Tımarhane

Tımarhane
Sultan Raev

Sultan Raev
Tımarhane

Akşamüzeri tımarhaneden kaçan yedi kişi ertesi gün öğlene doğru ıssız bir çöle vardı. Tam yedi kişiydiler. Kılavuzları İmparatordu, diğer altı kişiden en yaşlı olanı ise gözlük takan eski bir oyuncuydu. Onun gerçek ismini kimse bilmiyordu. Fakat diğerleri ona Lir diye hitap ediyordu. Yaşı epeyce ilerlemişti. Kır saçlarını ensesine kadar uzatmıştı. Sinirlenip çıldıracak gibi olduğu zamanlarda o bildik uzun monoloğuna başlar onun da sonunu getirmez, acı hatıralarına dalar, malını mülkünü çalıp götüren kızlarına ve hayırsız damatlarına ağız dolusu küfürler yağdırır, bağırıp çağırırdı. Onu tanıyanlar Lir’in çapkın birisi olduğunu, onun hayatına giren kadınların ve bu kadınlardan olan çocukların sayısının belirsiz olduğunu söyleyip dururlardı. Lir’in tanıdıklarından birisi ona zina ettiği için cehenneme girebileceğini söyleyince Lir bu lakırdıyı edenle hem dalga geçer hem de “Hani, nerede sizin cehennem, oraya gidecek olsaydım çoktan giderdim.” diyerek onu paylardı. Ayrıca Lir’in kutsal kitapta kıyametin anlatıldığı sayfaları yırtarak ayaklarıyla çiğnediği de söylenirdi. Tanrı’yı tanımaz, kuldan utanmaz, aklını yitirmiş bu yaşlı adam da diğer altısıyla birlikte yola çıkmıştı.
Bu yedi kişinin arasında en genci Kozuçak idi. Henüz yüzündeki ergenlik sivilceleri kaybolmamış zayıf bir çocuktu. İsminin ne zaman ve kim tarafından konduğunu kendisi dâhil kimse bilmezdi. Biri “Kozuçak!” diye seslendiği zaman “Benim!” der gibi bakardı ona. Aralarında iki de kadın vardı. Birisi yaşı elliyi çoktan geçmiş, saçları beyazlamaya başlamış olsa bile daha gücünü yitirmemiş olan Tais Afinskaya idi. Yağlı saçlarını en son ne zaman taramış olduğunu kimse hatırlayamazdı. Onun da gerçek adını kimse bilmezdi. Kadının hastanedeki dosyasında mesleği filozof olarak geçiyordu, ayrıca kadının birkaç yabancı dil bildiği de yazıyordu bu kâğıtta. Teşhisi “Şizofreni. Duygulanım bozukluğu.” olarak geçmekteydi. İsmi Kleopatra olan ikinci kadın ise daha genç, daha çekici, uzun boylu, güzel burunlu ve beyaz tenliydi. Yirmili yaşların ortasındaydı ve grubun en az konuşanı o idi. Kleopatra ismini ona başhekimin verdiği söylenir ve Kleopatra gerçek adını kimseye söylemek istemezdi. (Son günlerde gerçek adını kendisi de unutmaya başlamıştı). Bir zamanlar bir paşanın veya önemli bir bürokratın oğlu bu kıza âşık olmuş, paşanın karısı ilişkilerini öğrenir öğrenmez kızdan kurtulmanın çaresini aramış ve son çare olarak kızı tımarhaneye kapattırmıştı. Kadın oğlunu komşu ülkeden bir paşanın kızıyla evlendirecekti. Bu olayın iç yüzünü tam olarak kimse bilmiyordu.
Kleopatra’nın bu gruba katılması herkesi şaşkına çevirmişti. Kozuçak ona şafakta gizlice uzun bir yola çıkacaklarını söylediğinde “Bir yolu varsa beni de yanınıza alır mısınız?” demiş, Kozuçak da öbür yol arkadaşlarına söylemeden Kleopatra’yı yanına almıştı. Hiç olmazsa aralarında eli yüzü düzgün birisinin olması hoşuna gidiyordu. Zaten kıza gönlünü kaptırmıştı. Kleopatra’yı tımarhaneye getirdikleri gün onu ilk fark eden Kozuçak olmuştu. Görür görmez kızdan hoşlanmıştı. Kozuçak, kızın ambulanstan (sarı araba) indirilirken hıçkıra hıçkıra ağladığını, “Ben burada kalmam.” diye yerleri tekmelediğini, her şeyi savurup tımarhane çalışanlarının önlüklerini yırttığı o günü dün gibi hatırlıyordu.
Kozuçak tımarhaneden kaçmayı çok önceden planlamıştı. Ama tımarhaneye bir rüzgârın savurup getirdiği bu güzel kızın gelmesiyle planlarını gözden geçirmeye karar vermişti. Her şeyi, çekeceği bütün zorlukları göze almıştı. Onu yanına almasının nedeni de buydu. Tımarhaneden kaçacağını da onu yanında götürmek istediği için ona söylemişti zaten. Kız da kaçmak istediğini söyleyince Kozuçak hemen kıza kaçma teklifinde bulunmuş, diğerlerine ise bundan hiç bahsetmemişti. Artık geriye dönüş yoktu. O kadar çok yol yürümelerine rağmen Kleopatra bir defa bile şikâyet edip zorlandım demedi. Kleopatra’yı bir zamanlar koca bir yılanın soktuğunu, sonrasında da kızın hastalandığını duymuştu Kozuçak. Rahatsızlığı tedavisi olmayan bir hastalıktı. Bu yüzden tımarhaneye kapatıldığı söylenirdi. Fakat gerçekten bir yılan mı soktu yoksa zorla mı iğne bağımlısı yaptılar kimse bilmezdi. Akıl hastalığı teşhisiyle tımarhaneye kapatılmıştı. İki yıldır da ziyaretine kimsenin geldiği yoktu. Sıradan kendi halinde bir ailenin kızıyken her şey bir anda değişmişti. Anne ve babası için de bütün bunlar çözülemeyen kocaman bir muammadan ibaretti. Paşanın oğluna âşık olan kızlarının ne hayatta olduğundan ne de öldüğünden haberleri vardı. Fakat nedense mütemadiyen fötr şapkalı bir adam kızın ziyaretine gelir ve sadece uzaktan onu izlerdi. Fötr şapkalı geldiğinde genellikle kızı başhekimin odasına getirirler ona birisi tarafından sorular sorulurdu. Esrarengiz ziyaretçi ise köşedeki koltuğa oturarak sessizce olan biteni izlerdi. Kleopatra onun kim olduğunu, nereden geldiğini, ne iş yaptığını merak ederdi. Sohbetin sonunda kızdan Japonca bir şiiri ezbere okumasını isterlerdi. Kız alışık olduğu bu soru karşısında duraksamadan şiiri ezberden okumaya başlardı.
Ne kadar da parlıyor.
Ne kadar da parlıyor.
Ne kadar da parlıyor.
Ne kadar da parlıyor
Ay…
Kız şiire nazik sesini, özlemlerini, tertemiz duygularını katarak okurdu. Grubun geride kalan iki üyesine gelince, onların da hikâyesi çok ilginçti. Birinin adı Cengiz Han ikincisinin adı da Büyük İskenderdi. İkisinin de tımarhaneye ne zaman getirildiklerini kimse bilmiyordu. İşin en ilginç tarafı ise bu son üçünün Kleopatra’ya da, Cengiz Han’a da, Büyük İskender’e de konulan teşhisin aynı olmasıydı. Üçü için de düzenlenen dosyalarda doktorların yazdıkları açıklamalar “Yılan soktuktan sonra…” diye başlıyordu.
Issız bir çölde, sıcakta tımarhaneden kaçan yedi kişi yola koyuldular. Artık onlar deliler ülkesinden uzaktaydı. Yedi kişinin gideceği yer Kutsal Topraklar idi…
Yedi kişi; İmparator, Cengiz Han, Kozuçak, Büyük İskender, Kleopatra, Lir, Tais Afinskaya…
Önde İmparator, elindeki değneğe yaslanmış kendi kendine bir şeyler mırıldanarak yürüyordu. Tımarhaneden kaçarak kutsal topraklara gidip Tanrı’ya tövbe etmek, af dilemek ve günahlarından kurtulmak gibi amaçlar bu yedi kişiyi birleştirmişti. Bitmek bilmeyen uzun yolda yürüyorlardı. Arkada bir sürü dağ geçitleri, sular, ıssız tarlalar, yemyeşil vadiler, yaylalar kalmıştı. Değeceğini düşündükleri için bütün zorluklara katlanarak yola devam ediyorlardı. Acıkmalarına rağmen yürüyorlardı. İmparator’un dediğine göre Kutsal Topraklara ulaşan insan bütün günahlarından kurtulur, hayattan zevk alarak yaşardı. Yorgun düşüp de şevkleri kırılır gibi olunca tımarhaneden tamamen kurtulacaklarını hatırlayıp tazelenen büyük bir istekle yola koyuluyorlardı. Bunlar, kaşları çatık İmparator’un, kılıcıyla dünyaya baş eğdiren Cengiz Han, Asya’yı ayaklarına kapandıran Büyük İskender, erkekliğine düşkün Lir, kadının sürtüğü Tais Afinskaya, cazibe timsali Kleopatra isimlerini alalı çok zaman geçtiği için kendi adlarını unutmuşlardı. Gerçek adlarını hatırlayamayıp deliler ülkesinde bırakarak, başhekimin verdiği isimlerle kutsal topraklara gidiyorlardı. Bir tek hâlâ çocuk sayılabilecek olan Kozuçak’ın adının kendine ait olduğu söylenebilirdi.
Yol gösteren İmparator kutsal topraklara hiçbir zaman gitmemişti ama güneşi takip ediyor, bir şekilde kaybolmadan hepsine göz kulak olmaya çalışıyordu. Uzun yola dayanamayan Kleopatra’ya Kozuçak yardım ediyordu. Elinden tutuyor, gölgesiymiş gibi hep onun yanında yürüyordu.
Sabaha karşı büyük çöle ulaştılar. İmparator’un kemerine bağladığı şişedeki su güneş daha yükselmeden ısınmıştı. Bunu ağzını çalkalarken hissetti. Bu kumluk, yolun en zor kısmıydı. Uçsuz bucaksız çölden sonra yemyeşil vadiler başlıyordu. Oradan da kutsal topraklara kadar çok az yol kalıyordu. En azından İmparator öyle zannediyordu. Aslında yolun ne kadar uzayacağını, kendilerini ileride nelerin beklediğini kendisi de bilmiyordu. Ötekilerin bundan haberi yoktu. Sıcakta iyice ısınmış kumdan ayakları yanıyordu. Yalın ayak yürümek çok zordu. Ve nihayet kocaman bir kaktüs gölgesi bulup sere serpe uzandılar.
Tais Afinskaya’nın başına güneş geçmiş gibiydi. Durduk yere sırtındaki çantasını yere atıp vücudunu kapatan eteğini yukarıya kaldırarak bağırmaya başladı:
– Lânet olsun, biz nereye geldik? Bir taraftan da eteğini savuruyor, kirli ve kırışmış bacaklarının görünmesine aldırmıyordu. “Her yanım terledi! Burası neresi? Taklamakan mı? Gobi Çölü mü ya da Sina Dağı mı? Malakum mu? Karakum mu? Neresi?”
Tais Afinskaya uzun zamandır yıkanmamıştı. Yağlanan saçları öylesine iğrenç kokuyordu ki yanında durmak dayanılacak gibi değildi. Ara sıra çenesinin düştüğü zamanlarda eski günleri anlatırdı. Önceden bir filozofmuş, ayrıca çok iyi yabancı dil biliyormuş. Daha sonra hastalanmış ve beyni zarar görmüş. Sonra ise kötü yola düşmüş.
Tarihe mal olmuş namlı fahişe Tais Afinskaya’nın ismini almasının bir hikâyesi vardı. Söylentiye göre bu sürtük kadın evli bir adamla ilişkiye girmişti. Adamı kendine o kadar âşık etmişti ki günün birinde “Eğer beni gerçekten seviyorsan evini yak!” demiş, adam da hiç düşünmeden evini yakıvermişti. Bu olay bütün şehirde bir süre konuşulmuştu. Bir zamanlar Büyük İskender’in dostu Ptolemaios da ünlü metresi Tais Afinskaya için bütün bir şehri yakmıştı. Bu şehir, bir kadının isteği uğruna yakılarak yerle bir edilmiş bir şehir olarak tarihe geçmişti. Filozof kadına bu yüzden Tais Afinskaya ismini vermişlerdi. Kadının hayatıyla ilgili kimse başka bir şey bilmiyordu. Tımarhaneye kapatılalı üç yıl olmuştu. Akli dengesi yerinde değildi. Diğer hastaların kaçacağını duyunca o da peşlerine takılmıştı.

TAİS AFİNSKAYA
Atar damarına batırılan iğneden sonra bayıldı. Gözlerinin önünde kopkoyu bir sis perdesi oluşmuştu. O koyu sisin öbür tarafında bulanık görülen olayların, insanların siluetlerini daha net bir şekilde izlemek, onlara karışmak istedi. Eğer onlara ulaşamazsa sisle birlikte havada kaybolup gideceğini düşündü. Koyu sis içinde incecik, göz alıcı bir ışık gördü. O ışıkla konuşmaya başladı. Işığın sesini de hemen tanımıştı. Eğer ışıkların konuşma yetisi olsaydı herhalde böyle konuşurdu. Kulağında çınlayan ses ona soruyordu:
– Ölüme hazır mısın?
– Hayır, hazır değilim, ben yaşamak istiyorum diye cevap verdi.
Işık:
– Geçmiş günlerinden hangisini bana anlatmaya hazırsın, dedi.
Heyecandan hangisini anlatacağını bilemedi. Hatıraları göz önünde uçuşuyordu. Ama nedense birini bile yakalayamıyordu. Işık tekrar seslendi:
– Anlatacak hiçbir şeyin yok galiba, hatırlamaya çalış!
Hatırladığı olayları anlatmak istiyordu ama o olayların içerisinde kendisini buluyordu, hangisini anlatsaydı acaba? Bunu mu, yoksa şunu mu? Kendi kendine sorular soruyordu. Anlatacak bir şey bulamayınca ışık ondan ümidini kesti. Sonra da:
– Sen hiç kitap okur musun, diye sordu.
– Ben mi? Benim okumadığım kitap yoktur.
– En son hangi kitabı okudun, dedi Işık.
– En son mu? Bir saniye, hatırlayamıyorum, ne hakkındaydı o kitap? Dilimin ucunda. O kitabı bana bir yazar vermişti. O kitabın adının “Kutsal” olduğunu söylemişti. Evet, evet, kutsal kitap demişti. Kitabı okuyan kişi tımarhaneye girer ve bir daha çıkamadan orada ölür demişti. Nereden bilebilirdim ki. Şimdi görüyorum ki yalan söylememiş. Gerçekten de kitap kutsalmış. O yazarla meyhanede karşılaşmıştım. İlk gördüğümde yüzü çok tanıdık gelmişti. Uzaktan insanı kendine çeken bir cazibesi vardı. Elindeki bardağı bana uzatarak:
– İç, demişti.
– Cebimdeki son paraya aldım. Paylaşarak içelim.
Zaten kafam güzel olduğu için mi bilmiyorum ama birbirimize çabuk ısındık. Birayı da bir yudumda bitirdim.
– İyi mi, diye sordu.
– Kahretsin! Ekşimiş! Sen beğendin mi, dedim.
– Benim için fark etmez. Bira olsun yeter. Bir bardak daha olsaydı güzel olurdu. Sende para var mı? Varsa eğer birer bardak daha alalım. Ne dersin?
Dünkü yüz liradan kalma bir lira demir para vardı. Bu parayı dün birlikte gecelediğimiz adam bırakmıştı. Çok mu ucuza sattım kendimi? Ondan bir önceki gece de kimseyi bulamadığım için ucuza yapmıştım bu işi. Gerçi bir gecede yüz lira kazanmak da kolay değildir. Bu yüz liradan sadece bir lira kalmış. Bu parayla ne kadar bira alabilirim ki? O yüzden adama yalan söyledim. Bir kuruşumun bile olmadığını söyleyip yemin ettim. Bunu duyunca yabancı sinirlendi.
– Paran yoksa niye geldin? Zaten hâlim kötüydü, bir de sen nereden çıktın karşıma? Defol git, dedi.
Ben de sinirlendim. Bir lira demir parayı hınçla masaya vurdum:
– Al! Bu da yarım bardak biranın ücreti! Bir kuruşa zehir mi içeceksin, bira mı içeceksin, ne içeceksen iç.
– İşte bu! İşte bu! Bir liraya iki bardak alırız. Elindeki boş bardağı sıkıca kavramış kırmak ister gibi tutuyor bir yandan da ağzı salya sümük konuşuyordu.
– Ee, hatun, anlat bakayım, kocan var mı senin?
– Kocam mı? Ne kocası be!
Bu soru çok komik gelmişti bana. Elimde olmadan bir kahkaha atıverdim. Neden olduğunu bilmeden o da kahkaha attı.
– Bana yüzü tanıdık gelen her erkek kocamdır, anladın mı? Hepsi!
Yabancı gülmeyi bırakarak:
– Ya ben? Ben tanıdık geliyor muyum sana? Bana da bakar mısın? Hay senin…
Hem gülüyor hem de küfür ediyordu. Gözlerimin içine bakarak:
– Bana baksana! Sen hâlâ güzel ve sıcak görünüyorsun. Bu geceyi birlikte geçirelim, olur mu, dedi.
– Ya yarın? Yarını da birlikte geçirecek miyiz? Bir erkek öyle kolay kurtulamaz benden. Bunu unutma sakın. Ama sana şunu söyleyeyim, benim öyle senin gibi cebi boş adamlarla işim olmaz. Bir gece için ne kadar vereceksin? Yüz lira verecek misin?
Yabancı adam kaşlarını çatarak:
– Yüz lira sana vereceğime üç şişe alır keyfime bakarım. Ben senin gibileri çok gördüm. Hepiniz aynısınız, dedi.
Bir taraftan da yere tükürüyor ve ağır küfürler ediyordu. Çok geçmeden gözleri ışıl ışıl parlayarak iki bardak bira getirdi ve sanki cebinden para harcamış gibi masaya vurarak koydu.
– İç gitsin! Hayat böyle daha güzel!
Umarsızca güldüm. Sanki içimden birisi gıdıklıyormuş gibi geldi bana. Bu adamı gittikçe beğenmeye başlıyordum. İkide bir küfür edip duruyordu. Ama ben böyle şeylere alışığımdır. Böyle ağzından küfür fışkıran erkeklerden hoşlanırım. Terbiyelilerini de gördük. Geceyi seninle geçirdikten sonra “Benimle olduğunu kimseye söyleme, hiç kimseye!” diye yalvarırlar. Niye söyleyeyim ki! Yine de sürekli korku içindeler. Ama bunun öyle bir sorunu yok. Küfürden başka bildiği bir şey yok. Bardaklardaki birayı ikimiz de bir yudumda devirdik.
– Ee, ne diyoruz o zaman? Birlikte geceliyor muyuz? Haydi, söyle ne söyleyeceksen. Bugün buradayım, yarın yokum, ona göre. Benim gibi bir erkek nadir bulunur.
Bir taraftan da yılışıyor, yetmezmiş gibi ağır küfürler ediyordu.
– Sen kim oluyorsun ki dedim, söyledikleri hoşuma gitmemişti.
– Ben mi, diye cevap verdi. “Ben bir yazarım. Yazar”.
Bunu duyunca kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım.
– Eğer bunun gibiler yazarım diyorsa vay halimize! Erkek gibi erkekmişsin aslında da şu sesin sana hiç yakışmıyor. Biliyor musun? Erkek sesli kadın sürtüktür, kadın sesli erkek de güçsüzdür.
Gerçekten de sesi bir kadın sesine benziyordu. Üstelik yazara benzer bir hali de yoktu. Eğer yazarlar bunun gibiyse bitmişiz demektir, bizde hiç yazar kalmamış demektir.
– Hangi kitabı yazdın? Kitabın var mı? Belki bir gün okumak isterim.
– Benim mi, kutsal kitabı ben yazdım.
Şaşırarak:
– Hangi kutsal kitabı yazdın, diye sordum.
Kulağıma doğru eğilerek insanın sinirlerini bozan kısık bir sesle:
– O kitabı insanlar gizlice okurlar. Eğer okurken birileri görürse bitti. Ya hapishane ya da tımarhane! Dört yanın duvar. Demirden kapı. Hayatta çıkamazsın, dedi. Nedense vücudumu bir titreme sardı.
– Kitabın ne hakkında? Doğru düzgün bir kitap değil galiba!
– Öyle bir kitap ki! En başındaki beş sözcük gökten indi. Gerisini ise ben yazdım. İnsanoğlunu da bu dünyayı da ancak bu kitap kurtaracak. Bu kitapta kurtuluşun formülü var. O formülü insanlığa ulaştırmalıyız. Eğer ulaştıramazsak göreceğimiz gün, kıyamet günüdür. Bunu anlatmak için neler yapmadım nerelere gitmedim ki ama kimse anlamak istemedi. Hatta beni tımarhaneye soktular. İnanmıyorsan bak, üzerimde tımarhane elbisesi var.
Rusların dediği gibi “Dünya büyük bir tımarhanedir. Biz de o tımarhanenin hastalarıyız!” Bizi iğnelerle beslerler. Küçük kapsüller içirip küçük ölçülerde elektroşok vererek işkence yaparlar!
Böyle işte, dedi işaret parmağını yukarıya kaldırarak, – Anladın mı?
Sonra da inanmam için ceketinin içindeki çizgili gömleğini gösterdi ve konuşmasına devam etti:
– Eğer birisi bu evrenin sırrını çözerse delirir. Onu deli edenler de evrenin sırrını öğrenmek istemeyenlerdir. Akılsız ve saflar hiçbir zaman deli olamazlar, onlar ancak kandırılmayı bilirler. Çünkü başka bir şeye akılları ne erer ne de yeter.
Bardağından koca bir yudum aldı. Bana küçümseyerek baktı ve derince bir nefesten sonra konuşmaya devam etti:
– Her insanın kendine özgü bir kıyameti vardır. Bu ne demek biliyor musun? Birisi giderse onun yerine başka birisi gelir ve bunun sonu yoktur. Hayat dediğin, böyledir. Vücudu ve sesi o kadar uyumsuzdu ki bu ses bu vücutta nasıl var olmuş onu düşünüyordum. Rusça konuşmaya devam etti:
– Mesela roketin “babası” sayılan Tsiolkovski, o da bir delidir. Tam bir delidir! Ne demiş biliyor musun? İnsan öldükten sonra vücudunun atomları bütün gezegene dağılır sonra da başka bir varlığa yerleşerek ikinci hayatına başlar. Eğer ölen kişi mutlu bir hayat geçirdiyse onun atomları da mutluluk taşır ve yeni varlığın hayatı da mutlu olur. Eğer atomlar mutsuzluk taşırlarsa o zaman tam tersi olur. İşte bu yüzden insanoğlunun görevi bütün dünyadaki mutsuz hayatlara son vermektir demiş. Duydun mu? Tsiolkovski mutsuzlar yok edilmeli demiş. Yani, yarı canlı hastalar, özürlüler, deliler ve vahşi hayvanlar… Bunu ancak bir deli söyleyebilirdi. Al sana roketin “babası”! Altı çocuğundan ikisi kendini asarak intihar etti!
İşte böyle! Biliyor musun? Bu deli benim kitabımı okumuş olsaydı bu olaylar yaşanmazdı. Roketini gökyüzüne değil de insanlara doğru yönlendirmiş! Tolstoy’u, ölmeden önce ormana cinlerin götürdüğünü mü sanıyorsun? Hayır! Ölmeden birkaç gün önce benim formülümü çözdü ve Tanrı onun kalbini kendisiyle birlikte götürdü. Tanrı da üstün zekâlıların ölümünü istemez. Üstün zekâlılar ikinci bir hayat yaşamaya hak kazanırlar. Bu dünyada insanların zekâsına bakılmaz. Siyah da beyaz da hepsi eşit. Böyle insanların ruhuna Tanrı’nın ihtiyacı yoktur. İnsanların ruhu ölmez, onların ruhu ikinci hayatını yaşayacaktır. Mesela Pisagor’un öldükten tam 216 yıl sonra dirildiğini biliyor muydun? Tanrılar ona öleceği an “Ölümsüzlükten başka ne istersen iste, fakat ölümsüzlüğü isteme!” demişler. Pisagor ne yapmış? “Yaşarken de öldükten sonra da aklımı ruhumdan ayırmayın!” diye yalvarmış. Tanrılar bu isteğini kabul etmişler. Ölmüş ama zekâsını kaybetmemiş ve hafızası yaşanılan her şeyi zihninde saklamış. Pisagor’un ruhu Euphorbus’a, Germotim’e geçti. Germotim öldükten sonra ruhu Pirus adlı balıkçıya geçti. Pirus öldükten sonra ruhu tekrar kendi bedenine yerleşti. Tam 216 yıl sonra… Pisagor yaşanan olayların tümünü, ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Ben de onun gibi uzaysal bir zekâya sahibim, evrenin, insanoğlunun ruhunu harekete geçiren Demiurgosum! Benim kalbimin yarısı gökten, yarısı da yerden yaratılmıştır. Kutsal kitabım da gökten inmiş sözcüklerle başlar. Benim gibiler ölmezler, sadece gözden kaybolurlar. Az bir zaman sonra ben de gözden kaybolacağım. Tek sıkıntım tımarhane. Beni gökten de yerden de mezardan da bulup getirip tımarhaneye sokuyorlar. Bir türlü bu lânet tımarhaneden kurtulamıyorum. Kurtulduğum gün gökten melekler inecek ve beni alıp götürecekler.
Söylediklerinin bazıları inandırıcıydı ama bazıları bana zırva gibi gelmişti. Üstelik biradan başım dönüyordu. El ele yürüyerek benim eve geldik. Yol boyunca ondan kutsal kitabı göstermesini istedim. Ama buna razı olmadı. “Niye?” diye sorduğumda yüzüme baktı ve konuyu kapattı:
– Sen büyük günahlara girmişsin, o yüzden. Günahı büyük olanlar o kitabı açar açmaz kitabın içindeki yazıların hepsi silinir, dedi.
Sabaha kadar uyumadık. Çok yorulmuştum. Sabaha karşı uyuyakalmışım. Gizemli adam sabah erkenden gitmişti. Giderken de kitabını ardında bırakmış. Bilerek mi bıraktı yoksa unuttu mu anlayamadım. Yatağımın altında sert bir şey hissettim. Bakmaya üşendim açıkçası. Üstelik gece boyu gözümü hiç kırpmamıştım. Benim yatağımın altındaki her şey benimdir diyerek biraz daha uyumayı düşündüm. Ama ne uyuyabildim ne de kalkabildim. Bayağı zaman geçmesine rağmen yatıyordum. Bu kadar yorulmuş olmasaydım çoktan kalkardım. Bugüne kadar böyle bir erkek görmedim. Onun da bana iki üç kere:
– Senin gibi bir kadın görmedim, dediğini gülümseyerek hatırladım.
Ne erkekler görmüştüm ama hiçbirisi beni böyle mutlu etmemişti. Hem de hiçbirisi. İlk söyleyen o oldu. Bu sözleri duyduğumda dişilik hormonlarım kabarmış, kendimi öyle iyi hissetmiştim ki bir anlığına da olsa başka bir insanı mutlu edebildiğimi düşünmüştüm. Mutluluk nedir ki? Mal mı, elbise mi ya da kuru kuruya yaşamak mı? Bunlar değildi mutluluk, mutluluk sevmekti, el ele sıkıca tutunmak ve sevmekti. O an kafamdan geçenler tamı tamına böyleydi. Vakit öğleye yaklaşıyordu ama tembellik yapıyor, yataktan kalkmak istemiyordum. O dakikalarda dilimin ucunda yaşadığım hayatın tadı vardı, bunu bozmayacaktım, kendi kendime bunu bozmamaya yemin bile etmiştim. Çünkü yataktan kalktığım an bu tadı kaybedecekmişim gibi bir his vardı içimde. Sabahtan beri bu düşüncelerle ne uyuyabiliyor ne kalkabiliyorken yazarın giderken bıraktığı kutsal kitabın üzerinde yatıyordum. Çok ilginç bir andı. Gözlerimi ne zaman kapasam bana söylediği o tatlı sözler aklıma geliyor, kulaklarımda yankılanıyordu.
– Yaktın beni, yaktın! Kimse bu kadar yakmamıştı beni, fakat sen yaktın, diyordu. Sözleri kulağıma öylesine tatlı geliyordu ki bana “Güzellik nedir?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bunu ciddiye almamış, öylesine bir cevap verip geçiştirmiştim. Bana bakıp: “Güzellik sensin.” demişti. Üzerimdeki yorganı sıyırmış vücuduma sırıtarak bakarken kendini alamamış ve ışığı açmıştı. O an çok utanmış ve yorganı kendime doğru çekmeye çalışmıştım. Yorganı elimden kapmıştı. Ayaklarımdan tutup çok güzel bir tabloyu seyreder gibi bakmıştı. Öyle içten bakıyordu ki ben bile kendimi çok beğenmiştim.
– Rambrant’ın çizilmemiş eseri işte bu, diyor beni gösteriyordu.
Kel yazar beni birilerine benzetiyordu, fakat kime olduğunu bulamıyordu. Sonradan hatırlayınca sevincinden kendini alkışladı.
– Hatırladım! Biliyor musun, kime benzediğini? Sen Tais Afinskaya’ya benziyorsun! Onun kim olduğunu biliyor musun? Büyük İskender’in metresi, Mısır Padişahının da karısıydı.
– Büyük İskender’in metresi, aynı zamanda Mısır Padişahının karısı mıydı? Ben de öyle bir mutluluk yaşamak isterdim, dedim.
– Kadınlar çok kurnazdır! Alionora Akvitanskaya adlı kadın ise aynı zamanda iki kralın da karısıydı. Hem İngiltere Kralının hem Fransa Kralının.
– Ben senin gibi bir kadın görmemiştim, diye devam etti.
Ben ne erkekler gördüm bugüne kadar. Ama hiçbirine bu kadar ısınmamıştım.
Bunları düşünerek yatıyordum ki kapı çaldı. Yazarın geldiğini düşünerek sevinmiştim. “Erkekler için sadece bir gecelik kadın ama bu inatçıyı bir şekilde geri dönmeye ikna edebilmiştim, demek hâlâ bir erkeği etkileyecek kadar sıcaklık varmış bende.” diye düşünmüştüm. Kapı ısrarla çalmaya devam ediyordu. İçimden “Ne bekliyorsun, gir artık.” diye geçirdim. Kalkıp onu yaka paça yeniden yatağa atmak istiyordum. Fakat ben bir kadındım ve bunu yapacak olursam kendimi küçük düşürmüş olurdum. Gece çok hoşuna giden ayaklarımı yorganın dışına çıkararak hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi yatmaya devam ettim. Altımda dün gece ardında bıraktığı kitabı belimle hissediyordum. Kalkıp kitabı oradan almaya üşendim. Kapı açıldı. Birbirine tıpatıp benzeyen kıyafetler içinde iki adam içeriye girdi. Biri uzun diğeri ise kısa boyluydu. Baştan aşağı karalar içinde siyah eldivenli, siyah gözlüklü bu adamları görünce çok korktum. Yorganı üzerime çekerek toparlandım ve o telaşla bu gelenlerin kim olduklarını anlamaya çalışıyordum.
– Hey kadın, dedi uzun boylu olan, kim geldi bugün sana?
– Öncelikle, benim adım kadın değildir, ikincisi, bana Tais Afinskaya derler.
– Aferist mi, dedi kulağı kötü duyan bücür.
– Sen önce kulağını temizle pislik! Aferist değil. Afinskaya!
– Buna bakar mısınız? Afinskaya imiş de, kimmiş de, neymiş de. Sen çene yapmayı bırak da kimin geldiğini söyle, dedi bücür.
– Bir kadına kim gelebilir, dedim yorganla vücudumu kapatarak. “Birisi…”
– Kimmiş o, dedi çirkin sesiyle yine kısa boylu olanı. İnsanları rahatsız etmekten hoşlanıyormuş gibi bir hali vardı.
– Her gelenin altına mı yatıyorsun? Seçmiyor musun hiç?
– Seçsen de seçmesen de hepsi aynı, bildiğin erkek işte. Erkeklerin farklısı var mı ki? Sen de gel istiyorsan. Ne bakıyorsun bücür, dedim.
– O şu an müsait değil, çalışıyor, dedi uzun boylu.
– Neyse, sen şunu söyle, koynunda bir şey saklayan, şüpheli birisi geldi mi senin yanına?
– Ne saklayan? “Votka mı?” dedim şaşırarak.
– Seni ilgilendiren tek şey votka mı, diye kızdı bir yandan da evi arıyordu uzun boylu.
– Votka, votkadan başka bir şey düşünmüyor musun?
– Düşünüyorum, dedim. Yakışıklı erkekleri. Çok yakışıklı olan erkekleri. Sizin gibilerden de Tanrı korusun.
– Kapat çeneni! Biz çalışıyoruz demedim mi sana!
– Ne yapıyorsunuz evimde! Çıkın dışarı, çıkın gidin, dedim sinirlenerek. Yoksa tecavüz ediyorlar diye bağıracağım. Hemen çıkın buradan!
– Kadın! Saçma sapan konuşma! Anladın mı? Sakin ol da soruma cevap ver! Biz önemli bir iş için buradayız.
– İş zamanında seninki…
– Kalkmaz onunki dedi uzun boylu olanı sözümü keserek.
– O çalışıyor şu an. İnanmıyorsan bakabilirsin.
Cebinden kırmızı renkli bir kimlik çıkarıp gösterdi.
– Haydi, anlat bu gece kiminle yattın? Bu evde kim vardı?
– Kiminle yatmışım? Kiminle yatıp kiminle yatmayacağıma kendim karar veririm, anladınız mı? Söyleyeyim mi kiminle yattığımı?
– Söyle!
– Herhalde İspanya Kralıyla yatmamışsındır? Kısa boylu alay etmeye çalışıyordu.
– Söyle!
– Sizin aradığınız casusla. Koynunda sakladığı bir şey vardı. “Beni koynuna almazsan, evinle birlikte seni de yakarım diye tehdit edince onu koynuma alıverdim, yattık. Çok sıcaktı zavallı. Galiba Afrikalı bir casustu.”
– Sözü değiştirme, dedi uzun boylu.
– Koynunda kitap taşıyor muydu?
– Kitap mı? Kitap okuyanlardan hoşlanmam, dedim.
– Bir gün çok kitap okuyan bir erkekle yatmıştım, sabaha kadar sanki dil otu yemişçesine hiç susmamıştı. Ne demişti biliyor musunuz?
– Ee, ne demişti, dedi kısa boylu olanı, merakla.
– Kendimle baş başa kalmak istiyorum.
– Sen ne dedin?
– Sen ne biçim erkeksin? Senin bilimini ne yapayım, dedim. O günden beri okumuş adamlarla işim olmaz benim.
– Soruma cevap ver. Bugünkü erkeğin yanında bir kitap var mıydı? Bir kitap taşıdığını fark ettin mi?
– Hayır! Anası nasıl doğurduysa, öyleydi.
– Aklında olsun, dedi uzun boylusu. Seni uyarıyorum. “Kutsal Kitap” kayboldu. Onu bir deli çalmış. Eğer onu bir yerlerde görürsen hemen bize haber ver. Duydun mu?
– Tamamdır, diyerek yataktan hızlıca kalktım. Çırılçıplak olduğumu o an fark ettim.
– Ave Maria mısın? Nesin? Şu vücuda bak, dedi kısa boylu sırıtarak ve devam etti. “Neydi adın? Tais Aferist miydin?”
– Kadın dediğin böyle olur!
Bir an sinirlerim patladı. Arkamı döndüm ve:
– Hoppa! Hoppa! Amerika, Avrupa, diye bağırarak popomu salladım ve şap diye kalçama vurdum.
– Çıkın! Çıkın, gidin buradan! İmdaaat! Tecavüz ediyorlar, diye bağırıp çağırmaya başladım.
– Deli misin be? Bu çatlak başımıza bela olmadan gidelim buradan, dedi uzun boylu. Bücür de onun peşinden giderken arkasına bakarak bana “Yüzsüz!” deyip yere tükürdü.
Kapıdan dışarı çıkarken duyacağını bilerek:
– Evet, yüzsüzümdür ben! Defolun gidin, dedim.
İkisi de dışarı çıkar çıkmaz esrarengiz bir şekilde kayboldular. Yeniden yatağa döndüm. Yataktan kalkmayı canım istemiyordu. Hiç bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum. Yatağın altındaki sert cisim sırtımı sızlatıyordu. Almak için elimi uzattığımda kitap olduğunu anladım. Kitabın kapağında “Kutsal Kitap” yazıyordu. “Kutsal kitabını giderken unutmuş.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kitabı elime alarak sayfaları rastgele çevirdim. Hiçbir şey okuyamadım. Tekrar kitabı açmak istedim ama bu sefer de gözlerimin önünde bir kadın canlandı. Nereden çıktığını anlayamadım. Bir hayalet görüyorum sandım. Gözlerimi kapattığımda hayalet hâlâ yerinde duruyordu. Bu kadını ben daha önce bir yerlerden görmüştüm. Şu an hiçbir şeyi hatırlayamadığım için korkuyorum. Kim çağırdı bu kadını. Başkalarını görmemiş olabilirim ama bu kadını tanıdığımdan eminim. Tanımasına tanıdım fakat bu kadın çoktan ölmüştü. Neden hâlâ peşimde? Gündüz sokaklarda gece de rüyalarımda görüyorum. Beyaz elbise giyiyor. Beyaz bir bezden yapılmış beyaz bir elbise. Bu kadından kurtuluş yok.
Nikâhsız bir ilişki. Beyaz elbiseli kadının kocasıyla girdiğim o lânet nikâhsız ilişki. Çok kıskanırdım onu. Evindeki fotoğrafını bile yaktırmıştım. Ben bir kadınım. Kıskanmam gayet doğal. Kıskandım. Hatta bebeğinden de kıskandım. Daha bir hafta geçmeden kocama:
– Ya beni ya da çocuğunu seç, dedim.
O çocuğu her görüşümde annesi mezarından doğrularak gelecekmiş gibi hissederdim. Kocam:
– Nereye götüreceğim onu? Karımdan kalan tek hatıra o çocuk. Sokağa mı atayım, dedi.
Sanki mutsuzluğunun tek sebebi oymuş gibi çocuğa sarılarak için için ağlamıştı. Ben de evdeki huzursuzluğun onun yüzünden olduğunu söylemiştim. İkimiz de ondan kurtulmaya karar verdik. Fakat nasıl yapacağız? Kime verebiliriz? Kime götürebiliriz? En zoru da bu oldu. Dünyanın en büyük sorunu buydu sanki. Özellikle geceleri hiç huzur vermiyordu çocuk. Daha yeni uykuya dalmışken ağlamaya başlardı. Kocamla bir gece bile baş başa kalamadık. Birbirimize birazcık sarılacak olsak kahrolası çocuk kurt gibi ulur hiç susmazdı. Ben de bıktım, o da.
– Kurtulalım bundan.
– Kim yapacak bu işi?
– Sen yok et.
– Ben kendi çocuğuma bunu nasıl yapabilirim?
Bu iş bana düştü. Kocam bunu yapamazdı. Üstelik o gece, karısını rüyasında görmüştü. “Karısı bebeğim her gün ağlıyor. Toprak onun gözyaşını, sesini her gün bana getiriyor.” diye ağlıyordu. Korkmuştu. Gece boyunca çıkan ufak bir tıkırtıdan bile tedirgin oluyor, sanki eşi kapıdan içeriye girecekmiş gibi bir türlü uyuyamıyordu. Bir de oğlunun kulağının altında, ölen karısınınki gibi küçücük bir ben çıkmıştı. Eşi bebeği kucağında emziriyordu. Kocam ne olduğunu anlayamadı. Bu rüya mıydı? Gözünü açtığında eşi her zamanki gibi tatlı ninniler söylüyor, çocuğa sevecen gözlerle bakıyor, oğlunun kulağına eğilmiş alçak sesle bir şeyler fısıldıyordu. Kocam korkudan ağızını açamamıştı. Kalp atışı hızlanıp da kadının duymasından çekindiğinden nefes almak şurada dursun kirpiklerini bile kıpırdatmaya imtina etti. Kadın çocuğu yatağa koyar koymaz çocuk ağladı. Kocamsa çocuğun ağlamasını duyuyordu ama anlamlandıramıyor, titriyordu. Çocuğun tiz sesi kulağıma kadar geldi. Sinirlerim zaten bozuktu.
– Sus artık, sesin kurusun! Başımın belası, diye ona bağırdım.
– Çocuğu azarlama, dedi kocam.
– Biraz önce anasını rüyamda gördüm. Buradaydı, gözlerimle gördüm.
Öylesine gerilmiştim ki “Gördüğün son şey olsun!” diye haykırdım. Artık sabrım taşmıştı.
– Çocuğu yok et! Onu yok etmezsen, ben bu evden gideceğim, dedim.
Beraberce çocuktan kurtulmaya o gece karar verdik. Noel’e az kalmıştı. Kış çok ağır geçiyordu. Gece yarısı sessizce köyden iki kilometre uzaktaki demir yoluna doğru yola çıktık
Çocuğundan ayrılmak istemiyordu. Bir zamanlar rüyasında üç yolcu görmüştü. Onlar kocama gelip, biz Tanrı’nın emrini yerine getirmeye geldik demişler ve “Sen Tanrı’yı seviyor musun?” diye sormuşlar. Kocam düşünmeden “Evet.” diye cevaplamış. “O zaman oğlunu al ve Kutsal Dağa götürüp onu kurban et.” demiş yolcular. Kocam oğlunu öldürmeye asla kıyamazdı. Oğlunu çok severdi ve bu çocuk karısından kalan tek hatıraydı. Çocuğu çok sevdiğini ve ona dokunamayacağını yolculara söylemiş. Ama bir taraftan da Tanrı’ya olan sevgisi ağır basmıştı. O sabah erkenden yolcuların söylediği Kutsal dağa gitmiş, çocuğu kucağına alıp dağın zirvesine çıkmış. Bu dağın tepesinden bütün vadiyi görebilmek mümkün. O dağın tepesine vardığında çocuğunu sevgiyle yüzünden öptükten sonra bebeğin kollarını ve ayaklarını bağlayıp keseceği an rüyasındaki yolcular görünmüş ve kocamın bıçağı tutan elini tutup, “Bıçağı bırak, oğlunu kurban etme. Biz senin Tanrı’dan ne kadar korktuğunu öğrendik, onun dediğini iki etmedin, demek sen Tanrıyı seviyorsun. Tanrıya olan sevgini evlat sevgisinin üzerine koydun. Biz Tanrı’yı sevdiğinden emin olmak istemiştik.” demiş ve nasıl geldilerse öyle havaya sinip kaybolmuşlar. Kocam rüyasında oğlunu bağrına basıp koklamış ve o an kendini çok mutlu hissetmiş. Şimdi de rüyada olduğu gibi Tanrı’nın bir imtihanı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden çocuğu öldürmeye razı olmuştu. Rüyasında olduğu gibi çocuğu Tanrı’nın kurtaracağını düşünmüştü.
Gece zifiri karanlıkta demir yolunun geçtiği ormanın kenarına geldik. Çocuk avaz avaz ağlıyordu. Kocam çocuğu rayların üzerine koydu ama sonra birdenbire fikrini değiştirmiş gibi ağlayarak yeniden eline aldı. Çocuğa kıyamıyordu. Uzaktan ışıklar yanıyor trenin sesi geliyordu. Yerler titremeye başlamış, gelen korkunç sesten, trenin iyice yaklaştığını anlamıştık. Çocuğu vermek istemeyince, elinden kaptım. Götürüp demir yolunun üzerine koydum. Kocamı elinden tuttum, bana direniyordu, aniden demir yolunun kenarındaki geniş çukura beraberce yuvarlandık. Kocam ayağa kalkıp çukurdan çıkmaya çalıştı. Ama her seferinde tekrar çukura kayıp düşüyordu. Bedenini titreme sardı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tren korkunç bir hızla ilerliyordu. Trenin ışığı bebeğin üzerini aydınlatmaya başlamıştı, artık onu görebiliyorduk. Kocam tepeden tırnağa titremesine neden olan o manzarayı görünce, elleriyle gözlerini kapattı. Trenin çocuğu ezmesine çok az kalmıştı. Kocam, yüzünü, göğsünü tırmalıyor bir taraftan da Tanrı’ya yalvarıyordu:
– Tanrım benim seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Beni affet, affet! Bu dehşeti durdur, yalvarırım sana. Durdur! Durdur!
Kafasını soğuk kara sokmuştu. Dün rüyasında gördüğü gibi meleklerin geleceğini düşünüyordu. Tanrı’dan yardım bekledi. Bir süre sonra trenin göz kamaştıran ışığı rayı aydınlattı. O anda bebeğin yanında beyaz elbiseli bir kadın gözüktü. Kadın rayın üzerindeki bebeği eline alarak karanlıkta gelen trene doğru sol elini kaldırdı. Dur, işareti yaptı. Hızla gelen tren hızını yavaşlatarak durdu. Kadın bebeği bağrına basıp sıkıca sardı ve demir yolunun kenarına çekildi. Tren ağır ağır hareket ederek yoluna devam etti. Gördüklerimize inanamamıştık.
– Bu benim karım, sevgili karım! Rahmetli karım! Dirilip gelmiş! Ben onu hemen tanıdım, dedi kocam.
Yüzünde ne bir sevinç ne de ıstırap vardı. Yukarıya, demir yoluna bakıyor, çamurlaşan karın içinde çırpınıyor ayakta duramıyordu. Tren gittikten sonra ışık kayboldu ve ortalığı yine karanlık sardı. Birbirimizin elinden tutup çukurdan demir yolunun kenarına çıktık. Az önce görünen beyaz elbiseli kadın gözden kayboldu. Beş altı adım attıktan sonra kocam rayların üzerindeki çocuğu gördü ve çok sevindi.
– Yavrum, yavrum benim, diye bağırarak çocuğun yanına koştu. Ve gözlerine inanamadı. Buz gibi donup kalmıştı. Arkasından ben de koşuyordum. Rayların üzerinde geriye sadece bebeğin sarılı olduğu örtü kalmıştı bebekse yoktu. “Allah’ım affet! Bu ne garip bir şey!” diye kocam rayların üzerine düştü. Başını yerlere vuruyor göğsünü tırmalayarak yerde yuvarlanıyordu. Uzun süre orda durduk. Biraz sakinleştikten sonra kendi gözlerimizle gördüğümüz kadından etrafta bir iz aradık ama hiçbir şey bulamadık. Şafak sökmeye, güneş çıkmaya başladı. Gün doğarken geri döndük. Kocamın içi sızlıyordu. Bu olayın etkisini üzerimizden atamadık, uzun süre birbirimizin yüzüne bile bakamadık. Aramız gün geçtikçe soğuyordu. Aradan fazla zaman geçmeden kocam kalp krizi geçirdi ve öldü.
Hatırladığım kadarıyla o rayın üzerinde kalan bebek örtüsünün yanında aynı buna benzeyen karton kapaklı bir kitap vardı. Onun dış kapağı kahverengi idi. Bu kitabın kapağı da kahverengi. Kitabı açar açmaz cin çarpmış gibi bu olay aklıma geldi. Böyle acı düşüncelerin kucağında iken dışarıdan o yazar geldi.
– Kapı kilitliydi, nasıl açtın? dedim.
– Sadece senin kapın değil, şimdi bana dünyanın bütün kapıları açık, diye neşeyle cevap verdi.
– Sen yoksa tımarhaneden mi kaçtın? diye sordum.
– Bu dünya zaten büyük bir tımarhanedir. Size kalsın! Ben bugün kaybolacağım, dedi yazar övünerek.
– İki adam geldi, seni arıyorlardı. Bütün evi altüst ettiler.
– Arıyorlar mıydı? Birisi uzun boylu, öbürünün de ön dişleri dağ sıçanına benziyordu değil mi, diye sordu yazar kahkahayla.
– Onlar şeytanın hizmetçileri. Şeytanın duasında kimler varsa bu kitabı asla okuyamayacak.
– Bu kitabı sen de okuyamayacaksın, sen de bir sokak kadınısın,diye bana aynadan bakıyormuş gibi konuşmaya başladı.
– Sana Tais Afinskaya dememin sebebi de buydu zaten. O da senin gibi iffetsiz kadınların sultanıydı. Büyük imparatorların metresiydi. Bu sürtük kadın uğruna bütün bir şehir yok edilmişti. Sen de ona benziyorsun. Kitabın kapağını açtığın zaman demir yolunda öldürmeye çalıştığın bebek, onun annesi ve kalp krizinden ölen kocan aklına geldi, değil mi?
Çok değişmişti. Tekrar görüştüğümüzde yine büyük bir haz alacağımızı düşünüyordum. Şimdi ise canımı sıkıp duruyordu.
– Sen benim kitabıma dokundun, pis ellerinle dokundun. Sana edilen beddualar tutar. Beynin kaynayacak, kan damarların sıvılaşacak. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün fahişelerinin ruhları senin bedenini kapsayacak. Sonra da rahmine cin girecek ve sen kendini tutamaz hale geleceksin.
Sanki bir mahkeme kararı okuyordu.
– Biliyor musun dünya neden bozulur? Kötü rahimden, pis kokulu rahimden sadece kötü çocuk değil, onunla birlikte kötülük de doğar.
Aramızda bir süre sessizlik oldu. Bu sessizliği benim sorduğum soru bozdu.
– Sen kimsin? Peygamber misin yoksa evliya mısın? Kimsin?
Düşünceli bir halde pencereye doğru yürüdü. Çocuk gibi gülümseyip derin bir soluk aldıktan sonra kahverengi kapaklı kitabı eline aldı. Konuşmasına yavaşça başlamıştı, coşan deniz dalgaları gibi gitgide sesi yükseliyordu. Bunları yürekten mi söylüyordu, bilmiyorum. Rusça konuşuyordu.
– Üstüme bir ağırlık çöktü. Vücudum kaskatı kesilmişti, her taraftan sıkıyordu. Beni kömür torbasının karanlık bir deliğine çekiyordu. Dayanılmaz bir şangırtı sesi duydum. Aniden karanlık dağılmaya başladı. Işık göründü. Ben aydınlık bir tünelin içinde uçuyordum. Şangırtı sesi şarkıya döndü. Kendimi aşağıda hastane yatağında buldum. Doktor bana eğildi ve çarşafla yüzümü kapattı. Ben alışık olmadığım bambaşka şeyleri hissetmeye başladım. Barış, huzur ve rahatlıktan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Bütün endişelerimin kaybolduğunu fark ettim. Ne kadar iyi, sakin ve hiç acı yok diye düşündüm kendi kendime. Ben öldüğümü anlıyordum ve buna hiç üzülmüyordum. Sadece nereye gitmem gerektiğini bilemiyordum. Düşüncelerim ve zihnim hayatta olduğu gibi aynıydı. “Nereye gideceğim? Ne yapacağım? Allah’ım! Ben öldüm! Buna inanamıyorum!” hep bunları düşünüyordum. Geniş ve çok karanlık bir yerde hareket etmeye başladım. Bunu tarif etmem imkânsız. Çok karanlıktı.
Ve o anda ruhumun bedenimden nasıl ayrıldığını hissettim. Yataktan kayıp yere düştüm. Sonra yukarıya doğru yükselmeye başladım. Bu arada birkaç hemşirenin odaya koşarak girdiklerini gördüm. Lambanın arkasından doktoru ve hemşireleri izleyebiliyordum. Tavanda uçarken kendimi bir kâğıt parçasıymış gibi hissettim. Beni hayata döndürebilmek için ne kadar uğraştıklarını gördüm. Vücudum yatak üzerindeydi ve hepsi onun etrafında toplanmıştı. Göğsüme masaj yaptıklarını, ellerimi, ayaklarımı ovaladıklarını gördüm. “Bunlar niye endişeleniyorlar ki?” dedim. Çünkü kendimi çok iyi hissediyordum. En ufak bir ağrı duymuyordum. Sanki o beden benim değilmiş gibiydi.
Bir anda kendime acımaya başladım. Fakat tünelin sonundaki ışık görünmeye başladı. Orada beni uzun zaman önce ölmüş sevgilim bekliyordu. Ona bakıyordum, gizemli bir halde gülümsüyordu. Saniyeler içerisinde bütün hayatım gözlerimin önünden geçti. En ince detaylarıyla hayatımı tekrar yaşadım. Sanki hâlâ yaşıyormuşçasına geçmişte kalan kederler üzerine ağladım, mutlu anılarıma sevindim ama bir değişiklik vardı sanki. Sevgilim bana “Geri dön!” der gibi bir işaret yaptı. Hayatta yapmam gereken işleri daha tamamlamadığımı anladım ve geri döndüm. Gözümü açtığımda beyaz bir çarşaf gördüm. Bağırmak istedim ve inledim. Doktor şaşırarak yüzümdeki çarşafı kenara attı ve “O yaşıyor.” dedi. Evet, bu adam öldükten sonra tekrar dirildi! Bir an sustu. Kimsin? diye soruyorsun değil mi? Ben Peygamber de evliya da değilim. Ben öldükten sonra dirilmiş birisiyim. Ölümün ne olduğunu hissedip, o ölümün elinden tekrar dirilip bu kitabı getirdim. Bu kitap ölümsüzlüğün kitabı, bunu ben getirdim. Sözlerini de ben yazdım, en baştan yazdım. Şimdi ise herkes paniğe kapıldı ve bu kutsal kitabı arıyor. Hanlar da, imparatorlar da, cumhurbaşkanları da, krallar da, zenginler de, yoksullar da, şeytanlar da, cinler de… Hiçbirisi ölmek istemiyor, hepsi bu dünyayı yönetmek istiyor. Dünyayı tamahkârlık yönetiyor. İnsanlar çok aç. İktidarı, zenginliği, hizmeti, parayı, kadını, hayatı, mutluluğu, sevgiyi elde etmek uğruna birbirini yiyip bitirmeye razılar. Ama tamahkârlığın onları ölüme götüreceğini anlamıyorlar. Zaman çok değişti artık. Ölümün yüceliğini anlamıyorlar. Kendilerini Peygamberden de üstün görenler var. Tanrı insana hayat verdi, fakat kaderini değil. İnsanın kaderini Tanrı belirlemiyor. Fakat Tanrı, kendi şefkatinde yaratılmış insanın böyle bir kader yaşayacağını beklemiyordu. O, insana inanç verdi, sevgi verdi, umut verdi, hayat verdi… Kaderin sahibi insanın kendisidir! Ben bugünden itibaren yok olacağım, havada eriyip kaybolacağım. Ben dünyanın sırrını çözdüm, benden başka kimse çözemedi. Bundan sonra burada kalmam feci bir akıbete dönüşebilir. Dünyanın sırrını çözmüş birisi artık bu dünyada yaşayamaz. Bugün benim son günüm.”
Bu sözler tüylerimi diken diken etti. Alnım soğudu, kocaman bir yılan boynuma sarılmıştı sanki. O an ıstırap içinde geçirdiğim günler, gözyaşlarım, talihsiz hayatım gözümün önünden geçti. Bağıra çağıra ağlamak istedim. Elim ayağım titriyor boğazıma yumruk gibi bir şey oturmuş gibi yutkunamıyordum. Soğuk bir şey hissedince elimle boynumu kontrol ettim. Boynumu üç kat saran yılan, parmak kadar başını kaldırarak, parlak gözleriyle gözümün içine bakıyordu. Bakışlarıyla beni esir etti. Bir anda bütün ömrüm gözümün önünden geçti. Ben de ağlaya ağlaya gözyaşlarına boğuluyordum. Ama geçmişteki o tren olayını nedense göremedim.
O gün bir meteor düştü. Bu meteor Tanrı’nın verdiği ilk işaretti. Ahir zaman ateşin eşliğinde gelecekti. Yazar havada eriyip, gökte yıldız gibi kayboldu. İp gibi bana sarılan yılan beni tam boynumdan soktu. Kökünden kesilmiş ağaç gibi yere düştüm. Gözüme görünmeyen şeylerin hepsi tam görünüyordu. Tımarhanenin iki hasta bakıcısı elimi lastikle bağlayıp damarımı arıyorlardı. Gözlerim yavaşça açılıp canım vücudumdan uçup gitmiş gibi yatıyordum. Halsizdim ve duyulur duyulmaz bir ses ile: “Sokmayın iğneyi! Vurmayın!” diyordum. İğneden sonra bütün vücudum buz gibi oldu. Sonradan damarlarımı bir sıcaklık sardı ve her tarafım yanmaya başladı.
Bu gece rüyamda “Kutsal Kitabın yazarını gördüm ve bütün gece sayıkladım. Tımarhanedeyken, rüyanda bile olsa Tanrı’yı anma.” diye, Tais Afinskaya sözünün son kısmını sayıkladı. Ona iğne yapıldıktan sonra daima farklı bir dünyaya gider, sıra dışı olaylara karışırdı.
Bu sefer ışıkla konuşmuştu.

YEDİ KİŞİ
Gece yarısı bitkin bir halde geldikleri büyük çölde takatleri kalmadı ve her birisi bir köşeye kendini atarak uykuya daldı. Zaman geçmişti. Güneş yavaş yavaş doğmaya başlıyor tan vaktinde ortalık aydınlanıyordu. Tais Afisnkaya’nın gözüne güneş ışığı vurdu. Tımarhanede konuştuğu ışık ve damarlarına vurulan iğne aklına gelerek aniden korktu ve gözlerini açıp etrafına bakındı. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasındaydılar.
– Burası neresi, diye korkuyla etrafına bakınıyordu. Tais Afinskaya’yı Cengiz Han eliyle bir işaret yaparak durdurdu ve gözleriyle İmparator’u işaret ederek:
– Şişşt, dedi.
– İmparator transa giriyor. Söylese ya yukarıdakiler ne diyormuş. “Hos natura modos primum dedit…” diye anlaşılmayan kelimeler çıkıyordu ağzından. Tais Afinskaya bu sözleri tekrar edip “Ben söyledim şimdi sen anladın mı?” diyerek Kozuçak’a baktı.
– Bilmem, dedi Kozuçak.
Konuştuğu dil ne İngilizceye ne Fransızcaya ne de İspanyolcaya benziyordu. Kleopatra düşünürken bir anda hangi dil olduğunu bulmuş gibi “Bu Latince değil mi?” diye sevinerek ayağa kalktı.
– Vaay! dedi Tais Afinskaya, bir taraftan da işaret parmağını yukarı kaldırmış konuşmaya devam ediyordu. Evet, Latince. Bu söylediklerin Rusçaya “İnsanlar Tanrıların eliyle yaratılmıştır.” diye çevrilir.
– Anladım, dedi Kozuçak gülerek. “Demek biz Tanrı’nın eliyle yaratılmışız, öyle mi?”
– Eliyle değil, emri ile dedi Büyük İskender.
Bir şeyler arıyormuş gibi bu sırada gözlerini gökyüzünden ayırmayan İmparator’a bakan Cengiz Han, gürültü yapan berikilere sessiz olmalarını söylemek için “Şişşt!” dedi.
İmparator’un sıra dışı bir şey yaptığına hepsi ikna olmuştu. Onlar da sessizce gözlerini gökyüzünden ayırmadan dişlerinin arasında bir şeyler fısıldayan İmparator’u takip etmeye başladılar. Bunları gece yarısında kaçmaya çağıran da firar planını yapan da onlara kılavuzluk ederek belirsiz kutsal topraklara, cennetin bahçesine götüreceğini söyleyen de İmparatordu. Son zamanlarda çok yorgundu.
Herkes sessizce İmparator’un garip durumuna hayret ediyordu. Yağlı kalçalarına vurarak, hararet bastığından eteğini sallayan Tais Afinskaya yüksek sesle bağırdı. Onun kartlaşmış sesi herkesi tiksindirdi.
– Yılan, dedi.
Bunu duyan Kleopatra ile Kozuçak, Tais Afinskaya’nın yanına koşarak geldiler. Koca bir saç örgüsü kadar büyük bir yılan kumun üzerinde sürünerek ilerliyordu. Yılan kumda yüzüyor gibiydi. Tais’in cırtlak bağırmasından bile korkmadı yılan. Cengiz Han, Büyük İskender ve Lir yılana korkuyla bakıyorlardı. Çöl yılanıydı bu. En küçük sesi duyar en ufak bir hareketi anlar, hayvan ya da insan fark etmez saldırırdı. Çöl yılanları çok zehirliydi.
Oradakilerin hepsi taş kesilmiş, küçücük bir vücut refleksi bile göstermekten korkarak yerlerinde duruyorlardı.
– Sessiz olun! Hareket etmeyin! Sadece kendiniz değil gölgeniz bile hareket etmesin. Bu beni takip eden yılan. Sonunda beni öldürecek, dedi İmparator. Korkuyordu, kendisi farkında değildi ama titriyordu.
– Hareket etmeyin! Bu çıngıraklı yılan benim için geldi.
Yılan yerde yavaşça sürünerek İmparator’un ayaklarının dibine kadar geldi. Ve sonra ayağından yukarıya doğru sarınarak çıkmaya başladı. Cengiz Han eline koca bir dal parçası almış tam yılana vuracakken İmparator onu eliyle durdurdu. Diğer altısı bu manzarayı dehşetle izliyordu. İmparator kafasını kaldırmış gökyüzüne bakıyor, demirden bir heykelmiş gibi en ufak bir yaşam belirtisi göstermiyordu. Parlayan gözleri gökyüzünde sanki bir nokta bulmuştu. Böyle bir çölde zehirli yılanlar çok olurdu. Yılanlar da evleri olan çöl gibi acımasız olurdu. Ayrıca intikam duyguları olan bu yaratıklardan birisine dokunmak demek geride kalan bin tanesine öç alma fırsatı vermek demekti. Bunlar nefes alan her türlü canlının izini bulur onu takip eder ve fırsatını bulduklarında son hamlelerini yaparlardı. Kervanlar, develer, atlar, katırlar, insanlar… Hepsi de bu yılanlardan nasibini almıştı.
Buranın bir ismi vardı. Bunu İmparator biliyordu. Çoktan beri çöle “Ölüm Vadisi” denirdi. İmparatorun ayağına sımsıkı sarılan yılan biraz durduktan sonra ip gibi çözüldü. İmparator hâlâ gökyüzüne bakıyor içinden dualar ediyordu. Yılan yan taraftaki kaktüsün dibindeki deliğe girerek kayboldu. Yılan kaybolduktan sonra İmparator kökünden kesilmiş ağaç gibi yere düştü. Bütün vücudundan ter akıyor, tepeden tırnağa kadar titriyordu. Oradaki herkes İmparator’un yanına koştu.
Bu gece İmparator rüyasında yılan görmüştü.
Gördüğü yılan bu yılana çok benziyordu. İmparator yılan zehrinden öleceğini, bu sondan kurtuluş olmadığını anladı. O gece rüyasında yılanların yuvasının üstüne düşmüştü. Yılanlar soğuk gövdeleriyle boynuna sarılıp zehirli dişlerini ne zaman saplayacak diye bekleyerek hareketsiz yuvanın üstünde yatmış ama yılanlar onunla ilgilenmemişti bile. Tanrı’ya yılanların kendini sokması için yalvardı. Yılan zehrinden ölseydim hiç derdim olmazdı diye düşündü. Bir yılanı elleriyle tutup onun zehrini yutmak istedi. Ama yılan onu, zehrine bile layık görmedi. İşte o çıngıraklı yılan bugün gelen yılandı. İmparator “Sen beni sokmaya mı geldin?” der gibi bakmıştı ona. Ondan sonra yılan nasıl geldiyse öyle kaybolmuştu. O gece uykusundan terler içinde bağırarak uyandı. Daha önce de rüyalarında yılan görürdü. Rüyada yılan görmek, kötü haber, tehlike demekti. Rüyasında yılanın onun yanından uzaklaşarak gitmesini sonunun yaklaştığına yordu. Şimdi de aynı yılanın Ölüm Vadisi’nde yine karşısına çıkıp ayaklarına sarılması ne kadar garipti? İmparator, bunları düşünürken çok acı çekiyordu.
– Dünyadaki her şey değişir. Sadece yüce bilgelik ve yüce aptallık hiç değişmez dedi,keçi gibi zıplayan Tais Afinskaya.
– Bunu kim söylemiş? Updike mi? Kierkegaard mı? Churchill mi? Spinoza mı? Sartre mi? Ya da ruh hastası Nietzsche mi? Freud delisi mi? Kim söylemiş?
– Kim söyleyebilir senden başka. Senin salak sözlerin, Lir omzuna kadar uzanan beyaz saçlarını silkerek: “Kim söylemişse söylemiş, bize ne.” diye sinirlendi.
– Senin için ilginç değilse sus! Sensin salak! Konfiçyus söylemişti köpek, diyen Tais Afinskaya çıldırmıştı.
– Yeter! Sus!
– Susmam, dedi. Hışımla Lir’in saçını ince elleriyle sıkıca kavrayıp çekmeye başladı. Asalak! Mikrop! Köpek!
– Çek ellerini! Bırak diyorum! Canı yanan Lir, öfkeli Tais Afinskaya’dan kendini kurtarmaya çalışıyordu.
– Bırak saçlarımı cadı! Kancık!
Kadının çoktan beri kesilmeyen kirli tırnakları Lir’in yüzüne battı.
– Hastalıksın sen! Mikrop!
Deliren Tais Afinskaya ince elleriyle Lir’in uzun kır saçlarını bütün gücüyle çekiyordu. Lir yere düştü. Öfkeli kadın onun üzerine atladı. Kadının bacak arası Lir’in burnuna geldi. Lir’in burnuna pis bir idrar kokusu geliyordu.
Lir “Hastalıksın sen! Mikrop!” dedikçe Tais Afinskaya çıldırıyordu.
Bu kavgaya diğerleri de karıştı.
Sadece nazik bir çiçeğe benzeyen Kleopatra ne yapacağını şaşırmış bir kenara çekilerek ağlayıp duruyordu. Bu ikisinin arasındaki hayvani düşmanlık diğerlerinin de canını sıktı.
– İmparator yüksek sesle susun dedi.
– Kesin sesinizi! Allah cezanızı versin! Sizi “Kutsal Yer”e götürmek isteyen benim gibi eşekte suç! Böyle devam ederseniz kutsal toprakları asla göremeyeceksiniz. Allah belanızı versin! Durun diyorum size! Durun.
Aniden İmparator’un ağzındaki takma diş yere düştü. Bunu gören Kozuçak protez dişi yerden alıp elinde bulunan şişedeki suyla duruladı ve İmparator’a verdi. İmparator protezini taktıktan sonra sinirle konuşmaya devam etti.
– Sizi bu yola sürükleyende suç. Aptalım ben!
Hepsi sessizce İmparator’a bakıyordu.
– Burası nasıl bir yer biliyor musunuz?
Yine kimseden ses çıkmadı.
Eline yapışan Lir’in saçlarını atan Afinskaya:
– Kaz kafalı, hadım! Dün bir de benim ırzıma geçmek istedi dedi. Hâlâ öfkeliydi.
– Kes sesini sürtük!
Büyük İskender, Tais Afinskaya’ya neredeyse saldıracaktı.
– Kes dedim sana!
Hepsi sustu.
Son günlerde iyice yorgun düşen İmparator’un boğazı kurumuştu, hafif öksürdü ve yumuşak bir sesle:
– Bilmiyorsanız öğrenin. Burası“Ölüm Vadisi” dedi.
– Ölüm Vadisi mi?
Hepsi de şaşkınlık içinde bakakaldılar.
Büyük İskender, İmparator’a kızgın gözlerle baktı.
– Sen bizi Ölüm Vadisi’ne değil, Kutsal Topraklar’a götüreceğim demiştin.
– Biz bu yabancı topraklarda, çöl diyarlarında kırk yıl boyunca Musa’nın peşinden giden askerler değiliz. Nerede senin kutsal toprakların, dedi. Çoktan beri sessiz duran İskender kızgın bir sesle devam etti:
– Bunları yaşamaktansa tımarhanede kalır, kemiklerimizin çürümesini izlerdik…
Bunları söyledikten sonra hızla yere tükürerek söylendi:
– Kahretsin! Nereye gideceğimiz hâlâ belli değil.
– Musa, askerlerinin gerçeği anlamaları için onları kırk yıl eğitmişti. Siz kırk güne bile dayanamıyorsunuz diyen Kozuçak, İmparator’a içten içe acıyordu. Konuşurken feri kaçan gözleri parlamıştı.
– Günahı silmek kolay mı? Dayanacağız İmparator. Dayanmamız gerek.
– Dayanın. Az kaldı, Kutsal Topraklara.
İmparator yere oturdu ve boğuk bir sesle:
– Dayanın, dedi.
Büyüklerin tartışmalarına karışmayıp uzakta duran Kleopatra, İmparator’a başını dayadı. İmparator ağır ağır nefes alıyordu. Boğazı sıkışmış azap çekiyordu. Kozuçak ona şişedeki sudan bir iki yudum içirdi. Su güneşin sıcaklığından hayli ısınmıştı. İmparator suyu biraz yuttu ve yere tükürdü. Başını dayayıp, ona derin derin bakan Kozuçak’ın gözlerinden sıcak gözyaşları süzüldü. Yol boyunca İmparator’a umut bağlamıştı ve artık onu bir yakını gibi görüyordu.
– Sen ağlıyor musun, dedi İmparator.
– Hayır, diyen Kozuçak burnunu çekerek eliyle gözyaşlarını sildi.
– Ağlamayın!
İmparator, Kleopatra’nın da ağlamak üzere olduğunu fark etti.
– Ben pekiyi hissetmiyorum ama geçecek ve sonra tekrar yola çıkacağız. Kutsal Topraklar’a az kaldı. Ben biraz… Sadece biraz uyuyayım, dedi. İmparator uykuya değil derin hayallere dalmak üzere köşesine çekildi.
İlkbahar gidiyor!
Ve kuşlar ağlıyor, balıkların gözlerinde de yaş…
Bir şarkı mırıldanmaya başladı Tais Afinskaya.
Vahşi çöle alacakaranlık indi. Güneşte bir farklılık olduğunu ilk fark eden Cengiz Han oldu. Batmaya başlayan güneşin sanki bir ejderhanın ağzından ateş püskürüyormuşcasına yaydığı ışık gökyüzünde parlıyordu.
– Güneşe bakın! Güneşe! Cengiz Han tedirgin gözlerle gökyüzüne baktı. Güneş tutulmuş… Güneş tutulmuş…
Bu sözü duyar duymaz Büyük İskender yanındaki şişeyi kırarak, onun parçasıyla güneş tutulmasını izlemeye başladı. Bunu gören herkes aynısını yaptı. Sadece Lir bakamadı. Yerinde donakalan Lir garip hareketler yapmaya başladı.
– Güneş mi? Güneş mi tutuldu?
Başını ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, ellerindeki damarlar şişmişti. Adeta kendinden geçmiş sayıklıyordu:
Kin tutanların ve nefret besleyenlerin sayısı ne kadar çoksa onları yönetmek bir o kadar kolaydır. Hedef ne kadar yıkıcıysa ona o kadar coşkulu yaklaşır. İşte onların elleriyle dünya devrimi yapacağım. Evet, devrim! Ben ahlaksız günahkârlar partisini kuracağım. Zaten Tanrı’ya isyan etmeye hazırlar. Kuracağım parti her geçen gün biraz daha yaklaşacak iktidara ve yavaş yavaş onu ele geçirecek. Artık dünya eskisi gibi değil.
Lir tepeden tırnağa kadar titriyordu. Yanakları titreyerek sessizce etrafına bakındı ve yavaşça konuşmaya devam etti.
Üşüyorum ben, donuyorum! Şimdi her şeyi hatırlıyorum. Ben ölümlüydüm. Ben melektim. Ben oyuncuydum. Ben kadınlara tecavüz ederdim. Ben ölülerin bedenini yıkıyordum. Ben şimdi kendim ölüyüm. Beni kim yakacak?
Bazen böyle aklı gider gelirdi. İyice saçmalayıp kudurmuş köpek gibi ağzından köpükler çıkarırdı. Şu an tam da o haldeydi. Hâlâ kendine gelememişti, bir şeyler sayıklayıp duruyordu.
– Opus… mopus… pusss… pust… Mussolini… musorı… sorı… bossorı… Anlamsız şeyler çıkıyordu ağzından. Öndeki büyük dişleri birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü büyüdü kocaman oldu. Azap çekiyordu. “Kral Lear’deki monoloğu hatırlayınca kendine gelirdi. Burun kanatları kabarır, burnunun içi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde monoloğunu sanki Londra’nın “Globa” tiyatrosunda oynuyormuş gibi söylemeye başlardı. Şimdi de öyle yapıyordu. Diğer altısı onun bu nöbetlerine alışmıştı hatta onlar için sıradan bir şeydi bu ve böyle zamanlarda olduğu gibi ne zaman sakinleşeceğini beklerlerdi.
Şimdi Lir’in monoloğunu söylemeye başladı.
Es rüzgâr, hızlı ol!
Kasırga şiddetlen, kar fırtınası sızla,
Hiç acıma, vur yine vur!
Ayaz güçlen, soğuk yüzleri dondur,
Yağmur şiddetlen, hızlan,
Tüm dünyayı batır!
Kilise ile han, saraylar,
Su altında kal!
Yorgunluk üzerine çökmüşken monoloğu da sona erdi. Bir anda cehennem işkencesinden kurtulmuş gibi yere düştü. Yerde ölü gibi yüzükoyun yatıyordu.
Tais Afinskaya:
– Aferin! Bravo! Güzel, diye alay etti.
Yerde kendinden geçmiş bir halde ara sıra sayıklayan Lir’in yanına gelip eteğini kaldırarak yellendikten sonra “Al sana gazlı parfüm!” deyip salına salına oradan uzaklaştı.
O gün gerçekten de güneş tutulması olmuştu.
Kleopatra ve Kozuçak başını İmparator’a yaslayarak oturuyorlardı. İmparator ise sonu bilinmeyen düşüncelere dalmış uzaklara yol alıyordu.
“Ne de olsa gelecekti.” sanki bunları önceden tahmin etmiş, önceden öğrenmiş gibiydi. Sanki bu cümleyi söylemek için hayatı boyunca hazırlığını yapmış gibi hissediyordu. Ne diyebilir ki? Er ya da geç hayat günün birinde sona erecekti. Bunun da zamanı gelecekti.
Yıllardır beklediği şey bu muydu? Ya da yılanın gelmesini o mu böyle anlamlandırmıştı? Anlayamıyordu. İmparator çok bıkkındı. Gözlerini bir anlığına kapattığında bile yılanı görüyordu. Yıllar önce bir falcı kadın İmparator’a: “Ölüm nedenin yılan olacak!” demişti. Bu iki çift laf kafasında takılıp kaldığı için bir yılan resmi İmparator’u hayatı boyunca rahat bırakmıyordu. Lânet olsun! Yılanın gelmesi ona ölümün kaçınılmaz olduğunu, her şeyin bir sonu olduğunu hatırlattı.
Kutsal Topraklar’ın nerede olduğunu bilmemesine rağmen İmparator’un tımarhaneden kaçmasının tek bir nedeni vardı. Kendi cesedinin bu pis kokulu deliler zindanında kalmasını istemiyordu, hoş ıssız bir yerde, hoş vahşi bir çölde. Öyle de olurdu. Ama kaçtığı tımarhanede değil. İmparator her zaman kutsal toprakların var olduğunu, orada insanların günahlarından arındığını ve sonra bu dünyadan ayrıldıkları hayallerine dalıp gidiyordu. Onun peşine düşen delilerin de tek istediklerinin saf bir ruhla ölmek olduğunu şimdi anladı. Ama kendi eceliyle ölmek isteği de vardı bunun yanında. Niçin ölümüne yılanın zehri neden olsundu ki? Tanrı neden böyle istemişti? Kaderi böyle miydi? Böyle karmaşık düşünceler İmparator’u boğuyordu.
Hayatı gözlerinin önünden hızlı bir şekilde akıp geçti. Bu düşüncelerin derinliği gittikçe acısını da derinleştiriyordu. Gene aynı sakin karanlığa, içinden çıkılması zor olan bilinmezliğe batıyordu.
Şimdi anıları sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Nedense bir türlü hatırlayamadı. Nereden başladığını hatırlayamadı.

İMPARATOR
Hatırlayamadı… Hiçbir şey hatırlayamadı.
Bir yumruk kadar olan, ona sürekli acı çektiren bu beyin gerçekten İmparatorun muydu? Yoksa onu akşam birisi geldi de kafasına mı yerleştirmişti? İçini huzursuz eden düşüncelere dayanamadan kafasını cansız elleriyle tutarak aynaya doğru eğildi. Ama ateş gibi yanan gözlerinden başka bir şeyi göremedi. Karanlık bir uçurumun kenarında korkuyla duran bir kurdun gözleri gibi parlıyordu. Bu gözlerin onun olduğunu anlayınca içini bir korku sardı. Gözlerini tanıyamadı. Damarları iyice kabarmış, bembeyaz kesilmiş elleriyle aynanın üzerini kapadı. Ama ayna o kadar soğuktu ki bir buz kalıbını tuttuğunu düşündü. Bu eller de sanki ona ait değil başka bir ölünün elleri gibiydi. Ne olduğunu, kendisi de anlamıyordu. Karanlığa isyan ediyormuş gibi odaya giren cılız ışık İmparator’un ilgisini çekti. Karanlık ve gizemli bir dünyadaymış gibi hissetti kendini.
Nasıl olup da bu duruma düştüğünü hatırlayamıyordu. Uzaktan mı yoksa yakından mı geliyor belli değildi ama sanki şıp şıp diye kapanmamış bir musluktan damlayan suyun sesini duyuyordu. Biraz sonra o ses de duyulmaz oldu, ses belki de dinmemişti ama artık kulakları bu sesi duymuyordu. Odada yine mezar sessizliği hâkimdi.
Bilinmeyen bir güç İmparator’a emirler veriyordu. Bu sefer de az önce gelen sesi dinlemesini emretmişti. Beyninden gelen emirleri yapamıyordu. Artık bilinmeyen güce büsbütün boyun eğmişti.
Sanki beyninin içinde kendinden olmayan başka bir şey dolaşıyordu. Bilinmeyen güce ruhunu, var olan her şeyini teslim etmiş gibi: “Hepimiz mahvolduk.” dedi. Ölmek istemiyordu. İnsanın yalnızlıktan ölmesi mümkün değildi. Ölümle ilgili düşüncelerini kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ama buradaki hava da karanlık da aklına ölümü getiriyordu. Bugün İmparator, ölümün karşısında güçsüz olduğunu anladı. Ağladı. Gözyaşlarıyla birlikte gelen yel sanki ona soru soruyordu. “Sen kimsin?” diyordu. Cevap veremeyince yine o kahrolası su damlalarının sesi gelmeye başlıyordu. Damlalar yere değil de beynine damlıyormuş gibiydi. Acı içindeydi. “Ahir zaman suyla birlikte gelecek.” dedi, gerçi dünyanın sonunun ne zaman geleceğini kendisi de bilmiyordu. “İnsanı bu kuraklıkta su öldürecek.” dedi. Bunu kimin söylediğini bilmiyor, kendisi mi yoksa içindeki o bilinmeyen güç mü? İnsanı kudretli su öldürecek, cesedini de alacak. Ya da karanlık ve yalnızlık öldürecek. Böyle bir fikir erimiş sıcak kurşun gibi durmadan beynini sarıyordu. Sudan da karanlıktan da güçlü, gönlünün yarasına dokunan yalnızlık, isteyip istemediğine bakmadan içine düşmüş bir solucan gibi canını acıtıyor, zorluk çektiriyor, dayanılmaz acılara sokarak onu öldürmeye çalışıyordu.
Bu dayanılmaz düşünceler bir rüzgâr gibi her tarafı sarmıştı. Musluktan damlayan suyun sebep olduğu hayallerle bambaşka bir dünyaya gitmişken kendine gelince damlayan suyu yeniden düşünmeye başladı. Her şeyi kudretiyle kapsamış bir ölüm gibi gelen karanlığa aydınlık da boyun eğmişti sanki. Bu dünyada yapayalnız, tek başına, öksüz kalmış gibi hissediyorken İmparator titreyerek ağlamaya başladı.
Uzun uzun ağladı. Kendi ağlamasını kendisi durduramıyordu, nihayet aynanın olduğu tarafa yöneldi, kendisini görmek istedi. İşte ayna şimdi tam karşısındaydı. İmparator hızla nefes alıp veriyordu, buz gibi olan aynanın üzeri buğulandı. Aynanın buzu erimeye başlayınca kendisini göreceği için sevindi.
Yıllardır kimseyle konuşmamıştı, belki de bu yalnızlıkta aynanın karşısında da olsa kendi kendiyle konuşmak ona iyi gelebilirdi. Yüzünü aynaya yaklaştırdı. Nefes alıp verdikçe aynanın üzeri buğulandı ve bu buğu küçük çiğ damlaları halini almaya başladı. Ama aynaya iyice bakınca içindeki umut aniden yerini üzüntüye bıraktı. Aynada “Kendimi göreceğim.” derken karanlıktan hiçbir şeyi göremedi.
İmparator’a göre dünyada bütün insanlık, bütün canlılar ölmüştü, sadece kendisi kalmıştı. Ama kendisini aynada göremeyince görme isteği daha da arttı. Tanrı bu adamı niye bu kadar acımasızca cezalandırıyor? Sessizlik uzayınca kendini ölmüş zannetti. Fakat gözlerinden akan yaşlar, ona hâlâ hayatta olduğunu hissettiriyordu. Gözlerinden akan yaş damlalarından birkaçını yere düşürmeden güçsüz ve bembeyaz kesilmiş elleriyle yakalayıp ağzına götürdü, susuzluktan içi yanıyordu. Elindeki iki damla gözyaşını aceleyle yalayıverdi. Tuzlu gözyaşları susuzluğunu daha da arttırdı. Az önce insanı su öldürecek demişti ama şu an içecek iki yudum su bile bulamıyordu. Yeniden aynanın karşısına geçip içindeki sıcak hava ile aynanın yüzünü yaladı. Aynanın yüzü yapış yapıştı, tadı gece boyu yanında kalmış çırılçıplak kadının vücudundaki teri hatırlattı ona. Rüzgâr mı getirdi onun resmini kafasına ya da kaynağı belirsiz duygular mı sebep oldu? Nedense o kadın şimdi aklına gelmişti, gelince de beynine musluktan damlayan su gibi yavaş yavaş düşünceler akmaya başlamıştı. Tam da tayin edilen hesaplanmış bir zamanda Tanrı’nın emriyle karşılaşmıştı sanki o kadınla. Tımarhaneden kaçtıktan sonra meyhanede tanışmıştı. Gece boyunca o kadınla beraber olduğu için karşılık olarak gökten gönderilmişyedi emirli Kutsal Kitabı kadına vermişti. Kutsal Sözleri insanlığa yaymak yerine bir kadınla beraber olmayı tercih etmesi yüzünden böyle cezalarla karşılaşıyordu. Belki de Kutsal Kitaba değer vermediği için hayatı boyunca kadının pis kokulu mahrem yerinde kalarak cezalandırılacaktı. Ama bu kadar kefaret de yeterli olamazdı. İmparator’a göre onu öldürecek tek şey beynine yavaşça akmaya devam eden damlalardı. Böyle bir ceza ne de olsa günün birinde yaşanacaktı. Ve o gün İmparator böyle bir karanlıktan kaçmaya karar verdi.
Hangi karanlıktan kaçmak istiyordu? Bu düşünceler aklına gelince tüyleri ürperir, vücudu titrerdi. Karanlıktayken karanlığı unutmak isterdi.
Karanlık düşüncesinden kurtulmak için yavaşça yerinden kalktı ve küçük adımlarla bir şeyini kaybetmiş kör bir adam gibi etrafını yoklamaya başladı. Dokunduğu şey de en azından duvar olsaydı iyi olurdu. Bir adım… İki adım… Hâlâ bir şey yok. Bir şey bulabilirse ölü ya da canlı olduğunun farkına varacaktı bu nedenle nasıl bir şeye dokunduğu hiç önemli değildi. Aradığı şey baktığı ayna değildi, çünkü öbür dünyanın ilk kapısı ayna olacak diye duymuştu, bu nedenle aynadan korkuyordu. Adımlar devam etti, parmaklarını kımıldatarak, ellerini önüne doğru kaldırdı ama hiçbir şey bulamayınca dünyada kimse kalmamış hissi artmaya başladı. Böyle olabilir miydi gerçekten? Bu kadar karanlıkta her şey karanlığın kendisi gibi sonsuz ve bilinmez gibiydi. Bir adım daha attı. Bu sırada şıp şıp diye az evvel duyup sonra unuttuğu damlama sesini işitti. Damlalar nereden nereye damlıyor, kimsenin çözemediği bir bilmeceydi. Ya da bu ses kalbinden mi geliyordu? Kalbinin atışıysa demek ki yaşıyordu. Bir adım… İki… Üç… Elleri bir şey buldu ve hemen vücudunu garip bir korku sardı. Dokunduğu şey elinde yanma hissi yarattı. Bu, İmparator’un yaşamda var olduğunun işaretiydi. Ruhunun bedeninden ayrıldığını düşünüyordu, yanmayı hissettiğine göre demek ki hâlâ canlıydı. Hemen elleriyle dokunduğu şeyin ne olduğunu anlamak istedi ve onun bir duvar olduğunu anladı. Ama niçin bu kadar soğuktu? O kadar soğuktu ki elleri morardı. Ama “Madem burada bir duvar var mutlaka bir kapısı da olmalı.” diye düşündü ve aramaya devam etti. Bu arayış içinde önceden sokaklarda gördüğü kör insanları hatırladı. “Meğer kör insanların hayatı her gün böyle lânet bir karanlıkta geçiyormuş.” dedi. Bir kör için hayatın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetti. Duvarı bir defa bulmuştu nasılsa bu karanlıktan da kurtulmayı başarırım diye düşündü. Kafasındaki bu düşünce aramasını güçleştiriyordu. Hem nasıl kurtulacaktı ki, bu karanlığa nereden ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Olmayacak bir zamanda bu karanlığa takılıp kalmıştı. Sadece kendisi gelebilirdi buraya bu nedenle sadece kendisi karanlıktan kurtulma yolunu bulmalıydı. Eğer bulamazsa burada ölmek kaderiydi.
Bir şeyin üzerine bastı, iyice bakınca bir kibrit kutusu olduğunun farkına vardı. Belki vardır diye küllüğün içinde kibrit aramaya başladı, küllükte değil de yere dikkatlice bakınca bir tane kibrit buldu. Bu kibrit ölüm düşüncesinden az da olsa kurtulmasına sebep oldu.
İmparator kibriti özenle çakınca nefes almayı kesti, kibritin yardımıyla karanlığın sonunu bulabilecek miydi? Nerede kaldığını, durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Kibritten hafif bir ışık çıktı. Tam karşısında balçıkla sıvanmış bir duvar vardı. Cılız da olsa ortalığa yayılan ışıkla duvardaki “Deliler Ülkesi” yazısını okuyabildi. Bu tamlamanın tam son harfine geldiğinde kibrit sönüverdi. Yine her yer karanlığa büründü. Böyle bir ülke var mıydı? “Deliler Ülkesi” diye bir yer daha önce hiç duymamıştı. Varsa bile hatırlayamadı.
Tekrardan o hüzünlü ölüm düşünceleri beynini kemirmeye başladı. Ölüm, sadece kafasını değil, beyninin içindeki kılcal damarları bile soğuk düşüncelerle dolduruyordu. Ama bunun korkuyla ya da yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, sadece hayatta olduğunu hatırlatıyorlardı ona.
İmparator da ölüm hakkında düşünceler aklına gelmeye başlayınca yaşadığı önemli ve ilgiye değer olayları hatırlayarak kendisini oyalamaya çalışırdı. Örneğin, tımarhaneden kaçtığı gün tanıştığı o kadın aklına gelirdi. İkisi gece boyu beraber olmuşlardı. Kadın: “Hayatımda senin gibi bir erkek görmedim.” demişti, İmparator da “Ben de senin gibi bir kadın görmedim.” demişti. Sarmaş dolaş yatakta yatarken korku basmıştı İmparatoru. Dün tımarhaneden kaçmıştı. Her yerde onu arıyor olmaları muhtemeldi. Eğer onu bulacak olurlarsa yeniden o duvarların tutsağı olacak, tekrardan yaşadığı o çileli hayata dönecekti.
Tımarhanedeki iri yarı ve bıyıklı başhekim “Sen delisin.” demişti. İmparator da kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “Evet, ben deliyim.” diyordu. Bunu duyan odadaki bütün hastalar yerlere yatar kahkahayla gülerdi. Böyle yerli yersiz gülmenin ne demek olduğunu bilmeden bütün oda kahkahalara boğulurdu. Ama hiç gülmeyen birisi vardı. İri yarı bedenine sanki bir etiketmiş gibi yapışan bıyığı ile tımarhanenin başhekimi. Delilerin bu dünyada çekindiği tek insandı o. Ne kadar zorlarsan zorla kendisi istese bile gülmezdi. Birisi daha vardı. Deliler ona“Evliya” diyorlardı. Gerçekten bir evliya mıydı, yoksa deliler mi onu böyle adlandırmıştı? Kimse bilmezdi. Kendisine bununla ilgili bir şey sorulduğunda:
– Ben sizin zihinlerinizi o kahredici karanlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için varım, eğer bunu yapabilirsem bana evliya demenizde bir mahsur yok ama bu idealimi gerçekleştiremezsem dünyayı su ve yılanlar basacak, yılanlar herkesi sokacak ve öldürecek, demişti.
Ama deliler bunu önemsemez. Her zamanki gibi gülerler, taşkınlık yapar hep beraber Evliya’nın üzerine çullanıp adına ezme oyunu dedikleri bir oyun oynarlardı. Evliya buna zor dayanırdı. Eğer o iri yarı, bıyıklı başhekim olmasa bu oyunlardan birisinde öle bilirdi bile. Şimdi aklına “Evliya” gelmişti. Zihnindeki bulanıklığı dağıtmak için tane tane düşünmeye, her şeyi en berrak haliyle hatırlamaya çalıştı.
Bir gece… Çok karanlık bir geceydi. Fileyle örtülmüş sağı solu açık pencerelerden gökyüzünü ışıl ışıl kaplayan yıldızlar görünüyordu. Evliya, kaldığı küçücük odanın ortasındaki masaya doğru yaklaştı, koynundan bir kitap çıkardı. Bir mum yaktı. Mumun odaya yaydığı cılız ışığın gölgesinde içinden mırıldanarak dua etmeye başladı. Odadaki hastaların birisi hariç hepsi uyuyordu. Evliya’yı dikkatle dinledi. Yorganının altına gizlenmiş olan bu deliyi Evliya fark etmedi. Herkesin uyuduğunu düşünüyordu. Evliya’nın okuduğu duadaki cümleler deliyi çok etkiledi.
“Gerçeği ve hakikati adaletsizlikleriyle yok eden insanlara Tanrı’nın gazabı sonsuz olacak. Çünkü Tanrı’nın bildiğini onlar da biliyordu. Bu bilgiyi insanlara veren de yine Tanrı’ydı. Bu insanlar olacakları hissediyordu, olacakları biliyordu. Demek ki Tanrı’dan hiçbir şey alamazlar.” Evliya bu cümleleri okuyunca oturduğu yerde donakaldı. “Her şeye rağmen Tanrı’yı biliyorlar fakat ona dua etmiyorlar, başka düşüncelerin tutkusuna kapılıyorlar.”
Evliya’nın derin düşüncelere daldığı onun duvara yansıyan gölgesinden bile belli oluyordu. “Onların kalbini karanlık kapladı.” Kutsal kitabı okurken ağzından çıkan hava mum ışığını titretiyordu. Düşünceli bir hâlde yerinde bir müddet oturduktan sonra yeniden kitabı okumaya başladı. “Kendilerini akıllı sanıyorlardı ama akıl tutulması yaşıyorlardı. Tanrı’nın değerini ölünce çürüyecek insanların, kuşların, hayvanların kemiklerine benzettiler. Tanrı da onları koca bir karanlığın içinde bıraktı. Bu seçimi kendileri yaptılar. Onlar Tanrı’nın gerçek dediği şeyleri yalanladı, Tanrı’nın hayranı olmak yerine eşyaların önünde eğildiler ve şeytana hizmet ettiler.” Evliya derin bir nefes aldı. “Tanrımız ebediyen övülsün!” ve okumaya devam etti. “Tanrı’nın bir gün adaletle hükmedeceğini unuttular.” dedi ve ellerini yüzüne sürdü. Çok kararlı bir sesle “Tanrı’nın hükmü yapılan işlere göre verilir.” dedi ve durdu.
Deli bu sırada o anı hatırladı. Çünkü o gün Evliya’nın nasıl kaybolduğunu hiç kimse anlayamamıştı.
Gece yarısında bir şimşek çakmış şimşekle beraber ortalıkta kısa bir aydınlık olmuştu. Deli korkmuştu, hatta bağırmıştı ama bunu kimse duymamıştı. Şimşekle beraber gelen ışıkla pencerede üç meleğin süzülerek içeriye girdiğini görmüştü.
Gökyüzünden inen bir melek gördüm, beyazlar içinde buluttan bir elbisesi var gibiydi. Yüzü güneş rengindeydi, ayakları ise ateşler içinde yanıyordu. Ellerinde sayfaları açık bir kitap vardı. Melek sağ ayağını bir denize sol ayağını ise bir kara parçasına koymuştu. Sağ elini gökyüzüne kaldırdı, bu sırada sanki bir aslan kükremesini andıran kuvvetli bir ses “Hemen git, meleğin elindeki o kitabı al!” dedi. Sesin verdiği emirle meleğin yanına geldim. “Bana kitabı ver!” dedim. Melek bana “Kitabı al ve ye! Önce ağzına şekerli bir tat gelir, sonra da acı bir tat hissedeceksin. Acı olan gerçeğin tadıdır. O yüzden birçokları bu tadı sevmez. Bu kitap gerçeğin kitabıdır. Tanrı’dan gelen bir kurtuluş kitabıdır. Onu sakın saklama, çünkü kıyamet gününün gelmesine çok az zaman kaldı.” dedi ve kitabı elime verdi. Kitabı alınca aceleyle sayfalarını çevirip bakmaya başladım. Ama kitabın üzerinde ne bir cümle ne bir kelime ne de bir harf gördüm. Çünkü sayfalar bomboştu, hiçbir şey yazılı değildi.
Beyazlara bürünmüş olan üç melek Evliya’yı yerinden kaldırıp yanlarına aldılar ve gittiler. Yatağın altında gizlenen deli meleklere bakamamıştı bile. Korkusundan gözlerini kapatmıştı, az kalsın bağıracaktı. O anda Evliya odada uyuyan herkesin tek tek alnından öptü, korkarak yatan deliyi ise yüzünden öptü. Giderken de hüngür hüngür ağladı. Neden ağlamış olabilir ki? Onlara acıdığı için mi ya da geri dönüşü olmayan bir yere gidiyordu, belki de bu yüzden. Gözyaşlarına boğulmuştu ve bunun nedenini olup biteni gören deli değil kendisi de anlamamıştı. Evliya’nın son sözünü de yine bu deli işitmişti: “Yakında yeniden geleceğim. Bu kitap, içindeki kelimeler ve cümleler ne kadar huzur verici!” Elinde açık vaziyette duran kitabı öptü. Ama bu sözleri kime söylediği belli değildi. Odada uyuyan delilere mi ya da bu küçük odanın duvarlarına mı belki de korkarak yorganın altında saklanan deliyeydi. Bunu asla öğrenemediler.
Evliya gitmeden önce kitabı kucağına almış (şimdi her şeyi hatırlıyordu) ve korkusundan zangır zangır titreyerek yorganın altında saklanan delinin yastığının altına koymuştu. Bunu sadece kendisi görmüştü. Sonra yastığın altından kitabı aldı. O gün Evliya kayboldu.
Kitabın altın harflerle yazılı olan cildini gördüğünde bunun gökyüzünden gelen özel bir şey olduğunu anlamıştı. Bu kitap sadece kendisine aitti. Herkesten saklıyordu. Bu yüzden de kitabı okumaya bir türlü fırsat bulamıyordu. Eğer o bıyıklı başhekime yakalanırsa Evliya gibi kaybolup gideceğini düşünüyor, bu düşünce beynini kemiren bir kurt gibi bir an olsun aklından çıkmıyordu. Bu yüzden ondan çok korkuyordu. Neredeyse aklını kaybedecekti.
Tımarhaneye getirildiği ilk günlerde mutlaka kaçacağını düşünüyordu. Deliler ülkesine geldiğini ve buradaki düzenin insanı öldürebileceğini daha ilk gün anlamıştı. Buna kızıyordu. Deli dediğin delidir, onlar için düzene ne gerek vardı ki? Deliler o bıyıklı başhekimin gölgesinden bile korkar, onu gördüklerinde hayatlarının son dakikasını yaşıyor gibi bir hisse kapılırlardı. Bıyıklı“Eğer burada düzen olmaz ise hepinizi mahvederim, hiçbiriniz buradan diri çıkamazsınız.” demişti. Eğer Evliya’nın bıraktığı kitabı görürlerse ne olacaktı? İşin doğrusu insanlığın yok olacağı gün o gün olacaktı. O bıyıklı, kitap okumayı da yasaklamış, eğer birisi kitap okurken yakalanırsa cezasının ölüm olacağını çok açık söylemişti.
Ölümden korkuyordu ve ölümden korktuğu için şimdiye kadar o kitabın bir sayfasını bile okuyamadığını anladı. Bir taraftan da ne zaman öleceğini biliyordu zaten. Pazarın karşısındaki falcı kadın “Sen daha çok yaşayacaksın ama kendi ecelinle değil bir yılanın sokmasıyla zehirlenecek ve öleceksin.” demişti. Bunları duyunca elini hemen geri çekmiş bu olayın üzerinden yıllar geçmişti. Ama bir türlü unutamıyordu. Şu anda da kadının söyledikleri aklına geliyordu.
Bu karanlık odada yalnız değildi. Köşede kıvrım kıvrım olmuş bir karayılan uyku içinde yatıyordu. Ne zaman uyanacağı ise meçhuldü. Evliya’nın söyledikleri geldi aklına: “Yılan uyanınca ahir zaman gelecek, onu uyandırmamaya çalışın.” Bu yüzden yılanın bulunduğu tarafa bakmaya korkuyordu. Korkuyla yılanın gözlerinin açılacağı zamanı bekliyor bir an önce buradan kaçıp kurtulmak istiyordu.
Karanlıkta uyuyan yılanın uyandığında yerinden bir ok gibi fırlayarak dişlerini batıracağını düşündü, o anda falcı kadının “Seni bir yılan sokarak öldürecek.” sözlerinin gerçek olduğunu anlıyor, hayatının sonuna kadar bu korkuyla yaşayacağını biliyordu. Bu karanlıktan bir an önce kaçmalıydı. Önce bu karanlığın, odanın, yılanın… Hepsinin de bir rüya olduğunu düşünmüştü, aslında rüya olmasını istiyordu ama bu bir rüya değildi. Kendini çimdikleyip aynaya bir kez daha baktığında yaşadıklarının gerçek olduğundan bir kez daha emin oldu.
Bugün de kendi odasında uyuduğunu düşünmüş, uyandığı bu karanlığın her zamanki gibi kalkıp odadan dışarıya çıktığında peşini bırakacağını zannetmişti ama ne kadar ararsa arasın bir türlü kapıyı bulamıyordu.
Bu karanlık gecede, ölümün sessizliği içinde tımarhanede olduğunu hatırladı ama burası tımarhaneye bile benzemiyordu. Karanlığın tutsağı olan kapısız duvarlar, neden ve kim tarafından konulduğu belli olmayan bir ayna ve odanın köşesinde büzülüp kirpi gibi uyuyan kara bir yılan. Belki de bu yılandan korktuğu için bir olay hatırladı.
Bir zamanlar gerçekten bir imparatordu. Kesik kesik de olsa hatırlıyordu. “İmparator olmak ister misin?” diye kimse ona sormamıştı ama belki de sormuşlardı. Hatırlamıyordu. Hatırladığı şeyler vardı. Kendisini imparator olarak hissettiğini, taç takma töreni bile yapıldığını.
“Ben büyük İmparatorum.” demişti. Bütün saray erkânı da İmparator’un karşısında yerlere kadar eğilmişti. Her söylediğini yıllık biyografisine yazdırıyordu, abartılı ve uzun vaatlerde bulunmuştu. Dünyanın tam ortasındaki kutsal topraklara bütün halkını götüreceğine söz vermiş, onları bütün günahlarından arındıracağını vaat etmişti.Af dileyen herkesi affediyordu.
Taç giyme töreninde yerli kuyumcuların altın ve değişik değişik kıymetli taşlardan yaptıkları taç kafasına dar gelmiş, zorla kafasına giydirilen taç onu çok rahatsız ettiği halde çıkmıştı milletinin karşısına. Taç kafasını yaralamıştı ama o törenin sonuna kadar dayanmıştı. Karşısında yerlere kadar eğilen adamlara cenneti vaat etmişti.
Milletinin “İmparatorum çok yaşa!” diye bağırmasını, yeri göğü inleten alkışlarını… Dün gibi hatırlıyordu. Ama taç kafasına yapışıp kalmıştı. Etiyle birleşmiş ve kimse onu çıkaramamıştı. Bu taçla uyuyordu, geziyordu, konuşuyordu, şarap içiyordu, eğleniyordu ve metresleriyle zaman geçiriyordu. Tacı kafasındayken baş ağrısı denilen şeyin ne olduğunu da unutmuştu. Gerçekten unutmuştu ya da baş ağrısını hatırlamaya mecali kalmamıştı.
Kendini Tanrı’yla denk görmeye başlamıştı. Hatta Tanrı sözünü unutmuştu. Peygamber kudretine eriştiğini hissediyordu. Kim olduğunu unutmuş gibi bir hali vardı.
Direniş göstermesine rağmen hasta bakıcılar el ve ayaklarından yatağa bağlayıp sağ elinin atardamarından iğneyi soktular. Az evvel kendini imparator zanneden adam şimdi tımarhanede avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Alçaklar! Siyasî fahişeler! Bürokratlar! Tam bir boksunuz! Tanrı’yı tanımaz hainler! Gâvurlar! Bu bir hainliktir! Siz Tanrı’yı inkâr ettiniz! Beni de affı olmayan günaha soktunuz. Yaradan’a değil Yaradan’ın yarattıklarına taptınız, kutsal diye taptınız. Haaayır… Hayır!
Hayır dedim! Bana iğne vurmayın! Tanrı’yı tanımazlar, hainler! Vurmayın! Sonra başı kesilmiş kurbanlık koyun gibi sesi kesildi ve ağzında beyaz köpükler birikti. Fısıldayarak yalvarıyordu.
Bu yüce düşünceleri onu yormuştu. Uykuya daldı. Tacı beynine yerleşen inatçı bir mikrop gibi kafa derisine kaynamıştı. Rüyasında uzaklardaki kutsal toprakları, sıcak çölleri, Ölü Deniz’in mavi sularını uzaktan izliyordu. Sadece hayallerde ya da rüyada değil gerçek hayatta da keşke oraya gidebilseydim diye güzel düşüncelere daldı. Şu an kutsal topraklara doğru yürüyordu, hamamda yıkandıktan sonra bedenini sarıp sarmalayan kirlerden temizlendiği gibi bedenine yapışan günahlardan kurtulup kendini tüy kadar hafiflemiş hissederek hayal âleminde yüzüyordu. Çöldeki develer gibi ayaklarını sürükleye sürükleye yürüyordu.
İmparator yavaşça uyandı. Bitkin bir halde ihtiyarlıktan kırışmış elleriyle yatağından kalkarak odayı aydınlatan ızgaralı pencereye yaklaştı.
Dışarısı hayli kalabalıktı. Arka kısmında sarı haç işareti olan cankurtaranın motor sesi geliyordu. Siyah önlüklü iki hasta bakıcı ambulansın arka kapısını açıp ellerine aldıkları bir sedyeyle İmparator’un penceresinin tam karşısında olan morga girdiler. İçinden “Birisi daha ölmüş.” diye geçiren İmparator morgun kapısından gözlerini ayırmadı. Kozuçak ve Lir morgun önünde bekliyorlardı. İğneden sonra çok bitkin hissetmesine rağmen İmparator da kendini dışarıya attı. Birdenbire Kozuçak belirdi, heyecan ve panik içindeydi. Kekeleyerek yarım yamalak konuşuyordu.
– İmparator, İmparator! Evliya ölmüş, dedi.
İmparator’un vücudunu bir anda ter bastı. O gece Evliya’yı rüyasında görmüştü. El sarması sigarasını içen Lir “İğnenin etkisinden dolayı kalbi durmuş.” dedi. Sigarasından koca bir nefes çekti. Zayıf ciğerlerini tutan öksürüğe aldırmadan “Şimdi çıkacaklar, vedalaşalım.” diye ekledi. Nedense o anda Kozuçak’ın gözleri yaşardı. “Ağlama, meğerse o da bizim gibi bir deliymiş. Deli başka bir deli için ağlamaz. Sen de mi onun bir evliya olduğuna inanmıştın?” dedi Lir. Sigarasından bir nefes daha çekti. “Sakallının olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlemiş.” diyerek yere tükürdü.
O sırada morga giren hasta bakıcılar ellerindeki sedyeyle telaşlı bir şekilde dışarı çıktılar.
– Kahretsin, nereye kayboldu bu? Az evvel burada yatıyordu. Ölmüştü ve yatıyordu, dedi gözlüklü hasta bakıcı.
Bunu duyan Lir, Kozuçak ve İmparator donakaldılar. Üçü de koşarak morga girdiklerinde cesetlerin sarıldığı beyaz çarşafın yerde atılı olduğunu gördüler. Tahta sedyenin üzerinde üstünde “Evliya” yazılı bir alüminyum parça gördüler. Burada her delinin boynunda böyle bir levha bulunurdu.
Bu arada tımarhanede kulakları yırtarcasına tehlike sireni çalmaya başladı.
Delilerin hepsi tımarhanenin tam ortasında bulunan meydana gidiyordu. Sirenin sesini duyar duymaz bütün deliler toplandı. Meydana önce İmparator, Kozuçak, Lir, arkasından da Cengiz Han, Büyük İskender, sonra da peş peşe Freud, Mussolini, Hitler, Ezop, Epikür, Picasso, Kant, Tais Afinskaya, Sophia Loren, Kleopatra, Charlie Chaplin, Vincent van Gogh ve diğerleri gelmeye başladı. Bu adlar onların tımarhanedeki ikinci adlarıydı. Tımarhanenin başhekimi meydandakilere duyuru yaptı:
– Bugünden itibaren olağanüstü yönetim usulleri uygulanacaktır. Buna karşı çıkana da devamlı bir şekilde iğne yapılacaktır.
“Tımarhanedeki bütün kitapların yakılmasını emrettim!” diye başhekim öfkeyle bağırıyordu. “Duydunuz mu?”
“Duyduk, sayın başhekimim!” diye hep bir ağızdan deliler cevap verdi.
Burada kural böyle. Sadece böyle cevap veriliyor.
Dün tımarhanedeki kitaplar yakıldı. İmparator yakılan kitapların külünün içinden yanmamış birkaç sayfa buldu. Kutsal kitabın kapağı ve bir sayfasıydı buldukları. O sayfada “Tanrı’nın geleceği gün…” yazıyordu.
İmparator külün içinden bulduğu kitabı başka birisi görmesin diye koynuna sakladı.
Kitabı sakladıktan sonra kimseye belli etmeden küçük odasına gelirken o kitabın kapağından vücuduna geçen sıcaklığı hissetti. Külün içinden çıkarılan kitap hâlâ sıcaktı. İmparator, kitabı yatağının altına sakladı. Kitabı orada kimse bulamayacaktı. Yanmamış kâğıdı ise o gece okuyup bitirmeye karar verdi. Bu fikir onu heyecanlandırdı. İmparator Kutsal Kitabı kaldırıp alnına değdirdi ve bütün benliği ile öptü. Burnuna kül kokusu geldi, dudaklarını kitabın kapağına değdirdiği zaman ekşi bir kül tadı hissetti. Kitabı eski bir paçavra ile iki üç defa sardı ve yatağının altına sakladı.
Evliya’nın kaybolması İmparator’un derin düşüncelere dalmasına sebep oluyordu. O, şimdi Evliya’nın nasıl bir insan olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da kendisi gibi buraya deli teşhisi konulup getirilen bir biçare mi yoksa kerametli Evliya sadece boş gezen serserinin teki miydi? Bunun gibi endişelerin, iki derin düşüncenin ortasında kalakalmıştı. O anda İmparator’un aklına kötü bir fikir geldi. Bu acımasız dünyayı terk edip kimsenin bulamayacağı yerlere gidip kaybolmak istedi.
İmparator bu gece de uyuyamadı.
Uzun süre uyumadı.
Küçük odada sağa sola yürüdü ama kafasını esir alan düşüncelerden kurtulamıyordu. Aklında çelik gibi çakılmış bir şüphe vardı. Hiç yetmezmiş gibi Evliya’nın yel gibi kaybolması, bu dünyayı terk etmesi zaten yıpranmış canını kurt gibi yiyordu.
– Ey, lânetli gün! Dünyada insan sayısı 6 milyar… 6 yüz 6 milyon… 6 yüz bin… Altmışaltıya geldiği zaman kara şeytan uykusundan uyanacak ve ahir zaman başlayacak. İnsanlar ölü doğmaya başlayacak. Onların içindeki şeytani duyguları ayağa kalkacak ve bu dünyayı şeytanın eline vereceğiz! Uyan!
Sol kulağının içinde yankılandı.
Yankılanan söz kulak zarını yırtarcasına dokundu. İmparator bir türlü peşini bırakmayan bu kelimeden kurtulmanın çaresini bulmaya çalışıyordu. Bugüne kadar “Yaradan’ın kullarıyız, bedenimiz de nefesimiz de canımız da hepsi Tanrı’dan!” diyen İmparator, bugüne kadar var olan bütün düşüncelerine karşı çıktı ve kendi fikirlerinde kararlıydı. Bu eziyetli hayatı nasip eden de o Tanrı. Kaderine yazılmış çileli günler başlayalı, o kendini Tanrı’nın rahmetinden, sevgisinden, nurundan mahrum kalmış kullardan hissediyordu. Tanrı’nın sevgisinden mahrum kalan insan, hayatı boyunca zorluk çekerek yaşar, yalnızlığa mahkûm edilirmiş. İmparator, son zamanlardaki endişelerinden dolayı intihar etmeyi düşündü.
İmparator aslında tımarhaneye daha ilk geldiği gün intihar etmeye karar vermişti. Bu dar odanın neresine kendini asabileceğini düşünürken gözlerine camdaki demir ızgara çarpmıştı. Hayatı camdaki o demir ızgarada sona erecekmiş gibi gelirdi ona. Şu an yine camdaki o demir ızgaraya kemerini bağladı. Boynuna astı. Ondan sonrasını yapamıyordu, titriyordu. Çünkü ölümden korkuyordu. İmparator kendi kendine “Bu dünyayı böylece terk edecek miyim?” diye sordu. Kendi canını kendi elleri ile ölüme teslim eden, başka çıkış yok deyip onun eline kendini vereceğim, teslim olacağım diyen İmparator’un karışık dünyasında böyle bir zıtlık ortaya çıktı. Kendimi öldüreceğim derken hayatın tatlılığını hissetti. Burada, normal bir insanın dayanamayacağı kadar zor bir hayattan iyice bunalmıştı. Belki de bu yüzden Tanrı’nın nasip ettiği kaderle de çektiği zorluklarla da boşu boşuna karşılaşmadığını düşündü.
Ölümden bu kez vazgeçse bile kafasını yoran dünkü düşünceler yine canını sıkıyor. Zorlanıyordu. En son iğne aldığında dayanılmaz bir ağrı hissetmişti ve “Benden bu kadar, ölmeye hazırım.” diye kendi kendine söz de vermişti. Şimdi ise canının, hayatının, ömrünün tatlılığını hissediyordu. Ama yine de giderek intihar etmek istediğinden emin olmaya başlamıştı. Kemerini demir ızgaraya sıkı sıkıya bağladı, ayağının altına küçük taburesini koydu, “Göz açıp kapayıncaya kadar hemen öteki dünyaya gitmek en iyisi!” dedi sonunda. Başka çaresi de yokmuş gibi geliyordu ona.
Kemeri boynuna taktıktan sonra ilmeğini çamaşır sabunu ile iyice ovdu. Bir yerlerden okumuştu. Sabunlu ilmek canın bedenden ayrılmasında kolaylık sağlarmış.
Halkayı tutarken korkudan elleri titriyordu. Kemeri hafifçe çektiğinde nefesi kesilmeye başladı. Hemen yukarı çekilmemesi için halkayı elleriyle tutarak biraz bekledi. Sessizce Tanrı’ya yalvarıyor, tövbe ediyordu. Ben senin kulunum diye tekrarlayarak yalvarıyordu. Gözlerinden sıcacık yaşlar akıyordu. Günahlarını affetmesini diliyordu. Bunaldığı zamanlarda Tanrı’ya yaptığı isyankâr davranışlar için pişmanlık duyuyordu. O dakikadan sonra kendini yaratıcısının ellerine bıraktı. “Bugün için razıyım.” dedi ve ayaklarının altındaki tabureyi itiverdi. Kemer boğazını iyice sıkmıştı. Ama İmparator’un ağırlığını kaldıramayıp tam ortasından koptu.
İmparator küçük odanın ortasına düştü. Bir süre kıpırdamadan yattı. Yatağın altında o yanmamış kutsal kitabın kapağını, onun içindeki son kâğıdı gördü. Kutsal kitabı sımsıkı tuttu, iki üç defa öptü ve dayanamayıp ağladı. Sonra ölmemesinin sebebinin kopan kemer değil Yaradan’ın emri olduğunu düşündü. Kitabın bütün kâğıtları yanmış ama sadece bu kâğıt yanmamıştı. O kâğıdı okudu. “Tanrı’nın geleceği gün…”Ölmek için kemeri boynuna astığında ölmemesinin de nedeni bu muydu? O Kutsal Kitapta yanmamış bu sayfayı bulmuştu.
Dün gece ona Evliya emanetini söylemişti: “Tanrı’nın geleceği güne az kaldı. İnsanlar yaptıkları günahlardan temizlensin, yoksa kıyamet kopacak.” İmparator onun dediklerini hatırladı. Aklına bir fikir geldi, ne yapıp edip buradan kurtulabilir, Kutsal Toprakları yalın ayak yürüyerek olsa da bulup Tanrı’dan af dileyerek günahlarından arınabilirdi. Bu fikir ona bir umut verdi. Bu fikre tamamen kendini kaptırdı. Kendi kendine söz verdi. Yalnız kendisi için af dilemeyecekti, bu uzun yolculuğa Kozuçak, Büyük İskender, Cengiz Han, Lir ve tercüman olarak kendisini iyi tanıyan Tais Afinskaya ile birlikte tımarhaneden kaçacak ve Kutsal Topraklar’a varacaklardı.
Ertesi gün İmparator hepsiyle gizlice konuştu. Güneş doğmadan kaçacaklardı. Kozuçak tımarhanedeki Kleopatra adlı genç kızı da alalım diye tutturdu. Bu fikri İmparator zar zor kabul etti. Sonra, Tais Afinskaya’ya arkadaşlık edeceği düşüncesiyle Kozuçak’ın teklifini istemeden de olsa kabul etti.
Güneş doğmadan yedi kişi tımarhaneden kaçtı. Beş erkek… İki kadın…

YEDİ KİŞİ
Sabahın ilk ışıkları çölün tam ortasında ölü gibi uyuyanları tek tek uyandırıyordu. İlk önce uykusu hafif olan Cengiz Han uyandı. Uyandı ve tatlı uykudan sonra zar zor açılan gözleri bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çok şaşırmıştı, apar topar yerinden kalktı. Karşısında kurumuş ağaç gibi bir ihtiyar duruyordu. Başındaki beyaz örtüyü hafif bir sabah rüzgârı sallıyor, sakalı göbeğine kadar uzanıyor, yüzüne iyice batmış, çekik gözleri sürekli kapanıp açılıyor, bu yaşlı adamın uzun gölgesi Cengiz Han’ın yanına düşüyordu.
Sabah uykusundan bir ürpertiyle uyanan Cengiz Han gözlerini açar açmaz bu adamın gölgesini görmüştü. İlk panikle gizemli ihtiyarın tek ayağının üstünde durduğunu fark etmedi. Ancak uykusundan tam olarak uyandığında hayretle bunu fark etti, gerçekten de bu ihtiyar bir ayağının üstünde karşısında duruyordu, ikinci ayağı ise bükülüydü. Cengiz Han bu adam doğuştan mı böyle diye şaşırdı. İnanılmaz sıcak olan çölde ağaç gibi kupkuru kalmış zayıf bir insanın karşısında öylece dikiliyor olması onu korkutmuştu. Ellerindeki damarları şişmiş, net görünüyordu, kuma gömülmüş tek ayağı kumun sıcaklığına çoktan alışmış gibiydi. Gece boyu yürüdükleri için çok yorulmuş halde burada uyuyakalmışlardı. Onun için bu adamın varlığına dikkat edememiş, her tarafa dağılarak uyumuşlardı. Diğer altısından ihtiyara daha yakın bir yerde geceleyen Cengiz Han bile bu adamı fark etmemişti. Eğer birisi görecek olsaydı bunu ilk Cengiz Han görmeliydi. Çünkü gizemli ihtiyar ona çok yakın bir yerdeydi. Tek ayağının üzerinde çivi gibi dimdik duran bu adamın varlığından bile şüphe duymayan Cengiz Han korku içinde uyanmıştı. Gizemli adama ürkmüş gözlerle bakıyordu. Onu görür görmez hemen solunda yanı başında yatan İmparator’u eliyle dürterek uyandırdı. İmparator da koskoca çölün ortasında aniden beliren adamı görünce şaşırıverdi. Bin yıllık kurumuş ağaca benzeyen adam herkesi hem şaşırtmış hem de tedirgin etmişti.
İmparator ve Cengiz Han şaşkınlık ve tedirginlikle ihtiyara doğru yaklaştılar. Diğerleri seslerini çıkarmadan yerlerinde kaldılar. İmparator kurumuş ağaca benzeyen adamın yanına geldi. Önce bir şey diyecek mi diye gözlerine baktı. Ondan bir ses bekliyor gibiydi. Cengiz Han da gözlerini alamadan ona bakıyordu. Yanlarına Büyük İskender de geldi, morali bozuldu. Her tarafı çöl olan yerde değil insan, hayvan için bile çok tehlikeli olan bir yerde yerinden hiç kıpırdamayan ihtiyarın karşılarına çıkması yedi yolcuyu tuhaf tuhaf düşünmeye mecbur etti. Bugün onlar bu uçsuz bucaksız çölde ilk kez insanla karşılaşıyorlardı. Bu adamla karşılaşmaları onlara sonsuz gelen bu çölden kurtulmak için bir umut verdi. Çünkü bu tek ayağıyla yere çakılmış gibi duran ihtiyar buralarda, yakın bir yerdeki köyden gelmiş olabilir diye düşündüler. Yedi yolcu da bu adamla ilgili yedi farklı düşünce içine daldı.
– İyi yolculuklar yolcu, diyerek İmparator sessizliği böldü.
– Yolculuk nereye?
İhtiyar, İmparator’a cevap vermedi.
Herkes daha da şaşırmış ihtiyara bakıyordu.
– Hey, bu adam dilsiz galiba, diyerek Tais Afinskaya ona yaklaştı. Kozuçak bir taraftan ihtiyarın yüzüne bakıyor diğer taraftan da mırıldanıyordu: “Belki de sağırdır!”
– İnsan kılığına girmiş şeytan olmasın bu? Lir sesi titreyerek konuyu değiştirdi.
– “Ama niye bir ayağının üstünde duruyor? Belki, yoga yapan birisidir.” diye Kleopatra, ihtiyara gülümseyerek baktı. “Onlar da meditasyon yaparken bir ayağının üstünde dururlar.”
– Çölde… Yapayalnız… Hangi aptal yoga yapacak ki, dedi Büyük İskender.
– Bu, çölün sahibi değil mi, diye sordu Büyük İskender.
– Kahrolası, hangi dilde konuşuyor acaba? Tais Afinskaya ihtiyara gözlerini dikti. “Gözleri canlı. Bu bizim dilde değil başka bir dilde konuşan birisi galiba. İngilizce biliyor musun? Arapça konuşabiliyor musun?” diye ihtiyara sorular sordu Tais Afinskaya. İhtiyar seslenmedi.
– Ya, bu Hz. Musa’yı takip eden Yahudilerden biri olmasın sakın? Hi hi hi…
– Tais Afinskaya iğrenç bir şekilde yersizce güldü.
İhtiyar kıpırdamadan, gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Onun ölmediği gözlerinden belliydi.
– Bu lânet olası, tımarhaneden bizden önce kaçmış olmasın? Yüzü yabancı değil, dedi Lir. “Elinde bir yazı var!”
İhtiyarın elinde gerçekten de küçücük bir deri parçası ve üzerinde esrarengiz bir yazı vardı.
– Bu kime benziyor? Tais Afinskaya diğerlerine soru soran gözlerle baktı. Hintliye mi, Yunanlıya mı, Moğola mı, Kırgıza mı?
– Bedeviye, dedi Cengiz Han.
– Yahudiye, dedi Lir.
– Yunanlıya, dedi Büyük İskender.
– Zenci diyemezsin, siyah değil. Fransız diyemezsin, beyaz değil. Çekik gözlü ama Japona da benzemiyor, bu kim, diye şaşırdı Kozuçak?
– İnsana… İnsana benzemiyor mu, dedi Kleopatra.
– Kimse ona maymun ya da timsah demiyor, dedi Cengiz Han. Ama bu lânet olası hangi dilde konuşuyor? Hiç olmazsa Kutsal Topraklara nasıl gideceğimizi söyleseydi.
İmparator ihtiyarın yanına geldi ve güneşten iyice kararmış yüzüne, küçücük ama canlı gözüne baktı. İhtiyarın üstündeki beyaz ipekten yapılmış gömleği dokunlduğu an yırtılacak gibi güneşte iyice sararmıştı. İmparator tek ayağı üzerinde duran ihtiyarın küçük deri parçasına yazılmış sözlerini okumaya başladı.
– Ben… İsmim Devani Burhu[1 - Sufi dervişi. (Yazar)], diye İmparator zar zor sepilenmiş derideki yazıyı soldan sağa okumaya başladı.
– Devani Burhu… Büyük İskender şaşırmış halde tekrarladı. “Dilenci mi? Kutsal derviş mi? Kalender mi?”
– Ben Yaradana isyan ediyorum. Kırk senedir bu ıssız çölde tek ayağımın üzerinde duruyorum.
İmparator sepilenmiş derideki yazıyı yüksek sesle okuyordu. “Tanrı bizi sevgisinden, nezaketinden, hürmetinden yaratmış. Biz Tanrı’nın kullarıyız. Ey Tanrım, insanları kendi sevginden yarattıysan niye insanlar için cehennemi yarattın? Ben insanların cehenneme atılmasına karşıyım. İnsan Tanrı’nın sadece kulu değil, sevgisi de. Öyleyse sadece cennetin bahçesinde yaşamaya, oradan zevk almaya layık. Nâdânları affet diye Tanrı’ya yalvarmıştım. Nâdânlar ise kendileri beni linç linç etti ve türlü türlü eziyetler çektirdiler. Beni bu çöle getirdiler ve bir başıma bıraktılar. Ben onları bana reva gördükleri acılar için suçlamıyorum, suç onlarda değil. Tanrı insanları yarattı ama neden kötü huylarıyla, ikiyüzlülüğüyle yarattı? İnsanlar suçlu değil, günahlarıyla yaratan Tanrı suçlu. Ben yolunuzu kestim çünkü gittiğiniz bu yolun sonu hayır değil. Cehennem. Cehenneme giden yolu kestim.” diye son kelimeyi okuduktan sonra İmparator şaşkın halde donakaldı.
İhtiyar çekik gözleriyle sinirlendiğini belli etti ama yerinden kıpırdamadı bile.
– Tanrı’ya isyan ediyorum diyor, dedi gözlerini büyüterek Cengiz Han. “Tanrı’nın sevdiğine Tanrı’nın kahrına kalan kaşınır.”
– Cehenneme giden yolu kestim diyor, dedi Büyük İskender. “Bak sen! Kim bu?”
– Nâdânları affet diye Tanrı’ya dua ettim. Ama onlar beni linç ettiler, dediğini söyledi Kozuçak. “Öyle yapmayıp da ne yapsınlar? Tanrı’nın dostu muydun sen? Tanrı’yı ancak bir dinsiz eleştirir ya da aklını kaçıran bunun gibi zavallı bir ihtiyar.”
– Zavallı… Yüzünden kaderinin çileli olduğu, gözlerinden çektiği acı belli zaten! Leş kargaları gibi niye ona saldırıyorsunuz, dedi bu duruma sinirlenen Kleopatra. Bu ihtiyara içten içe acımaya başlamıştı:
– Saldırdıkça saldırıyorsunuz!
Üstten bakıyor, küçümsüyorsunuz…
Gözlerini bile doğru düzgün açamıyor, görmüyor musunuz?
Baksanıza…
“Peygamberden aşağı görmezler kendilerini, diyor zavallı Rumi…” dedi Tais Afinskaya ve ekledi “Rumi’nin kim olduğunu biliyor musun?” Her zamanki gibi alay ediyordu.
– Ruble mi dedin, diye sordu Cengiz Han anlamsız gözlerle.
– Bu Rubleden başka bir şey bilmiyor zaten, dedi kibirli İskender.
– Yani… Yani… Rublenin burada ne işi var ki? Tais Afinskaya kaşlarını çattı.
– Bu, Tanrı’ya isyan ettim diyor! Tanrı’ya kim isyan edebilir? Cin, şeytan! Bu cin, şeytan değil mi? Bir de baksanıza sol ayağının üstünde duruyor? Sadece şeytanlar sol eliyle yemek yeyip sol ayağının üstünde dururlar.
– Belki taşlarız? O zaman… Kozuçak çocuk gibi heveslendi: “Ya şeytansa…”
– Bırak! İmparator ihtiyara taş atmak için sabırsazlanan Kozuçak’a bağırdı: “Saçma sapan konuşma!”
Gerçekten de ihtiyar sol ayağının üstünde duruyordu. Bu onları daha da korkuttu.
– Cehenneme giden yolu kesiyorum mu diyor? “Biz cehenneme mi gidiyoruz, İmparator?” dedi ellerini kalçalarına dayayarak Tais Afinskaya iğrenç ve yüksek bir sesle. Aynı papağanın kanatlarıyla yürüyen karga gibi konuşmaya başladı: “Nerede? Nerede, güzel kokan orkideler, selviler, palmiyeler, Suriye gülleri, incir, üzüm, şeftali, badem çiçekleri? Mavi sahiller, değerli taşlar, iyiler için yapılan cennet bahçesi? Her tarafımız çöl, başka bir şey de yok! Nereye gidersen git kum! Kum! Cehennem diyor. Cehenneme gitmek istemiyorum ben!”
– Ben de istemiyorum! diye Lir de delirmiş gibi bağırdı. “Ben cehennemden korkarım.”
– Aaa! Kleopatra korkudan bağırdı. Lir’in ayaklarının altında kuyruğuna basılmış, başını kaldırıp ısırmaya hazırlanan yılanı gördü. Korktu. Hiçbir şeyi fark etmeden ihtiyara bakan altısı, artık Lir’in yılana basmış ayaklarına bakıyordu. “Bakın, yılan! Kaldır ayaklarını! Sokacak!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Kleopatra.
Lir sağ ayağını kaldırdığı zaman yavaşça dalgalanarak taş gibi duran ihtiyarın çıplak sol ayağına sarılmaya başladı yılan. Herkesi titreme sardı. Ağızlarında bir şey varmış gibi bu sefer sesleri çıkmadı, sadece yılanın yaptıklarını seyretmekten başka bir şey yapamadılar. Yılan küçücük başını kaldırıp tıslayarak ihtiyarın kuma çakılmış gibi duran sol ayağından yukarı tırmanıyordu. İhtiyarın dizlerinden geçti, kocaman uyluklarına yapıştı. İhtiyarın kurumuş ağaca benzeyen vücudunda istediği gibi hareket ederek yukarı çıkıyordu. Sanki bu yılanı kırk senedir görüyor ve her gün aynı şeyi yapıyormuşçasına ihtiyarda hiçbir değişiklik olmadı. Tam tersine ihtiyar çakılmış kazık gibi dimdik duruyordu. Yılan ihtiyarın tenine yapışmış, kuyruğuyla hareket ederek ihtiyarın buruşuk boynuna kadar geldi ve iki defa dolandı. Kafasını kaldırıp ihtiyarın çekik gözlerine dikti gözlerini. Ortalıkta ölüm sessizliği vardı. Dili ile oynayan yılan şimdi dilini dişlerinin arkasına sakladı. İhtiyarla uzun zaman derin derin bakıştılar. Bu manzaradan sonra İmparator’un bütün vücudunu sıcaklık sardı, alnından ter aktı, vücudunda bir şeyler yürüyormuş gibiydi. İmparator yılandan ayrıca korkardı ama korktuğunu belli etmiyordu. İhtiyarın tenindeki yılan İmparator’un peşini bırakmadan takip eden yılan değildi. Bu yılan farklıydı, uzundu, daha da korkunç daha da gizemliydi. İhtiyarla yılan göz göze bakışarak sessiz, kelimesiz konuşuyor gibi geldi onlara. İhtiyar yılanı yılan da ihtiyarı anlıyordu sanki. İkisinin arasındaki sessizlik uzun sürdü. Lir’in yılanın kuyruğuna bastığı ayakları elektrik çarpmışçasına hâlâ titriyordu. O, ihtiyarın gözlerine gözünü dikip bakan zavallı adamın haline değil de kendi titremesinden korkuyordu. Ne zaman yılan ihtiyarın yüzünü ısıracak diye dehşetle olan biteni izliyorlardı. İhtiyar kuru ağzını anlamsızca kıpırdatarak yılana bir şeyler söylüyor gibiydi. Yılan hazırlandı, hemen şimdi ihtiyarı ısıracak gibi vücudunu kastı ve kafasını kartalın kafasına benzeterek yavaşça bir sağa bir sola hareket ettirerek sıkıca sardığı bedeni yavaş yavaş bıraktı, nasıl yukarı çıktıysa aynı öyle aşağıya, ihtiyarın vücudundan kayarak inmeye başladı. Bunu görünce herkes rahatladı. Yılan, ihtiyarın ayaklarından vücudunu kuma bıraktı ve hızlıca, kumun üzerinde arkasından iz bırakarak ilerlemeye başladı. Yılanın güneşe yansıyan yağlı teni göz kamaştıracak kadar güzel görünüyordu. Yılanın yerlerinde dikilmiş kalmış yedisinin hangisinin yanından geçeceğini merak ediyorlardı. Yılan, Lir’in olduğu tarafa doğru geliyordu, onun zaten titreyen vücudu sıkıştı, daha da farklı titremeye başladı. Ama bunu yılana belli etmemeye çalıştı, yılan fark ederse ok gibi hızla gelip göz açıp kapayıncaya kadar Lir’i sokabilirdi. Ama bunu yapmadı, Lir’in iki ayağının arasından geçti, bir dakika durdu. Sonra yavaşça kumun üstünde dalgalanarak ilerlemeye başladı. Lir ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetmişti. Korkusundan altına işedi. Yarı ölü yarı canlı, gözleri iyice çökmüş, yüzü sakalla kaplı ihtiyarın şimdiki hâlini görünce, Lir hariç herkes sanki kendi koyunlarındaki yılanı çıkartıp atmışçasına rahatladı. İmparator yaklaşınca ihtiyar ona gözleriyle elindeki yazılı deri parçasının diğer tarafına bakmasını işaret etti. İhtiyarın sol eline taktığı deri parçasının diğer tarafında da yazıların olduğunu fark edince hemen çevirerek okumaya başladı. Bu tarafındaki yazı çok kısa olduğu için sessizce bir nefeste okuyuverdi. Bunu hemen fark eden Büyük İskender yüksek sesle oku dercesine kafasını salladı. İmparator yine yüksek sesle okumaya başladı, “Cehennemin bekçisi. Cehennemin kapısı yılan yuvasından başlıyor.”
– Yılan cehennemin bekçisi? Hemen bunları Cengiz Han da tekrarladı. “Cennete değil, cehenneme mi gidiyoruz?”
Bunları duyuyor gibi ihtiyar yavaşça kafasını salladı.
– Bakın! Cennetin kapısı sizin için açık. Hoş geldiniz, sayın deliler! Günahlarınızdan beyin kemiklerinize, her hücrenize, her damarınıza kadar temizlendiniz! Hepiniz günahlarınızdan temizlenip “tertemiz insan” oldunuz. Tebrik ederim! Sizlere bu günden itibaren kimse iğne yapamaz, sulfazin veremez! Rahat rahat, cennetin güzelliklerine doya doya yaşayın.
Tais Afinskaya burnu havada:
Kaç, Küçümse, Aşkı harap ederek.
Tövbe kılmaya da vakit gelecek!
Bir şiir okudu ve kibirle:“Bu kimin şiiri diye sormayacağım, size!” dedi “Sizin gibi geri zekâlılar bu şiiri kimin yazdığını bile bilmezler. Bu Goethe! Goethe bu şiirini bizim gibi zavallılar için yazmış! Cehenneme yaklaşıyoruz, beyler! Af dilemeye hazırlanın!”
– Hangi cehennemi konuşuyorsun? Gözleri lamba gibi yanan Kleopatra yüzü bembeyaz olmuş, korkusundan düşünceleri ikiye ayrılmıştı. Onun düğme gibi yanan yuvarlak gözleri soru sorar gibi baktı:
– İmparator bu gerçek mi?
– Gerçek! Gerçek! Lir avazı çıktığı kadar bağırıyor gözlerinden ateşler saçarak yakası açılmadık küfürler ediyordu. İmparator, Kutsal Topraklara götüreceğim deyip kırk gündür azap çektiriyorsun bize! Çölün sonu belli değil! Nerede, hiç olmazsa yeşil bir şey bile yok! Yiyecektin, yedin bizi, yutacaktın, yuttun bizi! Ananı senin! Şu zavallı derviş: “Cehennem yılandan başlıyor, diyor. Önümüzde yılan, arkamızda yılan… Yılan yuvasında kaldık. Bunu anlamayacak kadar aptal değiliz ya! Al, alın!” Lir pantolonundaki kemeri çıkarıp etrafındakilere sunmaya başladı. “Beni tam burada hemen boğuverin! Cehenneme de razıyım! Boğun beni!” diye kemeri Cengiz Han’a, Büyük İskender’e, Kozuçak’a verdi. “Boğun beni! Azap çektirmeyin bana! Al, İmparator, al, senin elinden ölürsem pişman olmayacağım, al kemeri! Boğuver beni.” Lir İmparator’un önünde dizleri üzerine çöktü.
İmparator, Lir’in verdiği kemeri aldı ve eliyle Lir’i yere doğru güçlü bir şekilde itiverdi:
– Al şunu, it oğlu it!
İmparator kemerle iki üç kere Lir’in omuzuna vurdu. “Siz insan mısınız? Değilsiniz! Cennete ulaşmayacağınızı bile bile belki bir gün insan olduklarını anlayacaklar diye şu Kutsal Topraklara almıştım sizi. Ancak insan olduğunu anladığın zaman sana cennetin kapısı açılacak! Cehennemi size Tanrı göndermedi, cehennemi kendiniz, kendiniz için yarattınız! Çünkü siz, hepiniz evvela insan olduğunuzu unuttunuz! İnsanoğlunun aptallığı bu! Cehennem dediğin şey ceza, insanlığı unuttuğun için ceza, geri zekâlı! Bunu unutmadıysan senin için cehennemin kapısı kapalıdır, eğer unuttuysan, işte o zaman o senin için açıktır. Onu sana cehennemin bekçisi yılan açacak! Gir insanoğlu! Rahat rahat gir!”
İmparator elindeki kemerle Lir’in kocaman omuzlarına vururken nefesi kesildi, zor nefes almaya başladı, elleri yoruldu. Buradaki herkese olan hırsını Lir’den almıştı. İmparator kızdı, kanı kaynıyordu çünkü bunların yol boyunca ne zaman Kutsal Topraklara, ne zaman cennete kavuşacağız gibi tekrarlanan sorularından bıkmıştı.
Lir yüz üstü kumda sessiz sedasız yatıyordu.
Kızgınlığı kurumuş bir ağaç yaprağı gibi düşmüştü. Yeri koklayarak bir süre yattı. Bir zamanlar: “Cehennem de Yaratıcının cezası da umurumda değil! Bunların hepsi yalan, cehennem varsa, cezası varsa bunu Yaratıcı bana göstermez miydi? Ben kendi kendimin sahibiyim, kendi kendimin Tanrısıyım!” diye ağzını doldurarak söylediği sözleri şimdi hatırlıyordu. Onu, “İt oğlu it” diye azarlayan İmparator’un sözlerinde gerçeklik payı vardı. İnsan gibi doğmuş, hayvan gibi yaşamıştı, bu adam için dünyada kutsal hiçbir şey yok gibi gelirdi.
Güneş büyük çölün diğer ucunda batmaya başlamıştı.
Bu yedisi ise uzun bir yola katlanarak Kutsal Topraklara doğru yine yola devam ettiler. Cehennemi yaratan Tanrı’ya isyan ederek kırk senedir bir ayağının üstünde duran derviş Devani Buhruta uzaklarda kaldı. Onlar oradan uzaklaştılarsa bile, dervişin olduğu tarafa devamlı bakarak yola devam ettiler.
“Cehennemden, Yaratıcı’nın cezasından korkmuyorum!” diye bir zamanlar ağzını doldurarak konuşan Lir, şimdi ikisinden de, cehennemden de cezadan da korkuyordu.

LİR
Gencecik kızın göğüslerine ihtiyarın buruşuk elleri yapıştı.
Kız ihtiyarı istemese de bu karanlık, sadece ikisini bu dünyada küçücük bir dört duvar arasına kapatmış gibiydi. İhtiyarın eli kızın elbisesini aşağıya çektiği zaman bulutların arasından aydınlık veren ayı, güneşin doğuşunu andıran göğüsleri göründü. İhtiyarın sevinçli, kurumuş perçeme benzeyen sakalları genç kızın göğsüne diken gibi battı, bu iğrençti. Çölde susuz kalıp ağzı kuruyan, vücudu suya mecbur olan ihtiyar bir damla su olsa ölmeye bile razıyım diye, genç kızın tenine ulaşıp ölsem bile kahrolmuş hayatım helal diyerek, kızın sevgisi için son demlerinde olan hayatını teslim etmeye razıydı. Kız uzun, bembeyaz boynunu kaldırıp ihtiyardan şehvetli bir şeyler bekledi. İhtiyarın buruşuk elleri kızın göğsünden bir şey arıyormuş gibi yavaşça okşuyordu. Bir zamanlar birçok kadının sıcağını hisseden ihtiyar kanıyla gelen erkek hazzına, pis duygulara kendini kaptırıyordu. Karanlıkta hafif elbise ihtiyarın ellerinin hareketiyle yukarı çıkıyor, elbise kızın vücudundan sıyrıldıkça beyaz teni görünür oluyor, insanı şehvetle azdıran güzel kadın kokusu geliyordu. Aralarındaki yaş farkına aldırmayan iki insan birazdan başlarını günah yatağına sokacaklardı. Genç kız, bir an önce sabah olsa da gitsem diyordu. İhtiyar da tüm ömrü birleşse ve bu gece hiç bitmese diyordu içinden. Kız üryan bir durumda yatıyordu, uzun zamandan beri bu kadar güzel bir kadın teni görmeyen ihtiyar karşı cinsteki birisinin koynunda ilk kez küçük bir çocuk gibi titriyordu. Ufacık bir kıvılcımda vücudu ateşin içinde kül olacakmış gibi geliyordu ona. İhtiyarın kuru ağzı genç kızın dudaklarına değiyor. Genç kız ise ondan hiç utanmıyordu. Bu belalı hayat ona utanmamayı çoktan öğretmişti, kız da isteyerek ihtiyarı kucakladı. İhtiyar kendini tutamıyor, iki ayağı hayata yeni gelmiş buzağının ayakları gibi titriyordu. O şimdi yanındaki genç kızın gerçekten de ona ait olduğuna inanamıyordu. Vücudu titriyor, hayatın bu ilginç olayını kafasında saç çıktığından beri ilk kez görüyormuş gibiydi. İlk kez hissediyormuş gibi… Genç kız sıkılarak öfledi, ancak bu öfleme hoşuna gittiğinden değil, istek de değil sadece pişmanlık öflemesiydi. Çıplak kız yavaş yavaş ter kokan elbisesini çıkarttı, ihtiyarı kendisi soydu. İhtiyarın vücudunun her yerinden ter aktı. Bunu kendisi de hissetti, zorlandı. Kız nasıl yardım etmesin hiçbir şey olmuyordu, onun elinde onun güzel hayatının pişmanlığı vardı. “Azap çekiyorum!” dedi ihtiyar. Yaşlılığın azabı bu!” Kız saçlarını yolarak ağladı, çünkü haz pişmanlığa döndü. Başının altındaki yastığı attı, üstündeki yorganı attı. Şehveti attı. İhtiyar da atmak istedi. Ama ölü gibi vücudu dirilemedi. Güzel tende ölümü gördü, bu azabın, dünyadaki azapların azabı olduğunu, ona hiçbir azabın denk gelemeyeceğini anladı, içinden ağladı ihtiyar.
İki insanı insanlık hazzı ağlattı. Azap ağlattı.
Bu ihtiyara tımarhanedekiler Lir diyorlardı.
Kendisi eskiden oyuncuydu, hayatta da sahnede de mükemmel olamadı. O kadere önem vermeden, hayatın güzel bahçesinden, cennetin tahtından ayrılmak istemedi. Oyuncu olalı normal bir rol bile almadı, tiyatroya bile doğru düzgün gitmiyordu ama o kadınların dilini gerçekten iyi biliyordu, karşı cinsin ne düşündüğünü biliyordu, kadın için yediği ekmeği bırakırdı, bu dünyadaki asıl önemli şeyler onun için önemini kaybediyordu. Pis yaşamda, pis hayat geçirdi. Bir sürü kadınla evlendi, bir sürüsüyle ayrıldı, kaç kere yatak yeniledi, kaç kere kadınlardan kadın beğenmeyip kelebek gibi uçtu, kondu. Bir gün o, “Kutsal Kitap’ın bir sayfasından kıyamet gününü anlatan sayfayı okuduğunda, küçümseyerek sayfayı yırttı: “İşte ben gerçekten kötü insanım, hayata tükürüp onunla dalga geçmek benim işim. İsraf ve sevabın ne olduğu umurumda bile değil, nerede Yaratıcı, gerçekse beni kahretmeliydi, bir sürü kadını ağlattım, onların lezzetini tattım, onları bir eldiven gibi değiştirdim, attım. “Nerede, benim cezam, nerede, bana o Yaratıcı’nın gönderdiği ceza, yok, yok! O sadece laf, sadece bir laf!” diye ağızından duman çıkmıştı. Gerçekten de onu hiçbir şeyin kahrı durduramadı. O hayatında bir defa Padişah Lir’i oynamıştı. Göze batan tek canlandırdığı karakter buydu. Şimdi o monoloğu hatırladı, rüzgârı anlatan bir monologdu bu:
Sok rüzgâr sok, hiç acıma!
Girdap da ol, fırtına da
Hiç acıma, sok da sok!
Soğuklaş, yüzü dondur,
Yağmuru duşa dönüştür,
Dünyayı alt üst et!
Kilise ile kaleler
Suyun altında kal!
Ağaçları parçalayan
Şimşek düş,
Sakallarımı yak,
Eski kafamı da!
Gök gürültüsü, gökyüzünden geç,
Bütün dünyaya rahat verme.
Nankörleri yok et,
İzini sil, külünü uçur!
Coşkulu kar fırtınası ol!
Şimşek, sen de yakıp bitir,
Bütün dünyada sel olarak
Yeryüzünü tanınmaz hale getir!
Lir’in monoloğunu içten, bütün hücrelerinde hissederek, sanki Lir’in köpek hayatını yaşıyormuş gibi sanki ona deli Lir beddua etmiş gibi söylerdi. Ama ondan ne Lir gibi bir kral ne de başarılı bir aktör çıktı. Ama onun “aşk hayatı” tiyatronun her köşesinde konuşulurdu. Eğer bir kadın güzelse peşini asla bırakmazdı.Bir kadına kafayı taktı mı kimsenin onunla yarışamayacağı olağan üstü bir yeteneği vardı, dilinde bal, gözlerinde ok vardı. Evet, o bir keresinde tiyatrodaki bir aktrise âşık oldu. Aktristi kendine âşık etmeyi de başardı ve onun kafasını karıştırıp daha hayatta olan kocasını kaç defa aldatmasına neden olmuştu. Böylece Tanrı’yı tanımayan bir geri zekâlının yüzünden aktrisin hayatı altüst oldu, kocasından ayrıldı. Sonra aktris sokağa düştü. Lir’in gençlik yıllarından beri bir hastalığı vardı. Onun çenesi bir düşerse bitti, kimsenin ona gücü yetmezdi. Önündeki hiçbir şeyi görmez, utanma hissini kaybeder, delilik bayrağını kaldırarak sokağa çıkardı. Lir gençliğinde uzun boylu, yakışıklı, sevimli birisiydi. Ayrıca güzel konuşurdu, çok güzel şaka yapardı, yalan ile doğruyu harmanlayarak konuşurdu, dinleyeni kendine çekebilme yeteneği vardı. Şimdi ise yaşlıydı, gençliğini özlüyordu. Gencecik bir kızla birlikte olmak istedi. Bu yaşlı tilkiyi kim isterdi ki. Kim onun gösterdiği yolda yürüyüp söylediğini yapardı. Bu sefer elindeki her şeyi toplayarak son defa birisi ile birlikte olmak istedi… Kendi hâline bakmadan genç kızı, gencecik kızı bir geceliğine satın almıştı. Kıza ne? Parasını öderse o yeter. Yaşlı mı, genç mi, beyaz mı, zenci mi, aydın mı, hırsız mı umurunda bile değil, sadece gecelik ücretini ödemesi yeterliydi. Para, utanmayı bilmez.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sultan-raev/timarhane-69499930/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sufi dervişi. (Yazar)
Tımarhane Sultan Raev

Sultan Raev

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tımarhane, электронная книга автора Sultan Raev на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв