip, şiir ve türkü ile hasret gideriyorlardı.
Diğer yandan gençler arasında ülkelerinin geleceğiyle ilgili sohbetler, ülkelerinin kültürünü tanıtmaya yönelik faaliyetler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Şehir dışından elektrikli trenle Moskova’ya gelirlerken, Asiya Muhambetova, Korlan Rahimbekova gibi kızlar, yol boyu Kazak şarkıları söylediklerinde, vagon içindeki insanların onlara eşlik edip, Kazak gençlerine iltifat etmeleri artık alışkanlık olmuştu.
Yeniden Murat Avezov’a dönersek, onun siyasi kişiliğinin erken yaşlarda gelişmesinde anası Fatima Gabitovna’nın da emeği çok büyüktür. Fatima Gabitova, çok bilgili bir insandı. Kazakların üç seçkin kişisinin eşi olmuş olan Fatima Ana,[14 - Fatima Gabitova’nın ilk eşi, Kazak Ceditçilerinden Bilal Suleyev (1893-1937)’dir. 1926 Bakü Türkoloji Kurultayı’na katılan Kazak temsilcilerinden biri olan Suleyev, Sovyetler tarafından 1937 yılındaki aydın katliamları sırasında kurşuna dizilince, Fatima Hanım, ünlü şair ve yazar İlyas Jansügurov (1894-1938) ile evlendi. Ne var ki Jansügurov da 1938’de katledildi; bunun üzerine Muhtar Avezov (1897-1961) ile hayatını birleştirdi. Yazar, “Kazakların üç seçkin kişisi” derken, bu üç önemli aydını kastetmektedir. (ç.n).] ömür yolculuğunda birçok kez sürgüne uğramış ama hiç kimseye onurunu çiğnetmemiş, güçlü bir medeni dünya görüşüne sahip bir insandı. Kazak halkının asil nesli Alaşlıların yaşadıklarının tam ortasında yer almış, onlara layık bir duruş sergilemiş, zor zamanlarda onları cesaretlendirmeyi bilmiş bir kişiydi. O, oğlu Murat’a da hep cesaret aşılamış, her adımını yakından takip ederek siyasi dünya görüşünü, faaliyetlerini destekleyici bir tutum takınmıştır. Moskova’daki Kazak gençlerinin atasözü-özdeyiş yarışması düzenleyeceklerini duyan Fatima Ana’nın, 100 atasözünü, daktiloyla 5 kopya olarak yazıp göndermesi de buna delildir.
Genç Tulparlılar, siyasi reformların verdiği sosyal imkânlardan kendi amaçları için doğru şekilde faydalanmayı bildiler. Bu bağlamda Moskova Devlet Üniversitesi Fizik Fakültesi öğrencisi Galım Abilseitov’tan da bahsetmek gerekir.
O, sözkonusu yıllarda Sovyetler Birliği Öğrenciler İnşaat Kolu Lideri idi. Öğrenci inşaat kollarının yanında gençlik kültür grupları de kurulmuştu. Bu tür kültürel propaganda birlikleri, yarışmalara katılmak suretiyle, başka yerlere gidip gösteri yapabilmeye “yol belgesi” alabiliyorlardı. Bunun için kültürel faaliyetlerin, bu sırada verilecek derslerin gerek nitelik gerekse içerik bakımından yüksek seviyede olması gerekiyordu.
Nihayet 1963 yılı baharında, Galım Abilseyitov’un tavsiyesi ile geleceğin Genç Tulparlıları, “Genç Tulpar” adıyla bir topluluk kurarak yol belgesi alabilmek için yarışmaya katıldılar. Moskova Halk Sanatevi yetkililerinden oluşan komisyon üyeleri, programlarında birçok ulusun şarkılarının yer aldığı, yetenekli gençlerden oluşan bu topluluğu, oybirliğiyle birinci seçtiler. Konser sunucusu Abdilda Botbayev ile solistleri Korlan Rahimbekova, N. Baybulayeva, Yersayın Tapenov, Jambıl Baspayev, Jenis Koyşıbayev, Mırzağali Şotbayev, Aldar Tungışbayev, Marat Seydalin ve diğer gençler kalabalığın gönlünü fethettiler. Bu, Genç Tulparlıların ilk başarısıydı ve hükümetten destek bulmaya, maddi meselelerinin çözülmesi imkânı sağladı. Bu sayede, konser programlarının dışında dersler verme, propaganda yürütme imkânı elde ettiler.
Genç Tulparlılar konser programlarına, (Kazakistan’ın) Jambıl (Cambıl) Bölgesi’nden başladılar. Orada, aralarına Taşkent’ten gelen şarkıcı Pulatİldarov da katıldı. Asiya Muhambetova o ilk başarı günlerini bugün de unutmuyor:
“… Bizim Moskova’da devlet üniversitelerinde okuyan 14 öğrencimizden oluşan temsil ekibimiz, Komsomol[15 - Konsomol: SSCB Komünist Parti Gençlik Teşkilatı Genç Komünistler Birliği. (ç.n.)]ilçe komitesi tarafından düzenlenen eleme yarışmasında birincilik kazandı, -bizim o zaman nasıl sevindiğimizi, diğer grupların şaşkın hallerini bir görseydiniz!– ve yol izin belgesini aldı. O heyecan verici günü, tüm ayrıntılarıyla hayatım boyunca unutmayacağım. Konser programında Kazak ve Rus dillerinde şarkıların yanı sıra İngilizce romantik şarkılar da vardı; ben, ekibe, çok hızlı öğrendiğim yedi telli gitarla eşlik ettim. Ayrıca basit dille yapılan hicivler sahnelendi, şiirler okundu; Mırzagerey, dombırada “küyler” çaldı. Bu program, amatör bir grup tarafından sahnelenmiş olsa da çok samimi ve neşeliydi.
Bizi, Jambıl Bölgesi’ne yönlendirdiler. Orada köy gençleri ile sohbet ettik, gündüz futbol, voleybol ve şehirde adını duymadığımız Kazak milli oyunlarını oynadık. Konserler, akşamları düzenleniyordu ve halk bizi çok iyi karşılıyorlardı.
Murat, konserden sonra kendinin hazırladığı dersler veriyordu. Onun dersleri çok büyük ilgi görüyor, derslere, her yaş grubundan insanlar katılıyordu. Neredeyse tüm köy sakinleri, 7’den 77’ye herkes geliyor, sohbet saatlerce sürüyordu.
Ve böylece, onun neden bu programı düzenlediği ortaya çıktı. İnsanlara, uluslararası durumu ve o sırada resmi olarak açıklanmamış olan Çin ile ilişkilerin kesilmesi hakkındaki gelişmeleri de anlatıyordu ama vaktinin asıl kısmını bambaşka meselelere ayırıyordu. Mesela, 1961’de çiftçilere pasaport verme yasağı kaldırılmıştı. Buna rağmen yetkililer, gençleri köylerde tutmaya çalışıyor, onlara pasaport vermiyorlardı.[16 - SSCB döneminde, pasaportu olmayan köylü, şehirde ikamet edemiyordu. İkamet olmadan da iş bulmak ya da okumak mümkün değildi. (ç.n.)] Murat, gençlere, pasaport almanın yasal hakları olduğunu, kimseden korkmamalarını, amaçlarına ulaşmaktan vazgeçmemelerini, mutlaka şehre gitmeleri ve eğitimlerine üniversitelerde devam etmelerini öğütlüyordu.
Ve bu öğütler de etkisini hemen gösteriyordu. Gençler, okumak için nereye gitmeleri gerektiği konusunda tavsiye almak için geliyorlar, yetişkinler de onunla kendi sorunlarını görüşüyorlardı. Bir defasında çocukluğundan itibaren dedesinden Arapça öğrenen ama eğitimine nasıl devam edeceğini bilemeyen bir genç geldi. Murat, o gencin Moskova Devlet Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Fakültesi’ne girmesine yardım etti. İşte o günlerde Amangeldi Sembin ile karşılaştık. Benzersiz güzellikte bir tenora sahip bu genç, bizim yardımımızla Moskova Konservatuvarı’na kayıt yaptırdı. Her ne kadar konservatuvarı tamamladıktan sonraki sanat kariyeri çok erken sona ermiş olsa da, pek çok insan, onun nadir sesi ve şarkı söyleyiş tarzını hâlâ unutamıyor.
Murat, çok kişiye buna benzer, kaderlerini değiştirecek konularda yardımcı oldu. O, daha yirmi yaşındayken bile, bilinçli şekilde, insanlarına hizmet etme misyonunu üstlenmişti.”
Kazak halkının “nazik dönemi”nde, Moskova’da “Genç Tulpar Uyumu” yani “Genç Tulpar Cemiyeti”nin 1963 yılının kasım ayında resmen kurulup tarih sahnesine çıkması, işte böyle bir süreçteki ihtiyaçtan doğdu. Genç Tulparlılar, Sovyet iktidarının dayattığı “enternasyonalizm” ideolojisinin Kazak halkının can damarını baltalamakta olduğunun farkına varmış ve buna duyarsız kalamamışlardı. Enternasyonalizme ise ancak milli değerlerle, Kazak sanatıyla karşı koyulabileceğini anlamışlardı. Çünkü hayatta karşılaştıkları dert tasaları, düşüncelerini sanatın bediî dünyası vasıtasıyla geniş kitlelere ulaştırmak, Kazakların iliklerine işlemiş bir ata mirasıydı.
Cemiyetin kuruluş günlerini Aymukan Tavcanov şöyle hatırlıyor:
“1963 yılı 6 kasımında, bizim enstitünün (Moskova Enerji Endüstrisi Enstitüsü) yemekhanesinde Kazakistanlı öğrencilerin ilk kez bir araya geldikleri bir gece düzenlendi. Bu gecede, Genç Tulpar Cemiyeti kurulup, başkanlığına Murat Muhtar oğlu Avezov seçildi. Ben cemiyetin eğitim bölümünün -Moskova’daki Kazak gençlerin okuduğu birkaç enstitünün- sorumlusu tayin edildim.
O zamanlar Kazakistanlı gençler, farkına bile varamadan, eğitim kurumlarının yöneticileri tarafından okullarından çok kolay atılabiliyorlardı. Kazak öğrencilerinin kaderi, onların elinde oyuncağa dönüşmüştü. Benim görevim bu meseleyle ilgilenmek, uğraşıp çözmek idi. Çabalarımız sonuçsuz kalmadı. Moskova’daki Kazakistan Temsilciliği’ne gidip, orada çalışan Galım Süleymanov adlı ağabeyimize danıştım. Kazakistanlı öğrencilerin kaderi sözkonusu olduğunda Temsilciliğin de bu işe dâhil olmasını, devreye girmesini rica ettim.
Ağabeylerimiz bu öneriyi desteklediler. Sonuç olarak, bu tür girişimlerimiz sonucu, Kazakistanlı öğrencilerin Temsilciliğin haberi olmadan okuldan atılamayacakları konusu, hukuki bir zemine kavuştu; diğer yandan biz de, Temsilcilikle sıkı iletişim kurma imkânı elde ettik. Bu arada, Genç Tulpar teşkilatı adına düşük gelirli öğrencilere maddi yardım talep etme hakkındaki başvuru belgelerini Temsilciliğe ulaştırma işi de benim sorumluluğuma verildi.
Sevindirici olan ise Temsilcilikte çalışanların Kazak gençlerine oldukça samimi bir yakınlık gösteriyor olmalarıydı. Temsilciliğin yerleştiği bina, küçük Kazakistan haline gelmişti. Orada bizim “Genç Tulpar” adını taşıyan duvar gazetemiz de sürekli asılı dururdu.”
Bağımsızlık özlemiyle ortaya çıkan bu ilk gençlik hareketinin öncüleri Murat Avezov, Bolathan Taycan, Altay Kadırcanov, Anvar Sartbayev, Bolat Hisarov, Temirhan Bektibayev, Serik Baykenov, Makaş Tatimov, Sovyetkazı Akatayev, Marat Baltabayev, Bazar Damitov, Cenis Ömirbekov, Beken Duysebayev, Kutcan Kunapina, Jemile Avhadiyeva, Kalkaman Tilevhanov, Ömirserik Kasenov, Aldar Tunğışbayev, Asiya Muhambetova, Ağlaş Jaldıbayeva, Rahima Maşşanova, Arlop Ahmetov, Sara Tınıştığulova, Dameş Belesarova, Roza Süleymenova, Amangeldi Sembin, Mukan Orınbekov, Bekeş Şakirbayev, Aymukan Tavcanov, Ravşanbek Avsattarov, Roza Berdiğaliyeva, Nurlan Abişev, Sagıntay Toytanbayev, Şuga Aldabergenova, Şarapat Japarov, Kazbek Tattibayev, Marat Seydalin, Mırzağali Şotkaliyev, Roza Japparova, Meriyem Bekeşova gibi gençler oldu. Genç Tulparlıların hemen hepsi, Rusya’da okuyan, düşüncelerini iyi ifade edebilen, konuşmaları keskin, lider ruhlu ama mütevazı Kazak oğul ve kızları idi.
Nasıl ki, Alaş aydınları; Korkut Ata (Dede Korkut), Asan Ata,[17 - Asan (Hasan) Ata: Asan Kaygı: 14.yy sonu-15.yy’ın ilk yarısında yaşamış ünlü ozan ve devlet adamı. (ç.n.)] Buhar Jırav[18 - Buhar Jırav (1693-1789): Kazakların sesi olarak ün salmış şair, “jırcı”. (ç.n.)] gibi milletimizin altın cevherlerinin devamı iseler, Alaşlıların ülkü ve düşüncelerini kendilerine bayrak yapan yeni kuşaklar da, “Ben Kazak’ım!” diyerek onların izinde tarih sahnesine atıldılar. Yerinde olan düzelir; tevekkülün gemisi batmaz ve risksiz yol alınmaz. Geçmişten aldıkları güç-kuvvet ve şeref duygusuyla göğüsleri kabaran Kazak gençleri, mücadeleye atılmadan duramadılar. Genç Tulparlılar da, Alaş aydınları gibi, önderlerin bilgili olacağı, toplumun güçlü ve başı dik, halkın mutluluk içinde yaşayacağı bir dönem tasavvur ediyorlardı.
Milli varlık endişesi, gelecek neslin durumuyla ilgili kaygılar Moskova, Leningrad ve diğer Rusya şehirlerinde okumakta olan Kazak gençlerini bir araya getirdi. Onlar genç olsalar da, halkın kaderi için kendi sorumluluklarının idrakindeydiler. Medeniyet yürüyüşünde, Kazak toplumunun geçmişini unutmadan kendisine layık yere sahip olmasını istiyorlardı. Bu hareketleriyle, insanlık tarihinde yapılan her şeyin temelinde milli varlık olduğunu gösterdiler.
Kazak halkının milli, siyasi şuurunun şekillendirilmesinin zirvesi Alaş hareketi ise, bu büyük ülküyü, kırk yıl sonra halka aktarmaya gayret eden de Genç Tulpar teşkilatı olmuştur. Murat Avezov, kendi hatıralarının birinde Genç Tulpar’ın kuruluş amacını şöyle anlatır:
“Biz, kendimizin kim olduğunu, tarihimizi bilmek istedik. Kazak ulusuna yapılmakta olan adaletsizlikleri gördük. O sıralarda Kazak okulları kapatılmaya başlamıştı. Semey Poligonu’nda nükleer denemeler yapılıyordu. Kazakistan’ın beş eyaletini içine alan “Bakir Topraklar Bölgesi” kurulup, oraya dışarıdan kaç türlü insanlar getirilmişti. Bu beş eyalet için sadece bir Kazakça gazete çıkarılırdı, o da Rusça baskının çevirisi olarak. Büyük Açlık felaketi hakkında duyduklarımız da vardı. (Ama) bunu araştırabilecek hiçbir kaynak yoktu. Sadece ata-analarımızın, yaşlıların hatıralarını dinlemiştik. Hakikatin üstünün açılmadığını gönlümüz seziyordu. Kazakların kurşuna dizilen şair ve yazarları, Alaş aydınları ve başkaları da vardı. Bütün bunlar bizim gibi heyecanlı gençlerin zihnini meşgul ediyordu. Bizim düşüncelerimiz bu şekilde oluşmaya başladı. İkinci ve üçüncü sınıftan başlayıp ekonomi okuduk. Kazakistan’ın, hammadde merkezi olmasına rağmen, sömürgecilik siyasetinin kurbanı yapıldığını idrak ettik.
Bolathan Taycan (Tayjan) , Altay Kadırcanov, Anvar Sartbayev ve ben, dördümüz bir buçuk ay içinde 46 öğrenci yurdunu dolaşıp tanıtım çalışmaları yaptık. Gittiğimiz yerlerde Bolathan ile Altay, Kazak şarkıları söyler, İlyas Jansügirov’un “Himalay” adlı şiirini okurlardı:
Rahatlar karnı tokken
Öfkelenir aç kalınca,
Sis adettir, karda kışta,
Eksik olmaz başından.
Yaraları kurtlanıp,
Yüzyıl boyunca kokuşmuş,
Bedeni dertle dolmuş…
Böyle derde em olmaz,
Can yaralı, ten hasta,
Himalaya çaresiz, zavallı.
* * *
Himalaya’da kuvvet var,
Kımıldadı onu yığmaya.
Himalaya’da ulu od var,
Bekleyip duruyor, tutuşmaya.
Himalaya’da ağılı ok var,
Kul hediye eder Hüda’ya.
Olursa olur, olduğunca…
Arzulayıp güneşle gök, imkân,
Soranlara niçin böyle?
Söyler o zaman Gımalay!
Bu şiir, Kazak gençlerinin ruhunun yücelten bir şiir oldu.
Böylece, Moskova’da okuyan Kazak gençlerini bir araya getirdik. En önemlisi, bugünkü gençlerden farkımız, düşmanımızın belli olmasıydı. O, sömürgeci Kızıl İmparatorluk’tu. Sovyetler’in diğer milletlerin kanını emen bir sömürgeci olduğunu anlamıştık. Bundan dolayı, ona karşı direniş başlattık. Özellikle yabancı ülkelerde bulunmuş, kıvrak zekâlı, siyasi ufuk sahibi bir diplomat olan Bolat Taycan’ın katılması, Genç Tulpar Cemiyeti’ni yeni bir merhaleye taşıdı.”
Her dönemin, herkese göre ortaya koyduğu sorunlar vardır. Buna göre yaşantı, tecrübe, maksat da türlü türlü olur. Genç Tulparlıların vatanın kaderi ile ilgili hedefleri belliydi. Puslu günlerin dünyasında, ne idiğü belli olmayan kavramlara aldanıp ardından yürüyenlerin sayısının çoğaldığı bir zamanda, Genç Tulparlıların siyasi arenaya çıkışı milli ruhumuzun ölmediğini gösteriyordu. Kazakların içindeki milli ruh, hiçbir zaman sönmemişti zaten.
Genç Tulparlılar, başka şehirlerde cemiyet şubelerini açmanın yanı sıra üç istikamette faaliyet gösterdiler.
Birinci istikamet, Kazakistan dışında okumakta olan Kazak gençlerine yardım etmek gibi teşkilatçılık, kardeşliğin güçlendirilmesi ve yardımlaşma meseleleriydi.
İkincisi, kış ve yaz tatillerinde Kazak köylerini ziyaret edip, ülkeyi yakından tanımak, kitlelerle doğrudan temas kurmaktı.
Üçüncü istikamet ise milliyet meselesiydi. Kütüphanelerde milli konularla ilgili kitaplar araştırılıyor, halkın geçmiş ve geleceği vb. hakkında geniş kapsamlı fikir alışverişleri yapılıyordu…
Diğer yandan, her ne kadar program, yalnızca üç istikamette faaliyet yapılmasını öngörmüş olsa da, onlar, önlerine çok boyutlu, kapsamlı hedefler de koymuşlardı. Daha da önemlisi, tarihimizin eksikliğini tamamlama, manevi kimliğimizi onarma için yollar aramayı planlıyorlardı.
Genç Tulparlılar, Alaş şair ve yazarlarının eserleriyle birlikte, Mahambet’in sanatına büyük saygıyla yanaştılar. Onlar, Mahambet’i halk adına konuşan bir yiğit, hürriyet ozanı olarak kabul ederek şiirlerini ezberlediler. “Isatay ve Mahambet” isyanını bir milli istiklal başkaldırısı olarak görüp, ilham aldılar. Mahambet’in hürriyet konusundaki coşkusu, bağımsızlığa duyduğu özlemle Genç Tulparlıların amaç ve ülküleri birbirlerini tamamlıyorlardı.
Milletin derdini dert edinip, kaybettiklerine yas tutan; onun geleceği için kaygılanıp, bu yolda pek çok zorluğa göğüs germiş olan Alaş aydınlarının hayatlarını kendilerine örnek alan Genç Tulparlılar, “şükür” diyerek yola koyuldular.
Böylece o dönemde, Kazakların içinde çeşitli meslekleri profesyonel düzeyde ifa edebilecek gençlerin sayısı arttı. Köy çocukları Almatı’ya, (Kazakistan’ın) önemli eyalet merkezlerine gidebilmek için çaba gösterirlerken, şehirlerde yaşayan Kazak aydınlarının çocukları ise, eğitim için Moskova, Leningrad[19 - Leningrad: St. Petersburg’un Sovyet dönemindeki adı. (ç.n.)], Kiev ve Riga şehirlerine gidiyorlardı. Yetenekli gençler bilhassa da, Moskova ve Leningrad’taki üniversitelerde okuyorlardı.
Yükseköğrenimdeki gençler, halkın geleceği için boyunlarına düşen borcu yerine getirme zamanının geldiğini kavramışlardı. Genç Tulparlılar, Moskova, Leningrad, Kiev ve başka kentlerde, en güçlü eğitim veren, geçmişte şekillenip devam eden demokratik gelenekleri koruyan, ülkenin en ünlü üniversitelerinde okudular. Onların eğitim aldığı, ilişkide bulunduğu çevreler, 60’lı yılların en eğitimli, demokratik ve ileri görüşlü muhitleriydi.
Genç Tulpar Hareketi’nin ortaya çıkışında, Moskova’daki MGU (Moskova Devlet Üniversitesi), Bauman Teknik Meslek Lisesi, İletişim ve Kültür Enstitülerinde okuyan Kazak gençleri faal olarak yer alıp, çok emek sarfettiler. Bauman Teknik Lisesi’nden Bolat Hisarov, İletişim Enstitüsü’nden Anvar Sartbayev, Kültür Enstitüsü’nden Marat Baltabayev gibi mahir gençler, milletin kaderiyle ilgili çabalara büyük katkı verdiler.
Genç Tulparlılar, Alaş aydınlarının milli ülkülerini kendilerine bayrak yapmışlardı. Sanatla ilgili her şey, milli ruhun bir tezahürü olarak kabul ediliyordu. Çünkü Kazak’ın hayatı ile sanatı ikizdir! Bu sebeple, düşüncelerini insanlara sadece coşkulu sözlerle değil, halkın can sarayından çıkan türkü ve ezgiler yoluyla da aktarmaya çalıştılar.
Düşünmeden alıkoyan kölelik zihniyetinden bir an önce kurtulmanın en kısa yolunun, milli kültür ve anadilin sağlıklı şekilde gelişmesiyle doğru orantılı olduğunu da anlamışlardı. Konser gösterileri sırasında Kazakistan’ın dünü, bugünü ve yarını hakkında yapılan konuşmalar verimli ve sonuç alıcı oluyordu. Böylece, kültürel faaliyetlerden yararlanarak siyasi hedeflerini anlatabilme fırsatı elde ediyorlardı. Mahalli haber vasıtaları yoluyla da, yönetimin koyduğu yasakları aşmayı ve faaliyetlerini, Sovyetler Birliği’nin tüm köşe bucağına duyurmayı başarıyorlardı.
Genç Tulparlıların sanat kulüpleri, ilk konserlerini Moskova ve Leningrad kentlerindeki öğrenci merkezlerinde verdiler. Kazak gençleriyle birlikte başka etnik gruplara mensup öğrenciler de Kazak Eli’nin meşhur türkülerini, şarkılarını dinleyip, çok etkilendiler. İcra sırasında, söylenen türkülerin içerikleri Rusça’ya çevrilerek anlaşılmasını sağlamanın yanı sıra yakılış ve ortaya çıkış sebepleri, önemleri üzerinde de duruluyordu. Böylece zorunlu olarak ülkenin tarihine atıf yapılıyor, türkülerin “şecere”si ile ilişkilendiriliyordu. Sara Tınıştığulova, o günleri “Bir evin çocukları gibiydik” diyerek şöyle hatırlıyor:
“O zamanları unutmak mümkün mü? Moskova’daki estrada stüdyosunda şarkı okuduğum yılları hâlâ hatırlıyorum. Kazak gençleri son derece uyumlu, birlik ve beraberlik içindeydiler. Biz birbirimizle öz kardeşmişiz gibi kaynaşmıştık. Gençlerimizin başarıları karşısında bir evin çocuklarıymışız gibi birlikte kıvanç duyuyorduk. O zamana kadar gününü gün etmekle meşgul olan bazı gençler, “Genç Tulpar”ın sayesinde olgunlaşıp, arşivler ile kütüphaneleri mesken tutmaya başladılar. Biz kızlar, delikanlılarımızın başka ulus mensuplarının önünde yol gösterici lider, söz ustası olabildiğini görmekten gurur duyuyorduk. Daha önce köyden dışarı çıkmamış bizler için, “Genç Tulpar”ın faal mensupları, öz ağabeylerimiz kadar bizlere yakın oldular.
Ben, Marat Baltabayev’in sorumluluğundaki “Genç Tulpar Grubu”nun solisti oldum. Repertuvarıma birçok ulusun şarkı-türküsünü kattım. Abay’ın “Karanlık Gecede Dağ Uyuklayıp”ı, halk türküsü “Karğaş”, Şamşi Kaldayakov ile Aset Beysevov’un o yıllarda bestelenen şarkıları bizlerin âdeta sloganları haline gelmişti, sık sık ifa ediliyordu. Moskova’da iken iki kere de televizyon programına katıldım. Bu, henüz öğrenci olan bir şarkıcı için büyük şanstı. Buna, benden önce Genç Tulparlılar seviniyor, toplantı gecelerinde bana saygı ve iltifatta bulunuyorlardı. Onların bu samimi davranışları, bende, özleyip durduğum köyüm Moskova’ya taşınıp gelmiş gibi bir tesir bırakıyordu.
Yabancı bir ülkede Kazak kızlarına destek olan böyle insanlarla birlikte çalışmış olmaktan hâlâ gurur duyuyorum. Genç Tulpar cemiyeti, bana, halkımın örf-adetlerine, sanat ve edebiyatına büyük ihtiramla bakmayı öğretti. “Genç Tulpar” sayesinde halkımın kadrini öğrendim.”
Sara Tınıştığulova, daha öğrencilik yıllarında repertuarına aldığı Şamşi Kaldayakov’un “Benim Kazakistan’ım” şarkısını, hiç çıkarmadan bugüne kadar söylemeye devam etmiş bir halk şarkıcısıdır. “Benim Kazakistan’ım” şarkısının söylenmesinin altında ise bağımsızlık için mücadele ruhunun pekiştirilmesi yatıyordu.
Genç Tulparlılar, baştan itibaren ata-babaların gönlünde bağımsızlık düşüncesinin yattığını, onların bu arzularını Alaş aydınlarının hayata geçirmeye çalıştıklarını iyi kavramışlar, hürriyet uğruna yapılan başkaldırılar ve savaşlarda insanların canlarını ne için feda ettiklerini layıkıyla idrak etmişlerdi. Yetiştikleri çevreler itibariyle Genç Tulparlıların milli mefkûre duyguları ile bilinçleri çocukluktan itibaren şekillenmeye başlamıştı. Kendi tarihlerini öğrenip, diğer milletlerden fazlası olmasa bile eksiğinin de olmadığını anlamaları ise cesaretlerini daha da arttırdı. Er ya da geç, bu halkın bağımsız bir devlete sahip olacağına inandılar. Millete olan güvenleri, hayalleri ile çakışan bu eğitimli ve milliyetperver gençler, hiçbir şeyden çekinmediler. Mücadelelerinin güç kaynağı da; ana dilleri, dinleri, milli kültürleri ile gelenek ve görenekleri oldu.
Milli mefkûre, ulusun başını dik tutmak, onunla şeref duymak ise, Genç Tulparlılar bunu başarmış, Rusya’da yaşadıkları halde, gönüllerinde “Ben Kazak’ım” duygusunu yerleştirebilmiş gençlerdir. Sömürgeciler tarafından, göz açtırılmayarak, kırılıp ezilmiş, geçmişi karalanıp geleceği ipotek altına alınmış bir ülkenin gençlerinin bu kararlılığı, kahramanlıkla eşdeğerdir.
Genç Tulparlılar, öz halkının kültürünü, edebiyatını, örf-âdetini, tarihini ve anadilini küçümseyip karalayan devlet politikasına rıza göstermeyeceklerini açıkça ilan ettiler. “Kazak eli”, “Kazak yeri” denilen kavramların yok edilmesine göz yummayacaklarını gösterdiler. Kırk asırlık tarihi olan Kazak halkını, Sovyet hükümetinin yok saymasını adaletsizlik, süre gelen bir ahlaksızlık olarak tanımladılar. Kazakların yerleşik kültürel özelliklerini korumayı, ata-baba emaneti olarak kabul ettiler.
İşe, mertebemiz, diğer milletlerden aşağıda olmasın, el-yurt olalım; bu, atalarımız karşısındaki kutsal görevimizdir, boynumuzun borcudur diyerek koyuldular.
Onlar, önlerine koydukları maksatlarına ulaşacaklarına inanmışlardı. Adalet ve iyilik, er ya da geç mutlaka üstün gelir. Eğer iyiliğin tabiatı üstün olmasa, insanlığın kendisini geliştirmesi mümkün olmazdı; kendine özgü vasıfları muhafaze edip, millet olup, insani değerler inşa edemezdi.
Genç Tulparlılar, suyun akışına karşı durmaya niyetlenmişlerdi. Böyle bir tavrın, hangi toplumda olursa olsun, son derece tehlikeli bir davranış olacağı açıktır. Bundan dolayı onları, gururla, kendi dönemlerinin kahramanları olarak tanımlayabiliriz.
İnsan bilincinin en üst basamağı millet olabilmektir. Bu, binlerce yılda gerçekleşen uzun bir süreçtir. İnsanlık tarihindeki en haklı mücadele ise, milli bağımsızlık için yapılanıdır. Özgürlük için, bağımsızlık için gayret gösterme, bağımsız devlet kurma halkın ülküsüdür. Bu ülkü, “millet” denilen en kutsal, en değerli sözün kudretinden doğar.
Genç Tulpar teşkilatının diğer cemiyet ve hareketlerden farkı da, üstünlüğü de, milletin geleceğini başka bir ülke, başka bir millette değil, öz halkında arayıp, buna inanmalarındaydı. Milli karakterle yoğrulup, milli şuurlarının uyanması onları, kendi tarihimizi öğrenmeye yöneltti. Bunun eninde sonunda ama zorunlu olarak, ülkemizi bağımsızlığa ulaştıracağına inandılar.
Tarihi çarpıtan, halkı karalayan bir politikaya, bundan 60-70 yıl önce karşı durmaya çalışan gençleri birleştiren şey, milli ruhun, yüreğin gücüydü. Gençlerin sosyalist fikirlerle zehirlenen bir ülkede büyümelerine rağmen, milli ruhu kaybetmemeleri olağanüstü bir durumdu. Bu mucizevilik, Genç Tulparlıların kanına sinmiş milliyetçiliklerinden, asil geçmişlerinden kaynaklanıyordu.
Asil insanların nesli, nasıl bir akıbetle karşılaşırsa karşılaşsın her zaman asil kalır. Asalet yani insanın sahip olduğu iyi hasletler ve feraset, nesilden nesile manevi devamlılıkla aktarılır. Aslı kurt olanın nesli de kurt olur. Asalet olgusu, iyi adamın rastgele kalıplaşmayacağının göstergesi, ata-babalardan tevarüs edilen dünyevi, vicdani, psikolojik ve insani hususiyetlerin toplamıdır; çünkü “soy asma, soyuna çeker!”
Genç Tulparlılar, milli çıkarlar için ortak hareket etmeyi sadakatle ve ısrarlı şekilde devam ettirdiler. Mesela, teşkilatın adının “Genç Tulpar” konulması sırasında başka öneriler de gündeme getirilmişti. Hepsi de Alaş ideasını kendilerine bayrak yapan gençlerden bazıları, Kazak yerinin doğusu ile batısını, kuzeyi ile güneyini birbirine bağlayan Sarı Arka yöresi, Alaş aydınlarının en çok toplandığı bölgedir, bu sebeple adı “Sarı Arka” olsun önerisinde bulunmuşlardı. Ama Sarı Arka olarak adlandırılırsa, düşüncemiz Alaş düşüncesi, yolumuz Alaş yolu olsa da, bölünmüş gibi görünürüz, kendimizi tek bir bölge ile sınırlandırmış oluruz gerekçesiyle uygun görülmedi. Sonunda, “Tulpar”,[20 - Tulpar: Türk Mitolojisinde önemli bir yeri olan ve destanlara konu olan efsanevi uçan at. Gökyüzünden gelerek zor durumdaki insanlara yardım etmesinden dolayı kutsal kabul edilir. Tulpar kelimesine, Türkistan Türkleri’ninkiler başta olmak üzere birçok Türk lehçesinde rastlanır. Aynı zamanda Kazak bozkırlarından Altaylara, İdil-Ural’dan Kuzey Kafkasya’ya kadar pek çok Türk boyunun destanlarında, efsanelerinde canlı bir motif olarak yer alır. (ç.n.)] at mizaçlı Kazak’ın sevimli bir deyimidir; biz genciz, bu sebeple adımız “Jas Tulpar” yani “Genç Tul-par” olsun diyerek sorun çözülmüştür.
Biz buna bakarak, Genç Tulparlıların en baştan beri hemşehricilikten, kabilecilikten uzak durduklarını söyleyebiliriz. Bu davranış onların, ata-babalarımızı bölmeye değil birleştirmeye çabalayan, yabancılara değil kardeşliğe, akrabalığa inanan hasletlerinden kaynaklanıyordu. Nitekim her zaman, “Biz Kazak çocuğuyuz, parolamız Alaş’tır” diyerek, bölünmediler; birliği, tefrikaya üstün tuttular. Ülkenin haysiyeti, tüm Kazakların itibarı, sonraki nesillerin geleceği için önlerine büyük hedefler koydular.
Kazaklar için “Er kanadı, at”tır. Yılkı[21 - Kazakça da Yılkı (Jılkı) kelimesi, Türkiye Türkçesinde olduğu gibi başıboş bırakılmış at anlamında değil, safkan at anlamında kullanılmaktadır. (ç.n.)], Kazak bozkırının ikinci adıdır. Ulu bozkırı yönetmek için Kazaklara, atın yalnızca yelesi ile beli değil, toynağındaki urganı bile gerekli olmuştur. Hayatları hep atlara bağlı geçmiştir. Milli tarihi boyunca, tüm yaşantı ve düzeni ata bağımlı, “yılkı” hayvanı ile iç içe olan bir halktır, Kazak halkı. Tarihteki askeri seferler, bozkır için yapılan uzun, kanlı ve acımasız savaşlar hep at üstünde gerçekleştirilmiştir. Kazakların “İnsan, yılkı mizaçlıdır” sözü onların işte bu hayat felsefelerinden türemiştir. Anne sütü ile at sütü, bizim tarihimizin başlangıcıdır. “Argımak” yani soylu at, “jabı” yani cins olmayan at gibi sürünmez.
Tulparlar, sanat tarihimizde de büyük yer tutarlar. Bunları bilmeden bozkırı, doğduğu yeri tanıma, sevme mümkün değildir. Gençlerin, halkın hürriyeti için mücadele etmek amacıyla kurdukları cemiyetin adını, “Genç Tulpar” koymaları, kendi tarihlerini, Kazakların karakterini, zihniyet ve milli özelliklerini iyi bildiklerinin delilidir.
İngiliz bilim adamları, atların ilk kez Kazakistan’ın kuzeyinde evcilleştirildiğini ve kımızın 5500 yıldan beri içildiğini ortaya koydular. Yılkı hayvanının ilk kez evcilleştirilip, günlük ihtiyaçlar için faydalanılması, insanlık tarihini yeni bir merhaleye taşıyarak sosyo-politik gelişiminde köklü değişimler getirdi. “Botay Kültürü”[22 - Kuzey Kazakistan’daki Eneolitik devre ait (MÖ 4-3 bin) Botay kültürü yerleşmesi. Bu kültürün en önemli özelliği atın ilk kez evcilleştirilmesi ve at yetiştiriciliğinin önemli oluşudur. (ç.n.)] kazılarında binlerce at kemiği bulunması, bizim ata-babalarımızın hayat sürme seviyesinin ne kadar yüksek olduğunun göstergesidir.
Şuuru berrak, zihni açık Genç Tulparlılar, Kazak halkının Avrasya bozkırlarındaki Türk halklarının temelini oluşturan en eski boy olduğunu öğrendikten sonra bunu herkese anlatmaya başladılar.
Onlar, Kazak yurdunun her köşe-bucağından toplanmış; çok yetenekli, çok yönlü ve becerikli gençlerdi. Hepsi de milliyetçiydiler. Yuvanda ne görürsen, uçtuğunda onu istersin! Her insanın kendi çocukluk dünyasına, aile terbiyesine uygun şekilde davranacağı, düşünce ufkunun buna göre şekilleneceği, hayallerinin zenginleşip genişleyeceği malumdur. Genç Tulparlıların hemen hepsi aydın, eğitimli ve soylu ailelerden çıkmış gençlerdi.
Onların fikir ve eylemleri, dönemin atmosferinin de etkisiyle kısa zamanda, ülke içinde geniş olarak yayıldı. Kazak halkının o anki durumu, kültürel-manevi hayatındaki olumsuzluklar hiç kimseyi karamsarlığa düşürmüyordu. Genç Tulparlıların faaliyetleri, milli kimlik duygusunu, şuurları canlandırıyor, kulaktan kulağa aktarılıp, Kazak ülkesinin her yerinde dikkatleri çeker hale geliyordu.
Onların sözleri her zaman doğru, icraatları her daim sağlam çıktı. Genç Tulpar Uyumu’nun ülke çapında geniş kültürel, maarifçi ve siyasi bir harekete dönüşmesi, Kazak halkının kendi geleceğine üstünkörü bakmadığını da ortaya koymuştu.
Genç Tulparlılar, kültürel-maarifçilik faaliyetlerine, 1963 yılının kışında, Rusya’nın Omsk eyaletinde Kazakların yoğunlukla yaşadıkları yerler ile (Kazakistan’ın) Jambıl eyaletinde başladılar. Yalnızca Jambıl eyaletinde 90 konser düzenleyip, 50 ayrı ders yaptılar. Yürekten bağlılık, samimiyet olursa başarılamayacak şey yoktur.
Şiirler okuyup, danslar yapıp yeteneklerini gösteren gençler, her etkinlikte halkın beğenisini kazandılar. Aralarından Horlan Rahimbekova, Jamile Namazbayeva, Klara Aşıkbeyava gibi şarkıcı kızlar çıktı. Konserlere teknik liselerde okuyan Ramazan Bapov, Düysenbek Nakipov, Ravşan Bayseyitova gibi genç yetenekler de katılıp, Genç Tulparlılar’ın saygınlığına katkı sağladılar. Jambıl’da Genç Tulparlılara, halk tarafından çok sevilen besteci Şamşi Kaldayakov da yakınlık gösterdi. Üzerine karabasan çökmüş bir zamanda, genç oğul ve kızların, başlarına gelecekleri düşünmeden halkın derdini dert edinip, cesurca Alaş aydınlarının izini takip ediyor olmalarından etkilenmişti. Şamşi Kaldayakov, Mağcan Cumabayev’in “Sen Güzelsin” şiirini besteledi. Amacı, “Nasıl olsa o kız bir güzel” diyerek, Alaşçı büyük şairi, onu arayan nesil ile buluşturmaktı. O yıllarda Mağcan’ın şiirini, “halk türküsü” diye besteleyip ülkeye yayma, kendi isteğiyle hapse girmeye talip olmak demekti.
Genç Tulparlılar, ülkede kendileriyle aynı düşünce ve duygudaki mahir gençleri saflarına çektiler. Böyle yetenekli gençlerin ilk sırasında harikulade duygulu sanatçılığıyla, dombıracı Mülkaman Kalavov (Qalavov) bulunuyordu. O, Genç Tulpar sanat grubu ile ülkeyi dolaşıp, Kazakların kutsal dombırasıyla Brahms’ın “Macar Dansı” eserini büyük ustalıkla çalıyor, halkın vazgeçemeyeceği hakiki bir sevgiliye dönüşüyordu. Halkın gönlünü kazanan mahir sanatçılar arasında Beysen Nurpeyisov, Cenis Koyşıbayev, kopuzcu Gülbarşın, Marat Bitibayev, Asiya Nurmat, Lidiya Tuleşeva, Asiya Janseyitova, Sırım Narımbayev ve Sardar Tatubayev de bulunuyordu. Bu kültürel etkinlikleri Murat Avezov, Bolathan Taycan, Altay Kadırjanov, Yer-sayın Tepenov, Asiya Muhambetova ve Amangeldi İrgebayev düzenliyorlardı.
Genç Tulpar, resmi olarak 1963 yılının kasım ayında kurulup, faaliyetine başlamakla beraber, geniş çaplı faaliyetleri 1964-1965 yılları arasında gerçekleşti. İki yıl içinde, Kazak gençlerinin eğitim gördükleri Rusya kentlerinin tümü ile Riga, Kiev ve Harkov’da şubeleri açıldı. Buralardaki teşkilat çalışmalarını Genç Tulparlılar’dan oluşan komiteler yürüttü. Genç Tulpar Cemiyeti’nin Moskova’da bulunan merkezinin yanı sıra Rusya’nın diğer şehirlerindeki şubeleri de başarılı faaliyetler gerçekleştirdiler. Özellikle, Leningrad’da okuyan öğrencilerden Sarsengali Kospanov ile Marat Sembi’nin yönettiği teşkilat oldukça faaldi. Onlar, Leningrad ile Kazakistan arasındaki dostluk ve kültürel ilişkiler tarihinin daha derinlere uzandığı, Sovyetler Birliği kurulana kadar da güçlü şekilde devam ettiği üzerinde durdular. Tarihçi Marat Sembi, Leningrad’taki “Aray” cemiyetinin kuruluşunu şöyle hatırlıyor:
“…1964 yılı kasımının dördünde, Genç Tulparlı birkaç delikanlı Leningrad’a gelecek diye haber aldık. Bu cemiyetin yapmakta olduğu işler konusunda epey malumatımız vardı. Bundan dolayı, tüm Kazak öğrenciler olarak onları karşılamanın telaşına düştük. Beklediğimiz gün, bizleri hiç bekletmeden Murat Avezov başkanlığında, aralarında Altay Kadırhanov, Bolathan Taycan ve Makaş Tetimov’un da bulunduğu bir grup insan Leningrad’a geldi.
Biz, yükseköğrenim kurumlarının hepsinde toplantılar organize ettik. Neticede, “Genç Tulpar”ın Leningrad şubesini açma yönünde mutabık kaldık. Adını da “Aray” koyduk. Başkan olarak da Sarsengali Kospanov adında, büyüklerle de küçüklerle de iyi iletişim kurabilen, çok çalışkan bir insan tayin edildi. O dostumuz, hâlâ Leningrad’da yaşıyor. Gençlik dinamizmi, delikanlılık coşkusuyla Kazak’ın derdiyle dertlenip, tasasını çekmekten yorulmadı. Şu anda da, Sankt-Petersburg ve Leningrad eyaletlerindeki Kazakların “Atamekân Kültür Merkezi”ni yönetiyor.
Biz faaliyetimize, vokal-dans topluluğu kurmakla başladık. Çok geçmeden Leningrad’daki yükseköğrenim kurumlarında, Kazak şarkı-türküleri işitilmeye, Kurmangazı ile Tattimbet’in “küy”leri çınlamaya başladı. Kazak olmaktan duyduğumuz gurur günden güne artıyordu. Öyle ki dile olan hürmet, bana da, bilhassa tam o yıllarda hâkim oldu desem, yanlış söylemiş olmam. Rus dilli yaşıtlarım da ana dillerini öğrenmeye yöneldiler. Hatta dil meselesini gündeme getirenler de onlar oldu. Niye derseniz, onlar bu varlıklarından, zenginliklerinden ayrılıp gittiler ya, çok gayretli olmaları normal! Şimdi bu olanlara hiç kimseyi inandıramazsın! Nasıl desek, Rusdilli Kazak dostlarda, emperyalist siyasetten dolayı Ruslara karşı küskünlük o dönemde yoğunlaşmıştı.
Bu durumu, kendiliğinden ortaya çıkan bir hadise diye hesap etmiş değilim. Mesela ben Rus okulunda okudum. Dilim Rusça çıktı. Sınıfımızda Oleg adında bir Rus çocuğu vardı. Bir gün çizim dersinin ev ödevini yapmadan gelmişti. Panik halinde benim çizimimi kopyaladı. Derste, öğretmen ona beş verirken, benim notumu dört yazdı. İçim yandı. Kopya, kopyadır; orijinal de orijinal. Oleg’e verilen yüksek notu ben almalı değil miydim? Öğretmen ile tartışmamın kıl kadar faydası olmadı. Yine onlar haklı çıktı. Rus olduğu için kayırıldı. Böyle şeyler bizim çocuk ruhumuzda, “büyük halk”a karşı kırgınlık, küskünlük tohumları ekilmesine yol açıyordu.
Bir gün de bir memleketlimiz, Goloşekin’in hayatta olduğunu işitmiş. Buna gerçekmiş gibi inanan Leningrad Politeknik Enstitüsü’nde okuyan Jakıp (Yakup) adlı bu kişi, “Yiğitler, o it yavrusunu nasıl öldürmemiz gerek? Onun toprağa basıp yürümeye hakkı yok!” diyerek oturanlara soran gözlerle baktı. Hiçbirimizin Goloşekin’in hayatta olmadığı konusunda şüphemiz yoktu ama Yakup’un teklifine hepimizin çeşitli cevaplar verdiğimiz hatırımda. Buna aşırı heyecanlılık, aculluk da desek; gençlerin ruh halini, yüreğinin nasıl çarptığını, kanının nasıl kaynamakta olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
“Kazak gençleri, kendilerini yetiştirmeden, iyi eğitim almadan Kazakistan’a dönmeyecek” şeklinde bir sloganımız da vardı. Dersleri zayıf öğrencilere, konunun uzmanı milliyetçe Kazak olan ağabeylerimiz özel olarak ek dersler veriyorlardı. Dönem, bizi işte böyle bir ruhta terbiyelemişti.”
Sarsengali Kospanov, Leningrad’da ders veren muallim Bolat Tursınov ile öğrenciler Erik Sadıkov, Orınbasar Iskakov, Amangeldi Nurpeyisov, Seniya Şayhina, Timur Süleymenov, Meyram Tumanov, Edvard Sadıkov, Jakıp Sekerbayev, Amangeldi Satpayev ve Sansızbay Nurkamalov gibi yetenekli gençleri etrafına topladı. Seniya Şayhina olmadan bir tek oyun-eğlence yapılmaz olmuştu. Piyanist Seniya, gençlerin övüncüne dönüşmüştü.
Matematikçi Bolat Tursunov ise ünlü bilim adamı Lev Gumilev’le, satranç oyununda eşlik edecek kadar samimiyet kurmuştu. Bolat Tursunov sayesinde Genç Tulparlılar, Lev Gumilev’le buluşup sohbet ediyor, ondan ders alıyorlardı. Bu tür imkânlardan faydalananlardan biri de Akselev Seydimbek’ti. O, birkaç kez Lev Gumilev’le şahsen görüşmüş, eski Türk kültürü, göçebelerin hayatı üzerine düşüncelerini öğrenmişti.
Leningrad’taki Aray Cemiyeti de Kazakistan’a ziyaretler düzenleyip, maharetlerini gösterip, tanıtım ve propaganda faaliyetleri yürütüyordu. Çarlık Rusyası’nın başkenti olan bu kentte okuyan Kazak gençler, kendine özgü bir siyasi ortamda yaşıyorlardı. Leningrad, bir yönüyle “devrimin beşiği” ise diğer taraftan da büyük bir kültür merkezi, aydın kesimin geçmişle bağlarını koparmayıp, tarihini özenle saklamayı bildiği bir kentti. Hatta çarların icraatlarının adil bir şekilde değerlendirildiği, onların yaptıkları anıtların yıkılmadan korunup, geçmişine saygı göstererek müzeler kurulan bir şehirdi. Kültür ve edebiyatı yüceltip, başkalarına örnek olan bu kentte yaşayan gençler bütün bunları görüyor; akıllarını, gece-gündüz, “Bizim hanlarımız, tarihi birikimimiz, ata-babalarımızdan kalan mirasımız nerede” şeklinde bir düşünce kurcalıyordu.
Genç Tulpar mensupları arasında, Moskova ve Leningrad okuyan gençlerin daha faal oluşlarının bir gerekçesi, bilgi düzeylerinin yüksekliğinin de kendine özgü sebepleri vardı. Moskova, sıradan bir şehir, bir başkent değil, bir eğitim ve bilim merkeziydi. Dün, Alihan Bökeyhanov’ların, Sancar Asfendiyarov’ların üniversitelerinde ders gördüğü, kitaplar yazdıkları; Smağul Saduvakasov’ların, Gani Muratbayev’lerin eğitim alıp, eserlerini kaleme aldıkları yerdi.
Leningrad’ın ise, Kazak halkı nezdinde apayrı bir yeri vardır. Şokan (Çokan) Valihanov, sokaklarında dolaşmış; Gubaydulla Cangirov, Çar II. Aleksander’ın emir subayı olarak burada görev yapmıştır. Muhtar Avezov, Alkey Margulan’lar eğitimlerini bu kentte geliştirmişlerdir. Dünkü Vatan Savaşı’nda (2. Dünya Savaşı) Leningradlılar, Dmitri Şostakoviç’in senfonisini dinlerlerken, peşisıra, Jambıl Jabayev’in “Leningradlı Öncülerim” şiirini okuyorlardı. Alia Moldagulova gibi Doğu’nun kahraman kızları da bu kentte yetişmişlerdir.
Elbette, Moskova ve Leningrad kentlerindekilerin hepsi Kazak halkının büyüklüğünü, baturluğunu biliyorlardı. Kazak’ı Kazak yapan Mağcan Cumabayev’in, büyük yetenek sahibi Külaş Bayseyitova[23 - Külaş (Kulyaş) Bayseyitova (1912-1957): SSCB Halk Sanatçısı ünvanını kazanan ünlü Kazak opera sanatçısı. (ç.n.)] gibi bülbüllerimizin gezip geçtiği yerlerin izsiz kalması mümkün müydü? Alaş aydınlarının ruhunun dolaştığı bu şehirde yaşayan Kazak gençleri de, işte o yüksek seviyeye ulaşmaya gayret ettiler.
Leningrad, Kazak aydınlarının demokratik mizaçlarının da şekillendiği özel bir kenttir. Mustafa Çokay, Alihan Bökeyhanov ve başkalarının, tahsil görmenin yanı sıra siyasi tecrübe de kazanarak hayat okulundan geçtikleri yerdir.
Leningrad, Kazakistan’a, üç tamgeneral’den[24 - Rusça “infanteri general”, “süvari general” anlamına gelen “tamgeneral”, günümüzde orgeneral rütbesine tekabül etmektedir. (ç.n.)] ikisini de veren şehirdir.
Onların ilki, Balkan Savaşı kahramanı, Rus ordusunun muhabere birliğinin kurucusu, İmparator 2. Aleksander’ın en sevdiği emir subayı olan Gubaydulla Cangirov – Cengizhan-dır. Bu tarihi şahsiyet, Kazak topraklarının yağmalanmasına, devletleştirilmesine, satılıp yok edilmesine yol vermemiştir. Çarlık Toprak Komisyonu üyesi sıfatıyla, General Skobelev gibi çok yakın dostları ile birlikte Kazak topraklarının parçalanmasına karşı çıkmış, devlet mülküne geçirilmesine engel olmuştur. Ayrıca Petersburg’daki cami yaptırma komitesinin de aktif bir üyesiydi. Yine, 1884 yılında, Gubaydulla Cangirov’un çabalarıyla Kazakistan’da bürokratik işlemler, Tatar dilinden Kazak diline çevrilmiştir.
İkinci tamgeneral, Lavr Kornilov idi. Karkaralı’da doğmuştur. Annesi Külşara, Kazak kızıdır. Kornilov, Rus ordusunun kolbaşısı yani başkomutanı olmuş, Beyazlar hareketinin liderliğini yapmıştır.
Üçüncüsü ise, ordu generali Sağadat Nurmağambetov’dur.
Zamanında Kazak aydınlarının eğitim gördükleri, çalışıp ömür sürdükleri, havasını teneffüs ettikleri Moskova, Leningrad gibi kentlerde, gençler kendilerini iyi yetiştirdiler, bilgi seviyeleri çok yüksek oldu. Özellikle Stalinist “demir perde”nin yırtılmaya başladığı o yıllarda bu şehirlerde, Sovyetler Birliği için reformlar hazırlanıp, toplumu değiştirecek hareketler organize ediliyordu. En önemlisi de buralarda, Stalinist tek kişiye tapınmacılığı ifşa etmeye gayret ediliyor; gerçek, demokratik gelenek ve kurallar çerçevesinde halkın şuuruna sindirilmeye çaba gösteriliyordu. Bunlar, komünist diktatoryanın tam bir kıskacına alınmış bir cumhuriyetten (Kazakistan) gelen gençlerin milli şuurlarının uyanmasına ve yeni bir düzeye yükselmesine etkide bulundu. Milli hareketlerin önem ve gerekliliğini anlamalarını sağladı.
Kazak gençlerinin eğitim aldığı bir diğer önemli şehir de Ukrayna’nın başkenti Kiev’di. Eski bir kültüre sahip Kiev, tarihte Rus Kiev’i adıyla ünlenmişti.
Kiev’in de, gençlerin kendilerini yetiştirmelerinde özel bir yeri vardır.
Ukrayna, Moskova idaresinden hoşnutsuzluğunu her zaman açık olarak gösteriyordu. Kazakistan ile Ukrayna arasında ise yakın ilişkiler vardı ve bunun gençler üzerinde büyük etkisi olmuştur. Taras Şevçenko’nun Kazak ülkesinde devam eden yaratıcılığı da iki ülkeyi yakınlaştırıyordu. Genç Tulpar teşkilatının Kiev şubesinde Kaşakbay Yelevov, Serik Şartıkov, Orınbasar Kaşkınbayev, Kıdırgali Baybekov, Altınay Bertelevova, Turdıbek Sadıkov, Maydan Satkaliyev, Bahıt Ceksenbiyev vb. Kazak oğul ve kızları aktif olarak çalıştılar. Kiev’deki Genç Tulparlılar, sadece Kazakistanlı Kazak gençleri değil, diğer yabancı ülkelerin vatandaşı Kazak öğrencileri de içlerine almışlardı. Sloganları, “Aynı beşikteki Kazak çocuğuyuz!” idi. Onların saflarına Moğolistanlı Turusbek Ayathan, Jaksılık Kusmankızı gibi gençler de katılarak, Kazakistan’ın bağımsızlık mücadelesine katkıda bulundular.
Genç Tulparlılar, sosyalist toplumun imkânları dâhilinde, Alaş düşüncesinin mirasçıları olma, Alaş aydınlarının işlerini devam ettirme yolunda faaliyet gösterdiler. Onlar, Sovyet yönetimine, sosyalist ideolojiye siyasi olarak doğrudan karşı çıkmadan, totaliter sistemle, manevi ve kültürel maarifçilik yoluyla karşı karşıya geldiler, bu alandaki eksiklikleri gündeme getirdiler. Bu arada, yönetim de, aydın kesim de, açıkça söylenmemekle birlikte, asıl maksadın bağımsız devlet kurma idealine yönelik olduğunu anlamışlardı.
Genç Tulpar önderleri genç olsalar da, hareketi organize etme, plan projeleri belirleme sırasında, çok ileri siyasi basiret sergilediler. Her şeyden önce, yıldan yıla maneviyatı çöküntüye uğrayan, bölüp parçalanan, milliyetsizleşip, dilinden kopup dağılmakta olan halka, kültürel-aydınlatma faaliyetleri yoluyla etki etmeye çabaladılar. Onlar, geçmişin gerçeğinin perdesi açılırsa, halkın da gözünün açılıp, şuurunun uyanacağına inandılar. Moskova’da hayatlarını sürdürüp “Kruşçev Ilımlılığı” döneminin imkânlarından geniş şekilde faydalandılar.
Ülke (SSCB) çapında Leninist Komünist Gençlik Komitesi Merkezlerine ve Moskova Komünist Parti Komitesi’ne “Leninist politika temelinde ulusal kültürü geliştireceğiz” diyerek mektuplar gönderdiler. Bunun üzerine adıgeçen kurumlar, talep edilen kültürel-aydınlatma faaliyetleri gerekçesine engel çıkarmayarak izin verdiler, yardımcı oldular. Merkezi gazete ve dergilerde Genç Tulpar Uyumu’nun kültürel etkinlikleriyle ilgili makaleler yayınlandı, televizyonlarda haberler yapıldı. Genç Tulpar adına Murat Avezov, Bolathan Taycan ve Sabit (Sovetkazı) Akatayev, daimi temsilci heyeti sıfatıyla, Moskova Genç Komünistler Teşkilatı ile irtibat kurup, işleri takip ediyorlardı.
Kazak gençleri, Moskova’da “Öğrenci Konseyi” de kurdular. Buraya Moskova’daki yükseköğretim kurumlarındaki temsilciler üye oldular. Onlar, esas olarak eğitim meseleleri ile ilgileniyorlardı.
Genç Tulparlılar, Yüksek Sovyet’in bir toplantısına katılmak üzere Moskova’ya gelen Kazakistan Sovyet Cumhuriyeti lideri Dinmuhammed A. Kunayev ile de görüşüp, Kazak gençlerinin sosyal durumunu geliştirmek için yardım istediler. Bunun üzerine D. A. Kunayev, Maliye Bakanlığı’na talimat vererek, sosyal açıdan zayıf öğrenciler için ayrılan mali ödeneğin Kazakistan’ın Moskova’daki temsilciliğine tahsis edilmesini sağladı.
Genç Tulparlılar, “Öğrenci Konseyi” kararı ile Kazak yazarlarının eserlerinin tanıtılmasına yönelik geceler de düzenlediler. B(eyimbet) Maylin, S(aken) Seyfullin, İ(lyas) Jansügirov için, geniş katılımlı anma törenleri gerçekleştirildi. Kazakça bildirileri Sovetkazı Akatayev, Rusçaları ise Murat Avezov hazırlıyordu. Hepsi de milletin istikbaliyle ilgili olan dersler de her türlü konuyu ihtiva ediyordu. Mesela, B. Taycan, 1965 yılının 9 mayısındaki Öğrenci Konseyi toplantısında, “Kazakistan Devleti’nin Egemenliği ve Dış Politika Yetkileri” konulu bir sunum yaptı.
Murat Avezov’un önerisiyle Moskova’daki Öğrenci Konseyi’nin başkanı seçilen Sovetkazı Akatayev, anlayabilenler için, çok büyük işler başardı. Diğer Rus şehirlerindeki Kazak gençleri ile yakın ilişkiler kurdu, aralarındaki bağları güçlendirdi. Moskova’daki Kazak Öğrenciler Konseyi’nin çalışma raporlarına baktığınızda, yürüttükleri faaliyetlerin, yaptıkları çalışmaların geniş kapsamlılığını görüp hayran kalırsınız. Öğrenci Konseyi, Kazak gençlerine talim-terbiye vermede, okuma sisteminin kalitesini yükseltmede adeta bir bakanlık görevi üstlenmiştir.
Genç Tulparlılar, Kazakların öz yurtlarına sahip olup yaşayabilmeleri için, uzun vadede bir milli mefkûre inşa etmeleri gerektiğine inanıyor, bunun kaynağının kültür ve sanat olduğunu savunuyorlardı. Milli kimliği gösteren de, âdet-ananeyi, gelenek ve göreneği koruyan da kültür ve sanattır diyorlardı. Ülkedeki özgürlük ve eşitliğin gerçek mi sahte mi olduğunu gösteren milletin içinde bulunduğu durumdur. Onlar, Kazakların, Kazakistan’da yani öz anayurtlarında ömür sürseler de, haksızlığa maruz kalmakta olduklarını görmüşlerdi.
Genç Tulparlılar, nasıl bir faaliyet yaparız, işe nasıl başlarız diye çok fazla düşünmediler. Halkla beraber olabilmek maksadıyla, yüzlerini memleketlerine, köylerine çevirdiler. Mezarlıkları kentlerinden çok olan Kazak halkının kadim tarihinin, onun kutsal toprağında, her bir Kazak’ın yüreğinde, kanında, canında yaşadığını bilen gençler, köylere hasretle, arzuyla koştular. Anayurdu, köylerini, milli değerlerin kaynar gözesi, tükenmez bulağı olarak gördüler. Eski dönemler tarihinin doğrusunu da, eğitici menkıbe, hikâye ve şecerelerin hakikilerini de halkın ağzından bizzat kendileri işitmek istediler. Ülkenin durumunu kendi gözleriyle görüp bilgi edinmeyi arzu ettiler.
Genç Tulparlılar, köy köy dolaşarak, çok şey görüp geçirmiş yaşlıları, aksakalları aradılar. Onların konuşmalarını dinleyip, ağırbaşlı, ciddi sohbetlerde bulundular. Aksakalların sahip oldukları bilgi ve feraset ile hal-tavırlarına sinmiş, olgunluk ve iyi ahlaklılık pınarlarından susuzluklarını giderdiler. En önemlisi, o görmüş geçirmiş ihtiyarların, önceki atalarının yaylak ve kışlaklarının hangi ırmak boyunda, hangi vadide olduğundan, hangi göllerin suyunun acı hangilerinin tatlı olduğuna varıncaya kadar anlattıkları onları gerçek anlamda mest etti. Böylelikle, “Kazaklarda sınır kavramı bulunmaz, devletleri olmamıştır” diyen cahillerin söylediklerine verilecek cevabın, köylerde aranması gerektiğine dair kanaatleri pekişti.
Kazakların karakteri onların sanatındadır. Yaşananlar her daim türküler ve ağıtlarla dile getirilmiştir. Genç Tulparlılar, ülkelerine, elleri boş gelmemiş, sanat ve edebiyatla, yüreklerinin derinlerindeki arzularla, milletin geleceği hakkındaki fikir ve düşünceleriyle gelmişlerdi. Bunu, Türk dilleri uzmanı Klara Aşikbayeva’nın şu hatırasında açık olarak görüyoruz:
“Diğer milletlerin uzun eteklileri ile karşılaştırıldığında, Kazak kızlarının kamusal işlerde çalışmaya geç başladıkları bilinen bir husustur. Ancak onlar, çok kısa bir sürede kendi yeteneklerini gösteriverdiler. Kazak kızları, altmışlı yıllarda sanatta da, bilimde de erkeklerle rekabet edebileceklerini ortaya koydular. Ben, Moskova Devlet Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda, yüksek eğitim gören başka Kazak kızlarını gördüğümde göğsümün kabardığını biliyorum. Tenlerinden bozkırın kokusu yayılan, kalın saç örgüleri topuklarına kadar uzanan kızlarımız, faaliyetlere, sadece Kazak halkı için çalışan insanların sayısı çok görünsün diye sembolik olarak katılmıyorlar, üstlendikleri işlerde canla başla çalışıyorlardı. Onların bu davranışlarına gıpta ediyordum. Biz kızlar, Genç Tulpar mensupları, Kazak denen ulusa leke getirmemeli diye düşünüyorduk. Yabancı bir şehirde buna yakışır şekilde hareket etmeye çalıştık. Kazak erkeği Kazak kızıyla, Kazak kızı Kazak erkeğiyle övünebilmeliydi.
Ben, Genç Tulpar’ın kurduğu müzik topluluğunun solisti oldum. Görevimiz, tanıtım ve tebligatta bulunmaktı. Çok yerler dolaşıp, Kazak türkülerinin geniş kitlelerce bilinmesine hizmet ettik. Şarkılar, destanlar okunuyordu. Öğrenciler yaz tatillerine giderlerken, müzik topluluğu üyeleri olarak biz, yeni repertuarlar hazırlayıp, yeni turnelere hazırlık yapıyorduk. Evet, biz, Genç Tulpar ile gurur duyduk. Aynı sınıflarda birlikte okuduğumuz başka milletlere mensup öğrenciler Kazaklara gıptayla bakıyorlardı. Gerçekleştirdiğimiz etkinliklere hayrandılar. Onlar da böyle işler yapmaya çalıştılar. Ancak, sonuç alamadıklarını biliyorum.”
Türkü; halkımızın yüzyıllar boyu damla damla biriktirdiği manevi hazinelerinin kapısı, kutlu anahtarı.
Genç Tulparlılar ülkeye türküyle döndüler, türkünün hüznüne denk koyuluktaki halkın manevi dünyasıyla ilgilendiler. Onlar, türkü ve ezgileri, Kazak halkının uzun geçmişinin soy ağacı olarak görüyorlar, asırların kattığı değerlerle gelişip, zenginleşerek ebedi bir hazineye çevrildiğine inanıyorlardı. Kazakların milli değerleri, büyük ölçüde tarihin kuytu katmanları arasında kalmış, türlü sebeplerle medeniyet gelişiminin ağırbaşlı yollarının gerisine düşmüştü. Bu sebeple Genç Tulparlılar, milli kültürün gelişmesinin, milli şuuru yükselterek ülkenin ilerlemesine katkıda bulunacağına inanıyorlardı. Halk müziğinin değerini bilen halk da, onlara saygı gösteriyordu.
İnsan, asırlarca ömür süremez. Oysa söyledikleri türkü ve ezgiler ebediyen hayatta kalır ve nesilleri birbirine yakınlaştırır. “İyi türkü, iyi azıktır” inancıyla ve Kazakların iyi türkü işitirlerse yedikleri yemeği yarıda bırakarak, onu dinlemeye başladıklarını bilen Genç Tulparlılar, köylere selam olarak türkü ve küy götürdüler. Çünkü türkünün her yaştan Kazakları bir araya getirme özelliği vardır. Bu yolla arzu-istekleri, dilek-muratları söze, saza dökülür; gönüllerindeki sırlar, dertleri dile gelir; sonraki nesillere türkü ile vasiyet edilir. Türkü, halkın sönmez ruhu, can dostudur.
Kazakça konser düzenleyip, halkın önünde millet meselelerini gündeme getirmek, bugün bize sıradan, olağan bir şeymiş gibi görülebilir. Ama kana susamış Sovyetler Birliği’nde, 60’lı yıllarda, milliyetçiliğini saklamayıp açık etmek, arslanın ağzına başını sokmak gibiydi.
Genç Tulpar Cemiyeti’nin başlıca hedeflerinden biri, Kazak halkının öz tarihini kendisinin araştırması, gizlenenleri ortaya çıkarıp başının dik hale gelmesini sağlamaktı. Halkın, özellikle gençlerin tarih bilincini uyandırmanın boyunlarının borcu olduğuna inanmışlardı. Rusya’da, Kazak nüfusun yoğun yaşadığı Omsk, Orenburg bölgeleri ile Bakir Topraklar Projesi’nin verdiği zarar ile ne yapacağını saşırmış Kazakistan’ın kuzeyindeki “bakir” bölgeleri dolaşıp, konserler düzenlediler. Konser aralarında ülke tarihi hakkında konuşmalar yaptılar.
Genç Tulpar Cemiyeti’nin faal üyelerinden Kalkaman Tilevhanov hatıralarında şunları kaydediyor:
“Ben, Genç Tulpar’a, Moskova Mimarlık Enstitüsü’nde okumaya başladığımda üye oldum. Vücudumda Kazak kanının fokurdayıp kaynadığı, yüreğimde gençliğe özgü bir ruh ateşinin yandığı dönemlerdi. Kılıcı kanlı, burnu kan kokusu sezmeye alışmış Kızıl İmparatorluk’un mezbaha-nesinde biz nasıl hayatta kalabildik? Bu sorunun, gelecek nesilleri ilgilendirmekten uzak olmayacağı açıktır.
Sorunun cevabını kendime verirken, bunu, cemiyetin başkanı Murat Avezov’un bilgisi ve yeteneklerine bağlıyorum. Genç yaşına bakmadan, o, çok yönlü düşünmeyi bilirdi. Öyle ki biz, Murat’ın önderliğiyle Sovyetler Birliği Konsomol Birliği’nden Genç Tulpar’ın faaliyetleri menfaatine faydalandık. O zamanlar, öğrenci gençlerin güzel sanat kulüplerinde, amatör sanatçı grupları yarışmalar düzenler, kazananların cumhuriyet cumhuriyet dolaşıp konser vermelerine imkân sağlanırdı. Masraftan kaçınılmazdı. Bizim müzik topluluğumuz bu fırsattan istifade ederek, Moskova’nın yollamasıyla Kazakistan’a gelip birkaç kez konser verdi.
Genç Tulpar, planlı-programlı şekilde faaliyet gösteriyordu. Programı da belliydi. Amacı, Kazak ruhlu yeni bir kuşak eğitip yetiştirmekti. Sanat, eğitim ve bilim sahalarında kapsamlı bir birikim oluşturmak ilk sırada yer aldı.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne Omsk bölgesinde yaşayan bir Kazak çocuktan şikâyet mektubu gelmişti. Konu ile Sovyetler Birliği Komsomol Komitesi bizzat ilgilendi. İşin aslını araştırmak üzere Moskova’daki üniversitelerde okuyanlar arasından 5-6 öğrenci seçildik ve görevli olarak yola çıktık. Omsk bölgesinin 3-4 ilçesini dolaştık. Buralar, Kazakların yoğun olarak yaşadıkları yerlerdi. Katışıksız Kazak köylerini gezip gördük. Tam da şikâyetçinin söylediği gibi, köylerin durumu son derece ağırdı. Çocukların okuduğu okulun vaziyeti de kötüydü. Elektrik hattı bile çekilmemişti. Oysa Rusların yerleştiği köydeki durum bambaşkaydı. O zamana kadar, buralarda bir tek Kazak bile yüksek mevkilere getirilmemişti. Herhangi bir Kazak görevinde yükselmeye başladığında, yerel yetkililer, çeşitli bühtanlarla onu işten çıkarıyorlar ya da traktörcülük yaptırmaya başlıyorlarmış. Bu, yalnızca bir misal!
Söylemek istediğim, bu tür hareketler bir halkta diğer bir halka karşı nefret uyandırmamakla birlikte, her zaman canını acıtıyordu. Biz, güçlüyle arada yol bulup, eli-kolu bağlı öz Kazaklarımızın haklarını korumak istedik. Genç Tulpar’ın çevresinde toplanmış olan tüm gençler bir araya gelip, bu meseleyi sık sık müzakere ediyorduk. Elbette, toyluk dönemimiz de olmuştur. Ama davranışlarımızda yanılmadığımızı görüyoruz.
Moskova’da yaşayıp, Kazak ruhunun uyanmasına hizmet ettik. Bizi zamanın kendisi bir araya getirdi. Zaman geçtikçe ülke hayatında düşündüklerimize aykırı, anlaşılmaz durumlar ortaya çıktı. Mesela, köy köy “çobanlar birliği” kuruldu; ona, okullarını (lise ç.n.) yeni bitiren gençler üye olup “girmeye” başladılar. Onların yarısından çoğu, okullarında örnek alınacak başarılarıyla, çalışkanlıklarıyla göze çarpan öğrenciler oluyordu. Biçarelerin ellerine, mecbur tutularak, çoban sopası veriliyordu. Oysa bu sırada, başka milletlerin çocukları yükseköğrenim görüyor, üniversitelere gidiyorlardı. Benim, koyuncu olan bir Rus çocuğu gördüğüm yoktur. Kazakların parlak, kabiliyetli gençlerini köylerde mahvedip harcamak değil de neydi bu! Moskova’nın, halkımızı cahilleştirmek için yaptığı düzenbazlığı bu şekilde hayata geçirmekte olduğunu seziyorduk.”
Genç Tulparlılar, ülkeyi dolaşmaları sırasında eskileri bilen yaşlılardan, Alaş aydınları hakkında çok geniş bilgiler edindiler. Orenburg ile Semey, Alaşlılarının okuyup yetiştikleri, daha sonra da görev yaptıkları kutsal yerlerdi. O şehirlerde, sayıları az kalmış da olsa, Alaş Ordalıların oturdukları evleri, gezdikleri yerlerle bilen, onları görüp, onların derslerine katılan, konuşmalarını dinleme bahtiyarlığına erişenler de vardı.
Genç Tulparlılar, ülkeyi dolaşırken, yönetimin kendi halkına karşı yaptığı zulümleri de dile getirmekten kaçınmadılar. Görüşmelerde, tarihe atıflarda bulunuyorlar, Kazak aydınlarının 1937 yılında suçsuz yere kurşuna dizilmeleri, kolektifleştirmeden sonra yaşanan Açlık hakkında çekinmeden, açık şekilde konuşuyorlardı. “Kazak okumuşları vakitsiz kırılmamış olsalar, Açlık felaketi halkımızı kırmamış olsa, biz bugün hangi seviyede olurduk; ana dilimiz, kültürümüz özgün haliyle korunurdu!” diyerek kendilerini dinleyenleri düşündürmeye çalıştılar.
Kazakların geleceğine, milletin yarınlarına Alaş aydınlarının gözleriyle bakıp, onların hayallerini, yürek çarpıntılarını hissettiler. Kazak halkına, sömürgecilik afetinin yol açtığı ruhsal çöküntüden silkinip, milliyetsizleştirilme, mankurtlaştırılma çemberinden kurtulabilmenin, yeniden dirilebilmenin yollarını göstermeye çalıştılar. Kruşçev Ilımlılığı’ndan yararlanıp, zamanın verdiği fırsatları iyi değerlendirerek dikenli çalılarla kuşatılmış yurdun nasıl yeniden ihya edilebileceğinin istikametini göstermeye gayret ettiler. Öz kandaşlarına, öz soylarına, tarihte kendilerinin layık olduğu yere sahip çıkmayı anlatabilme için mücadele ettiler.
Önde gelen bilim ve kültür merkezleri olan şehirlerde aldıkları eğitimi, milli talim-terbiye ile pekiştirdiler. Gençlik çağlarının tüm güç ve iradesini, atalarının hayallerini gerçekleştirme yolunda harcadılar. Genç Tulparlıların sadece siyasi düşünceleri değil, özgür iradeleri de erken şekillendi. Halkın yarınını belirleyen büyük işler dalgası onları alıp, tarih sahnesine çıkardı. Geçmiş ile bugünü bağdaştıran altın köprünün saf çakıl taşlarına dönüştüler. Kendileri büyüyüp yetişirken, halkın milli bilincinin uyanmasına da etkilerde bulundular.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/amircan-alpeyisov/genc-tulpar-hareketi-69500176/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Eduard Petrovich Berzin (1894–1938): Sovyet askeri ve gizli polisi (Çeka). (ç.n.)

2
Kruşçev tarafından SBKP XX. Kongresi’nde gündeme getirilen ve “Stalin Raporu” olarak bilinen eleştiriler. (ç.n.)

3
Kruşçev Ilımlılığı: Uluslararası İlişkiler literatüründe “Kruşçev Çözülmesi” olarak da adlandırılan, Stalin’in ölümünden sonra iktidara gelen Kruşçev döneminde (1953-1964) yaşanan kısmi özgürlük dönemi. (ç.n.)

4
OGPU (Halk Komiserleri Konseyi Birleşik Devlet Siyasi İdaresi): 1923-1934 arası faaliyet gösteren Sovyet gizli polis teşkilatı. Adı, 1934’te NKVD, 1954’te de KGB olacaktır. (ç.n.)

5
GULAG (Çalışma Kampları Yönetimi Baş İdaresi): Sovyet yönetiminin cezai çalışma kampları sistemi. Siyasi suçlu yaftasına maruz kalanların toplumdan soyutlanması için ihdas edilmiştir. (ç.n.)

6
Lavrentiy Pavlovich Beria (1899-1953): Gürcü asıllı Sovyet siyasetçi. Hem OGPU hem de onun yerine kurulan NKVD Sovyet Gizli Polis Teşkilatlarının başkanlığını yaptı. Stalin dönemi katliamlarının en büyük sorumlularından biri olarak tanınır. (ç.n.)

7
Nikita Sergeyeviç Kruşçev (1894-1971): Sovyet devlet adamı. Stalin’in ölümünden sonra Komünist Parti Birinci Sekreteri olarak Sovyetler Birliği’nin başına geçti; ancak, halef ve seleflerinin aksine, uyguladığı iç ve dış politikalardan hoşnut olmayan Politbüro tarafından, 1964’te görevden azledildi. (ç.n.)

8
Kara ağaç: Çınar benzeri, uzun ömürlü bir ağaç. (ç.n.)

9
Vatan Savaşı: 2. Dünya Savaşı. Sovyet döneminin etkisiyle 2. Dünya Savaşı, tüm Türk Cumhuriyetlerinde “Vatan Savaşı” olarak tanımlanmaktadır. (ç.n.)

10
Filipp İsayeviç Goloshchyokin: Bu görevi 1925-1933 yılları arasında yürüttü (ç.n)

11
Abay Kunanbay (1845-1904):Büyük şair ve düşünür. Modern Kazak düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunan en önemli şahsiyetlerden biridir. (ç.n.)

12
Mahambet Ötemisulı (1804-1846): Kazak topraklarını istila etmeye başlayan Rus Çarlığı’na karşı halkı silahlı ayaklanmaya çağıran ilk Kazak ozanıdır. (ç.n.)

13
Darmen: Muhtar Avezov’un “Abay Yolu” romanının kahramanlarından biri. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’indeki Asım’ı andırır. Modern eğitim almış olmakla birlikte, kendi köklerinden kopmamış, vatanı ve milletini seven, dürüst ve çalışkan bir karakterdir. (ç.n.)

14
Fatima Gabitova’nın ilk eşi, Kazak Ceditçilerinden Bilal Suleyev (1893-1937)’dir. 1926 Bakü Türkoloji Kurultayı’na katılan Kazak temsilcilerinden biri olan Suleyev, Sovyetler tarafından 1937 yılındaki aydın katliamları sırasında kurşuna dizilince, Fatima Hanım, ünlü şair ve yazar İlyas Jansügurov (1894-1938) ile evlendi. Ne var ki Jansügurov da 1938’de katledildi; bunun üzerine Muhtar Avezov (1897-1961) ile hayatını birleştirdi. Yazar, “Kazakların üç seçkin kişisi” derken, bu üç önemli aydını kastetmektedir. (ç.n).

15
Konsomol: SSCB Komünist Parti Gençlik Teşkilatı Genç Komünistler Birliği. (ç.n.)

16
SSCB döneminde, pasaportu olmayan köylü, şehirde ikamet edemiyordu. İkamet olmadan da iş bulmak ya da okumak mümkün değildi. (ç.n.)

17
Asan (Hasan) Ata: Asan Kaygı: 14.yy sonu-15.yy’ın ilk yarısında yaşamış ünlü ozan ve devlet adamı. (ç.n.)

18
Buhar Jırav (1693-1789): Kazakların sesi olarak ün salmış şair, “jırcı”. (ç.n.)

19
Leningrad: St. Petersburg’un Sovyet dönemindeki adı. (ç.n.)

20
Tulpar: Türk Mitolojisinde önemli bir yeri olan ve destanlara konu olan efsanevi uçan at. Gökyüzünden gelerek zor durumdaki insanlara yardım etmesinden dolayı kutsal kabul edilir. Tulpar kelimesine, Türkistan Türkleri’ninkiler başta olmak üzere birçok Türk lehçesinde rastlanır. Aynı zamanda Kazak bozkırlarından Altaylara, İdil-Ural’dan Kuzey Kafkasya’ya kadar pek çok Türk boyunun destanlarında, efsanelerinde canlı bir motif olarak yer alır. (ç.n.)

21
Kazakça da Yılkı (Jılkı) kelimesi, Türkiye Türkçesinde olduğu gibi başıboş bırakılmış at anlamında değil, safkan at anlamında kullanılmaktadır. (ç.n.)

22
Kuzey Kazakistan’daki Eneolitik devre ait (MÖ 4-3 bin) Botay kültürü yerleşmesi. Bu kültürün en önemli özelliği atın ilk kez evcilleştirilmesi ve at yetiştiriciliğinin önemli oluşudur. (ç.n.)

23
Külaş (Kulyaş) Bayseyitova (1912-1957): SSCB Halk Sanatçısı ünvanını kazanan ünlü Kazak opera sanatçısı. (ç.n.)

24
Rusça “infanteri general”, “süvari general” anlamına gelen “tamgeneral”, günümüzde orgeneral rütbesine tekabül etmektedir. (ç.n.)
Genç Tulpar Hareketi Amircan Alpeyisov
Genç Tulpar Hareketi

Amircan Alpeyisov

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Genç Tulpar Hareketi, электронная книга автора Amircan Alpeyisov на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв