Halis Öğretmen

Halis Öğretmen
Muhittin Gümüş

Muhittin Gümüş
Halis Öğretmen

HALİS ÖĞRETMEN
Birkaç gündür annesinin ciğer parçalayan öksürüklerinin daha ne kadar devam edeceğini bilmiyordu Halis. Demlikte kaynayan ıhlamurdan bir bardak içtiğinde, boğazını ve ciğerlerini yumuşattıkça bir miktar kesilen öksürük nöbeti akşam yemeğinden sonra ocak başında yeniden nüksetmişti. Ne kadar da yorulmuştu şu kahrolası öksürükten. Uyku saatine doğru artık takati kesilen Şerife an nenin gözleri kapanmış, karanlık odanın içinde sobadan yansıyan alevin yansıttığı alaca karanlık içinde sessizlik hâkim olunca da uykuya dalmıştı bütün aile. Halis, sabah uyandığında bambaşka bir evde olduğunu anladığında çok şaşkındı. Gözünü açtığında oymalı ve nakışlı tavan tahtalarını ve ikizi Emine’yle küçük kız kardeşi Hatice’nin de ayak ucunda yattıklarını gördü. “Neden kendi evimiz de değiliz?” diyecek kadar da bilinci yerinde değildi. Henüz beş yaşındaki bir çocuk için kışın ortasında sıcak bir yatakta uyumak fena bir yer sayılmazdı. Neden amcasının evindelerdi? Bir tuhaflık vardı ama odaya gelip de soran eden de yoktu. Yataktan yavaşça çıkıp pencereden etrafa baktığında yolun alt kısmında üçgen biçimindeki bahçenin içinde kaynayan kara kazanların altından tüten dumandan kendi evlerinin de görünmediğini fark etti. Yıkanacak çamaşır ve haftalık temizlik için çeşmenin yanındaki yunak ta yanardı bu kazanların ateşi. Arada bir ağlama ve çığlık sesleri geliyordu kulağına… Şaşkındı çocukcağız. Birisi onlara “Sakın bu evden çıkmayın!” demişti sanki. Zaman ilerledikçe meraklı bakışlar artarken bir yandan da ablası Gülendam’ı arıyordu gözleri. Bahçede toplanan kalabalığın da neden oluştuğunu da anlamaya çalışıyordu. Geçen zaman içinde çocukların odasına ne gelen vardı ne giden? Nihayet öğleye doğru kendilerine Rabia Yenge'nin getirdiği sıcak çorbayla mısır ekmeğini yerken bile kardeşler birbirlerine soramadılar “Niçin buradayız?” diye… Hatice, “Anneme gidelim, evimize gidelim!” dediğinde “Anam hasta, o buraya gelene kadar siz bir yere gitmeyin dedi Zeynep yengem. Dışarısı çok soğuk, üşür hasta oluruz biz de…” demişti Emine. Zaman kavramı o yaştaki çocuklar için izafi olmakla birlikte olan olaylarla ilgili bir bilince sahip olacak yaşta da olmadıklarından sadece anneye duyulan özlemden dolayı merakları zirveye ulaşmıştı. “Şerife Ana hastanede… Uzun zaman gelemeyecek” dediklerinde bir çocuk hüznünün tarifi mümkün olmayan görüntüsünü kimselerin resmedemeyeceğini, üç beş sözle de asla tasvir edemeyeceğini anlamak zor değildi. Henüz 10 yaşına girecek olan Gülendam ablaları biliyordu her şeyi… Zaten tembih etmişlerdi ki “Sakın ola ki ikizler ve Hatice bilmesin, duymasın! Bembeyaz kefenin içinde esmer güzeli bir annenin cansız bedenini kardeşlerine anlatabilecek kudreti yoktu Gülendam’ın. Zatürreden vefat eden annenin yerini kim tutacaktı ki?
Halis’in babasının dört öksüz çocukla baş başa kalması, zorluklar içindeki hayatının daha da çekilemez bir hâl almasına sebep olmuştu. O küçük yaştaki çocuklara kim bakacak, kim büyütecekti ki? Tayyar, çaresiz bir hâlde daha iyi yaşamaktan ziyade her canlı gibi hayatta kalmak için bir çare arıyordu. Çocuklar amcaoğullarının, kayın biraderlerinin evinde veya yakın komşularının yardımıyla karınlarını doyursa da onlar için anne gibisi yoktu elbette. Anneye en çok ihtiyaç duydukları zaman annesiz kalmak pek zor gelmişti. Sıkıntılı geçen üç beş yıl içinde evlenmeye çalışmıştı. Neticede 35 yaşını geçmiş Tayyar, Erbaa’nın uzak köylerinden 18 yaşındaki güzeller güzeli bir kızla evlenmiştir ve onun da ilk hanımının adıyla aynıdır. Şerife; tombul yanaklı, çekik gözlü, fındık kurdu gibi, hanım hanımcık biridir. Tecrübesiz ve toy bir kadıncağızdır. Gurbette o yaşta gelin olmak kolay değildir elbet. Kader onu bir yokluktan alıp başka bir yokluğa gelin etmişti. İlk çocuğu Selim’i doğurduktan sonra kocasından tek isteği ailedeki bütün çocukların ve bundan sonra dünyaya gelecek evlatlarının geleceği için şehre yerleşmekti. Şehirde düzenli iş bulup çalışmak için tarlaları, evi ocağı, malı mülkü satıp Turhal’a yerleşmeye karar verdi Tayyar. “Şeker fabrikasında işe girerim, belki bir iş kurarım ve çocuklara da iyi bir gelecek hazırlarım.” diye düşünüyordu. “Bir ev yeri kadar bahçen olsun. Her yeri satma!” diyen amcasını bile dinlememişti. Sanki fakirliğin tek sebebi köyde yaşamaktı. Oysaki 1950’lilerin küçük bir şehrinde hayat çok mu güzeldi? Bir fabrika, bir maden… Başka? Her şey ancak çalışarak elde edilebilirdi.
Nihayet göçtüklerinde şehirdeki hayatın farklı olduğunu her gün hissetmişti. Kendi eviniz ve sabit geliriniz yoksa hayat çekilemez ve yaşanamaz oluyordu. Köydeki bütün mal varlığını satıp parasını da yavaş yavaş eritmeye başlayınca hiçbir şeysiz ortada kalmaktan korku ve endişeye kapılmıştı Tayyar Ağa. Halis’in okul çağı gelip geçtiği hâlde onu yaşı büyük diye okula kabul etmiyorlardı. Bunu öğrenen şehrin eski Belediye Reisi Raif Yazgan duruma müdahale ederek Atatürk İlkokulu Müdürü Ali Ergenekon’a rica edip Halis’i okula kaydettirdi. Herkes tarafından sevilen, takdir edilen ve fukara babası Belediye Reisine Raif dede derdi Halis de. Raif dede, Halis’in okula başladığı gün sevincinden okulun duvarına yaslanmış ağlıyordu. Onu ilgiyle seyreden çocuklar kocaman insanın ağlamasına bir anlam verememişlerdi. Reis dede arada bir okula uğrayıp çocuklara şeker dağıtıyor ve “İyi okuyun! Memlekete iyi adamlar lâzım çocuklar!” diyordu. Yaşıtlarından azıcık büyükken ilkokulu bitirdi ve ardından ortaokul ve liseyi okumak için Tokat’a gittiğinde yaşını bahane ederek okula kabul etmemişlerdi. Sanat Okulunun Ağaç İşleri bölümü dışında seçebileceği bir bölüm de olmadığını söyleyerek okuma azmini zayıflatıyorlardı. Okuyup marangoz olmak yerine hiç zahmet etmeden de marangozhanede ustalık öğrenmesinin mümkün olduğunu biliyordu. Babası yanında olduğu hâlde Halis cesaretini toplayıp valilik makamına çıktı. Reis dedesi ona öyle tembih etmişti çünkü. Vali Hakkı Albayrakoğlu’nun huzuruna çıkmak için vilayet konağına gittiğinde kapıdan girmesi de pek kolay olmamıştı. Nihayetinde insaf sahibi bir görevli Vali Beyle görüşmesine yardımcı oldu. Halis heyecanlıydı ve gördüğü sıcak ilgi ve şefkatten dolayı da mutluydu. Vali Bey de merak etmişti; “Bu kara yağız delikanlı benden ne isteyecek acaba?” diye düşündü ve sordu:
– Nedir evladım arzun?
– Okumak istiyorum Vali Bey…
– Buna mâni bir şey mi var? Okula kayıt ol, oku!
– Maalesef beni okula kayıt etmiyorlar. Leyli meccani (yatılı) okullarda yer yok diyorlar. Ailem Turhal’da, burada kalacak yerim olmayınca yatılı okumalıyım. Ayrıca yaşımın büyük olduğunu söyleyerek kabul etmiyorlar. İlkokula geç başladım ve dolayısıyla geç bitirdim. Altı kardeşiz ve babamdan başka çalışıp kazanç sağlayacak kimsemiz yok.
– Şimdi Maarif Müdürünü arayacağım ve derhal seni önce Erkek Sanat Enstitüsüne, ardından lise kısmını okuyacağın zaman da Muallim Mektebine kaydetmelerini buyuracağım.
– Teşekkür ederim muhterem Valim. Ömür boyu unutmam bu iyiliğinizi.
– Sağ ol evladım. Başarı haberlerini bekleyeceğim. Her karne alışında vilayet konağına gel ve bana göster karneni. Senin velin ben olacağım.
– Şeref verirsiniz Vali Bey.
Vilayet Konağı’ndan çıktıktan sonra sırtından büyük bir yükü yeni indirmiş gibi bir ferahlık ve hafiflikle elindeki Vali Beyin imzasını taşıyan pusulayı sımsıkı tutarak gittiği okulun kapısında -birkaç saat önce kendisini kabul etmeyen- okul müdürünün yardımcısıyla birlikte beklediğini gördü. Saygısızlık olmasın diye içinden geçenleri söylemedi. Babası Tayyar amca ise valiye şikâyet etmiş gibi gözükmenin ezikliğini de hissederek:
– Müdür Bey… Vali Beye ben değil oğlan gidelim dedi de gittik vallahi… Yoksa ne işimiz vardı vilâyet Konağında. Devletin adamını meşgul etmek gibi bir niyetimiz yoktu. Yanlış anlama bizi…
Müdür de günah çıkarır gibi ve yardımcısının da baş sallayarak onu tasdik edercesine:
– Tamam… Kaydını yapacağız bu kara oğlanın! İyi ki valiye gittiniz; yoksa kayıt edemezdik. Vali Bey’in emri başımız üstüne efendim…
Tayyar amca, oğlunu yatılı okula vermenin sevincini yaşasa da Halis, Öğretmen Okulunun orta kısmına giremediği için üzüntülü ama 3 yıl sonra başarılı okursa Öğretmen Lisesine kayıt olabileceğine olan ümidini kaybetmemiş olarak babasının elini sımsıkı tutmuş; arkamda sen varken daha güçlüyüm ama inşallah bu hevesin kısa zamanda kaybolmaz baba der gibiydi.
Kaydını yaptırdıktan sonra okudu ve hep başarılı bir öğrenci olarak okudu. O yıllarda Halis’in kendi köyünden gelip başka okullarda okuyan arkadaşlarının da olduğunu öğrendiğinde çok sevinmiş ve Hoca’nın Ahmet’le de o yıllarda başlayan arkadaşlığı onun okuma azmine büyük katkı sağlamıştı.
Halis, 1963’te Erkek Sanat Enstitüsünün orta kısmını bitirdi ve hemen öğretmen okuluna kayıt olmak istediğini söylediğinde müdür yardımcısının pek hoşuna gitmemişti bu talebi. Çok iyi marangoz olarak daha ileri aşamada mobilyacılık ve dolap yapımında büyük usta olacak bu çocuğu Sanat Enstitüsünde tutma gayreti beyhude idi. Nihayet Öğretmen Okuluna kayıt olduğunda daha güzel kıyafetle, daha iyi şartlarda okuma imkanına sahip olmuştu. 1966’da Öğretmen Okulunu üstün başarıyla bitirdi. Öğretmen Okulundan mezun olduğu günkü sevinci tarifsizdi. Babası Tayyar amcanın çevresinde değil ilkokulu bitiren, okul yüzü gören kimse yokken oğlunun öğretmen okulundan mezun olmasından duyduğu gururu kelimelerle ifade edemese de her hâlinden belliydi. Kısa zaman sonra 26 Temmuz 1966’da Maarif Müdürlüğünden gelen kararnameyle Zonguldak’ın Karadeniz Ereğlisi’ne bağlı Ketenciler Köyü ilkokuluna tayini çıktığını öğrendi. O güne kadar Tokat ve Amasya’dan başka vilayet görmemişti. Gidip görev yapacağı köyün nasıl olduğunu da merak ediyordu elbette. Dokuz yaşına kadar köyde çok zor şartlarda yaşamıştı. Kış günlerinde bile yalınayak veya çarık giyerek kızakla kaydığı günlerden annesini kaybettiği günlerdeki sıkıntıların yanında hiçbir zorluk ona ağır gelmeyecekti; öksüzlüğün, fukaralığın verdiği zorluklara dayanmışken gurbete mi dayanamayacaktı? …
Ketenciler Köyü’nün tabiatı, insanları, okulu kendi köyündekinden farklı mıydı, değil miydi? Tüm bunları merak etmesi de normaldi tabii. Babasının aldığı tahta valiz ve bir kat yatak yorgana yattığında başını koyacağı küçücük bir yastığı bile yoktu. İstanbul’a giden otobüsle yola çıktığında yeni bir hayat yolculuğu çoktan başlamıştı Halis Öğretmen için. Yolda acıktıkça yanındaki çantadan çıkarıp yediği cevizli burma kömbenin yanında içmeye suyu da yoktu. Aslında yolda da yokluklar devam ediyordu, olmayan başka bir şey de şikâyetti. Şikâyet edilecek ne vardı ki? Karnımız gözümüz doyuyor ya, işte o yeter bana diyordu Halis Öğretmen. Ancak geride doyuracağı dokuz nüfus vardı. Sorumluluk anlayışıyla büyümüş olup, çektiği sıkıntıları kardeşlerine yaşatmak istemiyordu.
Karadeniz Ereğlisi Maarif Müdürüne takdim ettiği yazının ardından kendisine Ketenciler Köyü’ne üç gün içinde gitmesi gerektiği söylendi. Köy ilkokulunda kendisinden başka iki öğretmenin daha olduğunu ve kalabileceği iki odalı bir ahşap ev olduğunu söylemişti. Köye ulaştığında pek de yabancı gelmeyen tabiatla karşılaşmış, sevinmişti Halis Öğretmen. Köyün insanları da misafirperverliklerini gösterme yarışındadır. İlk günlerde eve yerleşme ve alışma evresi pek zor geçmemiş olsa da genç öğretmen için pek kolay değildi. Okuldaki diğer öğretmenler de Halis Öğretmen’e yardımcı olmaktalardı… Köydeki okulda 140 öğrenci vardı ama üç öğretmen nasıl baş edecekti ki? Arada bir köy kahvehanesine gidip sohbet etmeye de alışmışlardı. İşi gücü olmayan köylülerden iskambil ve tavla oynamayan yoktu nerdeyse. Köylüyle kaynaşmak için kahvehaneye gitmekten başka bir yol da yoktu. Allah’tan köy muhtarı Sâdık amca, babacan ve görgülü bir adamdı ve Halis Öğretmen’i pek sevmişti:
– Halis hocam! Sen efendi adamsın… Yokluklardan buralara kadar gelmişsin. Okumuş adam olmanın faydasını ilk vazife yaptığın bu köyde göreceksin. Eminim ki öğretmenlikle ömür boyu mutlu olacaksın. Allah her insana ilmin faydalısından nasip etsin. Bizim çocuklarımıza iyi bir eğitim vereceğinizden eminim. Bir ihtiyacınız olduğunda mutlaka söyleyin bana.
– Sağ ol muhtar amca. Yardımlarınız için teşekkür ederim. İyi ve güzel işlerimizi başkalarına, yanlışlarımızı bize söyleyin lütfen. Siz hayat tecrübesine sahip, bilge insana benziyorsunuz. Ben gencim ve öğretmen olsam da sizden öğreneceğim pek çok şey vardır. Bana manevi katkılarınız olursa yeter.
– Sağ ol evlat… İltifatınıza lâyık olmak isterim.
Halis Öğretmen, “Köy ilkokulunda her şey güzel giderken bir yandan da önce askerliğimi yapayım, sonrasında Allah kerimdir.”, diyordu.
Vilayetteki Askerlik Şubesine uğradığında bir an önce askerlik görevini yapmak ve ardından çok sevdiği öğretmenlik mesleğine devam etmeyi düşündüğünü söyledi. Kısa süre içinde sevki yapıldı ve Balıkesir Edremit’te Askerî okulda ders verirken çok sevdi mesleğini. Aradan geçen zaman içinde askerlik de bitmişti. Askerliğini yaptıktan sonra Halis Öğretmen, ilk görevli olduğu köyden 1968 yılında Balıkesir’e tayin olmuş ve aynı zamanda okul müdürü olarak atanmıştı. Yeni tayin olduğu köyün adı Kumluköy’dür … Dursunbey’e bağlı köyün nerede olduğunu sorduğunda gösterilen dağların arkasından iki saat daha yürümek gerektiğini, yol olmadığı için eşekle ya da katırla gidilen bir yer olduğunu söylemişlerdi. İçi cız etse de öyle yollarda zaten yürümüş olduğundan pek de yabancı değildi zor yollara. Kumluköy’de ahır üzerine yapılmış tek odalı evde kalmak zorundaydı. Başka bir imkân ve ihtimal de yoktu zaten. Okul ise tek dershaneli olup beş sınıfın öğrencisi bir arada okuyacaktı. “Beşi bir arada mı, beşi bir yerde mi desem bu hâle?” diyordu Halis Öğretmen. Bu köyde günler geçse de geceler bitmiyor, her şeyin yokluğunun içinde yalnızca güzel insanlar vardı. Heyecanla okumak isteyen mahcup köylü çocuklarının gözünde Halis Öğretmen’in verdiği ışıklar parlıyordu. Muhtarın gayretleriyle okulun yanına bir lojman yapıldı ve burada altıncı yılına girmişti. Oğlu Yavuz iki yaşında, Ahmet ise dört aylıktı. Biraz daha iyi bir evde yaşıyordu. Köydeki yetişkinlere de okuma yazma kursları düzenliyor, yaz aylarında ipekböcekçiliği yaparak kazancından hasta olduğu için çalışamayan babasına da para gönderiyordu. Kardeşlerinden Selim, Fatih, Fatoş ve Hüseyin büyümüşler ve okula devam ediyordu Turhal’da. Onların da masraflarını karşılayacak tek maaşlı Halis Öğretmendi. O yıl, 80 kilogram ipekböceği kozasını Bursa’da 28 lira 75 kuruştan sattığında bunca emeğin karşılığı bu kadar az olmamalı diyerek döndü evine. Her gün ipekböceklerine dut yaprağı taşımaktan bıkmıştı. Dağların arasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde başka hangi şekilde geçimini sağlayacak bir iş yapabilirdi ki?
Bir kış günü köylülerle kıraathanede hasbihal ederken fötr şapkalı, geniş yakalı gömleğine biraz eğreti bağlanmış genişçe kravatlı bir adam girdi. Kenardaki boş masaya oturdu. Ceketinin yan cebinden bir deste iskambil kâğıdı çıkardı. Kendi kendine desteleri karmaya başladı. Arada bir kâğıt çekiyor ve “Hah işte bu yahu! Buldum sonunda en güzelini!” diyor. Halis Öğretmen gibi diğer köylüler de adamın hareketlerini yan gözle izliyorlar fakat bir anlam veremiyorlar. O sırada muhtar içeriye girer. Küçükler ayağa kalkarak yer verirler. “Buyurun muhtarım, masamıza oturun!” derler. Yan masadaki fötr şapkalı adamdan da gözlerini ayıramazlar, fakat adama bir şey de soramazlar. Almanya’dan izne yeni gelen Uzun Ağa dedikleri adamın garip hareketleri dikkat çekicidir. İzne geldiğinde akrabaları pek mutludur ve her hafta yeni giysiler alıp gelen Uzun Ağa’nın davranışları da tuhaf gelir Halis Öğretmen’e. Durumu fark eden muhtar:
– Ne o Uzun Ağa? Nelerle meşgulsün yine? Gel hele de iki laf edelim. O elindekiler ne öyle?
– Muhtarım sağ ol… Ben kimim ki sizin gibi büyük adamlarla oturayım. Okul müdürü, ormancı ve kocaman muhtar… O masaya kaymakamlar hatta valiler oturuyor, ben gariban bir adamım. Haddim değil sizinle oturmak.
– Gel yahu yanımıza! Otur şöyle bakalım. Ceplerin de pek kabarık Uzun Ağa. Çok mu para kazandın Almanya’da ha?
– Haftada bin mark kazanıyorum. Siz de gidin şu Almanya’ya paranın ne olduğunu orada görürsünüz. Bakın elimde bir deste kâğıt var ama o bildiğiniz iskambil kâğıdı değil.
– Nedir öyleyse?
– Şansınıza bir kâğıt açalım da bakın. Madenden çıkınca aha bu fotoğraftaki gibi Alman kızları karşılıyor bizi. Bayılıyorlar bizim Türk erkeklerine…
– Bizimle dalga geçme yahu? O kadar para kazanıyorsan çok iyi ama kazandığın parayı da kızlarla mı yiyorsun?
– Onlardan kalan para aha bunlar Müdür Bey.
– Vay be… Nerdeyse 25-30 bin mark paran var ha… İki yılda bunu mu kazandın? Çekelim senin şu kâğıtlarından da bakalım nasıl bir sarışın çıkacak şansımıza?
Muhtar da bir kâğıt çeker ve hayretler içinde bakar. Kâğıdın iç yüzünde filmlerde bile görmedikleri sarışın veya değişik tiplerde Alman kızlarına benzer, frapan giyimli kadın fotoğrafı vardır. Üstelik tanınmış artist kadın fotoğrafı da değildir bunlar.
– Uzun Ağa! Kimdir bu hatun kişiler?
– Muhtarım. İsteyeni aha bu kızların olduğu memlekete göndereceğim. Alamanya’ya gitmek isteyenleri yazıyorum deftere. Balıkesir İş ve İşçi Bulma Kurumuna listeyi vereceğim. Sen muhtarsın, yaşın da epey var. Seni yazamam ama şu 35 yaşını geçmemiş herkesi yazarım.
– Yaz bakalım… İsteyen herkesi yaz.
– Ha bu arada Müdür Bey, şu filtreli Alman sigarasını indir cebine… Sonra sen de bana iyi bir şeyler ısmarlarsın. Kahveci Sallabaş’a söyleyeyim de şu bin markın ateşiyle kahve pişirsin sana.
– Olur mu öyle şey Uzun Ağa? Para servettir, alın terinin sembolüdür. Çoluk çocuğun nafakasıdır yahu!
– Cebimde bunlardan çok var Hocam! Daha bunlar yarısı sayılır. Şirket hepsini vermedi hemen harcamayasın diye. Kalanını dönünce verecekler…
– Vay be Uzun Ağa! Emeğinin karşılığını fazla fazla ödüyor ha bu gavurlar, öyle mi?
– Şirketten “Göster bu paraları da onları paranla ez!” dediler bana Hoca!
– Bak bunu iyi dememişler… Köylüler sana kırılır. Öyle fazla şişinmesen iyi olur.
– Okumuş adamsın Hocam. Laf etmesini sen bilirsin, ben bilemem ki… Bana orada Bottroplu madenci Uzun Ağa derler. Madenden çıkınca kırmızı arabalarıyla sarışın kızlar bekler her gün beni. Kim önce davranırsa ben ona biner giderim. Sen de devletten maaş, böcekten ipek beklersin Hocam! Durma buralarda! Seni de madene götüreyim.
– Neyse şimdi zamanı değil Uzun Ağa… Sonra yine konuşuruz.
Zaman zaman Uzun Ağa, Halis Öğretmen’in yanına gelip sohbet ederken, bazen de komşu köylerden “Hoş geldin” demeye gelenlere hep aynı hikâyeleri anlatıyordu. Arada bir Halis Öğretmen Uzun Ağa’nın yanlışını bulmak için sorular soruyor ama adam o kadar uyanıktı ki bir anlattığını ikinci kez anlatırken isimleri karıştırmıyordu. Çünkü bütün kızların adı Maria’ydı. Arabaların ve kızların gözlerinin renkleri değişse de isimleri değişmiyordu.
– Uzun Ağa! Söyle bakalım şu mavi arabalı sarışın kızın adı neydi?
– Şimdi söyleyiverem Hocama. Tabii ki Maria…
– Mavi arabanın sahibi kızın adı da Maria’ydı. Almanya’da başka kız adı yok mudur?
– Şimdi diyorsun ki Uzun Ağa’m yalan söylüyor. Bu ağanız neler gördü neler… Almanlarda Maria adı çok değerlidir. Onun için kızlara başka ad koymazlar… Başka adlar da var ama o adlar sakıncalıdır.
– Peki Uzun Ağa’m. Arabalarının markası nedir bu Mariaların?
– Fort hocam fort…
Halis Öğretmen, okuduğu yabancı romanlarda, seyrettiği sinema filmlerinde Maria adının olduğunu biliyor, bir de gazetelerden Ford’un bir araba markası olduğunu duymuştu. Adam abartılı konuşsa da pek de yalanı yoktu ona göre. Uzun Ağa anlattıkça anlatıyor ve Halis Öğretmen’in kafası da karışmaya devam ediyordu. “Hocacığıma deyiverem… İster inan ister inanma!” diye başlayan cümlelerle palavralar birbirini kovalasa da yapacak bir şey yoktu. Gece yarılarına kadar dinleyicisi vardı Uzun Ağa’nın. Uzun Ağa’ya göre “Almanya dediğin yer aha şu dağın arkasında. Çıkıp bak, vallahi görürsün! Hemen şuracıkta! Sokakları parayla ve sarışın Alman kızlarıyla dolu.” diyordu.
Bir gün Uzun Ağa, Halis Öğretmen’e gelir:
– Bak Hocam! Sana bir sırrımı söyleyeceğim. Sakın ağzından kaçırmayasın ha…
– Nedir sırrın Uzun Ağa? Anlattıklarının hepsi yalan mıydı yoksa? Pişman mı oldun yahu?
– Aman Hocam… Bizde yalan dolan ne gezer? Ne pişmanlığı be… Bak şu cüzdandaki fotoğraflara…
– Eee. Yine sarışınların fotoğrafları… Sende başka renk yok zaten.
– Bak hocam… Aha bu öğretmen, şu uzun saçlısı avukat, aha bu da hastanede hemşiredir. Hepsiyle başa edemem diye bu üçünü seçtim. Artık başkası gelmesin diye… Kıyımdan ayrılmazlar vallahi.
– İyi de bana neden gösteriyorsun ki?
– Tek güvendiğim adamsın sen Hocam! Cahillere gösterir miyim ben?
– Eyvallah Uzun Ağa…
Uzun Ağa’nın cüzdanındaki üç hatun kişinin fotoğrafını hem kendi köyünde hem de civardaki ahaliden duymayan kalmadığı gibi görmeyen de kalmamıştı neredeyse. “Ahırdaki öküzümü, eşeğimi, kümesteki kazımı, tavuğumu satarım bu Almanya’ya giderim.” diyenlerin sayısı böylece gün geçtikçe artıyordu.
Kumluköy’ün sakinlerinden ve komşu köylerden gelenler Almanya’ya beni de yaz diye sıraya geçmişlerdi âdeta. Kahvede adını kendi isteğiyle yazdıranların yanı sıra, ailesinin veya büyüklerinin kabul etmeyeceğini ileri sürerek “Sakın yazma!” diyenler de olmuştu. Uzun Ağa’ya inanmış gibi davrananlar olduğu gibi “O sahtekârın kendine faydası yok ki bize olsun!” diyenlerin yanı sıra “Kaybedeceğimiz bir şey yok! Uzun Ağa ismimizi yazdı. Çıksa da çıkmasa da bahtımıza!” diyorlardı.
Halis Öğretmen, Uzun Ağa’nın kısa sürede bunca para kazanması, filtreli sigara içmesinden, giydiği kıyafetten etkilenmişti. “Cahil bir adamın Almanya’da kazancı bu kadar iyiyse ben okumuş adam olarak emeğimin karşılığını alamıyor muyum acaba?” sorusu kafasına takılıyor ve uzun uzun düşüncelere dalıyordu.
Aradan geçen iki ay içinde kışa doğru İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla Almanya’nın İstanbul Başkonsolosluğundan işçiler için celpnameler dağıtılmıştı. Halis Öğretmen, ben de Balıkesir’e gideyim de yazdırayım kendimi. Onca yıl okuyup öğretmen oldum, okul müdürü oldum ve ardından işçi olmak pek de makul karşılanacak bir iş değil ama bu vesileyle kaderimde bir değişiklik olacaksa şimdi olmalı, aksi takdirde geç kalmış olurum.” diyerek gitmeye kadar verdi.
Sabahın erken saatleriydi. Tan yeri ağarmadan ana yola kadar yürüyen işçi adaylarıyla Balıkesir’e ulaştıklarında perişan hâldeydi. Sırayla alınan işçi adaylarına önce sağlık tetkiki yapılıyor, sonra okuma yazma durumuna göre karar veriliyordu. Kazananlar sevinç içinde, kaybedenler üzüntülüydü. Halis Öğretmen de İş ve İşçi Bulma Kurumuna adını yazdırdı. Bir aya kadar seni çağırırız dediler. Hemen madencilik alanıyla ilgili bir kitap satın aldı.
Tekrar yollara düşüp çıktı Kumluköy’e. Eşi Medine Hanım da merak içindeydi. Halis Öğretmen’in ise ağzını bıçak açmıyordu. Okuldaki çocuklar aklına geliyor ve bir gün bu meslekten vazgeçmesinin çok güç olacağını düşünüyordu.” Ben gidersem kim gelir ki buraya? Öğretmensiz kalırlarsa bunun vebalini nasıl taşırım?” diye iç muhasebesine başlamıştı. İşçi adaylarının katılacağı sınava davet edilmesi gerektiğini söyledi eşine. Sabırla beklemekten başka çare de yoktu.
Çağrıyı beklerken dağları taşları dolaşıyor, ellerim nasırlaşsın diye elinde bir balyozla taş kırıyor, odun kesiyor ve kazmayla meyve ağaçlarının dibini eşiyordu. Muayenede mahcup olmamak için çalışmış ve yıpranmış el görüntüsü olmalıydı. Nihayet İş ve İşçi Bulma Kurumuna kasım ayında davet edildi ve heyecanlıydı. Heyet huzurunda görevli:
– Aç ağzını, dedi. Dişler ve ağız sağlığı iyiydi. Ellerde yeteri kadar nasır ve çatlak yoktu. “Şu gazete sayfasını oku bakalım!” dediler; okudu. “Kalemi al ve şu kâğıda adını yaz bakalım”, dediler; yazdı. İşçi seçme komisyonunun başındaki adamın tuhaf bakışlarından şüphelenmişti. Fakat birkaç saat sonra sonuçlar açıklanacaktı. Heyecanla bekledi Halis Öğretmen. Komisyona öğretmen olduğunu da söylememişti.
Öğleden sonra seçilenlerin ismi okunduğunda Halis Öğretmen’in adı yoktu. Bu duruma çok içerlemiş ve hemen komisyonun başındaki adama sitem ederek:
– Beyefendi nasıl oldu da kazanamadım, bir sebep söyleyin de bilelim!
– Sen hızlı okudun, hızlı yazdın. İyi okuyan adamdan işçi mişçi olmaz birader! Ayrıca ellerin de nasırlı değil ki senin!
– Yok mu bunun başka yolu?
– Yok! Var git köyüne!
Halis Öğretmen’in pek gücüne gitmişti. Hayat boyu girdiği sınavları kazanmıştı ama bu defa kader ona gülmemişti. Kısa bir süre sonra kurumun müdürüne ulaştı ve durumunu anlattı. Müdür de kendisine bir yemek ısmarlaması hâlinde yeniden bizzat sınava alacağını söyledi. Gittikleri lokantada afiyetle yemeği yedikten sonra ertesi gün yeniden sınava alındı. Yazıyı yavaş okudu, kalemle adını yazarken bir harfini eksik bıraktı. Ellerinin nasırı sorulduğunda “Bizim yöredeki madenci Ali Sayakçı madeni erken kapattı, böylece ellerim tazelendi. Yaklaşık on beş gündür çalışmadığım için nasır kalmadı.” dedi. Müdür, madenci olarak kabul edildiğini hemen ilan ettiğinde sevinçle hüznü bir arada yaşıyordu.
Aralık ayının ilk günlerinde soğuk bir gece yarısı kahveden eve geldi ve henüz uykuya dalar dalmaz, kapısı çalındı. Israrla kapının uzun uzun vurulmasından dolayı endişelendi. Yavaşça kalkıp baktığında gelenin postacı Vehbi olduğunu gördü.
– Hayırdır Vehbi?
– Dursunbey ilçesinden geliyorum Hocam. Hediyemi sakın unutma! Gece yarısı mektubunu yetiştirdim… Yarın sabah 08.30’da Balıkesir İşçi Bulma Kurumunda hazır olacaksın! Acele et! Mezitler istasyonunda İzmir Ege Ekspresine yetişmeye bak! Treni mutlaka durdurmalısın! Yoksa hakkını kaybedersin!
– Tamam, hemen hazırlanıyorum Vehbi. Sağ ol kardeşim.
Halis Öğretmen, davet mektubunu açıp okuduktan sonra giyinip yola çıktı. Her taraf zifiri karanlıktı. Hiçbir şey ve hiçbir yer gözükmüyordu. Derelerden, çukurlardan zar zor geçiyordu. Uzaklardan kurtların ve köpeklerin ulumaları duyuluyordu. Karanlıkta dallara takılıyor, düşüyor, kalkıyordu. Tek korkusu treni kaçırmaktı. Gecenin karanlığında yol sapağını da şaşırdığı için boş yere epey yol yürüdüğünü anlamıştı. Yanlış tarafa gittiğini tren yolu köprüsünden fark etmişti. Yolu tahminen bulmuş ve raylardan ayrılmadan gidiyordu. Uzaklardan tren sesi gelmeye başladığında “Eyvah, mahvoldum. Treni kaçıracağım. Daha birkaç km yolum var!” derken meğerse gelen yük treni olan bir marşandizmiş… Yük treni geçtikten sonra kendisine güç kuvvet geldi… Uçarcasına koşuyordu, çünkü trene yetişemediği zaman Almanya hayali orada bitecekti. Ege Ekspresi Ankara – İzmir seferi yapan trendi ve Mezitler istasyonuna ulaştığında henüz görünürlerde yoktu. Derin bir nefes aldıktan sonra tatlı bir dinginlik de pek hoş gelecekti Halis Öğretmen’e.
Mezitler istasyonunda istasyon şefi Ali Nazmi Bey ve oradaki diğer çalışanlar öğretmeni tanımışlardı. Ali Nazmi Bey’e:
– Şefim, treni durdur, Balıkesir`e yetişmeliyim!
– Eğer Almanya` ya gidiyorsan hocam, İzmir Ege Ekspresini durdurayım; yoksa karışmam ben! Halis Halis Öğretmen terliyor ve konuşacak halde değildi. Kendisine su ve bir bardak çay ikram ettiler.
Ali Nazmi Bey, Halis Öğretmen’e yaklaşıp:
– Almanya’yı bana versen, gecenin bu saatinde köyden dışarı çıkmam! Dağlar ve yollar kurt ve it dolu, hocam!
Birkaç dakika geçmeden Ali Nazmi Bey, kırmızı sinyali verdi İzmir Ekspresine… Tren durdu. Şefe teşekkür ettikten sonra kompartımanlardan birine bindiğinde trende beylerin, paşaların ve hanımların yolculuk yaptığını görür. Trenin sadece Halis Öğretmen’i almak için trenin durdurulduğunu fark etmişti herkes. Sabahın ilk saatlerinde Balıkesir’e indi. İşçi Bulma Kurumunda madenci sınavının son mülakatına girdikten ve birincilikle kazandığını duyduktan sonra “Artık burada bir engel kalmadı. Allaha şükürler olsun! İnşallah İstanbul’daki Alman İrtibat Bürosundaki son tetkikten de geçersem ver elini Almanya!” dedi.
Kazanmıştı sınavı ama Balıkesir’deki kurum elemanları öğretmenden para koparmak için bin bir çeşit sıkıntı çıkarmışlardı. Pasaportunu bile saklayıp, kayboldu diyerek blöf yapmışlardı. Halis Öğretmen’i epey uğraştırmışlardı. Sonunda Emniyet Müdürlüğündeki pasaport polisinin telefonu ve yardımıyla tüm engeller aşılmıştı. Alışveriş yapıp, öğle treni ile köye geri döndü. Bu arada postacı Vehbi’nin hediyesini de unutmamıştı. Köy halkı, Halis Öğretmen’e de İstanbul yolu gözüktüğünü konuşmaya başlamıştı.
Aralık ayının ortalarında Balıkesir’den İstanbul’a otobüsle yola çıkan Halis Öğretmen, İstanbul – Şişli’deki Alman İrtibat Bürosunun önünde toplanan madenciler arasındaydı. Dikkat çekmemek için Halis Öğretmen eski ceket içine yeni bir gömlek giymiş, tıraş olmadan gelmişti. Tercüman, işçileri tek tek çağırdığında; aceleci, herkese bağırıp çağıran uzun boylu, pos bıyıklı bir Alman memur, kapının önünde kısa bir tetkikte bulunuyor; “Kitabın şu sayfasını oku!” dedikten sonra işçiler okumaya başlar başlamaz “Tamam, bu adam okuma biliyor, geç içeri!” diyordu. Daha önceki sınavda “Sen hızlı okudun! Doğru yazdın!” diye kabul edilmediği aklına geldi “Ben pek hızlı olmasa da ağır aksak okusam yeterli… Aman yine bir aksilik olmasın…“ diye içinden dua ediyordu. Halis Öğretmen de içeri girdiğinde uzun boylu, kalın gözlüklü pala bıyıklı bir Alman memuruyla tercüman vardı. Nerede ve hangi madende madenci olduğunu sordular. Her soruya çok çabuk cevap verirken öğretmen olduğunu söylememiş, içinde burkulan bir şeylerin eşliğinde Ali Sayakçı’nın kömür işletmelerinde çalıştığını söyledi. Sonra kan ve idrar verip, doktor muayenesine çağrıldı diğer işçilerle birlikte! Alman doktoru uzun boylu, dazlak kafalı, sarışın ve kalın bıyıklıydı. İşçilerin ağız ve diş kontrolünü yaptıktan sonra Halis Öğretmen’in özellikle kolundan tutup bütün gücüyle dayanıklılığını denedi. Ardından genç bir hemşire de “Başınızı sola çevirin ve donlarınızı indirin!“ dediğinde pek utanmıştı öğretmen Halis. Sağlık muayenesinden sağlam çıkanların pasaportları toplandı ve işçi damgası vuruldu. Halis Öğretmen böylece ilk defa, EBV- Eschweiler Bergwerksverein Taşkömürü İşletmesiyle İstanbul’da 26 Alman Markı yevmiyeyle iş akdini imzalamıştı. Konsolosluk tercümanı “1973 yılının Ocak ayında hareket emrini bekleyin!” demişti. Köye dönerken yine hüzün ve mutluluğun bir arada olduğu ahvaldeydi Halis Öğretmen… Köy içinde gezerken bazen Avrupa’yı fethetmeye gidecek asker gibi hissediyordu kendini. Nihayet beklenen haber geldi ve İstanbul madencileri bekliyor, ardından Almanya da bekliyordu onları. Artık köylülerle, öğrencilerle vedalaşma zamanı gelmişti. Evinden, ocağından, çocuklarından ve peygamber mesleği öğretmenlikten ayrılma zamanı gelmişti.
1973 yılınınŞubat ayının başlarında güneşli bir gününde muhtar, ihtiyar heyeti ve köy halkı caminin önünde toplandı. Cami hocası dualar okuduktan sonra Halis Öğretmen herkesle kucaklaşıp helalleştiği sırada gözyaşları sel olmuştu. Köy halkı, “Bizi unutma hocam!” diyerek uğurluyorlardı. Öğrencilerin üzüntüsünü ve gözyaşlarını dindirmek imkânsızdı. Siyah önlükleriyle ve beyaz yakalıklarıyla caminin duvar dibine dizilmiş vaziyetteyken her birinin yanaklarından öperek vedalaştı… Yolu olmayan köyden şehre gitmek için binek hayvanları en iyi araçtı. Eşinin önceden hazırladığı tahta bavulu eşeğe yükledikten sonra Dada istasyonuna ulaştı. Buradaki dostlarla ve tanıdıklarla da vedalaştıktan sonra uzun yolculuk başlıyordu.
Halis Öğretmen’in babası Tayyar amca memleketten gelerek gelinini, torunlarını ve köydeki eşyasını toparlayıp trenle Turhal`a götürdü. Kendisi de diğer madencilerle birlikte ertesi günkü otobüsle İstanbul’a hareket etti. Yola çıkan bütün işçiler gibi İstanbul`daki Alman İrtibat Bürosunun kapısına bakıyordu. 6Şubat 1973 tarihinde güneşli ama soğuk bir kış gününde kalkan bir otobüsle İstanbul-Yeşilköy havalimanına ulaşmışlardı. İlk kez uçağa binecek olan bütün işçilerin heyecanı gözlerinden okunuyordu.
7Şubat 1973 tarihinde gece yarısı Münih havalimanına indiklerinde soğuk iliklerine işlemişti herkesin. Almanya’nın bu kadar soğuk olduğunu hiç kimse söylememişti onlara. Daha ilk günde kar, yağmur, rüzgâr ve soğukla karşılaşan işçilerin kıyafeti de kış şartlarına uygun sayılmazdı. İlk andan itibaren Almanların hep bağırdığını ve emir verdiğini fark etmişti Halis Öğretmen. İnsanlık denen şey birdenbire yok olmuştu âdeta. Münih havalimanından tren istasyonuna geldiklerinde yine çok soğuktu ve herkes çok üşüyordu. Münih tren istasyonunun altındaki sığınaklara işçileri doldurduklarında sıcak bir yer olmasına rağmen çok pis kokuyordu. Oturulacak yerler vardı ama herkesin gözlerinden de uyku akıyordu. Çünkü günlerdir uykusuz, yorgun ve perişan vaziyetteyken uyumak istiyordu gariban işçiler… Onları anlayacak kimse yoktu maalesef. “Sıraya girin!” diye bir sesle irkildi bütün işçiler. Bağıran tercümandı; çok kaba birisiydi. Halis Öğretmen’in içindeki fırtınalar erken esmeye başlamıştı. “Nedir bu bizim başımıza gelenler Allah’ım?” diyordu. Gruplara ayrılan işçilerin Köln-Aachen Grubunda yer alan Halis Öğretmen’in ekibine “Bekleyin! Bu trene bineceksiniz!” denildi… Orta yaşlı bir Almanı grubun başına vermişler ve durmadan bağırıp çağırıyor, el kol hareketleriyle konuşuyordu. Halis’in trene binince birdenbire aklı başına gelir ve “Nerede kaldı benim köyüm şimdi?… Nerede kaldı, öğrencilerim? Nerede dostlarım, arkadaşlarım? Yahu sahi ben neredeyim? Nerede çocuklarım, eşim? Onlara bir şey olursa kim bakacak? Bensiz ilk geceyi nasıl geçirdiler acaba? Oğullarım sabah uyandıklarında, beni göremeyecekler ve hep ağlayacaklar… Yavuz’um, Ahmet’im daha küçükler onlar… Ahmet yeni yeni gülücükler dağıtmaya başlamıştı. Ben niçin geldim Almanya`ya…? Şu an bin pişman oldum. Ben köklerimden kopmak istemiyordum… Ben bir öğretmendim! Şimdi olacağım kömür madencisi… Kalem tutan ellerim kazma tutacak! Kolay mı öyle kazmayı vurmak? Bazen kalem ağır gelir kazmadan… ” diyordu. O Alman’ın hakaret ihtiva eden hareketlerinden dolayı geri dönmeyi düşünmeye başlamıştı. O andaki çaresizlik içinde, Almanya’da bir trendeydi öğretmen Halis. Hızlı tren Münih istasyonundan ayrılmıştı. Artık ağlamak da fayda etmeyecekti. Halis Öğretmen elindeki ekmek paketini gözyaşlarıyla birlikte açtı. Ekmek vardı, su yoktu trende. Tren bütün hızıyla gidiyordu, ama nereye? Kimse bir şey söylemiyor, sadece Alman’ın bağırtılarından başka bir şey duymuyorlardı. Yolculuk ne kadar sürecek ve geceyi nerede geçireceklerdi? Kimse bilmiyordu.
Halis Öğretmen’in treni 16.30 da Köln tren istasyonuna geldiğinde mahşeri kalabalık vardı. Hemen bir bardak su bulup içmek için sağa sola bakınırken Alman Kızılhaç görevlisi yaşlı bir kadın “Gelin kahve için!” diye yanına çağırdı. Kocaman çay kazanında koyu renkli bir suyu naylon bardağa koyuyor ve bunu kahve diye dağıtıyordu, Halis Öğretmen’in görmediği bir şeydi bu. Çok sıcaktı ve üzerinde köpüğü de yoktu. Bu nasıl kahveydi? Bir yudum çekip ağzına almasıyla yere püskürtmesi bir oldu. “Bu da nedir be kadın?” diyordu. Elinde sigarasıyla yakası bağrı açık, kapı gibi bir Türk geliyordu. İşçilerin kahveyi içmediğini görünce, etrafa seslenerek; “Aha bizim kuşlar gelmiş!” dedi. Halis Öğretmen, “Beyefendi susuzluktan yandık, su nerede?” dediğinde aldığı cevap ilginçti. “Ne suyu yahu! Burası Köln, cola için kana kana! Burada su içilmez!” dedi. Herkesi bir büfenin önüne doğru çekti. Büfeciye “Cola, cola!,“ diye bağırdı. Herkese ısmarlamıştı, parasını da kendisi ödedi. Kendine güveni ileri derecede olup biraz da kalender görümlü bu adam Halis Öğretmen’e dönerek:
– Sen nerelisin?
– Amasyalıyım ama Tokatlı da sayılırım. Balıkesir’den geldim.
– Birader sen de karar ver artık nereli olduğuna. Artık Almanyalısın, Almancısın hatta bizimkilere göre Alamancısın sen ulan!
– Bize yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.
– Durun daha yardımlarım devam edecek. Hadi bakalım, Aachen’a bu perondan binersiniz. Yanınıza bir de Türk vereceğim. Her derdinize derman olacak. Sakin olun, hiçbir şeyden endişe etmeyin, korkmayın!
– Sağ olun!
– Hadi yolunuz açık olsun! Güle güle gidin!
“İşte Türk dediğin böyle olur birader!”, diye yol arkadaşıyla konuşan Halis Öğretmen bir yandan da hayallerini birbirlerine anlatıyorlardı. Kendilerine rehberlik eden adam sürekli nasihat ediyor; aman dikkat edin, memleketi unutmayın, paranızı birahanelere, kadınlara, dolandırıcılara kaptırmayın, diyordu. Nasihatler dizisi devam ederken yolda tren durdukça inenler, binenler oluyor ama Halis Öğretmen’in yolu bitmemişti.
İşçilere yardımcı olan Türk vatandaşıyla Aachen´a geldiklerinde veda zamanı da gelmişti. Kısa sürede ne insanlar varmış dünyada demek geldi içinden. Trenden indiklerinde EBV´dan gelen suratsız bir tercüman:
– Haydi, binin şu otobüse! Kaz gibi sağa sola bakacağınıza binin hadi!
İşçiler çaresizce diyecek bir sözleri yoktu. Bu ruh hâlinde güler bir yüz beklemek, hoş bir tarzda karşılanmayı arzu etmek hayalcilik olurdu.
Tercümanın yüzü gülmüyor, söylediği de anlaşılmıyordu. Adeta sarhoş gibi bir hâli vardı. İşçilerin otobüse bindiğini gördükten sonra bir arabaya binip geçip gitti. Halis Öğretmen de sanıyordu ki otobüs içinde bize açıklama yapacak, kalacağımız ve çalışacağımız yer hakkında bilgi verecek diye… Ama nafileydi beklentileri. Tercüman bindi arabasına çekip gitti. Kendisi ise otobüsün en ön koltuğuna oturdu. Otobüs, işçileri Alsdorf -Mariadorf`ta işçi pavyonuna saat 21.00 civarında Heim (İşçi evleri) kapısına ulaştırdı. Otobüsten indikten sonra içeriye alınan işçilerin adları okundu ve odaları gösterildi. Ellerine birer paket de yiyecek verdiler. Herkes odasına çekildikten sonra hüznün zirveye ulaştığı saatler çoktan başlamıştı. Böylece 08Şubat 1973’te EBV´da resmen işe başlamış oluyordu.
İlk iş gününün sabahında erkenden kaldırdılar Halis Öğretmen’i ve bütün işçileri. Uykudan uyandırırken bile hiç insanî üslup yoktu. Moral bozukluğu içinde dışarı çıktığında karşılaştığı manzara da pek hoş değildi. Yağmurla soğuk bir arada ve gökyüzü kapkaraydı, sıkıcı bir hava vardı. Fabrika otobüsüyle EBV, eğitim merkezine, – Alsdorf’ta Herzogenratherstr.– Ausbildungszentrum- denen yere götürdü işçileri. Halis Öğretmen madenci elbisesiyle hayatında ilk defa burada tanışıyordu. Yıkanma yerlerini gösterdiklerinde büyük bir şaşkınlık içinde kaldılar. Herkesin aklından geçen ve demek istedikleri tek söz: Olamaz! Almanlar meydanda, çırılçıplak yıkanıyordu. “Bizim edebimize, ahlakımıza uyacak bir hâl değil. Bizim için ayrı yıkanma yerleri yapsalar olmaz mı diyeceğim ama diyemiyorum! Kime diyeceğim ki zaten?” diyordu madenci Halis. O gün Türk madencilerin hiçbiri yıkanmaya yanaşmamıştı. Burada davar gibi, mal gibi, hayvan gibi hisseder insan kendini. Böyle bir ortamda her şeyin meydanda olduğundan ar damarı olmayanların ya da kendi değerlerini kaybetmiş olanların rıza gösterebileceği bir yerdi. Herkesin ortak düşüncesine göre insanlığın bu hâlini Türk insanı yaşamamıştır. İlk gün tamam ama ikinci gün çalıştıkları yerde kömürün tozu vücutlarının her kısmına işlemişti ve mecburen duş almaları gerekiyordu. Peştamal kullanarak duş almaya alışacaklarına kanaat getirdikten sonra her şey normale dönecekti. Bunca işçi arasında her türlü anlaşmazlık çıkabilirdi ama sükûnet içinde herkes çalışırken ilk kavga duş sırasında çıkmıştı. Bir madencinin “Yıkanan adama bakılır mı kardeşim?!” diyerek bağırmasıyla ilk kavga başlamıştı.
Alsdorf´taki – ALSDORF Herzogenratherstr.– Ausbildungszentrum´daki işyerinden eve gelince madencilere 50’şer Alman Markı cep harçlığı para verdiler. Tencere tabak alasınız diye. Madenci Halis “ Bu para, neye yetecek ki?” diye itiraz ettiğinde Balıkesirli bir arkadaşı koluna girerek dışarı çıkardı ve “Aman ha, dikkat et! Buradan hemen kovarlar seni. Bunca zahmet boşa gider. Dikkatli ol!” diyerek sakinleştirdi. Zonguldaklı madenci bir arkadaşı Alsdorf-Mariadorf tren istasyonunu gösterdi ve tren biletini verdi Halis ve arkadaşına. Artık trene bu istasyonda binip Alsdorf-Busch Wilhemschacht`ta ineceklerini öğrenmişlerdi. Eğitim merkezine de buradan gittiklerinden çok iyi bilmeleri gerekiyordu. Eğitim merkezine geç kalanları veya eğitim esnasında beğenilmeyenlerin Türkiye’ye gönderilme tehlikesi olduğunu herkes biliyordu. Yavaş yavaş Almanca öğretiliyordu. İlk öğrendikleri ise kazmanın Almancasıydı. Elbiseleri giyecekleri ve nasıl soyunacakları öğretiliyor, niçin yeraltında kesinlikle sigara içilmeyeceği öğretiliyordu. Eski madencilerin derslerdeki tercümanlığı aracılığıyla anlamaya çalışıyorlardı yeni madenciler.
Öğretmen Halis’in madenci Halis olması pek kolay değildi. Azap içinde geçen bir ayın sonunda ilk maaşını almak üzere Mariadorf’taki bankaya gittiğinde maaşının 420 Alman Markı olduğunu öğrendi. Halis itiraz ederek:
– Olamaz böyle bir şey! Bu resmen haksızlık! Bana paramın tamamını verin!
– Sizin maaşınız bu kadar! Yapacağım bir şey yok.
Kızgın ve üzgün hâlde bankadan ayrılırken “Hafta da bin mark verileceğini ben daha köydeyken Uzun Ağa’dan duymuştum. Bu adam benimle dalga mı geçiyordu yoksa?” diyordu madenci Halis.
Bir aydan fazla süren kursun sonunda Siersdorf Emil Mayrisch adlı kömür ocağında yeraltına indiklerinde madenci Halis, “Bu maden ocağı denen şey insan aklının kabul edebileceği gibi bir yer değil. Kocaman makineler çalışıyor, birkaç katlı dev asansörle yeraltına, 710 metre derinliğe iniyoruz. Vay be! Ardından da yeraltı trenine biniyoruz ve çalışacağımız yere ulaşıyoruz. Bu nasıl bir dünya Allah’ım!” demeye başladı. Halis’in asıl sıkıntısı bundan sonra başlıyordu. Kazma küreği eline verince çok zoruna gitti. Madenciler hep yeni gelenlere bakıyorlar, başlarında da Demokles’in kılıcı gibi postabaşı ustalar duruyordu. “Öğretmenliği bırakıp buralara ne diye geldim ben? Yok muydu bunun başka yolu?” diyordu kendi kendine…
Madenci Halis yavaş yavaş işe ısınmıştı daha doğrusu çaresizlik sebebiyle alışmak zorunda olduğunu da biliyordu. Yeni arkadaş edindiği kişilerle her cumartesi akşamı restorana gidiyordu. Uzun Ağa´nın anlattığı sarışınları da görmek mümkün değildi. Uzun Ağa’ya göre haftada bin mark para kazanacağız diye düşünüyordu. Sonunda anladı ki; ne ocağın önünde bekleyen sarışın ve kırmızı arabalı Marialar vardı, ne de Almanya´da haftada bin mark para veren maden ocağı… Bu adam tek kelimeyle yalan makinesiymiş. Meğer köye geldiğinde cebinden çıkarıp gösterdiği paralar da köydeki zavallılara hava atmak için arkadaşlarından ve akrabası olan köylülerden borç alarak topladığı ve cebinde gezdirdiği emanet paralarmış. Borç batağında yüzen zavallı bir Uzun Ağa’ymış…
Uzun Ağa, yüzlerce yalanla bütün yörenin köylülerini uyutuyormuş. Halis’in öğretmenken madenci olduğunu bilen yoktu çevresinde. Kendisi bu tür zavallı işçilerin kaldıkları barakalara gidip onlara adam akıllı sözlerle yardımcı olmaya çalışıyor, nasihatlerle daha düzenli yaşamalarını, iyi çalışmalarını, alın terlerini har vurup harman savurmamalarını öğütlüyordu. Pazar günlerini arkadaş ziyaretleriyle geçiriyor, çay içip memleket hasreti gideriyordu.
Artık madenci oluyor gibiydi Halis Öğretmen. Memlekete mektup yazıyor, aileye para gönderiyor, çocukların fotoğraflarını istiyordu. Gün geçtikçe memleket hasreti çoğalıyordu. Akşam yastığa başını koyduğunda “Oğullarım; Yavuz’um, Ahmet’im, hayat yoldaşım Medine, babam, kardeşlerim ve bütün akrabalarım… Gözü yaşlı bıraktığım Kumluköy’deki öğrencilerim… O sümüğünü bile silemeyecek kadar çelimsiz ama okuma azmiyle dolu zavallı köylü çocuğu Sami’yi, çakır çakmak gözleriyle cevval bakışlarıyla her işe koşan İbrahim’i unutamıyorum… Şimdi ne yapıyorlar acaba?” diyordu.
Maden ocağında kaza haberleri herkesi ciğerinden vuruyordu. Kaza geçiren madencilerin hastane ziyaretine çok önem veriliyordu. Hasta odalarının birinden çıkıp diğerine gidiyorlardı. Hastanın ilaçtan çok morale ihtiyacı olduğunu onların sözlerinden daha çok bakışlarından bile anlamıştı Halis Öğretmen. Kimilerinin ailesine mektuplarını da Halis Öğretmen yazıyor, böylece hayatta görmediği ve belki de ebediyen göremeyeceği insanlara selamlar gönderiyor ve güzel haberler vererek onların sevinmesine sebep oluyordu.
İyiden iyiye madenci gibi davransa da “Sen madencilik yapamazsın Halis.” dediklerinde Halis de şunun şurası beş altı ay daha çalışıp biraz da Almanca öğrenirim, sonra da memlekete dönerim.” diye cevap veriyordu.
Bir gün madende işe giderken tünelin başında durup düşündü ve kararını verdi. Mühendis Steiger Debus Hoffmann’ın yanına gitti ve:
– Ben sabah vardiyasında çalışmak istiyorum.
Hoffmann, sert ve kaba üslubuyla yüzüne bakarak:
– Neden?
– Almanca kurslarına katılmak istiyorum. Aachen’da Almanca kursu var. Lütfen bana izin verin de akşamüzeri kurslara katılayım.
Staiger Debus’un cevabı hazırmış zaten. Yine sert ve kaba üslubuyla, hatta Halis’in yüzüne bakmadan:
– Esel braucht kein Deutsch! (Eşeğin Almancaya ihtiyacı yoktur!)
Halis bir şey diyemeden doğruca iş elbiselerini giyip uzaklaştı oradan. Ocağa giderken “Adam bizi resmen eşek yerine koydu. Bu ne alçak adammış? Hayır, dayanamayacağım bu kadar aşağılanmaya!” diyerek indi ocağa. Biraz sonra Steiger Debus Hoffmann gelip madencilere iş taksimatını yaptı. Ağır adımlarla ileri geri dönüp dururken düşünceli bir hâle bürünmüştü. Aslında Steiger Debus Hoffmann’In aklı Halis’in isteğinde kalmıştır. İç muhasebesi yapıp vicdanının sesini dinlemeye karar verdiğinde Halis’le daha iyi bir diyalog kurmaya karar verdiği anlaşılıyordu. Yanına yaklaşıp sorular soruyor ve kısa cevaplar alıyordu. Almancayı öğreneceğine kanaat getirdiğini fark edince bir hafta sonra Halis’i sabah vardiyasına verdi ve böylece sürekli sabah vardiyasında çalışmaya devam etti. Steiger Debus Hoffmann’ın bu kadar anlık değişik davranışlarına anlam verememişti.
Halis, Aachen´a gidip VHS ´de kurslara yazıldığını anlatmaya çalışırken çok zorluk çekiyordu, Hoffmann’la konuşurken… Adam çok sert biriydi. Steiger Debus, tuttuğunu koparan, aynı zamanda kafası çalışan bir mühendisti. Daima bağırarak konuşarak disiplinli bir adam rolünü oynuyordu; işçileri paydos ettikten sonra Halis’in yanına uğruyor ve ona fiil çekimi yaptırıyordu. Değişik sorular sorup Almanca konuşturmaya çalışıyordu. Birkaç ay zaman geçtikten sonra Halis’i usta sınıfına dâhil etti. Çalıştığı Almanca kitabını alıp her gün fiil çekimlerinden başlayarak âdeta kök söktürüyordu. Giresunlu Osman ve diğer oda arkadaşlarına anlattığında “Olmaz öyle şey, yahu! Steiger Debus’u görünce diğer işçi çavuşu Betriebsführer bile kaçacak delik arıyor! Kaldı ki seninle konuşsun! Mümkün değil. O ceberut Alman seninle ilgilenir mi hiç?” diyorlardı.
Steiger Debus Hoffmann’ın sürekli ilgisi Halis’i daha dinamik tutuyordu. Almanca dışında değişik alanda sorular soruyor ve cevaplar alıyordu. Bir gün Fizik alanıyla ilgili olarak “Kuvvet yönleri ve Moment kuvvetini” konuşurken, Pisagor Bağıntısı nedir?” diye sordu. Halis, tebeşirle çizerek anlattığında Debus’un hayret dolu bakışları ve ses tonu değişmeye başlamıştı.
Sürekli Debus soru sorarken bu defa da madenci Halis ona Cebirden bir soru sordu. Cebinden tebeşiri çıkardı ve duvarların kenarlarını sağlamlaştıran geniş metal levhaların üzerine yazarak problemi çözmeye çalışırken Betriebsführer’in çalışma ekibiyle kalabalık bir ustabaşı ekibi şaşkınlık içinde seyrediyordu. O sırada Betriebsführer yani İşletme müdürü de geldi “-Ne yapıyorsunuz?” dedi ve lambayı üzerlerine çevirdiğinde Debus, bağıra bağıra anlatmaya devam ediyordu konuyu ve Halis’i işaret ederek “Bu adam bana soru sordu ve ben de cevaplamaya çalışıyorum. Galiba bu defa cevabı zor verdim.” dedi Steiger Debus Hoffmann, Halis’le diyaloğunu devam ettirirken bazı şüpheleri de zihninin bir kenarında taşıyordu. “Zavallı bir kömür madeni işçisi benim gibi üniversite mezunu mühendisi sıkıntıya düşürecek kadar sorular soruyor ve benim bile bilmediğim Fizik, Cebir ve Matematik alanıyla ilgili bilgilere sahip bir adam bu Halis. Bu adamda bir farklılık var, diğer işçiler ‘Günaydın!’ demeyi beceremiyor, bu şimdiden Almancayı halletti. Ders verecek kadar geliştirdi. En iyisi yarın bunu sıkıştırayım da sıradan bir işçi olmadığını, aslında özel gönderilmiş birisi olduğunu ima edeceğim. Bakalım ne diyecek?” diye içinden geçiriyordu.
***
– Halis Gümüş, gel de biraz konuşalım!
– Peki efendim.
– Sen kimsin? Çocukluğundan bugüne kadarki hayatını anlatır mısın?
– Anlatırım sayın Hoffmann… Ama neden bunu öğrenmek istediğinizi merak ediyorum.
– Ben işçileri pek sevmem, onlara her zaman sert ve kaba davranırım. Yumuşak davranınca başıma neler geldiğini çok iyi yaşadım geçmişte. Ben sana yardımcı olmayı düşünüyorum. Hadi anlat!
– Ben küçük yaşta annemi kaybettim. Şu anda sekiz çocuklu bir ailenin evladıyım. İki oğlum var. Yoksul bir ailenin içinden çıktım, çalıştım ve buraya madenci olarak geldim.
– Hayır, hayır… Pek inanamıyorum. Üniversitede okumadın mı?
– Üniversitede değil ama yüksekokulda okudum efendim.
– Seni yer üstünde bir göreve vermek için yardım edeceğim ama tek şartla…
– Nedir efendim şartınız?
– Gerçekten kim olduğunu söylemen yeterlidir.
– Efendim… Yalan söylemedim size…
Ertesi gün akademiye giriş sınavı sorusu gibi sorular sordu mühendis… Halis yine cevapladı. Hoffmann çıldıracaktı…
– Nerden biliyorsun bu kadarını?!!!
– Ben öğretmendim Bay Hoffmann…7 yıl ilkokullarda öğretmenlik yapıp geldim buraya. Büyük ailemin geçimini sağlamak için geldim. Şimdi öğretmen Halis değil, madenci Halis’im ben!
Bay Staiger Debus’un hayret dolu sözleri:
– Ben bunu anlamalıydım. Ne kadar mankafaymışım yahu!
– Estağfurullah efendim. Ben söylemeyince sizin anlamanız mümkün olmazdı.
– Şüpheleniyordum senden ama öğretmen olabileceğin aklıma gelmemişti. Keşke biraz daha eğitimli insan gelse ne kadar iyi olur. Bu işçiler hemen dönecek değiller. Çocuklarını ve ailesini buraya getirenlerin topluma uyum sağlaması pek zor olacak. Sen de öğretmenliğe devam edersin bir iki yıl sonra… İşçi çocuklarını okutursun, asıl işine dönersin böylece…
– Teşekkür ederim beyefendi. Zaman her şeyin ilacıdır.
Halis ile Debus arasında yavaş yavaş bir dostluğun temelleri atılmaya başlanmıştı böylece. Steiger Debus’un arada bir kahve içmeye davet etmesi de pek hoş idi. Yer üstündeki odasında kahve içerken baba nasihatleri veriyor ve “Eğer bir gün yeniden öğretmenliğe başlarsan çok iyi çalış, kendini geliştir, başkalarından geri kalma, eksiğin olmasın.” dedi.
Halis’le Debus arasındaki samimiyet bütün işçileri dikkatini çekiyor ve pek de anlam veremeyenler de yok değildi. Zaman su gibi akarken bir gün Debus, Halis’i karşısına aldı.
– Beni iyi dinle lütfen.
– Sizi dinliyorum sayın Hoffmann.
– Sana bir iyilik yapacağım, lâkin bunu bana minnettar olman için değil, tamamen samimi duygularla yapacağım.
– Sağ olun!
– Yarın işe gelme! En güzel kıyafetlerini giy, kravatını tak ve tıraşını ol. Tamam mı?
– Tamam da bu resmî kıyafetle beni nereye götüreceksiniz?
– Aachen Eğitim Müdürlüğüne gideceğiz. Seni müdürle tanıştıracağım.
– Neden? Ben artık öğretmen değilim ki…
– Yeniden öğretmen olman için sana bazı imkânlar ve fırsatlar bulmamız lâzım. Ömrün madenlerde geçmesin. Kolay olmadığını ve sana göre bir iş olmadığını zaten ilk gün kazmayı eline aldığın anda anlamıştım. Ne kadar da istemeyerek kazma sallıyordun, hâlâ hatırlıyorum. Yarın sabah 09:30’da beraber gideceğiz.
– Peki efendim. Teşekkür ederim.
Akşam konteynır kente girdiğinde kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekildi, mesleğinden ayrıldıktan sonra bir kez giydiği takım elbisesini ütüleyip hazırladı. Yatağa uzandıktan sonra gözüne uyku girmiyordu Halis’in. Yeniden mesleğe dönmek için bulunmaz bir fırsat doğacak mıydı? Yoksa hayaller bir başka bahara mı kalacaktı? Eşi Medine ile oğulları Yavuz ve Ahmet’i de yanına alıp doğru düzgün insanî şartlar altında bir evde yaşamak, babasına, kardeşlerine daha çok yardımcı olabilmek için de güzel günlerin hayalini kurmaya başlamıştı.
Sabaha karşı biraz uyumuş olsa da Steiger Debus’la buluşmaya gecikmemeliydi. Kahvaltı bile yapmak aklına gelmedi. Yola çıkarken karşılaştığı iş arkadaşları şaşkın gözlerle bakarak içlerinden her birinin “Yahu bu bizim Halis değil mi? Kravatla işe mi gidiyor bu adam?” der gibiydiler…Halis ise kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyor, Debus’la buluşacağı kavşağa kadar hızlı adımlarla yürüyordu. Alman dakikliği Japonlar kadar olmasa da fena sayılmazdı. Debus’un arabasını görünce yüzü güldü. Halis:
– Günaydın Bay Hoffmann. Sizi bekletmedim değil mi?
– Senin diğerlerinden farkın olduğunu söylemiştim. Zamanı doğru değerlendirmedikçe gelişmiş ülke insanı olmaya da layık olamayız. Tam zamanında geldiğine göre sorun yok.
– Ben öğretmenlik mesleğimden dolayı her şeyi zamanında yapmaya alışkınım.
– Her şeye zamanında yapabilmek için her şeye zamanında başlamak daha doğru olur Halis.
– Doğru söylüyorsunuz efendim. Yatılı okulda okuduğum için küçük yaşlarda buna alıştık.
– Sana bazı tavsiyelerim olacak Halis. Aachen Eğitim Müdürüyle konuşurken çekinmeden konuş. Öğretmen olduğunu hissettir. Çekingen ve pısırık davranma. Kendine güvenen ve düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilen birisi olduğunu göster ki amacımıza daha kolay ulaşalım. Maden işçiliğinden öğretmenliğe dönüş için gerekli şartları taşıyıp taşımadığını göreceğiz. Almanya’da öğretmen olmak için Türkiye’den daha farklı kriterleri vardır. Bakalım Müdür ne diyecek? Kendisiyle daha önce yüz yüze hiç görüşmedim. Telefonla senin kısa hayat hikâyeni anlatınca “Kısa zaman içinde gelin, görüşelim.” dedi.
– Sağ olun sayın Hoffmann. Görüşmenin sonucu ne olursa olsun size teşekkür ederim.
– Maksadımıza kavuşalım da ondan sonra teşekkür edersin. Arabayı uygun yere park edip yavaş yavaş gidelim. Daha on on beş dakika vaktimiz var. Erken gitmek de görgüsüzlük sayılır. İstersen şuradaki boş bankta biraz oturup konuşalım…
– Bizde âdâb-ı muâşeret denir buna Bay Hoffmann. Almanca olarak bu sözü tam olarak size anlatamam ama toplumda uyulması gereken yazılı olmayan kurallar gibi bir şey yani… Etiket diyorsunuz galiba… Farklı kültürlere sahip olsak da insanların ortak değerleri vardır. Davet eden kişinin davetliye hazırlığı için fırsat vermek lâzımdır. Belki bizden önce de görüşmesi vardır, değil mi Bay Hoffmann?
– Haklısın… Etiket, bir toplumun kültürel kodlarını yansıtır. Kültür ise bir toplumun eski zamanlardan bugüne kadar oluşturup kuşaktan kuşağa aktardığı maddi manevi birikimlerinin bütünüdür. Maddi ve manevi kültür ürünleri vardır. Bunlardan ilki, insanların oluşturduğu ve bir toplumu toplum yapan maddi unsurlardır. Meselâ; mimarî yapılar, folklorik ürünler, yazdıkları eserler, çocuk oyunları, gelenek ve görenekleri maddi kültüre girer. Manevi kültür ürünleri ise toplumun inançları, hayat tarzları, meydana gelen olaylara bakışı ve o olaylara karşı tutumları gibi şeylerdir.
– İki farklı milletin iki farklı dünyanın insanlarıyla karşı karşıyayız. Almanya’da bunca yabancı çalışıyor. Onların bu ülkeye uyum sağlaması için ciddi stratejik politikalar ve eğitim programları uygulanmalıdır. Kültür farklılıklarından kaynaklanan sıkıntılar çok dikkatlice çözülmelidir. Okul yüzü görmeden buralara gelen işçilerin neler yaşadıklarını çok iyi gözlemledim.
– İşte benim senden istediğim ve bize yardımcı olman gereken en önemli konu budur. Bu insanlara Türkiye’de döviz makinesi, burada da yabancı ve cahil işçi gözüyle bakılması, beyaz köle muamelesi yapılması hiç de hoşuma gitmiyor. Öğretmen olursan okullardaki Türk çocuklarının uyum sağlamasına, onları da ailelerini etkilemesi söz konusu olabilir.
– Elimden geleni yaparım efendim. Vaktimiz de azaldı. Birkaç dakika kaldı Müdürün odasına çıkmaya… Heyecanlıyım… Çok heyecanlıyım efendim.
– Sakin ol evlat! Azıcık heyecan iyidir, fakat aşırı rehavet de fenadır.
Halis, Debus’un yanında Eğitim Müdürlüğünün kapısından makam özel kalemine çıkana kadar karşılaştığı memurlara selam verirken herkesin güler yüzlü olması dikkatini çekti. Asık suratlı işçi çavuşları ve maden mühendislerinden eser yoktu orada. Kendilerini ayakta ve güler yüzle karşılayan sekreterin makama buyurun girin demesiyle birlikte Halis’in kalp atışları bebek kalbi gibiydi. Askerlik dönüşü Balıkesir’deki müdürün odasına girerken karşılaştığı ve azarlandığı anları hatırladı bir anda… Devlet kapısında ciddiyetle katı ritüellerin birbirine karıştırıldığını anlamaya başlamıştı. Kapıdan ilk olarak Debus girdi, ardından Halis… Müdür Edmund Heinz Haller’in davudi sesiyle:
– Hoş geldiniz Bay Steiger Debus Hoffmann! Sevgili Türk konuğumuz Halis Gümüş, siz de hoş geldiniz. Aachen Eğitim Müdürlüğünü onurlandığınız için teşekkür ederim. Lütfen şöyle koltuklara rahatça oturun da meseleyi konuşmaya başlayalım. Halis Bey Almanca biliyor galiba… Henüz selamlaşma dışında bir sözünü duymadık ama gözlerinden beni çok iyi anladığını hissettim.
– Evet biliyor… Benim işçi grubumda başka Almanca bilen yok. Onların Almanca öğreneceği yerde ben Türkçe öğrenir hâle geldim. Neyse… Bizi makamınıza kabul ettiğiniz için teşekkür ederim Bay Haller. Halis Bey, işçim olsa da aslında dünyanın en kıymetli mesleklerinden biri olan öğretmenlik mesleğinin yüz akı olacak idealist bir insan. Yedi yıl öğretmenlik yaptıktan sonra buraya büyük ailesine daha iyi bakabilmek için, daha iyi kazanç sağlamaya, madende işçi olmaya gelmiş. Benim vicdanım müsaade etmiyor bu insanın madende kazma sallamasına. Alman yasalarına ve eğitim kanununa aykırı olmaksızın gerekli şartları taşıyorsa açılan okullardaki Türk çocuklarına öğretmenlik yapması mümkün müdür? Bu hususta bizim yapmamız ve sizin yardımcı olabileceğiniz bir şey var mıdır? Dilediğiniz soruyu Halis beye de sorabilirsiniz. Kendisinin Almancasını da sınamış olursunuz böylece.
– Hay hay sayın Hoffmann… Sizin madencilikte ne kadar kıymetli bir mühendis olduğunuzu biliyoruz. Madende işçi çalıştıran bir kişi olarak değil, bu sektörün sorunları hakkında gazetelerdeki demeçlerinizi, köşe yazılarınızı da dikkatle okuyorum. Sizin görüşleriniz bizim için de değerlidir. Madende yalnızca kara taşkömürü çıkarmıyorsunuz Halis Bey gibi kıymetlileri de madenden çıkarıp getiriyorsunuz bize.
– Ama henüz konuşup kim olduğunu bile sormadınız beyefendi… Otuz yıllık tecrübemle kapıdan içeri adım atan insanların gözlerinden atılan bakışların şekli, yüzündeki tavrı, ağzından çıkan ilk hitabet ve selamlaşma sözlerini söylerken duyduğum ses tonu bana çok sayıda ip ucu verir. Bugün ilk aşama sınavı geçti Halis Bey. Ben de Bonn’daki Büyükelçiliğine telefon edip bir öğretmene Türk kültürüne uygun olarak nasıl hitap edilmesi gerektiğini sorup öğrendim. Türkçe Halis “Bey” diye hitap edileceğini söylediler. Beyefendi, hanımefendi gibi sözleri öğrendim. Amca, dayı, hala teyze, abi, abla gibi bir sürü akrabalık adları var… Ben de Türkçe öğrenmeye karar verdim efendim!
– Ben de bundan sonra Halis Bey diyeceğim! Şimdi gelelim asıl konumuza… Bay Haller! Ne yapmamız gerekiyor? Ben mühendis olarak hep sonuç odaklı çalışırım. Duyduğum kadarıyla siz Alman edebiyatı uzmanısınız.
– Halis Beyin diploması telefonda söylediğinize göre Yüksek Öğretmen Okulu diploması. Bizim Eğitim Enstitüsü düzeyindedir. Bu diplomayla ancak ilkokul dördüncü sınıfa kadarki çocuklara eğitim verebilir. Henüz yaşı gençken ekstern eğitimle Eğitim Fakültesine kayıt ettirelim. Açık öğretim sistemimiz çerçevesinde başarılı olursa diploması Eğitim Fakültesi diploması olur ve böylece biz ilkokuldan üniversiteye kadarki okullarda öğretmenlik yapmasının yolu açılır.
Bay Haller’den bunları duyan Halis’in yüreği iman tahtasından fırlayacakmışçasına içinden şunları söylüyordu:
– Allahım…Kadere bak yahu! Öğretmenken işçi, işçiyken öğrenciliğe… Hayatım tenzil-i rütbe baş aşağı gidiyor galiba… Okurken para kazanmak, çalışmak ve ailenin geçimini sağlamak kolay mı? Hep bu açık öğretim dedikleri nedir ki? Önce bunu anlamalıyım.
Staiger Debus’la Müdür Haller’in konuşması devam ederken birden sessizlik oluştu. Haller, sessizliği bozarak Halis’e döndü ve:
– Dediklerimizi anladınız. Siz dört yıllık fakülte diploması alacaksınız. İki yılınızı geçti sayacağız eşdeğerlik işlemlerinden sonra üçüncü ve dördüncü sınıf derslerini okuyup diploma alacaksınız. Siz bunu başaracak azimli bir insansınız. Bu diplomayla dünyanın her yerinde öğretmenlik yapabilirsiniz.
– Sayın Müdürüm… Açık öğretim sistemi nedir? Ben bunu bilmiyorum. Ülkemde böyle bir şey duymadım. Okula gitmeden sadece ders çalışıp belli zamanlarda sınava girmek biçiminde sürdürülen bir eğitim mi? Böyle bir şeyi başmühendis Eddy yani Edmund Goarenz anlatmıştı bana. Madende çalışmadan sadece öğrenci olacaksam nasıl olacak? Maaşım olmadan geçinemem. En az iki yıl değil, iki ay dayanacak hâlimiz olmaz bizim.
Halis’in bu sözleri üzerine Steiger Debus Hoffmann’la Haller’in gülüşmeleri şaşırtmıştı, ama bilmediği veya kavrayamadığı konularda gülünç duruma da düşmek istemiyordu. Haller, söze girerek:
– Madende çalışmaya devam edeceksin. Sabah mesaisinde Bay Hoffmann sana kolaylık gösterir. Akşamüzeri iki saat zaman ayırırsanız televizyondan açık öğretim derslerinizi seyredersiniz. Kitaplardan da çalışacaksınız. Dönem sonlarında öğretmenlik uygulamaları olacaktır. O durumda da ben yardımcı olacağım size. Zaten tecrübelisiniz. Değil mi Bay Hoffmann? Siz de Halis Bey’in asıl mesleğine dönmesi için, onun kas gücünden değil akıl ve bilgi gücünden yararlanmaya çalışacağız.
– Çok doğru söylüyorsunuz efendim. Biz bu genç Türk öğretmeni Mariadorf Pützdrischstrasse’de kaldığı EBV barakasından kurtulacağız. Elele verip sonucunda hepimiz mutluluk duyacağız.
– Bay Hoffmann, sizden ricam, lütfen usule dair işlemlerde sorun olursa bilgim olsun. Halis Bey biraz yabancı psikolojisiyle çekingen davranabilir. Takip ediniz ve bu bir başlangıç olur. Alman toplumunda farklı kültürlere karşı hoşgörü olsa da Hitlerci kafalar hâlâ var aramızda. Yakında yabancı düşmanlığının başlaması muhtemeldir. Savaştan bu yana henüz çeyrek asır geçti. Sosyal ve kültürel uyum ya da uyumsuzluk insanların psikolojisini doğrudan etkiler. Ruh salığı yerinde olan insanların ailesine, yakınlarına, topluma, insanlığa da katkısı çok olur. Halis Bey gibi insanları doğru bir biçimde istihdam edersek kendisine de alman toplumuna ve özellikle işçi ailelerinin çocuklarına fazlasıyla yardımcı olmuş olacağız.
– Müdür Bey… Çok teşekkür ederiz. Artık harekete geçme zamanı… Bize müsaade ederseniz işimize dönelim. Halis de diplomasını yıllık izinli olduğu zaman Türkiye’de tercüme ettirip getirir. İşin tekerleği dönmeye başlar. Şimdilik hoşça kalın.
– Güle güle beyefendi…
Aachen Eğitim Müdürlüğünün kapısından çıkıp Steiger Debus Hoffmann’ın arabasına kadar yürürken sessizce yürüdüler. Debus da arada bir yüzüne bakıyordu ama Halis bunun farkında değildi.
İçindeki heyecan yatışsa da kafasında yepyeni soru işaretleriyle çıkan Halis’in zihninin derinliklerinde çözülmesi gereken çok şey vardı. Çocuklarımı ve eşimi getirdiğim zaman onlarla ilgilenirken fakülte derslerini de birlikte yürütebilir miyim? Para kazanıp daha iyi bir gelecek kurmak istediğime göre sabretmem ve daha önemlisi azmetmem lâzım. Ah bee… Kader beni hep eziyor diye isyan etsem elde edeceğim hiçbir şey yok ki…Daha önce de olmadı. Babamın sağlık durumu da beni endişelendiriyor. Bakmaz kendine, dikkat etmez soğuğa sıcağa… Gülendam ablam, ikizim Emine, küçük kız kardeşim Hatice… Küçük yaşta baba ocağından evlenip gittiler… Onlar da çoluk çocuğa kavuştular… Canlarım… Şimdi nerede ve nasılsınız acaba? Selim ve Fatih ortaokula başlayacaklardı… Fatoş, ilkokulda başarılı bir kız idi… Hüseyin de elbet bu yıl ikinci sınıfta olmalı… Büyük kızlar kocaya gitti, üvey anadan doğan kardeşlerim mektebe gidiyor. Ah babam ah… Kim bilir gözünde tüten sıla hasreti, köydeki yetimlik ve yokluk yıllarına bile hasretsen ne diyeyim sana ben… Halis bütün bunları düşünürken arabayla EBV işçilerinin konteyner evlerinin yoluna girmişlerdi bile…
Halis’in bu sessizliğinin sebebini anlamaya çalışsa da şimdilik ona bir şeyler sormanın faydası olmadığını da biliyordu. Belki yarın işe geldiğinde “Bu kadar güzel bir gayret içindeyken ne oldu da dut yemiş bülbüle döndün evladım!” diyeceğim. Anlamıyorum bu Türkleri… Çok duygusal insanlar… Ailem diyor… Babam kardeşlerim diyor, başka bir şey demiyor. Herkes baksın kendine! Eşin ve iki oğlun sana yeter de artar bile…”diyeceğim ama bilinmez ki nasıl karşılayacak bu sözlerimi…
Arabandan inerken Halis birdenbire işe geç kalmaktan korkan işçi gibi uykudan uyanmışçasına irkilip kendine geldi, Debus’a:
– Yardımlarınız için teşekkür ederim, efendim. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım. Sizi mahcup etmeyeceğim ve asıl mesleğime döneceğim. O güzel günleri sabırsızlıkla bekliyorum. Heyecanımı bağışlayınız.
– Tamam. Yarın iş saatinde görüşürüz. Kafanı dinlendir. Bugün izinlisin. Rahatına bak evlat!
– Eyvallah Bay Hoffmann!
Debus’un arabasıyla gidişini süzgün gözlerle seyrederken “Acaba benim de böyle bir arabam olur mu? Ailemi, çoluk çocuğumu rahatça gezdirmeye imkânım olur mu?” diye içinden geçirdi. Derin bir nefes aldıktan sonra aheste adımlarla yemekhanenin yolunu tuttu. Yemekhanede işçilerin birçoğunun onu görür görmez “Kurban olayım gardaş… Anam babam mektup bekliyor… Geçen sefer yazarken gardaşlarımdan birinin adını yazmamışsın da pek üzülmüş… Bu sefer ilk önce onu yaz yoksa izne gidince küser bana… Karıma mektup yazmam gerekiyor ama onu şöyle özel bir yerde yazsak olmaz mı birader? Onun yazdıklarını ben okuyorum ama içimdekileri senin kadar güzel yazamıyorum…” diyeceklerini ve onların derdini tasasını anlatırken iyice başının şiştiği anları hatırladı. Bir an dönüp konteynerdeki yatağına yatıp uyumayı düşündü. Vicdanının sesi onun böyle bir şey yapmasına engel oldu. İşçi kentinin kenarındaki kocaman meydana girdiği anda kalemi kâğıdı eline alan Halis’e doğru koşuyordu. Yemeği kendileri ısmarlayacak olsalar da kime öncelik vereceğine karar vermesi imkânsızdı. Genellikle bu durumlarda kura çekip önce kimin masasına oturacağını, sonra da kimin mektubunu yazacağını tespit ediyordu. Bu defa Kayserili Hamit’in masasına oturmuştu. Bir iki saatlik zaman içinde herkesin sülalesinin adlarını öğrenmişti âdeta. Yozgatlı Hurşit ise “Anamdan babamdan başkasına selam kelam yok! … Ben çok iyiyim. Selam eder ellerinizden hasretle öperim. Baki selamlar…” yazsan yeter Halis’im” diyordu. Bazıları köyündeki danayı, ineği, yayladaki koyunu, keçiyi, aşağı mahalledeki yaşlı dedeyi, koca nineyi bile merak ettiğinden mektup sayfalarında yer kalmazdı. Yemekten kalkarken Kayserili Hamit “Herkesin hesabını ben ödeyeceğim!” dese de cüzdandan hesap kadar para çıkmaz her zamanki gibi. Bu duruma masadakiler kahkahayı basarlar… Yine çamura yattın! Hesabı bize ödettin Hamit… Maaş günü tamamını senden almanın yolunu bulacağız dediklerinde Halis, “Bir Kayseriliden bu hesabı ancak başka bir Kayserili alabilir!” diyerek cevap verdi.
Günler, haftalar, aylar birbirini kovalarken Almanya’ya geldiğinin on sekizinci ayında 40 günlük izin kullanma hakkına sahip olmuştu. 1 ağustostan 9 eylüle kadar Türkiye’de geçecek zaman içinde biriktirdiği para ile bir ev ocak sahibi olmak mümkün değildi. Aile efradına, dost akrabaya alınacak hediyelerden sonra dönüşte eşini ve çocuklarını Almanya’ya getirmeyi düşünüyordu. Uçak parası, Almanya’da kalacağı evin kirası derken pek de kolay olmayacaktı bu seyahat. Tatil için Steiger Debus Hoffmann’la vedalaşırken “Diplomayı getireceğim ve öğretmenlik mesleğine dönmek için her şeyi yapacağım. Merak etmeyin!” dedi.
Yola çıktığında Yavuz’la Ahmet’in babasız geçen bir buçuk yılı sona ereceği için mutluydu. Bu arada unutamadığı Kumluköy’deki öğrencileri, muhtarı ve köylüleri de hiç unutmamıştı. En çok da Uzun Ağa’nın palavralarına kimsenin asla inanmamasını söylemek için onları da ziyaret etmek arzusundaydı. Uçağın İstanbul Yeşilköy Havaalanına inmesiyle birlikte bütün yorgunluğunu unutmuş gibiydi. Topkapı Otobüs terminalinden Turhal’a doğru yol alan otobüste kendisi dışında birçok gurbetçinin olduğunu gördü. Yanındaki yol arkadaşı da onlardan biriydi. Sohbet ederek geçen sürede Almanya’daki işçilerin hepsinin dertlerinin de mutluluklarının da ortak olduğunu anlamıştı Halis. Öğretmenliği bırakıp gittiğini söyleyince çok şaşkın bir hâlde tepki veren Veysel de komşu köyde çobanlıktan kurtulmak için gittiğini, aynı evde beş kardeş geçinemedikleri için gurbete çıktığını uzun uzun anlattı.
Turhal’a geldiklerinde vakit öğleye doğru, sımsıcak bir Ağustos günüydü. Otobüsten indiğinde babası Tayyar amca, kardeşleri Selim ve Fatih ile Fatoş vardı. Onlarla kucaklaştıktan sonra Halis Hocanın gözleri oğulları Yavuz ve Ahmet’i de arıyordu. Bagajdan valizleri alırken “Baba!” diye seslenen Yavuz’un bir daha babasının kucağından inmeyeceği anlaşılıyordu. Evleri garajdan uzak değildi. İki kocaman valizi Fatih’le Selim taşırlarken Fatoş da abisinin kendisine getireceği hediyeleri merak ediyordu. Eve kadar babası Tayyar amca gözyaşlarını tutamıyor. “İyi ki geldin oğlum… senin yokluğun pek zor geldi bana evladım!” diyordu.
Evde bayram havası vardı. Özellikle küçük çocuklara gelen oyuncaklar, Fatoş ve Hüseyin’e alınan kıyafetler ile Fatih ve Selim’in takım elbiseleri eve şenlik kazandırmıştı. Hepsinin okul kıyafeti hazırdı adeta. Hazırlanan sofrada Halis Hocanın sevdiği yemekler ve yedi kat döşenmiş tere yağıyla pişirilmiş sini böreği mis gibi sofrayı doldurmuştu. Bir taraftan yemek yerken diğer yandan da hasret kaldığı kalabalık aile manzarasını seyrediyordu. Küçük oğlu Ahmet kucağından, Yavuz ise yanından ayrılmıyor, eşi Medine yenge ise ilk defa bu kadar yüzü gülüyordu. Cici anne Şerife Hanım ise evin bütün idaresini elinde tuttuğunu hissettirircesine sofrada kime ne gerekliyse veriyordu.
Baba Tayyar amca oğlunun tekrar öğretmenliğe dönebileceğini, ancak Almanya’da görevli olacağını öğrenince daha da keyiflenmişti. Hoş geldin demeye gelenlerle sohbet ediyor, bu durumun birkaç gün devam edeceğini Kumluköy’den tecrübe edinmişti. Dünyaya gelip çocukluk yıllarının bir kısmını yaşadığı Yuvaköy’den de “Bizim Halis gelmiş… Hoş geldin demezsek ayıp olur…” diye düşünüp ziyaret edecek insanlar olabileceğini biliyordu. Bu arada o günlerde ikizi Emine’nin Melahat ve Meltem adlı kızlarından sonra Nebahat adında üçüncü kızının dünyaya geldiğini öğrenince ayrı bir mutluluk duymuştu.
Halis’i ziyarete gelenler arasında Halit amcası da vardı. Son derece şakacı ve nüktedan olan bu amcasının her sözüne çocukluğundan beri ihtiyatla mukabelede bulunmasının gerektiğini unutmamıştı. Halit amcasının oğlu Cemal de Almanya’da maden işçisiydi. Turhal’daki antimon madeninden Almanya’ya kömür madenine gitmişti. Aralarında geçen sohbette:
– Bizim Cemal’i de görmüşsündür Halis.
– Görmedim emmi… Uzak yerlerdeyiz. Çok farklı yerlerdeyiz.
– Kömür madeninden çıkan kimse birbirini zaten tanımaz ki… Kafada baret, yüzde kömür tozu… Kim kimi tanır ki?
– Haklısın ama biz çok uzak bölgelerdeyiz. İnşallah bundan sonraki yıllarda bütün akrabalar olarak bir araya geliriz.
– Dünyanın neresinde olursanız olun, bir ve beraber olun. Siz kardeş sayılırsınız. Baban Tayyar benim rahmetli Ahmet ağabeyimin oğlu… yeğenim olsa da sadece üç dört yaş büyüğüm ondan. Beraber büyüdük ama nasıl büyüdük… Yokluk yıllarında elimizdeki yarım ekmeği değil, yarım lokmayı bile paylaşırdık biz.
– Ah be emmi! Senin bana bir şaka yapıp tongaya bastıracağını bekledim hep. İlk kez bana şaka da yapmadın, fıkra da anlatmadın. Şaşırttın beni vallahi…
– Senin okuyup öğretmen olduğuna çok sevinmiştim ya… Şimdi maden işçisi olmana gönlüm hiç razı olmadı. Sen bir yolunu bulur, o sevdiğin mesleğe dönersin. Aklıma gelmişken söyleyeyim evladım; koca reis Raif Bey de yaşlandı, seni bekler mutlaka… Sakın ola ki Almanya’da işçiyim demeyesin; çok üzülür. İlkokula kayıt ettirirken Raif Yazgan Bey seni okul bahçesinde uzaktan seyreder, duygulanır ve ağlarmış. Arada bir babanla ziyaret ederdim de duygulanır, gözü yaşlı senden bahsederdi. Pek yaşlı olsa da eli ayağı tutuyor, hafızası yerinde maşallah…
– Tabii ki ziyaret ederim Halit emmi… O benim ikinci babamdır. Hayatta en çok şükran ve minnet duyduğum insanların başında yer alır Raif Baba. Çocukluğumda anamın vefatından sonra bana sıcak çorba içiren bütün akrabalarıma vefa borcum var. Üzerimde hakkı olan herkese vefalı davranmak boynumuzun borcudur. Öğretmenliğe birkaç yıl içinde döneceğim. Buradan diplomamı ve öğretmenlik belgelerimi götüreceğim.
– Çocuklarını da götürecek misin?
– Evet… Babam müsaade ederse götüreceğim.
– Tayyar müsaade eder… Torunlarını çok sevse de aile birliği bozulmamalı… Benim Cemal de Fadime’yle kızları götürecek.
– Hüseyin’i bırakacak mı?
– Burada okusun diye istiyorum. Ben de köyden Turhal’a yerleşirim. Nazım’a bırakırım işlerini.
– Babam da Yavuz’u vermem, Ahmet’i al da git derse ne yapacağım?
– Babanın senden başka üç oğlu var. Bir de Fatoş’u var… Kız kardeşlerin de bir sürü çocuk doğurmuş. Başı kalabalık Tayyar’ın.
İzin döneminde ziyaretlerin ardı arkası bitmiyor gibi olsa da bu durumdan şikayetçi değildi kimse. Halis Öğretmen’in Raif dedeyi ve okul müdürü Ali Ergenekon’u ziyareti onları pek memnun etmişti. Maden işçiliğinden bahsetmeden Almanya’da işçi çocuklarına öğretmenlik yapmanın yollarını arıyorum dediğinde pek sevindiler. Raif babanın “Sen vefalı bir evlatsın! Sana hakkımı helal ediyorum evladım. Allah ne muradın varsa kavuştursun. Başka bir dileğim yoktur senden!” demesi içindeki bütün sıkıntıları ve yorgunluğu yok eden sihirli sözler olarak kalbine ve zihnine nakşedilmişti.
Çocuklarıyla, kardeşleriyle, ailenin bütün fertleriyle doyasıya konuşuyor ve onların kendisinden istekleri olup olmadığını soruyor, elinden geldiğince okula devam kardeşlerinin mutlaka iyi okumaları gerektiğini hatırlatıyordu.
Köyünün ilk mürekkep yalamışı olarak kendisinden sonraki yıllarda Ankara’da Hukuk Fakültesinde okuyan Hocanın Ahmet’in kendisini ziyaret etmesinden büyük mutluluk duymuştu. Tokat’ta lisede son sınıftayken kendi köyünden Osman Yıldız, Emin, Üzeyir, Hacı Bekir (Ahmet), Mustafa, Abdullah, Süleyman’ı merak etmiş, derin muhabbete dalmışlardı. Çocukluğundan itibaren kitap kurdu olan Ahmet’in aklı, zekâsı, sahip olduğu bilgi ve azmini her zaman öğrencilerine anlattığını söylüyordu.
Halis ile Ahmet’in başarıları kendilerinden sonraki kuşaklara örnek olmuştu. Daha sonraki yıllarda her ailede birkaç ortaokul, lise ve az da olsa üniversite talebesi çıkmıştı. Kimileri de imkansızlıklar sebebiyle okuyamamış olmanın üzüntüsünü yıllarca içlerinde saklamak zorunda kalmışlardı. Eğer okusaydı çok yüksek mertebe devlet memuru olacak nice genç vardı. Ahmet’le Halis’in arasında geçen sohbetin konusu hep okumak üzerineydi…Okuyanlar ve okuyamayanlar… Okuyabilenleri anladık ama okuyamayanların mazereti neydi? Kimisi:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhittin-gumus/halis-ogretmen-69499336/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Halis Öğretmen Muhittin Gümüş
Halis Öğretmen

Muhittin Gümüş

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Halis Öğretmen, электронная книга автора Muhittin Gümüş на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв