Erken Uyanan Adam

Erken Uyanan Adam
Hevir Tömür

Hevir Tömür
ERKEN UYANAN ADAM

Hevir Tömür 1922 yılında Doğu Türkistan’ın Toksun nahiyesinde dünyaya gelmiştir. Okuma yazmayı memle-ketinde öğrenen Tömür, ilk ve orta öğ-renimini Toksun ve Kuça gibi yerlerde tamamlamıştır. 1937 yılında Sincan Eyalet Darülmuallimini’ne giren Tömür 1939 yılında eğitimini tamamladıktan sonra memleketi Toksun’da öğretmenlik yapmaya başlamıştır. 1945 yılında Toksun’dan Urumçi’ye taşınan yazar, neşriyat, matbu-at işlerinde faaliyet göstermiştir. Sonraki dönemlerde siyasi sebeplerden ötürü uzun bir süre sıkıntılı bir hayat sürdüren Tömür 1979 yılında hatırlanarak Sincan Uygur Otonom Bölgesi Siyasi Danışma Şurası Tarih Materyalleri Tetkikat Şubesinde çalışmaya başlamıştır. Hevir Tömür 1992 yılı Ocak ayının 29. Günü, 70 yaşındayken hastalık sebebiyle Urumçi’de hayata veda etmiştir.
Hevir Tömür 1940’lı yıllarda yayımladı-ğı şiirleriyle edebiyat vadisinde adından söz ettirmeye başlamıştır. O, bu dönemde “Bala” (Bela), “Aldangan Çolpan”, (Aldanan Çolpan), “Tinçlik” (Barış) gibi destanlarını ve “Yolvas Uhlap Yatatti” (Kaplan Uyuyup Kaldı) gibi hikâyelerini yayımlamıştır. Ancak o, edebi sahadaki asıl ününü 1980’li yıllardan sonra kaleme aldığı eserlerle kazanmıştır. Yazar bu dönemde “Molla Zeydin Hekkide Kissa” (Molla Zeydin Hakkında Kıssa), “Baldur Oygangan Âdem” (Erken Uyanan Adam), “Abdukadir Damolla Hekkide Kisse” (Abdulkadir Damolla Hakkında Kıssa) gibi edebi tezki-releri ve “Tan Aldida” (Tan Önünde) adlı şiir kitabını neşretmiştir. Yine bu dönemde çeşitli gazete ve dergilerde “Abdukadir Damolla”, “Hidishan”, “Külfetli Yıllar”, “Bir Meydan Futbol Müsabakası”, “Yakup Bey ve Molla Muhammetyar Halife”, “Altın Akıl”, “Suret”, “Vaktim Yok” gibi birçok değerli manzum ve mensur eser yayımlan-mıştır. Bunların dışında “Molla Zeydin” adlı bir film senaryosu ve “İki Ana”, “Geldi Bahar” isimli dramları Uygur Edebiyatında yerini almıştır. Ayrıca Hevir Tömür edebi eserlerinin yanı sıra tarihi konularda da çok sayıda makaleyi kaleme alarak yakın dönem Uygur tarihinin aydınlatılmasında büyük katkılar sağlamıştır.
Kıymetli Babam
Mustafa Bozok’un
Aziz Hatırasına…


Birinci Bölüm

1
Anası, oğlunun tuhaf tavırları üzerinde çok düşündü. Maalesef, oğlunda sabah kahvaltı yapıp bekleme odasına çıkana kadar hala düşünme alameti yoktu. Annem var, çocuklar var onlarla ilgileneyim diye bir düşüncede olmadığı seziliyordu. Ne bitmez bir yazı, ne yorulmaz bir beden, nasıl yorulmaz bir göz o…
Niyaz Hanım bu sözleri içinden kaç defa geçirdi. Sonunda o, erinmeden bekleme odasına girerek, şair oğlunun ne yaptığını kendi gözüyle görüp onunla biraz konuşmak istedi. Oturduğu yerden kalkıp merdiven tarafına bakarak yürüdü. O, kuvvetli bir kadındı, bu düşüncelerden kurtulup kendine gelene kadar yavaş adımlarla yürüyüp merdiven önüne kadar geldi, neden olduğunu bilmeden birden durdu. “Dur, eli boş çıkmaktansa bir demlik çay demleyip çıksam daha iyi olmaz mı, belki susamıştır “ diye düşünüp hemen geri döndü. Ocağın önüne gelip çay demlemeye başladı.
“Evet, doğru! Bugün Cuma! O, babasıyla birlikte Cuma’ya gitti!” Çay demledikten sonra oğlunun evde olmamasını fırsat bilen annesi kimse var mı diye iki yanına bakındı. Bağın dışında küçük kızı Büviheliçehan oynuyordu. Annesi onu çağırdı. Kız tıpkı uçar gibi koşarak geldi.
–Kızım ağabeyin burada mı, duyurmadan bak gel, tamam mı?
Hemen koşturan kız, anasına haber getirdi:
–Burada, gizlice baktım. Yazı yazıyor, benim çıktığımı da duymadı…
Abduhaluk Uygur bekleme odasında çalışıyordu. Bu oda genelde serin ve sakin olup, şairin ilmi çalışmaları ve şiirle meşgul olması için yeterince uygundu. Doğuya bakan bir çift pencereden yeterli aydınlık düşüyordu. Yine pencereden görünen avlunun neredeyse tamamını kaplayan üzüm dallarının, gün ışığında parlayıp duran yeşil yaprakları serinletici rüzgârda ışıldayıp, zümrüt bir göl gibi gözünü alıyordu. Sabah akşam pencereden giren, üzüm kokularına doyan serin rüzgâr insanı mest ediyordu. Abdurrahman Mehsum’a tâbi bu geniş ailedeki gelin -kız, çoluk çocuğun hepsi birinci kattaki evlerde ve avluyu kaplayan ağaçtan kalkanın altında durduklarından, onların gürültü ve yaygaraları ev halkının gürültü patırtısı duyulmuyordu. Böylesi uygun şartlar şairin şiir çalışmaları için bulunmaz fırsatlar bahşediyordu.
Şair çalışma masasını pencerenin yakınına koydu. Masanın üstünde divit -kalem, kâğıt, defter ve kurutma kâğıdı gibi nesneler düzenli bir şekilde duruyordu. Pencere nişinde her tür kitaplar -Arapça, Farsça, Türkçe ve Çince kitaplar, divanlar, bayazlar[1 - Bayaz: Eski Uygur edebiyatından seçilmiş şairlerin, seçilmiş şiirlerinin divanı. İki cilt], gazete -mecmualar sıralı idi. Şair bu dünyanın kargaşasından azade iş yerinde gece -gündüz kitap okuyor ve şiir denemeleri yapıyordu.
Onun önünde biraz önce bomboş duran beyaz kâğıtlar bir anda yaratıcı bir emekle işlenip, şiiriyetin çeşitli çiçeklerine bürünen değerli el yazmalara dönüşüyordu. Bazı sayfalar rengârenk nefis güllerin açılıp bülbüllerin ötüştüğü gül bahçelerine benzerken, bazı sayfalar, binlerce, on binlerce kahramanın, yüksek cesaretle at salıp kılıç oynattığı, cengâverlerin savaş meydanını andırıyordu. Bazı sayfalar, ümitlerle kuvvet bulan arzu ve emellerin, deniz dalgaları gibi kabarışını aksettirirken, bazı sayfalar, keskin hicivlerle cehalet, nadanlık, hurafecilik gibi konulara kahkahalarla gülüyordu. Bazı sayfalar, müstebit ve zalimlere karşı başlatılan bir isyan, atılan bir kurşuna benzerken, bazı sayfalar, vatana, millete olan sevgi ve samimi sadakatin haykırışlarıyla doluydu. Bunların tamamı üstün bir gayretin ve güvenilir bir içtihattın mahsulüydü.
Bu ne kadar değerli bir uğraş! İşinde bu kadar istekli, bu coşkun denizde yüzmeye alışmış olan ve bu alışkanlıktan bitmez tükenmez bir lezzet alan şair, meşgalesini nasıl bırakmak istesin?
Niyaz Hanım bir elinde demlik, bir elinde piyale[2 - Piyale: Çay içilen kase.] olduğu halde şairin çalışma odasına girdiğinde, yazıyla meşgul olan şair onun geldiğini hissetmedi. Annesi şairin arkasından usulca yaklaşarak gelip, biraz durup baktıktan sonra birden:
–Yeter, oğlum, susadım da demiyorsun! dedi demliği masaya koyup.
–Anne ne zaman girdin? dedi şair sıçrayarak dönüp. Başında durup sevecen gözlerle kendisine bakan annesine baktıktan sonra, “Büyük mutluluklar işe sıkı sarılmakla gelir” diyordu Abdullah Tokay, diyerek güldü.
–Tövbe neler diyor! Ben ne zaman girsem, sen hayale sığmayacak şekilde yazıyor, çiziyorsun. Nasıl bitmez bir yazıymış bu? Bakıyorum, geceleri de ışık sönmüyor!
–Anne bu sözlerine piyaleye çay koyarken devam etti.
–Bu tükenmez yazıyı yazarken bu kadar kendini kaptırmasan, dinlenerek çalışsan!
–Tamam, tamam anne, öyle yaparım!
–Evet, oğlum, yazı yazıp usandığında, gözlerin yorulduğunda, birazcık dışarıya çık, bağlara girip serinle. Sokağa çıkıp dolaşsan, sonra yazsan da olur.
–Anne! Dedi şair. Yerinden doğruldu ve ciddi bir tavırla bu şiirini okudu:
Sıkıldığımda kalem en güzel sazım benim, Söyleyin bu ömür eşit değil mi han ile?
–Yarabbi, ne hoş sözler bunlar! Sana hanlar gibi ömür nasip olsun! dedi anne gülerek.
–Bekle, devamı var. –Şair şiirin sonraki mısralarını okudu:
Gece gündüz uyku yok, vicdan azabı üstelik
Halkı uyandırmak arzum her seher çığlık ile
Anne bu şiiri anlayıp, biraz güldükten sonra durup, ciddi bir tavır takındı ve uyarıcı bir tonda:
–Senin bu işlerine baban fazla rıza göstermiyor, dedi oğluna çay verirken.
–Babamın razı olmadığını biliyorum, dedi şair şükranla çayını alıp.
–Biliyorsun, babanın sözlerini biraz olsun dinlesen!
–Ana –babanın sözünü dinlemek çocuklarına farzdır, elbette dinliyorum.
–Lütfen oğlum, dinle! dedi anne ricacı bir ses tonuyla, babanın maksadı kötü değil. Senin gözümüzün önünde bir işin başında olmanı istiyor.
–Babamın düşüncesine göre ben hangi işi yapsam iyi olur? dedi şair annesine sual nazarıyla bakıp.
–Baban senin hükümette kâtip ya da tercüman olmanı istiyor, dükkân açıp ticaret yapsa da olur diyor.
–Ticaret?
–Evet, ticaret.
Ben o işi yapabilir miyim?
–Neden yapamayasın? Başkaları nasıl yapıyor.
–Başkalarının yapabildiği işi belki benim yapmam mümkün olmaz. Çünkü ben o işin ehli değilim!
–Bu çok komik, dedi anne biraz şaşırmış gibi, sonra yine güldü, bu nasıl söz?
–Canım annem, dedi şair içtenlikle, ticaret deyince ayağı çabuk, dili çevik adam olmak gerek. Öyle olmazsa fayda olmaz. Bunun üzerine yalancılık da eklemek gerek, mesela bir sere[3 - Ser 35 grama eşit ağırlık birimi.] alınan malı insaf etsem bir ser iki miskale[4 - Miskal 4. 26 grama eşit ağırlık birimi], insaf etmesem bir buçuk sere aldım deyip yalan söyleyerek satmam gerek. Demek, ticarette yalan söylemek, zaruri durumda yalan sözlere yemin etmem gerekiyor. Bunun için de ben böyle bir işi yapamam!
Oğlunun sözlerine gülmekten nefesi sıkışan anne, biraz sonra gülmeyi bırakıp:
–Öyleyse hangi işi istiyorsun? dedi.
–Babam bana dört atlı bir araba alıp verirse, arabacılık yapayım diyorum, buna ne dersiniz?
–Şu sözün komikliğine bakın! Anne istihzayla güldü, sen kendine araba sürmeyi yakıştırır mısın? Baban Abdurrahman Mehsum herkesin tanıdığı birisi, hal böyleyken sen arabacılık yapsan cümle âlem ne der?
–Ticaret yapmaya nispeten arabacılık yapmak helal iş. Bence, helal bir iş yapmak hiçbir zaman ar namus meselesi olmamalı.
–Böyle sözleri bırak, dedi Niyaz Hanım oğlunu azarlayıp, -Biz daha ölmedik. Gözümüz açık oldukça senin o işleri yapmana müsaade etmeyiz.
–Yok, anne, ben istiyorum, sen babamı ikna etsen, dedi şair yalvarıp, -Babam bana dört atlı demir araba alıp versin, arabaya zil asarım, atların yelelerine kırmızı –yeşil saçak takarım, öyle güzel yaparım ki herkes hayran kalır. Bence bu şişeyi, -şair nişte duran şişeyi gösterip devam etti, -bana verirsen onu arabaya yağlık yapayım. O zaman insanlar görüp daha da hayran olur!…
–Allah’a tövbe de, böyle sözleri bir daha ağzına alma! –Niyaz Hanım razı olmadığını belirterek küçümser bir tavırla devam etti, -gül koyulan şişeyi arabaya yağ şişesi yapmak doğru geliyor mu? Dahası bu şişe nerden geldi biliyor musun? Bu babanın Çar yıkılmadan önce Şemey’e gidip özellikle aldığı, canından kıymetli gördüğü şişe. Şimdi böyle güzel şişeler bulmak mümkün olmuyor. Çar zamanında üretilenler kalmasa şimdi üretilmiyor, dedi.
–Anne, sende mi bu şişeyi değerli görüyorsun? dedi şair çocuklar gibi nazlanıp.
–Baban Şemey’den özellikle aldığı için elbette değerli buluyorum.
–Anne, şişeyi mi değerli görüyorsun yoksa beni mi?
–Ne diyor bu çocuk! Elbette seni her şeyden çok daha değerli görüyorum, evlat başka şişe başka!
–Ya babam?
–Baban da seni değerli görüyor.
–Öyle olsa belli olur, dedi şair karmaşık bir meseleyi çözmüş gibi gülüp, şişenin arabaya yağlık yapılmasının doğru olmadığı yerde, şişeden değerli görülen evladın tercüman ya da tüccar yapılması doğru geliyor mu?
–Tövbe, tövbe! dedi Niyaz Hanım şaşırmış halde, yorgunca gülerek, bende diyorum ne diyor bu, maksat bu muydu?
–Canım annem, sizlere açıkça söylemem gerekirse, babamın benim için tercüman olsun ya da dükkân açıp ticaret yapsın demesiyle gül şişesini arabaya yağ şişesi yapayım demem aynı mahiyetteki sözler, dedi şair ciddi ve kararlı bir tavırla.
–Tamam, oğlum, tamam, eğer yapacağın işler dükkân açmaktan önemliyse istediğini yap! Dedi ana oğlunun maksadını anlayıp.
–Babamın istediği gibi, ben de bir molla ya da hükümette tercüman olsam, olmadı ticaret yapsam, onun gönlündeki işi yapmış olurdum. Ama bu işlerin hiçbirisi beni cezp etmiyor, bana okul açıp marifet ile halkı uyandırmak cazip geliyor. Bu benim yegâne maksadım, sarsılmaz iradem. Böyle yapmamın nedeni, açıkçası babamın yine bu sözünü duyacak olmam. Benim senden isteğim, babama yapacağım işi kabul ettirmen!
Bu söz söylendiğinde, dışarıdan şairin babası Abdurrahman Mehsum avluya girdi. O Cuma’dan dönmekteydi.
Sırtına akide şekeri renginde ipek kumaştan bir yek tek[5 - Yektek: Gömleğe benzer bir giysi.] giyip, başına ak sarık saran, saçı –sakalını her zaman tertemiz tıraş ettirerek heybetle yürüyen Abdurrahman Mehsum ağır adımlarla çalışma odasına çıkıp, onların sözünün üstüne geldi.
–Hangi konuda dertleşiyorsunuz? Dedi sevecen bakışlarla.
–Oğlumun yazdıklarına bakıp kaldım, dedi Niyaz Hanım diline gelen sözü geri çevirerek.
–Onun nesine bakıyorsun, bunun işi mübalağacılık. Şair dediğin yalancıdır, küçücük bir çalılık görse bağ-u bostan, Cennet’ul Me’va diye ağzında köpükler kaynatarak metheder. Gözden akan bir damlacık yaşı görse derya derya yaş aktı derler. Hepsi mübalağa. Birini övmek istese onu göğe çıkarıp arşı alaya yükseltir, yermek isterse de yerin dibine batırır. Bunların yazdıklarının birçoğu böyle. -Abdurrahman Mehsum bir nefeste birçok şey söyleyip, Niyaz Hanım’ı alıp aşağıya giderken şairin sözü onu durdurdu.
–Benim kaside hanlık yaptığımı düşünüyor olabilirsiniz, böyle düşünmekte haklısınız! Dedi şair ağır telaffuzla.
–Öyleyse sen nesin? Sen de şair misin?
–Görmeden nasıl hüküm veriyorsun? Önce görüp sonra… -Şair yeni yazılan birkaç parça şiirini uzattı. Abdurrahman Mehsum memnuniyetsiz bir halde kâğıtları eline alıp, ayakta durup öylesine göz atmaya başladı.
Şiirden az çok haberi olan Mehsum elindeki şiirlerde güya hata bulmak için yavaş yavaş göz gezdirdi, ara sıra Abdülhaluk Uygur’a da bakıyordu. Biraz sonra onun yüzünde bir şeyden Huzurlanmış gibi alametler peyda oldu. Bazı kâğıtlarda oğlunun düşünceleri karşısında onun gözleri kamaşıyordu. Gâh kaşları çatılıyor, gâh hâsıl olan düşünceler karşısında gülümsüyordu.
Yazdıkların yurtta olan olaylar, dedi Mehsum memnuniyetini az da olsa belli ederek, lakin bazı şiirlerinin vezni ağır ya da hafif olması yönüyle okunduğunda ahenkte bozulmaya sebep oluyor, bunu düzeltmek gerek.
–Şiiriyette, bazı sözlerin vezninin, ağır veya hafif olması açısından okunduğunda ahenk bulunamayabilir. Ancak kafiye –ahenk peşinde koşup, mazmunu zayıflatmak şiirin cevherini yok etmektir, diye düşüncesini belirtti şair.
–Sen öyle yönlerini düşünmesen… dedi Mehsum. Biraz düşündükten sonra yine konuştu. Yazdıkların gerçekleşebilecek işler. Ama bu sözlerini kim anlayacak? Bin kere söylemekten bir defa göstermek evla değil midir?
–Bu yiyip –içmek için yaşayanların görüşü, dedi şair hazır cevaplılığıyla.
Mehsum oğluna hoşnut kalmadığını belirtircesine baktıktan sonra:
–İnsanlar senin yazdığın yüz sayfa yazıdan tercümanın bir çift sözünü daha değerli görüyor.
–Öyle anlamak riyakârlık. Korku içinde yalan yanlış şeyler anlıyorlar. Benim yazdıklarımı ise doğru anlıyorlar. Ülke büyük, toplum geniş. Benim yazdıklarımı sevip anlayanlar oldukça çok. Bir güngelecek anlayanların, çok sevenlerin sayısı artacak. Böyle olacağına inancım kat’i!
Şair vücudunu dikleştirip sözüne devam etti:
–Tercümanlık, bürokratlık geçici bir iş. Çincede “Otuz yıllık idare kaldı, bürokratı nerde?” diye bir atasözü var. Gerçekten idareler kendisi kalıyor, fakat idareciler, tercümanlar kalmıyor. Zalim idareciler, riyakâr tercümanlar sonunda halkın lanet ve nefreti altında hiçbir iz bırakmadan yok olup gidiyorlar.
–Sana göre senin yazdıklarının da eşi benzeri yok! Gözlerini fal taşı gibi açarak baktı Mehsum, fakat gözlerinde gazap alameti görünmüyordu. Bundan dolayı şair çekinmeden, cesaretle cevap verdi:
–Belki ondan da iyi!
–Hay… Yazık! dedi Mehsum şairin sözünden rahatsız olup. O yine bir şeyler demek isterken Niyaz Hanım onu yeniden çağırıp:
–Yürü babası, biz çıkıp gidelim, oğlum işini yapsın diyerek Mehsum’u alıp götürdü.
Onlar odadan inip gittiğinde, Mehsum’un sesini kısarak söylediği sözler işitildi:
–Oğlun çok güzel şeyler yazıyor, iyice bak!
–Elbette öyle yapıyorum, böylece deyip sustu.
Bundan sonraki sözler duyulmadı.
2
Ertesi gün sabah namazından dönen şair doğruca çalışma odasına çıktı, âdeti üzere gece yazdığı el yazmaları bir araya toplayıp gözden geçirmeye başladı. O her bir yazmayı erinmeden tekrar tekrar düzeltti.
O sırada Ayimhan elinde kahvaltılıklarla çıkıp geldi. Şair onun elindeki kahvaltılığı görünce şaşırıp kaldı. Böyle olması sebepsiz değildi. Çünkü kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri hep çardağın altında çoluk çocuk, genç yaşlı toplanıp yenirdi. Şair bu değişikliğin sebebini anlamak için Ayimhan’ın ahu gözlerine, soran gözlerle baktı. Fakat Ayimhan iltifat etmedi, ta ki yaklaşıp tepsiyi şairin masasının üstüne koyana kadar. Sonra birden başını kaldırıp şirince gülümsedi. Güçlü bir beklenti içinde kalan şair Ayimhan’ın sihirli gözleriyle karşılaşınca vücudunu ılık bir duygu sardı.
Çaydanlıkta demlenen çayın kokusu, tandırdan yeni çıkan sıcak ekmeğin lezzetli râyihası dimağını gıdıklıyordu. Temiz porselen tabakta sapsarı akik gibi duran, bir salkım üzüm inci gibi parlıyordu. Şair tepsideki iştahını kabartan yiyeceklere hayran gözlerle bakıp, şaşırmış bir biçimde:
–Bugün iş başka mı?
–Evet, bugünden sonra sana özel bakıcı oldum, dedi Ayimhan. Onun sesi altın çıngırak gibi duru ve canlıydı.
–Nasıl söz o!
–Babam öyle görevlendirdi. Size öğle –akşam özel yemek hazırlayıp vereceğiz.
–Öyle olur mu?
–“Rabbim verirse, peygamberim itiraz etmez” derler ya, babam böyle görevlendirdi. Kimse de itiraz etmedi. Ya sen… -Ayimhan sözünün sonunu, gülmeye zorlayarak yuttu, ama manası anlaşılıyordu.
–Evet, benim de itiraz etmemem gerekti. İyi, fakat… dedi şair ona bakarak.
–Fakat demenin hâceti yok, bu işi annemle babam kendi arasında istişare edip karar verdi, kalanlarımız itaat ettik.
–Kıvılcım saçar gibi konuşan Ayimhan çay koyup şaire sundu, davranışları öylesine berraktı ki… Şair ise onun gözlerine bakmaya doyamıyordu
Ayimhan beyaz ten, yuvarlak yüz, siyah saç, keman kaş, siyah badem göz, ok kirpik, güzel boy, kuzu etli, hoş biçimli bir kadındı. Gözlerinden hazırcevaplığı okunuyordu. Şairle Ayimhan birkaç yıldır aynı yastığa baş koyuyor olsa da, onlar her karşılaştığında tıpkı nikâh akşamı karşılaştıklarında yaşadığı duyguları yaşıyorlardı.
Böyle olmasının belli sebepleri vardı:
…Düğün merasimiydi. Davul çalınıyordu. Avludaki dut ağacının gölgesine kurulan alanda erkekler ve kızlar işveyle dans ediyorlardı. Şair bir kenara koyulan kerevet üstünde dans edenlerin nefis hareketlerini izleyip huzurla oturuyordu. Avludaki misafir köşesinin kapısında yetişkin dört kız toplanıp dans edenleri seyrediyordu. Saçları kısa örülmüş, baştan ayağa ipek –atlaslara bürünmüş, sanki bugünkü düğünün ziyneti gibi törene gelen bu kızların toplanması herkesin dikkatini kendilerine çekiyordu. Bu kızların güzelliği birbirinden geri kalmıyordu. Eğer onların güzelliği gökyüzünde cevelan etse, ayın on beşine benzerdi. Bunu gören herkes bugün gökyüzünde dört ay mı çıkmış diye düşünmekten kendini alamazdı. Eğer bir yiğitten bu kızlardan birini seçmesi istense, o yiğidin kızlardan hangisini seçeceği, hangisini bırakacağı konusunda şaşırıp kalması kesindi. Gerçekten bu kızların giyinişi, süslenip taranışı, mehtabı andıran güzellikleri, tıpkı bir dalda açılan güller gibi bir arada duruşu o kadar şairane idi ki, onlara bakan herkes bu güzellerin esiri olmaya mahkûm olup, ıstıraplı hayaller girdabında boğulurdu. Abdülhaluk Uygur da bu şairane görünüşe meftun olmuştu:
Birinci kızın gözü çok keskin idi, sanki gözü, çukurunda camdan bir âşık gibi oynuyor gözüne ilişen her nesneyi büyülüyordu. Yiğitleri gözleriyle büyüleyene kadar işve yapıyordu. Onun, böyle haddinden fazla göz oynatışından kolayca müteessir olanların yine onun cilveli, oynak gözlerine şeyda olup kalmaması mümkün değildi. Fakat dikkatli gözlerle bakan yiğitler, “o kız ziyadesiyle şımarık ve laf ebesi” sonucuna varırlardı.
İkinci kız çok mütebessimdi, gülmeye uygun olmayan şeylere de gülüyor, insanların yüzüne de arkasından da gülüyor, dut yaprağı şırıldasa da gülüyor, birisinin elinden kepçe düşse gülüyordu. Çok gülmesinden kendisi de utandığında iki eliyle burnunu kapatıp başka kızların arkasına saklanıp gülüyordu. Kısacası bu kızın ağzı bir lahza bile kapanmıyordu. Güldüğü zaman sihirli görünen sedef dişlerinin parıltısına bakıp, bazıları ona heves bağlasa da, dikkatli gözlerle inceleyen yiğitler o kıza, “gülüşü şeytanı yenen kız” diye isim takmıştı.
Üçüncü kızın gülüşüyle somurtuşu bir aradaydı. Gözüne ilişen şeyleri etkisi altına alana kadar gülüyordu. O anda biri baksa ya da küçücük farklı bir harekette bulunsa, o lahza suratını asıyordu. İyi davrandığında biri gelip ona birkaç söz söylese, o anda hemen değişip öncekinden de çok açılıyordu. Bu kızın davranışlarının, bazılarının ilgisini çekmesi mümkündü. Ama dikkatli yiğitler hareketlerine bakıp ona, “çok hafif, maymun iştahlı, tıpkı tereyağı tenekesine benziyor bir anda ısınıp bir anda soğuyor. Tavırları tutarsız” diye paha biçiyorlardı.
Dördüncü kız diğer üç kızda görülen özelliklerden ari idi. Tören esnasında o kızın bir kişiye durup baktığı, gülümsediği ya da somurtup tavır aldığı görünmüyordu. O kız bütün dikkatiyle dansçıların olağanüstü maharetlerini temaşa ediyordu. Yüzünde görülen değişikliklerden o kızın danstan çok etkilendiği, maharetlerden heyecanlandığı görülüyordu. Onun halinden ağır başlı, mütevazı, yüzü yerde, namuslu, akıllı bir kız olduğu anlaşılıyordu.
Davul çalınıp birkaç saat devam eden törende birinci kız genç şaire en az elli defa bakıp, boncuk gibi gözlerini oynatıp, bıktırıyor, ikinci kız çok gülüp usandırıyordu. Üçüncü kız yirmi beş kez gülüp yirmi beş kez somurtuyor fakat şairin üzerinde iyi bir tesir bırakamıyordu. Dördüncü kız bütün tören esnasında ona bir defa bile bakmamış, baştan sona kadar ihlasla izlemiş, onda son derece güçlü bir merak duygusu uyandırmıştı. “Ne kadar gizemli bir kız bu!” Şaire bu kız mucize ve üstün vasıflarla dolu sihirli bir tılsım gibi gelmeye başladı. Dünyada bu tılsım atı çözmekten daha zevkli ve hoş bir iş olabilir miydi? Şair o kızla göz göze gelebilmek için uğraştı, ancak bu mümkün olmadı. Kız hiçbir zaman bakmıyordu. Şair bununla durabilir miydi? Mümkün değil. Sırların en zorunu çözmek, bir sandık içinde saklanan nesneyi almak için hırslı olmak yiğitlerde bulunan ortak hususiyettir. Bunun içindir ki şair bu kızı ele geçirip, onun sırlarını çözmeye karar verdi.
O günden sonra şairin vücudunu kızın ateşi sardı. Bu ateş onu hayli bir zaman rahatsız etti, geceleri, ateşe düşen bir kıl gibi dolandırdı. Kuyumcunun tulumu gibi uzun uzun ah çekiyordu…
Lakin Niyaz Hanım uyanık bir kadındı, oğlunun derdini anlayıp, zaman kaybetmeden onun devasını bulup, onu dert, elemden kurtardı… Bugün şairin piyalesine çay koyup veren sevgilisi Ayimhan, onun kalbinde yangınlar çıkaran kızın ta kendisiydi. Bu günlerde sevgilisinin mucizelerini çok güçlü arzularla ortaya çıkaran şair ona nasıl doysun!..
Şair burada yemeği yiyip bitirene kadar Ayimhan’la karşılaştığı andan şimdiye kadar olan şeyleri aklından geçirdi.
–Öyleyse bundan sonra senin demlediğin çayı içip, elinle hazırladığın yemeği yiyerek huzur bulacağım, dedi gülümseyerek.
–Elbette öyle olacak, dedi Ayimhan sıcak tebessümle.
–Bu yaptıklarını nasıl öderim dedi şair minnettarlıkla.
–Bana okuma yazma öğretsen kâfi, dedi Ayimhan ricacı bir ses tonuyla.
–O çok zor bir iş değil. Ayimhan’ın gönlünü etmek isteyen şair, vaadinin yalan olmadığına inandırana kadar onun gözlerine ateşli gözlerle bakıp sıcacık gülümsedi.

