Kalemin İzindekiler

Kalemin İzindekiler
Muhittin Gümüş

Muhittin Gümüş
Kalemin İzindekiler…

KALEMİN İZİNDEKİLER…
Billûr Anne, ilgilendiği herkeste derin izler ve tesir bırakan; eli maharet, dili letafet ve belagatle süslü, gönlü zengin, ufku aydın, çevresinde saygın, seçkin ve bilge bir kadındı. Babaanne, nine gibi hitaplar yerine torunları ona Billûr Anne derlerdi. Öğretmenlik özlemiyle olsa gerek okula yeni başlayan torunu Semra’nın zihnine hitap eden, ufkunu açmaya yarayan ve merak uyandıran sorular sorardı. Okuldaki öğretmenin öğrettiklerini denetlemek veya torununu sınamak için de değildi aslında Billûr annenin soruları… Semra, onunla her konuşmasında mutlaka farklı ve yeni bir şeyler öğrenmiş olduğunu gün geçtikçe fark ediyordu. Okuldaki başarısına Billûr annesinin katkısını öğretmenleri ve arkadaşları da anlamış; yeri geldikçe -bazen de şaka olsun diye- “Bu hususta Billûr Annemiz ne düşünüyordur acaba?” diyenler de oluyordu elbette. 1869’da kurulan Dârulmuallimât-ı Âliye’den yani Yüksek Kız Öğretmen Okulu’ndan 1924 yılında mezun olduğunu, 40 yıl öğretmenlikten sonra kendini cemiyet işlerine adayarak Hamiyetperver ve Müşfik İnsanlar Vakfının da fahri başkanlığı yaptığını Billûr Annenin cenaze töreninde yapılan konuşmalardan öğrenmişti Semra… Bütün aile efradı ve komşular böyle akıllı, bilgili, münevver, çalışkan ve kız çocuklarının eğitimi için ömrünü vakfeden asil bir kadının yokluğuna nasıl alışacaklarını düşünüyorlardı. Semra da onun okul hatıralarını bir hikâye tadında dinlediği akşam sohbetlerini; hayat tecrübelerini, tavsiyelerini, geçmişten geleceğe dair dünyaya bakışını daha bilinçli olarak yorumlamaya başlamıştı. Asıl hayat derslerini ondan aldığını Üniversiteye hazırlanırken daha çok anlamıştı. Semra yalnız kaldığında Billûr Annenin odasına girip çerçevelenmiş fotoğrafına bakarak konuşup güya hasret giderirdi:
– Billûr Annem! Özledim seni… Daha şunun şurasında on on bir yıl öncesinde ilkokuldaki ilk günlerimde gözlüğünün üstünden bakarak bana sordukların geldi aklıma. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Önce beni çok sevdiğini söyledin, ardından da yanına oturttun. Şaşkın bakışlarımla acaba benden ne isteyeceksin diye beklerken aramızda bir konuşma geçmişti; unutmadın değil mi? Mutlaka hatırlarsın canım… Demiştin ki:
– Güzel kızım! Sana bir sorum var… Okumak için önce ne gereklidir? demiştin. Ben de:
– Kitap gerekli Billûr Anne…”
– Kitaptan önce yazı gerekmez mi?” Yazılmayan şey okunur mu ayol? Yazı icat edilmeseydi kitap olur muydu?
– Henüz İlkokula yeni başladım ben Billûr Anne…
– Yazı olmasaydı, yazmak ve dolayısıyla okumak diye de bir şey olmazdı ay kızım…
Hmm… Büyünce öğrenirim!
– Gül tenli meleğim! Her şeyi büyüyünce değil; büyürken ve büyüdükçe öğrenmelisin. Sen lüzumsuz bilgileri kendine yük etmeyesin! Hayatta sana gerekli olacak bilgilerle donanıp, aklınla başarılı olacaksın… Şimdi söyle bakalım bana… Kalem, kitap, defter ve silgi… Bunlardan hangisi önce icat edilmiştir?
– …..
– Kâğıt demeliydin defterden, kitaptan önce! Silgi çok sonra…
Billûr Anne, cevabını hemen istemediği sorularla küçük Semra’nın zihninde şimşekler çaktırıyor; sorgulayarak kavramanın, farkında olarak anlamanın da yolunu açıyordu böylece…
Çocuk dimağıyla tam kavrayamadığı birçok soruların derinliğini delikanlılık çağında çözmeye başlamıştı ama yine de bazı soruların cevapları tatmin edici değildi. Semra, Billûr Annesinin sorduğu her şeyi ezberlemişçesine aklında tutuyor ve mantık çerçevesinde değerlendirmeye gayret ediyordu. Her yıl her aşamada soruların nitelikleri değişiyor, yaşına ve gelişim sürecine göre kitaplarda cevabı olmayan sorulara muhatap oluyordu. Onuncu sınıfı bitirdiği yıl aniden kaybettiklerinde aslında en büyük hayat bilgisi ve hayat felsefesi öğretmenini de kaybettiğini son sınıfa başladığı gün anlamıştı. Onun:
“Yazıdan önce düşünce olmalı… Bir de dili olmalı insanın… İnsanın zengin ve yüksek medeniyetini aksettiren bir dili olmalı…. Dil olmazsa düşüncenin kıymeti, düşünmenin anlamı olmaz ay kızım! İnsan zihnini, dimağını, düşünce dünyasını neler geliştirir, biliyor musun?” demişti en son sohbetinde… son sorusuydu bu bana.
İç huzuruna kavuşmak için, içindekileri anlatacak birini aradığında Billûr Annesine anlatmaya alışmıştı. Semra Üniversiteye giriş sınavından önce Billûr Annenin odasına girdi en son torunlarına bayram hediyesi dağıtırken çektirdiği fotoğrafın karşısına geçti ve duygulu bakışlarını çevirdiğinde beyazlar içinde narin vücudu, nazik elleri ve bembeyaz tülbendinin altında nurlu çehrenin merkezinde simsiyah bir çift gözden saçılan mutluluk pırıltılarıyla insana ilham veren bir hanımefendi duruyordu. Seksen yaşını geçtikten sonra bile yüzündeki gamzesi yıllara meydan okuyor; canlılığını kaybetmemiş, tereddütsüz ben hâlâ güzelim dedirtiyordu. Semra bu defa yutkundu ve biraz da cesaretini toplayarak biraz uzun konuşmama müsaade eder misin Billûr Anne? Beni dinlemeyi severdin biliyorum. Diyeceğim şu:
– Altın kalpli büyük kadın Billûr Annem… Üniversiteli olmaya hazırlandığım şu günlerde ne kadar lâzımsın bana biliyor musun? Terazinin bir kefesine senin bildiklerin, diğer kefesine de bütün ders kitaplarım, ansiklopedilerim, sınav dergilerim konsa; vallahi Billûr Annem senin bilgin ağır basardı. Torunun olmak kadar öğrencin olmak da güzeldi… Biraz geç fark ettim ama olsun… Artık senin izinde, senden daha ileri yürümek için çalışmalıyım. Belki de duyarsın diye ara sıra konuşurum seninle, olmaz mı? Sağ ol Billûr Annem! Yaşasaydın benim için neler yapmazdın ki? Senin her sözün bana dua gibi huzur verirdi. Yarın sınava gireceğim ve senin torunun olmaya lâyık biri olduğumu kanıtlayacağım… Bunu gönülden istiyorum. Şimdilik bu kadar yeter… Başını şişirmedim değil mi? Ruhun şad olsun Billûr Annem. Allah rahatlık versin…
Semra, Billûr Annesinin rüyasında kendisine ettiği hayır duaları, söylediği başarı dilekleri ve tatlı sözleriyle uyanmıştı. Huzurlu ve rahat hissediyordu kendini. Sabahın erken saatlerinde hayatının en önemli sınavına gitmeden önce mükellef bir kahvaltı yapmanın yararlı olacağını düşündü. Artık üniversiteli olmanın heyecanını yaşamak istiyordu. Babasının mesleğinden gelen ciddiyeti ve disiplini ona da sirayet etmiş, sükûnet onun sıfatı, ağırbaşlılık ise temel karakteri olmuştu ama Billûr annenin tesirini hep ayrı tutmak gerekiyordu. Çayını yudumlarken bir taraftan da tercih formunu göz ucuyla son bir kez daha kontrol etti ve “Hadi eyvallah, ben çıkıyorum! Sınava iki saat zaman olsa da bunun bir saati zaten yolda geçer, o zamana kadar da ancak girerim.” dedi. Evdekiler de Semra’ya başarı dileklerini sunarlarken ondan daha heyecanlıydılar. İlk evladın ilk başarısını, ilk heyecanını ve bütün ilkleri onunla yaşayan, tadan, hisseden ebeveyn olmak pek kolay değildi elbette.
Her üç yılda bir farklı bir coğrafyaya, farklı bir okula gitmek, değişik komşu ve arkadaşlar edinmek; eskileriyle yenileri arasında bocalayıp durmak, kırılmasınlar diye arada sırada da olsa arayıp onları memnun etmek için saatlerce posta idaresinden telefon bağlantısı beklemek kolay sayılmazdı. İlkokul, ortaokul, lise derken bütün eğitim hayatının son dönemecinde Semra’yı sevindiren ve içinden geçirdikleri öyle şeyler vardı ki:
– Üniversiteyi Ankara’da okursam sürekli seyyah olmaktan kurtulacağım ve böylece sabit bir yerde ikamet edeceğim. Göçtükçe eskiyen ev eşyalarından, her gittiğimiz yerdeki lojmanda farklı odalarda uyumaktan, bazen göz kırpmadan sabah etmekten kurtulacağım. Daha da önemlisi de istikrarlı dostlarım, komşularım, arkadaşlarım olacak. Her veda edişimizde komşulara neler söz verdik? Onlar bize neler söylemişti? Kimi zaman terminalde karşılaştığımızda adını unuttuğumuz asker karısı teyzeler yahut onların oğlu, kızı fark etmez, işte onların hepsi… Zor durumlar, zor anlar ve zor şeyler bunlar. Değişik insanlarla tanışmak, kader birliği yapmak, bazen aynı şeylere ağlamak, aynı şeylere gülmek kolay gibi görünse de benim için gerçekten çok zor günlerdi. İçimden geçenleri söylemeyi, paylaşmayı ve çekinmeden ifşa etmeyi düşündüğüm hiçbir şey yok. Bu büyük çelişkiden kurtulmalıyım. Sınavda başarılı olursam hayatım öyle değişecek ki, bu değişikliğe ben de alışır mıyım? Alışmalıyım, alışmalıyım… Başka çare yok!
Sınav salonuna girerken haziran ayının son haftasında sıcak bütün salonu etkilemiş görünüyordu. Semra etrafına bakındıktan sonra gözüne aşina gelen kimsenin yokluğundan sanki rahatsız olmuştu. Herkes yabancıydı birbirine… Önünde oturan kara yağız delikanlının ensesinden akan terlerin sebebi sadece sıcak olamazdı. Kim bilir bu sınav sonucuna göre hayatında ne gibi değişiklikler ya da zorluklar olacaktı? Bilinmezdi ki…
Sınav salonundaki gözetmenlerin tekrar tekrar bakıp kontrol ettikleri kimlikler, giriş belgesi karşılaştırması Semra’nın canını sıkmıştı. Ankara dışından geldiği belli olan esmer delikanlı ise nüfus cüzdanındaki fotoğrafıyla giriş belgesindeki fotoğrafların farkından ziyade, benzerliğini görevliye anlatırken sesi titriyordu. Salon görevlisi ikna olduktan sonra sınav başlamış ama delikanlının stresinin devam ettiği seziliyordu. Semra ise dikkatini toplayıp soruları anlamaya ve kavramaya gayret ediyordu. Sözel sorular kolay, sayısal sorulara daha fazla zaman ayırmak gerektiğini anlamıştı. Cevap verdikçe içindeki heyecanı azalmış ve sınavdaki performansına göre ilk ya da ikinci tercihini kazanacağı kanaatine sahipti.
Sınavın sonuna doğru ‘Artık yeter, cevap kâğıdımı vereyim de kurtulayım. Fakat şu delikanlı bıyık yüzünden ne kadar sıkıntı yaşadı.’ “Sen bu fotoğraftaki kişi değilsin, hadi çık!” deseler hayatı kararacaktı zavallının ama kurtuldu şükür. Çok da beyefendi birisine benziyor ancak biraz medenî cesareti de olsa daha iyi olur. Çocuk üniversiteyi kazanır da mezun olursa mutlaka değişir, gelişir. Kendini ifade edemeyen, hakkını arayamayan birisi ve mahcup karakterle hayata devam edemez ki insan… Biraz gergin, biraz kafası meşgul, biraz eleştirel tavır içindeki Semra:
–Aman! Bana ne el âlemin terbiyesinden, eğitiminden, karakterinden, hâlinden! Neden takıldım ki bu çocuğa? Hay Allah, ben böyle değildim, fakat daha sınavın hemen ardından kendimi Üniversiteli gibi hissetim. Bakalım kazandığımda neler olacak?
Evde heyecanla bekleyen Semra’nın annesi Semiha Hanım, babası Vecdi Bey, kızlarının sükûnetine hayret etmekle birlikte meraklarını da saklayamaz bir ruh hâlindelerdi. Annesi:
– Kızım, sınavın nasıl geçti? Bizim sana refakat etmemize bile izin vermedin. Başka çocuklar aile efradını sınav yapılan okulların bahçesine dolduruyor, onlardan manevi destek ve yardımda bulunmalarını istiyorlar. Ya sen? “Aman anne! Ne gerek var?” diyorsun kızım. Öyle değil mi?
– Annen doğru söylüyor kızım. Neyse sınavının iyi geçtiğini umuyorum. Biraz yorgun ve dalgın görüyorum seni. Bu da normaldir. Ne de olsa bütün hayatını etkileyecek, kader çizgini belirleyecek bu sınavdan başarıyla çıkacağına inanıyorum. Billûr Annenin torunusun sen…Hem de en sevgili torunu.
– Sınavım iyi geçti. Sözel bölümdeki sorulara iyi cevap verdiğimi düşünüyorum. Birinci ya da ikinci tercihimi kazanacağımı düşünüyorum. Zaten Ankara dışında bir yerde okumayı düşünmüyorum. Yıllarca hep yurdun dört bir köşesinde dolaşıp durduk. Babamın görevi sebebiyle zaten aynı yerde iki üç yıldan fazla kalamıyoruz. Bari ben kalırım da sabit bir ikametimiz olur.
– Anlaşıldı kızım, sen tutturdun Ankara diye… Fakat baban, ben, kardeşin…. Hepimizin gözümüz arkada kalacak. Billûr Annemiz yaşasaydı hiç dert etmezdik.
– Annene bakma kızım. Sen büyüdün! Kararını vermişsin. Sınav sonucunu bekleriz ağustosa kadar. Sonrasında Allah kerimdir.
– Müsaade ederseniz, biraz dinleneyim. Üç beş gün bana hiçbir şey demeyin! Kafam rahatlasın, ruhum daraldı bu sınav sürecinde.
– Nasıl istersen kızım… Ha unutmadan söyleyeyim Semra. Biz de aslında babanla diyorduk ki, bugün akşam yemeğini dışarda yiyelim. Akşama kadar uyu, dinlen ve şöyle güzel bir ziyafet çekelim. Ankara Kalesindeki Nilüfer Konağında Türk sanat müziği eşliğinde geleneksel yemeklerden bir sofra hazırlatalım. İyi olur değil mi?
– Çok harika olur anneciğim. Benim için düşündüğünüzü sanıyorum ama evlilik yıl dönümünüz de yakın değil mi?
– Güzel kızım… Yirmi yıl oldu ama dün gibi geliyor bana. Akşama kadar seni rahatsız etmeyeceğiz, söz. Eğer halanın çenesi durursa sessizlikten rahatsız oluruz.
– Halama laf yok. Mihriban halam bir tanedir. Arada bir geceleri benim üstümü örtüyor, hayat hikâyesini, eniştemle nasıl evlendiklerini falan en az üç beş kez anlattı ama yine anlatsa dinlerim vallahi… Hadi eyvallah… Bana müsaade.
***
Haziran sonu… Ankara’da bir yaz akşamı… Mevsiminin en güzel günlerinden biriydi. Ulus’tan yavaş yavaş yürüyerek Çıkrıkçılar yokuşuna çıktılar. Devamında Samanpazarı’na doğru giden yol üzerindeki dükkânlar henüz kapanmakta, esnaf kazanç hesabı yapmaktadır. Eski Ankara, ticaret ahlâkının en güzel örneklerinin yaşatıldığı bir yerdi. Vecdi Bey ağır adımlarla yürürken bir taraftan da çocuklara hitaben:
– Bakın buralar gelecekte belki bu otantik özelliğini kaybedecek, ancak siz Kızılay’ın, Tunalı’nın, Çankaya’nın ışıltılı caddelerine, sokaklarına, mağazalarına aldanmayın. Her şeyin iyisi ve kalitelisi buradadır. Nişan, töre, düğün, bayram ve eğlenceler için gerekli olan ne istersen burada var. Cenaze levazımatından tutun da at nalına kadar buralarda bulursunuz. Bakın şu eski Ankara evleri mimarî açıdan ne kadar güzel değil mi? Beton apartmanlar içinde yazın yanar, kışın donar insanlar. Bu evler biraz bakımlı olsa, yerine beton yapmayıp tamir edilse ne kadar iyi olur değil mi çocuklar?
– Babacığım, haklısın da çok katlı bina yapıp para kazanmak varken kim kültür mirasımızı, millî mimarimizi koruyalım der ki? Gerçekten bunu düşünüp yapacak insanlar var mıdır?
– Bu soruna cevap verecek bilgim yok ama biz de keşke olsa diyoruz işte kızım. Millî mimarî nedir? Bunu da sorgulamak lâzım.
Nilüfer Konağı, Ankara kalesinin cümle kapısından girdikten sonra dar ve uzun sokağın uç kısmında aslına uygun restore edilmiş, zamanın asilzâdelerinden birinin konağıymışçasına dış cephesiyle dikkati çekiyor. Kapı açıldığında keman, ut, tambur ve kanun sesiyle Osmanlı dönemi musikişinaslarının eserlerinin icra edildiği çok hoş, çok latif ve çok nezih ortamında hissettiriyor insanı.
Semra ve kardeşi böyle bir ortama ilk kez geldiklerinden sadece müzisyenlerin canlı olarak çaldıkları şarkılara biraz ilgileri olsa da sevdikleri müzik türünden değildi. Bazen plakçıların, kasetçilerin, taksici ve dolmuşçuların çaldıkları alaturka şarkılardan örnekler sunulduğunda:
– Evet, bunu duymuştum. Coşkun Sabah söylüyordu bu şarkıyı. “Hatıram olsun” şarkısı çok güzel değil mi Erkan?”
– Evet, ablacığım yok mu şöyle Ümit Besen vesaire? Babam da bizi Tanzimat dönemine götürdü sanki…
– Öyle deme kardeşim. Canlı müzik dinleyince beğenmeye başladım biraz da olsa. Bugünlerde Yıldırım Gürses, Emel Sayın modası başladı. Ahmet Özhan da harika söylüyor. Filmlerdeki şarkıları fena mı? Mesela; “Bak yeşil yeşil” şarkısı ne kadar romantik değil mi?
– Evdeki televizyonumuzu değiştirdik, renkli televizyon aldık da o artistlerin göz rengini de anladık; yeşil mi, mavi mi olduğunu.
Semra’yla Erkan’ın kendi aralarındaki sohbet devam ederken masaya gelen şef garson kibar, nazik bir üslup ve letafet dolu ifadelerle:
– Nilüfer Konağına hoş geldiniz, safalar getirdiniz efendim. Yemek siparişlerinizi almak istiyorum müsaadenizle. Hanımefendi ne arzu ederler acaba? Yoksa annenizin siparişlerinden sonra mı sorsam size?
– Önce annem ve babam istedikleri yemekleri söylesinler, akabinde biz kardeşimle karar veririz.
Yemek siparişleri verildikten sonra masaya konan salata türleri, birer dilim su böreği, ezme, haydari, sos türleri, vişne şurubu, kalaylı bakır maşrapada bol köpüklü buz gibi ayran son derece düzenli ve estetik biçimde dizildi masaya. Mutfak sanatları sözünü ilk defa duyanlar için güzel bir örnekti bu görünüm. Yemekler gelmeden iştah kabartıcı bu sofradakilere dayanamayan Erkan’ı Semra durdurdu. Geleneksel Türk mutfağının en lezzetli yemekleri afiyetle yenirken pek güzeldi o gün Ankara. Eve dönüşte mahalledeki pastanede Maraş dondurmasını da afiyetle yedikten sonra Vecdi Bey:
– Artık eve dönsek diyorum. Çok keyifli bir Ankara akşamı geçirdik. Biraz da balkonda gece esen yelden biraz nasiplenelim. Belki bizim Mihriban bacı da çay pişirmiş olabilir. O, çaysız zaman geçiremez. Yoksa Dallas’ı mı seyrediyor, Köle İzaura’yı mı? Zaten tek televizyon, tek kanal var, herkes aynı filmi, aynı haberi, aynı reklamı seyrediyor. Gün gelir bu da değişir ama onları görebilir miyiz, doğrusu bilmiyorum.
– Babacığım, çok kanal olsun iyi ama evde tek televizyon olduktan sonra senin açtığın kanalı biz izlemek zorunda kalacağız. Öyle değil mi?
– Hayır kızım! Neden önyargılısın ki? Hep beraber karar veririz hangi kanalı seyredeceğimize. Zaten Başbakan Özal, pek yakında TV2 kanalı olacak; biri haber, diğeri film ve dizi kanalı olacak dedi.
– Sen haber izlemekten kendini alamayacağın için bize komşuda dizi seyretmek düşecek. Erkekler bir araya gelince ya siyaset ya da spor konuşurlar. Hele şu maç tartışmalarından bıkmıştım, her pazartesi sabahı bayrak merasiminden önce okul bahçesindeki maç yorumlarını unutamam. İnşallah kızlar böyle şeylere bulaşmazlar.
– Belli mi olur kızım? Belki de futbolu da elimizden alırlar bu kadınlar. Avrupa’da var, bizde neden olmasın derler vallahi. Kılık kıyafette erkeklerin elinden gömlek, kravat, pantolon, ceket alındı, etek giyen genç kız kalmadı nerdeyse.
– Eksik etek sözünden alındıkları için olmasın baba. Cinsiyet kıyafetle değil, daha çok ruhla ilgilidir. Tabii ki herkes cinsiyetine uygun kıyafet giymelidir. Keşke herkes kıyafetine önem verdiği kadar eğitime, okumaya, kültürel gelişmeye hepsinden önce bireysel gelişime önem verse daha iyi olmaz mı? Televizyonların, basının sosyal sorumlulukları olduğu gibi eğitim ve kültürde de etkisi çok yüksek olacaktır.
– Maşallah kızım. Siyasetçiler bile böyle konuşamıyor. Sen henüz müstakbel üniversitelisin. Gecenin bu saatinde pek güzel fikirler sunuyorsun. Beğendim bu düşüncelerini.
– Eee babacığım… Artık büyüyoruz değil mi? Ben rahmetli Billûr Annemin torunuyum ama biliyorsun ki, ben konuşmaktan çok dinlemeyi severim. Hepsinden daha çok da okumayı severim. Okuduğumu anlama kabiliyeti kazanmamda Billûr Annemin ve senin büyük katkın var. Özellikle sözlük kullanmayı, yeni kelimelerin anlamlarını öğrenmeyi, onları doğru bir biçimde cümle içinde kullanmayı alışkanlık hâline getirmeyi sizden öğrendim. Daha hayatın başındayım. Üniversiteyi kazanıp mezun olursam çok güzel hayallerim var. O hayallerimi gerçekleştirmeme ancak o zaman imkân bulurum.
– Edebiyat öğretmenin Sevim Hanımın katkılarını da unutma kızım. Öğretmenler eğittikleri neslin en baş sorumlusudurlar. Çocukların, gençlerin hayatında, kaderinde, mesleklerinde, zevk ve beğenilerinde, kişilik kazanmalarında; kısacası her şeylerinde etkin kişilerdir. Birçok öğrenci en az bir öğretmeninden etkilenir, ona öykünür ve sonuçta onun gibi olmak ister.
– Sevim Hocanın bana sarf ettiği emeği ömrüm boyunca unutamam. Diğer hocalarımdan da çok memnundum. Bendeki okuma sevgisinden, güzel yazı ve kompozisyondaki başarımdan o da haz duyardı tabii.
– İnşallah sen de Sevim Hanımdan daha iyi öğretmen olursun diye ümidim var. Billûr Annemizi de unutma! Tam bir İstanbul Hanımefendisiydi. Nurlar içinde yatsın. Öğretmen olmadığım için bana kırgınmış gibi hissederdim kendimi Semiha.
– Çok şanslıydım Billûr anneyle geçirdiğim yıllarda. İkinci diplomamı ondan aldım desem yalan olmaz.Vakit gece yarısı oldu. Baba-kız epey konuştunuz. Semaverde su, demlikte çay kalmadı. Sohbetinize sabah devam edersiniz.
Semra, ilk defa babasıyla bu kadar ciddi düzeyde sohbet etmişti. Yastığa başını koyduğunda aslında ne kadar güzel oluyormuş insanın kendine ait fikirlerini paylaşması. Sınav sonuçlanmadan hayal kurmak bile imkânsız, diyerek uykuya daldı. Vecdi Bey ise kızının bu yaşta bu düzeyde fikir sahibi olmasından pek memnun olmuştu. Semiha Hanım:
– Vecdi Bey! Maşallah bugün kızımız yaşından büyük laflar etti. Büyümüş de küçülmüş diyebilir miyiz? Allah nazardan korusun. Bizim zamanımızda kızların büyüklerle uzun uzun sohbet ettiği vaki değildi. İçimden geçenleri ah bir söylesem de şu insanları bir sustursam derdim. Fakat bizim ve bizden önceki annelerimizin toplum ve aile içindeki yeri farklıydı. Kız kısmı böyle mi konuşur, öyle mi yaparmış? Elinin hamuruyla erkeklerin işine karışmayın gibi laflara alışmıştık.
– Haklısın Semiha Hanım ama zaman seni de beni de değiştirdiği gibi evlatlarımızı da değiştiriyor ve üstelik geliştiriyor. Neyse… Allah rahatlık versin hayatım.
Yaz günlerinde devam eden rutin günler ağustos ayının sonlarında Üniversite sınavlarının sonuçlarının açıklanacağı Kurban bayramı öncesine denk geliyor ve sınavı kazananlar için büyük iki bayram bir arada olurken şansını bir sonraki sınavda denemek zorunda olanlar içinse umut ufukları biraz daha uzaktı.
Yürüdükçe ufukların uzaklaştığı bir yolculuk gibiydi 80’li yılların ilk yarısı. Ondan önceki yıllarsa ufkun görünmediği dik ve sarp kayalıklar gibi olup ileriye bakmak zordu. Semra, sınav sonuçlarını öğrenmek için sabahın erken saatlerinde gazete bayiine gelip sınav sonuç listesinde adını ve kazandığı bölümü görmeyi hayal ederken binlerce genç gibi onun da sabaha kadar uyku tutmamıştı gözünü.
Keçiören-İncirli ve yöresindeki en büyük gazete bayiinde mesai -bütün esnaf arasında her zamanki gibi- erken başlıyordu. Ayhan amca Semra’yı gördüğünde:
– Günaydın güzel kızım! İnşallah güzel haber verirsin bize. Bu kadar erken kalkıp geleceğini tahmin etmezdim. Sınava girdiğini ve sonucunu da merakla beklediğini biliyorum. Bu sebeple sınav sonuç listesinin yayımlandığı kitapçığı sana ayıracaktım. Şu paketleri açayım da ilk sana vereyim Semra kızım.
Sonuç listesini basan gazeteyle birlikte sabahın ilk siftahını yapacaktı Ayhan amca. Para almak istemese de Semra “Âdettendir… Siftahı senden bereketi Allah’tan demeli insan Ayhan amca!” diyerek verdi parasını. Yolun hemen karşısındaki aile çay bahçesinde kimseler yok ve sadece akşamdan kalan tek masada sandalyeler yerinde olduğu için hemen oracıkta oturayım da ÖSYM aday numaramı kontrol edeyim, dedi. Dışardan birisi görse ve sınav sonucuna bakıyor bu kız deseler herkes aman ne kadar soğukkanlı derler. Kimse bilemezdi ki Semra’nın içindeki kıpırtıları… O sırada kan dolaşımı ve nefesi de hızlanmıştı. “Allah’ım ne olur? İstediğim bölüm olsun! Gözüm haddimi aşan yerlerde değil!” derken aday numarasının karşısında yazan bölüm kodu ve ardından büyük sevinç “Çok şükür Allah’ım! Kazandım, kazandım!” diye bağırırken yalnız başına oturduğu o bahçede sevincini paylaşacağı kimse yoktu aslında Semra’nın. Karşı tarafta Ayhan Amca, Semra’dan haber beklerken onun sevincini uzaktan seyrediyordu.
– Semra ne oldu kızım? Kazandın mı?
– Evet, Ayhan amca, Ankara Üniversitesine bağlı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım.
– Aman! O ne kadar uzun bir adı varmış kazandığın fakültenin! Tebrik ederim kızım. Koş git evdekilere de haber versene! Sevincini paylaşsan iyi olur. Billûr Anne sağ olsaydı ne kadar sevinirdi, değil mi?
– Biraz sakinleşeyim Ayhan amca. Az sonra giderim.
Aile çay bahçesinde Semra, gazetedeki aday numarasını yeniden kontrol etti, bir daha kontrol etti ki ‘Aman bir yanlışlık olmasın, ailemi, öğretmenlerimi ve beni sevenleri mahcup etmeyeyim.’ diye düşünürken çay bahçesinin ocak kısmında bir delikanlının ocağı yakıp ilk hazırlıklara başladığını gördü. Eğer kısa sürede çay hazır olabilirse bir çay ve simit bu sevinç üstüne çok lezzetli olur diye düşündü. Uzaktan seslenerek siparişini hemen verdi. Ocaktaki garson “Peki efendim, hazır olunca getiririm.” dedi. Yaklaşık yirmi dakika sonra günün ilk çayını, fırından yeni çıkmış Ankara’nın gevrek simidinden bir adet getirdi garson. Semra, garsona teşekkür ettikten sonra bir an başını kaldırıp gayri ihtiyari yüzüne bakar bakmaz şaşkınlıkla:
– Aa.. Siz o’sunuz! Hani kimliğinizde fotoğrafınız bıyıklı, kendiniz o gün bıyıksız olduğunuz için epey zorluk çıkarılmıştı size Üniversiteye giriş sınavında. Salon görevlisi pek benzemiyor ama neyse diyerek sınava devam etmenize izin vermişti…
– Evet, doğru da fakat… Şaşırdım…
– Aynı salonda sınava girdik. Önümde oturuyordunuz. Sınav boyu moraliniz bozuktu sanki. Öyle değil mi?
– Evet, haklısınız. Çok tedirgin oldum ama neticede sınavım da fena geçti diyemem. Sadece yabancı dil sorularının cevaplarını cevap kâğıdına işaretlemeyi unuttum. Sonucu merak ediyorum ama işten sonra bir ara bakarım.
– Sınavda strese girdiniz ama şimdi ne kadar sakin görünüyorsunuz? İşiniz kaça kadar sürüyor? Akşama kadar sınav sonucunu merak etmez misiniz?
– Aday numaram yanımda yok; olsaydı bakardık şimdi. Bu sükûnetimden dolayı eleştirilirim bazen. Ben sakinimdir, telaşlanmam. Duygularımı dışa yansıtmamaya gayret ederim. İşimiz sabah altıda başlar, akşam dörde kadar devam eder. Sonra diğer vardiyadakiler gelirler. Aile çay bahçelerinde akşamları çok canlılık olur, gündüz sakindir.
– Kolay gelsin!
– Eyvallah! Afiyet olsun.
…………………….
Semra eve döndüğünde annesinin kalıp kahvaltı hazırlamakta olduğunu gördü. Anne, heyecan içinde Semra’yı karşısında görünce:
– Gülüm benim… Gözümün nuru, canım kızım… Ne oldu? Hadi söylesene! Kazandın mı?
– Kazandım anneciğim, kazandım! Sizin istediğiniz Hukuk Fakültesi olmadı ama benim istediğim Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım.
– Şükürler olsun yavrum, kazandın ya yeter. Sen bizim gururumuzsun. Baban bugün nöbete erken gitti. Duysa çok sevinir. Telefonla haber versek olmaz mı kızım?
– Ben arayıp söylerim anne, merak etme. Erkan hâlâ uyuyor mu? Kalksın da kahvaltıyı birlikte yapalım. Ben çay bahçesinde iki bardak çay içtim, bir de gevrek simit yedim. Çok aç değilim ama kahvaltı sofrası şifa verir insana… Mihriban halam da yok ortada.
– Halan bakkala gitti. Taze ekmek ve birkaç gazete almaya gitti. Gelmek üzeredir.
Ailenin sevincini komşuları da duydular ve kimisi eve gelerek, kimisi uzaktan balkondan seslenerek “Semracığım kutlarım seni, hayırlı olsun!” dediler. Yan dairedeki komşuları Selime Hanım Semra’yı tebrik edip Semiha Hanıma da ‘Hayırlı olsun.” demeye gelmişti.
– Karşı apartmandaki komşu Hatice Hanım’ın kızı da sınava girmiş ama sonucunu bilen yok, söyleyen yok. Kazansaydı duyardık değil mi? Yok ayol o kızın okumaya gözü yok. Semra gibi değil ki… Yerle gök kadar fark var aralarında. Allah utandırmasın Semiha. Zamanımızda kızların okuması çok mühim, öyle değil mi? Cahillerin yetiştirdiği evlatlar da cahil olur, sonra memleketin başına bela olurlar. Geleceğin öğretmenleri, anneleri yeni kuşaklara biraz edep ahlak öğretir. Daha çok Billûr Annelere ihtiyaç var. Terbiye etme işinde kızlar, hanımlar daha başarılı. Erkekler bu konuda biraz nemelâzımcılık yapıyorlar. Rahmetli Billûr Anne o yaşta bile öğrenmeye, öğretmeye gayret ederdi. Semra onun gibi olur vallahi…
– Sağ ol Selime. Gel kahvaltımızı yapıyoruz. Bir bardak çayımızı içiver lütfen. Gelmezsen darılırım vallahi.
– Çok kısa olmak kaydıyla gireyim bari. Rahatsız etmek istemem ama Semra’yı tebrik etmeliyiz; gururumuz oldu bu kız. Benim oğlum iki yıl sonra girecek sınavlara. Daha zaman var. Ana baba için heyecanlı bekleyişler, hayaller ve nihayet gerçekler derken zaman öyle bir geçiyor ki…
– Evlatlarımızın geleceğinin iyi olması bizi çok mutlu eder. Bundan daha doğal bir şey yok. Sevinçler, hüzünler, dertler, tasalar ve kıvançlar hep bizim zaman zaman yaşayacağımız durumlardır.
– Ah ne kadar doğru söylüyorsun komşu. Hayat bir gün güldürür, bir gün ağlatır ama sonunda hep olan bize olur. Çocuklarımızı yetiştirirken çektiğimiz zahmeti bir biz, bir de Allah biliyor.
– Biz annelerin zahmeti doğru da öğretmenlerin emeğini de unutmayalım Selime. Yıllardır Ankara’ya gelene kadar, taşrada, şark hizmetinde ve daha birçok yerde çalıştık. Vecdi Beyin görevi gereği gezmediğimiz yer kalmadı memlekette… Hatta nerdeyse tanımadığımız insan tipi de kalmadı desek yalan olmaz. Biz kimleri gördük, nelere şahit olduk bir bilsen…
– Öğretmensiz hayat olmaz, onlar memleketin can damarıdır. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz insanların ruhen ve bedenen çok sağlıklı olmaları gerekir. O da yetmez insanî vasıfları meslekî bilgisinden daha iyi olmalı değil mi?
– Selime! Birdenbire birbirimize nutuk atmaya başladık. Yudumla da tazeleyeyim çayını. Devamında lafın belini kırarak sohbet ederiz! Ne dersin?
– Bugün bizimkiler evde yoklar Semiha. Akşama kadar da gelmezler. Konuşuruz biraz tabii…
Selime Hanımın keyfi yerinde olduğunda saatlerce konuşur, lâkin bu hâl sadece sevdiği insanlar arasında geçerlidir. Yoksa kolay kolay kimsenin kapısına adım atmaz. Selam verme dışında sohbeti, işi olmaz kimseyle. Hayat felsefesi “Ya hep ya hiç” üzerine kurulu olduğundan herkesle muhabbet kurmaya yanaşmaz. Sevdiyse canını verir. Semra’ya olan sevgisi ise onun terbiyesinden, çalışkanlığından ve güler yüzlü davranışlarından kaynaklanıyordu. Yapmacıksız ve menfaatsiz yaklaşımlar ve muameleler Selime’nin hoşuna gidiyor. Küçük kızı Esma’ya hep Semra’yı örnek göstermesinden de anlaşılıyordu onu beğendiği. Bazen Semra’ya “Eee n’olacak Billûr Annenin torunu… Dârulmuallimât-ı Âliye mezunu Billûr Annenin kucağında büyümek herkese nasip olmaz. Şimdiki kızlar o okulun adının anlamını da bilmezler ama Semra bilir muhakkak…” demekten kendini alamazdı.
Akşamın geç saatlerinde Vecdi Bey mesaiden dönerken gündüz aldığı haberden dolayı biricik kızının mutluluğunu kutlamak arzusuyla ona pastaneden en sevdiği kremalı yaş pasta aldıktan sonra eve girmeyi düşündü. Pastanenin lezzet ustası Çakır Yusuf’a:
–Kızım için güzel bir pasta hazırla, üzerine de “Canım kızıma ömür boyu başarılar!” yazacaksın tamam mı Çakır Yusuf! Bir kilo da baklava hazırla.
–Emriniz olur komutanım! Sultanlara lâyık pastanızı siz yorgunluk çayını yudumlarken hazırlarım. Ancak pastayla aynı anda baklavayı anlamadım. İkisi farklı yere mi gidecek?
Evlilik yıldönümleri dışında pasta almaya pek de alışık olmadığı her hâlinden belliydi Vecdi beyin.
– Baklava sonraya kalsın o zaman. İkisi aynı anda sofraya konmaz değil mi?
– Pek âdetten değildir komutanım.
Çakır Yusuf’un hazırladığı yaş pastanın ambalajı da çok güzel görünüyordu. Semra dünyaya geldiğinde annesiyle eve döndükten sonra Vecdi Beyin Semiha Hanıma aldığı pasta ile kocaman gül demeti aklına geldi. O gün tomurcuk gibi gül yanaklarıyla, minik gözleriyle ilk göz göze gelişinden Üniversiteli genç kız olana kadar geçen yıllar da eve yöneldiği anda zihninden film şeridi gibi geçti.
Sokak lambasının loş ışığı altında babasının eli dolu vaziyette geldiğini gören Erkan hemen içeri koşarak:
– Abla! Babam geliyor ve elinde kocaman bir şey var. Galiba sana bir hediye almış.
– Hadi kapıda karşılayalım Erkan.
……………………
– Babacığım hoş geldin. Nasılsın? Bugün erken gidip geç geldin.
– Canım kızım, tebrik ederim seni. Sen bizim övüncümüzsün, medarı iftiharımızsın. Allah utandırmasın. Bu pasta sana ama hep beraber kutlayalım bu başarını.
– Sağ ol babacığım benim. Sen dünyanın en iyi babasısın.
Anne Semiha Hanım, bu baba-kız muhabbetinden kıskançlık duyarcasına:
– Hadi artık geçin içeriye, kapının önünde bu kadar muhabbet yeter! Oturun koltuklara da şöyle bir mutlu aile tablosuyla hep beraber sohbet edelim. Semracığımın pastasını yiyelim. Pastanın yanında isteyene limonata, gazoz var. Çayımız da hazır.
– Sevgili kızım, bize böyle güzel bir sevinç yaşattığın için var ol. Allah, sana ömür boyu başarı ve mutluluk nasip etsin. Mutluluk dolu bir günde Çakır Yusuf’un pastası da pek lezzetli olduğunu hissettiriyor. Bu pastanın yanı sıra baklava da alacaktım ama Yusuf, yaş pastanın yanında baklava gitmez dedi çocuklar.
– İlahi babacığım. Zevkler ve renkler tartışılmaz ama baklavayı yedikten sonra yaş pastanın lezzeti hissedilmez. Herkesin damak tadı başkadır tabii.. Gazetede okuduğuma göre Türk mutfağının tatlılar kısmı dünyada ilk sırada yer alıyormuş. Onlarca tatlı türü var. Hamurlu tatlılar, sütlü tatlılar vs. hepsini saymak mümkün değil.
– Konumuz Türk mutfağı değil, Türk Dili ve Edebiyatı mıydı kızım?
– Evet babacığım. Bölüm hakkında biraz bilgi edinmiştim. Türkiye’de 29 üniversitede 26 tane Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü var. Bunların arasında en eskisi İstanbul Üniversitesine bağlı bölüm, ikincisi de bizimki. Geçen yıl en yüksek puanla öğrenci alan bölüm Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine bağlı Türk Dili ve Edebiyatı bölümüymüş. Gazeteler bu tür bilgileri de verince çok iyi oluyor.
– DTCF 1935 yılında dil, tarih ve kültür alanında önemli araştırmaların yapılması amacıyla kurulmuş, Cumhuriyetin Ankara’daki en önemli eseridir. Bu fakültede dünyaca ünlü öğretim üyeleri, yazarlar, fikir adamları, arkeologlar, kültür ve sanat uzmanları, Türkolog ve dilbilimciler ders vermektedir. Cumhuriyet döneminin en köklü fakültesi, filoloji bölümleri, eskiçağ tarihiyle ilgili ve klâsik dillere ait bölümler de var. Şu Antropoloji, Paleontoloji, Sümeroloji, Hungaroloji, Sinoloji gibi bölümlerin adları bana tuhaf gelmiştir ama hepsi önemli alanlar.
– Sinolojinin Çin kültürü- tarihi-dili ve edebiyatı olduğunu ben de yeni öğrendim baba. Bence Klâsik Arkeoloji ve Sanat Tarihi de önemli bir bölüm. Kuruluş amaçlarını öğrenmek lâzım. Neyse daha bir sürü bölümler ve bunların tamamına yakını sadece bizim fakültede var.
– Vay benim canım kızım. Daha kayıt olmadan bizim fakülte demeye başladın sen. İnan ki sen hemen benimsedin ya mutlaka başarılı olursun.
– İnşallah babacığım.
– Ne zaman kayıt olacaksın, gazeteler yazdı mı?
– Hayır, gazeteler yazmadı ama tahminen Kurban Bayramından sonra olabilir. Ağustos sonu, Eylül başı gibi bir zamanda oluyormuş genellikle.
– Bunu dediğin iyi oldu kızım. Bu arada bir haftalık veya on günlük tatil bize iyi gelir. Bu yıl çok yoruldun sen. Üniversiteye hazırlık çalışmaları, testler ve deneme sınavları seni yormuş olmalı. Hep birlikte gideriz sahillere.
Babasının bu teklifiyle birlikte evde mutlu bir hava oluştu. Semra da babasının kendisi için çok fedakârlıklar yapabilen bir insan olmasından dolayı içinde hissettiği duygulara bir yenisi eklendi. Benim “kahraman babam” aynı zamanda ailenin sadece sorunlarını çözen değil, herkesin derdiyle hemhâl olan fedakâr bir babam var düşüncesiyle tatil hayali kurarken alışkanlıklarından vaz geçemiyordu. Önceden ders çalıştığı saatlerde kendini boş hissediyordu ama ona da bir çare düşündü. Türk edebiyatının önemli eserlerini, romanlarını ve hikâyelerini okumaya başlama zamanı geldi. Okul döneminde edebiyat öğretmenlerinin zorlamasıyla okunan kitaplar, roman veya hikâyeler kendi isteğiyle okunan kitaplar gibi olmuyor. Babasının fena sayılmayacak, biraz da dayısının kendisine hediye ettiği kitaplar şimdilik ders çalışma alışkanlığını okuma alışkanlığına çevirir. Eğer bugünlerde okuma alışkanlığımı kaybedersem bir daha ipin ucunu kaçırırım ve okuyacağım bölümde de başarılı olamam diye zihnini meşgul ederken babasının hâlâ uyumadınız mı uyarısı ile irkildi yatağında. Işığı söndürmediğinden uyumadığı anlamış, diğer odadaki kardeşi Erkan da aynı durumda olmalı ki “siz” diye hitap etmiş olduğunu aklından geçirdi. Gecenin sessizliği içinde uykuya daldı.
Sabahın nasıl olduğunu anlamamıştı. Gözlerinden uyku akıyor, hiç bu kadar yorgun kalkmamıştı. Sanki yılların yorgunluğu o gün üzerindeydi Semra’nın. Kahvaltı sofrasında annesi:
– Ne oldu sana kızım? Yüzün gözün şişmiş.
– Bir şey yok anneciğim. Önemli değil. Dinlenirim, kahvaltıdan sonra geçer.
Semra, annesinin ısrarlı sorularına hep aynı cevabı veriyor, ama kendisi de gözaltlarındaki şişkinliğin neden olduğunu anlamamıştı. Ancak uykusuzluktan olduğunu da söylemek istemedi; çünkü ardından gelecek sorulardan yorulacaktı. Neden uyumadın? Bir derdin mi var? Yoksa hasta mısın? Annesinin sürekli soruları bazen sıkıcı gelse de ona olan sevgisinden dolayı nazikçe cevap vermeye çalışıyordu.
Genellikle şikâyet etmeyen, bir sorunla karşılaştığında kendisi çözmeye çalışan karakterdeki Semra, kimi zaman yaşından olgun davranışlar sergilediğinde takdir ediliyor, övgüler alıyordu. Bu takdir ve övgüler aslında ona erken yaşlarda sorumluluk yüklüyor, delikanlılık ve gençlik döneminde yaşını yaşamak istese de hep beş yaş daha ileri karakter sahibi olmak ona arkadaş çevresinde de saygınlık kazandırıyordu. Rahmetli Billûr Annenin etkileri ve izleri de vardı kişiliğinde.
***
Aile fertleriyle tatil yaptığı yerde sahilden yakamozları izlerken ve hafif meltem bir eserken bile nasıl bir ortamda Üniversite eğitimi alacağını düşünüyordu. Yaşıtlarının hiç umurunda olmayan konuları tatil boyunca düşünüp geleceğe dair planlar yaparken babasının “Kızım azıcık da eğlenmene bak, gez dolaş etrafı!” dese de kendisi kitap okuyarak geçirdiği anların kendisine gelecekte çok yararlı olacağını düşünüyordu. Sadece geleceğe dair düşüncelerle olmasa da kitap okumanın, özelikle roman okumanın yararlarını sezmiş, kendini başkalarından farklı kılan en önemli araçlardan biri olarak da görüyordu. Büyüklerden duyduğu “Okumanın yaşı yoktur.” sözünden başka da okumayla ilgili sözler pek anlamlı gelmiyordu ona. ‘İnsan her yaşta okumalı ama ne zaman ne okumalı acaba?’ diyerek sorguluyordu.
***
Tatilden dönen Semra hem zihinsel olarak hem de fiziksel olarak dinlenmiş, Üniversiteye kayıt günlerini sabırsızlıkla beklemişti. O gün geldi çattı ve Kurban Bayramından sonraki ilk iş gününde evrakını hazırlayıp fakültenin yolunu tuttu. Her zamanki kadar trafik vardı yollarda. Ulus’a kadar otobüsle, oradan da daha önce hiç binmediği –yalnızca Dışkapı-Kızılay hattında çalışan- troleybüsle Sıhhiye’ye ulaştı. Türkiye’nin en büyük fakültesinin önünde aile efradıyla veya arkadaşlarıyla gelen yüzlerce öğrenci dikkatini çekmişti. Semra yine yalnızdı. Her işini kendisi görmeyi beceren, medenî cesareti ve özgüveni yüksek bir kişiliğe ve bireysel beceriye sahip olduğunun farkındaydı. ‘Billûr Annemden kaldı bana bu özgüven.’ diyordu içinden. Bu farkındalığın kendisinde oluşturduğu tertip ve nizam çerçevesinde kayıt olacağı bölüm sırasına girdi. Önündekilerin işlemleri devam ederken sağa sola bakarak değişik insan manzaralarını izliyor, onların yüzünden, bakışlarından ve davranışlarından yahut durgunluklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyor, iyi bir gözlemci olma yolunda ilk tecrübelerini kazanmaya başlıyordu böylece. Kendisine sıra geldiğinde “Hanımefendi lütfen evrakınızı verir misiniz?” diyen kayıt memuru Mehmet Bey’in sesiyle irkildi. Bu ses ciddi bir devlet memuru sesiydi. Pek alışık değildi memurlarla muhatap olmaya. Kendisine ilk kez hanımefendi diye hitap edilmesinden de pek hoşlanmıştı.
– Evrakım tamam mı? Bakabilir misiniz? Eksik bir şey yok değil mi?
– Hepsi tamam da şu kâğıtta istenen bilgileri yandaki masaya oturun ve yazıp imzalayın lütfen.
– Peki efendim, hemen.
Semra, belgeleri doldururken kayıt memurunun sıradaki kara yağız delikanlıya:
– Biraz acele et evladım. Sırada çok arkadaşın bekliyor. Onlarla birkaç hafta sonra sınıf arkadaşı olacaksın. Onları şimdiden kızdırma. Hadi çabuk ol!
– Ama efendim, çok heyecanlı olduğum için evrakın hepsi karışık durumda. Bu kadar heyecanı sınavda bile yaşamadım.
– Biz alışığız böyle hâllere ve sizin gibi gençlerin heyecanına.
Semra kâğıdı doldurur doldurmaz kafasını kaldırdığında gördüğü o kara yağız delikanlı:
– Kaleminizi alabilir miyim? Ben telaşla kalemsiz çıkmışım evden.
– Aaa… Yine siz? Hani giriş sınavında önümdeydiniz, sonra mahalledeki parkta çay ocağında çalışıyordunuz da konuşmuştuk ya… Bu üçüncü karşılaşmamız oluyor.
– Siz üç ben iki… sınav salonunda siz beni görmüşsünüz ben sizi göremediğim için. Evet hatırladım tabii. Unutmadım ki sizi.
– O gün birbirimize adımızı bile sormadık.
– Benim adım Orhan.
– Benim adım da Semra. Çok memnun oldum. Yanılmıyorsam aynı bölümde okuyacağız.
– Evet, aynı yerde sınava girdik, aynı bölümü kazanmışız. Şu andan itibaren tek tanıdığım sizsiniz.
– Neyse sizi meşgul etmeyeyim. Belgenizi doldurun. Kayıt memuruna bu belgeyi verince işlem tamam olacak böylece.
– Hayırlı olsun Orhan.
– Teşekkür ederim. Size de hayırlı olsun. Artık üniversiteliyiz.
– Üstelik Dil-Tarihliyiz. Bunu her zaman övünçle söyleyeceğim. Bugünün hayatımızda önemli bir gün olduğunu unutmayalım.
– Evet, insanın hayatında önemli ve unutulmaz günleri olmuştur, gelecekte de olacaktır. İnşallah hep güzelliklerle dolu bir eğitim hayatımız olur.
– Müsaadenizle ben işe döneceğim. Galiba Eylül ayının son haftasında derslere başlayacakmışız. O zamana kadar işime devam etmeliyim. Kaleminizi kullandım, teşekkür ederim. Hoşça kalın şimdilik!
– Güle güle Orhan!
Semra, etrafı gözlemlemeye devam ederken gözüne takılan farklı tiplerin, farklı renklerin ve farklı düşüncelere sahip insanların, gençlerin varlığına çok da kolay alışabileceğini düşünmüyordu. İçinden gelen sesler ve kendi kendine yaptığı yorumlar vardı:
“Ben bu hippi tiplilerle aynı sıralarda oturamam. Sanki kirliliği ve bakımsızlığı moda hâline getirmiş marjinal tipler inşallah benim bölümümde olmaz. Aşırılıklar bana uymaz. 12 Eylül 1980 ihtilali sonrasında siyasi bölünmüşlüğün üstü örtülmüş gibi ama aslında hâlâ sakaldan, bıyıktan yahut giyim kuşamdan, kullanılan dil ve üsluptan kimin kim olduğu çok belli oluyor. Sadece bilim ve eğitimin, kültür ve sanatın, dil ve edebiyatın, teknoloji ve ekonominin, üretim ve bilinçli tüketimin, insanlık ve hoşgörünün, spor ve sağlığın konuşulabildiği, güzel fikirlerin karşılıklı saygı çerçevesinde tartışıldığı, üniversal düşüncelerin sunulabildiği bir üniversite ortamı istiyorum. İnşallah hayal kırıklığına uğramam. Yeni nesil henüz okulda öğrenciyken küçük yaşlarda siyasetle ilgilendikleri kadar eğitimin temel konularıyla ilgilenseler, kendilerini geleceğe hazırlasalar, istikbalin istikrarlı bir biçimde çalışmakla mümkün olduğunu bir anlasalar başarı kendiliğinden gelir. Lisedeki öğrencilik tablosuyla buradaki durum arasında zerre benzerlik yok. Artık gideyim eve. İlk günden eleştiriye başladım, bir de dersler başlayınca bakalım neler olacak? Görelim Mevla’m neyler… Edebiyat okuyunca herhalde daha çok şiirsel ve edebî dille konuşma alışkanlığı kazanırım. Yoksa pek hayalperest miyim? Rahmetli Billûr Annem çok özen gösterirdi Türkçeye. Güzel ve dikkatli konuşmamızı isterdi.
Semra, bindiği halk otobüsüyle eve dönerken bir dakika bile zihnini dinlendirmedi. Hep gözlem ve yorum yapmakla meşguldü kendi kendine. ‘Ben daha düne kadar bu kadar düşünmezdim. Üniversiteli olmak böyle bir sorumluluk kazandırıyormuş demek ki’ diyordu. Gördüklerini annesine ve babasına da anlatıp onların yorumlarını da duymak istiyordu. Zaman zaman babasına düşüncelerini anlattığında takdir edilmesi hoşuna gidiyordu. ‘Bu sefer benim de gözlemlerimden elde ettiğim bulgularla yorumlarım olacak, diyeceğim babama! Bakalım tavrı ne olacak?’ diyerek girdi eve. Nitekim akşama kadar bunun muhasebesini yaparak babasının işten gelmesini beklerken annesi her zamanki tavrıyla:
– Kızım, ben sormadan bir şey anlatmaz mısın sen? Neler oldu bugün? Kayıt oldun. Hayırlı olsun. Anlat bakalım. Neler hissettin kayıt olduğun anda?
– Anneciğim, babamın tayini çıkana kadar birlikte kalacağız. Üniversite özgürlüklerin test edildiği ya da tecrübe edildiği bir ortam öyle değil mi? Ben öyle hissediyorum.
– Canım kızım, üniversiteler gençlerin istediği her şeyi yapabildiği, sınırsız özgürlükler alanı değildir. Her yerin bir kuralı, kaidesi, usulü ve gelenekleri vardır. Bunların birçoğu yazılı bile olmayabilir. Senin özgürlüklerin başkasının özgürlüğünü ihlal etmemeli. Ben öyle büyük laflar etmeyi bilemem ama bizim geleneğimizde anne babanın tavsiyeleri, öğütleri, uyarıları, yönlendirmeleri sebepsiz değildir.
– Vay be anne! Profesör gibi konuştun vallahi. Senden böyle laflar duymamıştım hiç. Siz tayin olup giderseniz, ben özgür kalacağım demek istiyorum. Meselâ televizyonu istediğim zaman seyredebileceğim. İstediğim yemeği pişireceğim, istediğim zaman uyuyup, keyfime göre de kalkacağım. Her sabah “Kalk artık öğlen oldu, yok Üsküdar’da sabah oldu, yok efendim amma da uykucu zamane gençleri…” gibi klâsik uyandırma cümlelerini duymayacağım.
– Benden ayrı kaldığında anlarsın eksikliğimi. Şimdiden söylüyorum sana bak. Belki de yalnız kaldığında kendince sorumluluk anlayışın gelişir, düzenli bir hayat düzeni kurarsın. Evimizden pek eşya da götürmeyiz. Artık en az 4 yıl sabit bir evimiz var diyebileceğiz sayende.
– Anneciğim benim. Yalnızlık çekmem, lakin sizin yokluğunuza alışmam kolay olmaz tabii ki. Arada bir halam gelir yanıma. Akrabalarımız ara sıra hâl hatır sormaya gelseler yeter. Komşularımızdan bazıları akrabadan da yakın bize.
– Allah eksik etmesin onları. Ev alma komşu al, demiş atalarımız. Çok memnunum hepsinden. Lojman hayatını sevmiyorum oldum olası. İş yerindeki resmiyet evin kapısına kadar taşınıyor. Samimiyetten uzak, menfaate veya hiyerarşiye dayalı davranışlar yapay geliyor bana. Ankara’daki dört yılımız dolu dolu geçiyor.
– Vakit epey geçti anne. Babam gelene kadar biraz kitap okuyayım.
– Babanın gelmesi de yakındır Semra. Bugün neler yaptığını anlatırsın babana.
– Sana ne anlatsam sözlerimin peşinden nasihat ya da uyarı gelir. Bazen de tartışmayla sona eren bir diyalog olurdu ama bugün çok tatlısın anneciğim.
– Babasının kızı ne olacak! Hadi git odana da ben de akşam yemeği hazırlığına başlasam iyi olacak.
Semra odasında kitap okurken bir yandan da zihnindeki sorulara cevap arıyordu.
– Hani şu Orhan var ya… Akıllı ve iyi birisine benziyor. Onun gibi daha nice gençler gelecek fakülteye. Kızlar, erkekler… Utangaç, nazik, kibar, zarif gençler olabileceği gibi yırtık, andavallı, armut, bön, hoppidik, zıpçıktı tipler de olabilir o ortamda. Aşırılıkları sevmem ben. Sadelik, tevazu, nezahat, zarafet, letafet, dürüstlük velhasıl ahlaklı olmak benim için ilk planda gelir. Güzel Anadolu’nun küçük köylerinden, kasabalarından, kültürel dokusu bozulmamış şehirlerinden gelen kızlar, delikanlılar olacaktır mutlaka. Arkadaş çevremiz başarımı etkiler, bunu kesin tahmin ediyorum. Lisedeki öğretmenlerimin derslerde anlattıkları hayat hikâyeleri bazen derslerden daha fazla ders vericiydi bize. Arkadaş deyip de geçmeyelim. Lisedeki arkadaşlarımla vedalaşmak zor geldi bana. Okuldan mezun olduktan sonra geçen bir hafta içinde hemen mektup yazdım onlara. Özlediğimi söyledim ve bana gelen cevaplar mutlu etti beni. Bakalım Üniversiteye başlayınca kimleri unutacağım, kimler beni unutacak? Merak ediyorum tabii. Hatıra defterime yazdıklarını tekrar tekrar okuyorum. Kimisi ciddi, kimisi dalgasına yazmış işte o sayfalara. Hele de “Bana ayırdığın bu temiz sayfa için teşekkür ederim sana…” diye yazanlar var ya sanki hiç kompozisyon yazmayı öğrenmemişler gibi geliyordu, Zaman geçtikçe o sözlerin ne kadar samimiyet dolu olduğunu daha çok hissediyorum. Görmeyeli henüz bir yaz geçti, yine de uzun yıllar geçmiş gibi geliyor bana. Bakarsın aynı sınıfta veya aynı fakültede, kim bilir belki de aynı üniversitede okuyacağım lise arkadaşlarım olabilir. Ben çevremde yeni ve değişik insanlar olsun diye istiyorum. Değişik dediysem uçuk kaçık tipler değil ha… Neyse kitabı bu akşam bitireyim de babamla edebî eleştirilere başlarız. Ben galip gelince babam her zamanki gibi “Ben asker adamım kızım! Senin kadar edebiyattan anlamak zorunda değilim!” diyor. Kimi zaman sanki benim şevkimi kırmamak için tartışmayı benim kazanmamı istiyor gibi geliyor bana. Aslında kaybetmeye de alıştırıp hayatta mücadele etmeyi de öğretmeli böylece. Billûr Annem de öyle yapardı. Söz ustası bin bir maharet vardı onda…
***
Vecdi Bey akşamüzeri eve geldi ve her zamanki gibi aile efradına hâl hatır sorduktan sonra Semra’ya dönerek:
– Kızım! Kayıt yaptırmışsın, kimliğini de almışsın, hayırlı olsun. Allah utandırmasın.
– Sağ ol babacığım. Sizlere lâyık olacağım.
– Ondan şüphem yok. Annenle bugün epey zaman geçirmiş gibisin.
– Evet, öyle oldu baba. Fakat farklı bir annem vardı bugün.
– Nasıl yani?
– Filozof mu desem, siyasetçi mi desem, yoksa profesör mü desem? Çok güzel laflar etti.
– Konu neydi?
– Özgürlük!
– Özgürlük mü? Yani Hürriyet… Annen her zaman hür iradesiyle seçimlerde istediği partiye oy verir, istediğini satın alır, istediği gibi atını oynatır… Becerebildiği her şeyi yapar, bazen de bize sorar “Ne istersiniz?” diye ama evi de istediği gibi yönetir. Hiç müdahale etmedim ev işlerine. Ben de karışmak istemedim doğrusunu söylemek gerekirse…
– Babacığım, bazı şeyler kavramsal olarak hürriyet sınırlarına dâhildir, bazı şeyler vardır ki onlar temel insan hakkıdır.
– Bak hele! Bizim Üniversiteli kız hemen büyük sözler etmeye başladı. Kavramsal olarak ha… Devam et bakalım, neymiş o temel haklar?
– İnsanların en temel hakkı yaşama hakkıdır. Yaşama hakkından daha öncelikli bir hak olamaz. Bu hakları güvence altına alan anayasa ve düzenleyen yasalar vardır. Bu yasalar ancak demokratik ülkelerde olur. Yıl 1984 ama hâlâ sorunlu demokrasimiz var.
– Sorunlu demokrasi ne demek? İsteyen istediği gibi konuşuyor ve yazıyor işte. Herkes özgürce yaşıyor. Demokrasinin bütün kurallarını hazmetmek, ona uygun hayat tarzı belirlemek ve demokratik kurallara göre davranış sergilemek pek kolay olmaz şu dönemde. Yeni Anayasa kabul edileli henüz iki yıl olmak üzere. Bence gelecekte geliştirilebilecek bir anayasa olduğunu düşünüyorum. İhtiyaca göre daha geniş hak ve özgürlükler sağlanabilir vatandaş hayrına.
– Fikir özgürlükleri ve sendikal haklar kısıtlı, eğitimcilerin ve özellikle üniversite hocalarının siyasete katılması engelleniyor bu anayasayla. Eğitim düzeyi yüksek olan insanlar ülke siyasetine katkı sağlayamayacak, bu hiç doğru değil. İşçilerin sendika kurması, işçi haklarını kazanmak için grev hakkını bile zorlaştırıyor. Memurların sendika hakkı asla düşünülemez bile… Aslında o kadar çok eksikler var ki, anayasa uzmanı olmak lâzım. Kadın erkek eşitliği ilkelerini düzenleyen kanun da sorunlu değil mi? Bu tür konulara heves ettiğim için Hukuk Fakültesinde okumak istiyordum, nasip değilmiş.
– Neyse kızım, yemeğimizi yiyelim de güzelce bir kahve içeriz, ardından sonra sohbet ederiz. Ancak bir şey demek isterim. Eşitlikten ziyade adaletli davranmak daha mühimdir. Adaletsiz olmak, hakkı göz ardı etmek ve buna bağlı olarak taraf olma hırsı, insanın önce hakikate hürmet etme hissine, sonra da kişiliğine ziyan getirir.
– Bu sözünden anladığım kadarıyla eşitlikten değil, adaletten yana olmak daha doğrudur. Öyle mi?
– Evet… Tereddütsüz evet. Çalışanla çalışmayanın eşit kazanç sağlaması adaletsizliktir.
– Haklısın babacığım.
***
Semra heyecanla derslerin başlayacağı günü beklerken akşam haber ajansında Üniversitelerin 26 eylülde başlayacağını ve yaklaşık olarak haziran ayının son haftasına kadar devam edeceğini öğrendi.
Gün geldi ve Sıhhiye Köprüsünün altında kırmızı-beyaz renkli otobüsten indikten sonra adımlarını hızlandırdı. Bahçe kapısından girer girmez fakültenin ihtişamı karşısında bir an durakladı. Kayıt esnasında hiç dikkat etmemişim, mimarı kim acaba diye merak ediyorum ama ilk işim bu değil. Nasıl olsa en az dört yıl buradayım… Öğreniriz ve merakımızı gideririz diyerek devam etti yoluna… Arka bahçeye girdikten sonra tanıdık bir sima görmek arzusuyla etrafı süzmeye başladı. Belki Orhan’la karşılaşabilirim düşüncesiyle adımlarını hızlandırarak ikinci kata çıktı. Öğretim üyelerinin bulunduğu ikinci katta hocaların kapılarında yazılı isimleri okuyarak tarihî binanın alaca karanlık koridorunun tamamını adımlamış oldu. İsmini duyduğu birkaç hocanın adı da vardı. Severek izlediği ve televizyonda yayımlanan “Bir Kelime Bir İşlem” yarışma programının jüri üyesi olan Doç. Dr. Hamza Zülfikar ile TRT’de yönetim kurulu üyeliği ve dil danışmalığı yapan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı hatırladı.
Semra, fakültedeki ilk saatlerinde bir türlü ne yapacağını bilemiyor, ders programının nerde asılı olduğunu görmek için bakmadığı duvar, kapı veya ilan tahtası kalmamıştı. Kendisi gibi sürekli rast geldiği herkese “Dersler nerde yapılacak? Haftalık program belli oldu mu?” diye soranları fark etti. Sonunda eğitim öğretim yılının başlangıcı hiç de liseye benzemiyormuş kanaatiyle kütüphanenin önündeki oturaklara oturup bir nefes almanın yerinde olacağına karar verdi. O sırada kulak misafiri olduğu öğrenci grubu arasında tanıdık bir ses duydu. O ses Orhan’ın sesiydi. Hemen Orhan diye seslendi.
– Merhaba Orhan. Nasılsın? İyi misin?
– İyiyim. Hoş geldin. Öğretim yılımız hayırlı olsun.
– Sağ ol Orhan. Derslerin programı hakkında bilgin var mı?
– Öğretim yılının ilk günlerinde genellikle eski öğrenciler gelmezmiş. Coğrafya Bölümü ikinci sınıfta öğrenci olan hemşerim Süleyman Elmacı, “Öncelikle öğrenci işlerine gidip üç adet ders alma kartını doldurup danışmana verin.” dedi. O ders alma kartına da pelür deniyormuş. Ben de ilk kez duydum. Bunun Türkçesi yok mu acaba? İstersen birlikte alalım. Süleyman bize yardım edecek.
– Tamam, hemen gidelim.
Öğrenci İşleri Müdürlüğünden üç farklı renkte aldıkları kartlara alınması zorunlu olan derslerin kodlarını, adlarını ve kredi /saatlerini yazmak gerektiğini örnek bir formdan görerek doldular. Dersleri görünce Semra’nın şaşkınlığı arttı.
– Ooo, ne kadar çok ders varmış! Baksana Orhan! Osmanlıca, Edebî Bilgiler, Türkiye Türkçesi, Yeni Türk Edebiyatına Giriş, Eski Türk Edebiyatına Giriş, Metin Şerhi, Metin Tahlili, Batı Edebiyatında Akımlar, Türk Halk Edebiyatına Giriş, Dilbilime Giriş, Türk Halk Bilimi, Türk Dili Tarihi, Türk Dili Bibliyografyası ve Üniversitelerde okutulan ortak zorunlu dersler; İngilizce, Beden Eğitimi, Türk Dili, İnkılap Tarihi de cabası. Haftada 32 saat ders. Üniversitede bu derslerin sayısı az sayılmaz. Hepsi tamam da şu Osmanlıca dersini merak ettim doğrusu. Osmanlı Türkçesi demek daha doğru olmaz mıydı? Dersler başlayınca hocalara ilk sorum bu olacak.
– Bu bölümde başarılı olmanın temel şartlarından biri olsa gerek. Bin yıllık geçmişe ait eserlerin okunması, anlaşılması için Osmanlı Türkçesini öğrenmek gerekiyor.
– Tamam, anladım da ders saati olarak çok fazla değil mi? Bu programa göre bizim hiç dinlenmeye, araştırma yapmaya, hatta ödev yapmaya bile zamanımız olmayacak gibi görünüyor. Kültür ve sanat etkinliklerine, sinema, tiyatro veya ders dışında bizim kütüphaneye bile zamanımız kalmaz bunca dersten sonra.
– Haklısın Semra. 12 Eylül rejimi Üniversitelerde kimsenin bir dakikasını bile boş bırakmak istememiş. Varsa yoksa derse gir çık diyorlar bize. Oysa spor yapmaya, dinlenmeye, sosyal ve kültürel etkinliklere katılmaya da zaman ayırmamız lâzım, ama nerde?
– Programa göre Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersimiz olacak ama ondan önce danışmanımız kimmiş, onu öğrenelim. İkinci kattaki bölümümüzün ilan tahtasında yazıyordu. Haydi gidip bakalım.
Ağır adımlarla Orhan, Celal ve Süleyman olduğu hâlde ikinci kata çıktıklarında öğrenci listesinin beş gruba ayrıldığı, Osmanlıca derslerini de beş ayrı grup hâlinde alacaklarını anladılar. Orhan’ın akademik danışmanı Yard. Doç. Dr. Kayahan Erimer, Semra’nınki ise Doç. Dr. Cem Dilçin olarak yazıyordu listede. Osmanlıca dersinde Orhan, Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’nun, Semra ise Doç. Dr. Mustafa Canpolat’ın grubunda görünüyordu. Kapılara bakarak Kayahan Beyin ve Cem Beyin odasını bulmaya koyuldular. Dediklerine göre, Cem Bey, sert tavırlı birisi olsa da içinde bir naiflik olan, herkesle diyalog kurmayan ama sevdiklerine tavrı müşfik, bunun yanı sıra intizamsız, dikkatsiz ve özensiz tiplere ise gıcık olduğunu, gayri ciddi karakterlerden hazzetmediğini muhatabına derhal yansıtan bir akademisyen olarak tanınıyormuş.
Bu ön bilgilere sahip olarak endişe içinde yöneldi ve koridorun sağdan üçüncü sırasındaki odada Cem Bey’in adını görünce hemen kapıyı çalıp içeri girdi Semra. Sert tavırlı, çatık kaşlı bir hocayla karşılaştı. Selam verdikten sonra:
– Affedersiniz Hocam. Ders alma işlemlerini yaptırıyorum da bir eksiğimiz var mı acaba? Kontrol eder misiniz? Danışmanımız olarak imzanızı atar mısınız?
– Aferin kızım! Hiçbir eksiğin yok. Bugün hatasız olarak ders alma formu dolduran ilk öğrenci olduğunu söylemek istiyorum. Başarılar dilerim.
– Teşekkür ederim Hocam. Bizim hangi derslerimize gireceksiniz acaba?
– Edebî Bilgiler ve Metin Şerhi derslerinde beraberiz.
– Çok teşekkür ederim Hocam. Müsaadenizle ben çıkayım. Hoşça kalın.
– Güle güle Semra.
Semra’yı dışarda bekleyen Orhan, Celal ve Süleyman merakla:
– Nasıl oldu? Neler konuştunuz? Bu adam pek sert karakterli diye konuşur arkadaşlarımız. Kızmaya bir bahane bulmadı mı?
– Gayet nazik karşıladı ama görünüşü çok ciddi. Orhan ve Celal, siz kendi danışmanınızı bulamadınız değil mi?
– Bu katta öyle bir isim yok. Acaba başka bir yerde mi odası? Kime soralım Süleyman?
– Arar buluruz. Merak etmeyin. Bugün nasıl olsa ders yok. İlk derse kadar işlemler tamamlanır. Siz de işinizi halletseniz iyi olur. Kafan rahatlar Orhan. Ben bugünün işini yarını bırakmam kardeş.
– Peki, hemen soralım şu kat görevlisine.
Kat görevlisi, Kayahan Beyin odasının giriş katın altındaki TÖMER ve Antropoloji Müzesinin olduğu yerde olduğunu söyledi. Gittikleri yerde çekik gözlü, zenci, Arap, Avrupalı değişik ırklardan insanlar vardı. Anlaşılan orada Türkçe öğreniyorlardı. Kayahan Bey’in odasını buldular ama odadaki diyalog çok ilginçti. Orhan’la Celal elindeki pelürlerle içeri girdiğinde Semra’yla Süleyman dışarıda bekliyorlardı. Orhan’ın tereddütlü girişi kafasını karıştırdı o an. “Bu adam doçente benzemiyor ama neyse soralım hadi!” dedi:
– Şey… Kayhan, Kayıhan, Kayahan Beyle görüşecektik. Hocanın adını karıştırdım galiba. Siz misiniz?
– Hayır! Kayahan Bey şu anda yok. Siz yabancı mısınız?
Celal ve Orhan birbirine bakıp biraz duraksadıktan sonra hemen Celal:
– Şey… Evet… Tabii yabancıyız.
– Şu yan tarafta TÖMER var, oraya gidip kaydınızı yaptırın. Şefika Hanım yardımcı olur.
Orhan hiç cevap vermeden şaşkın biçimde çıktı. Semra ile Süleyman’ın meraklı bakışları arasında ne diyeceğini bilemedi.
– “Şu yan taraftaki TÖMER’e gidin, kayıt yaptırın!” dedi adam.
– Aman, sizi yabancı uyruklu mu sandı yoksa?
– “Yabancı mısınız?” diye sordu. Celal de “Evet!” dedi ve çıktık.
Süleyman kahkahayla karşıladı bu durumu.
– Yahu kardeşim siz yabancı mısınız ki? Ne işiniz var TÖMER’de?
Celal de bu komik duruma:
– E ne yapalım? Ankaralı değiliz anlamında, buraların yabancısıyız düşüncesiyle evet dedim. Ayrıca hiç doçente de benzemiyor adam. Aman boş verin! Bugün tekrar gitmeyelim o kapıya!
Celal, Orhan ve Süleyman, Semra’yla vedalaşıp ayrıldılar. Daha sonra fakültede bilinmesi gereken yerlerin tamamını Süleyman’dan öğrenen Orhan’ın en çok ilgisini çeken yer kütüphane oldu. Çok değerli elyazması eserlerle binlerce tarihi kitabın bulunduğu kütüphanedeki koruma önlemlerinin ciddiyeti dikkatini çekmişti. Süleyman’la daha sonra aralarında iyi bir samimiyet başlamıştı. Taşova’ya bağlı Uluköy’den Ankara’ya gelen, güler yüzlü ve her hâlinden mütevazılığı belli olan Süleyman, Orhan’ın da çok iyi bildiği kendi topraklarının insanıydı. Onun fakülteye adım atar atmaz ilk tanıştığı öğrenci olmasına pek de hayret etmişti.
– Sekiz bin öğrencisi olan fakültenin bahçesinde ilk rastladığı insanın hemşerisi çıkması pek de rastlanır bir durum olmasa gerek. Süleyman kardeşim, Uluköy’ü biliyorum ben. Birkaç kez gittiğim kasabanızda liseden arkadaşım Salih ve Hasan vardı. Onları ziyaret etmiştim. Okuyan insanları çok diye anlatırlar. Hatta çocukluğumda hayal meyal hatırladığım köyümüzde öğretmenlik yaparken evimizde iki yıl kalan Nihat Özbilgin öğretmen de sizin Uluköy’dendi.
– Maşallah Orhan. Sen bizim Uluköy’ü benim kadar biliyorsun galiba…
– Galiba deme… Ellâm desene!
– Sen dilci olacaksın. İleride “ellâm” sözünün nerden çıktığını, nasıl oluştuğunu da öğrenirsin ve bize de anlatırsın değil mi?
– Lisedeki edebiyat hocam da bu fakülteden mezun olmuş. Muammer Turhan Hocamız bu sözün Allahualem (Allah bilir) kalıp sözünün galatı meşhur hâlidir demişti.
– Çok ilginç kardeşim… Sen fakülteye hazır gelmişsin.
– Senin tecrübenden faydalanarak daha iyi olmaya gayret edeceğim inşallah…
İlk ders çarşamba günü saat 9.30’da 105 numaralı amfide yapılacaktır. Ramazan Kaplan hocanın dersine herkes gelmiş. Çok kalabalık. Yeni kayıt olan 157 öğrenci, çok kalabalık. O yetmezmiş gibi üst sınıftayken başarısızlık nedeniyle tekrara kalan öğrencilerle amfi dopdoluydu. Herkes yanında oturanla tanışıyor. İlk ders heyecanıyla kalbi pır pır eden gençlerle doluydu Dil-Tarihin 105 numaralı en büyük dersliği. Ders saati geldi çattı. Hızlı adımlarla açık renk takım elbiseyle sınıfa gelen hoca hışımla:
– Susun bakalım! Biz eşekbaşı mıyız? Oturun yerlerinize!
Herkes öğrenciliğinin ilk dakikasında fena bir muameleye maruz kalmıştı. Hakikaten fena bir durumdu. Kızgın Hoca, bakımlı ve briyantinli saçlarıyla dikkat çekiyor, çok havalı biri olduğunu hissettiriyordu. Sözlerine yüksek sesle şöyle devam etti:
– Benim derslerimde ciddiyet isterim! Bir sorunuz varsa hemen sorun, yoksa derhal derse başlayacağım!
O kadar hışımla gelip bağırıp çağıran adama kimse soru sorar mı? diye düşünürken, sonradan adının Suat olduğunu öğrenilen öğrenci:
– Hocam, Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersinde hangi ders kitaplarını kullanacağız? Hangi konuları işleyeceğiz?
– Yeni Türk Edebiyatı da nerden çıktı? Bizim dersimiz Farsça değil mi arkadaşlar?
Sınıfın tamamı birden:
– Hayır Hocam! Burası Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıfı!” dediklerinde Farsça hocasının sınıftan çıkışına değil, âdeta kısa metre koşucusu gibi hızla gidişine şahit olmuşlardı bütün öğrenciler. Çok kısa süre sonra sınıfa giren Ramazan Bey, işinin ehli, nur yüzlü, ciddi ve edebiyatı sevdiren biri olduğunu hissettirmişti.
İlk dersten sonra Orhan, danışmanı Kayahan hocayı nihayet bulmuştu. Bir gün önce odasında gördüğü hoca farklıydı. Kayahan Hoca ince yapılı, şen şakrak bir insandı. Orhan’ı TÖMER’e göndermeye çalışan hoca ince bıyıklı, alnı geniş, çenesi dar, beyaz tenli birisiydi. İşlemlerini yaptırdıktan sonra Öğrenci İşleri Müdürlüğüne gitti. Ders alma kartını verdiği memur, kayıt esnasında karşılaştığı Mehmet Bey:
– Orhancığım! Sen bu bölümü Türkiye birincisi olarak kazandığını biliyor musun?
– Hayır, nerden bileyim ki ağabey?
– ÖSYM’den gelen listeye göre en yüksek puan senin. Tebrik ederim, inşallah bölümü de başarıyla bitirirsin. Bu puanla başka fakülteleri de kazanabilirdin.
– Sağ ol Mehmet ağabey. Bu bölüm istediğim bölümdü. Çalışmaya ve başarılı olmaya gayret ederim.
***
Fakültede derslerin yoğunluğu, ortama alışma, arkadaş çevresi oluşturma, ödevler vs. derken günlerin nasıl geçtiğini anlamak imkânsızdı. Orhan, üç arkadaşıyla kiralık bir evde yaşıyor, onların her biri farklı üç karakter olup farklı dünyaların yakın dostlarıydı. Orhan, derslere devama önem verse de onun evde de ödev yaptığını, ders çalıştığını gören de olmuyordu. Kitap okumak, gazete, dergi okumak onun vaz geçemeyeceği alışkanlıklar arasındaydı. Biraz sanat müziğine ilgisi olsa da güzel olan her müziği dinlerdi. Arkadaşları dönemin taverna ve arabesk şarkıcılarını şevkle dinlerken Orhan, klâsik Türk müziğinden hoşlanıyor, en büyük arzusu da para biriktirip klâsik Türk müziği aletlerinden birini, özellikle ut veya tambur almaktı. Bekâr evinde intizama, temizliğe azami dikkat ettiğini, bu hususta otoritesini ilk günden hissettirmişti. Kaldıkları daire, mahallenin en eski apartmanın bahçe katındaydı. Yaklaşık iki dönüm kadar da bahçesi bulunan eski Ankara apartmanlarının güzel bir örneğiydi. Ev sahibi Vural Bey, Sanayi Bakanlığında üst düzey bürokrattı; bazen kiranın yarısını iade ederek “Sizin ihtiyacınız daha çok bu paraya.” diyen gözü gönlü tok hayırsever bir kişiydi. Bazı komşular bekârların orada kalmasından rahatsız olsa da onları tanıyanlar kimseyi rahatsız edecek tavırları olmadığını görünce de selamlaşıp hâl hatır sorarlar; hatta onlara zaman zaman pişirdikleri yemeklerden ikram ederlerdi. Özellikle ramazan ayında oruç tuttuklarını anlayan bazı komşular iftara davet edip sahur için de yemek göndermeye başlamışlardı. Orta hâlli geleneksel aile yapısını koruyan, genellikle muhafazakâr ve milliyetçi görüşe mensup ailelerin yaşadığı Keçiören semtinin o yıllardaki genel karakterini yansıtan mahallede çokça şeyler yaşadılar. Bir gün apartman yöneticisi Yozgatlı Ramiz -kızlarını kıskandığından olsa gerek- gençleri toplayıp “Bir an önce burayı terk edin!” demek için hazırlanırken ne olduysa birdenbire iftar yemeğine davet etti. Orhan bu durumu fark edip sordu:
– Ramiz amca! Davet ederken tavrınız bambaşkaydı. Bizimle akşam bahçede görüşeceğinizi söylerken tavrınız sertti; korkuttunuz bizi. Şimdi ise birden kendimizi sizin iftar sofranızda bulduk. Hayırdır inşallah!
– Bak evladım. Ben uzun yıllar yokluklar içinde yaşayıp çalıştım çabaladım ve orta hâlli bir işçi oldum, bugünlere geldim. İlkokuldan sonra okuyamadım, okula gidenleri gördükçe imrenirdim. Giyimlerine, tavırlarına, konuşmalarına ve neşe içinde güle oynaya gezmelerine özenirdim. Sizinle bir bağ kurmak istedim ama onu beceremedim. Nasıl ve ne şekilde davranacağımı bilemedim. Sevgimi de nefretimi de anlatmakta sıkıntım oluyor. Kızlarımı sizden kıskandım, ama yengeniz Naciye, “Meral kızımın ödevlerine yardım ettiler, ders çalıştırdılar ve yavrumun derslerindeki başarısı arttı. Teşekkürnâme aldı kızımız bu çocuklar sayesinde.” dedi. Büyük kızımız Nuran ise okumak istedi ama okuyamadı, sizlerle yaşıt sayılır. Ona da münasip bir iş bulabilsek belki bahtı açılır. Biz cahil adamız. Duygularımızı anında anlatırsak ne âlâ, yoksa hep sert konuşup kalp kırarız. Mübarek ramazan ayının hürmetine davetimize geldiniz; sağ olun. Bundan sonra size kimse yan bakamaz burada.
– Ramiz amca… Davetiniz için biz teşekkür ederiz. Bizim kimseye zararımız olmaz, aksine faydamız olur. Bizim de ailemiz sizden farklı değil. Aynı toprağın insanıyız. Bizden yanlış bir hareket göremezsiniz. Bakın, bizim üstümüzde oturan Fevzi amcanın ikiz kızları var, selamlaşırız onlarla. Onlar da Üniversite öğrencisi. Bahçede oturup ders çalışırız. Bunda yanlışlık yok. Fakat çevrede cahiller olabilir, işte onlar yakıştırma yapabilir, sıkıntı çıkmasını istemeyiz.
– Fevzi ağabeyin bu ikizleri de son sınıfta öğrenci ama onlardan da önce yine kız ikizleri vardı. Birkaç yıl önce gelin olup gittiler. Adamcağızın iki hanımından da ikiz kızları oldu. Böylece dört kızı var. Cennetlik adam yahu…
Celal söze girerken biraz da heyecanlıydı. İnce tiz perdeden çıkan sesiyle:
– Fevzi amcamız eski Ankaragücü futbolcusuymuş, bize ara sıra anlatıyor. Çok hoşsohbet bir insan olduğunu gördük. Ramazan girdiğinden beri pek sakin görünüyor. Neden acaba?
– O, ramazan ayı haricinde her akşam kafayı çekmeden eve dönmez. Mübarek ayın hürmetine böyle sükûnet içinde duruyor.
– Geçenlerde burnu kanadı, kanama durmayınca Numune Hastanesine biz götürdük de kurtuldu. “Erkek evladım olmadı.” diye içiyorum demişti. Eve döndükten sonra bizden çok memnun olduğunu söyledi.
– Gençler! Allah orucunuzu kabul etsin. İnşallah uygun zamanda yine soframıza bekleriz.
Beklenmedik davetten mutlu bir şekilde ayrılan gençler, böylece yeni davetlere adım atıyordu. Türk insanının derunundakileri anlatması bile sorun. Kimisi söz ustasıdır, kimisi de “Ben çok güzel şeyler demek istiyorum ama anlatmaya söz bulamıyorum…”, der. Kimisi de doğru sözü yanlış zamanda, yanlış yerde söyler. Ramiz amcanın durumu aslında öyledir ve Ramiz amcalar hep vardır bu memlekette.
***
Üniversite öğrenciliği pek de kolay geçmiyor Orhan için. Her öğrencinin derdi de başka, derdinin dermanı da başka. Kendi hâline şükrederken bir yandan da derslere eksiksiz devam ediyordu. Arada bir şehrin parklarına ve değişik semt ve mahallelerine gidip insan manzaralarını seyretmeyi seviyordu. Bir gün Ankara kalesine, başka bir gün Bahçelievler’e, bir hafta sonu Çankaya semtini gezdiyse, takip eden hafta Mamak’ta Boğaziçi Mahallesine gidiyordu. Ekonomik ve kültürel bakımdan farklı yerleri gezerken ülkenin değişik insan davranışlarına şahit oluyor ve böylece gözlemde bulunup kendince gelecekte sosyolojik yorumlar yapmak için birikim sağlıyordu. Arkadaşları bazen merak edip gerçekten niçin çok farklı yerleri geziyorsun, böylece ne elde etmek istiyorsun? diye soruyorlardı. Orhan’ın Ankara’daki eğitim hayatı yoğun geçse de zaten bu şehir içi gezilerini yaparken bedenen olmasa da zihnin ve ruhen dinleniyordu, en azından öyle hissediyordu. Kendisiyle musahabe hâlindeyken ummadık sözleri ve olayları hatırlıyordu. Orhan’ı ara sıra fakültede bazen de evinde ziyaret eden İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan çocukluk arkadaşı Muzaffer de benzer yorumlar yaparken öyle demişti. Her zamanki gibi aralarında geçen bir konuşmada yaşamaktan maksat nedir ve hayattan ne anladıkları üzerine konuşurlarken Orhan Muzaffer’e:
– Yaşamak nedir sence?
– Yaşamak; hissetmektir. Hissetmediğinde “yoksun” demektir.
– Çok hissediyorsa insan ne yapmalı?
– Çok hissediyorsan, çok yoğun duygular yaşıyorsun demektir. Henüz derinlere gidecek ehliyete sahip değiliz. Bir gün elbet cevapsız sorulara kendimiz cevap veririz. Yine de cevap bulamazsak bilenleri aramakla geçer ömrümüz. Çok okumalıyız çok… Felsefe okumalıyız, düşünmeyi ve düşündüklerimizi anlatmayı öğrenmeliyiz. Henüz çok göğbaşız biz yani hamız kardeşim.
– Bir yanda varlık, bir yanda yokluk içinde bir hayat var bu şehirde. Özlemlerim var benim; bizim yörenin ifadesiyle bazı şeyleri pek göresidim vallahi.
– Nedir Orhan o göresidiğin şeyler?
– Adım attığımda her kapıdan aynı yağın, aynı aşın, aynı ekmeğin kokusu gelsin burnuma. Zenginle fakirin sofrasında çok fark olmasın. Ekmeğin, cevizli-haşhaşlı çöreğin kokusu ile kömüş yoğurdunun lezzetini göresidim.
– Azizim, sen geleceğe bak. Takılma bunlara… Bu şehirde ortak olan bir koku yok, kokular var; benzin, mazot, yakıt kokusudur. Kış gelince de berbat kömür ve is kokusudur. İster beğenirsin ister beğenmezsin. Bizim oraların çiğdem, menekşe ve nevruz çiçeklerinin, ardıç ağaçlarının kokusunu daha çok özleyeceksin.
– Tabiat yerine beton ve taş yapılar arasında bir de içindekileri düşünürsek vay hâlimize… Aslında yokluklar içinde büyük zenginliklere sahip olduğumuzu elbet bir gün daha fazla hissedeceğiz. O zaman köyümüzün ormanı, suyu, havası, dağı, taşı hissedildikçe yaşadığımızı da hissedeceğiz.
– Orhancığım! Nostalji diye bir kavram var, bu aralar moda oldu her konuşmada bu sözü kullanmak. Geçmişe özlem duygusu olarak ifade edersek herkesçe anlaşılır. Henüz genç bir üniversite öğrencisiyiz! Geçmişimiz ne kadar ki? Şimdilik geleceğe bakalım geleceğe…
Ders çalışmaktan başka ilgi alanı bulamayan Celal ise babasının yaşadığı sıkıntıları hissettirmemeye çalışsa da derdini paylaşacağı tek kişi Orhan’dı. Liseyi de devlet parasız yatılı öğrencisi olarak birlikte okumuşlardı. Kader birliği yapıp imkânlar çerçevesinde yine beraber okuma gayretindeydiler. Hemşerisi Ali Şakir, Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Arada bir konuşmaları, ziyaretleri Celal’i rahatlatsa da hafakanların bastığı anlarda içindekileri döktükçe döküyordu sabahlara kadar… Sınıfta yeni arkadaşlar edinse de bu devamlılık arz etmiyor ya hep ya hiç anlayışıyla uç noktalarda dolaşıyordu. Ev arkadaşlarından Recai’yle Faruk evde misafir gibiydiler, bazen sadece yatmaya geliyorlardı. Araştırma ödevleri için ilk başvurdukları Celal oluyordu. Yedi çocuklu ablasının yanında ikamet eden Aksaraylı Yücel de evin müdavimlerinden biri olup ders çalışmada, görev ve sorumluluk almada ideal öğrenci tipine sahip görünüyordu. Hamza Bey, sınıf başkanı olduğundan beri mümessil diye hitap ettiği için herkes de ona mümessil diyordu. Kalabalık sınıftan bazıları adının Yücel olduğunu bilmezlerdi. Yücel’in ziyaretleri evi kütüphane havasına sokuyor, Hakan’ın ziyaretleri ise şenlendiriyordu. Evdeki en güler yüzlü adam Orhan olsa da içinde yanan ateşi ve derunundakileri kimse bilmezdi. Arada sırada elektrik kesintisi olduğunda şarkılı türkülü geceler yaşanıyor, elektrik varken gürültü yapıyorsunuz diye onları arada bir uyaran üst kattaki komşu Hatice teyze de pek memnun kalıyordu. Torunu Sancar’ı gönderip türkü isteklerinde bulunması da pek hoş geliyordu gençlere. “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü rahmetli kocasına ithafen istediğini söylerdi bazen.
Semra, Orhan’la teneffüslerde bazen derslerde aynı sıraya oturarak günlük olağan öğrencilik hayatına dair konularla sınırlı konularda konuşuyor, Orhan’dan da dolayısıyla benzer içerikte cevap alıyordu. Derslerdeki tartışmalara girmiyordu, sadece dinleyip her zamanki gibi gözlemci tavrını sürdürüyordu. Aynı tavrın Orhan’da da olduğunu fark etmişti. Tartışmalar genellikle dilde sadeleştirme konusunda üstü örtülü biçimde siyasi düşüncelere endeksli yapılıyordu. Bilimsel gerçeklerin yerini siyasî ve ideolojik yaklaşımların bastırmasından rahatsızlardı. Yine hararetli bir tartışmanın yapıldığı Türkiye Türkçesi dersinden sonra Semra, Orhan’a kütüphanenin önünde biraz sohbet etmek istediğini söyledi:
– Tamam, ama fazla zamanım yok.
– Seninle ciddi konularda konuşmak için randevu mu almak lâzım?
Orhan’ın hiç beklemediği bir tavırdı bu. Biraz da kız arkadaşlarıyla hep mesafeli konuşmaya alışmış olan bir gencin Semra’ya cevabı son derece nazik oldu.
– Estağfurullah Semra. Hadi öyleyse, vaktimizi değerlendirelim.
– Zamanım yok diyerek başladın söze de onun için dedim.
– Millî Kütüphaneye gideceğim, orada aradığım kitapları bulurum.
– Millî Kütüphane 24 saat açık. Sen ilk kez gideceksin galiba. Millî Kütüphane yerinde durur, kaçmaz.
– Tamam tamam. İyi de neden kütüphanenin önünde oturalım ki? Kantine gitsek olmaz mı?
– Sigara dumanından çok rahatsız oluyorum. Üstüm başım kokuyor. Eve gittiğimde babam “Sigara mı içmeye başladın yoksa kızım?” diyor bana. Bir gün eğitim kurumlarının bütün alanlarında sigara içilmesini yasak ederler de kurtuluruz şu meretin ziyanından.
– Haklısın, aslında ben de kantine pek gitmek istemem ama bir çay içmek istedi canım.
– Çayı başka bir gün içeriz. Dışarda nezih yerler var. Sigarasız, içkisiz, oyunsuz yerler. Sadece okumaya, yemek yemeye, çay içmeye ve sohbet etmeye uygun mekânlar var.
– Gerçek bir kıraathane desene! Sahiden Ankara’da öyle yerler var mı?
– Kıraathane demeyelim ama nezih ortamlar çok az da olsa var…
– İşte geldik kütüphane önüne… Burası koskoca fakültenin küçücük de olsa oturma alanı. Birkaç bank dışında oturulacak yer yok. Kantin desen tilki ini gibi, duman altı yerler.
– Evet, sohbet edelim dedin Semra. Özel bir konu mu yoksa?
– Özel bir konu da değil, özel bir mesele de değil,. Birkaç sorum olacak sana. Sadece seni daha doğru anlamak için. Ne bileyim işte… Neden böyle düşündün dersen onu da ben bilmiyorum. Birdenbire içimden öyle geldi.
– Söze böyle başlaman hoşuma gitti. Rahatladım. Birden senden korktum biliyor musun? Yoksa Semra’ya karşı bir yanlışım mı oldu diye işkillenmiştim.
– Sınavlarda o kadar başarılısın, derslerde hiç aktif değilsin. Neden?
– İlginç. Böyle bir soruyu kimse sormadı bana. Onun için de çok ilginç geldi bu soru bana.
– Cevap vermek yerine yorum yapıyorsun Beyefendi.
– Aslında sorduğun soru, cevabı kendinden menkul soru değil mi?
– Hayır, çok merak ediyorum. Sınıf ortamından çekindiğin için mi, özgüven eksikliği mi, yoksa -tabirimi mazur gör lütfen- ezberci, inek öğrencilerden misin?
– Senin kanaatin nedir?
– Aman Allahım! Ben soruyorum, ama yine cevaplar benden isteniyor! Lütfen ciddi olur musun?
– O nasıl söz? Senin kadar ciddiyim. Daha fazla kızdırmak istemem seni. Biraz uzun anlatırsam sıkılmazsın değil mi?
– Zevkle dinlerim seni.
– Bazen susmak daha iyi cevaptır. Sorulmadan cevap vermeye alışamadık biz. Terbiyemizden, görgümüzden, ananelerimizden kaynaklanan sebeplerle susmanın da tesirli bir cevap olduğunu biliyoruz. Muhatabını çıldırtmak için bile kullanılabilecek bir araçtır sükût etmek. ‘Söz gümüşse, sükût altındır.’ demiş atalarımız. Kime ait olduğunu bilmediğim ancak beğendiğim bir sözde de ‘Konuşmak ihtiyaç ise susmak sanattır.’ Susma hakkımı değil, susma sanatını icra etmek daha mühim değil mi?
– Hep susan, konuşmayan, sus pus oturup öyle etrafı sadece dikizleyip bazen tebessümle, bazen istihza dolu bakışlarla, bazen de renksiz ve ruhsuz bir tavırla tartışmaları izlemek çok mu hoş yani?
– Amacımız muhatabımızı avlamak ise onun zaaflarını tespit edip, çelişkilerini önüne koyarsınız, tenakuz durumunda olduğunu kanıtlarsınız ve hedefinize ulaşırsınız. Mücadelede sizin silahınız ya da gücünüzün yerine muarızlarınızın zaaflarıyla galibiyet elde etmek bana pek etik görünmüyor.
– Üniversitelerdeki sınıflarda tartışmalar bilgiye, bilime ve kanıta bağlı değil maalesef… İdeolojik önyargılarla süslenmiş laflar argüman olarak kullanılıyor. Üstelik hâlâ olağanüstü hâl yasalarıyla yönetildiğimiz bir dönemde neleri tartışabiliriz ki? Sınıfımızda postallı veya sivil güvenlik elemanları var. Fikir hürriyetinin olmadığı durumlarda hakikat yerine laf ebeliği yapmak zorunda kalınması bana ters geliyor. Fikir hürriyetinden önce irade hürriyeti olmalı ki fikirler asıl o zaman hür olur.
– O zaman bilimsel temellere dayalı konuş! Dayanakların da pozitif bilimler olsun. Bilgilerini kullanarak güzel hitabetinle etkili olursun bence. Sendeki cevherin kaç kişi farkındadır bilemem. Ben öyle düşünüyorum ki, medenî cesaret eksikliği ve alışkanlık hâline getirilmiş suskunluğa sığınıyor ve kaçıyorsun.
– Üniversite nedir? Üniversal anlayışa sahip fikri hür insanların bilim ürettiği kurumlardır. Sorgulayan, yorumlayan ve analitik düşünce yapısına sahip genç dimağlar yetiştirmek yerine yalnızca yönlendirilmiş malumatları sözde bilim diye ezberleyerek muhataplarına yaralayıcı bir üslupla kabul ettirme yarışına giren aynı türde bir kişilik kazandıran sistem içinde neyi tartışalım, nasıl konuşalım? Münazara kavramı anlamını yitirdi ve yerini kavgaya bıraktı. Sana göre benim mutlaka konuşmam, tartışmam lâzım ve kazananın da yine ben olmam şart mı?
– Kesinlikle şart! Hep böyle kalamazsın. İçindeki cevheri gün ışığına çıkarmakla görevliyim. Sendeki istidadın farkına varmak da bana düştü Orhan!
– Hay Allah, senin ne kadar çok görevin varmış? Doğrusunu söylemem gerekirse psikolojik danışma ve rehberlik uzmanı gibisin. Bana katkın ve faydan olacağını düşünüyorum ama pek kolay olmayacak galiba. Bu hususta başarıya ulaşmak daha çok sana bağlı, bana değil.
– Tek düşüncem, müthiş yetenek sahibi müzisyenin şaheserinin notalarına dokunduğunda duyduğu ahengi hissetmek istiyorum. Seninle oturup konuştuğumuz andan beri yorgunluğumu, derdimi, tasamı unuttum bugün. Hep Billûr Annemle konuştuğumda iç huzuru bulurdum. Artık sen varsın.
– Aslında seninle pek de baş başa oturmadık. Sınıfta bazen aynı sıraya oturduğumuzu hatırlıyorum. Derdin, tasan, kaygın nedir sahi? Ben de onu merak ettim Semra. Ailenle berabersin zannediyorum. Dersten çıkıp eve gittiğinde yemeğin hazırdır, ders çalışmak için güzel bir odan da vardır. Bizim gibi kendin pişir kendin ye durumunu her gün yaşamıyorsun.
– Orhan! Babamın tayini çıktı. On beş gün içinde gidecekler Erzurum’a. Hiç ailemden ayrı yaşamadım, yalnız kalmadım. Buna alışmam gerekiyor ama kolay olmayacak. Sen yatılı okuldan başlayarak son beş altı yılda alışmış olmalısın ailenden ayrı yaşamaya. Aslında ben yalnızlıktan değil, paylaşamamaktan sıkılırım. Sevincimi, heyecanımı, beğendiklerimi, nefret ettiklerimi paylaşmaya alışmışım. Rahmetli nineme biz Billûr Anne demeye alıştık. Öldükten sonra da Billûr Anne diyoruz. Yüksek Kız Öğretmen Okulu mezunuydu. Bilge kadındı… O yaşasaydı birlikte kalırdım onunla… Şimdi arada bir resmine bakarak, kimi zaman fısıldayarak, kimi zaman da tatlı bir sohbetteymişiz gibi konuşuyorum.
– Hiç de öyle görünmüyorsun Semra. Sır küpü gibisin bence. Seni ilk tanıdığım günden itibaren lüzumsuz bir laf ettiğini duymadım. İltifat etmek için söylemiyorum ama bunu başkaları da söylemiş olmalı. Ailenin tesiri de vardır belki, babanın disiplini, annenin uyarıları vs. diyordum ama Billûr Anne muhteşem bir kadın olmalı. Eskiden Dârulmuallimât denen okula şimdi Kız Öğretmen Okulu, Dârulmuallimîn’e ise Erkek Öğretmen Okulu deniyor. Çok şanslısın…
– Bizimkiler gittiğinde yalnız kalmaya uyum sağlamak kolay olmayacak. Kapıdan çıkarken “Pencere mi açık kaldı? Ocağı yanar hâlde mi unuttum acaba? Sular kesikti, ben yokken sular gelirse fena olur, açık musluk kalmış mıdır?” gibi sorularla yeniden dönüp dönüp evi kontrol etmek var işin içinde. Annem varken bunları düşünecek hâlim yok tabii.
– Sen şimdiden başlamışsın yalnız yaşamaya. Hayırlısı olsun artık. Ne diyeyim ki? Bazı insanların kaderi göçmen kuşlara benzer. Dünya kuruldu kurulalı böyledir bu. Vakti gelince ne daha önce ne daha sonra… Göçmen kuşlar uzun bir yolculuğa çıkar. Onların hayat iklimi hep aynıdır.
– Orhan, sana teşekkür ederim. Bugün güzel bir gün geçirdim sayende. Şu bir saat içinde konuştuklarımız Üniversite öğrencisine yaraşır konuşmalardı, farkında mısın? Senin gibi üç beş kişi daha olsa iyi olur. Böyle kalabalığın arasında değil de kütüphane sessizliği gibi de değil, mütevazı bir etkinlik salonu olsa. Yuvarlak masa etrafında haftada bir iki saat seviyeli, temalı, güncel konularda konuşsak nasıl olur? Herkes fikrini beyan etmek için hazırlanır gelir. Dil edebiyat, sanat konularında kendimizi geliştirmiş oluruz. Dinleyiciler de olur, geniş bir kitle oluşur etrafımızda.
– Sevgili arkadaşım, ağzından bal damlıyor. O kadar güzel bir fikir sunuyorsun ki, beni bile ikna ettin hemen. İçimde biraz inatçılık vardır benim. Önerini beğendim ama kiminle nerede yapılacak bu? Senin önerin aslında bir temenni değil mi?
– Evet, temenni ama öyle bir şey olsa fena mı olur? Bu dönemde olmaz değil mi? Askeri yönetimin etkisi devam ediyor. Fakülte içinde Dekanlık bir yer verse güzel olur, bir girişimde bulunsak…Ne dersin?
– Paranoyak bir yönetim anlayışının olduğu bir dönemde böyle fikir özgürlüğünün tohumlarının atılacağı bir bahçe vermezler sana, bana, hatta kimseye. Verilirse sehven verildiğini zannederiz mutlaka.
– Haklısın galiba Orhan.
– Semra, ben Millî Kütüphaneye gidecektim. Arkadaşlarım bekliyor orada. Müsaade edersen gideyim artık. Çok sevindim güzel sohbetten dolayı. Şimdilik hoşça kal.
– Sağ ol ve güle güle Orhan, beni kırmadın ve doyurucu sohbetin kahramanı oldun. Görüşmek dileğiyle…
***
Semra her eve gidişinde babasıyla günün ya da gündemin gerektirdiği konularda konuşmaya alıştığı için Erzurum’a gittiklerinde konuşabileceği bir insan bulmanın sevincini yaşarken ‘Orhan inşallah değişmez, hep kendini geliştiren biri. Bu yaşta yüze yakın roman okumuş. Benim okuduğum kitaplar da az sayılmaz ama müthiş bir yorum yeteneği var. Farklı düşüncelere karşı sürekli argümanları var. Zihniyet olarak daha milliyetçi galiba’ diye düşünerek evin yolunu tuttu.
Orhan yürüme mesafesinde olsaydı otobüsle gitmeyecekti Millî Kütüphaneye. Otobüse binmesiyle birlikte başlayan gözlem ve yorum duygusuyla etrafa bakanlarla ve görenlerin farkını yorumladı zihninde. Beynin düşünme hızıyla, düşünceleri dile getirme hızı arasında da büyük fark vardı, bunun farkına varmıştı. Ardından “Keşfetmek mi, icat etmek mi esastır?” sorusunu sordurdu içindeki ben Orhan’a. O da:
– İcat için bilgi, tecrübe ve birikiminin yanı sıra onu gerektirecek ihtiyaç da olmalı… Billûr Anne benzer şeyler söylemişti Semra’ya. İhtiyaç duyulmayan hallerde icat da mümkün olmaz. Oysa dünyada her gün keşfedilecek çok şey vardır. Önce var olanı görmek için bakmayı bilmeli insan. En kolay keşif yolu gözlem, o da olmazsa kitaplar… Ara sıra iç dünyasında kopan fırtınalar, bir anda umulmadık keşiflerle karşı karşıya bırakıyordu. Öyle zamanlarda hep ‘içindeki ben’le konuşuyordu Orhan. Dinledi gözleri kapalı, zihnî melekeleri tam açık… Huşu içinde, can kulağıyla… Devamla:
– ‘Keşfetmenin yolu gezerek, görerek, dolaşarak ve yaşayarak açılır. Otobüsler de birer gözlemevi gibidir. Bin bir surat, bin bir sûret, bin bir karakter, bin bir dünya vardır görebilene. Bazen bir ormandır bu şehir. O şehirde yaşamak için aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, sırtlanlarla ve çakallarla mücadele etmeniz, korunmanız, neslinizi devam ettirmeniz kolay değildir eğer bir ceylan iseniz. Bu şehirde avcılarla, kartallarla, alıcı kuşlarla, leş kargalarıyla her gün didişmeniz kolay değildir eğer bir keklik iseniz. Bu ormanda ardıç ağacı olmak lâzım, belki meşe olmak da iyidir. Ağaç olsaydım ardıç olmak isterdim; sarp kayayı yarıp kendine hayat bulacak köklere sahip olduğu için, kökünden gövdesine, dalından iğne yaprağına kadar sağlam bir fıtrata sahip olduğu için. Sarp kayalar bile ardıcın köküne tutunur ama sırtında taşıdığını zanneder. Kılıktan kılığa girmeyip dört mevsim hep bir renkte olmak, zümrüt yeşili güzelliğiyle tabiatın en asil rengini temsil etme vazifesi de ardıca verilmiş. Sırf bunun için ardıç olmak isterdim…
– ‘Eğer bir cami avlusunda ağaç olsaydım mutlaka çınar olmayı isterdim. Gölgemde nur yüzlü, aksakallı dedeler otursun da arada bir tarihi yâd etsinler ki kökler yeşersin. Çocukların, delikanlıların “Ey oğul!” diye başlayan nasihatleri dinleyecekleri bir gölgem olsun, dalıma salıncaklar kurulsun, gövdeme aşklarını ilan eden kalpler kazılsın. Çınar olursam ömrüm uzun olur, tarihe şahitlik ederim, Rabbimin nurunu her sabah ilk ben görürüm. Çınar olmak için önce toprak gerek; toprak senin ise kök salarsın derinliklere, kimseye ziyan vermeden sessizce. Kökler sağlamlaştıkça esen rüzgâr ve fırtınalar, kasırgalar dalını oynatamaz çınarın. Önemli olan dik durmak değil midir hayatta insana yaraşan? Bakın dünyada bütün hayvanlar yatay vaziyette, ağaçlar ve insanlar dimdik duruyor.’
‘Toprağa elimizden çıkan bir sürü pis ve kötü şeyler de atılır; fakat toprak çiçek, ağaç ve bereketiyle karşılık verir. Bu mümbit topraklara sahip vatanımız güzel, temiz, faydalı insanlar yetiştirdi. Bu topraklarda çınarlar var ve yeni çınarlar yetişecek.’ diyordu.
Orhan’ın iç dünyasında volkanlar patlıyor ama bu tür fikirlerini paylaşabileceği bir Semra, bir de Muzaffer vardı. Kendisini Millî Kütüphanenin önünde bekleyen Muzaffer, Orhan’la karşılaşınca:
– Zihninde fırtınalar kopuyormuş gibi gördüm seni kardeşim. Ne oldu yine sana?
– Önemli bir şey yok. Söz verdiğim saatte yetişemeyeceğimi sanmıştım, o sebeple biraz gerildim.
– Hayır, hayır… Sende bir şeyler var bugün. Öyle hissediyorum. Bazen kırk yaş olgunluğunda sanıyorum seni. Bazen de yirmi yaşın hakkını en iyi sen veriyorsun.
– Boş ver kardeşim. Yaşımı yaşamak istiyorum. Çiçek açmadan dal meyve vermez. Şimdi kütüphaneye geldik, aradığımız kitapları bulursak rahatlarım. Merak ettiğim şeyler var.
– Araştırma ödevinin konusu neydi Orhan?
– Faik Reşit Unat’ın harf inkılabının 10. yılında yaptığı konuşma metnini değerlendirip sınıfın huzurunda seminer olarak sunacağım. İyi hazırlanmalıyım. Harf inkılabı Türk tarihinde önemli bir hadisedir. Yıllardır tartışılıyor, bu tartışmanın sonu da gelmeyecek gibi…
– Sınıfta, derslerde tartışıyor musunuz? Bu konuda çok ciddi yorumlar olmalı. Bölümünüz Türk Dili ve Edebiyatı, fakülteniz de kendi alanında Türkiye’nin şu andaki en kaliteli ve tercih edilen akademik birimi.
– Derslerde bugüne kadar dilde sadeleştirme veya özleştirme vs. adlar altında klâsik hâlde tartışmalar yapılıyor. Konu bilimsel temeller çerçevesinde değil, ideolojik temellere ve yaklaşımlara bağlı, tartışanların her biri daha önceden angaje olmuş olduğunu belli ederek tartışıyor. Benim sunacağım konu da tartışmaların ciddi boyuta ulaşacağı hissini verdi bana.
– Gerginliğin ve merakın ondan mı? Sen aslında sakin bir insansın, baş edersin. Üstelik hitabetin ve diksiyonun da iyi sayılır. Hamza Hoca mutlaka dikkat eder telaffuza, vurguya, ifadenin akıcılığına diyordun. Bunların hepsi sende var. Sen tam bir Türkçe sevdalısı bir adamsın kardeşim. Daha önce tartışmalara girdin mi?
– Hayır girmedim. Bundan dolayı da çok ustalıkla eleştirildim. Seninle buluşmadan önce Semra diye bir arkadaşımız var; o söyledi. Bunca bilgi ve yeteneği, potansiyelini neden kullanmıyorsun diye adeta beni hâkim gibi sorguladı. Hiç beklemezdim ondan…
– Doğru demiş Semra. Gelecekte meslek hayatında nasıl açılacaksın? Öğrenci ve toplum huzurunda konuşacaksın ama nasıl? Belki münazaralarda, ilmî, felsefî ya da toplumsal konularda hatta dinî mevzularda fikrini, ilmini, bilgini sunmalısın ki faydalansınlar. Bu seminer konusunu sunacağın gün ben de geleyim dersinize. Sınıfınız kalabalık olduğu için benim dışardan geldiğim fark edilmez değil mi?
– Sık sık geldiğin için herkes seni bölümümüzden zannediyor, bilmiyorlar ki İlahiyat Fakültesi öğrencisi olduğunu. Modaya uygun giyim tarzından olsa gerek; tipinden de İlahiyat öğrencisi değil, Türk edebiyatı okuyan halis muhlis bir öğrenci gibisin, bazen de Alman filolojisi öğrencisi görüntün var. Şimdiki İlahiyatçılar eskiler kadar içine kapalı değil.
– Ön yargılardan hiç hoşlanmam. Kaportaya değil, motora bakalım. Neyse… Mutlaka haber ver ki merakla seni dinleyeceğim.
– Peki. Şimdi müsaadenle ben kitabımı görevliden isteyip hazırlanayım. Konunun 5-6 sayfa civarında olduğunu söylemişti Hocamız. Belki fotokopisini alırım.
– Sana fotokopi gerekmez, bir okuduğunu anlıyorsun, iki kez okuduğunda başkasına anlatacak kadar anlıyorsun, üç kez okuduğunda ezberlemiş gibi oluyorsun. Allah o hafızayı bana verseydi filozof olurdum. İşimizi bitirdiğimizde dışarda buluşuruz, akşam geçti neredeyse yatsı vakti oldu. Biz daha yemek yemedik. Bugün yemekler benden, ASPAVA’da yeriz. “Allah sağlık, para versin! Amin” sözlerinin kısaltmasıymış.
Orhan ve Muzaffer kütüphanede aradıkları kaynak eserleri bulup bir saat içinde çıkmaları veya sabaha kadar kalmaları gerekiyordu. Dolmuş ve otobüsler gece saat 10.30’dan sonra çalışmayınca Keçiören’deki eve yürümek zorunda kalacaktı Orhan. Yol uzun ve sokaklar pek de aydınlık değil tabii. Muzaffer’in evi ise nispeten yakın sayılırdı, Cebeci-Dörtyol’a uzak bir yürüme mesafesindeydi. O gece Muzaffer’e misafir olmak zorunda kaldı. Muzaffer, Din Felsefesi üzerine bir şeyler okumayı, Orhan ise dil tartışmaları, edebî eleştiri ve kültürel içeriğe sahip konulara ilgisi artmaya başlamıştı. Millî Kütüphanede her ikisi de aradıklarını buldular ama dışarı emanet kitap verilmesi söz konusu olmadığından yerinde okumak zorundaydılar. Bazı kitapları kitapçılarda da bulmak mümkün değil, keşke İstanbul Cağaloğlu’nda yaşasaydım da aradığım kitabı bulur okurdum diye düşünen Orhan, sırf kitap sevdasından dolayı imkân buldukça ya da ayda bir kez İstanbul’a gitmeyi o gece kafasına koymuştu. Muzaffer ise ailesinin Almanya’dan gönderdiği harçlığın neredeyse yarısını kitaplara veriyor, diğer yarısıyla da okul masraflarını karşılıyor ve hayatını idame ettiriyordu.
Kütüphaneden sonra yola çıktıklarında kış gecesi, Şubat soğuğu yani kuru ayaz donduruyordu Ankara sokaklarını. Herkes sıcacık evlerinde iken iki delikanlının bastıkları her adımda ayazdan kaskatı kesilmiş karlara bastıkça çıkan sesler bazen bir ritim hâlinde, bazen de farklı notaların ahengini yansıtıyordu sanki. Nefeslerinden çıkan buhar sigara dumanından fazla veya kaynayan demlikten çıkan buğu gibiydi. Yol boyunca çocukluk yıllarında birlikte geçirdikleri kış eğlencelerini ve hatıralarını anlattılar birbirlerine. Orhan’ın hafızasından silinmeyen bir kış gecesi başından geçen hadiseyi anlatmak istediğini söyledi Muzaffer’e:
– Hadise şöyleydi Muzafferciğim. Genellikle kışın on beş günlük yarıyıl tatillerinde kardeşin Ahmet’le sık sık bize gelirdiniz ya hani… Gerçi bütün mahallenin çocukları zaten bizdeydi biliyorsun.
– Annen ve baban -bizimkiler Almanya’da olduğu için-hep şefkat gösterdiler.
– Bir gün de babaannen Sündüs Bibi demiş ki sana: -Oğlum, onlar zaten kalabalık bir aile… İki de siz gidiyorsunuz daha kalabalık oluyorlar. Benim yeğenim olur babaları ama o kadar da sık gitmeyin. Bir kere de Orhan’la Mustafa’yı da siz çağırın bize. Akşam yemeğini birlikte yersiniz demiş. Hatırladın mı?
– Hatırlamaz olur muyum Orhan… Lâkin esas hadise nedir?
– Sabret de dinle. O gece epey yedik, içtik, oynadık. Gece yarısı ay ışığı aydınlığında eve döneceğimiz sırada Sündüs Bibim dedi ki: -“Şu kümesten iyi bir tavuk vereceğim size. Rabia’ya hediyem olsun. Ben geçen yıl ondan aldığım tavuklardan türettim şimdi 12 tavuğum, 3 horozum var.” dedi ve bir çilli tavuk verdi benim kucağıma. Evin yolunu tuttuk. Hoca Dedenin evinin yanındaki yokuştan kayarak iniyorduk Mustafa’yla. Kayarken Kara Mehmet’in evinin üst kısmında ben düştüm ve tavuk elimden kurtuldu. Biz tavuğun peşinde yarım saatten fazla koştuk ama yakalayamadık. Mustafa’yı eve gönderdim, annemle Erdem ağabeyim de geldi ve aşağı düzlükte çitin dibinde yakaladık tavuğu.
– Hiç anlatmadın sen bize bunu.
– Tavuğu yakaladığımızda hayvancağızın çıkardığı sesi duyup tavuk hırsızlığı var zannedenler bile oldu mahallede. O tavuk iyi bir cins tavukmuş ki bazen çift yumurta veriyordu.
– Gelecekte çocukluğumuzla ilgili hatıralar biz daha duygusal yapabilir. Ama hem köyde hem küçük şehirde hem de büyük şehirde yaşamak bize önemli ve güzel tecrübe kazandırıyor değil mi?
– Bence yayla hayatını da buna eklemek lâzım.
Muzaffer’le Orhan’ın sohbeti evde de devam etti. Orhan, Keçiören’de birlikte kaldığı ev arkadaşlarına haber verememiş, onlar da merak içinde kalmışlardır diye düşündü ama ne telefon var ne de başka bir çare. Ertesi sabah fakültenin kantininde kendisini nispeten daha fazla merak eden Celal görür görmez yüzü güldü.
– Neredesin Allah aşkına? Merak ettim başına bir iş mi geldi bu kış gecesinde diye?
– Gelemediğim zamanlar Muzaffer’de kalabileceğimi söylemiştim ama merak etmenden mutlu oldum.
– Millî Kütüphaneye gittiğini söyledi Semra. Fakülte kütüphanesi yetmedi de Millî Kütüphaneye gidiyorsun ha…
– Bizim kütüphanede bulamadım seminer konusunu. Biliyorsun haftaya benim sunumum var. Hocamız herkese sadece 10 dakika süre içinde anlatma imkânı veriyor. O kadar kısa sürede ne anlatılır ki?
– Kim kürsüye çıkıp işgal ederse anlatır, ikinci sıradan itibaren ise Hocanın inisiyatifiyle kürsüye çıkıp konularını anlatır. Kızlardan sıra gelmez ki bize.
– Ben ciddi biçimde hazırlanacağım. Benim konum çok tartışmalı olacak. Belki de 90 dakikalık derste başkasının anlatmasına fırsat kalmayacak Celal.
– Orhan, sen bugüne kadar hiç tartışmalara katılmadın. Bakalım ne yapacaksın, neler söyleyeceksin? O güçlü hitabetinle ikna edersin herkesi, bazılarını da hayran bırakırsın.
– Önyargılar olmazsa ikna edemeyeceğim kimse olmaz ama herkes ikna etme yerine empoze etme gayretinde olunca netice malum işte… Hadi çıkalım dışarı. Derse kadar temiz hava teneffüs edelim, sabah sabah duman altı buralar.
– Tamam Orhan.
Orhan genellikle kantinde bir iki bardak çay içer içmez kendini dışardaki terasta veya kütüphanenin önünde bulurdu, yine aynısını yaptı. Edebî Bilgiler dersinin başlamasına 15 dakika kalmıştır. Semra, Songül, Mehtap ve Yücel’in bulunduğu bir topluluk da oradaydı. Aynı sınıfın Keçiören tayfası denebilirdi. Hepsiyle tek tek selamlaşan Orhan’a Semra’nın konuşacağı bir şeyler varmış gibi yaklaştı.
– Günaydın Orhan. Millî Kütüphanede mi kaldın yoksa sabaha kadar?
– Hayır, gece yarısı arkadaşımın evinde, Cebeci’de kaldım. Çünkü epey geç olmuştu, ulaşım aracı da olmayınca Muzaffer’le birlikteydim zaten.
– Muzaffer kim? Tanımıyorum galiba…
– İlahiyat Fakültesinde öğrenci, arada bir benim yanıma gelip derslerimize de giren arkadaş. Aynı zamanda akrabalığımız da var Muzaffer’le. Bir dahaki sefer tanıştırırım. Entelektüel bir kişiliği var. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji alanında kitaplar okur. Bizim kadar şiirle, edebiyatla da ilgili birisi.
– Çok ilginç. İlahiyatçıların sadece din bilimleriyle ilgilendiğini sanırdım.
– Dedim ya bizimki biraz farklı.
– Bu arada sormayı unuttum… Buldun mu seminer konusunu?
– Buldum, fazla bir şey değil zaten. Esas konuyu destekleyen veya ilgili başka makale ve yazılar da bulsam iyi olacak. Bunlar yetmez.
– Asıl konuyu sunsan yeter, boş ver canım. Sanki konferansa hazırlanıyorsun.
– Yaptığım işten tatmin olmalıyım. Lise öğrencilerinin dönem ödevi gibi olmasın. Her zaman dediğim gibi yaptığımız iş Üniversite öğrenciliği düzeyinde olmalı.
– Haydi derse az bir zaman kaldı. Gidelim sınıfa doğru. Yusuf ile Züleyha mesnevisinden beş beyit vermişti Hocamız. Yaptın mı ödevini?
– Yaptım, ancak eve gidemediğim için defterim evde kaldı. Cem Bey hocamız da sorduğunda klâsik öğrenci mazereti ‘Hocam elektrikler kesikti, defterimi unuttum…’ dersem ilkokul öğrencisi muamelesi görürüm şimdi Semra.
–“Elektrikler kesildi.” sözü bizim millî mazeretimiz oldu. Bu mazeretin tarihe karıştığı günler geldiğinde aydınlık Türkiye’nin vatandaşıyız demektir.
Bütün öğrenciler fakültenin en büyük amfisinde derse gelecek öğretim üyesini beklemektedir. Ödevini yapanlar yaptıklarından emin değiller, yapmayanlar da ise bir telaş bir telaş ki sormayın gitsin. Meğer Hakkı Cem Bey ödev yapmayanlardan pek hazzetmezmiş. Pek de asık suratlı geldiği için derslere, sınıfta onca öğrenciden çıt çıkmaz. Hakkı ön adını da pek kullanmazmış. Semra’nın yanında Songül, Orhan’ın yanına da Celal oturdu. Şöyle ön kısımlara yakın sayılacak bir yerdi. Genellikle derslere hazır gelenler önlere, hazır olmayanlara arka sıralara oturur derler ya. Nihayet Cem Hoca ağır ve istikrarlı bir biçimde elinde yazarı olduğu Türk Şiir Bilgisi kitabıyla amfiye girdi. Ayağa kalkarak karşılandı kendisi. Ayakta bekleyen kalabalık sınıfı kısa bir süre süzdükten sonra:
– Günaydın arkadaşlar! Oturun bakalım.
– Öncelikle verdiğim ödevi yaptığınızı ve anladığınızı umarak derse başlıyorum. Yusuf u Züleyha mesnevisinden beş beytin transkripsiyonu yapılacak, vezni ve edebî sanatları bulunacaktı. Herkes yapmıştır zaten. Şöyle bir bakayım defterlere…
Bir süre sınıfta dolaşan ve ödevlere göz atan Hoca, Osmanlı alfabesine ilgisi az olan bazı öğrencilerin bu beyitleri istediği gibi okuması, anlaması ve veznini bulmasının pek zor olduğunu hissetmiş ve orta sıralara doğru yürüyüp Orhan’a:
– Haydi bakalım, sen yaparsın delikanlı. Çık tahtaya da örnek bir öğrenci olduğunu göster herkese.
– Hocam, müsaadenizle defteri arkadaştan alıp beyitleri tahtaya yazayım, derhal yaparım.
– Aaa.. Ödev defterin yok mu? Sen de mi yaratıcılığa dayalı bir eğitim sistemi istiyorsun?!
– Dün evime dönemedim, defterim kaldı evde. Eğitimde uygulamalı çalışmalar yapılırsa daha kalıcı ve etkili olur düşüncesindeyim Hocam. Öğrenmeden hiçbir şey beceriye dönüşmez.
– Aferin sana. Aslında takılayım diye söyledim bu sözleri… Gözlüklü öğrenciler çalışkan olur diye sordum…
– Ben de şaşırdım birdenbire, siz ders dışı bir konuyla ilgili soru sorunca… Gözlüğüm de pek fazla dereceli değil. 0.50 dinlendirme gözlüğü…
– Çık tahtaya hem Osmanlıcasını yaz hem de transkripsiyonunu yap da görelim Orhan.
Orhan Semra’dan defteri rica etti ve ödev sayfasındaki beyitleri tahtaya yazdı. Orhan güzel el yazısıyla orijinal beyitlerin transkripsiyonunu yaptı. Şeyyad Hamza’nın Yusuf u Züleyha mesnevisinden beyitler şunlardı:
Kılalum şükr-i Hüdāvend-i cihān
Söyleyelüm bir ‘acāyib dāsitān
Gül derelüm bir gülistān-ı ḳaṣaṣ
Gül derelüm gülşen-i destān ḳaṣaṣ
Ol gül ile bülbüli şad idelüm
Ḳıṣṣa-ı Yūsufı bünyād idelüm
Söz deñizinde ṭaleb ġavvas-var
Ol deñizden gevher ister şah-var
Diñleyenler tā ki bulsunlar murād
Añlayanlar göñli cānı ola şād
Cem Beyin pek hoşuna gitti ama “Ḳılalum şükr-i Hüdāvend-i cihan” beytinde “K” kaf harfi ile yazıldığı için transkripsiyonda altına nokta koyarak “Ḳ” biçiminde yazılır.” dedi ve o tek yanlışı gösterdi. Yerine oturan Orhan heyecandan terlemiş, başarmanın mutluluğuyla da içi kıpır kıpır ediyordu. Semra ise arkadaşını tebrik ettikten sonra defterini istemişti ama heyecanı geçmemiş olan Orhan etrafta arkadaşlarının tebrik sözlerini bile duymuyordu. K’nin altına konacak bir noktanın bile hata olarak kabul edildiği bölümde işimiz kolay değil diye düşünüyordu o sırada. Dersten sonra öğle yemeğine çıkacak, fakültenin ek binasının giriş katında başlayan ve alt kata kadar yaklaşık 200 öğrencilik kuyruk çekilecek gibi olmasa da o kuyrukta ilerlerken edilen sohbetler diğer zamanlarda olmuyordu. Her sıkıntının kendince bir fayda sağladığı yönü vardır. Semra, Celal, Zeynep, Yücel ve daha birçok sınıf arkadaşı yemek kuyruğunda ilerlerken Semra Orhan’a:
– Az kalsın alkışlayacaktım seni. Fakat dersin ciddiyetinin yanı sıra Cem Beyden işiteceğimiz azar bize ağır gelirdi. “Burası konser salonu mu kızım?” derdi herhalde.
– Bence de kesin azarlardı. “K” harfinin altına nokta koymadın diye pek hoşnut olmadı Hoca. Sanki bu bölüm Eczacılık Fakültesindeki farmakologların laboratuvarından çıkan sonuçlar arasındaki % 01’lik farkın mazur görülmemesi gibi bir hâlde.
Yücel söze girdi, gözlüğünün de üstünden bakarak ve heyecanla:
– Dilin her bir öğesi laboratuvardan çıkmışçasına değerlidir. Hata kabul etmez, hele de Cem Bey hiç affetmez. Diğer Eski Türk Edebiyatçılarının yaklaşımı nasıl acaba Zeynep?
– Bence İsmail Ünver Bey, hocaların en ciddisi ve disiplinlisidir. 150 kişilik sınıfta iki hafta yoklama yaptı, üçüncü hafta herkesin adını öğrendi ve bir daha derste kimin olup olmadığını isim okumadan ya da imza almadan tespit etti. Divan Edebiyatını sevdirecek değerli bir insan o bence.
– Divan Edebiyatı neden sevilmiyor bazı kesimlerce? Bunu ayrıntılı olarak günün birinde, uygun zamanda mutlaka tartışalım arkadaşlar. Var mısınız?
– Cevabı kısa versem eksik kalır. Şiirdeki sanat değerini anlamayan, o derece içi dolu kelimelerle, kavramlarla iştigal etme yeteneği ve becerisi olmayanlar sevemezler. Sevmeyi bile beceremeyenler asla âşık olamazlar. Tartışmaya tabii ki varız, ama farklı fikirlerden de öğrenciler de olsun ki bir şeye yarasın Celal. Önerini beğendim.
– Teşekkür ederim Semra. Şu seminer derslerindeki işimiz bitsin, ondan sonra tartışma ortamı hazırlayalım. Zeynep’in fikirleri, Meltem’in tespitleri, Yücel’in mukayeseli örneklerle açıklamaları konuyu anlamak için yeterli olacaktır. Neyse devamını yemekte konuşuruz.
Yemek sırası geldi ve yemekten sonra derslere devam ettiler. Akşam derslerinden çıkınca karanlığa kaldıkları için Meltem’le Zeynep’in Opera durağına kadar götürülmesi, otobüse bindikten sonra kendi evine dönmek için yola çıkmaya alışmışlardı Celal ile Orhan. Kaldıkları semte otobüs ve dolmuş Sıhhiye’den geçmediği için birkaç km yol yürümek zorundalardı ve kız öğrencilerin en büyük sıkıntısı karanlıkta ulaşım oluyordu. Öğrenci yurtlarında kalan öğrenci sayısı bir elin parmakları kadardı. Yurt sayısı da şartları da yeterli değildi. Kiralık evlerde kalan gençler yurtlarda kalanlara, yurtlarda kalanlar ise evde kalmaya öykünüyorlardı. Aslında yapılacak münazaralar dönemin siyasi havası ve 12 Eylül rejiminin paranoyak anlayışı sebebiyle kamuya ait bir yerde yapılamıyordu. Oysa öğrenci yurtlarında sosyal ve kültürel etkinlik salonları olsa, bu tür çalışmalar da oralarda yapılabilirdi ama nerde… Üniversite öğrencileri adeta akıntıya karşı kürek sallıyor, kimileri de inci kefali gibi akıntıya karşı yoluna devam ediyordu. Orhan ve arkadaşları aslında tam da inci kefali gibiydi. Bu akarsu onların gelecekte de var olabilmelerinin, ülkenin kaderinde rol alabilmelerinin yegâne yoluydu.
***
Orhan, sunacağı seminer konusunu özetledi ve el yazısıyla dört sayfaya sığdırdı. Önce sesli okudu, sonra birkaç kez sessiz okuduktan sonra seslice arkadaşlarının huzurundaymış gibi anlatırken ev arkadaşı Celal ve Recai de dinlediler.
– Söyleyin bakalım arkadaşlar! Siz olsanız konuyla ilgili neler sorarsınız?
– İstersen soruları semineri sunduğun zaman soralım Orhan. Daha doğal olur, yoksa bunlar danışıklı soru soruyorlar derler.
– Recai kardeşim, haklısın da bizim ev arkadaşı olduğumuzu kaç kişi biliyor ki?
– Yarın seminere Muzaffer de gelecek. “Konunun nasıl tartışıldığını görmek isterim.” demişti. İlahiyatçılar arasında farklı fikir sahipleri pek azdır. O sebeple tartışmalardan tat almıyorum diyor her sohbetimizde. Biz de öyle sanıyoruz. Senin bir yorumun olacak mı Celal?
– Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine Düşünceler” derken “inkılap” kelimesi yerine “devrim” kelimesini kullanmamız hâlinde konu başka mecraya çekilir mi, çekilmez mi? Bunu da düşünmek lâzım. Eski kelime, yeni sözcük, öz Türkçe falan filan… Çeyrek asır sonra belki de güleriz bunlara. Almancada böyle bir sorun yoktur herhâlde.
– Benim kanaatime göre metnin ve eser sahibinin diline saygı göstermek daha mantıklı değil mi? Nutku sadeleştirmişler, vallahi çok gülünç olmuş. Hiçbir şeyin taklidi orijinalinden daha iyi değildir sevgili kardeşim. Bakarsın yeni nesil anlamıyor diye İstiklal Marşını, gençliğe hitabeyi vs. millete mâl olmuş birçok eser sadeleştirme düşüncesiyle katliama uğrar bu gidişle. Eser sahipleri yeniden dirilseler ‘Bunu ben yazmadım ve söylemedim!’ der, kesinlikle. Bu tip çalışmalar dildeki kültürel unsurları köksüzleştirir.
– Doğru söylüyorsun. Sabah ola hayrola. Ödevi veren Hamza Bey hocamız da Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren’le birlikte Anayasa Sözlüğü hazırladılar.
Anayasa henüz üç yıl önce yazıldı ve kabul edildi ama halk anlasın diye bir de sözlük hazırladılar Orhan.
– Bu da başka bir komedi değil mi, dil tarihimizde. Bunun günahı Anayasa Sözlüğü hazırlayanlarda değil, anayasayı bu kadar anlam duruluğu olmayan bozuk bir anlatımla yazanların, hazırlayanların suçudur. İçeriğindeki sürekli yasaklayıcı anlayışın hâkim olduğu anayasa %92 ile kabul edildi netekim!!! Nitekim yerine “netekim” diyerek konuşan devlet başkanı rakipsiz tek aday olarak demokratik(!) ölçütlere uygun biçimde referandumla seçtirdi kendini. Demokratik(!) anayasamızın dili maalesef çok bozuk! Yıllar sonra biri gelir de düzeltirse ne âlâ, yoksa bu anayasa uğraştırır durur bu milleti.
– Yarın bu yorumları da konuşmana eklesene yahu!
– Siyaset yapmayın diye keserler lafımızı. Şimdilik bundan fayda elde edemeyiz, sonuç çıkaramayız. Haydi, hepinize iyi geceler…
***
Orhan, sabah kahvaltısından sonra akşam hazırladığı seminer notlarına tekrar bir göz attıktan sonra erkenden fakültenin yolunu tuttu. Seminer dersinden önce başka bir sınıfın dersi vardı amfide, onlarla derse girip sınıf arkadaşlarından önce kürsüye çıkıp sırayı kapmak istemişti ve ders bittiğinde sınıf arkadaşları telaşla amfiye girdiklerinde kürsüde Orhan’ı görenler şaşırdı. “Aaa.. Ne zaman girdi de kürsüyü kaptı?” diyenleri tebessümle izliyordu. Dersin Hocası Hamza Bey içeri girdiğinde ilginç bir diyalog yaşandı:
– Ooo beyim! Kürsümüzü işgal etmişsin. Sen kürsüde olduğuna göre senin yerine de ben oturayım. Yerin neresiydi?
– Hocam, seminer sunma sırası bulamıyoruz, o sebeple erken gelip kürsüye çıktım. Şu orta kısımda Recai ile Celal’in oturduğu kısımda otururdum genellikle.
– Peki, o zaman ben de oraya oturayım. Seminer konusunu tahtaya yaz ve anlatmaya başla lütfen.
– Sayın Hocam ve değerli arkadaşlarım!
Bugün sizlere Faik Reşit Unat’ın “Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine” adlı konuşmayı sunacağım. İçinde bulunduğumuz bu salon, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ders dinlediği bir salondur. Onun Türk milletinin gönlündeki yerini hatırlamak ve hatırlatmak aslî vazifelerimizdendir. Gençliğe Hitabesini okuyan her Türk genci tarihimizin önemli bir bölümünü kavrar, sorumluluklarının bilincinde olur. Atatürk’ün yaptığı her işe inkılap ya da devrim demek yanlıştır. Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumunu kurması en ciddi icraatlarının başında yer alır. Onun asıl inkılabı Cumhuriyeti ilân etmesidir. Bildiğiniz gibi Türk kültür hayatında önemli değişimlerden ve dönüşümlerden biri de harf inkılabıdır. Karahanlılar döneminden itibaren Türklerin İslâm dinini kabul etmesiyle birlikte Arap alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. 1928 yılına kadar yaklaşık bin yıl kullandıkları alfabenin Türkçenin ses yapısını karşılamada yeterli olmadığı düşüncesiyle, gelişmiş Batı’yla daha kolay ilişkiler kurulması vb. amaçlarla harf inkılabı yapılmıştır. Konuya biraz eskilerden başlamak gerekirse, Tanzimat döneminin ortalarında 1862 yılında Münif Paşa ve Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzâde tarafından dillendirilmeye başlayan Türkçede harf inkılâbı konusu sonraki dönemlerde sürekli tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Eğitim ve öğretim meselesinin bir parçası olarak düşünülen alfabe değişikliğini II. Meşrutiyet’in ilanına kadar çok açık biçimde ileri sürülemeyen bu görüşü Hüseyin Cahit, Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin gibi şahsiyetler savunuyordu. Türkçenin Arap harfleri ile yazılamayacağını, dilimizin Lâtin harfleriyle daha iyi ifadesini bulacağını öne sürmekteydiler. Enver Paşa’nın da alfabe konusunda farklı görüşleri vardı fakat onun düşüncesinin hedefine ulaşacağı bir dönem değildi. 24 Şubattan 26 Mart 1926’ya kadar devam eden ve Bakü’de düzenlenen Birinci Türkiyat Kurultayında bütün Türk toplulukları Lâtin alfabesini kabul etmişti. Bu Kurultayda Almanya, Macaristan, Finlandiya, Çin ve İran’dan da çok sayıda lisaniyat âlimi vardı. Türk kavimlerini temsilen Yakut, Çuvaş, Başkurt, Tatar, Karaçay, Kumuk, Nogay, Karakırgız, Özbek, Kaşgarlı Uygur, Türkmen, Kırgız ve daha bir çok kavmin temsilcileri vardı. Theodor Menzel Almanya’yı, İstanbul Darülfünuna bağlı Edebiyat Fakültesi Reisi Köprülüzade Fuad Bey ve aynı Darülfünunun Tıp Fakültesi müderrislerinden Doktor Hüseyinzâde Ali Bey Türkiye`yi temsil ediyorlardı. Kurultayda Lâtin esaslı alfabeye geçiş kararından sonra Türkiye’nin de kardeş halklarla aynı alfabeyi kullanması elzemdi. Buna rağmen birçok ilim ve devlet erbabı da karşıydı harf inkılabına. Gazi Mustafa Kemal’in 1928’deki kararlı ve dirayetli davranışıyla harf inkılabı gerçekleşmiş, kısa zamanda uygulamaya geçmiştir…
Orhan, aslında her öğrenciye tanınan 15 dakikalık sürede konusunu anlatması gerekiyordu. Hamza Bey onun hitabî konuşmasını beğenmiş olmalı ki, “Devam et, devam et!…” dedikçe coşkuyla devam etti konuyu sunmaya. Kocaman amfideki yaklaşık 150 öğrencinin Orhan’ı pür dikkat dinlediği esnada yakın arkadaşlarının yüzlerindeki tebessüm, gurur ve heyecan görülmeye değerdi. Bir ara göz göze geldiği Hocasının da aynı mütebessim hâlini gördüğünde coşkusu ve özgüveni tavan yapmış olarak önündeki notlara bakmadan anlatmaya ve yorumlarına devam ediyordu. Orhan, son cümlesini söylediğinde daha önce hiç olmamış bir biçimde büyük bir alkış koptu sınıfta. Bu biraz daha devam etseydi Hamza Bey de rahatsız olacaktı, alkışlar abartılmayıp tadında sona erince yadırgamadı. Orhan’daki heyecan asıl sunumdan sonra başlamıştı. Sorular sorulacak ve yorumlar yapılacak, belki de tartışma kültürünün ve adabının pek fazla olmadığı bir toplumun mensupları olan gençlerin ne yapacağı belli olmazdı. O belirsizlik nedeniyle içinde kıpırtılar vardı. Dersin hocası Hamza Bey “Soru sormak veya yorum yapmak isteyen var mı?” dediğinde sekiz on öğrencinin el kaldırarak söz almak istedikleri görüldü ve ilk söz Bünyamin’e verildi. İlk sözün kendisine verilmesinin heyecanıyla birlikte mütebessim halde söze başladı:
– Sayın Hocam! Bana konuşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Harf inkılabı Türk kültür tarihinin en önemli değişim hareketidir. Orhan’ın söylediği gibi harf inkılabının sebepleri 1928’den beri eksik ya da yanlış anlatılmıştır. Arap alfabesine dayalı eski alfabenin eksikliklerinden kaynaklanan problemler yeterince anlatılmadığı için karşı fikirlerin doğmasına sebep olunmuştur. Osmanlı Türkçesinin alfabesinde o, ö, u, ü ünlüleri ile uzun ünlü olan û sesinin yanı sıra v ünsüzü ile “ve” bağlacının yalnızca vav harfi ile yazılmasının Türkçemizdeki seslerin kaybına, yazım ve anlam karışıklıklarına sebep olduğu örneklerle açıklanamaz mıydı? Bugün Lâtin esaslı alfabeyi savunurken bu tür örneklerden yola çıkmak gerekmez mi?
Bu yorum üzerine Orhan:
– Değerli arkadaşımın sözlerine tamamen katılıyorum. Seminer olarak sunduğum konuda daha fazla Faik Reşit Unat’ın görüşlerini sundum. Arada bir kendi düşüncelerimi sunarken alfabe değişikliğinin yalnızca propaganda yönüne değil, bilimsel dayanaklarla anlatılması lâzımdı demiştim. Konuyu kısa sürede ayrıntılı sunmak mümkün değil tabii ki. Yalnızca “vav” harfinin karşıladığı altı ses ve bir bağlacın dışında a, e ile uzun ünlü â’yı elif harfiyle, bazen sondaki “güzel he” ünsüzüyle yazdığımızı, “i, ı” ünlüleri “y” ünsüzü ve uzun î’yi “y” ünsüzünü de yine “y” harfi ile karşılamak zorunda olunduğunu kimse anlatmadı bize. Başkalarına da anlatabilmek için anlatanın da dinleyenin de her iki alfabeyi bilmeleri gerek. Osmanlı Türkçesini öğrendikten sonra bu yorumları yapabiliyoruz. Arapça kökenli kelimelerin yazımında mutlak surette Arap imlâsına uygunluk aramanın verdiği sıkıntıları da dikkate aldığımızda harf inkılabının daha doğru anlatılmasına katkı sağlamış oluruz.
İkinci olarak söz alan Nuray “Ben soru sormayacağım, yorum yapacağım. Harf devriminin niçin yapıldığını bugün tartışmaya gerek yok. Sonuçlarını değerlendirmek daha doğru olur. Sonuçları itibarıyla başarılı bir alfabe olduğunu söyleyebiliriz. Dilimizdeki ünlülerin korunması sağlanmış, yazımda ikilemler, çelişkiler ve sıkıntılar giderilmiştir. Yazıldığı gibi okunan bir dil oluşmuştur. Belki 29 harf dışında birkaç sesin daha ayırt edici olarak eklenmesi gerekebilirdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli devrimidir bu.”
Nuray’ı dikkatle dinlemiş ve onun düşüncelerine ek olarak Orhan da “Benim fikirlerimi tamamlayıcı yorumlardır aslında söyledikleriniz. “K” ünsüzünün yanı sıra “kaf” karşılığında q olsaydı “kar” mı, “kâr” mı okunacak gibi şapka meselesi de olmazdı. Eksikliklerine rağmen Türkçenin seslerini koruması bakımından önemli bir değişiklik olmuştur.”
Arka sıralarda oturan ve ısrarla söz almak isteyen Mustafa ise “Harf inkılabının yapılması doğru olmamıştır! Bin yıllık geçmişimizle bütün kültürel bağlarımız kopmuş, atalarımızın yazdıklarını, söylediklerini ve bugüne kadar kalan tarihi eserler üzerindeki yazıları okuyup anlamayan bir nesil çıktı ortaya. Osmanlı alfabesinde ç, j, nazal n, p, sesleri uydurulmuş ve Türkçenin seslerini karşılamış, istenseydi ünlüler de ayrı işaretlerle karşılanabilirdi. Bu neden yapılmadı da alfabe tamamen değiştirildi?” derken pek de heyecanlıydı.
Orhan’ın cevabını herkes merak ettiği gibi Mustafa’nın doğrudan “Bu harf inkılabı yanlış olmuştur!” sözüne tepki göstermek üzere söz isteyenler olsa da hoca buna müsaade etmedi. Orhan, Mustafa’nın ne demek istediğini de esasen toplumda bu fikri taşıyan çok insan olduğunu biliyordu. Sözlerine şöyle devam etti:
–1928’de Mustafa Kemal’in inisiyatifi olmasaydı bu inkılap olmazdı. Şu anda Sovyetler Birliğinin egemenliğindeki Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de 1926’daki Türkiyat Kurultayında alınan kararla bütün Türk toplulukları Lâtin esaslı alfabeye geçiş kararı alındı. Soydaşlarımızın da alfabe değişikliğine gitmesi, ortak bir dilin oluşmasına katkı sağlayabilir düşüncesi vardı. Ordinaryüs Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü’nün, Kazım Karabekir Paşanın ve daha birçok Cumhuriyet döneminin münevverlerinin de bu inkılaba karşı olduğunu biliyoruz. Karşı olmak veya eleştirmek doğru yolu bulmak için gereklidir. Muhalefet etmeden, irdelemeden, yorumlamadan, tenkit etmeden doğrular tespit edilemez. Mesela, Fuad Köprülü “Evvela hiç kimse harf meselesinin bir milletin medenî tekâmülünde mühim ve hayatî bir mesele olduğunu iddia edemez” “ …Lâtin harfleri Türkçeye uygun değildir. Esasen bir milletin harflerini değiştirmesi, kültür itibariyle çok düşkün ve aşağı vaziyette olması şartıyla caiz görülebilir. Biz öyle bir durumda mıyız ki buna gerek duyulmaktadır…?” “… İptidai milletler istedikleri gibi bir elifba alabilirler. Fakat kültür sahibi milletlerden en ufak bir kelimenin imlâsını değiştirmek bile imkânsızdır. Çünkü onda asırların hatırası mevcuttur…” demektedir. Başka bir konuşmasında da “… Kelimeler, kavramlar, deyimler ve terimler onlara yüklenilmiş ve toplumların hafızasına yerleşmiş olan anlamlarından saptırılırsa ve her aklına esen, her kavramın içeriğini kendi çıkarlarına göre belirlemeye kalkışırsa işte o zaman toplumlarda etnik anlatımıyla “entropy” denilen ‘dil kargaşası’ çıkar… Toplumsal işleyişe dikkat edilmeyip dilde hayatını ve varlığını sürdürmekte olan kelimeler zor kullanılarak o dilden atılırsa bu doğrudan doğruya bir tür, ‘dilsizleştirme’ cezası gibi bir uygulama olur. Bu cezanın bedelini ise, çok ilginçtir ki, ilk ödeyen o cezayı kesen iktidar değil, bizzat o toplumun Tarih’i öder…” Belli bir süre harf inkılabına karşı gelen Köprülü, daha sonraki yıllarda eleştirilerine devam etmemiştir. Aksine aynı Köprülü, harf inkılabının 10. senesinde kaleme aldığı yazıyla inanılmaz bir dönüş yaparak devrimi savunmaya geçmiştir. Yine bir konuşmasında diyor ki:
“Türk harflerini kabul ettiğimiz büyük günün onuncu yıl dönümü Türklerin kültür tarihinde, bu kadar azametli, bu kadar şümullü bir dönüm noktası daha var mıdır? Bilemeyiz.” “…Başöğretmen Atatürk’ün bu inkılabı yaparken ve milletine millî, mükemmel bir alfabe hediye ederken ne kadar şümullü ve ne kadar derin düşünmüş olduğunu, hayat, on seneden beri ispat etti…”
Harf inkılabı, Türkiye Cumhuriyeti’nin dil ve kültür politikasının ilk ciddi hareketidir. Bu bakımdan biz de geçmişi eleştirirken geleceği unutmamalıyız. Harf inkılabından sonra Osmanlı Türkçesinde yazıları okuyabilmenin yolları da açılmalıydı. Bu iş sadece tarih ve Türkoloji bölümü öğrencilerinin yarım yamalak öğrendiğiyle bırakılmamalı, yetinilmemelidir.
Hamza Bey Hocamız, araya girerek “Konunun daha uzun tartışılabileceğini ancak bütün yönleriyle tartışmanın ders saatine sığmayacağını düşünüyorum. Serbestçe düşüncelerinizi sundunuz. Son olarak Semra söz almak istiyor” dedi ve ona söz verdi:
– Sayın Hocam! Arkadaşımızın sunumu ve ardından yapılan yorumlar bizi hem bilgilendirdi hem de bu vesileyle herkesin düşüncelerini ifade etmesine imkân verildiği için teşekkür ederim. Bugüne kadar dinlediğim en güzel sunumlardan biri bugünküydü. Türkoloji ve Tarih eğitimi alanlarının dışında da eski yazı eğitiminin yaygınlaştırılması gerekir. Nesiller arası kopukluğun ortadan kalkması sorunu da böylece çözülür. Ancak şu andaki siyasal yapımızın bunları hazmedecek ve özgürlükçü yaklaşımla, kendi geçmişiyle barışık bir siyaset üretmesi imkânsız görünüyor. Umarım gelecek yıllarda bunlar çözülür. İtalyanca diye bir dil varsa İtalyanlar bunu Dante’ye borçludurlar. İtalya’da 14. yüzyıl edibi Dante’nin eserlerini anlamak için İtalyanlar okullarda “Danteşinaslık” dersleri veriyor ki, onun eserlerini yeni nesil anlasın diye. Lâtin harfleri bizi İslam dünyasından koparıyor fikrine katılmıyorum. Bin yıldır Cumhuriyete kadar Kur’an tercümesi bile yapılmamış olması nasıl izah edilebilir? Kur’an meali alfabeyle izah edilemez. Kur’an tercümesi yapabilmek için bütün pozitif ilimlere vâkıf olmak, dile hâkim olmak, dinler tarihini bilmek, tefsir ve tercüme tecrübesine, anlambilim ve yorumbilim alanlarında uzman yetiştirerek analiz yapabilme yetkinliklerine sahip olmak gerekir. Atatürk’ün ölümünden sonra harf inkılabının hangi nedenlerle yapıldığıyla ilgili açıklamaların aşırılıklara kaçan, epeyce taciz edici üslupla dile getirilmiş olması pek de makul karşılanamaz. Bir de Göktürk alfabesine dönelim diyenler de var tabii… Pek taraftar bulmasa da gelecek yıllarda bu da gündeme gelebilir. Buna da şaşırmam doğrusu.
Semra’nın heyecanlı ve çok mantıklı ifadelerle konuya açıklık getirmesinden Orhan sözlerine devam etti:
– Esasen tarihimizde çok sayıda alfabe kullanılmıştır. Dolayısıyla tarih boyunca birçok kez harf inkılabı yapıldığını da gösteriyor bize. 19. yüzyılın sonlarında Mirza Fethali Ahunzâde Osmanlı Sultanı II. Abdulhamit Han’ı ziyaret ederek Lâtin alfabesine geçmemiz gerektiğini teklif etmiş, Sultan ise şahsî kanaatime göre “Evet, doğru söylüyorsunuz ama şu anda böyle bir değişimi sağlamaya muktedir değiliz.” demiştir. Lâtin alfabesine geçiş fikri ilk kez 1928’de ortaya çıkmış değildir, sonuçlandırılması o tarihte olmuştur. İnkılaba 1926’daki Bakü Türkiyat Kurultayı da yeni bir ivme kazandırmıştır. Kafkas, Ural ve Orta Asya’daki soydaşlarımızın hepsi Lâtin alfabesine geçtikten sonra bizim geçmememiz düşünülemezdi. Ne yazık ki, 1926 yılında Lâtin alfabesine geçen Türk soydaşlarımız Stalin’in baskı rejiminin en katı döneminde 1938’den itibaren Kiril alfabesine geçmek zorunda kalmışlardır. Üstelik aynı sesler her Türk lehçesinde farklı işaretlerle karşılanmış olup böylece aynı anlamdaki aynı seslerden oluşan kelimeler farklı harflerle yazılarak ayrıştırma politikası uygulanmıştır. Biz bugün alfabe farkından dolayı soydaşlarımızın konuşma dilini anlıyoruz, ne yazık ki yazdıklarını okuyamıyoruz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhittin-gumus/kalemin-izindekiler-69500020/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kalemin İzindekiler Muhittin Gümüş
Kalemin İzindekiler

Muhittin Gümüş

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kalemin İzindekiler, электронная книга автора Muhittin Gümüş на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв