Kod Adı Türkistan: Mustafa Çokay
Darhan Kıdırali
Darhan Kıdırali
Kod Adı Türkistan: Mustafa Çokay
ÖNSÖZ
Mustafa Çokay, Türkistan milli mücadelesinin önde gelen isimlerinden birisidir ve kendini idrak ettiği ilk gençlik yıllarından son nefesine kadar, bu mücadele onun temel hayat gayesi olmuştur. Onun Seyhun boylarında başlayan hayatı, mücadelesinin büyüklüğüne uygun olarak, Taşkent’ten Petersburg’a, Orenburg’dan Paris’e kadar yaşlı kıtanın geniş topraklarının pek çok yerinde izler bırakmıştır. Mustafa Çokay’ın bu izleri mücadelenin gerektirdiği şartlara uygun olarak kimi zaman gazete ve dergi yazıları gibi gayet açık, kimi zaman da gizli yürütülmek zorunda kalınmıştır.
Mustafa Çokay’ın hayatı, adeta Türkistan millî mücadelesinin ana omurgasını oluşturmaktadır. Rusya Devlet Duması’nda aktif görev üstlenen, Türkistan Millî Muhtariyetinin Kurucu Meclis Başkanı, Millî Muhtariyetin Dışişleri Bakanı, daha sonra Devlet Başkanı, Alaş Orda Millî Muhtariyetinin Dışişleri Bakanı, Türkistan Cedidcilerinin siyasî önderi Mustafa Çokay, yaşana olayların en yakın tanığı ve pek çok olayın bizzat öznesi durumundaki şahsiyettir. Türkistan Millî Mücadelesinin siyasî mülteci sıfatıyla Avrupa’ya giden ve bu sıfatı Avrupa’da ilk kullanan kişi olarak Mustafa Çokay’ın hayatı, Sovyetler Birliği döneminde muhaceretteki Türkistan Mücadelesinin de ana eksenlerinden biridir.
Mustafa Çokay’ın hayatıyla tanıştığım günden itibaren bu hayatın, uğruna mücadele verdiği Türkistan halkları başta olmak üzere bütün dünyaya en iyi şeklide anlatılması gerektiğine inandım. Fakat böyle geniş bir coğrafyada büyük bir mücadele vermiş kahramanın vefatının üzerinden yıllar geçtikten sonra bu çalışmaları yapmak hiç de kolay değildi. Nitekim onun hakkında yazılan yazıların hemen hepsi bu bütüncü yaklaşımdan ve birikimden uzak, her biri Çokay’ın mücadelesinin bir kesitini yansıtan makalelerdi.
Çokay’ı en iyi anlatan belki de yine Çokay’ın kendisiydi. Onun Avrupa’da siyasî sürgün yıllarında bizzat yayınladığı veya yayın heyetinin içinde yer aldığı Yeni Türkistan ve Yaş Türkistan dergilerindeki yazdıklarını tek tek okudum. Yayınladığı Promete Dergisindeki yazıları ile diğer bazı yayın organlarında takma isimle yer alan makalelerini de inceleme imkanı buldum. 1998 yılında Yüksek Lisans tezi olarak savunduğum çalışma Mustafa Çokay’ın Hayatı, Faaliyetleri ve Fikirleri adıyla 2001 yılında Ankara’da yayınlandı.
Yüksek lisan tez çalışmam ve onu esas alarak yayınladığımız Mustafa Çokay kitabı, Türkiye’de bu konuda yapılmış ilk derli toplu çalışmaydı ve kendisinden sonra yapılacak yayınları da büyük ölçü de etkiledi. Oradan parçalar, bölümler alıntılanarak, bazen hiç değiştirilmeden yeni “bilimsel” makalelerin ve diğer yazılar kaleme alındı.
Biz Mustafa Çokay’la ilgili çalışmalarımızı devam ettirdik.
Biyografik bir eser yazarken, hayatı yazılan kişinin yaşadığı yerleri görmek, oralarda bulunmak bazen olayları anlamak ve yorumlamakta büyük imkanlar verir. Ben de imkan buldukça Mustafa Çokay’ın yaşadığı şehirleri ve o şehirlerde Çokay’la ilgili mekanları ziyaret etmeye özel önem verdim. Bu gayeyle Çokay’ın hayatında önemli şehirler olan Taşkent, Hokand, Kazan, Petersburg, Orenburg, Bakü, Tiflis, İstanbul ve Paris gibi şehirlerde Çokay’ın bulunduğu, yaşadığı, çalıştığı yerleri gördüm.
Edebî eserler okuyucuya ulaşmak bakımından genellikle bilimsel tarzda yazılan eserlerden daha şanslıdırlar. Belki daha kolay okunmaları ve okuyucunun kendisini edebî eserdeki kahramanlarla özdeşleştirmesi roman veya hikaye tarzında yazılan kitapları, okuyucu üzerinde etkili yapmaktadır. Ben de bu durumu dikkate alarak Mustafa Çokay’ın hayatını romanlaştırarak Mustafa adıyla yayınladım. Sonuç beklediğimiz gibi oldu ve romanın baskısı kısa sürede tükendi.
Mustafa Çokay’ın benim ve ailemizin üzerindeki etkisi, Mustafa kitabının Kazakistan’da yayınlandığı yıl doğan oğluma, bu değerli fikir ve mücadele adamının ismini vermemizle daha da derinleşti.
Elinizdeki eser ise Mustafa Çokay’ın hayatını edebî bir biyografi tarzında okuyucuya sunmaktadır. Bilimsel yazıların kuru üslubunu ve roman ve hikayedeki yazarın kurgu kısımlarını metine dahil etmemeye gayret ederek, bir Kazak obasında başlayan çocukluğundan ve II. Dünya Savaşı sırasında Berlin’de Türkistan esir kamplarında vefatına kadar, onun hayatı ve mücadelesindeki ayrıntıları atlamadan ama ayrıntılara da takılıp kalmadan kaleme aldık.
Bu vesileyle, tez konusu olarak vererek beni bu konuda çalışmaya yönlendiren değerli hocam Prof.Dr. İsmail Aka’ya hususi minnettarlığımı bildirmek isterim. Ayrıca pek çok kere görüştüğümüz ve Mustafa Çokay ve Türkistan Millî Hareketi konularında sorularımıza samimiyetle cevaplar veren, bu konudaki bazı bilgilere ulaşmamızda yardımlarını esirgemeyen Dr. Baymirza Hayıt, Prof.Dr. Ahmet Temir, ve Çokay’ın eşinin değerli elyazmaları ile bir çok arşiv belgelerini bize bırakan Hasan Oraltay’ı rahmetle anıyorum. Çalışmalarım sırasında büyük destek gördüm Prof.Dr. Timur Kocaoğlu ve Prof.Dr. Ahat Andican hocalarıma, arşivini bize açan pek çok makaleye dikkatimizi çeken değerli Ömer Özcan’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca Türkçe yayının redaksiyon işlerinde emeği geçen Ufuk Tuzman ve şair Ali Akbaş’a da minnettarım. Son olarak kitabı okuyucu ile buluşturan değerli Yakup Ömeroğlu’na ve Avrasya Yazarlar Birliği Bengü Yayınlarına şükranlarımı iletiyorum.
Uzun yıllar üzerinde emek verdiğimiz Kod Adı Türkistan: Mustafa Çokay kitabı, Türk bilim ve edebiyat çevrelerinde Mustafa Çokay’ın hayatı, fikirleri ve mücadelesi hakkında ne kadar büyük etki bırakırsa biz de onun manevî şahsiyetine karşı görevimizi yapmış olmaktan o derece memnun olacağız.
Ruhu şad olsun!
Prof. Dr. Darhan Kıdırali
17.07.2020
YUVA
Gürültüyü duyunca oturduğu yerden fırlayarak telaşla dışarı çıktı. Sokakta insanların tozu dumana katarak telaşla sağa sola koşuşturduklarını gördü, hiçbir şey anlamadı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınırken evin yanından koşuşturarak geçenler az kalsın onu ezeceklerdi. Tanıdık simalardı, komşu köylüler olmalıydı. Tedirgindiler, telaşlı ve yüksek sesle konuşuyorlardı. Koşuşturmalar yüzünden yere düşmüştü, gürültüyü duyan küçük annesi de arkasından koşturup gelmişti. Onu yerden kaldırıp kucaklayarak bağrına basmıştı, bir yandan da korkusunu alsın diye başparmağıyla damağını yukarı iteliyordu. Bahti’nin kendisine yakın olduğunu hissediyordu ancak bir türlü onu kabullenememişti. Sıkılıp kucağından fırladı ve yanlarına gelen babasının elini sımsıkı tuttu. O zaman anladı ki babası, üzgün ve çaresiz bir hâlde sessizce başını sallıyordu. İri yarı, güçlü kuvvetli bu adamın çaresiz hâlini görünce çok şaşırdı. Onun neye endişelendiğini, niçin üzüldüğünü anlayamamıştı.
Babası Çokay Biy,[1 - Biy: Göçer Kazak toplumunda anlaşmazlıları çözen, her konuda görüşüne başvurulan, gerektiğinde devlet yöneticilerine de danışmanlık yapan bilge kişi; aksakal.] ağırbaşlı ve oldukça sakin bir adamdı. Uzun boylu, gür sakallı ve çevresinde saygı gören birisiydi. İki defa hacca giden Torğay Datka, Jumık Biy’in kızından dünyaya gelen oğlunun adını Şokmuhammed koymuştu. Peygamber ismini yersiz kullanmaktan çekinen yengeleri ise onu şımartarak Çokay diye çağırıyorlardı.
Bahtı, ilk çocuğu Sıddık gibi bu yavrusunu da birinci eşinin bakımına vermişti. Hiç çocuğu olmayan ilk hanımı da Çokay’ı kendi oğlu gibi çok sevmişti. Doğumundan itibaren kendisine bakan Baybişe,[2 - Baybişe: Çok eşli adamın ilk karısına verilen unvan; başkadın.] onun her hareketine, her davranışına çocukça seviniyordu. “Allah’ım, onu kem sözden ve kem gözden koru!” diyerek onun için her zaman dua ediyordu. Akşam olunca yanına alıp masallar anlatarak uyutuyor, bakım ve beslenmesini üzerine titreyerek yapıyordu. Koşturmaktan yorgun düştükten sonra dizlerine yatıp uyuyakalan yavrusunu ertesi sabah nazikçe uyandırıyor, geceden hazırladığı ciğer katılmış geleneksel Kazak yemeğini ve sıcak sütünü veriyordu. Orta boylu, etine dolgun Baybişe’nin gözlerinden bunları yaparken şefkat ışıkları yayılıyordu. Geceleri huzursuzlaşınca yerinden fırlayıp yanına geliyor, elleriyle ağrıyan yerini okşayarak sakinleştiriyordu onu. Bütün bunları uzaktan izleyen Bahti, doğurduğu evladın yanına yaklaşamıyor, oğlu için sadece içten içe dualar ediyordu. Ailedeki erkeklerin Mustafa diye çağırdıkları yavrusuna Kuması Baybişe’yi incitmemek için hiçbir zaman annelik sevgisini gösterememişti.
Çok eskiden beri süregelen ananelere uygun olarak babası onu kardeşi Osman’ın eğitimine vermişti. Böylece Bahadır amcası onu küçük yaşta yanına almıştı. Mustafa, Osman amcasına benzemek istiyordu çünkü cesur, uzun boylu, iri gövdeli, gür sesli, ciddi yüzlü amcasıyla gurur duyuyordu. Onun yiğitliklerini dinliyor, onun gibi olmayı hayal ediyordu. Özellikle amcasının on üç yaşında iken Hive Hanının safkan üç atını çapul etmesiyle ilgili hikâye onu kahramanlık hayallerine sürüklüyordu…
Bir seferinde amcasının, büyüklük taslayarak silahsız insanları ezmeye, halkı sindirmeye çalışan polis müdürünü kamçısıyla vurarak atından devirdiğini görmüştü. İşte o zaman fark etti ki, silahlı çar askerleri dâhi amcasının karşısında durmaktan çekiniyordu. Anasının anlattığı masallardaki kahramanlar gibi gördüğü amcasıyla gurur duyuyordu. Bozkır Kazaklarının saygı gösterdiği amcasına bakarak Mustafa da onun gibi bir bahadır olmak istiyordu. Yiğitlik yaparak halkına kol kanat germeyi, yurdunu düşmanlara karşı korumayı hayal ediyordu.
Komşu çocuklarla oynarken bu olay aklına geldiğinde;
– Benim amcam Canazar bahadırdan da güçlüdür diye övünüyordu.
Yanındaki çocukların kendine karşılık vermediğini fark edince de;
– Osman amcam Hacıbay bahadırdan daha cesurdur diyerek sesini daha da yükseltiyordu.
Biraz daha düşündükten sonra sonra ise;
– Kobılandı bahadırdan da güçlü bahadırdır o, deme cesaretini gösteriyordu.
Böyle basit şeyler için Kıpçak uruğunun (boyu) övündüğü bahadırlarının adlarını andığını duyan anası ise Allah’tan mırıldanarak af dilerdi.
Boyu ve görünüşü benzemese de Mustafa’nın azmi, kararlılığı, inatçılığı, şeref ve haysiyetine düşkünlüğü gerçekten de amcasına benziyordu. Lakin herkes onu anne tarafına daha çok benzetirdi. Ünlü bir bahadır olan dedesi askerlerin önünde sancaktarlık etmiş, anası Bahtı da savaş zamanında saçlarını erkek gibi toplayıp at binmiş ve er yürekliği ile tanınmıştı. Köyde otuzdan fazla ev vardı ve bunların çoğu birbiriyle akrabaydı. Köyün lideri ise Çokay Biy idi. Bundan dolayı bu bölgeye Çokay Biy’in avılı denirdi. Çokay hem biy hem de Rus Çarlığı’nın resmî köy yöneticisi olmasına rağmen bütün uruk halkı gibi mütevazı ve yoksul bir hayat yaşardı. Babasından tevarüs ettiği hayat tarzı dolayısıyla sırf zengin olmak uğruna mal ve mülk biriktirmemiş, çiftçilik yaparak bağ ve bahçe işleriyle uğraşmıştı.
Bozkır Kazakları ise otlakta yüzlerce hayvanlık sürüye sahip olmayanı yoksul sayıyorlardı. Çokay’ın ailesi çok cömertti. Köye gelen her konuk onların evinde ağırlanır, hatta kimileri çoluk çocuğuyla haftalarca konuk edilirdi. Tanrı misafirinin hiç eksik olmadığı bu evde sanatçılar ve ozanlar da ağırlanır, misafir edilirdi. Çokay’ın davetiyle Sırderya boyunun Bazar Cırav, Şadi Töre, Ergöbek, Turmağambet gibi ünlü ozanları ve destancıları kızıl kerpiçten yapılmış bu büyük eve uğrar, sabahlara kadar çalıp çığırarak yarenlik ederlerdi. Özellikle ünü bütün Orta Cüz’e[3 - Orta Cüz: Kazak ulusunu oluşturan üç büyük boydan biri.] yayılan Budabay’ın Yedi Ata Saçlı Hakkında uzun destanını yorulmadan dinlerlerdi. Bu destanlar, küçük Mustafa’nın zihninde ve gönlünde yer ediyor, hayallerini süslüyordu. Rus Çarlığı’na karşı mücadele eden, ulusunun özgürlüğü yolunda canını ortaya koyan Cankoca Nurmağambetoğlu’nun eşsiz kahramanlık hikâyesini tekrar tekrar dinlemek istiyordu. Belki de onun etkisiyle beş yaşındayken dombıra[4 - Dombıra: Mızrapsız çalınan, iki telli, bağlamaya benzeyen Kazak millî çalgısı.] çalmayı öğrenmiş ve yine o yaşlarda alfabeyi bellemişti; ilk öğretmeni ise anası Bahtı olmuştu.
Zeki ve kabiliyetli bir çocuk olan Mustafa, üçüncü göbekten akrabası Almuhammed’in açtığı okulda eğitime başladı. Aliş amcasının, hükûmete iki kez resmî mektup yazarak özel izinle açtığı, evlerinin bitişiğindeki bu okulda Türk asıllı bir hocadan ders alıyordu. Tuhaf görünüşlü, nereden geldiği bilinmeyen, kaşları daima çatık, yüzü asık, kartal burunlu bu Türk hoca, Kuran’ı ezbere biliyordu. Bundan dolayı köy cemaati ona saygı duyuyor ve adını söylemek yerine Hafız diyorlardı. Mustafa da onun adını bilmiyordu. Sert görünüşlü bu hocası, farklı bir yeteneğe sahip olduğunu fark edince Mustafa’ya özel ilgi göstermeye ve eğitimiyle yakından ilgilenmeye başladı. Hocasının söylediklerini hemen kapan bu yetenekli öğrenci, işittiği her şeyi eksiksiz olarak anında tekrarlıyordu. Bu yeteneği diğer çocuklarca da takdir edilen Mustafa, çocuk yüreğiyle bundan kendisine bir övünç vesilesi çıkarıyordu. Annesi ve babası da onunla gurur duyuyordu. Bunun farkında olduğu için de eve gelen konukları hemen karşılıyor, onlar sormasa bile öğrendiklerini ezbere söyleyiveriyordu. Konukların kulak kesilerek dinlemesi onu sevindiriyor, kendisini övmeleri kıvandırıyordu. Fakat önemsenmeyince veya dinlenmeyince şevki kırılıyor, suratı asılıyordu. Bunun için herkes ona sevgiyle yaklaşıyor, onu üzmemeye çalışıyordu.
Her işte birinci olmayı hedefkeyen Mustafa, gördüğü özel ilgi ve eğitim sayesinde zengin bir hayal dünyasına sahip özgür bir insan olarak yetişiyordu.
İlkin Arap harflerini öğrenen Mustafa, Kur’an-ı Kerim’i usulüne uygun olarak tecvitle kıraat ediyor, güzel sesiyle dinleyenleri duygulandırıyordu. Çok geçmeden ilmihal ve Arapça dil bilgisi öğrenmeye başladı. Daha sonra Ahmet İşan’dan[5 - İşan: Hoca, şeyh, seyyit.] Çâr Kitap, Mırza Bîdil, Sufi Allahyâr gibi ileri seviyede kitaplar okudu. Otuz yaşına yeni girmiş Ahmet İşan’ın yaştaş ve adaş oğluyla derste yan yana otururdu. Ahmet’in Mustafa’sı ona kıyasla daha çekingen ve kibardı. İkisi de “seçkin” anlamına gelen peygamber ismini taşımaktan gurur duyuyordu. Çağdaş eğitim yöntemlerini benimseyen Erimtöre onlara Kızıl Ev’deki okulda beşerî ilimleri öğretirken Ibıray Altınsarin adlı büyük öğreticiden sık sık bahseder, eğitim ve bilimin faydalarını anlatırdı. Rusça da bilen, ileri görüşlü bu öğretmeni, Aliş amcası özel olarak getirtmişti.
Bazen bunların bilgi derecesini ölçmek için İmam Ayım-bet de gelirdi. Yerinde duramayan Mustafa’ya bakıp: “Deden Torğay, Hive’de yöneticiydi. Hokand Hanlığı zamanında halkı yönetmiş Rus general ile anlaşmalar yapmıştı. Çok iyilik yaptı. Merhum ‘Benim iki kanadım var, biri ermiş İygilik, diğeri bahadır Canazar.’ derdi. Ben ermiş İygilik’i de, bahadır Canazar da tanıdım. Kimler geldi, kimler geçti bu hayattan… Babana Allah uzun ömür versin, sen doğduğunda kulağına ezan okuyup dua etmiştim. İsmini ise imam Ebubekir koymuştuk.” diyordu. Bazen “Şiir, şeytanın işidir. Peygamberlik yaşına girdin, hâline şükret, ünlü ozan Buvrabay’ı secdeye varmaya teşvik ettim ben.” şeklinde öğütler verirdi. Dersten sıkılan Mustafa ise böyle durumlarda aniden beklenmedik bir soru sorardı:
– Dede, kâfirin içtiği kâseden bir Müslüman da su içebilir mi?
– Eğer kâfirin burnu çok uzun ise ve kâsenin içindeki suya değer ise şeriata göre ondan su içilmez. Eğer burnu küçük ve basık ise, suya da değmezse o zaman suyu içebilirsin. Yoksa kâfir kızıyla mı evlenmeyi düşünüyorsun sen? Onlar can yakar, deyip gözlerini kısarak bakardı yaşlı imam.
O vakit çocuklar Türk Hoca’nın uzun burnuna bakarak kıs kıs gülmeye başlarlardı.
Mustafa böylece Almuhammed amcasından Rus alfabesini, babasından Kazakça yıl kayırmayı[6 - Yıl kayırma: On iki hayvanlı geleneklik takvime göre insanın yaşını hesplama işi.] ve yıldız adlarını öğrendi. Sözün hakkını vererek konuşan hoşsohbet babası ona Torğay, Kuvatbay, Temir, Canay, Kilt, Kaldav, Arıs, Boşay ve Şaştı/Saçlı ataları ile uruk şeceresini öğretiyordu.
– Baba bizim uruğumuza neden Saçlı diyorlar diye sordu.
– Savaş zamanında kaybolan Kenceğul atamız, Allah’ın kudret ve yardımıyla uzun zaman sonra bulunduğunda upuzun saçlıymış, ermişlere benziyormuş, bundan dolayı Şaştı/ Saçlı adını vermişler.
– Peki, buraya niye göç ettik?
– Hım, “Arka’da istikrar varsa arkar[7 - Arkar: Dağ koyunu.]neden göç etsin!” diye bir söz vardır. Bir taraftan Hokand, diğer taraftan Hive yönetimleri baskı kurdu ve sonunda Ruslar geldi. Bu karışık dönemde halk, kendini kurtarmak için dedelerimizle birlikte buraya göç etmiş. Şilik katliamından sonra deden Torğay’ın önderliğindeki Şaştı/Saçlı uruğunun bir kolu Evliya Toranğıl’a geldi. Halkın bir kısmı memlekette kaldı. Deden, Sulutöbe’nin batısından doğusuna doğru kanal bir açtırdı ve ev inşa etti fakat senin doğduğun yıl Sırderya taşınca bu Köksu’nun kenarındaki Narşoku’ya yerleştik.
Mustafa geçen günkü sohbeti hatırladı. Yaşlı amca Şayımbet, Sırderya’nın taştığına ve köyün su altında kaldığına üzülmüştü. İmam Ebubekir “Amca, her şey Yaradan’ın emrine tabidir. Takdir Tanrı’dan. Bu dünyada hiçbir şey öylesine sebepsiz olmaz. Kâinatın sırrını okuyabilene çevrede olup biten olayların hepsi bir işaret, bir uyarıdır. Yalnız onu da hissedebilmek lazımdır. Sırderya’nın suyu yükselip donmuş buz kütleleri erimişse o da bir işarettir belki.” demişti. Bunun neyin işareti olduğunu Mustafa geçen sefer sormadı ama aklına takılmıştı.
– Baba, Hokand hanı mı güçlü, yoksa Rus çarı mı?
– Hokand büyük bir hanlıktı fakat Kazaklara çok eziyet çektirdi. Kenesarı’yla savaştı. Birlik bozulup güç kaybolduktan sonra Rus çarı gelişmiş silahlarıyla geldi hanlığı yıkarak kendisine tabi kıldı.
– Peki, Hokandlılar ve Kazaklar birleşirlerse çarı yenebilirler mi?
Böyle sorulara babası cevap vermez sessiz kalırdı.
Çokay Biy dört yıllık köy okulunu iki yılda başarıyla bitiren bu zeki çocuğu, Rus okuluna vermek istedi. Bu meselede Rusça eğitim görmüş, devrin gereklerini anlayabilen kardeşi Almuhammed’in tavsiyesini dikkate alan Biy, yedi yaşındaki oğlunu Akmescit’e götürme hazırlıklarına başlamıştı. Bunu öğrenince duygulanan iki anası da oğulları gurbete çıkacağı için ağıt yakarcasına ağlayıp inlemeye başladılar. Onlara köyün birkaç kadını da eşlik edince feryatlar daha da yükseldi. Akrabaları, köylüleri, birlikte büyüdüğü arkadaşları çevresine toplandı ve ona hüzünle bakarak “Akmescit’te Rusça eğitim alacaksın, başına Rus şapkası takıp üzerine Rus giysileri giydirecekler. Artık Kazaklara benzemeyeceksin. Rusça konuşursun, Ruslaşırsın.” dediler. Pek fazla konuşmayan Türk Hoca ise usulca yanına sokularak “Rus okulunda boynuna zincirli haç takacaklar ve seni Hıristiyanlaştıracaklar.” diye kestirip attı. Bazıları ise “Biy ne yapmaya çalışıyor? Ne güzel Kuran okuyan çocuk Ruslaşmaz mı?” diye kendi aralarında fısıldaşıp dedikodu yapıyorlardı. Bunu duyan Mustafa’nın korkusu daha da artıyor, az önce şehirdeki okul hayatını düşünerek heyecanlanan yüreği hayal kırıklığına uğruyor, heyecanın yerini garip bir korku alıyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başlayınca hemen yolculuk hazırlığını yapmakta olan babasına gidip “Baba, sakın beni Akmescit’e götürme, Rusça eğitim almayacağım. Ben Rus olmak istemiyorum.” diye yalvarıp öfkeyle ağlamaya başladı. Bu kafa karışıklığının nereden kaynaklandığını anlayan babası, hıçkırıklara boğulmuş oğlunu bir kenara çekip yavaşça;
– Sen akıllı bir çocuksun, yavrum. Başkalarının boş sözlerine inanma. Sen analarının ve ninelerinin sözlerini dikkate alma, benim dediklerime kulak ver. Ben ne zaman senin bir kötülüğünü düşündüm? Hıristiyanlaşacaksın diye korkutanlar da kim? Sen Akmescit’e Rus olmak için değil eğitim almak için gidiyorsun. Rusça eğitim alanların hepsi mi dinden çıkıyormuş? Bak, Aliş amcanı görmüyor musun? Allah’a şükür, İslam yazısını ve Kuran’ı çok iyi öğrendin. Şimdi devrin gereklerine uygun olarak Rusçayı da öğrenmen gerek. Rusçayı öğrenirsen gelişirsin, millete faydalı olursun. O zaman malı mülkü, yeri yurdu yağmalanan, iliklerine değin sömürülerek zulüm ve işkence gören, kör itlerin öldüğü yere yani Sibirya’ya sürülen köylülere destek olursun. Eğer Rusça bilmezsen başkaları senin hakkını yer ve böylece zavallı ve ahmak durumuna düşersin. Almuhammed amcan da bu görüşte, diye öğüt verdi.
Omuzlarına bir nevi sorumluluk yüklercesine konuşan babasının sözleriyle Mustafa’nın korkusu birden kayboldu, yüreğine bir cesaret geldi. Düşününce Rus köylülerinin kendi evlerini nasıl yağmaladığını hatırladı. Sonraları da birçok kez zıvandan çıkan göçmen Rus çiftçiler, tarlalarını gasp ederek kendi aralarında paylaşmışlardı. Halk ayaklanmıştı lakin buna rağmen mesele yine Rus göçmenlerin lehine karara bağlanmıştı. Hukuk, yasa ve hükûmet onlardan yana olduğundan aklına eseni yapıp Kazakları soyuyorlardı. Polise şikâyet ediyorlar ve köy halkını sebepsiz yere öldüresiye dövdürüyorlardı. Çaresiz kalan Kazaklar ise Rusçayı ve dolayısıyla yeni idarenin kanunlarını bilmedikleri için Rus göçmenlerin yanında dilsiz gibi ellerini kollarını sallamaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Bu duruma aşırı derecede içerleyen Biy, dönemin gereklerine uyarak oğullarından birini Rusça mektebinde okutmaya karar vermişti. Yaşı çok küçük olmasına rağmen Mustafa meseleyi anlamış ve babasının sözlerine başını sallayarak cevap vermişti. Babasının kararını “tamam” diyerek onayladığının göstergesiydi bu.
Akrabalar arasında Çokay Biy’e kimse karşı gelemez, itiraz edemezdi. Dalayısıyla toplanmış kalabalık sessizce dağılmaya başladı. Anaları ağlayarak Mustafa’yı alnından öptüler. Mustafa çok duygulanmasına rağmen gözyaşlarına hâkim olmasını bildi. Çünkü babasının sözlerini zihnine iyice kazımıştı. Çokay Biy, oğlunu önüne oturtup “deh” diyerek atını mahmuzladı. Halk bir ağızdan hayırlı yolculuklar dileyerek arkalarından bakakaldı.
Akmescit’e pazar günü varan Çokay ile babası, kocaman bir binanın önünde durdular. Bu bir otel olmalıydı. Büyük şehre ilk kez gelen Mustafa, kaybolmak korkusuyla babasının eline sımsıkı yapışmıştı. Günlerden pazar olduğu için çok kalabalık olan şehri dolaşa dolaşa çarşıya geldiler. O güne değin hiç bu kadar insanı bir arada görmemişti. Pazardan babası gerekli eşyaları satın aldı. Parayı ilk defa o gün gören Mustafa’ya her şey ilginç görünüyordu, çocuk her şeyi meraklı gözlerle izliyordu. Etrafta koşuşturan insanlara, resmî kıyafetli memurlara, ağzını burnunu eğerek konuşan Ruslara şaşkın şaşkın bakarak öfkelendi. Gürültüden kulakları çınlayıp başı döndü. “Şehre hiç alışamayacağım, Rusça da konuşamayacağım.” diye düşünüp umutsuzluğa kapıldı.
Çokay Biy akşamleyin oğlunu da alıp bir dostunun evine gitti. Tatar asıllı bir tüccar olan arkadaşı, konuklarını açık yüreklilikle karşıladı, onurularına bir koyun kesti, onları güzelce ağırladı. Sohbet arasında babası ev sahibine şehre geliş sebebini anlattı ve oğlunu ona emanet etti. Mustafa’nın Rusça eğitim alacağını da söyleyince ev sahibi çok sevindi, bu kararı doğru bulduğunu bildirirken Mustafa’nın sırtını okşadı. “Müsait olduğun zamanlarda eve gel.” dedi. Bu teklife sevinen Mustafa evin çocuklarıyla tanıştı ve onlarla hemen kaynaşarak oyuna daldı. Tatar çocuklar Kazakçayı o kadar güzel konuşuyorlardı ki, Mustafa şaşkınlığını gizleyemiyordu. Sonra onun bu şaşkınlığı daha da arttı çünkü oyun oynamaya gelen Rus çocuklar da su gibi Kazakça konuşuyorlardı. Özellikle Vaska isimli çocuğun konuşması mükemmeldi, Mustafa’ya “Rusçadan ne biliyorsun?” diye sordu. Mustafa sessiz kaldı. Ne desin? Hiçbir şey bilmiyordu ki! Köylü çocuğun saflığından istifade etmek isteyen Vaska “Rusça öğrenmek istiyorsan ben öğretirim?” dedi. Sonra da;
– Kazakçada dede ne demek, diye sordu.
– Ata.
– Peki anne?
– Şeşe.
– O zaman aklında tut, atanın Rusçası atets, şeşenin Rusçası ise şeşets; anladın mı, dedi Vaska kurnazca.
– Anladım.
– Unutmazsın değil mi?
– Hayır unutmam.
Tatar çocuklar kendi aralarında gülüşüp eğlendiler. Mustafa ise Rusçanın bu kadar kolay bir dil olduğuna çok sevindi.
Ertesi gün okula gittiler. Görüştükleri Tatar öğretmen güler yüzlü bir adamı, babasıyla selamlaştı ve;
– Nereden geliyorsunuz, meseleniz nedir, diye sordu.
– Benim adım Torğayev Çokay, bu da oğlum Mustafa, burada okutmak için getirdim onu, dedi babası. Biz bu Perovsk ilçesine bağlı Grodekov bucağının 3 numaralı köyünden geldik.
– Ha, evet, sizin babanız Torğay Datka değil mi, adını duymuştum. Kendisinden çarlık coğrafyasında basılan kitaplarda söz edilmektedir. Böyle bir adamın uruğundan çıkan çocuğun da başarılı olması lazım, öyle değil mi, deyip Mustafa’ya baktı:
– Yazabiliyor musun?
Mustafa usulca başını salladı.
– Kaç yaşındasın?
Bu sefer ortama alışmaya başlayıp başını dik tutarak;
– Yedi yaşındayım. Pars yılında dünyaya geldim, diye cevap verdi.
Öğretmeni gülümseyerek başını okşadı ve çocuğu biraz övdü. Övüldüğü için keyfi yerine gelen Mustafa, Rusça bildiğini de söyledi. Çokay şaşkınlıkla oğluna baktı. Öğretmenin;
– Hadi söyle bakalım hangi kelimeleri biliyorsun deyince hiç vakit kaybetmeden;
– Ata , atets; şeşe, şeşets, dedi. Öğretmen de babası da güldü.
Öğretmenle konuşup anlaştılar. Okulun başlayacağı tarihi de öğrendikten sonra baba oğul birlikte köye geri döndüler. Köye geldiklerinde herkes onları şehir hakkında soru yağmuruna tuttu. Mustafa bütün gördüklerini övünçle kendi gözünden sırasıyla tek tek anlattı. “Hadi ya ne güzel!” diye hayranlıkla dinleyen arkadaşları ona gıptayla bakıyorlardı. Kendisi de şehri sevmiş ve bunun için Akmescit’te okuma kararı daha da pekişmişti. Şimdi bir an önce şehre dönmek istiyordu.
Artık hiç kimseyi gözü görmüyordu, “Her neyse yakında şehre gideceğim, okula başlamadan önce oyuna doyayım.” düşüncesiyle sabahtan akşama kadar dışarıda her türlü yaramazlığı yapıyordu. Ne yandan bakarsan bak ucu bucağı görünmeyen, yeryüzü ile gökyüzünün birleştiği engin bozkırlarda koşturup durdu. Amcası Sıddık’ın tayına binip yorgun düşene kadar dörtnala koşuşturmayı çok severdi ama bu sefer tay su kanalından atlarken yere düştü ve canı çok fena yandı. Bacağından sakatlandığı için köye dönemedi. Tayın eve yalnız döndüğünü görünce korkudan yürekleri ağzına gelen yakınları bağıra çağıra onu aramaya başladılar, hava kararınca ancak bulabildiler. Bu olaydan sonra tay gütmesi yasaklandı.
Bunun üzerine Mustafa arkadaşlarıyla birlikte buzağı gütmeye başladı. Ayaklarına kara su inene kadar bozkırlarda yorgun argın dolaşmasına rağmen yaramazlığı azalmayan Mustafa, arkadaşlarına öncülük eder, buzağıya binip sürerlerdi. Koşsun diye köyden ilaç getirip hem inatçı hem de küçük olan buzağılara sürerlerdi. Kırmızı biberle canı yanan buzağılar önlerine arkalarına bakmadan koştururlardı. Çocuklar bu manzaraya bayılır, kahkahaya boğulurlardı. Biber sürünce canı burnuna gelen buzağılar, kendilerine Sırderya’nın serin sularına atarlar, çocuklar da üstlerine binip yarışırlardı. Büyükler meseleden haberdar olup onları azarlarlardı ancak onların sözünü dikkate almayan Mustafa önderlik eder, oyunlarını sürdürürlerdi. Bazen demir yoluna gider orada oynarlardı. Hayli uzakta olmasına rağmen üşenmeden gidip telgraf direkleri boyunca yarışırlardı. Mustafa ise demir yolu üzerinden geçen trenlere binip çarın yaşadığı büyük, güzel şehre gitmek istiyordu. Büyüklerden bunlar vasıtasıyla çar ile görüşebileceklerini duymuş olan çocuklar, direklere tırmanıyorlardı. Tellere ulaşamayınca uzun direkleri kırbaçlıyor ve çarın yedi ceddine, bütün akrabalarına sövüyorlardı. Sonra dedikleri sanki çarın kulaklarına varmış da büyük iş yapmışlar gibi gururla köye dönüyorlardı.
Böylece yaz ayları çabucak geçiverdi. Sonbahar geldi ve Mustafa okul için hazırlanmaya başladı. Akmescit’e gidip eğitim alması gerekiyordu. Ancak yolculuk hazırlıkları yapmakta olan Mustafa aniden hastalanıp yatağa düştü. Çiçek hastalığına yakalanmıştı. Ateşi yükselmiş, geceleri deli gibi sayıklayan Mustafa’nın baş ucunda anası nöbet tutmuştu. Merhametli Baybişe’nin şefkatli ellerinde üç haftada tamamen iyileşmişti ama okula da geç kalmıştı. Ancak bütünüyle iyileşip ayağa kalktıktan sonra okul konusu tekrar gündeme geldi.
İLK GEÇİT
Akmescit’te iki sene okuyan Mustafa’yı babası, Taşkent’teki Rus lisesine yazdırmaya karar verdi. Çokay, 24 Mart 1902 yılında Taşkent Erkek Lisesi müdürüne hitaben bir dilekçe yazdı. Lise idaresi, Biy’in yazdığı dilekçenin yanı sıra nüfus kâğıdı, sağlık raporu ve Akmescit’teki okuldan alınan belgeyi de inceleyerek komisyonunun Mustafa’yı okula kabul ettiği kararını mayıs ayında ilan etti. Kabul komisyonunun bu kararında şüphesiz Akmescit okulunun verdiği referansın da etkisi olmuştu. Ancak babasının şöhreti de bu kararda önemli rol oynamıştı. Sırderya vilayetinin güçlü kişilerden biri sayılan Biy’i Akmescit valisi ve memurları çok iyi tanırdı. Onların düşüncesi esasen şuydu: Böyle önemli bir kişinin oğlu Rus okulunda eğitim alması Çarlık hükûmetine samimi bir şekilde hizmet edecek dilmaçların sayısını artacaktır.”
Taşkent’e ağustos ayında geldiler. Bölgenin başkenti olan bu şehir daha önce gördüğü Akmescit’ten, yol boyunca gördüğü Yesi ve Çimkent’ten çok daha büyüktü. Yüksek katlı güzel binalar, çevresinde yemyeşil ağaçlar bulunan uzun ve geniş yollar, sürekli hareket hâlinde bir kalabalık…
Şehrin merkezine yaklaştıkça Kazak ve Özbeklerin sayısı yavaş yavaş azaldı, gösterişli memurlar ve güzel giyimli süslü kadınların sayısı artmaya başladı. Bu kadar gösterişli ve büyük bir şehirde okuyacağına sevinen Mustafa, yol boyunca çevreyi izledi. Bindikleri fayton Sobornıy, Voronsov, Kaufman sokaklarından geçerek ağaçlarla kaplı küçük Konstantinovskiy parkına geldi.
Lise, genel valinin şehir merkezindeki evi ile şehir tiyatrosu arasında, Regina Otelinin yanındaydı. Dört katlı binanın içine girdiler, uzun koridoru geçip müdürün bekleme odasına geldiler. Bu makama atanalı sadece bir yıl olan okul müdürü Evgeniy Voznesenskiy, onları güler yüzle karşıladı, okulun kurallarını anlattıktan sonra Mustafa’yı yurda yerleştirdi. İlk müşel[8 - Müşel/Müçel: On iki hayvanlı Türk takvimine göre her on iki yıllık yaş evresine verilen ad. İlk müşel on üç yıl kabul edilir, sonra her on iki yıl bir müşel olarak hesaplanır.] yaşını dolduran oğlunu, -Rus okulunun olumsuz etkisinden korumak için- babası yakınlardaki dinî eğitim veren bir okula da kaydettirdi.
İlk başlarda az konuşan, sakin biri olarak görünen bu bozkır Kazak’ı, çok geçmeden lisedeki sınıf arkadaşlarıyla çabucak kaynaştı. Birinci sınıfta karnesinde üç ve dörtleri de bulunan Mustafa, ertesi yıl daha başarılı bir öğrenci oldu. O yıl derslerindeki başarısıyla öğretmenlerinin dikkatini çeken zeki çocuk, genel valinin özel bursunu kazandı. Artık burs olarak yüz ruble alıyordu. Bu meblağ elbette o dönem için çok büyük paraydı. Bundan dolayı ailesinden maddî yardım almadı, aksine ailesine yardım etmeye başladı. Sonraki yıllarda da notlarını yüksek tutup her dönemi sınıf birincisi olarak tamamladı. Bulunduğu sınıfta Rus çocuklarının çoğunlukta olması onu yalnızlığa itmişti. Üçüncü sınıfa geçtiği 1904 yılında, yalnızlık çeken Mustafa’nın sınıfına Taraz şehrinden Hamza Nurşanov adında bir Kazak çocuk geldi. Birlikte ders çalışan bu iki arkadaş, eğitim yılı sonunda takdir belgesini de birlikte almaya başlamışlardı.
Mustafa üçüncü sınıftayken bütün Türkistan halkını tedirgin eden bir olay yaşandı. İmparatorluk başkenti Petersburg’u sarsan 1905 devriminin etkisi Taşkent’te de hissedildi. Sadece göçmen Rus aydınları ve çeşitli sanayi kuruluşlarında çalışan işçiler değil aynı zamanda öğrenciler ve yerli ahali de devrimin etkilerini derinden yaşadı. Türkistanlı Ceditçiler, aydınlar, okumuş insanlar ve halkın çıkarını düşünen kanaat önderleri, Rusya’da buzların artık çözüldüğünü, imparatorluğun çökmeye başladığını anladılar. Buna ek olarak Rusya’nın, ufak tefek Japonlara yenilişi sömürge altındaki uluslarda millîyetçilik duygularının uyanmasına sağlamış, haysiyet ve şeref kavramlarını öne çıkarmış, onların geleceğe umutla bakmasına zemin hazırlamıştı. Dolayısıyla herkeste “Avuç içi kadar küçük bir adada yaşayan yoksul Japonlar, orman gibi sık bir halka diz çöktürürken, biz neden hürriyet yolunda savaşmıyoruz?” fikri hasıl olmuştu. Bu bağlamda Japonları örnek alıp bilgi silahıyla güçlenme yoluna giden Ceditçiler, çağdaş okullar açarak, basın ve yayına önem vererek, gizli teşkilatlar kurarak, çeşitli kültürel etkinlikler düzenleyerek halkı uyandırmaya çalışıyorlardı.
Müşel yaşını yeni tamamlamış bulunan Mustafa o zaman lise üçüncü sınıfa gidiyordu. Taşkent’teki bütün okullarda olduğu gibi onun okuduğu lisede de devrimden bahsediliyor, Petersburg’daki olaylar hakkında çeşitli düzeyde tartışmalar yapılıyordu. Bu durum karşısında bazıları açıkça fikirlerini beyan ederken bazıları da ağzını açmadan olup bitenin sonucunu bekliyordu. Mustafa ise tedbirli hareket ederek tartışmalara ve gizli toplantılara pek fazla katılmıyordu çünkü devrim sonrasında Çarlık hükûmeti tepki olarak okulları sıkı denetim ve baskı altında tutuyordu. Diğer yandan 1898 yılındaki Andican ayaklanmasının neticesinde hükûmetin yerli halka karşı güveni azalmış, dolayısıyla baskı daha da artmıştı. Her yer özellikle de okullar casus ve muhbir kaynıyordu. Bunlar konuşulan her şeyi anında güvenlik birimlerine yetiştiriyorlardı. Hükûmetin ise kendine karşı gelen Asyalılara acımayacağı çok açıktı. Bu şartlarda ufak bir şeyden dolayı okuldan atılacağının bilincinde olan Mustafa, içine kapanarak ihtiyatlı olmaya çalışıyordu.
Lise eğitimi sırasında tarihe, özellikle kendi tarihine ilgi duydu. Geçmişte Turan olarak adlandırılan büyük Türkistan’ın ve vaktiyle dünyanın yarısına hükmetmiş Kıpçakların tarihiyle alakalı ciddi bir araştırmalar yaptı. Söz konusu yıllarda tanınmış bilim adamı, Türkistan tarihi uzmanı V. V. Barthold’un öncülüğünde yürütülen Türkistan Bölgesi Kazı Bilimi Meraklıları Kulübünün etkinliklerine dinleyici olarak katılıyordu. Türkistan bölgesinin arkeolojisi ve etnografyası, tarihi ve kültürüne dair ilgi çekici konular üzerinde durulan kulüp çalışmalarına tanınmış şahıslar[9 - N. P. Ostroumov, V. V. Nalivkin, V. İ. Vyatkin, İ. İ. Geyer, S. M. Gramenitski, F. İ. Kerenski, N. A. Avikov, N. G. Mallitski, S.M. Likoşin, O.N. Petrovski, V.F. Oşanin…] iştirak ederek bilimsel sunumlar yaparlardı. Taşkent’te eğitime başladığı yıl faaliyete başlayan Şarkiyat Topluluğu da Mustafa’nın çok sık uğradığı yerlerden biriydi. Tanınmış şarkiyatçı, etkinci misyoner, Taşkent Öğretmen Okulu müdürü Nikolay Ostroumov’un yönetiminde faaliyet gösteren bu topluluğun geleneksel toplantılarına S. Saidazimbayev, M. İsamuhamedov gibi Türkistanlı Ceditçi aydınları da etkin bir şekilde katılırlardı.
Mustafa’yı ilmi çalışmalara teşvik ve onun yeteneğini geliştiren şahıslardan biri de tanınmış Başkurt budun betim-ci Ebubekir Divayev’dir. Türkistan Kazı Bilimi Meraklıları Topluluğunun toplantılarına sürekli katılan Mustafa, Kazak tarihi ve kültürü ile ilgili birçok değerli çalışma yürüten Ebubekir Divayev’in dikkatini çekmişti. Tanışmalarının ardından Divayev, Mustafa’yı evine davet etti. Bilim adamlığının yanı sıra insanlığı, ileri görüşlülüğü ve derin düşünceleri ile de temayüz eden Divayev, evine gelen Mustafa ve arkadaşlarını çok iyi karşılıyor, onlarla bolca sohbet ediyordu. Bilime meraklı bu genç öğrenciler, Türk tarihi, edebiyatı ve kültürü hakkında, ayrıca Kazakların engin halk bilimine dair önemli bilgiler aktaran Ebubekir Divayev’in evine artık daha sık gelmeye başladılar. Divayev lisede okuyan Türkistanlı öğrencileri teşvik ediyor, ihtiyaç hasıl oldukça onlara destek veriyor hatta maddî yardımda bulunuyordu.
Bir seferinde Ebubekir“Abay Kunanbayoğlu adlı şairi duymuş muydun?” diye sordu. Olumsuz cevap üzerine Divayev gülümseyerek kitaplıktan bir kitap alarak Mustafa’ya uzattı. Petersburg’dan yeni getirmişti, kitap yepyeniydi. Mustafa kitabı usulca açıp okumaya başladı.
Bilim öğrenmeden övünme,
Yerini bulmadan gerinme,
Hiç de heveslenip sevinme,
Eğlenerek boşa gülmeye.
Şairin manidar dizeleri onu âdeta büyüledi. Önünde sanki daha önce görmediği yepyeni pencereler açılmıştı. Evvelce dinlediği, okuduğu şair ve ozanlara hiç benzemiyordu bu. Okumaya devam etti:
Yatılı okulda okuyor,
Nice nice Kazak uşağı.
Yeni nesiller, genç kuşaklar,
Sanki bir elin parmağı.
Oğlum kanun biliyor diye
Sevinir anne babaları,
Yazık ki hiç de fark etmezler,
Eksilir kendi pahaları.
Bu mısraları okurken ilgisi ve heyecanı daha da artmıştı.
Aklından geçmez hiçbirinin
Saltıkov ya da Tolstoy olmak,
Ya tercüman yahut avukat
Düşünceleri budur ancak.
Bu dörtlüğü okuyunca ise derin düşüncelere daldı. Hukukçu olmak istediğini iyi bilen Ebubekir, onun nerede durduğunu görünce;
– Bu mısralar senin için yazılmamıştır, bunlar köklerinden kopmuş, sadece kendini düşünen, nefsinin kölesi olmuş, makam için milletini satan, dilini bilse de edebiyat ve kültürünü tanımayan, kendini eğitim ve bilime adamayan cahillere hitaben yazılmış dörtlüklerdir dedi ve Abay’dan bahsetti.
Kazanlı bilgin Mercanî’nin izini takip eden Divayev, bir zaman sonra bu gayretli genci Ceditçilerin önde gelenleriyle tanıştırdı. Hareketin Türkistan’daki öncülerinden sayılan Mahmud Hoca Behbudî ve Münevver Karî Abduraşidhanov gibi aydınlarla tanışan Mustafa, Usul-i Cedid yani yani çağdaş sistemle eğitim veren okullardan haberdar oldu. Sohbetler sırasında Taşkent şehrinde açılan ilk Usul-i Cedid okulunun kurucusu Hafız Münevver Abduraşidhanov, eğitimcilik konusunu ele alırken Müftü Mahmud Hoca Behbudî, hürriyet yolunda siyasî mücadelenin yöntemleri hakkındaki düşüncelerini paylaşıyordu. Rus okullarında okuyan Türkistanlı talebelerin terbiyesine çok önem veren Behbudî, Türkistan’dan Rusya Devlet Duması’na Rusça bilen ve Hukuk Fakültesi mezunu yurttaşlarının gitmesi fikrini savunuyordu. Bunun için milliyetçi ve vatansever gençlerle görüştüğünde hep “Rusçayı iyi öğrenin, hukuku iyi bilin, bizim mücadelemiz kanunî çerçevede ilerlemelidir.” diyordu. Mustafa, babası Çokay Biy’in Rusça öğrenmesini ve hukuk okumasını neden bu kadar çok isteğini o zaman daha iyi anlamaya başladı. Kırım’da yayımlanan Tercüman; Taşkent’te çıkan Hurşid, Terakki, Şurrat ve Tüccar gibi Ceditçi gazeteler sayesinde fikir dünyası enikonu gelişmiş, düşünceleri şekillenip oturmuştu. Bu yayınlar sayesinde Şehabeddin Mercanî, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve sömürge altındaki Müslüman Türk halklarının millî istiklal yolundaki mücadesi hakkında da bilgi sahibi oldu.
Mustafa’nın siyasete ilgisi de o dönemlerde başlamıştı. Taşkent’te Türkistan Ceditçilerinden ilk siyasî bilgileri aldıktan sonra Taşkent’teki aydınlarla sıkı ilişkiler içine girdi. Birlikte okuduğu Tatar arkadaşının babası, General Sakıpkerey Yanıkeyev’in evine sık sık gidiyor, Çar ordusunda hizmet edip en yüksek rütbeye kadar yükselmiş bulunan General de bu yiğit gençle bazen siyasî konular üzerinde konuşuyordu. Mustafa bir sohbet sırasında Petersburg Hukuk Fakültesinde okumak istediğini fakat Türkistanlılar için özel bir burs bulunmadığından bu hayalini gerçekleştiremediğini söylemişti. Bu istidatlı delikanlının çelik gibi güçlü azimli ve güçlü karakterine hayran olan General, burs alması için kendisine yardım edeceğini söyleyerek Mustafa’yı sevindirdi.
Lise son sınıfa geçtiğinde Mustafa’nın siyasî ve toplumluk faaliyetlere katılımı artmaya başladı. Mahkemelik olduğu için veya herhangi bir işi sebebiyle memleketinden gelen akrabaları hemen onu arayıp buluyordu. Taşkent’i ve Rusçayı çok iyi bildiği için gelenlere yardım edip işlerinin hızlı ve başarılı sonuçlanması için çabalıyordu. Memleketten gelen herkes onun resmî kurumlardaki kibirli memurlardan çekinmeden, onlarla aynı seviyede konuşup, çözümü zor meseleleri bile çabucak çözmesine şaşırarak memnun bir hâlde dönüyorlardı. Dolayısıyla Mustafa’nın halledemeyeceği iş yoktur diye düşünüyorlardı. Bu yüzden de “Delikanlıyı fazla rahatsız etmeyelim, boşuna zamanını harcamayalım, zor işler karşısında şevki kırılmasın, hayal kırıklığına uğramasın.” gibi düşünceleri de yoktu. Mustafa da buna gücenmiyor, bir yolunu bulup kendisine başvuran çaresiz insanlara yardım etmeye çabalıyordu. Takip ettiği işler sayesinde yürürlükte olan yasaların birçoğunu öğrenmiş, resmî temsilcilerine ve memurlara meseleleri nasıl sunacağını kavramış, devlet işlerine alışmıştı.
Böylece genç Mustafa’nın adı köyünde takdirle yâd edilir olmuştu. Resmî işlerle ondan ricada bulunanların sayısı gün geçtikçe artıyor, küçük sorunları bizzat kendisi çözüyor, gücünü aşanları ise genel valinin yardımlarıyla hallediyordu. Birkaç kez kabul ettiği bu zeki Kazak çocuğunun Rusçayı çok iyi bildiğini ve çok yetenekli olduğunu gören, “yarı çar” sayılan General Samsonov, lise öğrencisi Mustafa’ya bir seferinde onu takdir ettiğini açıkça söyleyerek kendisine tercümanlık yapması teklifinde bulundu. Yabancılara yüksekten bakmayı alışkanlık hâline getirmiş General bu teklifiyle bozkır Kazaklarına eşsiz bir ihsanda bulunduğunıu düşünmüştü fakat yanılmıştı. Mustafa kibarca teşekkür etti ve eğitimini sürdürmek istediğini söyledi. Bunu hazmedemeyen General sinirli bir şekilde;
– Eğitimine hangi alanda devam etmek istiyorsun? Herhâlde hukuk değildir diye düşünüyorum.
– İsabet buyurdunuz efendim, hukuk fakültesini istiyorum!
–Hukuk fakültesinde Türkistanlılara ayrılan kontenjan sadece Rus vatandaşlar içindir. Orada yabancılar için burs tahsis edilmemiştir.
– Kazan Tatarlarına ayrılan burstan yararlanma sözü aldım.
Henüz liseyi bile bitirmemiş bu yabancı gencin bu kadar rahat ve cesur konuşması General Samsonov’un sabrını tüketti. Öfkeli bakışlarıyla donakalan vali Mustafa’ya “gidebilirsin” anlamında kapıyı işaret etti.
Elbette General’in böyle öfkelenmesi sebepsiz değildi. Çünkü uyanık ve bilinçli yerli halk temsilcilerinin önemli devlet işlerinden mümkün olduğu kadar uzak tutulması, hukuk fakültesinde okutulmaması hakkında gizli bir emir vardı. Bu çocuk ise gelecek vadediyordu. Gözlerinde öyle bir kıvılcım vardı ki, korkmak ve çekinmek nedir bilmiyordu. Bunu bir şekilde durdurmak gerekiyordu. Kendisini Türkistan’ın sahibi olarak gören Samsonov bunları düşündükçe masasına vurmaya başladı.
Mustafa’nın, yarı çar sayılan sert mizaçlı genel valinin teklifini kabul etmemesinin üç temel sebebi vardı: Her şeyden önce eğitimine devam etmek istiyordu. Tahsilini tamamladıktan sonra da hukukçu kimliğiyle sömürülen ulusunun meselelerine çözüm aramaya karar vermişti. Babasının da dediği gibi, Kazaklara ve bütün Türkistan bölgesine faydalı bir vatandaş olmak istiyordu. İşsiz kalsa bile tercüman olmak istemiyordu çünkü tercümanların çoğu hıyanet içinde yaşıyor; vatanını ve milletini pazarlık konusu yapıyordu. Mustafa ise büyük vebal alan bu insanları aldıklarını görünce için için üzülüyordu. Tercümanlara yerli halk bile saygı duymuyordu. Her yere rahatça girip çıkan bu kötü niyetli tercümanlar iyi bilindiğinden halkın bunlara karşı itimadı kalmamıştı. Köyden gelen akraba ve yakınlarının çevrelerinde dolaşan menfaatçi tercümanlara değil de Mustafa’ya güvenmeleri işte bu sebeptendi. Lakin onu Samsonov’a “hayır” diye cevap vermeye iten sebeplerin başında valinin tam bir ırkçı olması geliyordu. “Rus köylüsünün kavgası bile herhangi bir Türkistanlıdan, hatta Türkistan’ın bir ermişinden daha değerlidir.” diyen Samsonov, daha da küstahlaşarak Evliya Ata Camiine, Çar’ın ve kendisinin portrelerini astırmıştı. Camiyi Allah’ın evi sayan Müslümanlar için bundan daha büyük bir aşağılama olamazdı. Bu yüzden de milletin nefret ettiği, yerli halk tarafından lanetlenen, bütün Türkistan’ı ayaklarının altına almak isteyen alçak General’in yanında olmayı istemezdi. Kibirli birinin hizmetkârı olarak dediklerini yapmayı, kölesi gibi yaşamayı halkına ihanet olarak gören Mustafa, kendini şan ve şöhrete, servet ve varlığa kavuşturabilecek bir vazifeyi bilinçli olarak reddetti.
Mustafa derslerinde başarılı bir öğrenci olmasının yanında okulun sosyal faaliyetlerine de etkin şekilde katılıyordu. Lisede çeşitli etkinlikler düzenleniyor, tiyatro oyunları sahneleniyordu. Bu tiyatro oyunları genellikle devlet işleriyle ilgili olduğundan Mustafa çoğu zaman, devlet ya da vilayet başkanı rolünü alırdı. Kendine verilen rolü başarıyla oynarken kabiliyetli bir yönetici ve bilge bir önder kimliğini çok bariz bir şekilde canlandırıyordu. Bir zaman sonra bu tiyatro oyunlarından devlet kurumlarının da haberi oldu ve tabiatıyla oyunlarla ilgili denetimler başladı. Bu durum lise yöneticilerini endişelendirdi. Sahnelenen oyunlarda devrimci bir niyetler arandı, dolayısıyla sorguya çekilenler bile oldu. Her şeyden önemlisi onları dehşete düşüren başka bir şey vardı: “Neden bu yüce ulusun yöneticisi rolünü bir yabancı oynuyordu. Bu büyük milletin temsilcilerine emir vermeye kim oluyordu o? Oyunda bile olsa yabancı asıllı biri Ruslara yöneticilik yapamazdı!”
Eğitim ve öğretim yılının sonu yaklaştı. Lise müdürü ve Türkistan Vilayeti Eğitim Müfettişliği, Mustafa’ya ödüllerin en büyüğü olan Altın Madalya verilmesini üst makamlara teklif etti fakat art niyetli vilayet valisi bir karar alarak Altın Madalya için bir Rus çocuğunun bulunmasını emretmişti. “Kendisini aşağılayan bu yabancı, onun elinden altın madalya alamazdı! Vahşi bir halkın çocuğu altın madalya alabilecek kadar zeki olamazdı! Koskoca lisede başka birisi yok muydu? Bu Kırgız’ı,[10 - O dönemde Ruslar, Kazakları da Kırgız olarak adlandırıyordu.]bir yolunu bulup süründürmek gerekti! Onu sınavlara bile almamak lazımdı! İşte o zaman genel valiyle nasıl konuşması gerektiğini anlayacaktı.” Vali bu söylemleriyle bütün lise idaresini ayağa kaldırmıştı.
Lise müdürü E. A. Voznesenski çok dürüst kişiydi. Samsonov’un niyetini önceden anlamış, Mustafa’ya her şeyi anlatmış ve Sergey Mihayloviç Gramenitski’yle irtibata geçmişti. Başkentteki Petersburg Üniversitesi Fizik-Matematik Fakültesinden 1881 yılında mezun olduktan sonra çalışma hayatına Taşkent’teki bu lisede öğretmen olarak başlayan Sırderya Vilayeti Halk Okulları Yönetim Kurulu Başkanı Mihayloviç, ırkçı düşünceler beslemeyen, geçmişi temiz bir bilim adamıydı. Okullarda öğrencilerin millî kimliklerine bakılmaması, okuma yazmanın Uşinski yöntemiyle sesli olarak öğretilmesini gerektiğini savunarak İlminski’nin misyoner yönteminden vazgeçilmesi çağrısında bulunmuş hatta bu uğurda Hıristiyanlaştırma siyasetinin bölgedeki fikir babası Nikolay Ostroumov ile bile tartışmıştı. Bu yüzden konuyu yakın arkadaşı olan Halk Okulları Birinci Müfettişi Fyodor Mihayloviç Kerenski’ye açtı. Mihayloviç, Simbirsk’ten buraya tayin edilmişti. Meselenin her hâlükârda âdil çözümünden yana olduğunu bildirerek lise müdürüne, 17 Mayıs’ta Mustafa’nın üniversiteye girmesinin yolunu açacak bir referans mektubu da yazdı. Böylece iki arkadaş da Mihayiloviç’in hatırını kırmadılar, gelecek vadeden bu delikanlının önünü açılmış oldu.
Hiçbir şeyin farkında olmayan Mustafa, o dönem bütün derslerden sınava girerek yüksek notlar almaya devam ediyordu. Hukuk, Rusça, felsefe, tarih, coğrafya, matematik ve fizik’ten en yüksek not olan beş, Fransızca ve Almancadan da dört aldı. Gelecekte bu derslerden de hayat sayesinde beş alacağını Mustafa elbette daha o günlerde biliyordu. Aldığı dörtlere rağmen imtihanların genel sonuçlarına göre okulun en başarılı öğrenciydi ve herkes onu tebrik ediyordu.
Mezuniyet günü General Samsonov, en başarılı öğrenci olan Mustafa’ya gümüş madalya, ikinci sıradaki Aleksandr Georgiyeviç Zaprometov isimli mezuna ise altın madalya verilmesini emretti. Böyle bir haksızlığa dayanamayan Mustafa, gümüş madalyayı almaktan vazgeçti. Onun bu cesur hareketini lise müdürü ve sınıf arkadaşları da destekledi hatta Aleksandr da gerçek sahibinin arkadaşı olduğunu söyleyerek altın madalyayı almayacağını açıkladı. Böylece 2 Haziran 1910’da hayatının ilk zaferini kazanan Mustafa, 1035 numaralı özel diplomasıyla birlikte mutlu mesut memleketine döndü.
Allah’ın hikmetine bakın ki, Fyodor Mihayloviç de 1899 yılında Taşkent’teki bu liseden mezun olmuştu. Bu zat Petersburg’daki Dil ve Tarih Fakültesine giren, daha sonra çarı tahttan indirip Geçici Hükûmet’in başına geçen Aleksandr Kerenski’in öz babasıydı. 1887 yılında ağabeyi Aleksandr, çara isyan ettiği için ölüm cezasına çarptırılan ve bu yüzden altın madalyadan mahrum bırakılan Vladimir İliç Ulyanov’a da (Lenin) yardım etmişti. Güzel bir referans mektubu yazarak onun Kazan Üniversitesine geçmesini sağlamıştı. Şimdi yanı kişi Mustafa’nın da önünü açmış, ayrıca vazife yaptığı Taşkent’teki imzaladığı son resmî emri de bu olmuştu. Yaşı geldiği için emekliye ayrılan Fyodor Mihayloviç, çok geçmeden Petersburg’daki avukat oğlunun yanına taşındı. O zamanlar gurur duyduğu bu iki öğrencisinden biri Rusya’daki devrimin önderi, ikincisi ise Türkistan’ın siyasî lideri olmuştu. İmparatorluk yönetimini elinde tutan oğluna muhalif olacağından tabii ki habersizdi.
Gaipten haber alarak geleceğe şekil vermek mümkün olsaydı, Lenin ve Çokay adlı şahısların tarih sahnesinde hiç çıkmamaları da mümkün olabilirdi. Tabii bu Allah’ın yazgısıydı. Bildiğimiz şu ki sonradan Lenin diye meşhur olan Ulyanov, Fyodor Mihayloviç’in sevgili oğlunu sadece iktidardan değil, anavatanına da bir daha geri dönemeyecek şekilde uzaklaştırdı. Öğretmeninin oğlunu Geçici Hükûmet döneminde destekleyen Çokay, Avrupa’da göçmen olduğu yıllarda ise onun tam anlamıyla rakibi hâline dönüşmüştü.
PETERSBURG’DA
Liseyi altın madalya ile tamamlayıp, hukuk fakültesine başvuru yapmak için Türkistan Vilayeti Eğitim Müfettişliği onayını alan Mustafa, 21 Haziran 1910 yılında İmparatorluk Petersburg Üniversitesi Rektörlüğü’ne dilekçe yazdı. Dilekçesi eğitim kurumunca 30 Haziran’da incelendi ve 6 Temmuz’da üniversiteye kabulü hakkında karar çıktı. Petersburg’dan bu güzel haberi içeren mektubu aldığı günkü mutluluğu sınırsızdı.
Bozkır Kazakları için hayal olan büyük çarın oturduğu imparatorluk başkentine Mustafa’yı bütün köy uğurladı. Konuğu hiç eksik olmayan evinde ziyafetler verildi. Dört bucaktan gelen kıymetli konuklar ona başarılar diliyorlar, dualar ediyorlardı. Ayrılık günü geldiğinde kalbi güm güm memleket topraklarından çarparak imparatorluk başkentine doğru yola çıktı.
Vaktiyle Şokan Valihanov’un çalıştığı o büyük şehirde yirminci asır başlarında Alihan Bökeyhanov, Bakıtcan Karatayev, Muhamedcan Tınışbayev, Cakıp Akpayev, Bakıtkerey Kulmanov, Sancar Asfendiyarov, Cahanşa Dosmuhambetov, Halil Dosmuhambetov, Rayımcan Marsekov gibi öncü Kazak aydınları, çeşitli alanlarda eğitim almış, siyaset sahnesindeki tecrübelerini geliştiriyorlardı. Ağabeylerinin izinden rüzgâr gibi koşan Mustafa, kısa zamanda uyum sağlayarak onların yanlarında yerini aldı.
Petersburg’daki siyasî, kültürel ve etnik çeşitlilik genç Mustafa’nın çok yönlü olarak gelişip yetişmesine yardımcı oldu. İmparatorluk başkentinde eğitiminin yanı sıra bilim ve siyasetle de ciddi anlamda ilgilendi. Lisede okuduğu yıllarda Türkiyat ve tarihe aşırı ilgi duymuştu; Petersburg’da bu alanların uzmanlarıyla tanışma imkânı buldu. Bunların ilk tanıştığı bilim adamı Profesör Samoyloviç oldu. Divayev’in yönlendirmesiyle gidip profesörle tanışan yağız Kazak delikanlısı, Türkistan’ın büyük bilgesini kıvrak zekâsıyla hemen kendine bağladı. İlerleyen günlerde Samoyloviç’in halk kültürü kaynaklarını toplamasına da yardım etmişti. Bir keresinde Mustafa’dan “Çarşıdan aldım bir bohça, ben bohça almasam kim bohça alır?” tekerlemesini duyup not alan Samoyloviç, bunu birden anlamamış, daha sonra ise katıla katıla gülmüştü. Aralarındaki dostluk gün geçtikçe güçlenmeye başladı. Türkistan halkının sözlü edebiyat ürünleri de derleyen bu bilim adamı, bir seferinde Mustafa’dan boş laflar ile ilgili bir örnek bulmasını istedi. Mustafa düşünmeden memleketinde Nafile Biy diye adlandırılan Dürimbet Kazıbekuloğlu’nun bir evi pireden arındırmak için doğaçlama söylediği şu mısraları okudu:
“Pire pireden cesur,
Pire yorganda olur.
Yorganı suya batır,
Öylece çaresiz kalır.
Üff çık!”
Bu dörtlüğü kaydeden ve Jivaya Starina adlı derleme kitabında yayımlayan Smayloviç, çok geçmeden Mustafa’yı ünlü şarkiyatçı ve Türkiyatçı Wilhelm Radloff’la tanıştırdı. Genç adamın doğuştan gelen kabiliyetini fark eden Radloff, Mustafa’ya birkaç kez Hukuk Fakültesini bırakıp Petersburg’daki Doğu Dilleri Fakültesine geçmesi teklifinde bulundu. İknaya yardımcı olur düşüncesiyle genç dostuna meşhur sözlüğünü bile hediye etti fakat Radloff’un dileği gerçekleşmedi. Mustafa, şarkiyatçılığı küçüklüğünden beri ülküsü olan hukuka tercih etmedi. Ünlü bilgininin etkisi altında kalmamak için bir zaman sonra kendini ondan uzak tutmaya çalıştı.
Mustafa, gerçekte Almanlardan başka hiçbir millete merhamet duymayan, güçlünün zayıfı yönetmesini bir kural olarak benimseyen Radloff’un kişiliğinde şarkiyatçı bilginlerin gerçek yüzünü görmüştü. Daha sonra yazdığı bir makalede bu şarkiyatçı bilim adamı hakkında şu çarpıcı tespitte bulunmuştu: “… Biyoloji uzmanı nasıl kelebekleri büyük bir çabayla toplayıp, koleksiyon yapıyorsa Radloff da bizi böyle bir araştırma nesnesi olarak görüyordu. Onun Türk halklarına olan sevdası ancak bu kadardı…” Gerçekten de Doğu’yu egzotik bir sergi, halk bilimi ve etnolojisi müzesi olarak gören isteyen şarkiyatçılar, bundan daha güzel bir şekilde tasvir edilemezdi. Bir yazısında“Bana bütün Kazak bozkırı sanki şarkı söylüyormuş gibi geliyor…” diyerek hayranlığını ifade eden bu bilim adamı aslında Doğu’nun diri ve iri olmasını, kendi kültür ve medeniyetini kendi yolunca geliştirip sürdürmesini hiç arzu etmiyordu. İmparatorluğun sömürgeci siyasetine hizmet eden bu şarkiyartçı “Zamanın akışına ayak uyduramamış, Doğu’nun cahil insanı kendi yolunu, gelişme yönünü tayin etmekten âcizdir. Bu yüzden onlar yalnızca Batı değerlerini eksiksiz kabul ettiklerinde gelişeceklerdir.” düşüncesindeydi.
Şarkiyatçı uzmanlarla mesafeli ve seviyeli ilişkiler kuran Mustafa, bütün mesaisini hukuk bilimine adadı. Bu sayede çok geçmeden fakültenin önde gelen, başarılı öğrencileri arasında yer aldı. Hukuk fakültesinde, imparatorluğun en iyi profesörleri ders veriyordu. Mustafa bu hocalardan Roma Hukuku Tarihi, Rus Hukuku Tarihi, Uluslararası Hukuk, Medeni Hukuk, Ticaret Hukuku, Siyasî İktisat, İstatistik, Felsefe Tarihi gibi dersler okudu. Bunlara daha sonra Uluslararası Hukuk profesörü F. F. Martens, Medenî Hukuk profesörü A. H. Gall yine Medeni Hukuk profesörü ve eski rektör V. İ. Sergeyeviç de katılmıştı. Vaktini boş eğlencelerle geçirmekten kaçınan Mustafa, dersleri pür dikkat dinliyordu; bu bozkır çocuğunun zekâsı ve öğrenme hevesi, fakülte profesörleri ile öğrencilerini hayran bırakıyordu.
Bilgisinden faydalanmak isteyen kötü niyetli bazı arkadaşları, imtihanda yardım etmesini hatta kendi yerlerine imtihana girmesi için Mustafa’ya yalvarıyorlardı. Samimi ve temiz yürekli biri olduğundan onların ricalarını reddedemiyordu. Bilgisi ve dürüstlüğüne güvenen profesörler ise onun yalan söylemeyeceğine inanmışlardı. Bir sınavda Profesör Petrojitski bunu fark edip;
– Siz sınavı vermemiş miydiniz? diye sordu.
Ne cevap vereceğini bilemeyen Mustafa, neden sonra kendisini toparlayıp sınavı yeniden vermek için istediğini söyledi. Yalan konuşmasına sebep olan bu olayın ardından bir daha böyle durumlara düşmemeye karar verdi.
Mustafa’nın adı çok geçmeden bütün Kazaklar arasında duyulmaya ve başlamıştı. 1912 yılında Aykap dergisinin on üçüncü sayısında Mustafa hakkında “Bugün Petersburg Üniversitesinde Perovski kazası Grodekovski bucağında yaşayan Saçlı Kıpçak uruğundan gelen Mustafa Çokayev isimli delikanlı eğitim almaktadır. Bu genç, yükseköğretim kurumunda okuyan Prevoskili ilk Kazak olmalıdır.” diye yazıyordu.
Mustafa, siyasî açıdan gazeteci Muhametcan Seralin’in başını çektiği Aykap dergisi ekibinden ziyade Alihan Bökeyhanov, Mircakıp Duvlatov ve Ahmet Baytursunov’un başında bulunduğu Kazak gazetesi ekibine daha yakındı. Bu ekibi tercih etmesinde Alihan Bökeyhanov’un etkisi büyük olmuştur. Bundan dolayı Mustafa Çokay, Kazak gazetesinin yayın hayatına başlmasını büyük bir sevinçle karşıladı. Nitekim Petersburg’daki bir öbek Kazak genciyle birlikte mektup yazarak gazetenin yayın kuruluna yolladılar. Gazetede neşredilen bu açık mektupta şunlar yazılıydı:
“Halkımızın bir gazeteye ihtiyacı olduğu şüphesiz herkesin malumudur. Onun için Orenburg’da Kazak adıyla bir gazete çıkarılacağı haberini duyunca Petersburg’da yaşayan Kazak toplumunun olağanüstü biçimde sevindiğini bildirirken bu mektup aracılığıyla -halkımızın geleneklerine uyarak-gazetenizin bu ilk adımının hayırlı uğurlu ve ömrünün uzun olmasını, yayının amacına ulaşmasını canıgönülden dilediğimizi belirtmek istiyoruz. Kazak halkı bilim ve sanatı çok gelişmemiş bir toplumdur. Bu yüzden dünya işlerinde gelişmiş uluslar gibi kendi yaşam biçimini tayin edememiş, güçlü milletlerin dediğini yapan, yönlendirdiği tarafa yürüyen köle konumuna düşmüştür.
Petersburg’da yaşayan altı yedi Kazak genci olarak her birimiz başka bölgelerden, her birimiz başka uruklardanız fakat kökümüz, kanımız bir olduğu için düşüncemiz ve amacımız da birdir. Birimizin sevinci de kaygısı da hepimizindir. Uygun vakit bulduğumuzda bir araya gelip bir birbirimizle görüşüp sohbet etmedikçe rahatlayamıyoruz. Kazak halkı sadece altı, yedi kişiden ibaret değildir, altı yedi milyon kişiden oluşmaktadır. Bu kadar insan yüz yüze görüşüp sohbet edemez. Dünyaya yeni gelen Kazak gazetesine herkes söz ve el birliği içinde destek verirse, henüz küçük demeden onu önder kabul ederse, baş sayarak herkes yürekten destekler ve gücünün yettiği ölçüde maddî manevî yardımda bulunursa dertli halkımızın dertlerini paylaşarak birbirimizden haberdar olma konusunda Kazak’ın katkısının da az olmayacağı kanaatindeyiz…”
Mustafa’nın öğrencilik hayatı sürekli hareketliydi. Bu yüzden üniversiteden aldığı sınırlı burs ihtiyaçlarını her zaman karşılamıyordu. Evinden para istemeyen Mustafa, zor durumlarda kaldığı zaman Türkistan Öğrencileri Vakfından[11 - Türkistan Öğrencileri Kardeşliği: Petersburg’da Okuyan Türkistanlı Öğrencilere Yardım Vakfı ya da kısaca “Turkestanskaya Zemlyaçestva” (Türkistan Kardeşliği).] yardım istiyordu. Türkistanlı öğrenciler, Ceditçiler ve varlıklı kişiler tarafından temeli atılan bu vakıf, umut vadeden genç bu delikanlıya her zaman yardım etti. Hatta vakfa üye yapılan Mustafa bir süte sonra vakıf sekreterliğine getirilmiştir. Durumunu çok iyi bilen hemşerileri maddî yardımlarını hiçbir zaman esirgemediler.
Mustafa eline geçen parayı olabildiğince tasarruflu kullanıyordu. Ancak memleketten gelen kişilere yardım ettiği için masrafı da çok oluyordu. Bu yüzden evini birkaç defa değiştirmek zorunda kaldı. İlk başta Tserkovnaya Sokağı’ndaki 4 numaralı apartmanın 42 numaralı dairesinde kalmış, daha sonra Proviantskaya Sokağı’ndaki 10 numaralı apartmanın 25 numaralı dairesine taşınmıştı.
Hukuk eğitimi alıp devlet işleri ve siyaset hakkında görüşleri olgunlaşırken Mustafa bir yandan da siyasî hareketlere de katılmaya başladı. Zaten o dönemde Petersburg’daki siyasî durum, öğrencileri içine çekmeye çok müsaitti. Özellikle, 1912’de patlak veren Osmanlı Devleti ile Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan arasındaki Balkan Savaşı, Petersburg’daki öğrenciler arasında heyecanı daha da arttırdı. Rus ırkçıların Osmanlı Türklerine karşı düzenlediği mitingler, “Ayasofya Camisi’nin kubbesine haç dikeceğiz!” sloganları, Petersburg’da okuyan Türkistanlı Müslüman gençlerin öfkelenmelerine sebep oluyordu. Polisin sıkı denetim ve sert müdahalesine rağmen Mustafa ve arkadaşları öfkelerini çeşitli miting ve hükûmet karşıtı yürüyüşlerle açığa vurmaktan çekinmediler. Önceleri kimi zaman Rus, kimi zaman da Leh gençlerle birlikte hareket ederken sonraları çıkar çatışmalarını ve görüş ayrılıklarını ileri sürerek ayrı ayrı eylem yapmaya başladılar.
Bir keresinde Mustafa, Petersburg’da yaşayan Akmescitli Avukat Serali Lapin’den bir ricada bulundu. Lapin hemşerisinin ricasını geri çevirmedi, genç öğrencilere evinin kapısını açtı. Böylece kendi aralarında görüşüp danışacak mekân da bulunmuştu. İlk görüşmede Tatarlardan İlyas Alkin, Necip Kurbanaliyev, Sultanbek Mamliyev; Azerbaycan Türklerinden Miryakub Mehdiyev ve Şeyhislamzade adlı öğrenciler de vardı. Toplantıya Türkistanlılar adına Mustafa Çokay ile birlikte Türkmen Kakacan Berdiyev katıldı. Birkaç defa yapılan toplantıların tek bir gündemi vardı: “Eğer Rusya, Balkan Savaşı’na girecek olursa Müslüman Türk öğrencilerinin tutumu hangi yönde olacak?” İşte bu konu üzerinde fikirlerini paylaşırlarken sohbetler uzuyor, tartışmalar gece yarılarına kadar devam ediyordu. Toplantıya katılanların hepsi kendi görüşlerini dile getiriyor, tezlerini delillerle kanıtlamaya çalışıyorlardı. Özellikle heyecanlı ve ateşli Kafkasyalılar, ellerini kollarını sallayarak, yüksek sesle konuşuyorlar, böyle durumlara kayıtsız kalmamak gerektiğini vurgulayarak bağırıp çağırıyorlardı. Tatar İlyas Alkin de tarafsız değildi. Mustafa ise sakin sakin konuşuyor, tartışmayı yumuşatıyor ve onlara sabırlı olmayı tavsiye ediyordu. Toplantılar bu şekilde birkaç gün devam etti. Nihayetinde ortak noktada buluşarak bir karara vardılar. Söz konusu karar şöyleydi:
“Türk öğrenciler okudukları eğitim kurumlarında hükûmete karşı düzenlenen mitinglere etkin katılacaklar, Slavlar için yardım toplayan kurumlara engel olacak etkinlikler düzenleyecekler, Türklere yardım amaçlı gizlice para toplama çalışmalarına var güçleriyle destek verecekler.”
Bunlardan başka bir karar da Rusya’nın Türklere karşı savaşa girmesi durumunda demiryolları, telgraf ağları ve köprüleri kullanılmaz hâle getirmek amacıyla Kafkaslara kadar gidileceği de açıkça belirtildi. Toplantının sonunda demiryolları ve telgraf ağlarını etkisiz hâle getirecek öğrencilerin listesi de belirlendi. Katılımcılar arasında hemen cepheye gitmeye hazır olduğunu bildirenler de vardı. Tabiatı gereği savaşa karşı olan ve sorunların barışçıl yoldan çözümünü savunan Mustafa ise Osmanlı Devleti için dua ediyordu ancak gerektiği zaman canını fedaya da hazırdı.
Mustafa çok geçmeden memleketine gitti. Orada çeşitli görüşmeler yaparak arkadaşlarıyla kabul ettikleri kararları anlattı. Konuşmaları etkisini göstermiş olmalı ki Petersburg’a döndükten sonra Ötegen Sadıkoğlu adlı arkadaşından bir telgraf aldı. Arkadaşı, acele olarak Petersburg’a geleceğini bildiriyordu. Arkadaşını garda karşıladı. Eve giderken Öte-gen yolda geliş sebebini açıkladı: “Bir miktar altın para getirdim, Türk büyükelçisine kendi ellerimle vermeliyim!” dedi, nefes nefese.
O zamanlarda Osmanlı Devleti’nin Petersburg Büyükelçisi Turhan Paşa idi. Elçiliğe doğrudan giderlerse göze batabilirdi. Tedbirli olmalıydılar. Ötegen’e bunu izah eden Mustafa, biraz beklemek gerektiğini söyledi. İki gün sonra akşamüzeri dışarıdaki kalabalık seyreldikten sonra beraberce Türk Büyükelçiliğine doğru yola çıktılar. Turhan Paşa, gençleri özel olarak kabul etti ve anlatılanları dikkatlice dinledi. Ötegen “Türk yaralıların tedavisi için uzaktaki Türkistanlı kandaşlarından az da olsa altın para getirdiğini” söylediği zaman Büyükelçi gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı. Bunu gören iki arkadaş da kendini tutamayıp birlikte ağladılar. Uzun bir sessizlik oldu. Sohbet sırasında anlaşıldığı kadarıyla Turhan Paşa, Kazaklar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Özellikle “Siz Müslüman mısınız, yoksa Hıristiyan mı?” sorusu Ötegen’i derin düşüncelere sevk etti. Bunun üzerine Mustafa, Büyükelçiye Türkistan’ı ve Türk halklarını anlattı.
Mustafa, bir yandan Rus başkentinde okuyan Çek, Leh, Fin gençleriyle sıkı irtibat kuruyor, diğer yandan Alihan Bökeyhanov, Alimardan Topçıbaşev, Sadri Maksudî, Salimgerey Cantörin gibi Türkistanlı aydınlarınca düzenlenen siyasî sohbetleri kaçırmamaya çalışıyordu. Rus demokratlarıyla müzakere ve münakaşalar yapıyordu. Taşkent’ten tanıdığı Aleksandr Kerenski’yle zevkli ve uzun sohbetlerde bulunuyordu. Manevî ağabeyi Alihan ve okul arkadaşı Aleksandr vasıtasıyla bazı Duma üyeleriyle tanışmış ve çok geçmeden Rus aristokratların da dikkatini çekmeye başlamıştı. Anne tarafı han sarayına dayandığından memleketten gelen konuklara tercümanlık etmek için birkaç kez imparatorluk sarayında da bulunmuştu. Çara yakın aristokratlar da genç delikanlının bilgi ve görgüsünü çoğu zaman Şokan ile mukayese ediyorlardı.
Siyaset sahnesinde edindiği tecrübelerle ustalaşan Mustafa, hukuk fakültesinin dördüncü sınıfına geçtiği yıl Birinci Dünya Savaşı başladı. Bütün dünyayı saran bu savaş ateşi, bilinçli Türkistanlıların yüreğinde özgürlük ateşini yakmasına rağmen bir endişeyi de beraberinde getirmişti. Bu dehşetli savaş, Türkistan’da millî ruhun uyanmasına yol açtı. Vatansever aydınlar, Çarlık Hükûmeti mağlûbiyete uğrarsa imparatorluk çöker ve Türkistan’ın bağımsızlığının yolu açılır diye düşünüyorlardı. Savaşın uzun süre devam etmesi, bir zaman sonra savaşa Osmanlı Devleti’nin de dâhil olması ve cephede yenilgiye uğrayan Çarlık Rusyası’nın savaşı bahane ederek Türkistanlılardan zorla ağır vergiler toplayark sömürücülüğünü daha da arttırması, milliyetçi aydınları ciddi endişelere sürükledi. Ağır ızdıraplar çekmiş bu büyük bozkır, ufacık bir kıvılcımla alev topun a dönüşmeye hazırdı.
Öyle de oldu. Toprakları talan edilen, sürekli baskı ve zulüm gören, Rusya’dan getirilen Rus köylüsü mujiklerce malına mülküne el konan yerli halkın içinde uzun zamandır kor hâlinde bulunan ateş nihayet coşarak öfke, hiddet ve intikam olarak dışarı çıktı. Ayaklanmanın bir anda başlamasında ve gittikçe de büyümesinde Çar’ın 25 Haziran 1916 tarihinde Türkistan ve duruma göre Sibirya’da yaşayan “Rus olmayan ulusların 19 ila 43 yaş arasındaki erkeklerinin cephe gerisinde istihdam edilmesi” konulu kararnamesi etkili oldu. Halkın kin ve öfkesini doğuran asıl mesele ise Çar’ın güvenmeyişi ve ellerine silah vermemesi, bu da yetmiyormuş gibi onları cephe gerisinde beden gücüyle yapılan işlere çağırmasıydı.
Temmuz ayının ortasında bütün Türkistan büyük bir felaketle karşı karşıya idi. Bir tarafta “Oğlumu işçi olarak cepheye göndermeyeceğim…” diye ayaklanan halk, diğer tarafta “İstesen de istemesen de ben alırım…” düşüncesiyle güç kullanmaya hazır devlet vardı. Torğay vilayeti vali yardımcısı “Hayatta hiçbir Kazak kalmasa dahi Çar’ın emri yerine getirilecek!” diyerek halkı tehdit ediyordu.
İlk isyan kıvılcımları Jetisuv/Yedisu topraklarında görülmeye başladı. Temmuz ve Ağustos aylarında Çar kararnamesine karşı çıkanlar ellerinde mızrak, kılıç, sopa, gürz ve avcı tüfekleri bulunan silahlı bir birlik kurdular. Bunu fark eden resmî makamlar, 17 Temmuz’da Türkistan bölgesinde savaş durumu ilan etti.
Temmuz ayında tutuşan isyan ateşi, Ağustos ayında daha da arttı ve çok geçmeden bütün Türkistan’a yayıldı. Yedisu bölgesinde başlayan ayaklanmayı bastırmak için Rus Çarlığı, 8750 tüfek, 3900 kılıç, 47 makineli tüfek ve 16 topla teçhiz edilmiş 119 birlik sevk etti. Kudurmuş askerler sivil halka âdeta soykırım uyguladı. Köyleri yıktı, evleri ateşe verdi, binlerce sivil insanı katletti. Yerinden yurdundan edilen insanlar her şeyini geride bırakarak başka bölgelere veya ülkeler kaçtı. Yedisu vilayeti halkının yaklaşık dörtte biri yani yaklaşık 300 bin kişi Doğu Türkistan’a göç etmek zorunda kaldı.
Mircakıp Duvlatoğlu, yaşanan trajediyi Kazak gazetesinde şöyle dile getirmişti: “Halk çaresiz ve endişeli. Gece uykusu yok, gündüz huzur yok. Sanki bugün yarın infaz edilecek ölüm cezasını bekleyen esirler gibiler…”
Alaş’ın[12 - Alaş, bütün Kazakları, zaman zaman bütün Türkleri anlatmak için kullanılan bir isimdir. Alihan Bökeyhanov önderliğinde Ekim Devrimi’nden sonra kurulan partiye Alaş Partisi, Semey’de teşkil edilem millî hükûmete ise Alaş Hükûmeti denmiştir.] önderi Alihan Bökeyhanov da bu günleri şöyle tasvir etmektedir: “Tanrı Dağı’ndan Tobıl’a, Astrahan’dan Altay’a ocağına ateş düşen Alaş evladı harekete geçti. Erkekler uyku nedir bilmeden gece günüz şehirlere ve kırlara sefere çıktılar…”
Alaş evladı “Cephe gerisinde işçi olarak boşu boşuna ölmektense canı vatana feda etmek yeğdir.” diyerek atlarını hazırladır. Kollarını çemreyen yiğitler ata bindiler. Kenesarı Han döneminden kalma gürzleri bellerine bağlayan orta yaş üstü erkekler “Ey atalar ruhu, bizi koru ve kolla!” deyip gençlerin önüne düştüler. Türkistan’ın her yerinden “Gençler öleceğine biz ölelim! Çocuklarımızı silahsız olarak diri diri ecelin kucağına göndermektense burada kendi toprağımızda, kendi yurdumuzda şehit oluruz!” naraları yükselmeye başladı. Altay, Atırav, Torğay, Semerkant, Arka, Andican, Yedisu ve Cizzak arasında yaşayan herkes silahlandı. Rus sömürgesi olalı beri Türkistan halkı ilk kez birlik içinde hareket ediyordu. Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Karakalpak tek yürek oldu.
Ayaklananan halka hükûmetin tepkisi çok sert oldu. Çarlık zulmü, kuzey cephesi komutanı General Kuropatkin’in 21 Temmuz’da Türkistan bölgesine vali atandıktan sonra daha da arttı. Semerkant, Hocent ve Cizzak şehirlerinde kanlı çarpışmalar vuku buldu. Fergana Valisi Albay İvanov isyanı bastırmak amacıyla 3 Ağustos’ta tepeden tırnağa silahlanmış birliklerile sivil halka saldırdı, binlerce masum insanı katletti. Bundan çok memnun olan General Kuropatkin, vali Follbaum’a yolladığı telgrafta, Jetisu’daki Kazak ve Kırgız unsurunu yok etmek için gönderilen kuvvetleri “Çernyayev, Romanovski, Kaufman, Skobelev, Sırderya, Semerkant ve Fergana vilayetlerini çok az bir kuvvetle işgal ettiler.” diye övüyordu.
Kuropatkim bir taraftan yerli halkı zapturapt altına almak için her türlü insanlık dışı yöntemi uygularken diğer taraftan da nüfuzlu kişileri kullanarak durumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. General Abdulaziz Devletşin’i vazifeye yanına getirten Kuropatkin, genç olmasına rağmen toplumca sevilip sayılan Mustafa Çokay’a da çağrıda bulundu fakat Mustafa bu eli kanlı katilin yanında olmayı asla kabul etmedi.
14 Haziran 1910’da Taşkent’teki Sırderya Valiliğinden Mustafa’ya,“Askerlik kanununun 42. maddesi uyarınca askere çağırılmayacağı” yazılı 250806 numarlı özel bir evrak gönderildi. Belgede ayrıca yükseköğretim kurumunda eğitim aldığı yazmaktaydı. Dolayısıyla kendisi için bir tehlike söz konusu değildi. Mustafa’yı çaresiz halkın içine düştüğü durum endişelendiriyordu. Cephe gerisindeki işler için askere alınan silahsız Türkistanlılar, açık hedef değil miydi? Buna karşı gelip cepheye gitmezlerse Çar’ın emrini karşı geldikleri için yine öleceklerdi. Ne yapılmalıydı? Bu konu üzerinde çok kafa yoran Mustafa, Kazak gazetesinin tutumunu destekledi. Boşu boşuna ölmektense cepheye gitmeleri doğruydu lakin hükûmet onları askere çağırdığı kişilere silah da vermeliydi. Böylece bu savaşçı halk, modern silahları tanıyarak kendi savaştan sonra kendi askerî birliklerini de oluşturma imkânı bulacaktı.
Aradan çok vakit geçmeden Kazak gazetesinde Alihan Bökeyhanov’un, Rusya Devlet Duması üyelerine katliam yapılan yerleri gezme çağrısı yayımlamdı. Bunun üzerine Türkistan’daki durumu yerinde incelemek üzere aralarında Devlet Duması Müslüman Grubu Başkanı Kutluğ Muhammed Tevkeleyev ve ünlü mebus Aleksandr Kerenski’ninde bulunduğu bir heyet yola çıktı. Türkistan bölgesine Ağustos ayında gelen heyete Mustafa; tercüman, sekreter ve uzman araştırmacı olarak katıldı.
Semerkant, Fergana ve Sırderya vilayetlerinde incelemelerde bulunan heyet üyeleri gördükleri karşısında şoke oldular. Özellikle yerle bir edilmiş, kan ve çürümüş insan eti kokan Cizzak şehrini görünce dehşete düştüler. Büyük bir mezarı andıran şehirde, ağzını burnunu sararark dolaşan Kerenski, Mustafa’ya şehir merkezine ne zaman varacaklarını sordu. Mustafa şu anda tam da şehrin merkezinde olduklarını söyleyince onun sözlerine inanıp inanmamak tereddüt eden Kerenski “Bu nasıl bir dehşet böyle! Nasıl bir vahşilik! Yeter artık, bu görüntülere bakmaya daha fazla dayanamayacağım! Geri dönelim!” diyerek arkasını dönüp gitti. Heyet iki gün sonra Andican’a geldi. Gençliği Türkistan’da geçen, babası bu bölgenin eğitim kurumunda yöneticilik yapan Kerenski, 22 Ağustos 1916’da Andican Camisinin bahçesinde Türkistanlılarla Rusların dostluk ve barışı için dua etti. Burada yaptığı konuşmada, Çarlık Hükûmetinin insanlık dışı siyaseti yüzünden Rus demokrasisine ve şahsına herhangi bir sorumluluk yüklenemeyeceğini, Rusya’da iktidarın doğrudan halkın eline geçmesi için mücadele verdiklerini söyleyerek Türkistanlıların Ruslarla eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtti. Bu sözler orada halkın hoşuna gitti ve herkesi heyecanlandırdı.
Aradan bir hafta geçtikten sonra Taşkent’teki Regina Otelinde verilen yemekte konuşan Kerenski, ilk konuşmasındaki hızını kesmeden Türkistan halkının haklarını koruma konusunda demokratik sorumluluklarını yerine getiremeyen Rus demokratlarını suçladı.
Bundan sonra Türkistanlılar, Kerenski’ye fazlasıyla ümit bağlayarak itiraz ve şikâyetlerini onun adına göndermeye başladılar. Hatta Çarlık Hükûmetiyle arabuluculuk yapmasını isteyenler de oldu.
Mustafa, 1916 yılının Kasım ayında Torğay Kazakları temsilcileriyle birlikte Kerenski’yi evinde ziyaret etti. Türkistan’dan cephe gerisinde çalıştırılmak üzere alınacak işçilerin yerine on bin at vermek istediklerini belirten temsilcilere Kerenski dürüstçe şunları söyledi: “Rus Hükûmetine güvenilmez. Hem atınızı alır hem de erkeklerinizi çalıştırır.”
Artık ayaklanmada sivil halkı katliamdan kurtarmanın yolunu arayan şahıslarla birlikte hareket etme zamanı gelmişti. Mustafa bu amaçla sık sık Türkistan’a giderek yerli aydınlarla görüşüp çeşitli propaganda çalışmaları yürütmeye başladı. Türkistan Ceditçilerinin gönüllü temsilcilerinden Ubaydullah Hocayev’in önderliğinde kurulan Tüzem Komisyonu’na da üye olmuştu. Hükûmet kurumlarının usulsüz hareketlerine, Kozak askerleri ile Rus göçmenlerin istedikleri gibi davranmalarına devamlı karşı çıkıyordu. Böylece iktidarın kışkırtması ve yüz vermesiyle zıvanadan çıkan silahlı Rusların yerli halka yaptığı zulme karşı mücadele etti. İnsan haklarını savununan, hukuk dilini ve Rusçayı çok iyi bilen bu delikanlıyı karşılarında görünce kanun dışı davranmayı şiar edinmiş devlet memurları ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Cephe gerisinde çalıştırılacak erkeklere başkanlık yapmak, onlara süreci anlatmak, listeleri hazırlayan resmî kurumların haksızlıksızlıklarına itiraz etmek gibi işlerle uğraşan Mustafa, çeşitli sosyal işlere de katılıyordu. Yıkılan köyleri yeniden inşası ve göçen halkın geri dönmesi için yardım kampanyaları düzenliyordu.
Milletinin var olma mücadelesi verdiği bu sıkıntılı dönemde kendi eğitimini düşünemeyeceğini iyi biliyordu. Ayrıca maddî durumu da oldukça kötüydü. Hasta olan babası da ona yardım edemiyordu. Bu yüzden 15 Eylül’de Hukuk Fakültesi dekanına dilekçe yazarak kaydını dondurdu. Talebi kabul edildi ve kendisine özel bir kimlik verildi.
Hukukçu Mustafa, Hükûmetle hukukî yoldan mücadele etmek için çok çaba harcıyordu. Bu amaçla Devlet Duması kürsüsünü de kullanmak istedi. Katliamı gerçekleştiren ve yardım eden resmî şahıslarının ve eli kanlı yağmacıların listesini yaptı. Kargaşa sırasında Türkistan’ın ne kadar zarara uğratıldığını kesin rakamlar ve delillerle belgeleyerek Kerenski’nin önüne koydu. Meseleyle alakalı olarak 13 Aralık günü Devlet Duması’nın gizli oturumunda bir konuşma yapan Kerenski, bu işin tek sorumlusunun Çarlık Hükûmeti olduğunu açıkça dile getirdi.
Mustafa’nın hukukî bir mücadele için cesurca girişimlerde bulunmasının diğer bir sebebi ise Devlet Duması Müslüman Grubu himayesindeki büroya vekil olarak kabul edilmesiydi. Bu büroya kabul edilmesinde Kazak gazetesi yöneticileri özellikle de Alihan Bökeyhanov çok etkili olmuştıu. Büroya alınması konusunda gazete yöneticilerince yazılan dilekçe, Müslüman Grubu Başkanı Muhammed Tevkeleyev tarafından kabul görmüştü. Türkistan seyahati sırasında kendine tercümanlık yapan Mustafa’nın eğitim ve bilgisini, sağduyusunu, ileri görüşlülüğünü, iki dile de eşit derecede hâkim oluşunu, halkı arasında itibarı bulunduğunu görünce memnun kalmıştı. O seyahatte Mustafa, Kerenski’nin dikkatini de çekmişti. Dolayısıyla onlar da Mustafa’nın büroya temsilci olarak girmesi için gerekli desteği verdiler. Bu konu hakkında çok geçmeden Kazak gazetesinin 1916 yılında çıkan 203. sayısında Büroya İkinci Kişinin Atanması başlıklı bir haber yayımlandı:
“Halk Müslüman Grubuna bağlı büroya Kazak asıllı bir kişinin alınmasına karar vererek bunun Bökeyhanov olmasını istemişti. İkinci bir kişinin alınması meslesinin de paraya bağlı olduğu belirtilmişti. Artık iki kişinin yıllık masraflarını karşılayacak kadar para bulunmuşsa da halk ikinci kişinin kim olacağını tayin etmiş değildi. Tam bu sırada büro yetkililerinden bir haber geldi. Haberde Bökeyhanov’un yanı sıra hizmet için ikinci bir kişiye çok ihtiyaç olduğunu belirtiliyordu. Sebep olarak da büroda 25 Haziran Kararnamesine bağlı olarak Kazaklarla ilgili meselelerinin artması ve ayrıca Dumanın hızlı bir şekilde açılması gösterilmektedir. Büro çalışanları söz konusu ikinci kişinin hukuk öğrencisi Mustafa Çokayev olmasını uygun görmüşlerdir. Mustafa Çokayev, Müslüman Komitesi kurulduğu andan itibaren gönüllü hizmet etmektedir. Bürodakiler Mustafa’nın bu göreve her bakımdan uygun olduğunu bildikleri için bu karara varmışlardır. Onların uygun görüp göreve getirdiği kişiyi biz de uygun buluyor, büroya alınacak ikinci kişinin Mustafa Çokayev olmasından da son derece mutluluk duyuyoruz.”
Çokay Biy’in yıldızı parlayan büyük oğlu böylece 1 Kasım günü Müslüman Komitesinin himayesinde açılan büroda çalışmalarına başladı lakin Devlet Dumasına bağlı bir büroda çalışmaya başlaması Petersburg’da birlikte okuduğu bazı arkadaşlarının tepkisini çekti. “Neden Mustafa? Bizim ne eksiğimiz var? Biz uygun değilsek bile Muhammedcan Tınışbayoğlu, Rayımcan Marsekoğlu gibi yurttaşlarımız vardı? Mustafa’nın ne emeği geçmiş bu işlere?” şeklinde olumsuz düşünceler ortaya koydular. Yedikleri ayrı gitmeyen bazı samimi arkadaşları bile Mustafa’nın yükselmesinden kıskançlık duydular.
Bu tartışmalar devam ederken Kazak gazetesinde Seyilbek Meyramoğlu’nun öncülüğünde bir grup öğrencinin imzasını taşıyan açık bir mektup yayımlandı. Petersburg’dan gönderilen mektubu kaleme alanlar, Devlet Dumasına bağlı büroya ikinci kişi olarak gazete yönetimi uygun gördüğü için Mustafa Çokayev’in atandığını gazetelerden okuduklarını yazıyorlardı. Konuyla ilgili düşüncelerini de şu şekilde dile getiriyorlardı:
“Bu iş birçok kişiden habersiz yapıldı. Kazak aydınları da büro işleri için para toplayanların birçoğu da kabul edilecek kişiyi bizim gibi Kazak’ın 203. sayısındaki haberden öğrendi. Mustafa Çokayoğlu büroda yararlı ya da yararsız olur demiyoruz ancak ama ulusu ilgilendiren meslelerin ele alındığı bir kuruma tepeden inme bir yöntemle kişi gönderilmesini doğru bulmuyoruz…”
Söz konusu mektubunun devamı Kazak gazetesi editörlüğünce verilen cevap içeriğinde özet olarak yayımlandı:
“Büroya ikinci bir şahsın atanması hakkında Seyilbek ve arkadaşlarının yukarıda yayımlanan mektubuna cevaptır: Mektupta özetle “Büroya atanan ikinci şahıs, çoğunluğun tensibiyle seçilmeliydi ama öyle olmamıştır. Büro yetkilileri ve Kazak gazetesi yönetimi kendi iradeleriyle Mustafa’yı görevlendirmiştir ve halk süreçten habersiz kalmıştır.” deniyor. Ayrıca geç de olsa gazete aracılığıyla halkın onayının alınmasının uygun olacağı savunuluyor. ‘Büroda görevlendirecek kişi halk tarafından seçilmeliydi…’ şeklindeki düşüncesini doğru buluyor ve öyle olması gerektiğini de biliyoruz lakin mektup yazarken içinde bulunduğumuz siyasî durumu dikkate alsalardı öyle düşünmezlerdi. Bu açıdan bir değerlendirme yapsalar bizi ‘gizli’ bir atama yaptık diye eleştirmezlerdi.
Siyaset bir yana… Muhbir ve şikâyetçi kardeşlerimiz! -Bunların kim olduklarını daha sonra duyuracağız-‘Kazak gazetesi bunu yapıyor, şunu yapıyor’ diyerek üst üste asılsız suçlamalarla şikâyetlerde bulunurken, bu iftiralardan dolayı 3 bin ruble para ceza almışlarken, ‘toplanan para’ … ‘halk seçimi’ … diyerek ispat istemenizi de anlayamıyoruz. ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” dedikleri işte bu olmalı. 25 Haziran Kararnamesiyle ilgili birçok iş ve olay açığa çıktı. Dumanın açılışından önce Müslüman Grubu ve bürosu namına, Kazak vilayetleri ve Türkistan vilayetinde yaşanan olaylarla ilgili belge toplanıp bunların düzenlenmesi ve yönetilmesine yardım etmesi amacıyla Kazaklar adına faydalı bir temsilci olarak Mustafa’nın uygun görüldüğünü büro çalışanları da belirttiler. Halka danışamamamızın esas sebebini yukarıda belirttik. Ayrıca Dumanın açılışı bu kadar yaklaşmışken, güvenilir büro çalışanları olur vermişken, hâlihazırda Petrograd’da bulunan Mustafa’yı tabir caizse ‘Kel taranıncaya kadar düğün dağılmasın!’ düşüncesiyle biz de uygun gördük. Petrograd’da yaşayan ve yukarıdaki mektubu yazanlardan birisi büro yetkililerince ‘Bunlarla çalışmıştık, görev için şu şahıs uygundur.’ deselerdi biz de onu uygun görürdük. Bunun yanı sıra Mustafa’yı uygun görmemizin diğer bir sebebi de şudur: Bu sene 10 Nisan’da Torğay ve Oral vilayetlerinin bazı aydınları kendi aralarında büro için kimi seçeceklerini istişare ederek şöyle bir karara varmışlardı: ‘Biri Alihan olsun. Eğer yeteri kadar para bulunup ikinci şahıs görevlendirilecek olursa o da diğer Kazak vilayetlerinden, hayat tarzı farklı bir Türkistanlı olsun.’ Sonrasında Türkistan Kazaklarından bazı okumuş ve önemli kişilerin fikrini de sormuştuk. Türkistan’dan büyük meblağda para yardımında bulunan kanaat önderlerinden Kocahmet Aksakal da ‘Türkistan’dan birini arıyor iseniz, Mustafa olsun.’ dedi. Yine mektubu kaleme alan beyler tarafından adı zikredilen Muhamedcan Tınışbayoğlu’nun kendisi de Türkistan’dan Mustafa’yı uygun görmüştür. Orada Mustafa’yı takdir eden başka kişiler de vardı. 25 Haziran Kararnamesi yüzünden yaşanan olayları Mustafa, Milletvekili Tevkeleyev’le birlikte Türkistan vilayetini gezerek bizzat görmüş ve konuyla ilgili bir hayli bilgi de toplamıştır. İşte bizim Mustafa’yı uygun görmemizdeki sebepler bunlardan ibarettir. Yoksa arkadaşımız olduğu için ve onu kendimize yakın gördüğümüz için bu yarışa sokmadık…”
Mustafa, Dumadaki görevine hızlı bir şekilde başladı. Müslüman Grubu üyeleri ve Dumadaki Müslüman milletvekilleri için çeşitli konularda sunum metinleri hazırlıyor, Rusçayı iyi bilmeyen bazı milletvekillerine yardımcı oluyor, onların işlerini kolaylaştırıyordu. Dumada milletvekili bulunmayan diğer Müslüman halkların temsilcileri de onu arayıp buluyordu. Göreve başladığı ilk günden itibaren cephe gerisinde ağır işlerde çalıştırılmak amacıyla askere çağırılan Türkistanlıların meseleleriyle de yakından ilgilendi. Alihan Bökeyhanov’la birlikte cepheye gönderilen yiğitlerin durumlarını yakından takip etti, çalışma şartlarının kolaylaştırılması için devlet kurumlarıyla anlaşmalar yaptı. Kerenski’nin desteğiyle Müslüman Grubu Başkurt Temsilcisi, aynı zamanda 1913 yılından beri tanıdığı yakın arkadaşı olan Zeki Velidî ile Türkistanlı işçilerin durumunu incelemek üzere cepheye de gitti.
Mustafa’nın siyasî bilgisini ve cesaretini fark etmiş bulunan Müslüman milletvekilleri çok geçmeden onu meslektaşları gibi görmeye başladılar. Dumaya üye olmasını destekleyenlerin sayısı da gün geçtikçe arttı hatta han soyundan gelen Salimgerey Cantörin, Ufa’daki arazisinin bir kısmını Mustafa’ya bağışlama kararı verdi. Büyük arazi sahibi olması onun Dumaya mebus seçilmesini kolayşatıracaktı fakat Şubat Devrimi bu yardımsever insanın planını akim bıraktı.
ÖZERKLİK HAYALİ
Mustafa, Şubat Devrimi’ni büyük umut ve heyecanla karşıladı. Çarlık rejiminin yıkılması özgürlük yolunu aydınlatan bir ışık gibiydi. Sömürge pençesinden ve esaretinden kurtulma imkânının doğduğu bu dönemde aynı fikirleri paylaşan arkadaşlarıyla bir araya gelerek Geçici Hükûmetin tanıdığı demokratik yoldan yürümeye çalıştı.
Çarın tahttan düştüğü gün Zeki Velidî ile birlikte Dumaya giderek Müslüman Grubu üyeleriyle görüşen Mustafa, aynı gün Alihan Bökeyhanov’dan bir telgraf aldı. Bökeyhanov yerine geçmesi için Mustafa’yı Minsk’e çağırmıştı fakat yollar kapalı olduğu için Petersburg’dan çıkamadı. Böylece tarihî devrimin yaşandığı başkentte birkaç gün beklemek zorunda kaldı çünkü kader ona başka yöne doğru bir yolculuk rotası çizmişti.
Çok geçmeden Taşkent’ten bir çağrı telgrafı aldı ve hemen yol hazırlıklarına başladı. Petersburg’dan ayrılmadan önce o dönemlerde Rusya genelinde önemli hizmetlerde bulunmuş, Petersburg İşçi ve Asker Milletvekilleri Konseyi Başkanı Nikolay Simyonoviç Çheidze’yle görüştü. Rus devrimci demokratlarının önde gelenlerinden biri olan Gürcü asıllı Çheidze, Çokay’ın Türkistan’da, Rusya bünyesinden ayrılmadan bir özerk cumhuriyet kurma fikrini “ayrılıkçı” bir düşünce olarak değerlendirdi. Çokay’ın düşüncesinden ürken Çheidze “Allah korusun, Çokay yoldaş! Memleketinizde hemşerileriniz arasında özerklik konusunu sakın açmayın. Evvela bu konu hakkında konuşmak için henüz çok erken. İkinci olarak Türkistan gibi bir bölgede özerklik demek hemen bağımsızlık ilan ederek bölünmek anlamına gelir.” dedi. Mustafa ona hemen özerklik ilan edilmediği ya da halkın özerk yönetim talebinde bulunmadığını, kurultayın toplanmasını beklediğini, gelecekte devleti ve halkı bu özerk devlet yapısına hazırlamak için uğraştığını anlatmaya çalıştı. Ne kadar izah etmeye çalıştıysa da demokrat düşünceli Çheidze bu fikre şiddetle karşı çıktı ve Rusya’dan ayrılan halkı zor ve acı dolu günlerin bekleyeceğini söyledi.
Millî bağımsızlığa giden yolda Rus demokrasisinin yardımı olmadan yürümek kolay değildi. Siyaset Türkistan’da hâlâ zayıftı ve güçler arasında fikir ve ülkü birliği yoktu. Siyasetçileri destekleyecek halk ise tecrübesiz, bilgisiz, maden ve menen perişandı. En kötüsü ise siyasî sahneye tehditkâr üçüncü bir güç olarak Bolşevikler çıkmaya başlamıştı. Mevcut siyasî durum, iktisadî darboğaz, savaşın getirdiği yıkım, 1916 faciasından sonra yaklaşık yarım milyon Çinli halkın güneye bölgelere göçü ve toprakların göçmenlerce işgali, on binlerce Türkistanlının Rus birlikleri tarafından katli, en az 300 bin Türkistanlı yiğidin siper kazmak için Rusya şehirlerine gönderilmesi, ağır savaş vergisi, bölgedeki isyancı hareketleri yürütebilecek erkeklerin savaş vergisi ödeyemedikleri için çeşitli işlerde çalıştırılması… İşte Türkistan halkının umumî durumu buydu.
İşte bu zor ahval ve şerait altında dâhi Mustafa, öz milletine hizmet etmenin yollarını aradı. Yurttaşlarının da desteğini alarak Kerenski’nin başkanlığını yürüttüğü Geçici Hükûmetin, Türkistan’ı yönetecek bir Özel Komite kurmasını da sağladı. Ülkedeki siyasî hareket ve faaliyetlere etkin bir şekilde katıldı ve millî önderlerden biri oldu.
Petersburg’a veda edip Orenburg’a doğru yola çıkan Mustafa, yolculuğu sırasında Penza, Sizran, Samara şehirlerinde askere çağrılmış ama henüz ülkelerine dönememiş Türkistanlılara rastladı. Dertlerini anlatacak kadar bile Rusça bilmeyen bu insanlar perişan durumdaydı. Son derece bitkin, aç, yarı çıplak bu Türkistanlılar arasında hastalıklar da yayılmaya başlamıştı. Çokay, yerli yöneticilerle irtibata geçerek bunların ülkelerine dönmelerini sağladı. Sonra vakit kaybetmeden Orenburg şehrine gitti.
Mustafa’nın katılımıyla, Orenburg şehrinde Büyük Kazak Kurultayı gerçekleştirildi. Açılış konuşmasını Alihan Bökeyhanov yaptı. Sadece uçsuz bucaksız Kazak bozkırı temsilcilerinin değil komşu ve akraba halkların da temsilcilerinin katıldığı Kurultay başarılı geçti. Özellikle,“Özbek kardeşlerinizin selamını getirdim.” diye söze başlayan Münevver Karî Abduraşidhanov’un konuşması herkesi çok etkiledi. Söz arasında sarf etttiği “Özbek, öz ağan.” demişler, sonuçta hepimiz akrabayız.” sözleri bazı katılımcıları duygulandırdı, gözlerini yaşarttı. Toplantıda İdil Tatarları adına bir kutlama konuşması yapan Fatih Karimov, delegelerin takdirini kazandı. Böylece Orenburg’da gerçekleşen Kazak Kurultayı, Türk halklarını birleştiren ve onların sarsılmaz birliğini ortaya koyan büyük bir şölene dönüştü. Mustafa da kurultaydan büyük ilham ve güç almıştı. Kökü, tarihi ve kaderi ortak kardeş halkların temsilcilerinin sözleri, gözleri dolan ihtiyarları onun, Büyük Türkistan için verdiği mücadele fikriyle örtüşüyordu.
Kurultay çalışmaları bitmek üzereyken 1916 yılında Torğay bölgesindeki halk ayaklanmasına önderlik eden Amangeldi ve bir grup katılımcı, Mustafa’nın yanına gelerek kurultay çalışmalarından memnun olmadıklarını belirttiler. Birçok konuya değinenen gayrimemnunlar sonunda lafı Kıpçak uruğunun Kurultay dışında bırakılması konusuna getirdiler. Soylarının onurundan bahsettiler. Ahmet Baytursunoğlu, Mircakıp Duvlatoğlu gibi Alaş aydınlarının Kurultay çalışmalarında öne çıkışını “Argın uruğunun öne çıkışı” şeklinde değerlendiriyorlardı. Mustafa’nın da Kıpçak uruğundan olduğunu hatırlatarak “Başkan Alihan Bökeyhanov’un kurduğu Argın Hükûmetine karşı mücadelede” kendilerine siyasî danışman olmasını teklif ettiler. Böyle basit, anlamsız, zararlı sözlerden tiksinen Mustafa, konuşmalarını bitirmesini beklemeden“Ağalar, siz ne diyorsunuz? Ortada bu kadar ciddi bir durum varken, milletimizin kaderinin belirlediğimiz bir anda, Türkistan’ın millî istiklali yolunda bütün çabamızla mücadele ettiğimiz bir sırada Kıpçak, Argın diye bölünmek bir yana Kazak, Özbek, Türkmen diye bölünmek bile ölüm demektir. Bunu nasıl anlamazsınız? Milletimizin ‘Ayrılanı ayı yer, bölüneni börü yer!’ demesi boşuna mıdır? Dolayısyla bu tür konuşmaları bir kenara bırakmalıyız. Bilakis birleşmeliyiz, tek millet olmanın yolunu araştırmalıyız.” diyerek kestirip attı. Muhalifler Mustafa’nın derin düşüncesini ve sözlerini anlayamamıştılar, başlarını ve alınmış gibi ellerini sallayarak geldikleri gibi gittiler.
Kurultay çalışmaları bittikten sonra Münevver Efendi, Abdusami Efendi, Sarıkul, Cüsipbek gibi fikir birliği ettiği arkadaşlarıyla Taşkent’e doğru yola giderken trende, Türkistan Birliği hakkında görüşlerini anlattı. Taşkent’ten gelen temsilciler de çalışmalardan memnun kalmışlardı. Artık farklı bir duygu ve düşünce ile memleketlerine dönüyorlardı. Düşünceleri aynı noktada buluşan arkadaşlar, yolculuk boyunca istikbaldeki Türkistan’da yapılması gereken işler hakkında konuştular, planlar yaptılar.
Mustafa, kendisini Taşkent’te yapılacak Bölge Yürütme Komitesi Kurultayına temsilci olarak seçen hemşerileriyle görüşüp sohbet etmek için Akmescit’te trenden indi. Akmescit’te bulunduğu iki gün içerisinde Rus İşçi ve Asker Milletvekilleri Kuruluyla istişareler yaptı ancak onlarla çalışmanın imkânsız olduğunun anladı. Şubat Devrimi’yle büyük bir hak elde edildiğini söyleyen Mustafa’nın sözleri, yerli Rus işçi ve askerlerinin pek hoşuna gitmedi. “Bize Petersburg avukatı lazım değil, hükûmet bizimdir ve o da askerlerin, işçilerin hükûmetidir!” diye bağırıp çağırmaya başladılar. Kışkırtıcıların hareketleriyle kanı kaynayan bazı kişiler de “Onu öldürmek lazım!” diye ortaya atıldılar. Bu şiddet yanlısı bilinçsiz kalabalığın içinde kalan Mustafa’nın ölmesi de muhtemeldi fakat o azgın insanların arasından sağ çıktı. Akmescit’te bu olaya benzer ikinci bir olay daha yaşandı. Akmescit’teki İşçi ve Asker Milletvekilleri Kurulu Başkanı Agapov’un kışkırtmasıyla gözü dönen kötü niyetli kişileri bu sefer atlı Kazak yiğitlerini şehre getirmekte olan akrabaları durdurdu. Bu dünyadaki nasibi henüz tüekenmemişti ve yagısında Türkistan’ın bağımsızlığı yolunda yorulmadan hizmet etmek vardı.
Mustafa, Taşkent’e gelince Türkistan Bölge İşçi ve Asker Milletvekilleri Kurulu’nun tertiplediği kurultaya katılmak için acele etti. Herkesi çok yakından tanıyordu ama şehir ona biraz sönük geldi. Bir an lisede okuduğu yılları hatırladı. Ne gamsız tasasız yıllardı!
Yoldayken kafasında plan yapmıştı. Durumu enine boyuna değerlendirmiş ve mücadelenin kolay olmayacağının farkına varmıştı. Gerçekten de öyle oldu. 10 Nisan’da düzenlenen kurultayda büyük bir tepkiyle karşılaştı. Özellikle her sözünü üstüne basa basa söyleyen Nekora’nın “Devrimi Rus devrimcileri, Rus işçi ve askerleri gerçekleştirdi. Bunun için Türkistan’ın yönetimi ve idaresi biz Rusların denetimindedir. Yerli halk bizim verdiklerimizle yetinmek zorundadır.” sözleri Mustafa’yı derinden etkiledi. Kurultayın gerçekleştirildiği eski genel valilik konağının sahipleri değişmişti ama yerli halka bakışta hiçbir değişiklik olmadığı anlaşılıyordu. Türkistan’ın idareyi eline geçiren alan İşçi ve Asker Milletvekilleri Kurulu aklına eseni yapıyordu. Yaptıkları zulümler kimi zaman eski Çarlık yardakçılarının yaptıklarında da ağırdı.
Bu durumun farkında olan Türkistanlı aydınlar, Münevver Karî Abduraşidhanov başkanlığında 16 Nisan günü Taşkent’te, Türkistan Müslümanları Kurultayını düzenlediler. Kurultaya yaklaşık 220 temsilci katıldı. Ubaydullah Hocayev ve Serali Lapin başkan yardımcılığına, Mustafa Çokay, Zeki Velidî, Taşbolatbek Narbotabekov ve Sadık Abdusattarov sekreterliğe seçildiler. Gündemde Rusya’nın yeni devlet yapısı ve Türkistan’ın kendi kenidini yönetme hakkına ilişkin meseleler tartışıldı. Muhamedcan Tınışbayoğlu’nun Türkistan’daki Siyasî Durum başlıklı sunumu, Geçici Hükûmet üyesi, İdil Tatarları temsilcisi aydın Sadri Maksudov’un konuşması, kurultaya katılan temsilcilerin takdirini kazandı ve onları düşünmeye sevk etti.
Kurultay sonunda temsilciler, Rusya’nın demokratik federal bir yapıya sahip olması fikrini destekleyen ortak karar almalarına rağmen, Türkistan’ın kendi kendini yönetme hakkının özerklikle mi yoksa tam bağımsızlık yoluyla mı gerçekleştirileceğine karar veremediler. O günleri Mustafa Çokay, şöyle anlatıyordu:
“Devrim bize hürriyet ve millî hareket yolu açmış gibiydi. Uzun yıllar karanlıkta kalan kişinin bir anda aydınlığa çıktığında gözleri nasıl kamaşırsa yıllardan beri Rusya’nın sömürgeci siyasetinin baskısıyla ezilen bizlerin de devrimle gelen özgürlüğün ışığına kavuşunca gözlerimiz kamaştı ve doğru yolu bulmakta zorlandık. Bilincimizin karanlığı, gözümüzü daha da kamaştırdı ve çok hata yaptık. Çaresizliğimiz kimilerimizi Rus devrimci demokrasisinin peşinden gitmeye zorladı… Çoğunluğumuz, siyasî başarıya dualarla ulaşacağımıza inanıyordu… Tabii bu ikisi de yanlıştı.”
Kurultayın ardından 24 Nisan günü Türkistan Müslümanları Bölge Merkez Kurulu oluşturuldu. Bunu Türkistanlılar, Türkistan Millî Merkezi olarak adlandırdı. Merkez Yürütme Kuruluna her vilayetten temsilciler alındı. Bölge Millî Kurul Başkanları, Merkez Kurulunun üyesi kabul edildi; Mustafa da kurulun başkanlığına getirildi. Kurul aşağıdaki kişilerden oluşuyordu: Serali Lapin, Ubaydullah Hocayev, Şahislam Şahiahmetov, Taşbolatbek Narbotabekov, Serik-bay Akayev. İleri seviyede Rusça bilen Zeki Velidî de kurul sekreteri olarak atandı. Taşkent’te çıkan Uluğ Türkistan gazetesinin yayın yöenetmeni Kebir Bekir, Türk Eli gazetesinin yayın yönetmeni Azerbaycanlı Efendizade, avukat Abdirahman Orazayev, ziraat uzmanı Hidayet Bek Yurguliyev de bu kurulun içinde yer aldı. Millî Merkezin vilayetlerde şubeleri açıldı, şubeler kendi içlerinde organize olmaya başladılar. Fergana vilayetinde Nasırhan Töre, Semerkant vilayetinde Mahmud Hoca Behbudî, Zakaspi vilayetinde Oraz Sardar, Sırderya vilayetinde Şahislam Şahiahmetov ve Jetisuv/Yedisu vilayetinde Muhamedcan Tınışbayoğlu başkanlığında organize olup çalışmaya başladılar.
Türkistan’da siyasî durumun karışmaması, diğer halklar ile siyasî kurumlar arasında gerginlik çıkmaması için Mustafa Çokay, Taşkent’teki teşkilatlarla irtibatını koparmamaya özen gösterdi. İşçi ve Asker Milletvekilleri Kurulunun niyetini iyi bildiğinden Rus çiftçileri ve diğer teşkilat temsilcileriyle ilişkilerini sürdürmeye çalıştı. Mesela 30 Ağustos 1917’de Taşkent’te Rus İktisat Kurulu ile Kazaklar Kurulu ortak toplatısında Kazak ve Rus İktisat Temsilcilerinin Türkistan Bölge Yürütme Kurulu kurulmuştu. Toplam 12 kişiden oluşan bu kurula Kazaklar adına Mustafa Çokay, Turar Rıskulov, Almuhambet Kötibarov ile birlikte üç kişi daha katıldı. Semerkant’ta bulunmasına rağmen eşbaşkanlardan biri olarak seçilen Mustafa, Taşkent’e geldikten sonra arkadaşlarıyla istişarede bulunarak görevi kabul etti. Yeni kurulan kurulda Çokay başkanlığında Türkistan’ın yerli halkı ve göçmenler arasındaki toprak meseleleri tartışıldı. Kurulun Müslüman üyeleri, göçmenlerden yerli halka karşı silahlı saldırılarını durdurmalarını talep etti. Kurul, oturumlarında Rusya’dan yeni göçmenlerin gelişini engellemenin yollarını ararken Kazaklarca yapılan teklifler, diğer üyeler tarafından ciddi destek görmediği için Mustafa’nın görevi bırakmasıyla kurul dağıldı.
O dönemde bağımsızlık mücadelesi yolunda Türkistan Müslümanları görüş olarak birbirine zıt iki cemiyet kurmuşlardı. Birincisi Akmescitli avukat Serali Lapin’in yönetiminde muhafazakâr Ulemâ Cemiyeti idi. İkinci cemiyet olan ilerici Şûrâ-yı İslâm cemiyetinin başında da kaderin garip bir cilvesi olarak yine Akmescitli bir hukukçu olan Mustafa Çokay vardı. Petersburg’da okurken Mustafa’nın fikren olgunlaşıp gelişmesinde Serali Lapin’in de etkisi olmuştu fakat Türkistan’ın bağımsızlığı yolundaki siyasî mücadelede yolları ayrılan bu iki dost, gün geçtikçe birbirinden daha da uzaklaşır oldular.
Şûrâ-yı İslâm cemiyeti 12 Mart 1917 yılında kurulmuştu. Kurucuları arasında Türkistan Ceditçilik hareketi gönüllüsü Münnevver Karî Abduraşidhanov, Mahmud Hoca Behbudî, Abdurrauf Fıtrat, Abdulvahid Efendi, Adbullah Avlani, Taşbolatbek Narbotabekov, Ubaydullah Hocayev gibi aydınlar bulunmaktaydı. Cemiyetin kuruluş amaçları Türkistan Müslümanlarının siyasî, ilmî ve içtimai açıdan günün şartlarına uygun gelişmesini sağlayacak reformlar yapmak, Türkistan’ın bütünlüğünü korumak ve bu uğurda kurulan cemiyetleri tek çatı altında birleştirmekti. Amaçlar arasına büyük bir siyasî güç olarak siyasî iktidarı belirlemede halkın daha fazla katılımını sağlamak, gelecekte kurulacak bağımsız devletin istikametini belirlemek de yer aldı. Mustafa, Taşkent’e gelir gelmez cemiyete üye oldu. 22 Haziran 1917’da Şûrâ-yı İslâm Cemiyeti Merkez Kurulu toplandı ve yapılan gizli oylama sonucu Mustafa oy birliği ile başkan seçildi. Başkan yardımcıları ise Münnevver Karî Abduraşidhanov ve Taşbolatbek Narbotabekov oldu.
Kısa bir süre sonra Taşkent’te Serali Lapin başkanlığında Ulemâ Cemiyeti de toplandı Şûrâ-yı İslâm’a karşı faaliyetler yürütmeye başladı. Esas olarak bünyesine Türkistan bölgesindeki din adamlarını, kadıları ve aksakalları toplayan bu cemiyet, kısa zaman içerisinde büyük bir siyasî güce dönüştü. Taşkent, Fergana, Semerkant, Buhara gibi önemli şehirlerde söz sahibi olan din adamları -cemiyetin programını benimseyerek- gençlerden ve yenilikçilerden oluşan Şûrâ-yı İslâm cemiyeti hakkında olumsuz propaganda yapmaya başladılar.
Bir Hukukçu olarak “İki kadının olduğu yerde mesele dörde çıkar.” atasözünü çok iyi bilen Mustafa Çokay’ın iki cemiyeti uzlaştırmak için yaptığı çabalar sonuçsuz kaldı. İki büyük topluluk arasındaki fikir ayrılığı özellikle Taşkent şehir meclisi seçimleri sırasında daha da derinleşti.
1917 yılının Temmuz ayında Taşkent’te şehir meclisi seçimleri yapıldı. Ağustos başında sonuçları açıklanan bu seçimde yerli halka baskı uygulayarak muhalifleri bastıran Kadimciler,[13 - Kadimciler: Ceditçilerin aksine eski usul medrese eğitimini savunan kişilerdir.] şehir meclisinde üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Ulemâ Cemiyeti tarafından belediye başkanlığına teklif edilen kişi monarşist Markov’du. Şehrin yönetimini Müslüman gençlerden birine vermek istemeyen Ulemâ Cemiyeti 1916 yılında devrim sırasında Müslümanlara zulmeden eli kanlı bir katile Taşkent şehrinin anahtarını teslim etti.
Seçimler sırasında Mustafa, Taşkent’te değildi. Temmuz ayının sonlarına doğru henüz seçim sonuçları ilan edilmeden Petersburg ve Moskova şehirlerine giderek Bölge Yürütme Komitelerinin toplantılarına katıldı. Petersburg’da Geçici Hükûmetin yöneticileriyle, özellikle de Hükûmet Başkanı Kerenski’yle görüştü ve çeşitli anlaşmalar yaptı. Sohbet sırasında eski bir tanışı olan Geçici Hükûmetin başkanına Türkistan’ın umumi durumu hakkında bilgi verdi. Dostluğunu kullanarak Türkistan’ın yetkili kurumlarının onayı alınmadan Türkistan ile ilgili herhangi bir reform kararı verilmemesi yönünde Kerenski’den söz aldı. Görüşme sırasında Türkistan’ın önemini vurgulayarak Petersburg’da Türkistan Meseleleri Özel Komiserliği kurulması gerektiğini gündeme getiren Kerenski, bu iş için Mustafa’nın başkentte kalmasını istiyordu. Memleketinde daha yararlı olacağını düşündüğünden Geçici Hükûmet başkanının teklif ettiği vazifeyi reddetti, arkadaşına teşekkürlerini sunup Türkistan’a döndü.
Taşkent’e geldikten sonra seçimler sırasında vuku bulan olaylardan haberdar olunca Ulemâ Cemiyeti yöneticileriyle görüşüp meseleleri açık şekile konuşmaya karar verdi. Yanına Ubaydullah Hocayev’i alarak Kadimcilerle görüşmeye gitti. Şeyhantahur Camisi’nin bahçesinde gerçekleşen görüşmede Kadimciler, Şûrâ-yı İslâm örgütü hakkında asılsız iddialar öne sürmeye başlayınca öfklenen Ubaydullah Hocayev “Rus monarşisti Taşkent şehrinin belediye başkanı yapan siz Ulemâ Cemiyeti üyeleri hiç utanmıyor musunuz?” diye bağırdı. O anda Ulemâ Cemiyeti’nin sekreterliğini yürüten kişi de Ubaydullah Hocayev’e dönerek: “Rus monarşist Markov, Ceditçi Ubaydullah Hocayev’den çok daha iyidir.” diye karşılık verdi. Kalabalık da bağırıp çağırarak bu söze destek verdi. Çokay, kendisini ümmetçi, İslam’ın birliği ve dirliğini düşünen kişi olarak tanıtan o şahıstan bu sözleri duyduğunda ne diyeceğini bilemedi. Abay’ın “İyi bir yabancı gördüğünde ‘saygın’ diyerek dalkavukluk edip öven, kendi halkı içinde ondan daha iyisi de bulunsa görmezlikten gelmek ne demek?” şeklindeki sözlerini hatırlayarak bu derdin bütün Türkistan’a özgü bir hastalık olduğunu anladı. “Toplumun başına kadı olan bu küçük mahlûklar bunu nasıl anlasınlar? Ah benim bahtsız halkım, sen uyanıp birleşinceye kadar bu cahiller yüzünden kendi topraklarında tepene çıkan aptalların yemi olacaksın!” diye geçirdi içinden.
Bu görüşmeden sonra Kadimci âlimler ve Millî Merkez Kurulu arasındaki ilişkiler daha da gerildi. Serali Lapin, kendisi de üye olmasına rağmen Mustafa’nın başkanlığındaki Merkez Kurulunu ağır şekilde eleştirmeye başladı. Türkistanlı Ceditçilerin yayınladığı Uluğ Türkistan gazetesinde, Ulemâ Cemiyeti Başkanı Serali Lapin’in Merkez Kurulu üyelerini “Sahtekârlar!” diye suçladığı yazısı yayımlandı. İftira ve hakaretlere dayanamayan Mustafa, hemen bir açık mektup yazarak Uluğ Türkistan gazetesinde yayımlattı:
“Serali Lapin Bey, söylediklerinin doğru olmadığını kendisi de biliyor olmalıdır çünkü Merkez Kurulu bu yılın Nisan ayında kurulmuş olup, Birinci Müslüman Kurultayı’nda Serali Bey’in de katılımıyla Merkez Kurulu’na üyeler seçildi. Seçilen üyeler aşağıdaki kişiler idi: Serali Lapin, Şahislam Şahiahmedov, Narbotabekov, Akayev ve ben.
Kurultay kararları doğrultusunda Merkez Kurulu’na vilayetlerden de temsilciler seçildi. Bunların arasında tarım uzmanı Hidayet Bek Ağayev, avukat Orazayev ve gazeteci Mehmet Ali Efendizade de vardı. Daha sonra Merkez Kurulu tarafından düzenlenen iki toplantıda da -ikisi de Eylül ayında gerçekleştirildi- bütün üyeler güvenoyu aldı.
Serali Lapin Bey, Merkez Kurulu üyesi olmasına rağmen önceleri Ulemâ Cemiyeti tarafından düzenlenen Kurultaylarda öncelikle Merkez Kurulu üyelerini yeniden seçme meselesini gündeme getirmişti. Öyle anlaşılıyor ki Merkez Kurulu ile mücadele etmek için Merkez Kurulu üyelerini ‘sahtekârlar’ olarak suçlamaktan başka bir yol bulamamış. Serali Bey’e hatırlatırım ki kendi parti içi ‘entrikalarını’ hayata geçirmek için Merkez Kurulu’nun adını kullandığında Kurul’un diğer üyeleri gibi kendisinin de ‘sahtekâr’ olduğunu unutmamalıdır. O sırada ‘sahtekâr’ olarak adlandırılmaktan utanmak bir yana bilakis Kurul üyeleri yokken onların bilgisi dışında kendi için gerekli kararları çıkarmış, 4 Mayıs günü İşçi ve Asker Milletvekilleri Bölge Konseyi’ne yanlış bilgi vererek orayı da karıştırmıştı.
Sırası gelmişken şunu da hatırlatalım ki Merkez Kurulu’nun adını kullanmasıyla ilgili olarak Kurul tarafından 9 Mayıs’ta çağırıldığı toplantıda çıkan kararı Serali Lapin Bey, ‘Geçici Başkan’ sıfatıyla imzalamıştı.”
Hemşerisi bu açık mektuba cevap vermedi fakat aralarındaki siyasî gerginlik ve anlaşmazlık daha da arttı. Mesela Sırderya Vilayeti kurultayında Bütün Rusya Kurucu Meclisine temsilci olarak seçilen Mustafa’yı onaylamadığını bildiren Ulemâ Cemiyeti, temsilciliğe Serali Lapin’i aday olarak sundu.
Çeşitli anlaşmazlıklara rağmen Türkistan’ı özerkliğe kavuşturma düşüncesi gün geçtikçe arttı. Özerklik ilanı fikrinin yaygınlaşmasında Türkistanlı aydınların yanı sıra Azerbaycanlı ve İdil-Ural bölgesinden gelen aydınlarının da büyük etkisi oldu. Sözgelimi Türkistan’ın Özerkliği mücadelesinde Tatar Kebir Bekir’in yönetiminde yayımlanan Uluğ Türkistan gazetesinin rolü büyüktür. “Yaşasın Milletlerin Özerkliği!” gibi sloganlarla yayımlanan bu gazetenin bir sayısında “Halkının % 98’i Müslüman olan Türkistan’da yönetimin yabancı asker ve işçilerin denetiminde olmasına Türkistanlılar razı değil!” şeklinde bir ifade yer aldı. Yine bu gazetede Nuşirivan Yakuşev ismiyle yayımlanan bir yazıda şu fikirlere yer verilmiştir:
“Rusya’da Türk halklarına mensup milyonlarca kişi yaşamaktadır. Bunlar ırkı, milleti, dili ve dünya görüşü açısından tek atanın çocukları ve bir ağacın dalları gibidir. Türkistan ise Türklerin ana yurdudur. Bunun için Türkistan’a özerklik tanındığında Rusya’daki bütün Türk halkları Türkistan’a yardım için birleşecektir. Bu bağlamda hiçbir Türk evladı Türkistan’ın kendi vatanı olduğunu unutmaz kanaatindeyim. Yeni Geçici Hükûmet, Rusya’da yaşayan tüm milletleri özerklik verileceği konusunda ümitlendirdi. Özerklikten sonra bir de yönetim konusu gündeme gelecektir. Dolayısıyla maddî ve manevî birliğe, eğitim ve sanata, silah ve paraya ihtiyacımız vardır. Bunların hiçbirisi ise bizde yok diye telaşa kapılanlar var ama bugünden itibaren çalışmaya başlarsak bunların hepsi bizde de olacaktır! Bundan sonra bizim siyasî, sosyal ve kültürel bakımdan güçlenmemiz, gelişmemiz için büyük imkânlar doğacak. Kendi kendimizi yönetmeyi de öğreneceğiz. Hayatımızı ve hürriyetimizi korumak için Avrupa kültürünü ve sanatını öğrenmemiz gerektir. Geçmişi özleyerek bağımsızlık hayali kuranlar bugünden itibaren hiç gecikmeden Türkistan’ın özerkliğini düşünmelidirler! Ne kadar bilgisiz ve eğitimsiz olursa olsun, Türkistan halkı eskisi gibi parasız, değersiz ve cahil değildir.” Yazının müeelifi örnek alınacak kişi olarak da Kaşkar Devleti’nin kurucusu Yakub Bek’i gösteriyordu.
Türkistan Ceditçileri önde gelenlerinden Mahmud Hoca Behbudî de anılan yayın organının Haziran sayısında şunları yazmıştı.
“Şunu iyice anlamalıyız ki hak verilmez alınır! Milletler ve devletler dinî ve siyasî haklarını elde etmek için harekete geçerler ancak kendi aralarında anlaşırlarsa sonuç alabilirler. Dünya mücadele alanı olmasına rağmen biz Müslümanlar özellikle de Türkistanlı Müslümanlar hiç kimsenin bizim dinimiz ve milletimiz için bir tehdit oluşturmasını istemediğimiz gibi başkalarına karşı da tehdit olmayı istemiyoruz.
Aslında dinimiz de bunu yasaklıyor. Buna Türkistan Yahudilerinin 1300 yıllık durumunu örnek gösterebiliriz! Bütün Rusya Müslümanları özerklik esasına göre yönetilsin! Bunun gerçekleşmesi için biz Rusya Müslümanlarının, özellikle de Türkistan Müslümanlarının gelenekçiler (Kadimciler) ve yenilikçiler (Ceditçiler) diye bölünmeden, çekişmeden, kavga etmeden ortak bir noktada buluşmaları gerektir. Biz Türkistan Müslümanları olarak -Rus, Yahudi gibi birçok etnik ve dinî grubu barındıran- Rusya’nın bir parçası kabul edilen Türkistan’ın kendi parlamentosu olmasını istiyoruz! Yapılması gereken çok iş var. Diğer milletler büyük başarılara imza atıyorlar.
Tekrar belirtmek isterim ki, gencimiz de yaşlımız da birleşip ortak hareket etmeliyiz. Öyle yapmazsak bize ne özgürlük ne de özerklik veren olur!”
Türkistan özerkçilerinin görüşleri şöyle idi: Türkistan’ın kendi anayasası, yasama, yürütme ve yargı organları olmalıydı. Türkistan’daki eğitim ve kamu yönetimi meselelerinin hepsini özerk hükûmet bağımsız şekilde çözebilmeliydi. Dış siyaset ile malî ve askerî işler, Federasyon Hükûmetinin uhdesinde olmalıydı.
Özerklikle ilgili çalışmalar arasında Türkistan Müslümanları İkinci ve Üçüncü Kurultaylarının çalışmalarını gösterebiliriz.
Taşkent’te, 8-11 Eylül 1917 tarihinde düzenlenen Türkistan Müslümanları İkinci Kurultayı’na yüzden fazla delege katılmıştır. Şûrâ-yı İslâm Cemiyeti tarafından düzenlenen bu kurultayda Mustafa, Meclis Başkan Yardımcısı seçildi. Mustafa Çokay, kurultaydan kısa süre önce Geçici Hükûmet’in resmî davetiyle Petersburg’da Hükûmet Başkanı Kerenski ve İçişler Bakanıyla görüşmüş ve temsilcilere ülkedeki siyasî durum hakkında bilgiyi vermişti.
Türkistan Müslümanları Üçüncü Kurultayı ise 20 Eylül 1917 tarihinde gerçekleşti. Esas olarak Ulemâ Cemiyeti girişimiyle düzenlenen kurultaya tanınmış imamlar, saygın öğretmenler, kanaat önderleri ve çeşitli kurumlarda çalışan tanınmış kişilerden oluşan 500’den fazla delege katıldı. Türkistan vilayetinin hemen hemen bütün bölgelerinden katılım sağlanan kurultay çalışmalarına Ural-Torğay vilayetlerinden de temsilciler geldi. Kur’an-ı Kerim okunmasından sonra açılış duasıyla başlayan kurultayda alınan kararlar arasında en önemli olanı şüphesiz millî özerklik ilgili olanı idi. Kurultay delegelerinin Federal Demokratik Rusya Bünyesinde Özerklik İlanı kararı almaları önemli gelişme idi. Bu, imamlar ve medrese hocalarının, din adamlarının özerklik taraftarı olduklarının açık bir göstergesiydi. Özellikle Muhammed Hoca İşan ve Sıddık Hoca İşan’ın konuşmaları temsilciler üzerinde son derece etkili oldu. Türkistan’ın özerkliğini bir an önce ilan etme teklifi de gündeme geldi. Anlık coşkunun bir tezahürü olduğu için söz konusu teklif üzerinde fazla durulmadı. Kurultayın son gününde bütün Türkistan Müslümanlarını tek çatı altında birleştirecek bir parti kurulması, adının ise İttifak el-Müslimîn olması konusu gündeme getirildi. Ceditçi düşünceyi savunan Şûrâ-yı İslâm ve Turan Cemiyetlerinin mahalli şubelerinin kapatılarak yerlerine söz konusu partinin vilayet şubelerinin açılmasına karar verildi ancak bu mesele de tartışma sahfasında kaldı.
Türkistan’da bu olaylar oluyor, Müslümanlar arasındaki gerginlik artıyor, hiç kimse diğerini kabullenmek istemiyor, herkes kendi kurultayını düzenleyip mesleleri kendi arasında tartışıyordu. Diğer taraftan siyaset sahnesinde yeni bir güç yükselişe geçmişti. Bunlar Bolşeviklerdi. Eylül ayı başlarında Taşkent’te isyan organize ederek, bütün yönetimin Sovyetlere devredilmesi talebinde bulunan Sosyal Demokratlar ve Bolşevikler, Devrim Komitesi kurarak Türkistan Komitesini tanımadıklarını açıkça ilan ettiler ancak isyanları uzun sürmedi. İsyan haberi Petersburg’a ulaşınca Kerenski Hükûmeti yerli komitenin Türkistan’a asker göndermesi yazılı talebini kabul etti. Kerenski, Mustafa’ya verdiği sözü tutarak Türkistan’a bir komiser atadı. Kazan Bölgesi Komutanı General Korovniçenko’nun Türkistan Başkomiseri olarak atandığını ve tam teçhizatlı bir askerî birlikle yola çıktığını öğrenen Bolşevikler düşüncelerinden vazgeçmiş gibi göründü. Ümitler tekrar yeşerdi. Artık bu imkânı kaçırmamak gerekiyordu. Mustafa hemen yola çıkarak General’i Türkistan Komitesi üyesi sıfatıyla Aktöbe istasyonunda karşıladı.
Kısa süre sonra Geçici Hükûmet’i deviren Bolşevikler Partisi, hükûmetin başına geldi. İktidarını güçlendirmek için Doğu halklarının desteğine güvenen Bolşevikler, çarın baskısı altındaki tüm milletlere “Rusya’da yaşayan bütün milletlerin kendini yönetme hakkını gerçekten vereceklerini…” ilan ettiler.
Rusya’da şovenizmin yayıldığı bu dönemlerde sömürge milletlerin kaderini Bolşevikler kadar önemsiyor gibi görünen hiç kimse yoktu. Bolşeviklerin lideri V. İ. Lenin, 1913 yılında Prosveşeniye dergisinde yayımlanan Milletler Meselesine Dair Eleştirel Notlar adlı meşhur makalesinde“Kişi milletlerin ve dillerin eşit haklara sahip olduğunu kabullenmelidir. Bunu kabullenmeyen, millîyet baskısına ve haksızlıklara karşı mücadele etmeyen kişi Marksist değildir hatta demokrat bile değildir.” diye yazmıştı. Proletarya Başkanı, 1914 yılında yayımlanan Milletlerin Kendi Kendilerini Tayin Hakkı Konusu adlı makalesinde kendisini esir milletlerin gerçek hâmisi olarak göstermeye çalıştı. 1896 yılında Londra’da gerçekleşen Sosyalist İşçi Partisi ve Uluslararası Sendikalar Kongresi kararlarına destek verdiğini bildirdi. Söz konusu makalede milletlerin kendi kendini yönetme ve özerk cumhuriyet kurmalarına taraftar olduğunu belirten V. İ. Lenin “Biz proleterler, her şeyden önce kendimizi Velikorus ayrımcılığının düşmanı olarak ilan ediyoruz.” demişti. Doğrusu bu tutum, Bolşevikler iktidara geldikten sonra ilk yıllarda de aynen korundu.
Devrimden hemen sonra yani Kasım ayında, Rusya’ya bağlı milletlere hür iradesiyle kendini yönetme hakkı veren Rusya Halklarının Hakları Deklarasyonu ilan edilerek 20 Kasım 1917 tarihinde V. İ. Lenin ve İ. V. Stalin imzalı Halk Komiserleri Kurulu’nun Rusya ve Doğu’daki Tüm İşçi Müslümanlara Seslenişi yayımlandı. Bu sesleniş, her Müslüman’ın kalbinde güçlü etki bırakacak şekilde yazılmıştı:
“… Rusya Müslümanları, İdil ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kazakları, Tacikler, Maverayu Kafkas Türkleri ve Tatarları, Kafkasyalı Çeçenler ve Dağlı Milletler! Rusya çarları ve sömürücüleri tarafından camileri ve ibadethaneleri yerle bir edilen, din ve gelenekleri ayaklar altına alınan tüm halklar! Şu andan itibaren dininiz, gelenekleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız özgürdür, onlara kimsenin karışmayacağı ilan edilmektedir. Kendi kültürel ve millî kimliğinizi özgürce ve hiçbir engelleme olmaksızın kurabilirsiniz. Bu sizin hakkınızdır…
Doğu Müslümanları, Farslar, Türkler, Araplar ve Hintliler! … Biz devrilen Çar’ın Konstantinopolis’i işgal etme konusunda mevcut gizli anlaşmaların, devrik Kerenski’nin yaptığı anlaşmaların artık yırtılarak yok edildiğini ilan ediyoruz… Biz İran’ın parçalanarak paylaşılması hususundaki anlaşmanın da yırtılıp yok edildiğini bildiriyoruz… Sizi köleleştirme tehdidi Rusya ve devrim hükûmetinden değil aksine Avrupa emperyalizminin vahşilerinden, ülkelerinizi kendi aralarında paylaşmak için bu savaşı çıkaranlardan, vatanınızı yağmalayarak kendi sömürgesine dönüştürenlerden kaynaklanmaktadır.”
Mustafa Çokay, daha sonra Yaş Türkistan gazetesinde yayımlanan Sovyet Kazakistan’ın 10. Yılı Dolayısıyla başlıklı yazısında söz konusu bildiriyle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Bolşeviklerin 1917 yılında dağıttığı bildiriyi okursanız orada Yaş Türkistan’ın savunduğu birçok düşünceye rastlarsınız. Bildiride Türkistan halkının hak ve mülkiyetin koruma altına alındığından bahsedilmiştir. Konu sadece bununla da bitmiyor. Bolşevikler değişik kurul toplantılarında, konferanslarda çeşitli kararlar almışlardı. Bu kararlarda Türkistan halkının, özellikle Kazakların çektiği eziyetlere, zulümlere bundan sonra izin verilmeyeceğini bildiriyorlar. Çarlık Rus-yası Hükûmeti tarafından yürütülen siyaset ve bu siyasetin tesirlerini ortadan kaldırma gerekliliği hakkında beyanat veriyorlar. Bütün bunlar zaten Türkistan halklarının da talepleriydi…” Ancak gayet demokratik üslupla yazılan bu bildirinin Bolşeviklerin aldatıcı bir taktik olduğu çok geçmeden anlaşıldı.
Seslenişin yayımlanmasından dokuz gün önce yani 11 Kasım günü Kolesov, Tobolin ve Uspenski liderliğinde Yerli Devrim Komitesi, devrimi gerçekleştirerek Taşkent’teki idareyi denetim altına aldılar. 7 Kasım’da[14 - 7 Kasım: Eski takvime göre 25 Ekim’de.] başlayan savaş dört gün sürdü, âdeta katliam yapıldı. Genel Komiser ve Geçici Hükûmet üyeleri Korğantöbe’ye sığındılar. Mustafa, Taşkent’in eski şehir tarafında olmasına rağmen durumu öğrenmek için her gün Korğantöbe’ye gidiyordu. İsyancılar ile anlaşma yapmak görevi kendisine verilmişti. Bolşeviklerin merkez ofisine gittiğinde anlaşama sağlayamadığı gibi kendini de güçlükle kurtardı. Daha sonra Bolşevikler ve sosyal devrimcilerin temsilcileriyle Taşkent’te görüştüğü hâlde barış çabaları başarısızlıkla sonuçlandı.
Mustafa’yı üzen tek mesele bu değildi. Onun asıl hazmedemediği Türkistan’ın kaderinin belirleneceği bir dönemde Türkistanlıların çoğunun bu mücadelede tarafsız kalmaları olmuştu. Geçici Hükûmete karşı Bolşeviklerin başlattığı mücadeleyi “Türkistanlıları ilgilendirmeyen, Rus partileri arasındaki bir iç çatışma” olarak değerlendirenler bir hayli fazlaydı. “Bırakın Rus ile Rus çatışsın” diyerek çok basit düşünüyorlardı. Hükûmet kimin eline geçerse onun güçleneceğini akıl edemiyorlardı.
15-22 Kasım günlerinde Taşkent’te düzenlenen Kurulların Üçüncü Kurultayı’nda Türkistan Halk Komiserleri Komitesi oluşturuldu. Yerli halk temsilcilerinin katılmadığı Kurultay, 25 Kasım günü Halk Komiserleri Komitesinin iktidarı tamamen ele geçirdiğini ilan etti. Bu komiteye hiçbir Türkistanlının üye olmaması bir yana, kurultay sonunda Meclis Başkanı Kolesov, yerli Müslümanları yönetime yaklaştırmama konusundaki düşüncesini açıkça dile getirmişti. Ona fikrine göre proleter anlayışları tam gelişmemiş yerli halk temsilcilerine güvenilemezdi. Kolesov, Petersburg’daki liderlerce yayımlanan bildirinin bir yalan ve aldatmacadan ibaret olduğunu bu şekilde kanıtlamıştı.
Bolşeviklerin sahneye çıkmasıyla birlikte Geçici Hükûmet faaliyetini durdurdu. Taşkent’teki genel komiser tutuklandı, Dorrer öldürüldü, kalanlar ise kaçtı. Geçici Hükûmetin teşkil ettiği Türkistan Kurulu üyelerinden Taşkent’te sadece Mustafa kalmıştı. Bundan dolayı muhalif teşkilatlar kendisinden yeni hükûmete karşı mücadelenin merkezi olabilecek bir hükûmet kurmasını rica etmeye başladılar. Bu kolay bir iş değildi. Mücadeleyi verimli şekilde devam ettirmek için elinde araç da yoktu imkân da… Peki, askersiz bir mücadele nasıl olacaktı?
TÜRKİSTAN’IN BAĞIMSIZLIĞI YOLUNDA
Türkistan’da muhtariyet ilan etme konusundaki talepler gün geçtikçe artmaya başladı. O sırada halkın talebini hayata geçirmek için tek bir yol vardı. O da Müslümanlar Birliği’ni kurmak ve bu birliğin bayrağı altında birleşerek hareket etmekti. Geçici Hükûmet bir daha geri dönmeyecek şekilde gitmişti. Millî Merkez üyelerinin Taşkent’te toplanması da artık imkânsızdı. Nitekim Mustafa’nın oteldeki odasına her gün birkaç silahlı Rus askeri geliyor ve onu sürekli denetim altında tutuyorlardı. Bu yüzden sözü edilen birliği Taşkent’ten başka bir şehirde kurmaktan başka çare yoktu. Bundan dolayı Mustafa iki arkadaşıyla birlikte 1 Kasım günü Semerkant’a gitti. Semerkant’ta yerli halkın devrilen Geçici Hükûmet öncülüğünde teşkil edilecek herhangi bir harekete katılamayacağını anlamaları çok uzun sürmedi. Daha sonra Semerkant’tan Fergana’ya geçtiler. Burada da durum aynıydı. Devrilmiş hükûmeti destekleyen hiçbir Müslüman kalmamıştı. Bu yüzden Geçici Hükûmetin Türkistan Komitesinde hizmet ettiği sıralarda edindiği tecrübe hükûmeti savunma konusunda hiçbir işe yaramadı. Halkın destek vermeyeceği bir komitenin çalışmalarının sonuçsuz kalacağı ise çok açıktı.
Kasım ayının ortalarına doğru Ulemâ Cemiyeti tarafından Taşkent’te düzenlenen kurultaydan Şûrâ-yı İslâm cemiyeti üyeleri geç haberdar oldu. Diğer yandan Ulemâ Cemiyeti, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirdiği günlerde Taşkent’ten Hokand’a taşınmaya başlamıştı. Bu yüzden Millî Kurul üyeleri bu toplantıyı kurultay olarak tanımak istemedi. Buna rağmen Türkistan (Yesi) temsilci İmamberdi Ercigitov’un teklifiyle toplantıya özel olarak davet edilen Mustafa Çokay, Taşkent’e geldi ve meclis çalışmalarına katılarak bir konuşma yaptı. Bolşeviklerin ülkede yönetimi ele geçirdiğini ancak Bolşeviklerin iktidarını tanımamak gerektiğini söyledi. Türkistan’daki bütün Müslümanların birleşmesini ve Bolşevik Hükûmetinin de tabi olacağı büyük bir birlik kurulmasını teklif etti. Mustafa’yı destekleyici bir konuşma yapan Mira-dil Mırzahmetov da Müslümanları Bolşeviklerin iktidarını tanımamaya, onlarla anlaşma uzlaşmadan çalışmalarını sürdürmeye çağırdı.
Toplantıdan sonra Hokand’a dönen Mustafa, Taşkent’teki Türkistan Yürütme Kurulu üyesi Baranov’dan bir telgraf aldı. Konuşmasından haberdar olan Bolşevikler, Mustafa’yı önemli bir anlaşma için Taşkent’e çağırıyorlardı. Telgrafta özgürlüğünün hiçbir şekilde kısıtlanmayacağı da yazılmıştı. Arkadaşlarına danışan Mustafa, Bolşeviklerle görüşmek üzere Taşkent’e gitmeye karar verdi. Yeni Marğulan’dan yola çıkarak Taşkent’e vardığında hiç beklemediği kadar güzel karşılandı. Birkaç gün öncesine kadar Geçici Hükûmet Komitesinin yerleşkesi olan eski Türkistan Genel Valiliği binasına davet edildi. Yeni hükûmet üyelerinden bazılarıyla tanışarak bolca sohbet etti. Üyeler, yerli Müslümanların yeni hükûmete geçici bir süre alınmamasına karar verildiğini fakat özel bir durumu olduğu için Mustafa’yı hükûmet üyeliğine kabul edeceklerini söylediler. Hatta Baranov “Yeni hükûmetin Başkanı olmanız bile mümkündür. Siz Müslümanlar Komitesi Başkanı olarak bize büyük katkılarda bulunabilirsiniz!” dedi. Yapılan teklif çok cazip görünüyordu. Ancak Bolşeviklerin taktiklerini çok iyi bilen Mustafa’nın Müslümanları devlet idaresinden uzaklaştırmak amacıyla kurulmuş bir hükûmete destek vermesi beklenemezdi.
Görüşme fazla uzun sürmedi. Bolşeviklere teşekkür eden Mustafa, Taşkent’te fazla zaman kaybetmeden Fergana’ya doğru yola çıktı. Bu görüşmeden sonra birçok konuda düşüncesi netleşmişti. Irkçı, cahil, uzlaşma kültüründen mahrum insanlardan oluşan yeni iktidarla herhangi bir şekilde anlaşmak mümkün değildi. Bu insanlar asla eşitliğe inanmıyorlardı. Diğer yandan Taşkent’teki Rusların önemli bir kısmının da Bolşeviklere muhalif olduğu anlaşılıyordu. Demek ki, Bolşeviklerin sözlerine inanmak doğru değildi, yerli halk ile yeni hükûmet karşıtı grupları birleştirecek bir ittifak kurmak lazımdı.
Yeni Marğulan şehrinde Bölge Müslümanlar Kurulu ofisinde Mustafa’nın başkanlığında gerçekleştirilen toplantıda bütün Türkistan Müslümanlarının katılacağı Büyük Kurultay’a çağrı kararı alındı çünkü bu karışık dönemde siyasî meseleleri ancak böyle bir kurultay çözüme kavuşturabilirdi.
Kurultayı düzenleyen kişilerin siyasî durumu, tutumu ve kurulacak hükûmet hakkındaki görüşleri aynı değildi. Çoğunluğun fikrine göre idare tamamen yerli halka devredilmeliydi. Tartışmalar sonucunda bu meselenin aceleye getirilmemesi ve kurultay gündemine alınmasına karar verildi. Böylelikle her yere telgrafla haber gönderilerek, ilgili kişiler Hokand’da toplanacak olan kurultaya davet edildi. Açılıştan önceki birkaç günü Mustafa ve arkadaşları gündemi belirlemek ve programı hazırlamakla geçirdi.
Kurultay için Hokand’ın tercih edilmesi tesadüf değildi. Taşkent tamamen silahlı Rus işçileri ve askerlerinin denetimindeydi. Geçici Hükûmet dağıtıldıktan sonra şehir Bolşeviklerin eline geçmişti. Bu olaylar yaşanırken Taşkent’teki Türkistan Millî Merkezi’nin üyeleri de kaçarak canlarını zor kuratmışlardı. Dolayısıyla bu şehirde kurultay gerçekleştirmek imkânsızdı. Hokand ise Türkistan bölgesinin Taşkent’ten sonra ikinci büyük ve gelişmiş şehriydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/darhan-kidirali/kod-adi-turkistan-mustafa-cokay-69500137/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Biy: Göçer Kazak toplumunda anlaşmazlıları çözen, her konuda görüşüne başvurulan, gerektiğinde devlet yöneticilerine de danışmanlık yapan bilge kişi; aksakal.
2
Baybişe: Çok eşli adamın ilk karısına verilen unvan; başkadın.
3
Orta Cüz: Kazak ulusunu oluşturan üç büyük boydan biri.
4
Dombıra: Mızrapsız çalınan, iki telli, bağlamaya benzeyen Kazak millî çalgısı.
5
İşan: Hoca, şeyh, seyyit.
6
Yıl kayırma: On iki hayvanlı geleneklik takvime göre insanın yaşını hesplama işi.
7
Arkar: Dağ koyunu.
8
Müşel/Müçel: On iki hayvanlı Türk takvimine göre her on iki yıllık yaş evresine verilen ad. İlk müşel on üç yıl kabul edilir, sonra her on iki yıl bir müşel olarak hesaplanır.
9
N. P. Ostroumov, V. V. Nalivkin, V. İ. Vyatkin, İ. İ. Geyer, S. M. Gramenitski, F. İ. Kerenski, N. A. Avikov, N. G. Mallitski, S.M. Likoşin, O.N. Petrovski, V.F. Oşanin…
10
O dönemde Ruslar, Kazakları da Kırgız olarak adlandırıyordu.
11
Türkistan Öğrencileri Kardeşliği: Petersburg’da Okuyan Türkistanlı Öğrencilere Yardım Vakfı ya da kısaca “Turkestanskaya Zemlyaçestva” (Türkistan Kardeşliği).
12
Alaş, bütün Kazakları, zaman zaman bütün Türkleri anlatmak için kullanılan bir isimdir. Alihan Bökeyhanov önderliğinde Ekim Devrimi’nden sonra kurulan partiye Alaş Partisi, Semey’de teşkil edilem millî hükûmete ise Alaş Hükûmeti denmiştir.
13
Kadimciler: Ceditçilerin aksine eski usul medrese eğitimini savunan kişilerdir.
14
7 Kasım: Eski takvime göre 25 Ekim’de.