İkinci Bölüm

1
Ağustos ayları, Turfan vadisinin bulutsuz berrak semasında gezinen parlak güneş bu vadiye sınırsız merhametiyle nur serpiyordu. Sanki elekten geçen ak un gibi dökülüp duran gün ışığı bu vadiyi nur denizine döndürüyordu.
İşte burası!
Cami avlusundaki kazığa bağlı duran boz atı gören, atlı iki adam konuşup birlikte attan indi. Atlarını sağlamca bağladıktan sonra, minare içindeki döner merdiven vasıtasıyla yukarı çıktı.
Bu sırada şair minareye çıkmış güneşin nuruyla altın gibi parıldayıp duran uçsuz bucaksız Turfan vadisini seyrediyordu.
“-Ey güneşin lütfuna en çok erişen sevimli diyar, bilgelikte zengin Turfan ana, senin büyüklüğün, bütün güzelliğin sana dökülüp duran işte şu altın nurda!… Ana yurdu Turfan’a güneşten de fazla muhabbet besleyen şair heyecanını bastıramayarak konuşmaya devam etti, -ey sevgisi ateş, zemini inci, uzun tarih, kitaplarda zikredilen medeniyetin, altın beşiği, sevgili Turfan! Sen tarihte gerçekten yaşayıp medeniyet-i insaniyeye unutulmaz armağanlar bırakan, altın devirleri yaşayan sen değil misin?! İdikut, Yargol, Karahoca, Astane, gibi gaip şehirler, Uva –Turlar… Senin altın devirlerinin canlı şahidi değil mi?
… Ah tarih!… Yaşanan altın devirler!… Kaza –bela, afetlerle dolu kara asırlar!… Koca koca ırmakları kurutup kuru dereye, çıplak çöllere çeviren afet yılları!… İşte bu minare önündeki alanda gayet büyük sular kabarıp akıyordu, şimdi o sular hani? Bu vadide mamur olan yemyeşil yerler, ormanlar hani? Gelişmiş payitaht şehirler nerede? Şimdi bu yerlerde yüksek yüksek uçurumlar, nice gaip şehirlerin yarım izleri kalmış… Bu uçurumları, geçmişte kabarıp akan nehir suları tıpkı dev arısı gibi hareket edip yapmamışsa, daha başka nasıl bir güçle meydana çıkabilirdi! Gaip şehirleri ata-babalarımız kendi eliyle yapmış, bu yerlerde hüküm sürmüş olmasa, onlar nasıl meydana gelirdi?..
Bu kadar çok harabe, yine mamur olan şehirler, bu kadar geniş nehir yatağı, orman, yine yeşerip duran bağ bahçeler… Bu tıpkı öndekinin yürüyüp, arkadakinin iz sürüp yürümesine benziyor.
Çalışkan halkın bir yer harap olsa, yine bir yeri mamur kılıp, hayati gücünden bir gün dahi mahrum kalmayan dayanıklı ana vatan, sevimli Turfan sen değil misin?!
Nehirler kuruyup, bağların solduğu afet dolu yıllarda akıl –feraset sahibi halkın yer altı sularını arayıp bularak, geçirimsiz tabakanın temelindeki suları yeryüzüne çıkarıp, karizi[6 - Kariz: Yer altı sulama kanalları.] keşfeden meşhur Turfan sen değil misin?
Ağır bir yorgunlukla çıkan iki dost, şairin dikkatini dağıttı:
–Şükür, nihayet bulduk, dedi Latif Efendi şairi bulmanın sevinciyle, -atını görmesek bulamayacaktık.
–Yalnız başına minareye çıkmak da neyin nesi! dedi Ekberhan nefesini düzeltip.
–Gelin dostlar, işte şimdi yalnız değilim, dedi şair onlarla tokalaşarak. –Bakın, ana yurdumuz Turfan sanki nur denizi. İşte Boġda Dağları bize hami olup boy gösterip durmakta. Bakın, Yalkundağ kızıl altın gibi tavlanıp alevleniyor. İşte o taraf, uçsuz bucaksız mümbit zemin, bitmez tükenmez zenginlik. Bakın karizlere onlar için ince hesaplar gerek. Onlar ata –babalarımızın akıl –ferasetinin cevheri…
Latif Efendi’yle Ekberhan göz göze gelip şairin sözlerinden aldıkları tesiratı ifade ettikten sonra acayip şirin duygulara gark olmuşçasına uzaklara nazar saldı. Bu ana yurt onların gözlerine yemyeşil ağaçlar ve zirai yeşilliklerle bezenen gülistana benzer görünüyordu, nehir boyunca sıra sıra dizilen yer altı karizlerinden ecdatlarının akıl –feraseti, yiğitliği, çalışkanlığı anlaşılıyordu…
–Nur denizine eğer ilim –marifet nurları katılsa, cehaletin, hurafeciliğin yerine ilim çıraları yakılsa, o anda bu mekân öyle acayip özellikleri olan bir yere dönüşürdü ki, bunu ifade etmeye dilimiz aciz kalır…
Üçü birlikte Turfan minaresi üstünden ana yurdun güzel manzarasına derin bir muhabbetle uzun zaman bakıp durdular. Onlar hiçbir zaman bakmaya doyamadılar, baktıkça bu ana yurdun tarihi yaşam gücüne meftun oluyorlardı.
Yüzü açık sarıya mail, yassı yüzlü, orta boylu Latif Efendi ilk defa Astane’de açılan yeni okulda okumuş aydınlardandı.
Genç olup yüzünü koyu sakal bürüyen Ekberhan da okumuş bir kişi olup, Törehan isimli Özbek ailesinde dünyaya gelmişti. Bugün Ekberhan’ın Yargol’daki evinin bahçesinde yapılacak olan ziyafete Abdülhaluk Uygur’u davet etmişti. Hayli uzun vakitten sonra üçü birlikte minareden inip atlarına bindiler. Onlar yakıcı güneşe aldırmadan, tabiat manzaralarını, mahalle evlerini, tarlalardaki ziraatları temaşa ederek yavaş yavaş yürüyorlardı. Sohbetin hararetinden kale dibine geldiklerini anlamamışlardı.
Turfan Eskişehir kalesi aslında yüksek idi. Çevresinde derin hendek olduğundan, bu kale oldukça yüksek görünüyordu. Hendeğin çevresi ağaçlarla kuşatılmış olup, içi eski püskü nesneler ve kemiklerle dolup taşıyordu. Atlılar iki şehir arasındaki toprak yolun iki yakasındaki evleri, çömlekçi ocaklarını, meyve bahçelerini, bulut gibi açılıp giden pamuk tarlalarını huzurla seyrederek yürüyüp, Yenişehir’in doğu kapısı altına gelerek durdular.
Yenişehir biraz daha mamur olup, Turfan’ın ticaret merkezi olarak adlandırılıyordu. Şehir içinde meşhur hanlar, kumaş dükkânları çoktu. Pazar sokaklarının üstü kapalı olup güneş düşmüyordu. Şehir merkezindeki meşhur iki katlı lokantanın etrafında bakkallar, ayran –şurup satıcıları çoktu.
Atlıların şehrin içine girişi tüm dükkâncıların dikkatini çekti.
–Boz renk ata binen Abdülhaluk Uygur mu? –dedi bir dükkâncı yan dükkândaki kumaş tüccarına bakıp.
Atlılar yaklaşıp geldiler, onlar hangi dükkânın karşısına gelse, o yerdekiler onlara selam veriyordu. Atlılar da selama karşılık verip onlara hürmet gösteriyordu. Abdülhaluk Uygur insanlara selam verip vücudunu eğdiğinde altındaki atın beli eğilmiş gibi görünüp insanları hayran bırakıyordu.
–Hakikaten yiğit adam ha! dedi. Biraz önceki dükkâncı karşısından geçip giden Abdülhaluk Uygur’un arkasından bakıp.
–Çince okuyan otuz çocuğun içinde Abdülhaluk Uygur birinciliği kazandı diyorlar, dedi tüccar onun iyi okumasına hayran olarak.
–Medresede okuduğu zamanlarda derslerde iyi olduğunu duyuyorduk, dedi dükkâncı söz sırasını elden bırakmadan.
–Şimdi onun şairliği hepsini aştı, -tüccar kendi bulduğu bazı delilleri ortaya koyarak devam etti, onun yazdığı şiirleri Urumçi, Kumul, Manas, Guçun taraflarından gelen öğrenciler, tüccarlar taşıyorlar, diyorlar. Güzel yazılmış olmasa, başkaları özellikle gelip, alır götürür mü?
Atlılar pazarı uzunlamasına geçip batı kapısından çıkıp gitmişti.
–Bu sıcakta nereye yürüyorlar?
–Ekberhan’la birlikte gitmelerine bakılırsa, Yargol’a gitseler gerek, dedi tüccar çıkarım yaparak.
2
Ekberhan’ın babası Törehan o yıllarda Özbekistan’dan gelip Turfan’a yerleşen, ticaretle meşgul olup, bağ bahçe yetiştiren, hali vakti yerinde, misafirperver ve belli bir medeniyet seviyesine sahip bir kişi olup, bugünlerde Yargol’daki bağ evinde yaşıyordu.
Misafirler tertemiz döşenmiş büyük misafirhaneye yerleşti. Misafirhaneye meşale gibi kilimler yayılmış, onların üstüne ipekli kumaşlarla kaplı uzun pamuk döşekler serilmişti. Kuzeydeki duvara koyulan bir çift pencereden bağdaki elma kokularına doymuş serin rüzgâr doluyordu. Abdülhaluk Uygur’la Latif Efendi nişlerdeki şişelere üstünkörü bakıp otururken, Ekberhan çay alıp geldi. On-lar havadan sudan konuşup dururken, Ekberhan’ın babası Törehan asasını tıkırdatarak geldi.
Törehan hayli önceden Abdülhaluk’un zekiliğini, şairliğini bilhassa Çinceyi iyi derecede okuyup yazdığını duymuş, onunla tanışmayı arzu etmişti. Onun içindir ki, o şairin geldiğini duyunca biraz sohbet edip çıkayım diye içeriye girmişti. Evdekiler hep birlikte yerlerinden kalkıp selam verip görüştükten sonra, ona başköşeye oturmasını teklif ettiler. Fakat Törehan bacağının ağrımasını bahane ederek kapının yanındaki koltuğa oturdu ve hepiniz hoş geldiniz deyip hal hatır sordu. Sonra Abdülhaluk’a bakıp:
–Evet, oğlum Abdülhaluk, seni büyük şair oldu diye duydum, diye söze başladı yarım yerleşmiş Özbek telaffuzuyla, Çinceyi herkesten iyi derecede okudu diye duydum, memnun oldum, tebrik edeyim diye girdim, sizlere zahmet vermedim değil mi?
–Yok, hiç öyle olur mu, dedi konuklar bir ağızdan, biz de sizi iyi gördüğümüz için memnun olduk.
–İnşallah, iyi mi duruyorum, dedi ihtiyar minnettarlıkla bakıp, biraz durduktan sonra sözünü devam ettirdi, -yaşlılıkta bacağımın ağrısı cefa vermese, sağlığım oldukça iyiydi.
–Şimdi de iyisiniz, dedi Latif Efendi gönül alarak, -yazın altıncı ayın kumu şifa verir. Gömülseniz bacağınız iyileşirdi.
–Kuma diyorsunuz? Birkaç yıldır işimiz bu, dedi ihtiyar cevap verip. Öyle de desek böyle de desek, Allah’a şükür yetmiş bu kadar yıldan beri bu iki bacağım iyi hizmet etti. Ağır gövdemi zahmet görmeden ne yana desem o yana alıp götürdü. Kazan, Petrograt’lara birçok defa götürdü. Semerkant, Buhara şehirlerini temaşa ettirdi. Harezmî çöllerini gezdirdi, en sonunda da Taşkent’ten kaldırıp kadim başkent Eski Turfan’a alıp getirdi. Yine de ağrımaz bacaklarmış… Velhasıl kelam, kuma gömsem de, gömmesem de ağrır. Eğer dili olsa, yetmiş bu kadar yıl ağır gövdeni taşıdım, bende daha ne hakkın kaldı dese yeridir. Allah’a şükür, şimdi de beni kaldırıp götürüyor.
İhtiyar kendi sözünden hoşnut kalıp güldü. Diğerleri de gülüşüp, başlarını sallayarak ihtiyarın sözünü tasdik ettiler.
–Ekber’den duyduğumda çok memnun oldum, diye sözünü devam ettirdi ihtiyar Abdülhaluk Uygur’a bakıp, -niçin dersen, Çince denen de bir çeşit dil, dil dediğin ilim ama kolayca öğrenilecek bir ilim değil. Nasıl, bu sözüm doğru mu?
–Doğru, doğru söz, dedi misafirler bir ağızdan, dedenin sözünü kabul ederek.
–Bir zamanlar ben de Çince öğreniyordum, dedi ihtiyar yeniden söze başlayıp, misafirler dikkat kesilip oturdular. Boş oturacağıma kendime bir meşgale edineyim dedim. O zamanlar Çince öğreneyim diye hoca buldum. Ona aylık beş ser gümüş vermek için anlaştıktan sonra, ders almaya başladım. Dilimin esnekliğini kaybetmiş olmalıyım, fazla ilerleyemedim. Öyle de olsa birkaç ay çalışıp bazı şeyleri öğrendim. Öğrendiğim kelimeler gittikçe çoğalıyordu, yazı sayısı fazlaydı. Bugün bakınca, önceden bildiklerimi şimdi bilmiyorum, yazdıklarımı şimdi okuyamıyorum. Aca-yip iş. Çincede satmaya “mey” denirken, satın almaya da “mey” deniliyor. Hepsinden ilginci, On’a “şiga” denirken karpuza da “şiga” deniliyor. Böyle olunca nasıl öğreneceğim diye aklım karıştı. Kısacası, Çinceyi öğrenmek kolay değil deyip bıraktım. Şimdi benim bilmek istediğim, böyle müşkül bir işi sen nasıl başardın, oğlum? Eğer gerçekten bu dili iyi öğrendiysen ben seni tebrik ederim!
İhtiyarın ilgi çekici sözlerine misafirler gülüştü. İhtiyarsa gülmeden sözüne devam etti:
–Çin dediğin kalabalık bir halk, tarihi eski, medeniyet zenginliği çok bir millet. Çinceyi öğrenmezsek, bu milletin tarihi, medeniyeti, coğrafyası ve başka ilim ve hikmetlerinden haberdar olamayız. Onun için Çinceyi iyi öğrenmek gerek.
İhtiyarın sözü, hitap şeklinde duyuldu. O evdekilere tek tek bakıp devam etti:
–Sen de böyle yaparak, sonunda bu dili öğrendin. Bunun için Barekallah! Sen şimdi bana cevap ver, bir zamanlar birileri Çince harf sayısı beş bine yakın diyorken, yine birileri sekiz bine yakın diyor. Şimdi senden öğrenelim, bunun hangisi doğru?
Duyduklarınız doğru. Herkes kendi bilgisi ölçüsünde söylüyor dedi. Abdülhaluk Uygur cevap verip. Ama ihtiyar onun sözünü keserek sordu:
–Hadi senden duyalım, Çince harflerin tümünün sayısı kaç?
–Çin dilinin özel lügatleri var, onlara göre, harflerin toplam sayısı on beş bine yakın.
–Ne dedin? On beş bin mi?! Abdülhaluk Uygur’un sözüne şaşıran ve afallayan ihtiyar tereddütle onun bunun gözüne baktıktan sonra devam etti, -bu kadar çok harfi bu halk biliyor mu?
–Ben bizi okutan hocaya sordum, onun söylemesine göre, hepsini bilenler çok olmasa gerek, dedi Abdülhaluk Uygur anlatıp, -bin harf bilen yarım yamalak okuryazar sayılıyor, üç binden beş bine kadar bilenler orta seviyede olanlar. Âlim olanlar da kalan dört beş bin harfi çeşitli lügatlerden faydalanarak kullanıyor.
–Bu dediğin… Bu çok karmaşık değil mi? Bir insanın aklına on beş bin harf nasıl sığsın?! –İhtiyar biraz düşündükten sonra, aniden başını kaldırıp Abdülhaluk Uygur’a bakıp şöyle dedi, -öyleyse sana soralım bakalım, sen kaç harf biliyorsun?
Abdülhaluk Uygur zor duruma düşmüş gibi alnını silip, yanında oturanlara baktıktan sonra cevap verdi:
–Tahminimce üç dört bin vardır.
–Üç dört bin! Bu da az değil, çokmuş, iyi öğrenmişsin. Dünyada birçok kişi mektepte temel atıp, sonra çalışmasına dayanarak kemal buluyor. Sen de öyle yap, oğlum. Çalış olgunlaş.
Söz sona ermeden bir anda avluya iki atlı girip, misafirhanedekilerin dikkatini dağıttı. Ekberhan avluya çıktığında ihtiyar da yerinden kalkıp:
Ben de çıkayım, ikindi vakti geldi, dedi, asasını tıkırdatarak içeri avluya doğru yürüdü.
Çok geçmeden Ekberhan Yemşili Tömür Şanyo[7 - Şanyo:Azatlıktan önceki vakitte şimdiki köy hakimine eşit memurluk ve bu memurluğu yapan kimse. Bu tür memuru hükümet yerli halktan belirleyip şanyo, köyü hükümete vekâleten yönetirdi.]’nun oğlu Abdusemi Bay beraberinde girdi. Onun hizmetçisi dışarıda kaldı. Zevkine düşkün ve kibirli bu büyük toprak ağası misafirhaneye girer girmez göz açıp kapayana kadar kısaca gülüp, misafirlerle tek tek tokalaşıp görüştü.
Beni davet etmemiş olsanız da duyup geldim. Gelmemde bir sakınca var mı, dedi? Her bir kişinin gözüne çivi gibi sokuldu. O güya evdekilerin gözlerinden kendi sorusunun cevabını bulmaya çalışıyordu.
–Gelmen iyi oldu, dedi onlar gelen misafirin geri çevrilmeyeceğini bildiklerinden.
–Aslında uyusam rüyamda da görmeyeceğim bir iş bu. Geç saatte haberim oldu. Gelmek istedim. Gelmeyeyim desem gönlüm razı olmadı, dedi o gösterilen yere oturma aralığında. Oturup Fatiha okuduktan sonra, sözünü devam ettirdi, kardeşim Abdülhaluk bayveççeyi[8 - Bayveççe: Zengin ve mert oğlan.] Kadir Cengi’ye tercüman oldu Kuça’ya gidecek diye duydum. Bu söz doğru mu, kendim öğreneyim diye geldim. Kardeşim, sen gerçekten Kuça’ya gidecek misin?
Bu söz Abdülhaluk Uygur’a öyle çirkin geldi ki, bunun yerine sopayla ona vurmuş olsa, o sesini çıkarmazdı. Abdusemi’nin sözlerinden tiksinip, vücudu titremeye başlayan şair kendini zorlukla sakinleştirdi.
–Abdusemi ağabey, dedi hınçla, -canın çıkacak olsa bile, bana bayveççe, tercüman deme, Abdülhaluk Uygur de! Ben bu Uygur ismini, sana benzeyen kişiler adımı zikrettiğinde Uygur demeye alışsın, kendi milletlerinin Uygur olduğunu bilsin diye aldım. Sen bilmeden nasıl konuşursun? Ne zamana kadar böyle bir şey bilmeden yaşayacaksın? Milletin ne, denilse? Biz Çentu[9 - Çentu: Sarıklı.]’yuz deyip geçiyorsun. Bu doğru değil! Böyle yapma! Paka Bulak ormanlarını sahiplenerek, dünya bu deyip, çiftçilerin gücüyle dağlar kadar pamuk, susam harmanlarını kaldırıp, emek sarf etmeden zahmetsizce yaşarım diye düşünme! Dünyada nasıl işler, nasıl değişimler, nasıl ilerlemeler oluyor, bunları da öğren!
–Ha ha ha… Ben yanlış söyledim, ha ha ha…
Abdusemi Bay soğuk gülüşüyle yine içeriyi soğutup, sonra durdu.
–Yanlışın çok, sizlerde hata çok, dedi şair, sonra onun ağır gövdesine bakıp şu mısraları okudu:
Cennet gibi dağ ve nehri bezemeye insan yok
Yastığı kat kat koyup gamsız yatanımız vardır…
-Abdusemi ağabey, sizlerde hata çok, sizler servet sarhoşu olup, bütün milletin alın teriyle kesenizi dolduruyorsunuz. Sizin maksadınız bu!…
–Kardeşim çok ağır şeyler söylüyorsun, dedi Abdusemi şairin sözüne karşılık verecek takat bulamayarak. –Olur, bundan sonra sana Abdülhaluk Uygur diye seslenirim.
O kısa kısa gülüp bir söze başlamak üzereyken, avluya yeni misafirler girip, onların dikkatini üzerine çekti. Evdekiler gelenlerin Mehsutbay, Hesamidin Zuper, Mümin Efendi gibi kişiler olduğunu görüp, avluya çıktılar.
Mehsutbay yaşı kırkı geçmiş, yapılı, kuvvetli, yuvarlak yüzlü, büyük gözlerinden akıl nurları saçılan, düşüncesi çevik bir kişi olup, bu yıllarda parlak bir eğitimci, terakkiperver bir aydın idi. O, medresede ve yeni okullarda okuduktan sonra, ticaret ve seyahatle Rusya’da Semey, Moskova, Leningrad’a kadar gitmiş, bakış açısı genişlemiş, aklı fikri açılmış, kendiliğinden Rusça öğrenip belli bir bilim seviyesine ulaşmış, bu zamanın önde gelen ceditçi aydınlarındandı. Feodalizm hükümranlığında dini hurafelerin zirveye ulaştığı cehalet devrinin kara perdelerini yırtıp atıp, engelleri yıkıp, terakkiyat yoluna adım atan Mehsut Muhiti halkı uyandırmak için 1913 yılında Kazan’dan eğitimci Haydar Efendi Seyrani[10 - Haydar Efendi Seyrani: Uygur Seyrani’nin babası.]’yi davet edip, Turfan Astane’sinde ilk yeni fenni okul açan, sonraki yıllarda o yine okulun yetersiz kaldığını nazara alarak 1917 yılında Habibulla Efendi, Gülendam Avustey[11 - Gülendeam Avustey: 1917 yılında gelen altı öğretmen arasındaki kadın öğretmen olup, Avustey sözü Tatarca muallime manasındadır.], Eli İbrahim[12 - Eli İbrahim: Doğu Türkistan’da elli yıldan fazla öğretmenlik yapan eğitimci, bu kişi 1975 yılında Urumçi’de Şincan Üniversitesinde vefat etti.], Hüsamidin Efendi gibi altı Tatar hocayı Moskova’dan (onlar Moskova Üniversitesini bitirmişlerdi) davetle Doğu Türkistan’a getirip, masraflarını kendisi karşılayarak; Çöçek, Guçun, Turfan şehirlerinde “Mekteb-i Mehsudiye” isimli okulları açıp, eğitim işlerini gözler önüne sermişti. Bunun için Mehsut Muhiti terakkiperverliğiyle ve eğitimciliğiyle mutlak nüfuz ve hürmet sahibi idi.
Gelenlerin ikincisi orta boylu, yuvarlak yüzlü, gözleri parlayıp duran, yapılı, neşeli, genç Hesamidin Zuper olup o, bu yıllarda meşhur zengin Zuper Hacı’nın ticaret işlerini yöneten, alışveriş, ticari anlaşmalarıyla meşgul olup, geniş içtimai münasebetleri olan bir aydın idi.
Gelenlerden uzun boylu, esmer, burun kemiği iri olan Mümin Efendi de yeni okullarda okumuş belli bir ilim seviyesine sahip, coşkulu, neşeli bir aydın idi.
Hepsinden önce misafirhaneye giren Mehsutbay önceki gelenlerden, alçak gönüllülükle:
–Sizleri beklettik, diye af diledi. Sonra Abdülhaluk Uygur’un gözlerine bakarak, uzun zamandır doğru dürüst konuşamadık değil mi, diyerek gülümsedi.
–Doğru, öyle oldu, dedi Latif Efendi Mehsut Muhiti’nin maksadını anlayarak, ne zaman bir söze başlansa, yeni bir misafir gelip sözün belini kırıyordu. Hal böyle olunca sohbet gönülden geçtiği gibi olmadı.
Misafirler oturup Fatiha okudular, kendi aralarında hal hatır sorup konuştular. Bu arada sofra örtüsü serilip, tatlılar, meyveler dizildi, ekmekler bölündü, çaylar koyuldu. Sofra zengindi. Mehsut Muhiti çay içip otururken kendi arzularından söz açtı:
Birkaç gün önce Çin’in yirmi dört tarihi hakkında söz başlayınca, misafir gelip sözü kesti. Benim bu yirmi dört tarih hakkında Moskova’da bir Rus tarihçiden duyduğum bazı şeyler çok ilgimi çekmişti. Şimdi de öyle ilgimi çekti, dedi o sofra üstündekilere göz atarak.
–Bizim tarihimizi Ruslar nasıl biliyor? –dedi Abdusemi Bay acelecilik yapıp. O güya yerinde bir söz söyleyip söylemediğini anlamak için onun bunun gözüne baktı.
Mehsut Muhiti ona soğuk bir bakış attı ve fikrini söyledi:
–Çin’in yirmi dört tarihi dünyada meşhur olan bir tarihtir. Bu tarihi yalnız Ruslar değil, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar dahi çok araştırıyor.
–Biz neden öyle yapmıyoruz, dedi Abdusemi yine aceleyle.
–Okumazsan neyi araştıracaksın, dedi Mümin Efendi sertçe çıkışıp. Başta Mehsutbay bütün herkes alayla karışık bir tutum sergiledi. Okuma yazması olmayan Abdusemi bu zor durumdan kurtulmak için gözlerini insanların gözlerinden kaçırıp o yana bu yana bakıp, bıyıklarıyla oynamaya başladı. Ama Mehsutbay fırsatı kaçırmadı:
–Senin, bizim gibi zengin çocukları zenginliğine güvenip okumuyor. Fakir çocukları gücü yetmediği için okuyamıyor. Böyle olunca, birçok insan eğitimsiz kalıyor, okuma yazması olmayan bir vatanın kaderi nasıl olur?! Bizdeki en büyük mesele işte bu, dedi elindeki piyaleyi sofraya koyup, aramızda okuyan yok mu dersen, var. Mesela, dini eğitim alanları ele alırsak, onlar yalnız dini işler için okuyor. Çince okuyanlarsa, memur olmak, hiç olmazsa tercümanlık veya kâtiplik yaparak geçimini sağlamak için okuyor. Onların tarihle ilgisi olmuyor. Sonuçta birçok meseleden bihaber kalıyor. Bana gelince, Çince bilmediğim için bende birçok meseleden haberi olmayanlar arasındayım. Gerçi az çok Rusça öğrendiğim için, Çin’in yirmi dört tarihi hakkında bir Rus hocadan az da olsa malumat alıp, ilgilenmiş olsam da, yine Çinceyi bilmediğim için, ondan doğrudan doğruya faydalanma imkânından mahrum kaldım. Mehsutbay heyecanla devam etti, şimdi herkes onun ağzına bakıyordu. Genç şairimiz Abdülhaluk Uygur Çinceyi iyi okudu, Yirmi Dört Tarih’ten de faydalandı. O önceki gün sözü tarih sayfasından açmıştı, eve yeni misafirler gelip sözü kestiler. Böyle olunca ben merakta kaldım. Şimdi biz şairin ağzına bakıyoruz. Bize yine biraz tarih anlatsın.
–Anlatsın, dedi hepsi bir ağızdan, o anda herkesin bakışı şaire yöneldi. Bundan biraz rahatsız olan şair çabucak kendini toparlayıp:
–Geçmişte, diye söze başladı kalabalığa göz gezdirip.
–Çince’ye biraz hâkim oldum, birçok cenk-name kitabı gördüm. “Su Boyunda”, “Garba Seyahat”, “Üç Padişahlık Hakkında Kıssa” gibi birçok kitaplar okudum. Bir gün elime “Hanname” diye adlandırılan bir tarih kitabı geçti. Bu da ilgimi çekti. Çin beş bin yıllık medeniyet tarihine sahip kadim bir devlet olduğundan, eskilerin yazıp bıraktığı tarihi eserler oldukça fazla. Mesela, Hen Vudi denen padişah zamanından başlayarak Çin hanedanı devri boyunca yazılan Yirmi Dört Tarih birkaç yüz ciltlik kitaptır. Ben o kitapların hepsini okuyup bitirebilir miyim? Göreyim desem de bu kitaplar Turfan’da yok. Benim elime geçen “Hanname” isimli kitap işte bu Yirmi Dört Tarihin yalnızca bir kısmı. Ben “Hanname”nin “Hunlar Tezkiresi” kısmını büyük bir iştiyakla defalarca okudum. Onda yazılana göre, milattan birkaç yüzyıl önce “Hun” diye adlandırılan göçmen, hayvancılıkla uğraşan halklar kuzey ve batı bölgelerde kudretli bir devlet kurmuşlardır. Onlar Orta Çin’deki Çin padişahlarıyla bazen ittifak yapıp dost geçinirken, bazen de savaşıp düşman olmuşlardır. Hunlar hayvancılıkla yaşamlarını sürdürdükleri için, at binme, avcılıkta mahir bir halktı. Onların büyük imparatorları ve meşhur padişahları vardı. En büyük padişaha “Tanrıkut” diyorlardı.
–“Tanrıkut” demek bizim “İdikut” dememize benziyor, dedi biri araya girip. Şair sözüne devam etti:
–Hunların dilinde “Tanrı” demek “Gökyüzü” veya “Allah”, “Kut” ise “Baht” demek olup, “Tanrıkut” denen söz “Allah vergisi baht” demekti. Onlar padişahlarına bu yüzden çok saygı gösterirlerdi…
–Aman Allah’ım, bunlar bizim hiç bilmediğimiz şeyler! dedi Abdusemi heyecanını bastıramayarak. Yanındakiler ona “sakin ol” der gibi bakıştılar. Şair sözünü sürdürdü:
–“Hanname”deki Batur Tanrıkut’un tezkiresi beni fevkalade cezp etti. Batur Tanrıkut denen Tuman Tanrıkut’un oğludur. O babasının yerine tahta çıktığı vakitlerde Tunguz denen bir halkın çok güçlü bir devleti vardı.
–Başka adı var mı, onlar hangi millet? –dedi Abdusemi yine söze karışıp.
–Onlar Hunlarla komşu olan, kendi hâkimiyeti, padişahlığı olan bir millet, sonraki Moğol, Mançu gibi milletlerin ecdadı, dedi şair sözüne devam ederek, -Tunguzların padişahı, Batur Tanrıkut tahta yeni çıktı, hâkimiyeti sağlamlaşmadı, şu an aciz diye düşünüyordu, denemek için ona “Babası Tuman Tanrıkut vaktinden kalan ünlü küheylanı bana versin” diye elçi gönderdi. Batur Tanrıkut elçilerin talebini duyduktan sonra, vezirlerini istişareye çağırıp: “Nasıl yapmamız gerek, diye sordu. Vezirler: “Bu tulpar Tuman Tanrıkut vaktinden beri değer verilen bir küheylan, bunu vermek nasıl mümkün olur, dediler. Bunu duyan Tanrıkut onlara: “O bir at! Bir komşu ülkenin beğendiği atı niçin vermeyelim?” dedi ve elçileri, küheylanı vererek gönderdi. Tunguzların padişahı küheylana sahip olduktan sonra, Batur Tanrıkut benden korkuyor, öyle olmasa küheylanı vermezdi, diye düşünüp: “Batur Tanrıkut’un küçük eşini çok beğendim. Kendime eş almak isterim” deyip elçilerini tekrar gönderdi. Elçiler gelip durumu aktardıktan sonra, Batur Tanrıkut vezirlerini toplayıp onlardan yine fikirlerini sordu. Vezirler bu sözü duyunca öfkelenip sakallarını titreterek: “bu kadar yanlış bir talep olur mu, buna tahammül göstermek mümkün mü? Hemen asker toplayıp onların kökünü kazımanızı talep ederiz” diye kulluk gösterdiler. Batur Tanrıkut vezirlerin sözünü işitip: “Bir kadın, komşu ülkenin padişahının beğendiği bir kadını niçin ona vermeyeyim”, dedi. Çok sevgili küçük hatununu elçilere katıp gönderdi. Tunguzların padişahı Batur Tanrıkut’un itibarlı hatununu verdiğini görünce, Batur Tanrıkut gerçekten de benden korkuyor, yoksa eşini bana gönderip vermezdi diye düşündü. Daha da gururlanıp elçilerini üçüncü defa gönderdi. Bu defa o: “Sınır karakollarımızın olduğu yerin kuzey tarafında Batur Tanrıkut’a tabi bir parça kıraç yer var. Ben bu yere sahip olmak istiyorum. Bundan sonra Hunlar bu yerlere ayak basmasın” diyordu. Batur Tanrıkut vezirlerini toplayıp bu konuda fikir sorduğunda, Tanrıkut birincisinde tulparı, ikincisinde sevgili eşini verdiğine göre, kuruyup çatlamış bir parça yerin verilmesine hiçbir söz söylenilmez diye düşünüp: “Vermemiz gerek, terk edilmiş duran bir parça yer”, diye cevap verdi. Batur Tanrıkut vezirlerin fikrini duyunca, hiddetlenip: “Bu nasıl mümkün olur, toprak denen devletin temelidir, toprak olmazsa devlet olur mu” dedi. ”Herkes atlansın, ülkemde bu seferden geri kalanın kellesi alınsın” diye ferman buyurdu. Bununla birlikte bütün millet hazırlanıp Tunguzların üstüne sefer kıldı. Tek bir hücumla Tunguzları yenip, padişahı öldürüp, önceden Tuman Tanrıkut zamanında elden çıkan birçok toprak da geri kazanıldı.
–Efendim… Bizim bilmediğimiz ne acayip işler varmış, dedi. Abdusemi Bay heyecanını yenemeyerek. Şairin ağzından çıkacak sözleri iştiyakla bekleyen misafirler Abdusemi’nin sözü bölmesine razı olmayarak, ona dik dik baktılar. Ama şair dikkatini bozmadan sözlerine devam etti:
Ben bu tezkirede şunu anladım ki: Batur Tanrıkut devlet toprağını, yani vatanı, kendisinin her türlü rahatından, şan ve şerefinden üstün tutan, üstün faziletlere sahip bir devlet adamı. Bana onun bu yönü çok tesir etti, dedi.
–Hepimize öyle, dedi Mehsut Muhiti şairin fikrine katılıp, bize de işte bu fazileti tesir etti. Tarihte geçen, padişahlar arasında cereyan eden savaşların, kanlı cenklerin çoğu kadın, zenginlik, itibar tartışmaları yüzünden çıkmıştır. Onlar böyle işler için savaşıp, ırmak ırmak kan döküp, vatanlarını harabeye çevirmiştir. Batur Tanrıkut bunun aksine hareket etmiş, izzet itibardan, hatta eşinden vazgeçmiş, ama bir parça toprak meselesine gelindiğinde bütün milleti seferber edip savaşa girmiştir. Bu her padişahta bulunmayan yüce bir erdemdir.
Konuklar başını sallayıp, çıkarılan sonucun doğru olduğunu tasdik etti. Mehsut Muhiti sözüne devam etti:
Bugün benim için hoş olan başka bir şey de şu ki, dedi o elindeki piyaleyi oynatarak oturup, okuyan işte Abdülhaluk Uygur gibi okumalı. Bugün o, Çinceyi tercümanlık yapıp geçim sağlamak için değil, belki devletin tarihi, coğrafyası, anane ve medeniyetini bilmek için okuduğunu ispatladı. Buna kim sevinmez? Her insan sevinir, elbette. Bugün o bize Çin’in Yirmi Dört Tarihi’nden denizden bir damla misali küçücük bir tezkireden söz edip hepimizi titretiverdi. Bu kadar çok malumat sahibi yaptı. Vatanperverliğin her zaman kitaplarda zikredilip, dillerde destan olduğunu düşündürdü. Biz onun, bu yönleri için seviniyoruz.
Mehsut Muhiti’nin methiyesini duyan Abdülhaluk Uygur’un yüzünü bir kızıllık aldı.
–Bizim evlatlarımız işte böyle okuyup yetişse, o zaman halimiz ne kadar güzel olurdu! –dedi sabahtan beri sessiz sedasız konuşulanları dinleyen Hüsamidin Zuper.
–Eğer bizim açtığımız mektepler kapatılmasa, bu günlere kadar devam etmiş olsa, bir sürü aydın yetişmiş olacaktı!… –dedi Mehsut Muhiti iç geçirip.
–“Civcivin şomluğundan tavuğun memesi yok!” denildiği gibi, bütün işler yine kendimizden oldu, dedi Latif Efendi hiddetle, onun dudakları gazaptan titriyordu. Onun bu sözünün etkisiyle misafirhanede oturanların gözlerinin önüne; şu yıllarda mutaassıp mollaların yaygara çıkararak, büyük ümitlerle açılan yenilikçi okullara karşı çıkması, bu konuda Urumçi valisi Yan Zenşin’e şikâyette bulunması, müstebit hükümetin onların yaygaralarına itibar ederek, bunu da bahane edip okulları kapattırıp, hocalarını cezalandırıp dağıtması gibi acı hatıralar dizildi.
–Öyle, bütün her şey kendi uğursuzluğumuzdan oldu, dedi Mehsut Muhiti geçmişi anımsayıp, -mutaassıp mollalar açtığımız mekteplerin üstünden gürültü kopararak şikâyette bulundu. Bu iş yurdumuzu cehalette bırakıp müstebit bir yönetim sergileyen Yan Cyancün’ün çok hoşuna gitti. Bununla birlikte o bir buyrukla okullarımızı kapattırdı. Yıllar geçip gitti, halk gittikçe daha derin cehalet bataklarına saplanıp kaldı. Bilen adama bu, söylemekle tükenmez, dayanılmaz ağır bir dert. Bu dertler insanı öldürür, yok eder!.. Söz buraya geldiğinde, Mehsut Muhiti’nin sesi titremeye başladı. O çok heyecanlanmış ve öfkelenmişti.
–Tahirbeg[13 - Tahirbeg: Bu devirdeki ileri görüşlü aydınlardandır. 1. Halk Kurultayına Şincan’dan katılan vekiller arasında olup, Sun Cunşen Efendinin devlet başkanlığı seçimine katılmış ve de Sun Cunşen’le görüşüp Şincan’da milli eğitimi düzene koyma noktasında fikir alış verişinde bulunmuştur.]’in Sun Cunşen Efendi ile görüşme işleri de bir tarafta kaldı, dedi Mümin Efendi derin bir nefes alıp, -Sun Cunşen Efendi Doğu Türkistan’da milli eğitimi düzenleyin diye güzel sözler söylemiş.
–Sun Cunşen Efendi Şinhey ihtilalini başlatıp iki bin yıllık feodal hanlık düzenini devirerek, onun yerine cumhuriyet kuran büyük adam. Bunun için, ona devletin babası deniliyor. Ama bu cumhuriyetin bizim Doğu Türkistan’a uğradığı yok, dedi Mehsut Muhiti gazapla.
Sözün buraya gelmesiyle, ev içi durgun su gibi sükûta gömüldü. Yüzlerinden, herkesin hayal denizinin derinliklerine dalıp gittiği anlaşılıyordu. Biraz sonra Abduhaluk Uygur konuşup, hüküm süren sessizliğe son verdi:
–Sun Cunşen Efendi tarihi doğru özetleyip, Çin; Henzu, Mançu, Moğol, Uygur, Zanzu’dan ibaret beş milletin ortak devleti, Çin medeniyeti de bu milletlerin yarattığı ortak bir medeniyettir, bunun için bütün halkın hukuk karşısında eşit olması gerekmektedir, diyerek son derece doğru konuştu. Eşit olmayan milletlerin dost olması, ittifak yapması mümkün değildir. Maalesef, bu söz söylendiği yerde kaldı. Burada hâkimiyet başındakilerse kendi bildikleri yola devam ediyorlar. Yan Cyancün’ün halkı cahil bırakarak yönetmek istemesi, kendi bildiği yolu uygulamaktır. Çünkü o, halk uykudan uyanırsa, eşitsizlik temelinde yürütülen siyasete, zorbalığa karşı çıkıp, eşitlik, cumhuriyet talep eder, diye korkup, milli eğitimimizi baltaladı. Sözü toparlarsak, onun maksadı işte bu!..
Ev sahibi yemek getirdi. Misafirler yemeğin üstüne yine büyük meseleler hakkında konuştular. Sun Cunşen Efendi önderliğindeki Şinhey İhtilalı, o yıllarda Çin’in içindeki militaristlerin savaşı, Sovyet Ekim İhtilalı, Dış Moğolistan’daki ihtilal hakkındaki söz ve düşünceler onların en çok ilgisini çeken konulardı.
Yemekten sonra misafirler dışarıya çıkıp, ellerini ayaklarını hareket ettirip, temiz gece havasıyla serinlediler. Törehan’ın kendi eliyle yetiştirdiği, meyvesinin çokluğundan dalları eğilen elma, armut, şeftali gibi meyve ağaçlarını seyre daldılar, inci gibi parlayan üzümlere bakıp hayran kaldılar. Gezinti esnasında herkes kendi istediği meyveden koparıp zevkle yedi. Gün batıp hava karardığında, birer ikişer toplanan misafirler rahat rahat oturup, tatlı sohbetlerle neşelendiler.
Onların sohbet konusu hayli çoktu. Söz Beycin – Tiyenşan’la başlasa, Moskova, Leningrad’la sona eriyordu. Dünyadaki her tür ilerlemeden söz ediliyordu. Tarihten söz açılsa, İdikut, Beşbalık’tan başlanıp, Karahanlılardan, Saidiye Hanlarından çıkılıyordu. Bazen Kunteyci, Apak Hoca hakkında konuşulsa, bazen Timur Halife, Moydin Halifelerin isyanı dile getiriliyordu. Bazen yurttaki cehalet, nadanlık, hurafecilikten şikâyet ediliyor, bazen vatanlarının gelecekteki ilerlemeleri tasavvur ediliyor, çeşitli tahminler öne sürüyorlardı…
Ev sahibi ikinci defa sofra serip, akşam yemeği getirmek için hazırlık yaparken, kalabalık şairden birkaç parça şiir okumasını istedi. Gelen istek doğrultusunda şair yeni yazdığı biri şiirini okudu:
Turfan Gecesi
Ne kadar da sıcak, ne kadar boğuk,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
Nefesim sıkıştı, göğsüm daraldı,
Terletiyor cip cip Turfan gecesi.
Çaylardan soğusa sıcak rüzgârlar,
Terleyip beşikte ağlar çocuklar.
Sussun diye ninni söyler analar,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
Parıldayıp durur gökte yıldızlar,
Bağlarda solgun güller kunduzlar[14 - Kunduz: Çok yıllık, saman gövdeli, böcek yiyen bir bitki. Gölcüklerde veya sulak alanlarda yetişir. Gövdesi ince uzun, çiçeği sarı, yaprağı ipeksidir, üst kısmında böcekleri yakaladığı bir kesesi vardır.],
Elde yelpaze, şikâyetli laflar,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
Üzümler ki güya birer damla yaş,
Ağlıyormuş gibi yurtta keri -yaş[15 - Keri –yaş: Yaşlı genç.].
Ne zaman çıkar ki güneş atıp kaş?
Acayip karanlık Turfan gecesi!
Ne zaman nur saçıp atar altın tan,
Doğmaz mı bu güneş deyip şaşırma
Gün ağardı aydınlandı attı tan
Er ya da geç biter Turfan gecesi.

Üçüncü Bölüm
On beş günlük dolunayın çatıdaki pencereden tıpkı değirmenin ardından akan su gibi görünen şulesi evin tam ortasına düşüyordu. Bu gece yarısına kadar belge düzenledi.
Abdülhaluk Uygur hala yazmakla meşguldü. Pencere altına konulan büyük masanın ortasındaki elektrik lambası sarı ışık saçıp, aydınlatarak şairin çalışmasına imkân sağlıyordu. Pencereden süzülüp duran serin dağ rüzgârı şairin lamba ışığında parlayıp duran geniş alnını ve yüz, gözünü okşayıp, ona eşsiz bir huzur veriyordu. Böyle sakin, böyle serin bir yerde şairin ilhamı tıpkı taştan taşa çarpıp coşarak akan büyük nehir suyu gibi kabarıyordu.
Önceki akşamdan gece yarısına kadar şiir yazmakla meşgul olup, sayfa sayfa kâğıtları güzel şiirsel ibarelerle işleyen şair, başının, bedeninin yorulduğunu hissedip mola verdi. Aklına çok mühim bir iş gelip yine durdu. O anda aklına kadirşinas dostu lambaya minnettarlığını bildirmek geldi. Bu yüzden o derhal bir yaprak kâğıt alıp, dikdörtgen şeklinde katladı. Katladığı her bir köşeye gazel şeklinde bir teşekkür name yazmaya başladı:
Geceyi gündüz kılar tıpkı bir inci bu çırak[16 - Çirak: Fener.],
Nurunu güneşten almış nur –ı cevher bu çırak
Kapkaranlık gecede nurun kaynağı bu çırak,
Gece yolu şaşıranın meşalesi bu çırak
Gece kalem tutulmazdı olmasaydı bu çırak
Nice yazsam öyle coşar gece bu derd-i firak.
Abdülhaluk gece gündüz ayrı kaldın uykudan,
Tıpkı pervane gibi ol, kalma bu nurdan ırak.
Abdülhaluk gazeli bir kez gözden geçirip, kâğıdı katlayarak, ortasından bir delik açıp, büyük bir özenle lambaya giydirdi. Ayimhan’ın “uhh…” deyip uzun nefes alışı duyuldu. O uyanmıştı. Bunu anlayan şair lambaya kâğıdı giydirdikten sonra, dönüp Ayımhan’ın yıldız gibi parlayan ahu gözleriyle karşılaştı.
–Ne oldu, uyandın mı dedi. Şair sevgiyle gülümseyip.
–Tan atıyor, sen ne zaman uyuyacaksın diye bakıyorum, dedi Ayimhan tatlı bir sesle.
–Henüz erken değil mi?
–Aya baksana, öğle oldu, Ayimhan böyle deyip nurlu gözlerini şairden kaçırıp sessizce yattı. O sırada onun keklik kaşlarının altındaki badem göz kapakları tamamen açılıp, bir güzelliğe on güzellik katıyordu. Kadirşinas sevgilisinin bu kadar güzel ve sevimli yüzünden etkilenen şair teselli etmek isteyip:
–Yazdıklarımı bir kez gözden geçirip yatayım demiştim, dedi.
–Ahh… Ayimhan derin bir nefes alıp aniden şaire baktı.
–Evet… Yine neden ah çekiyorsun?
–Ben de yazmayı biliyor olsam diye arzu ettim, -deyip gözünü kocaman açıp şairin gözlerine dikti Ayimhan.
–Bilsen ne yapacaktın? –Şair elini uzatıp onun tıpkı bir kuyu gibi, güzel çift çenesini okşadı.
–Ne yapardım, sana yardım ederdim işte, dedi Ayimhan salınarak gülüp. Onun bembeyaz dişleri lambanın ışığında sedef misali parlıyordu.
–Öyle olmasa da çok yardımcı oluyorsun.
–Nerde? –Ayimhan dertli bir ah çekip sözüne devam etti, babam beni kız çocuğu diye Kur’an okumayı biraz öğrendi deyip okuldan erken aldı. Eğer öyle yapmamış olsa ben okuma yazma biliyor olacaktım. Şimdi senin yazdığın yazılara ben tıpkı bir kör gibi bakıp kalıyorum. Ne kadar hayal etsem bizim böyle okuyanlarımızın hiçbir şeye yardımı olmuyor. Kur’an okumayı öğrenmek bizi teferruatın dışına çıkarmıyor. Bakıldığında, bununla hiçbir iş vücuda gelmiyor.
Ayimhan’ın yarı uykulu söylediği sözleri basit gibi algılansa da, aslında çok derin manaya sahipti. Onun sözlerinde halkın omzuna dağ gibi basıp duran bütün külfetler, milletin gözünü kör bırakan sebeplerin ana kaynağı olan eski eğitime karşı şiddetli bir isyan ateşi yanıyordu. Bunu düşünen şair Ayimhan’la meseleyi derinlemesine konuşup:
–Çok önemli bir şey söyledin, ben senin bu kadar derin fikirli olduğunu düşünmüyordum, dedi.
–Öyle, senin beni düşünmediğini biliyorum, dedi Ayimhan öfkelenip.
–Yok, öyle değil, ben seni çok düşünüyorum. Ama şimdi böyle paha biçilemez sözler söyleyip beni hayran bıraktığın için öyle söyledim, üzülme sen, canım! Şair özür diledikten sonra sözüne devam etti, başımızdaki külfetlerin kaynağı senin söylediğin teferruatların dışına çıkamamamızda, bunun gibi hiçbir şeyin manasını düşünmememizde. Sen bunu iyi özetledin. Ben buna tamamen katılıyorum, -o Ayimhan’ı yavaşça kendisine çekip, elma gibi parlak ve hoş kokulu yanaklarını koklayıp öptükten sonra, ekledi, teferruatın dışına çıkamamamız yönüyle bizi nadanlık, hurafecilik kıskacına almıştır. Bu zamanda her yerde işan –sofilerin “zikir –sema”sı, falcı kadın, üfürükçü, büyücülerin hurafelerle dolu inançları zirveye çıktı. Onlar işlemeden dişliyorlar, onlar kendi geçimini sağlayabilmek adına yalancılık yapıp, türlü usullerle halkı şuursuzlaştırmaktalar. Bu bizim hayatımızdaki en acıklı, en korkunç afet. Bu afetten kurtulmanın yegâne yolu halkı uyandırmaktır. Bunun için okullar açıp, senin de istediğin ilim irfanla halkı hurafelerin esaretinden kurtarmak gerek. Bu çok mühim ve zor bir iş. Beni geceleri uyutmayan işte bu kaygı.
Bu sözleri dikkatle dinleyen Ayimhan önünde oturan şairin boyunu Tanrı Dağlarından da yüce, şan şerefte binlerce on binlerce adalet savaşçısının galip komutanlarından da saygın olduğunu düşündü. Sıçrayıp yerinden doğruldu:
–Okul açılsa, ben de okurum, dedi kararlı bir sesle.
–Okul açmak güzel iş, fakat ona yol yok!
–Neden?
–Onlar okuldan korkuyor. Halkın uyanmasından korkuyor, dedi şair sakince anlatıp, -halk uyansa akla karayı fark edip, onların cahil bırakma siyasetine karşı çıkacak. Halk ayaklansa, kendi mukaddes hukuklarını tanısa, onların müstebit hâkimiyetini yıkıp, tahtı -bahtını yerle bir edecekler. Bunun için korkuyorlar.
Ayimhan nefesini tutmuş sessizce oturup bu sözleri dinliyordu. Şair ciddiyetle sözüne devam etti:
–Bizim okul açmamıza dinî, hurafe temelli örf adetler de sert engeller çıkarıyor. En tehlikeli ve zehirli kara güç işte bu. Bunlara teşebbüs eden cehaletperestler, halkın uyanışından çok korkuyorlar. Çünkü halk cehalet, nadanlık uykusundan uyansa, onların menfaatleri zarar görecek. Bunun için, onlar her türlü içtimai uyanış hareketine karşı çıkıyor. Mesela, Mehsutbay Tataristan’dan iki kez öğretmen davet edip tüm masraflarını kendisi karşılayarak Astane’de okul açtı. Bu okullarda, eğitim işleri bir zaman yoluna konuldu. Daha önce bahsedilen mutaassıp kara güçler isyan başlatıp: “Mehsutbay yenilikçi mektep açtı, hesap, coğrafya diye Besmelesiz bir şeyler okutuyorlar, dünya yuvarlak diyorlar” diyerek fitne fesat yayıp, Yan Zenşin’e şikâyet ettiler. Yenilikçi mektepleri kapatmak için bahane bulamayan Yan Zenşin onların şikâyetini dikkate alıp bir buyrukla yenilikçi okulları kapattırdı. Öğretmenlerini kovdu, hatta sürgün etti. Bunlar 1918 yılında olan şeyler. Aradan birkaç yıl geçince Kaşgar’da yine bir eğitim hareketi başladı. Merhum Abdukadir Damollam öncülük yapıp, medreselerdeki eski tarz eğitim işlerinde ıslahat yapmaya teşebbüs etti. Medreselerin vakıflarından para ayırıp, öksüz –yetimlerin bakımını yoluna koydu. En önemlisi yabancı ülkelerden gelen misyonerlere karşı koydu. Ne yazık ki, Abdukadir Damollam’ın terakkiperverliğini desteklemek yerine bir takım zenginlerle mutaassıp kara güçler ağız birliğiyle ona karşı çıktılar. En sonunda bu kara güçler bir suikastla Abdukadir Damollam’ı katlettiler.
Ayimhan bu dehşet verici facia karşısında yüreği yarılmış gibi, derin bir nefes çekip şaire bakakaldı, vücudu tir tir titriyordu. Şair onu hemen kendine doğru çekip, sevgiyle bakarak sözünü devam ettirdi:
–Bununla birlikte yine ilim semasında bir yıldız sönüp, terakkiperverlik hareketi yerle bir oldu.
–Öyle mi kalacak?
–Elbette kalmayacak. Halkın eğitime olan talebi hiçbir zaman bitmeyecek, belki bu arzu gittikçe güçlenecek. İşte, o talep edenlerden biri de sensin. Bunun için yenilikçi okullar açmamız gerek. Eğer açmasak, halkın, senin isteklerin nasıl yerine gelir? Bu yolda türlü türlü engellerle karşılaşsak da, kesinlikle gevşemeden onları aşıp geçerek ileriye yürümemiz gerek. “Engelin çok olsa da korkma, daima ileri yürü” bu bizim şimdiki şiarımız…
Ayimhan Abdülhaluk Uygur’dan bunun gibi daha çok sözler duydu. Şairin gurur, vicdan suyuyla sulanan sözleri Ayimhan’ın gönül evinde yer bulup, vücuduna büyük bir güç, kuvvet bahşetti, bununla birlikte o yüce bir gaye, sağlam bir irade kazandı.
Abdülhaluk Uygur söylemekten yorulmadı. Ayimhan’sa şairin sözlerine doyamadı.
Bir günlük meşgulat, bir günlük hareket… Bunun verdiği yorgunluk sonunda galip geldi. Bundan dolayı onlar sarılıp tatlı bir uykuya daldılar.

Dördüncü Bölüm

1
“Mektep açılırsa, ben de okuyacağım!”
Bu yalnızca Abdülhaluk Uygur’un candan aziz sevgilisi Ayimhan’ın talebi değil, binlerce, on binlerce insanın ve çocuklarının arzusu, emeli idi. Böyle umumi bir arzu nasıl göz ardı edilebilirdi? Buna itibar etmemek genç şairin arına dokundu. O yüzden o, bu konuda çok düşünüp birkaç gün boyunca doğru dürüst bir iş yapamadı. Bilhassa geceleri bu hayal âlemine girip, tan atana kadar uyumuyordu. Bir gün bu konu hakkında görüşmek için o, doğruca Hesamidin Zuper’in evine vardı. Misafirhaneye girer girmez:
–Hesamidin ağabey ben şöyle bir iş için geldim, dedi selam vermek yerine.
–Buyur şair, Hesamidin Zuper hesap defterinden başını kaldırıp şaire baktı. Onun bakışlarında “haydi söyle, dinliyorum” diyormuşçasına açık ve sıcak bir yaklaşım vardı.
–Okul açsak diyorum, dedi şair heyecanla.
–Bu güzel bir fikir! Ben desteklerim. Haydi, düşüncelerinizi söyleyin, duyalım.
–Şimdilik bir sınıflık açsak mı ki?
–Nerede?
–Bizim avluda olabilir.
–Mehsum ağabeyin haberi var mı?
–Henüz konuşmadım. Haklı işe babam da yok demez.
–Gayretiniz için Barekallah! –Dedi Hesamidin Zuper gönlünden geçen sözü söyleyen kişiye minnettarlıkla gülümseyerek, -size göre bu işin imkânı var öyle mi?
–Dünyada bir sürü iş cüretten doğar, dedi şair ümit var olarak. –Kolları sıvayıp işe başlasak, “Tevekkül deryasına saldım gemimi, ya Bay’dan çıkar, ya saydan çıkar[17 - Bay: Aksu şehrine bağlı verimli, münbit bir yerdir. Say: Verimsiz kurak ve insan ayağı değmeyen, oraya düşenlerin çok fazla yaşam şansı olmayan çöl.]” diye bir söz yok mu?
–Bu sözleriniz doğru, ama -Hesamidin Zuper bir süre kapkara bıyıklarını sıvazlayıp biraz düşündükten sonra, devam etti, okul açmak şimdiki şartlarda çok zor bir iş. On yıldan beri hükümran olan yaşlı Cyancün[18 - Yaşlı Ciyancün: Yan Zenşin’i halk böyle adlandırıyordu.]’ün karakterini hepimiz biliyoruz. O çok hunhar bir kişi. Milli eğitimi de her zamanki bakış açısıyla yasaklamıyor. Onun asıl maksadı halkı cehalette, nadanlıkta bırakıp hükümranlığını sürdürmek. Bundan başka, onun böyle bir siyaset izlemesine bizim akılsız, mutaassıp mollalarımız yardım ediyor. Bu durumları siz genç olsanız da etraflıca düşünürsünüz. Tamam, biz tevekkül edip okul açtık diyelim, bu mollaların kulağına ulaşır, onların karşı çıkması, bire iki katıp yönetime yetiştirmesi, hatta yaşlı Cyancün’e şikâyet etmesi mümkün. Durum o dereceye geldiğinde, kısmen gönül kırgınlıkları doğmayacak denemez. Hal böyle olduğunda ne yapmak gerek? Bu yönleri de düşünmeden olmaz.
Sözleriniz çok doğru. Böyle olacağı açık ama biz ne zamana kadar başımızı içimize çekip kirpi gibi büzülüp yatacağız! Armut piş, ağzıma düş demekle olmaz, bunun için…
–Bunun için biz yapacağımız işleri önceden dikkatlice düşünmeliyiz, dedi Hesamidin Zuper şairin sözünü keserek. “-Bilerek iş yapanın beli bükülmez” denildiği gibi, nasıl, okul açmanın zaruri olduğunu düşünüyorsak, buna karşı yapılacak itirazları da tamamen düşünmemiz gerek. Biliyorsunuz, Mehsutbay şimdi yok, Semey’e gitti. Zaten burada olsa da öne düşmezdi. Çünkü ona bu tür hareketleri kesinlikle yasakladım. Eğer o öne düşse, zarar görebilir. Yan Zenşin boş bir adam değil, eli kana boyanmış, dikkat etmezsen olmaz. Ben de böyle ihtiyatlı davranıyorum. Lakin size kesinlikle yardımcı olurum. Bunun için bu işi çok gürültü çıkarmadan, kendi içimizde bilip sekiz –on çocuk toplayıp okutalım. Eğer bir itiraz olmazsa yavaş yavaş genişletiriz. Kazara fitne fesat çıkarsa icabına bakalım. Sonra da hiç bir şey olmamış gidi davranalım. Ne dersiniz?
2
Şehir içindeki koruda[19 - Koru: Avlu ve avlu içindeki ev ve diğer yapıların umumi adı.] birkaç yıldan beri pamuk deposu olarak kullanılan büyük evin duvarlarını, tavanını kalın toz toprak bastığından onu temizlemek öyle kolay olmayacaktı. Böyle olduğu halde Abdülhaluk Uygur’la Ayimhan’ın bugünlerdeki heyecanı karşısında bu iş hiç de zor değildi. Onlar evi göz açıp kapayıncaya kadar temizleyip, güzel bir hale koydular.
–Temizlik yapmak ne kadar güzel değil mi? İşte bak, saçını yıkayıp tarayan bir kıza benzeyen dershanemiz ne kadar güzel oldu, dedi şair hoşnutluğunu belirterek.
–Şöyle saç sakalını kestiren yiğitlere benzetsek de olur, dedi Ayimhan gülümseyip.
İkisi bir vakit gülüştükten sonra, eve sıra dizdi. Bu ev peyderpey dershaneye benzemeye başladı. Şimdi tahta boyama ve tebeşir yapma bekliyordu onları. İkisi konuşup kilerdeki soba borularını çıkartıp, onlardan bir leğen kurum döktü. Bu esnada şairin yüzüne is sürülmüştü, Ayimhan buna istihza ile güldü. Ama şair bundan habersiz kaynatılan tutkalla kurumu karıştırdıktan sonra, donup kalmasın diye aceleyle tahtayı boyamaya girişti.
Ayimhan tebeşir hazırlamak için yakılan kireçtaşını elekten geçirdiği sırada yüzüne bulaştırdı, bunu gören şair alay edip gülmeye başladı:
–Bundan sonra sana pudra almasak da olur!
–Benim için olmasa da sana biraz almadan olmaz, dedi Ayimhan şakayla karışık gülerek.
–Bana lazım değil.
–O olmasa yüzündeki kara kuruları nasıl temizleyebiliriz? –Ayimhan katıla katıla güldü.
Bunlar olduktan sonra şair yüzüne is sürüldüğünü anlayıp utanır gibi oldu. Ayimhan onun yüzündeki karaları silmek için yanına geldiğinde, şair de onun yüzündekileri silip temizledi.
İkisi birlikte tahtayı kaldırıp deponun duvarına astığında, bu depo kusursuz bir okul görünümü kazandı. Ayimhan dışarıya çıkıp kuruyan tebeşirden birkaç tane getirdi. Şair tebeşirle tahtaya:
“Mektep cennet,
Gel, okumaya devam et”
diye güzelce yazdı.
Ertesi günden itibaren belirlenen çocuklar gelmeye başladı. Hesamidin Zuper en küçük kardeşi Siraceddin’i ilk olarak okula verdi. Sekiz –on çocuk toplandı. Bunların içinde kızlar da vardı. Kızlar Ayimhan’la birlikte okuyordu. Okul giderleri ve öğrencilerin defter kalem gibi giderlerini Hesamidin Zuper kendi üstüne almıştı.
Okulun ilk temellerini atan şairin gönlü, ileriye bakınca çok huzur buluyordu. O öğrencilere heyecan ve istekle ders anlatırken günlerin nasıl geçtiğini bile anlamıyordu. Çocuklara ana dil ve hesap derslerini canı gönülden öğretiyordu. Öğretmenlik işi mihnetli ve az talep edilen en cefalı hizmettir. Bunun için şair gündüzleri öğretmenlik yapıp epey yoruluyordu, bundan başka geceleri usandım yoruldum demeden, gece yarısına kadar lamba altında pencereden esen serin havadan nefeslenip oturarak, kabaran ilham denizlerinden değerli inci –cevherleri topluyor, marifet gülistanına nakışlar işliyordu.. Onun kalemi altında yazılıp çıkan güzel sözler, ilmi hikmetler, açık fikirler, halkın anlayacağı sade, anlaşılır şiirler binlerce, on binlerce çalışan insan topluluğunun gönlündeki maksat -dileği, ümit –isteklerinin sembolü sıfatıyla sanki kutup yıldızı gibi parlıyordu. Bu sebepten dolayı bu şiirler çok kısa bir süre içinde şehirde, köylerde, medrese odalarında, şölenlerde, toplantılarda kesinlikle okunulan, elden ele dolaşan, sanki değerli bir inci gibi kıymet kazanıyordu.
Şiirden az çok haberi olan herkes Abdülhaluk Uygur’un şiirlerinde parlayıp duran fikirlerden son derece memnun kalıyor, o şiirlerdeki lezzeti, şiir bağlarında henüz olgunlaşmış her çeşit tatlı meyveden de şirin ve leziz görüyordu. Onun şiirlerinde gerçek istekler vurgulanıyor, parlak ümitler dalgalanıyordu. Savaş nişanları çolpan gibi parıldıyordu. Bu şiirler yine halk gaflet uykusundan uyanıp, ruhu sarsılıp cesaret ve gayretle savaşa atılmış olsa, arzu –emele ve parlak istikbale ulaşabileceğinin hakikatini nur saçan canlı hitaplarla ifade ediyordu. Şairin “Kesilmez Umut”, “Vicdan Azabı”, “Gönül Arzusu”, “Görünen Dağ Uzak Olmaz” ve buna benzeyen birçok şiirleri raviler vasıtasıyla halk arasında geniş bir şekilde yayılıyordu. Bu şiirlerin şifalı didarından binlerce on binlerce dertli yürek derman alıyordu. Zamanın dert ve belasından çak çak olan hasta gönüller özüne dönüyordu
Abdülhaluk Uygur’un bu tür cesur şiirleri yalnız Turfan’da değil, Urumçi, Guçun, Manas, Kumul gibi yerlerde de büyük dalgalar hâsıl ediyordu. Onun şiirlerinden kopyalar şehirden şehre yayılıyor, hatta eş dost kendi arasında sözlerine selam kılarak gönderiyorlardı.
3
Öğleye yakın bir zamanda avluya iki adam gelip girdi. Onların zayıfça, sivri sakallı olanı Rozi Molla isimli yerli bir kişi olup, Abdülhaluk Uygur’un Çince mektepte birlikte okuduğu sınıf arkadaşı idi. Beyaz tenli, kuş burunlu, öğrenciye benzeyen bir diğeri ise tanıdık değildi. O yabancı gibi görünüyordu. Abdülhaluk Uygur dershaneden çıkıp misafirlerin yanına geldi.
–Esselamü Aleyküm…
–Ve Aleyküm Selam… Rozi Molla nasılsın? İyi misin?…
Rozi Molla Abdülhaluk Uygur’la tokalaşıp görüştükten sonra, gözlerini sakına sakına, çocukların cıvıldadığı dershane tarafına dikkat kesildi. Tanımadığı adamsa çok saygın bir adamın önünde duruyormuşçasına çekinerek duruyordu.
–Bu misafir Kumul’dan gelmiş, dedi Rozi Molla yanında duran misafiri gözüyle işaret edip. –Abdülhaluk ile görüşmek istiyorum, evini bulamadım diye arayarak yürüyordu. Ben de kılavuzluk yaptım.
–İyi yapmışsın, eve girelim, dedi şair misafirleri eve davet ederek.
–Ben gideyim, işim acele, dedi Rozi Molla, dönüp dershane tarafına bakarak. –Burada okuyan çocuklar mı var, -Nasıl?!
–Kardeşlerimin çocuklarının birkaçı gelmişti…
–Ha… Öyle mi? Güzel… Rozi Molla gidip dershaneye başını uzatarak baktı. –Bu bildiği bir mektepmiş, tahta, sıra –masa hepsi tamam. Ne kadar güzel…
O çocuklara, dershanenin içine dikkatlice göz gezdirdikten sonra arkasına döndü. Şair onun biraz oturmasını istese de, o özür beyan edip çıkıp gitti. Onu uğurlayıp dönen şair avluda bekleyen yabancı misafiri kendi çalışma odasına aldı.
Ev basit fakat tertemizdi. Pencerenin altına konulan masanın üstünde divit –kalem, defter –kâğıt düzenli bir şekilde duruyordu. Yine nişte birçok kitap vardı. Misafir Fatiha okuduktan sonra, utanarak kendini tanıttı:
–Kumul’dan geldim, adım Aziz Niyazi, vakitsiz gelip işlerinizi bozduğum için mahcubum.
–Yok, asla öyle düşünme, dostlar için her zaman hazırız, hiçbir zaman zahmet olarak görmeyiz, dedi şair gülümseyerek. –Hoş geldiniz, Kumul’dan ne zaman geldiniz?
–Şimdi, dedi o heyecanla şaire bakıp. Cenaplarına selam vermek, yüzünüzü görüp sohbetinize dâhil olmak arzusu ağır bastığı için, eşyalarımı hana bırakıp aceleyle geldim.
–Pek güzel… Gönül visal aradığında, dost ahbaplar bazen insanı işte böyle aceleye mecbur ediyor. Acele etmek gerek, yaşamanın anlamı da istek –arzulara ulaşma yolundaki acele hareketlerden ibaret demektir. İşte bugün siz de bu çizgiden çıkmayıp geldiniz. Gelmeniz ne kadar güzel oldu. Konuşuruz, dost oluruz.
Şair mümkün olduğu kadar yumuşak konuşup, misafirin utancından yüzüne akseden rengi gidermeye çalışıyordu.
–Teşekkürler, dedi Niyazi minnettarlığını bildirerek. –Geçen yıl dostlardan biri sizin şiirlerinizden nüsha kop-ya edip, hediye niyetiyle fakire göndermişti. O nüshalar Kumul’da elden ele geçip sanki bir yüzük gibi kıymetlendi. Kumul’un Rahatbağlarında, medrese odalarında, ticaret merkezlerinde, şölen –şenliklerde coşkuyla okundu. O şiirlerden lezzet almayan, bedii kuvvetinden etkilenmeyen bir tek kişi kalmadı. Herkes bir ağızdan, çok anlamlı ve tesirli yazılmış deyip size methiye okudu. –Niyazi biraz durup dudaklarını ıslattıktan sonra devam etti. –Hepsinden çok bana tesir etti, sizi gıyabi üstat kabul edip, taklit ettim. Gece gündüz alıştırma yaptım. Faydalı bir parça şiir yazmak kolay iş değilmiş. Öyle olsa da yılmadım. Gayret edip birkaç parça şiir yazdım geldim. Gerçi ham olsa da size göstereyim dedim, zahmet olmazsa…
Şaire iki eliyle bir sürü el yazma sayfa veren Niyazi ensesinden kulaklarına kadar kızarıp kaldı.
Abdülhaluk Uygur bu şiirleri vurguyla okumaya başladı. Niyazi kendi şiirlerini büyük şairin ağzından duyunca heyecandan vücudu titredi. Şair hepsini bir kez okuyup bitirdikten sonra Niyazi’ye sevgiyle bakıp:
–Güzel yazılmış, fikirler yerinde, dedi başını sallayarak memnun kaldığını gösterip, sonra sözünü ağır tonla sürdürdü, -Başkalarının yaptığı işi ben yapamam dememeli. Çalışılsa, başkalarının yaptığı her türlü iş de böylece yapılır. Büyük üstat Ali Şir Nevaî insanı hayran bırakan âlemşümul dev eserleri yazdı. Üstat Şeyh Saidi hikmetler âleminden o kadar çok cevahir çıkardı. Lakin onlar bu cevherin tamamını çıkarmış değiller. Onlardan sonraki iktidar sahiplerine de yine çok cevherler, hikmetler kalmıştır. Onları çocukları çıkardı ve bundan sonra yine çıkaracaktır. Bunun anahtarı çalışmakta, çalışmadan hiçbir maksada erişmek mümkün olmuyor. Siz de görüyor, biliyorsunuz. Bizim öğrencilerimizin birçoğu kazan başına çörekleniyor ya da kasabın etrafındaki sinekler gibi menfaat sofralarına üşüşüyorlar. Veya arzu ve heveslerine kapılıp çalışmaktan geri kalıyorlar. Bu bizdeki en ağır hastalık, bana göre insanlar için en önemli şey hayat. Çünkü o her insana ancak bir kez veriliyor. Bu yüzden ömür de her bir nefeslik an da öylece kıymetli. Vakit sanki atılan bir ok gibi, o asla geri dönmüyor. Demek istediğim, herkes kıymetli hayatını değerlendirmeli, paha biçilemez vaktine sıkı sarılmalı. Kendi kıymetini bilmeyen adamın kıymetini başkası bilmez, bunun gibi elden kaçan vakti de başkaları geriye döndürüp veremez. Bu yönden size aferin diyorum. Çünkü siz kıymetli vaktinizi zayi etmeyip çalışmış, şairliğe ilk adımınızı başarıyla atmışsınız, bunu devam ettirin, çok çalışın, çok yazın, fikirler açık, dil sade olsun. Bizim şiirlerimizde insanlar bir bakışta fikrimizi, maksadımızı anlamalı.
–Teşekkürler, verdiğiniz bilgiler için binlerce teşekkür, ama… dedi Niyazi müşkül bir durumda kalmış gibi.
–Söyle bakalım! –Şair Niyazi’nin fikrini öğrenmeye hazır olduğunu bildirip sual nazarıyla baktı.
–Ben çoğu zaman ümitsizliğe kapılıyorum, diye söze başladı Niyazi açık yüreklilikle, -Yazdıklarım işe yaramaz şeylermiş gibi geliyor. Yazdıklarımı çoğu zaman yırtıp atıyorum. Bazı günlerde ümitsizliğe kapılıp yazmayı bırakayım diye düşünüyorum. Bende bazen işte böyle bir çeşit kötü hal peyda oluyor.
–Bu doğru değil, dedi şair ciddiyetle, -Himmetli, gayretli olun, hayata rağmen ümit var olun. Hiçbir zaman yılmayın, çalışıp, öğrenip şair olun. Biz ikimiz yine yetersiz kalırız. Yurdumuzdan daha fazla şairler, edipler yetişmesi lazım. Bizde bir şairin veya bir edibin yetişmesi, bir namussuzun eksilmesiyle eştir. Bunu bilmeniz gerek.
Şairin kıymetli fikirlerinden derin tesirler alan Niyazi, yine şiirin birçok ince taraflarından sual sorup, anlayamadığı meselelere cevap aldı. Şair onun her bir sorusuna tatmin edici cevaplar verdi. En sonunda Niyazi teşekkür edip ayrılmak istediğinde şair onu kapı önüne kadar uğurladı.
–Durun, size bir şey hediye edeyim, dedi şair giden misafiri durdurarak. Niyazi şaşırıp kaldı. Şair aşağıdaki gazeli okudu:
Ey Niyazi, gayretinden öl lakin ayrılma,
Hak bildiğin yolundan canını ver kayrılma[20 - Kayrılmak: dönmek.]
Engelin çok olsa da ileri yürü korkma
Dağ, taş, derya, denizlere sen şaşırma.
Abdülhaluk’un sözünü itibarsız sanma
Sonra bu vicdanını bitmez azaba salma…
4
Sınıfta Ayimhan hesaba katılmazsa on üç çocuk okuyordu. Üçü kız, kalanlar erkek idi. Erkeklerin en büyüğü on iki, kızlarınsa on yaşında olup, onlar Ayimhan’ı çevreleyip erkeklerden ayrı oturuyordu. Bunlardan yalnız Ayimhan’la güzel yazı alıştırması yapıyordu. Çünkü o Kur’an okumayı bildiği için, yazı yazmayı kolayca öğrenmiş, güzel yazı çalışma aşamasına gelmişti. Kalan çocukların durumuna bakıp a, b, c diye üç gruba ayırıp ders veriliyordu.
Ulaşmak istediği amacın birinci aşamasına adım atan Abdülhaluk Uygur kendi çalışmasından oldukça memnundu. Yoruldum –usandım demeden, ateş gibi coşkuyla ders anlatıyordu. Tahtanın yarısına harf, yarısına kelime, cümle yazıp, ayrı ayrı öğretiyordu. Çocukları, anlatılan dersleri defterlerine yazmaya çalışmaları için yerleştirdi. Çalışma başladığında ilgisini artırıp, çocuklara yazı yazarken nasıl oturmak, kalemi nasıl tutmak gerektiğini, kalemi diline değdirmemelerini ve daha başka şeyler hakkında durmadan konuşup talimat verdi. Kalemin ucunu kıranların kalemini açıp verdi. Ayimhan’ın çalıştığı kamış kalemi de hazırlayıp verdi… Öğrenci gerçi az olsa da, iş çoktu. Bir sınıfta üç dört dereceye ayrılan öğrencileri okutan öğretmenlerin karşılaştığı güçlükler şairi hayli terletiyordu. Tahtaya bir sürü yazı yazıp sildiği için elleri tebeşir tozlarıyla tıpkı un torbasına vurmuş gibi oldu.
Ancak o memnundu. Şairin çektiği cefaları, sınıfın içinde kızıl güller gibi oturan çocuklar ve onların okumayı dört gözle bekleyen kara gözleri, öğretmenlerine minnettarlıkla bakışları unutturuyordu. Şair her bir çocuğun minnettarlıkla parlayan kapkara gözleriyle karşılaştığında, yorgunluğu toz gibi uçup, onun yerine yeni bir kan, yeni bir güç kuvvet peyda olduğunu hissediyordu. İşte Ayimhan kamış kalemi gıcırdatarak güzel yazı çalışmakta. Onun bütün vücuduyla çalışmaya daldığı vakitlerdeki oturuşu ne kadar güzel, onun kaştaşı[21 - Kaştaşı: Süs eşyası olarak da kullanılan bir tür doğal taş.] gibi parlak, güzel eliyle yazılıp çıkan yazılar ne kadar da güzel! Bu yazılar günden güne durmadan değişerek olgunlaşan ekinler gibi güzel bir görünüm kazanmakta. Bu elbette öğretmenin emeğinin bir neticesi, öğretmeni memnun eden, her türlü cefa ve meşakkatlerini unutturan manevi güç.
İşte yuvarlak yüzlü, ahu gözlü Siraceddin, onun gözlerinden idrak kıvılcımları sıçrayıp duruyordu. Onun derse kulak verip öğretmene dikkatle bakarak oturması ne kadar güzel. Bu gönlü hoş eden sihirli bir görünüş değil mi?
İşte sevimli, süt gibi ak yüzlü Buviheliçe. Onun kısa örülmüş siyah sümbül saçları, alnını kapatıp karakaşlarıyla kavuşan perçemleri… O, dalmış deftere sayı yazmakta. Burnunun ucundan boncuk boncuk ter dökülmekte. Bu kızın terini silmeye dahi vakti yok. Bu nasıl bir okuma arzusu! Sınıfta yine bir birinden geri kalmayan güzel çocuklar, sanki birbiriyle yarışırcasına dikkatle okumakta… Abdülhaluk Uygur çocukların okuma aşkına ve gayretlerine bakarak içten içe memnun oluyordu. Yaptığı işin doğruluğuna daha da inanıyordu. Bunu geliştirme hakkında düşünüyordu. Düşündükçe vücudu güç, kuvvet kazanıyordu…
Şairin babası Abdurahman Mehsum çıkıp geldi. O düşünceli görünüyordu. Sınıfın içinde duran şair pencereden babasını görüp karşılamaya çıkmak isterken, Mehsum dershaneye girdi. Öfkeyle konuşmaya başladı:
–Bize bir kez gün göstersen olmaz mıydı? Ne kadar büyük bir yürek sızısı bu! –Onun bir yerlerde derin bir yürek acısı çektiği yüzünden anlaşılıyordu. O bir şeylere öfkelenmiş konuşuyordu, -Bu yaşta birilerinin önünde el pençe durmak kolay iş mi? Çabuk ol, bu işleri toparla. Çocukları hemen gözden kaybet, başıma bela açmayın!..
–Ne oldu baba? Neye sitem ediyorsunuz, dedi şair babasının sözlerine şaşırarak.
–Toparla denince, toparla! Okul açacağım, çocuk okutacağım deyip başına çocuk toplayacağına tarlaya gidip çapa yapsan daha iyi. Çapa yapsan seninle hiç kimsenin ilgisi olmazdı.
Bu önemsiz iş mi, dedi şair memnuniyetsizliğini belli ederek, sekiz on çocuk gelip gidiyorsa ne olmuş?
–Sen böyle söylemekle valinin önüne dağ gibi büyüterek koyuyorsun, -Mehsum sesini biraz alçaltıp devam etti, attığın adıma dikkat edenler hayli çok olmalı. Öyle olmasa bu işi vali ne bilsin?…
–Vali duydu mu şimdi?
–Ben şimdi idareden geliyorum, dedi Mehsum tıpkı iğrenç bir yere gidip gelmiş gibi irkilip, -Evde yatarken idarenin polisi rüzgâr gibi gürleyerek gelip, beni önüne katıp sürüp götürdü. Ne bela oldu diye idareye varıncaya kadar yolda kurmadığım hayal kalmadı. Biliyorsun polis denenin kendinden fazla korkusu kötü. Beni götürüp idarenin salonuna oturttu. Bir iki saatten sonra vali gelip, beni görmesiyle tükürüklerini saçarak: Siz iyice sınırları aştınız. Yedi başınız mı var ki komutanın emrine, fermanına itaatsizlik ediyorsunuz. Duyduğuma göre oğlun Abdülhaluk mektep açmış diyorlar, hemen kapatın, yoksa baba oğul ikinizi de hapse atarım, diyerek bağırdı. Ben: “Olur, oğlum gerçekten öyle yapmışsa gidip mektebini dağıtırım” diye söz verip kurtuldum. Tamam mı, hemen bugün dağıtıp huzura kavuş!…
Abdülhaluk Uygur bu sözleri sakince dinliyor gibi görünse de, gazaptan tutuşan vücudunu kara ter basıyordu. Çocuklar sanki ürkmüş tavşan misali tir tir titriyor, sessizce oturuyorlardı. Mehsum onları kovmaya başladı:
–Gidin! Bundan sonra da gelmeyin, artık bu işi bırakıyoruz.
–Baba! –Dedi şair karşı çıkıp, bu kadar korkma, bunlardan ne kadar korkarsan tepene o kadar çıkarlar. Ben bu okulu kapatmayacağım. Bence bu büyük bir iş değil.
Buna mektep denmez, inanmazsa vali kendisi gelip incelesin. Akrabalarımızın sekiz on çocuğunun toplandığı küçücük işi okul açtı diye büyütüp bir şey derse, o zaman ben valiyle kendim konuşurum. Eğer hapse atarım derse kabul, hapiste de ben yatarım. Biz ne zamana kadar korkup sessizce yatacağız? Tavşan gibi korkuyla yüzyıl yaşamaktan, aslan gibi cesurca bir gün yaşamak daha değerli. Ben korkmuyorum!
–Yine çocukluk yapıyorsun oğlum, dedi Mehsum onun sözüne itiraz ederek, bu işi hafife alma. Yaşlı cyancün oyun oynanacak birisi değil. O, gönlü kara, öfkeli, eli kanlı bir adam. Eğer bu iş onun kulağına gidecek olursa, her türlü kötülükten geri kalmaz. Sen de görüyorsun, geçmiş yıllarda okulları mühürleyip öğretmenleri kovan, bunlardan Kemal Efendi’yi[22 - Kemal Efendi: Türkiye’den Doğu Türkistan’a öğretmenlik yapmak için giden Ahmet Kemal İlkul.] kafese koyup Han’a yollayan cyancün bu değil mi?
–Yok, baba ben işimden vazgeçmeyeceğim, dedi şair kat’i ve cesur bir tavırla, -vali kendisi gelsin, ben konuşacağım, bize şu kadarcık yol bile vermeyen bu dünyanın nasıl bu hale geldiği hakkında iki çift laf etmezsem öfkem dinmez!…
Baba oğul ikisinin ciddi konuşmalarının üstüne dışarıdan cisa[23 - Cisa: Bir bölge vaya köyün asayişini sağlamakla görevli yerli memur.] çıkıp geldi. Onun arkasından Menlik Sofi, Haşim Derviş gibi kişiler de girdiler. Avluya girip gözlerini fal taşı gibi açarak sakallarını titreten cisa o yana bu yana bakarak tehditle:
–Neden rahat vermiyorsunuz? Okul dediğiniz hani, bir göreyim, dedi ve dershaneye girip, oturan çocukları görünce aklı başından gitti. Sizler ne yapıyorsunuz burada çocuklar? Yürüyün, gidin, buraya bir daha gelmeyin. Bir gün olsun benim rahat cisalık yapmama izin verin, diye tersleyerek çocukları kovdu.
Menlik, Haşim denenler de dershanenin içine girip, hiç durmadan gevezelik yapmaya başladı:
–Ya Allah, Ya Kerim, işte bu ceditlik, dinden çıkmak değil mi?! Menlik Sofi başını sallayarak devamlı konuşuyordu. –Sırada, masada oturmak imansızların işi. Biz Müslümanlara diz üstü oturup ders dinlemek sünnet. Cenabı Resulullah ders anlattığında otuz üç bin sahabenin hepsi diz üstüne oturup dinlemedi mi?…
–İşte, işte şuna bak, -diye söze başladı Haşim Derviş, sonra sıranın altındaki bir parça kâğıdı alıp, ona buna göstererek, -bakın Huda’nın kelamının yazdığı mübarek kâğıtları yere atıp ayaklar altına almak çok günah değil mi, dedi. Yine bu kara tahtaya bir şeyler yazılmış. Bu yazılarda hiçbir şey yok. Besmele de yok, böyle şeyler yazmak dinimize ters!…
Onların ağzından çıkan sözleri duyan kişi tahammül edemezdi. Şair şu anda istibdat, zulüm, töhmet, cehalet ve nadanlıktan ibaret kapkara bir duman içinde kalmıştı. Kuru iftiranın hançeri onun yüreğini parça parça etmişti. Cehalet ve nadanlık çiyanları öfkeyle zehrini kusuyordu. O kendini zorla tutarak:
–Ey âdemler ne diyorsunuz, nasıl iftira atıyorsunuz, sizin amacınız ne, diye haykırdı. Bu sözü söylediğinde şairin dişleri sıkılmış, gözlerinde gazap kıvılcımları parıldıyordu.
Şairin bu sözleri cisa, dervişlere tıpkı kubbede cevizin durmaması gibi, kıl kadar tesir etmedi. Gerçekte de onlar sözün tesir edeceği kişiler değildi. Birisi istibdat siyasetine uşaklık yapan kötü niyetli iken, diğerleri hurafeci itikadın zincirine bağlanmış, cahillikle kafası katılaşarak granit taşa dönenlerdi…
–Masa, sıraları götürün, alıp benim avluma koyun. Kesip odun yapın! –Cisa gerinerek buyruk verdi. Onun adamları masa, sıra, tahtayı ganimet bulmuş gibi alıp götürdü.
Derviş bir sırayı alıp cisanın önüne gelip, sırıtarak:
–Karpuz satmaya tezgâhım yok, zor durumda kalmıştım, deyip alıp gitti. Böylece bu adamlar bir anda cennet asa sınıfı domuz girmiş gibi viran kıldılar.
Şair bu yırtıcılarla mücadele etmek, onları engellemek istedi. Fakat Abdurahman Mehsum oğluna engel olup laf söyletmedi ve:
–Tamam, bir şey söyleme, canın sağ olsun, dedi.
Hesamidin Zuper aceleyle çıkıp geldi. O sanki olan işlere aldırmıyormuş gibi dönüp bakmadan şairin yanına gelerek:
–Yürüyün, bizim eve gidelim, deyip aldı götürdü.
O kapıdan çıkar çıkmaz şaire:
–Biz böyle olacağını önceden hesap etmiştik. Gerek yok, diye teselli etmeye başladı, -bizde Boğda Dağı gibi sarsılmaz ruh, yanardağ gibi ateşe dayanıklı gayret olması lazım. Böyle olursa sonraki hesapta maksadımıza ulaşırız…

Beşinci Bölüm

1
“Urumçi denilen büyük bir şehir, bir yerlere yalnız gitme, kaybolursun!” Keyum Bey’in uğurlarken kardeşçe söylediği sözleri, arabada tıpkı beşikte yatar gibi sallanarak giden Abdülhaluk Uygur’un kulağında çınlıyordu: Urumçi’ye ulaştığın gün mektup yazıp gönder. Anam üzülüyor. Söylediğim gibi Urumçi’de başka kişilerle görüşeyim deme, Hüseyinbay’la görüş. Şimdi Urumçi’de onun önüne geçebilecek kadar büyük bir zengin yok. Onun çevresi geniştir. Cyancünlerle dahi görüşür. Bir sınıflık okul açmak o kadar büyük mesele değil! Yukarıdakiler makul bulursa, buradakiler itiraz edemezler.”
Turfan’da bir sınıflık cedit okulu açma imkânı aramak için Urumçi’ye giden Abdülhaluk Uygur yol boyu hayallerle meşgul oldu. Olur, da Urumçi’ye ulaşırsa kimlerle görüşmesi, nasıl konuşması, Yan Cyancün’e sunacağı arz mektubunu nasıl yazacağı hakkında durmadan düşündü. Tasavvur edildiğinde bu işlerin hepsi yerli yerinde olup, kolaylıkla hallolacağı biliniyordu. Bu elbette kişiyi mutlu ediyordu. 1928 yılının mayıs ayları, havanın gerçekten güzel vaktiydi.. Bu yüzden şairin bu seferi her yönüyle güzeldi.
Fakat oturup arabayı süren Arabacı Salih’in az konuşması, sert görünüşü şairi biraz rahatsız ediyordu. Uzun boylu, tel sakal, gök göz, yüzü sarıya mail beyaz, iki yanağından kan damlayan, yaz kış dağ boğazından aşsa da, dinç, sağlam görünen bu arabacının iki günden buyana doğru düzgün laf söz ettiği yoktu, çoğu zaman yabanilik yaparcasına arabanın yanında yaya gidiyordu. Arabaya binip oturduğu zamanlarda da atların yürüyüşü, yolun alçak –yüksekliğine dikkat edip araba sürmekten başka, dostluk için hiçbir alamet göstermiyordu. Bundan dolayı şair onun böyle ketum mizacına boyun eğip onunla fazla ilgilenmedi. O sakin sakin hayal kurup, hayal bitse kitap okuyup zamanı geçiriyordu.
Arabalar yola çıkıp ertesi gün kızılsöğütle sarılan Davançin Deresine ulaşmışlardı.
Tarihten buyana Tanrı Dağının güneyi ile kuzeyini birleştiren Davançin Deresi elmas gibi parıldayıp duran Gigant Dağlarının ortasında tıpkı iki dağa sıkışıp kalan yeşil bir şerit gibi görünüyordu. Derede yine Davançin sazlıklarındaki yüzlerce kaynak suyunun katılmasından hâsıl olan hayli ulu, mağrur bir su taştan taşa vurulup gürültüyle akıyordu.
Bugün pamuk taşıyan dört araba işte şu akıntının doğu tarafındaki yılan gibi uzayan dağ yolunda gidiyordu. Arabaların tekerleklerinden ve at toynaklarından çıkan takır tukur seslerle iç atın kuşağına yerleştirilen çıngıraklardan, bunun gibi arabalardan çıkan gürültüler boğaz içini uğuldatıp, lerzeye getiriyordu.
Arabacı aniden şarkı söylemeye başladı. Onun gürül gürül çıkan güçlü sesi dağ içine can getirdi:
Üstü karlı ala dağlar,
Bu halimi gördünüz mü?
Düşmanlara esir oldum
Kederimi gördünüz mü?
Nazar eylen gözyaşıma,
Kimseler gelmez yanıma.
Kamçı yiyerek başıma
Durduğumu gördünüz mü?
Kırk yiğidim hepsi gelip
Özümü ben gama salıp
Ahmet Bey’i bile alıp
Kederimi gördünüz mü?
Bende olduğum irade,
Kaldım sayısız belada.
Düşman atlı ben piyade
Yürüdüğüm gördünüz mü?
Yusuf Bey der sinem dağlı,
Arzumanım burada kaldı.
At önünde elim bağlı
Gittiğimi gördünüz mü?!
-Hayret, insanoğlu denilen çok acayip, dedi şair şaşkınlıkla.
Turfan’dan buraya kadar Arabacı Salih’in şarkı bildiğini veya böyle güzel şarkı söyleyeceğini düşünmeyen şair onun aniden şarkı söylemeye başlayıp dağ içini canlandırmasına hayran kaldı. İki günden beri isimlerini sormaktan başka kelam etmeyen şair bugünkü fırsattan istifade ederek onunla biraz dertleşmek istedi. Şarkının bitmesiyle söze başladı:
–Salih ağabey gibi değerli şarkıcıyı görünce dağların içi de canlanıp ses vermeye başladı değil mi?!
Arabacı o sırada dönüp:
–Evet… Gençliğimde bazen şarkı söylerdim, o zamanlar bugünkü gibi boğulup kalmazdım, dedi alçak gönüllülükle.
Şimdi de çok iyisiniz. “Senin gençliğinden çizmemin topuğu iyidir” dermişçesine, dağ içini yine siz canlandırdınız.
Arabacı başka laf etmedi. Onun karşılık vermeden sessizce oturmasına bakılırsa, kendisine yapılan methiyeyi fazla beğenmediği anlaşılıyordu. Şair yeni açılan sohbet perdesinin kapanıp kalmasından endişelenerek, yine söze başladı:
–Hangi yaşlardasınız?
–Altmışa yaklaştım, dedi arabacı biraz durup. O sanki bir şeyleri hatırlamaya çalışırcasına bir lahza sessiz kaldı. Arkasından şairin gözlerine samimiyetle bakarak, -Kardeşim, ben Yakub Bey’in tahttan indirildiği vakitlerde dokuz on yaşlarında idim. O zamanlar biz Kumul’daydık. Anam babam da vardı. İçeriden Zo Zuntan, Lyu Cintan denenlerin asker topladığını çok iyi hatırlıyorum, şimdiki gibi gözümde canlanıyor.
–Bu söze göre aslen Kumullusunuz değil mi?
–Turfan’da Kumullu Salih denilince beni tanımayan yoktur.
–Yusuf Ahmet’in şarkısını söylemenizden yola çıkarak ben de sizi Kumul’dan olsa gerek diye düşündüm. Düşündüğüm gibi çıktı, dedi şair samimiyetle gülümseyip. –Bu taraflara ne zaman geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz?
–Koşkariz’de, dedi o, gülümseyerek. Sonra söylesem mi söylemesem mi der gibi sözünü devam ettirdi. –Bu taraflara gelişim uzun hikâye!
–Söyleyin lütfen, bu uzun yolları konuşarak tüketmezsek, nasıl tüketiriz, dedi şair rica edercesine.
–Bu söylediğiniz de doğru, dedi o ve nedense yola, yüksek dağlara bakıp devam etti, -Benim eski meseleleri kolayca söyleyememek gibi kötü bir huyum var. Neden derseniz, geçmiş olaylardan bahsettiğimde eski yaralarım açılmış gibi üzülüyorum. Bunu bir kenara bırakıp eski işleri kolaylıkla söyleyemiyorum, hayal dahi edemiyorum. Gömülen şeyler gömüldüğü yerde aynen kalsınlar diyesim geliyor. Yeter eski meseleleri tekrar dillendirmeyelim. O işleri tekrar açıp söyleyerek yüreğimizi yakmanın faydası ne?
–Yüreğinizi yakan işleri bizim gibi gençlere devredin, biz taşıyalım, dedi şair samimi konuşarak, söylemezseniz, bir hayat hikâyesini yanınızda götürmüş olmaz mısınız? Böyle olunca biz eski zamanlardaki olayları nasıl öğreneceğiz? Geçmişi bilen kimse kalmazsa, tarih bağları kopar. Sizin başınızdan çok işler geçmiştir, sizin gibi insanları canlı tarih, canlı kitap, canlı şahit diye görüyoruz. Anlatın, esirgemeyin!…
Salih Ağa sanki konuşası gelmiyormuş gibi ağzındaki tütünü ezerek elindeki kamçıyı sallayıp sağ taraftaki atın sağrısına hafifçe değdirdi. Sonra aniden dönüp şaire bakarak söze başladı:
–Ben bu meseleleri yıllardır içime atıp kimseye anlatmadım, dedi of çekerek. Anlatmak istesem de kime anlatacaktım? Mollalara söylesen onlar işe yaramaz, namussuzlar hazır ekmek, bedava pide bulsa yiyip yatıyor. “Suyu siner yere serp” diye bir söz var. Bu sözleri de çalışkan, kadir kıymet bilen insanlara söylemek gerek. Öyle olmazsa söylemenin ne faydası var? Bugün siz talep ediyorsunuz, bakıyorum bununla ilgili görünüyorsunuz, tamam anlatayım.
Arabacı atlara, yola bir kez göz atıp söze devam etti, şair ona yaklaşıp can kulağıyla dinlemeye başladı.
–Zo Zuntan ortaya çıktığında aklım başımdaydı. Onların nasıl çıktığını oldukça net hatırlıyorum. Küçük yaşlarda olan şeyler insanın aklında taşa kazınmış gibi duruyor. Onlar çıkıp aradan yirmi yıl kadar zaman geçtikten sonra, Kumul’da Topraklar Ayaklanması oldu. O zamanlar ben otuz dört otuz beş yaşlarında idim. Aradan dört beş yıl geçince Timur Halife Ayaklanması oldu. Tam yiğitlik çağlarım idi, at binmeye çok hevesliydim. Sonunda atlanıp Halife ile birlikte Urumçi’ye kadar geldim. O zamanlarda biz şarkı söyleyip bu dağları titretiyorduk. Bu işleri ipinden iğnesine kadar bilirim. O yıllarda İli cyancünüyle Yüen Dahua arasında olan şeyleri de bilirim. Bu işleri ne kadar zamandır içimde sakladım. İnsanoğlu bildiği bir şeyi başka birisine söylemese içi daralıyor. Söyleyeyim desen kadrini bilecek adam yok.
–Zo Zuntan’ın ortaya çıkması tarihte büyük bir olay. Bunu biz tarihlerden öğrendik. Ama onun nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz, siz bütün bildiklerinizi anlatın, -diye rica etti şair.
–Zo Zuntan denilen hile hurda yapmakta usta, güngörmüş bir cyancündü. “Savaşın onda biri cenk dokuzu reng” denildiği gibi, Zo Zuntan her on askere bir bayrak açtırdı. Askerler piyade olarak yürüdüler. Kaç gün kaç gece ayağı kesilmedi. Nereye bakılsa bayrak. Bunu uzak tepelerden gören Bedevlet’in istihbaratçıları içeriden gelen askerin haddi hesabı olmadığını düşünüyordu. Bununla birlikte Bedevlet’in adamlarından biri savaşalım derken diğeri savaşmayalım diyor, birlik olamıyorlardı. Sonunda viran oldular. Sonra biri Bedevlet’i zehirleyerek öldürdü. Onun Hakkulu Bey, Beykulu Bey denen oğulları şahlık mücadelesine girip birbirlerini öldürüp, tüketti… İşler işte böyle oldu…
Söz buraya geldiğinde Arabacı Salih kendi kendine gülümsedi.
–Siz gerçekten tarihçiymişsiniz, dedi şair onun konuşmayı kesmesinden endişelenerek, -tarihi olayları detaylarıyla gören, etraflı sonuç çıkaran sizin gibi insanlar az çıkıyor.
–Kardeşim, ben mektep yüzü görmemiş, okuma yazmayı bilmeyen bir insanım, dedi Arabacı Salih sözünü devam ettirerek, mamafih bir işin arkasına önüne, sağına soluna eşit bakmak gibi kötü bir huyum var.
–Ona kötü huy demeyiz. Yemek tabağını bilip başka şeyleri bilmemeye kötü mizaç deriz. Bence sizin gibi bir işi etraflıca değerlendiren insan az bulunuyor. Hadi devam edin, dedi samimiyetle rica eden şair.
–Zo Zuntan yaşlı bir cyancündü, Lyu Cintan denilen cyancün gelip Urumçi’de vali oldu. O adam birkaç yıl ülkeyi idare ettikten sonra onun yerine Ru Yinçi denilen adam vali oldu. O hayli uzun zaman ülke yönetiminde bulundu. Benim hesabıma göre on üç on dört yıl yönetmiştir. Sonra onun yerine Lyen Kuy denilen geldi. İşte bu sıralarda sık sık bir ikisi gidip geldi. Biz onların adlarını öğrenemeden Yüen Dahua denilen biri vali olup ülkeyi yönetmeye başladı. Timur Halife Ayaklanmasının olduğu günlerde Yüen Dahua Urumçi’deki işleri şimdiki Yan cyancüne devredip kendisi merkeze gitti. Yan cyancün denilen çok yaman bir tilki. Ülke yönetimine geçeli şimdi on beş on altı yıl oldu. Bana göre ne kadar yaman bir tilki olsa da er ya da geç kuyruğunu kaptıracak.
Söz buraya geldiğinde arabacı aniden ciddileşerek arabayı durdurup şaire bakarak:
–Yokuşa geldik, diye hatırlattı.
Arabalar tek tek durduktan sonra arabacılar yere indi. Bazıları yağ şişesini alıp tekerlek yağlamaya girişti, bazıları ıslık çalarak atları suladı.
Atlar iyice dinlendikten sonra yine hareket etti. Aralıkta elli metre yürüdükten sonra, yol birdenbire sola dönüp boğaza sarıldı.
Davançin boğazı eski araba yolunda, Doğu Türkistan’ın güneyi boyunca hem yüksek hem de tehlikeli bir boğaz olarak biliniyordu. Boğazın güney yüzü kum çakıl karışık yumuşak toprak olup, uzunluğu bir kilometre, eğimi kırk elli dereceydi. Ağır yüklerle dolu olan arabaları bu yokuştan çıkarmak için bir arabaya yine başka bir arabanın atlarını koşup, yani arabanın önündeki üç ata yine üç at daha ekleyerek toplam yedi[24 - Eserde yedi olarak geçiyor.] at gücüyle çekip çıkarılıyordu. Eğer bu da yetmezse yine üç at daha koşup on at gücüyle çıkarılıyordu. Arabacılar atların iki tarafına geçip onlara baskı yapıp, haydi diyerek kamçılayıp dağ içini çınlatıyorlardı. Atlar yoğun baskı altında arabayı bütün gücüyle çekiyordu, lakin her on beş yirmi adım ileri götürdüklerinde tıpkı sözleşmiş gibi hemen durup dinleniyorlardı. Onların horultuları, yorgunlukları geçer geçmez arabacılar yine sürüyordu. Arabalar işte bu yöntemle tek tek yokuşun sonuna ulaştırılıyordu. Yokuştan inmekse oldukça güç ve tehlikeliydi.
Yokuşun kuzey tarafının eğimi takribi seksen doksan derece gelip, kaygan taşlıktı. Uzunluğu tahminen üç –dört yüz metre geliyordu. Yokuşun üstünden bakıldığında alttaki insanlar serçe parmak kadar görünüyordu. Bu kadar dik ve kaygan taşlarla dolu yokuştan ağır yüklerle dolu, üstelik de fren sistemi olmayan ağaç arabaları sadece atların yardımıyla indirmek mümkün olmayacaktı. Eğer tedbirsizlik edilse, araba yuvarlanır at ve arabacıları mahvederdi. Ancak çalışan insanlar akıllıydı, arabayı yokuştan indirirken öndeki üç atı çıkarıp, arabanın arkasına ters yönde bağlıyordu. Bu sırada yalnız içteki atlarla kalan araba yokuştan inerken ters bağlanan üç at arkaya doğru direnerek fren vazifesi görüyordu. Kazara araba yürüse, ters bağlanan üç atı arabacılar yukarıya çevirip yürütüyordu, bu yöntemle kaçmak üzere olan arabayı fren misali durduruyordu.
Yokuşa iniş çıkışlardaki ciddi uğraşları gören şair arabacılığın nasıl zor bir iş olduğunu anlayınca onların marifetine imrendi. Düz yola çıkınca memnuniyetini gizleyemeyen Arabacı Salih şaire bakarak:
–Kardeşim, bugün bizim işlerimizi bizzat gördün değil mi, deyip gülümsedi.
–Öyle, nasıl cefa –meşakkatli olduğunu kendi gözümle gördüm, dedi şair kendi hissiyatını söyleyip, -böyle tehlikeli yolları açıp, cefa ve meşakkatlere katlanarak yürüyen atalarımıza, babalarımıza ne kadar rahmet okusak, ne kadar dua okusak azdır. Bakın, bu yokuş ne kadar dik, adamın bakınca korkası geliyor.
–Adamın korkası geliyor dediniz, aklıma bir iş geldi, dedi arabacı yeni bir söze başlayarak. –Bir sene Turfan’dan bir memuru kira ile Urumçi’ye götürdüm. Memur arabaya bir bindi bir daha inmedi. Sabahtan akşama kadar uzanıp yatıp uyudu, uykudan kalktığında iki eline iki adet demir top alıp oynuyordu. Güneşten ölümden korkar gibi korkan bir kişiydi. Yokuşa gelindiğinde bu memur atların arabayı çekemediğini gördüğü halde arabadan ineyim demedi. Sonunda buna bir çare buldum: Tehlikeli, inmezsen olmaz, dedim. O çaresiz arabadan indi. “ahırda iyi beslenen mal, uzun sefere dayanamaz” denildiği gibi, memurlar da bedava yiyip içip işe karışmayanlara benziyorlar. O adam arabadan inip doğru düzgün yol yürümedi. Yorulup dili sarktı, nefesi daraldı, öksürüp her adımda oturdu. Lakin ben ne olursan ol deyip, ilgilenmedim. Yokuşun sonuna vardığımda baktım o da bir şeyler yapıyordu. Bir an durup baktım. Yaklaşmaya çalışıyordu. Arabayı sürüp yokuştan indim. Biraz sonra o yokuşun sonuna gelip, benim indiğimi görüp bir şeyler söyleyerek bağırdı durdu. Ben yine ilgilenmedim, duymazlıktan gelerek inmeye devam ettim. Arabayı yokuşun sonuna indirdiğimde baktım ki bu memur bir adım dahi atmadan yatmış. Onun tavırlarına bakarak bir taraftan öfkelendim, yine bir taraftan o yokuştan yuvarlanıp gider başıma bela olur diye endişelenip yokuşu tekrar çıktım. Tepeye çıktığımda bu memur bana sarılıp ağlamaya başladı. Onun başı dönmüş yokuştan inmeyi gözü kesmemişti. Kolumdan tut deyip onu yanıma alarak yürüdüm. O, ayağı biraz kaysa, “ah, eyvah” diye haykırıyordu. Korkacak bir şey yok diyenleri dinlemiyordu. Korkan o mahlûk yokuştan inerken altına kaçırmıştı
Arabacı Salih sözünü bitirip kahkahayla gülerken şair de aynı şekilde gülüyordu. Arabalar Davançin Köprüsünden geçip, derenin batı tarafındaki yoldan Davançin’e doğru giderken, yolun sağ tarafındaki bataklığın ortasında bir kale göründü. Salih Ağa şaire bu kaleyi gösterip:
–Bedevlet askerleri Urumçi’ye hücum ettiğinde Bedevlet’in büyük oğlu Hakkulu Bey işte bu kaledeydi, dedi.
Yüksek bir tepede dimdik duran kaleye coğrafi konum noktasından bakılınca, stratejik açıdan ne kadar önemli bir yer olduğu anlaşılıyordu. Böylesi mühim yerde Bedevlet’in güney ile kuzey ulaşım ağına sahip olup, savaşa kumandanlık etmesi akla uygundu.
–Bir işin başına bakarak sonuç çıkarmamak gerek, işin sonuna, neticesine bakmak gerek, dedi arabacı söze devam ederek. –biz arabacılar da at satın alsak baştan ayağa inceleyip alırız. Mesela bazı atları getirip arabaya koşsak, önce arabanın koşumlarını koparacak kadar güçle çeker. Fakat yolun yarısına ulaşıldığında yorulup kalır, dört ayağını nöbetle değiştirerek yürüyemeyecek hale gelir. Biz o yüzden sık sık mola veren, çabuk yorulan atları bedava verseler de almayız. Bazı atlar var ki, onları arabaya koşup sürsek, başta fazla çabalamaz, ama yürüyüş kızıştığında öyle güzel çeker ki, arabayı bataktan tıpkı çamur yolar gibi yolup çıkarır. Kardeşim, biz öyle atları ağırlığınca altın harcasak da satın alırız. O atlardan biri olsa araba hiçbir zaman yolda kalmaz.
Söz buraya geldiğinde, arabacı kamçısını öndeki üç atın sırtında gezdirirken, atlarıma bir bak der gibiydi. Onun atları gerçekten iyi cinsti. Atların hepsi güç birliği yaparak arabayı alıp götürüyordu.
Arabalar Davançin’e gelmişti.
–Sözün devamı yarın, -arabacı böyle deyip arabadan atlayıp inerek dizginleri tuttu.
2
Şair bu geceyi zor sabah etti. O arabacının sözlerini düşündüğünde heyecanlanıp, tıpkı yeni su içen ekin gibi serpilip, morali yerine geldi. Gece boyunca doğru dürüst uyuyamayıp hayal kurup durdu. Onun hayalleri engin denizler gibi kabarıyor, şahin gibi pervaz ederek oldukça uzak ufuklara kanat çırpıyordu. Sık sık acaba diyerek of çekiyordu. Arabacı Salih’e, onun anlattığı tarihi bilgilere, yürek ambarında sakladığı tarihi tafsilatlara şaşırıp: “böyle sağlam hafızalı, titiz insanlar da varmış ha?” otuz kırk yıllık işleri, bu diyarda kimlerin hükümranlık sürdüğünü sanki kendi ata, babasını sayar gibi tek tek saydı. Bu ne kadar güçlü bir hafıza ha? Dedi…
Ertesi sabah Davançin’den hareket edip Sayopi istikametinde yol alan arabalar karaağaçlar arasındaki sert yolda ilerlerken, şair etraftaki manzarayı ve tarlaları doymaksızın seyrederek dün geceki konuşmayı nasıl tekrar başlatacağını düşünüyordu.
Han’ın askeri çıktı, diyerek söze başladı arabacı sanki gönlünden geçeni anlamış gibi. –Ondan sonra uzun süre savaş olmadı, sakin günler geçirdik. O kaşlarını çatıp biraz bekledikten sonra devam etti. –Sakin günler geçirdik fakat bununla birlikte Kumul Beyleri çok ileri gitmeye başladı. Bilhassa Şah Maksut Beyin zamanına gelindiğinde Kumul’un ekim alanları, büyük –küçükbaş hayvanları, kömür madenleri, bağlar ve kuyuların çoğu şehir hâkimiyetine geçti. Köyde –kentte yaşayanlar onların çiftçi kullarına, dağlarda oturanlar hayvancı kullarına döndü. Şah Maksut çiftçi kölelere verilen yerin bir mo[25 - Mo, 667,666 metrekarelik ölçü birimi.]suna bir daden[26 - Daden 200 kglık ağırlık ölçü birimi.] tahıl vergisi çıkardı. Eğer buradan bir daden ürün çıkmazsa eksik kalanını çiftçiler kendi elindekinden vermeye, hayvanlar kuzulamasa, hayvancılar kendi kuzusuyla eksiği tamamlamaya mecbur kılındı. Bakın, dünyada böyle bir kanun var mı?! Söz buraya geldiğinde arabacının gök gözlerinden gazap kıvılcımları saçılıyordu. O yine devam etti: -Öldürüp sonra dövmek gibi, beyin kömür ocağında her aileden bir kişinin yiyeceğini kendisi karşılayarak ayda altı gün çalışması hakkında bir yasa çıktı.
Vatandaşın çaresi ne? Onun yap dediğini yapmamaya çare yok. Zulüm desen gittikçe ağırlaşmaktaydı, dayanacak hal kalmadı. Çiftçiler toprağımı satayım dese, yönetim ruhsat vermiyordu. Çare bulamayan çiftçiler topraklarını ucuz fiyata bey idaresine satmaya mecbur kalıyordu. Bu işler çiftçilere ölümden de ağır geliyordu.
–Elbette öyle, dedi şair onun sözünü destekleyerek, -çiftçi dediğin file benzer, omzunda en büyük yükü o taşır.
Öyle de olsa bey, patronlar insaf edelim derler mi?!
Onlar insaf etmiyordu, onlarda insaf yok, dedi arabacı. Bu sözü söylediğinde onun tel sakalları titremeye başladı. Size söylediğim bunca şeyden sonra onlar yine kanaat etmediler, çiftçilere topraksızlık vergisi diye bir iş çıkardı[27 - Konulan ağır vergileri ödeyemeyen çiftçiler toprağını satmaya zorlanıyordu.]. Bu iş sebebiyle Kumul’da Topraklar Ayaklanması denilen isyan patlak verdi. Bu isyanı duydunuz mu? Siz o zamanlarda küçük olmalısınız. Kaç yaşındasınız?
–Yirmi yedi yaşıma geldim, dedi şair.
Öyleyse bilmemeniz mümkün. Bu olaya yirmi bir yirmi iki sene oldu. Ben çok iyi hatırlıyorum. Topraklar İsyanı bastırıldıktan beş yıl sonra cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyet kurulup bir yıl geçmeden Timur Halife isyan etti. Siz o zamanlarda, nerede… -Arabacı biraz durup sonra devam etti. –Yirmi yediden yirmi bir çıksa altı mı kalır? Öyleyse siz o vakitlerde beş altı yaşlarındaymışsınız.
–Öyle, dedi şair onun hesabını tasdik ederek. -Bazı toplantılarda Topraklar Ayaklanması, Timur Halife İsyanı hakkında bir şeyler duydum, ama tafsilatlı değil. Bu konu hakkında konuşursanız can kulağıyla dinlerim.
Söz oraya geldi, dedi arabacı gülümseyerek, -bir dağı aşmadan başka dağa varılmaz, bunu anlatmadan sonraki konuları anlatmak olmaz. Ben biraz önce bey çiftçilere topraksızlık vergisi çıkardı demiştim. Topraklar Ayaklanması işte bu sebepten çıktı… -Arabacı eline tükürüp kamçısını nazlanıp duran atların üstünde bir iki kez çevirip salladıktan sonra devam etti. Bu anda onun simasından büyük bir elem dökülüyormuş gibi görünüyordu. –Yar Tügmenlik Şerullah diye bir çiftçi vardı. Beş altı çocuğu olan fakir, yumuşak başlı bir adamdı. O yıl bey idaresi ona beş daden tahıl vergisi koymuştu. Bu adam bu kadar ağır vergiyi nasıl ödesin? Mümkün mü? O adamın çok fazla toprağı yoktu. En fazla dört beş dönüm yeri vardı. O kadarcık yerden çıkan ekin çocuklarını doyurmaya yetmiyordu. Hal böyleyken o, beş daden ekini nasıl versin?! Burada bir oyun vardı. Bu nasıl bir oyun derseniz, Şerullah’ın elinden bu küçücük yeri almak. Bu yüzden bu yasa çıkartıldı. Vergiyi ödeyemeyen toprağını satıyordu. Toprağı ise bey ailesi ucuz fiyata satın alıyordu. Şerullah’ın kendi durumuna gelince;, toprağı satmasa vergiyi ödeyemeyecek, satsa beş altı çocuğa bakamayacak. O işte böyle müşkül durumdayken idarenin adamları her gün kamçısını şaklatarak gelip hakaret edip, zulüm yapıyordu. Zindana atarız, Nom’a süreriz diye korkutuyordu. Böyle bir sıkıntıda kalan Şerullah bir gün başına gelen dert –elemleri, beye karşı olan memnuniyetsizliğini bir kâğıda yazarak kendini iğde dalına astı. Ertesi gün sabah namazından dönen cemaat bu hali görüp irkildi. Yazdığı yazıyı okuyup beyin zulmüne sert tepki gösterdiler. O arada Şerullah’ın evindeki büyük küçük herkes ağlıyordu. O gündeki nale, feryada insan dayanamazdı! Bu duruma bakan herkesin beyin zulmüne karşı öfkesi kabarıyordu. Bu daha olayın küçüğü. Büyüğü başka yerde… Eğer sıkılmadıysanız anlatayım.
–Anlatın ağabey, anlatın. Ben şimdi siz anlattıkça coşarım, dedi şair arabacıya yalvaran gözlerle bakarak.
Öyleyse anlatayım, dedi arabacı diliyle dudaklarını ıslatıp, -yine şu günlerde bey idaresi tarafından Raci Toprak, Zarif Toprak, Şakir Toprak diye üç kardeşe on üç daden tahıl vergisi kesildi. Onların bu vergiyi ödemeye gözü kesmedi, çoluk çocuklarını toplayıp Keçirbulak tarafına kaçtılar. Bunların kaçıp Lapçuk denen yere varmaları, beyin Tarançi’deki kömür ocağında on yedi kişinin göçük altında kalarak ölmesine rast geldi.
Oraya yüzlerce adamın toplanıp ağlayıp sızlamaya başlamasına rağmen, bey idaresi kan bedeli ödemek yerine, hakaretler yağdırarak halkın gazabını topladı. Bu fırsatta Toprak kardeşler halkı toplayıp hareketi başlattı. Onlar çabucak üç yüz kadar adam toplayıp, Kumul’a gelip taleplerini yazıp idarenin kuzey tarafındaki kubbeye astılar.
–Onların talepleri neydi, dedi şair tüm dikkatini vererek.
–Acele etmeyin, anlatacağım, dedi arabacı, şairin ilgisinden memnun kalarak. Sonra bir gözünü kısıp gökyüzüne bakarak sanki bir şeyi hatırlıyormuş gibi söze başladı. –Onların birinci talebi: Bey hâkimiyetindeki yer ve kömür madenleri bundan sonra çiftçilere kiraya verilsin, adaletsiz çalıştırılmayalım; ikincisi: her ay bey için çalışılan altı gün kısaltılarak üç güne düşürülsün; üçüncüsü: Bize Kumul hâkimi kefil olsun ve isteklerimizi bey idaresine iletsin; dördüncüsü: Yukarıdaki taleplerimiz yerine getirilsin, getirilmezse, beye gerek kalmaz, hâkimi de görevden alırız. Bu istekleri halk dört defa astı. Bey idaresindekiler kasten görmezden gelip, sessiz kaldı. Toprak kardeşler hareketi tekrar başlatmak için; Şumkaga, Astane, Toguçi, Lapçuk, Karadöve gibi yerlere giderek halkı harekete geçirip, kişi sayısını beş –altı yüze çıkardılar. Hocalardan Hoca Niyaz, Molla Nazi, Dugamet adlı kişiler Cuma günü halka: “Kitaplarda söylendiğine göre, tüm insanlar eşit. Öyleyse beyler neden babadan oğula bizi yönetiyor? Neden biz onlara köle oluyoruz? Biz de onlar gibi yaşamak istiyorsak, beyleri yok etmemiz gerek!” diye onları teşvik ediyordu. Bununla Rahetbağ, Karatal, Bugana, Dövicin, Palvantur denen yerlerden beş –altı yüz adam toplanıp gelerek topraklara katıldı. Bununla birlikte isyancıların insan sayısı bini aştı. Bizim ev de şehre yakın. Yaşım otuzu aşmıştı. Savaşlarda baş kesecek çağlarımdı. Tüm yurt ayaklanmışken ben yalnızca bakacak mıydım? Elime bir topuz alıp halka katılıp yürüdüm. Binden fazla adam ellerimizde sopalar, topuzlar; baltalar, kazmalar alarak şehre doğru yürüdük. “Beyliği istemiyoruz, onlara köle olmayacağız” diye haykırdık, bu kadar insanın aynı anda haykırması çok heybetliydi. Şehir kaleleri, evlerin çatıları sallandı. Bizim böyle güçlü çıkan sesimizi duyan Şah Maksut fare gibi, kafasını delikten de çıkaramadı. Ama o, bize zehirli iğnesini saplamak için hazırlıklar yapıp, bir taraftan yardım istemek için Urumçi’ye adam gönderirken, yine bir taraftan da idare askerlerine emir vererek kapıyı içeriden kilitleterek Urumçi’den yardım gelene kadar korunmak istedi. Buna bakıp kalır mıyız? Biz de harekete geçip şehri kuşattık. Şehir kapısının dışına çiğ tuğladan duvar örüp, onların dışarı çıkmasını engelledik. Kimse evine dönmedi. Geceleri şehrin etrafındaki ormanlarda yattık, yemeğimizi de orada hazırlayıp yedik. Bir gece kaleye merdiven koyup çıkmak istedik. Plan yapıp, tan vaktine yakın kaleye üç yerden merdiven koyduk. İnsanlar ben çıkacağım, yok ben çıkacağım diye kavgaya tutuştu. O geceki halkın coşkusunu anlatmaya kelimeler yetmez kardeşim. Böylelikle birçok adam merdiveni kullanarak kaleye tırmandık. Ancak kaleye çıkmamıza çok az kala, idarenin askerleri ateş açmaya başladı. Üç yerdeki merdivenlerde en önde giden Tohti, Hoşur, Cemal diye üç adamımız vurularak şehit düştü. Sağ kalanlarımız geri indik. Hoşur’un çıktığı merdivenden çıkanların üçüncüsü bendim. Önümde Karatal’dan gelen başka bir adam vardı. Çıkalım desek önümüzdeki adam vurulup merdivene yığılıp kaldı. Biz onu çiğneyip geçemedik. Kazara çıkabilsek hayli iş yapmış olurduk değil mi? –Arabacı bir an durup dudaklarını yaladıktan sonra devam etti –O sırada tan da attı. Kurşunlar seyrekleşerek durdu. Biz kurşun değenleri götürüp tekrar geldik. Öfkemiz daha da arttı. Dişlerimiz gıcırdayıp, yeni baştan saldırmak için hazırlık yaptık. Bugünlerde şimdiki Yan Cyancün denen tilki Gansu’dan ayrılıp, Aksu’ya vali olup, Kumul’a gelmişti. Ona Urumçi’deki validen Kumul’daki işi bertaraf et diye emir geldi. Yan Zenşin denen tilki bu işi bertaraf etmek için öne düşüp, Şah Maksut’a çiftçilerin taleplerini yalandan kabul ettirdi. Yine bir taraftan Bariköl’deki hükümet askerlerine emir vererek Ye Şinfu denen lyencan[28 - Ordunun personel dairesinden sorumlu komutan.]’ı yüz askeriyle birlikte geceleyin getirip şehir içinde sakladı. Ertesi gün öğleye yakın Şah Maksut halk toplansın, halkın taleplerine cevap vereceğim diye haber saldı. Bu haberi duyunca kapı önüne yaklaşıp Bey’in cevabını duyalım diye bakıp durduk. O anda Bariköl’den gelen askerler aniden kurşun yağdırdı. Burada sekiz adamımız vurularak öldü. Birçok adam yaralandı. Elinde silahı olmayan halk dağılmaya başladı. Şehri üç ay kuşatan isyancılar böylelikle bir günde dağıldı. İdarenin askerleriyle Ye Şinfu’nun askerleri isyana liderlik eden kişileri arayıp bularak tutuklamaya başladı. Birkaç zaman içinde iki yüz kadar adamı tutukladılar. Onların içinden Raci Toprak, Zarif Toprak, hocalardan Hoca Niyaz, Molla Nazi, Dugamet gibi sekiz kişinin başını kesip kapıya astı. Toprak Şakir, Toprak Tokniyaz başta olmak üzere kırk kadar adamı Pican, Turfan, Toksun’a sürgüne gönderdiler. Kalan yüz elli kadar adamı Nom’a götürüp tarla açtırdı… -Söz buraya geldiğinde o korkuyla etrafına bakıp, -kardeşim konuşa konuşa Sayopi’ye kadar gelmişiz dedi ve eliyle Aydınköl tarafını gösterip, -işte bakın, tam sapan taşlarının olduğu yere geldik. Bu taşları Topatar Gocam, zamanında sapan ile atmış, -diye izahat verdi.
Gerçekten Aydınköl’e yakın nehir yatağında karpuz veya tencere büyüklüğünde bir sürü yuvarlak taş çelik gibi parıldayıp duruyordu.
–Söz burada kalsın, dedi arabacı öndeki çalılıklara bakıp, -şu görünen patikayı geçince çalılıklara gireceğiz. Orada yol kötü arabayı dikkatli sürmek lazım.
–Öyleyse sözün kalanını yarına bırakalım mı, dedi şair onun durumuna bakarak.
–Yarın da yol uzun, Çığ konağına varana kadar konuşmamızı da nasılsa bitiririz, arabacı arabasını sürmeye başladı.
Çalılık içindeki çukur yollarda araba tıpkı beşik gibi iki tarafa sallanarak ilerliyordu.

Altıncı Bölüm

1
Gece boyunca bir türlü uyuyamadım nedense, diye söze başladı şair, arabalar Kensay yoluna çıktığında.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hevir-tomur/erken-uyanan-adam-69500080/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bayaz: Eski Uygur edebiyatından seçilmiş şairlerin, seçilmiş şiirlerinin divanı. İki cilt

2
Piyale: Çay içilen kase.

3
Ser 35 grama eşit ağırlık birimi.

4
Miskal 4. 26 grama eşit ağırlık birimi

5
Yektek: Gömleğe benzer bir giysi.

6
Kariz: Yer altı sulama kanalları.

7
Şanyo:Azatlıktan önceki vakitte şimdiki köy hakimine eşit memurluk ve bu memurluğu yapan kimse. Bu tür memuru hükümet yerli halktan belirleyip şanyo, köyü hükümete vekâleten yönetirdi.

8
Bayveççe: Zengin ve mert oğlan.

9
Çentu: Sarıklı.

10
Haydar Efendi Seyrani: Uygur Seyrani’nin babası.

11
Gülendeam Avustey: 1917 yılında gelen altı öğretmen arasındaki kadın öğretmen olup, Avustey sözü Tatarca muallime manasındadır.

12
Eli İbrahim: Doğu Türkistan’da elli yıldan fazla öğretmenlik yapan eğitimci, bu kişi 1975 yılında Urumçi’de Şincan Üniversitesinde vefat etti.

13
Tahirbeg: Bu devirdeki ileri görüşlü aydınlardandır. 1. Halk Kurultayına Şincan’dan katılan vekiller arasında olup, Sun Cunşen Efendinin devlet başkanlığı seçimine katılmış ve de Sun Cunşen’le görüşüp Şincan’da milli eğitimi düzene koyma noktasında fikir alış verişinde bulunmuştur.

14
Kunduz: Çok yıllık, saman gövdeli, böcek yiyen bir bitki. Gölcüklerde veya sulak alanlarda yetişir. Gövdesi ince uzun, çiçeği sarı, yaprağı ipeksidir, üst kısmında böcekleri yakaladığı bir kesesi vardır.

15
Keri –yaş: Yaşlı genç.

16
Çirak: Fener.

17
Bay: Aksu şehrine bağlı verimli, münbit bir yerdir. Say: Verimsiz kurak ve insan ayağı değmeyen, oraya düşenlerin çok fazla yaşam şansı olmayan çöl.

18
Yaşlı Ciyancün: Yan Zenşin’i halk böyle adlandırıyordu.

19
Koru: Avlu ve avlu içindeki ev ve diğer yapıların umumi adı.

20
Kayrılmak: dönmek.

21
Kaştaşı: Süs eşyası olarak da kullanılan bir tür doğal taş.

22
Kemal Efendi: Türkiye’den Doğu Türkistan’a öğretmenlik yapmak için giden Ahmet Kemal İlkul.

23
Cisa: Bir bölge vaya köyün asayişini sağlamakla görevli yerli memur.

24
Eserde yedi olarak geçiyor.

25
Mo, 667,666 metrekarelik ölçü birimi.

26
Daden 200 kglık ağırlık ölçü birimi.

27
Konulan ağır vergileri ödeyemeyen çiftçiler toprağını satmaya zorlanıyordu.

28
Ordunun personel dairesinden sorumlu komutan.
Erken Uyanan Adam Hevir Tömür
Erken Uyanan Adam

Hevir Tömür

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Erken Uyanan Adam, электронная книга автора Hevir Tömür на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв