Güneşi Tutan Çocuk
Sultan Raev
Sultan Raev
Güneşi Tutan Çocuk
1
Dünyayı kasıp kavuran sıcak havalar soğumaya başlamıştı. Güneş iki haftadır doğru dürüst yüzünü göstermiyor, eskisi kadar yeryüzünü ısıtamıyordu. Yaz yerini sonbahara bırakmaktaydı. Bu mevsimde havalar genelde böyle olurdu. Gökyüzünü kapkara bulutlar kaplar, şimşekler çakar ve sürekli yağmur yağardı. Uzun süredir suya hasret kalan dağlar, susuzluktan sararmış tarlalar can bulur, ardından şımarık rüzgârlar esmeye başlardı. Rüzgârdan başka ne beklenebilirdi ki! Durup dururken öfkelenir, etrafı tozu dumana katardı. Şimdi de öfkesine hâkim olamıyordu. Gittikçe daha şiddetli esmeye başladı. Sahibinden kaçıp kurtulan bir köpek gibi uluyordu…
Tuhaf bir karaktere sahip bu rüzgâr, öylece duran toprağı uyandırmıştı. Kurumuş ot ve kamışlar kökünden kopmuş döne döne uçuşuyordu. Kıvrak bir dansöz misali oluşturduğu girdaplar güzelliğini kaybetmekte olan bu bölgeyi kedere boğdu…
Bu vaziyet sanki hiç bitmeyecekti…
Etraftaki belli belirsiz tümsekler buraların eskiden bir mezarlık olduğunu haber verdi. Aynı rüzgâr toprakla bir olmuş, çökmeye yüz tutmuş eski mezarların üstünde de esiyordu. Bu mezarlar yıllarca yağmurdan yıpranmış, buralara yolu düşen yılkıların patırtısından çökmüş ve çoktandır geleni gideni kalmamıştı.
Önceleri buralarda bir köy vardı. Köy ile mezarlığın arası bir adımlık mesafeydi. Üç yüz haneli köyün sakinleri su baskınlarından korunmak için başka bir yere göçtükten sonra mezarlar yalnız ve bakımsız kaldı. Biraz öteye baraj yapılması planlanıyordu. Bu nedenle artık oralara yerleşmiş, kök salmış köylüleri öz yurtlarından yakınlardaki kurak araziye taşımışlardı.
Sonra sonra köy tamamen suyun altında kaldı. Evler, ağaçlar… Suyun altında boylu boyunca uzanıyordu. Bu sene tamı tamına on yıl olacaktı. Kokularının sindiği yurtlarını uzaktan izlemek köylüler için kolay mıydı? İnsanlar için bu büyük bir kederdi. Yaraya tuz basmışçasına insanın canını acıtan bu hüzünlü olaydan sonra insanların aklına neler geliyordu neler? Bir avuç yerdi. Fakat dünyada onun kadar kutsal bir mekân yoktu. Köylülerin kalbinin ta derinliklerine yerleşmiş ve onların kanına karışmıştı. Aksakallı ihtiyarlardan çocuklara kadar hepsi üzüldüler. İçleri kan ağlayarak köylerini terk ettiler. Böylesi zor günlerin geleceği hiç kimsenin aklına gelmemişti. İnsanın canını acıtan bu dert onları bunalttı… Bomboş yatan koskoca bozkırın bir köşesinde baraj yapmak için başka yer yok muydu sanki? Köyün ihtiyarları bir kere olsun arkasına dönüp geride bıraktıkları yurtlarına bakmaya derman bulamadı. Ak düşmüş sakallarını gözyaşlarıyla ıslatıp söyleyecek söz bulamadan çekip gittiler. Hiç kimse kaderine karşı koyamadı. Bu mesele yüzünden insanların kalpleri tıpkı bir yanar dağ misali için için yanıyordu. Hiç kimse için öz vatanından daha güzel bir yer olamaz. Bütün bunlar insanların küçücük kalplerine nasıl sığar? Onlar bu kadar derdi nasıl taşıyabilirler? Nasıl?
Su altında kalan köylerini hüzünle yâd ettiklerini yaşlıların feryatlarından anlamak hiç de zor değildi. Eski mezarlık biraz yukarıda kaldığı için su oraya kadar ulaşamadı. Bu yüzden orası var olmaya devam etti. Suyun altında kalan köy unutuldu. Köyün mezarlığı gözlerden uzakta kalınca unutulup gitti. Bırakın insanı kuşlar bile oralara uğramaz oldu. Yas tutmak için ölülerinin ziyaretine gelen kimsecikler yoktu. Çünkü seneler önce bu dünyadan göçüp gidenlerin istirahatgâhı olan, mahşer gününü beklediği bu mezarlık belleklerden silinip gitmişti. Atalarının kemiklerinin kaldığı bu topraklar kimisi için kutsaldı, kimisi için değildi…
Geçenlerde kolhozun[1 - Kolhoz: Sovyet ekonomik sisteminde devlet çiftliklerine verilen isim. Kolhozlar kooperatif çiftliklerine benzer bir yapıdadır. Çev.] büyükleri gelmişlerdi. Eski mezarlığı dümdüz yaparak oraları ekip biçmek niyetindeydiler. Eğer bu konu köylülerin kulağına gitmeseydi… Başları kıbleye doğru uzanmış ebedî uykudaki ölüleri huzursuz ederek onların yattığı yerlere mısır ekilecek, kolhoz bundan büyük kâr elde edecekti. Kutsal sayıldığı için buralar plana dâhil edilmemişti. Saçma bir fikirdi bu. Mezarlığın doğu tarafını pullukla sürmeyi denediler. Köylülerin bu haberi duyması iyi oldu. Yoksa çok eskiden bile ölenlerin ruhları rahatsız edilecekti…
Kurak topraklara taşınan köylüler eski mezarlıktan uzaklaştıklarından beri dünya kendileriyle birlikte hayat bulmuş gibi ataları için kurban kesmeyi dahi hatırlamaz oldular. Ölüler kaç vakittir oğullarından haber alamıyordu. Sıkıntı içinde onları beklediler. Yaşamışlardı. Bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Kemikleri çürüyüp toprak olmuştu.
İki kelimelik anlatıma sahip eski mezarlığın hâli şimdilerde böyleydi…
Fırtına dinmek bilmiyordu. Gökyüzünün benzi iyice solmuştu…
Rüzgâr her tarafı savurunca bu bölgede yaşayan dört ayaklılar, gökyüzünde uçan kuşlar, yuvalarına sığındılar. Herkesin canı tatlıdır ya, bu yalan dünyada üç günlük hayat için nefes alıp verenler kendilerini kurtarmaya çalışıyordu.
Eski mezarlıkta deve gözüne benzeyen inler vardı. Nereye bakılırsa bakılsın her taraf sıçanların saklandığı deliklerle doluydu. Bu hayvanların yaşadığı deliklerin ağzındaki izler örümcek ağları benzeri karmakarışıktı. İşte, bu deliklerden oraya buraya koşan sıçanlar rüzgârın dinmesini bekledi. Herkesin kulağı rüzgârdaydı. Sessizce inlerinde yatıyorlardı. Daha önce hiç böyle bir rüzgâr görmemiş gibi bu mahlukların birbirine kuşkuyla bakarak şaşırıyor olmaları çok ilginçti. Boz renge bürünen toprağın her tarafını korkunç bir yaratık misali dolaşan rüzgârın hangi delikten çıkıp nereye gittiğini sıçanlar da merak ediyordu. Her neyse; Sıçan Ana ömründe buna benzer çok felaket görmüştü. Bu yüzden olsa gerek, bu fırtınaya kayıtsız kaldı.
Parlayan gözleriyle dışarıya bakarak ininin ağzında uzun süre kaldı. Rüzgârın dinmesini bekliyordu. Bu sırada aklında sadece yiyecek bulma düşüncesi vardı. Bu düşünce çoktandır onu sıkıntıya sokuyordu. Mevsim bitmeden, havalar soğumadan tüm kış yetecek kadar azık toplama işi, yer altındaki mahlukları düşündürmez mi? Toprağın altında yaşasalar da kışın soğuk olacağını sıçanlar önceden kestirirler, bu mevsimin çetinliğine göre bolca yem toplamaya çalışırlardı. Bir an önce kışlık hazırlıklarını bitirmezlerse yiyeceğin bolca bulunduğu bu bölgenin her tarafı kısa süre sonra her tarafı sütle yıkanmışçasına kar altında kalacaktı. Yeryüzü beyaza bürünmeden erzak biriktirme kaygısı bu zavallı sıçanın yakasını bırakmıyordu…
Eskiden kuzukulağı yetişen yerlerden tohum toplayıp gelince sevinçten içi içine sığmazdı. Kuzukulağı tohumları kışın iyi yeniliyordu. Üstelik çok lezzetliydi.
Ama fırtına inadına kuvvetleniyordu. Yeryüzü ile gökyüzü arasında kendilerine yer bulamayan bu yaratıkların özgürlüğü bazen onların elinde değildi. Bazen doğa hırslanarak işleri tersine çeviriverir, sıçanlar dışarıya çıkamazdı. Ama tek sebep bu değildi. Oralarda onları takip eden yırtıcılar kol geziyordu. Bazıları dört ayaklıydı. Koşar gelir ve sıçanları kapıverirdi. Bazıları da iki kanatlıydı. Gökyüzünden uçarak gelir ve pençelerini etlerine geçirerek onları kapıp götürürdü.
İşte böyle…
Sinsice yaklaşıp sıçanları yakalamayı düşünen hayvanlar bütün gün buralardan ayrılmazdı. Kaç tanesi bu yırtıcı hayvanlara yem olup gitmişti. Dünya yaratıldığından beri bu mahlukların hayatı insanlarınkinden farklıydı. Bunlar insanlar gibi geçinmek için emek sarf etmese de rızıklarını arar bulur, hayatlarına devam ederlerdi. Her daim diken üstünde olmalıydılar, hayatları bıçak sırtındaydı.
Sıçan Ana ininin ağzında parlayan gözleriyle dışarıya bakıyordu bakmasına ama kafası başka yerdeydi. Karışık dipsiz düşünceler onun ana yüreğini sızlatıyor, hesapsız üzüntüleri kum gibi savruluyordu. Keder içindeydi. Yumruk kadar vücudu tir tir titremekteydi. Minnacık yavrularından hangisi kime yem olacaktı? Kalbi sızlıyordu. Yavruları Sıçan Ana’nın bu üzüntüsünü nereden bileceklerdi ki? Minik yavrular, inlerinin bir o tarafından bir bu tarafından kafalarını çıkararak dışarıdaki âleme merakla bakıyordu. Bazen yerlerinde duramıyor, dışarıya çıkıveriyorlardı. Yuvalarından uzakta olup bitenler onların ilgisini çekiyordu. Bir sürü ilginç olay onlar tarafından yeni fark ediliyordu. Doğanın türlü türlü sırlarını keşfettikçe merakları artıyordu. Yeryüzündeki hayat hem süründükleri yuva tünelleri kadar kısa hem de uçsuz bucaksızdı. Yolun bittiği yerde ise sonsuz hayat başlayacaktı.
Sıçan Ana ömründe ne zorluklar görmüştü. Yeryüzündeki mahlukların yaşamı kolay olsaydı keşke. Ecel kaç kez yokladı onu. Canlılar dünyaya gelir gelmez tehlike de onlarla beraber yaratılmıştı sanki. Korkmaktan, canını acıtan zorluklarla yaşamaktan artık bıkmıştı. Tanrı kimseye bir sıçanın hayatını vermesin. Tehlikelerle dolu bir hayat…
Bazen yuvalarından başlarını bile çıkarmaları yeterliydi. Eski mezarlığı yurt edinen yırtıcılar birden onlara saldırır ve ham diye yutuverirdi.
Sıçan Ana, yine dört ayaklı, tüyleri sarı yırtıcının dişlerinden nasıl kurtulduğunu hatırladı. O gün ölümün soğukluğunu çok yakından hissetmişti. Ne zaman bu olay aklına gelse yüreği ağzına gelirdi. Bu rüzgârlı gün Sıçan Ana’yı kuşatarak hatıraları tekrar gözlerinin önüne getirdi.
Sıcak bir yaz günüydü. Güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. Doğudaki ekinler sararmıştı. Her çukuru dolaşan Sıçan Ana ekin tarlasını bulduğunda sevinçten başı dönmüş, sararmış ekin tanelerini ağzına dolduruvermişti. Gözleri tanelerden başka bir şey görmüyordu. Ağzındaki lezzetli yemi dişleri ile çiğniyor, doymak bilmiyordu. Zavallı yaratık! Oralarda küçük kaynağın biraz aşağı tarafında bir tilki yuvası vardı. Bu kadar çok ekinin arasında şaşırmış, tilki yuvasının olduğu yere nasıl vardığını fark edememişti.
Yuvayı görünce irkilen Sıçan Ana korkudan titredi. Tam zıplayıp kaçacakken tüylü yüzlü yırtıcı hayvan, tırnaklı ayaklarıyla ona saldırıverdi. Tilki, Sıçan Ana’yı patisinin altından uzun süre çıkarmadı. Bu kurnaz hayvanın tırnakları arasında başı dönen sıçanın kalbi güm güm atıyordu.
Ölüm denen şeyin haber vermeden karanlık bir gece misali aniden çöküvereceğini anladı. Dakikaları sayılıydı. Buna rağmen boş umutlara kapıldı. “Daha görecek çok günüm vardır…” diye kendini avutmaya çalıştı. Bir yandan kalbi iyi günler göreceğim diye çarpıyor, bir yandan da umutları kalbinin atışı ile beraber sönecek gibi oluyordu. Tüylü yüzlü yaratığın belki de karnı toktu. Patisinin altında iyice güçten düşen sıçanla bir o yana bir bu yana top misali oynuyordu. Neden sonra tilki, sıçanı bir anda kırmızı salyalı diline yapıştırdı. Sıçanın öleceği kesindi. Hiç hâli kalmamış, bütün umutları tükenmişken ansızın tilkinin ağzından yere düşmez mi!.. Hem de tünellerle birbirine bağlı bir sıçan yuvasının yanı başına. Oralara sinmiş sıçan kokusu geldi burnuna. Son bir gayretle bu yuvaya atlamazsa bu çirkin yaratık onu yutuverecekti. Asıl felaket de bu olurdu. Her şey biterdi. Her şey… Gücü kalmamıştı ama can havliyle atladı ve minnacık yuvanın girişinden kendini içeri bıraktı. Aşağı doğru yuvarlanıp gitti.
Bu terk edilmiş yuva güneş gibi parlak gelmişti ona. Bir süre kımıldamadan yattı. Sadece koltuğunun altında tıp tıp diye atan kalbinin cılız sesini dinleyerek gözünü açamadan öylece kalakalmıştı. Zavallı sıçan yuvanın kokusu burnuna geldiğinde gözyaşlarına boğulduğunu, acı acı bağırdığını hatırlıyordu. Yuvanın ağzından aşağıya süzülen ışığa bakıp hüngür hüngür ağladığını nasıl unutabilirdi ki? Hâlâ aklında. Çirkin yüzlü yaratıklar ağlar mı acaba diye düşünmüştü. Kiminin güçlü kiminin güçsüz yaratıldığı bu hayatta adaletin olmamasına çok üzülmüş ve kalbi paramparça olmuştu. Lanet olası bu hayatta hiç adalet yok muydu? Varsa hani neredeydi? Nerede kalmıştı o adalet? Ne zamana kadar birileri yem olmak birileri de yemek için yaratılacaktı? Birinin diğerini öldürmediği bir hayat olamaz mıydı? Tüm bu acısını olduğu en saf hâliyle Yaradan’a iletmek istedi.
O gün Yaradan’ına böyle seslenmişti. Sadece gerçeğin ve adaletin dünyada olup olmadığını öğrenmek, acı olsa da gerçekleri kulaklarıyla duymak, bilmek istemişti. Tüm bunlar aklına geldiğinde sıkıntı basıyor, zavallının dünyası daralıyordu.
Tilki gün boyunca inin ağzından gitmedi. Tam yiyeceği sırada avını ağzından kaçırması bu kurnaz yırtıcıyı daha inatçı yapmıştı. Kalbindeki kızgınlık ve kinle deliğin ağzına hâlâ umutla bakıyordu. Sıçan Ana ortalık sakinleşene kadar yerinden hiç kımıldamadan yattı. Tilki, olur ya belki çıkar diye bekledi. Kurnazlık, uyanıklık kanına sinmiş bu hayvanın. Hatta arka ayaklarıyla deliğin ağzını kazdı. Ancak yuvanın merkezine ulaşamadı. Uzun süre kazdıktan sonra umudunu kesti. Sıçan Ana ay yükselip de karşı dağın tepesini aşarak ortaya çıkana kadar bekledi. Biraz toparlanınca gökyüzüne saçılmış darıyı andıran yıldızların bulunduğu taraftaki yuvasına doğru sürüne sürüne gitti.
Böyle zor günler Sıçan Ana’nın hayatında çok oldu. Şimdi onların hangisini hatırlasın, hangi birini? Her şey bir yana yavrularını ne tür zorluklar bekliyordu, kader onları ağlatacak mıydı? Bu tür düşünceler son günlerde aklına daha sık gelir olmuştu. Şımarık yavruları Sıçan Ana’nın bu üzüntüsünden habersizlerdi! Yavrularının hayatın zorluklarını tecrübe ederek öğreneceklerini biliyor, avunuyordu. Ama yine de korkuyordu. Daha, iyiyi kötüyü ayırt edemeden yavrularının gözlerindeki hayat ışığı söner, korkunç hayvanlara yem olurlarsa elinden ne gelirdi ki? Hem onları yırtıcılara yem olsun diye dünyaya getirmemişti. Bu düşünceler onu çok korkutuyor, rahat vermiyordu.
Sıçan Ana’nın kafasındaki endişeler bunlardı.
Gökyüzündeki bulutların arasından ilk önce güneş yüzünü gösterdi.
Güneşin nuru sıçan ininin tam ağzına döküldü. Ama yeryüzünü dolaşan rüzgâr dinmeyeceğe benziyordu.
Bugün çok esmişti…
Yuvanın ağzına kadar gelen rüzgârdan Sıçan Ana’nın derisi geriliyor, iki gözü de ateş gibi parlıyordu. Rüzgârın heybeti onu korkutmaya yetmedi. Bu sırada yuvanın üzerine şap diye düşen belirsiz bir şeyin sesi duyuldu. Kötülük habercisi bu anlamsız gürültü zaten tedirgin bir yaradılışı olan sıçanın ödünü kopardı. Bir felaketin olacağını hissetmişçesine uzun bıyıklarını her zamankinden farklı kıvırıp hemen yavrularına ulaşmak, onlara dikkatli olmalarını haber vermek istedi. Sıkıntılı anlarda aceleci davranırdı. Şimdi de aynı tavrını sürdürdü. Sıçan Ana ve yavruları çok dikkatliydi. Endişeyi hissetmiş yuvanın ortasına gelmişlerdi. Sıçan Ana acı bir çığlık attı. Bir kötülük hissettiğinde böyle bağırması âdetiydi. Yuvanın üstü gürültü patırtı içindeydi. Yürüyenler yüzünden az kalsın yıkılacaktı. Sıçanlar hiç ses çıkarmadan üst tarafta olan biten tuhaf olaya kulak kabarttılar. Bu da neyin nesiydi? Ne oluyordu? Sıçan Ana bir çaresini bulup yuvaya bağlı başka bir delikten dışarıya çıkarak tepelerindeki olayı kendi gözleriyle görmeye çalışacaktı. Tam dışarı çıkacakken yuvanın girişinden iki üç adım ilerideki yere boş bir şişe düştü. Sıçan korkusuna rağmen bir müddet şişeden gözünü alamadı. Sonra kurumuş otların arasına saklanarak yavaş yavaş boş şişenin ağzına yaklaştı ve başını şişenin içine sokuverdi. Şişenin içinden biri sanki burnuna vurmuştu. Kafasını çekti. Gelen pis kokudan tiksinmişti. Başı döndü, gözleri yerinden oynadı. Kokudan burnu kaşınıyordu. Böyle bir kokuyu bu yaşa kadar hiç duymamıştı. Bu kokuya dayanabilecek hiçbir yaratık yoktu. Gerçekten bir canlıyı boğarak öldürecek kadar etkiliydi. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Başı döndü! Ve bir sürü iki ayaklı mahluk gözüne ilişti. Eskiden beri kuru otların arasını yurt edinen Sıçan Ana, karşısındaki iki ayaklı mahlukları ilk defa görüyordu. Bunlar sıçanın düşündüğü gibi ne mahluk ne de hayvandı. İnsandı! Demek insanlar bunlardı. İnsanlar onu umursamasa da Sıçan Ana’nın düşmanıydılar. Bütün canlılar sıçanların düşmanıydı, parmak ucu kadar aklı böyle düşünmeye zorluyordu onu!
Sıçan Ana uygun bir yere saklandı ve insanların her bir hareketini dikkatle izlemeye koyuldu. Ama zavallının içi rahat değildi ve korkudan gözleri bambaşka dönüyordu.
–Ke-e-e-k-kk!..
Biraz ötede tıknaz adam geğirerek kurumuş otların arasından geçiyordu. Rüzgâr uçurmasın diye de kalpağını tutuyordu. Rüzgâr hâlâ şiddetle esiyordu.
–Geldik, dedi deminki adam.
–Burası işte eski mezarlık!
–Gerçekten geldik mi? Amma uzakmış, dedi uzun boylu, çekik gözlü, zayıf adam.
–Burası mezarlık mı, değil mi belli değil. Neresi burası?
–Mezarlık mı, değil mi zaten onu araştırıyoruz. Bize ne geri kalanından. Biz söylenenleri yaparsak yeter, dedi bıyıklı adam öbürünün sözünü keserek.
–Nereyi kazalım? Akşam olmak üzere. Karanlık çökmeden. Hava aydınlıkken… Eyvah, rüzgâr bizi üşüteceğe benziyor… Hadi çabucak bitirelim işimizi.
Şapkasını gözlerine kadar çekmiş esmer adam şapkasını düzelterek homurdandı:
–Acele etmesene! Biraz ısınalım önce.
–Birini bitirdik. Bir tane kaldı. Hele bir içelim de göreceksin, rüzgâr dediğin vız gelip tırıs gider. Önce rahatlayalım. Sonra mezar nasıl kazılırmış gösterelim. Öyle kazacağız ki kıçımız bile terleyecek.
–Tamam, dedi sarhoş adam yerinde sallanarak. Atalarımız buralarda yatıyormuş! Vah vah! Kadehlerimizi onların şerefine kaldırırsak bizden razı olurlar değil mi, deyip tekrar sallandı. “Bunları vermeselerdi nasıl gelirdik buralara? Haydi, şimdi sevap için birini paylaşalım…”
–Sevap içinse içmek gerek. Sevap için zehir olsa içmek gerek. İşte benim de…
Esmer adam konuşanın sözünü nasıl bitireceğini merak ederek ona bakıp durdu.
–Benim de… “Babamın annesi buralarda bir yerde yatıyor.” derler. Çok önceden anlatırlardı. Hadi şimdi şu şişelerden bir tanesini çıkar.
–Zaten bir tane kaldı.
Sıçanın yanından geçen deminki tıknaz adam kadife ceketinin iç cebinden bir şişe çıkardı.
–Son bir tane… Yalan söylüyorsam Allah canımı alsın! İşte!.. Bu son, bundan başka yok. Bu sonuncusu…
Eski mezarlığa gelen altı kişi rüzgârdan korunarak kadife ceketli adamın yanına toplandılar. Elden ele geçen küçük votka bardağı hızla boşaldı, çok geçmeden biten şişe bir önceki gibi kurumuş otların arasına fırlatıldı. Sarhoşları gizli gizli gözetleyen Sıçan Ana’nın yanına düştü. Ansızın yere fırlatılan şişenin sesinden sıçanın ödü koptu. Rüzgârdan beli bükülen kuru otların arasından sürünerek boş şişeye ulaştı ve şeytana uyarak burnunu şişenin deliğine uzattı. Pis koku onu ikinci kez iğrendirdi. Gözleri karardı ve karşısındakiler ona garip görünmeye başladı. Başı dönüyordu. Sırtüstü düşeyazdı. “Niçin bu iki ayaklılar sallanmıyor, nasıl yere düşmüyorlar?” diye düşündü.
Gaddar rüzgârın sesi dinmeye başladı. Her tarafın altını üstüne getiren gücü şimdi sadece kuru otların başını sallamaya yetiyordu.
Sıçan Ana iki ayaklıların bu bölgelere niçin geldiğine anlam veremeden saklanmak için uygun bulduğu bir çukura gizlendi.
***
Bugünlerde köyde iki ölünün cenazesi kalkacaktı…
***
2
Dünyaya çok tuhaf bir felaketin daha geleceğini kim bilebilirdi ki? Üstelik bir değil iki ölünün cenazesini kaldırmak kolay mı? Zavallıların dünyadaki yolculukları bugün olmasa yarın elbet son bulacaktı. Herkesin alın yazısında ölüm var. Yine de tüm köyü yasa boğarak gelen ölüm, kimseyi ayırmadan kadir kıymet sahiplerini bile böyle alıp gidecek miydi? İki adamın ağzından dökülen bu acı sözler herkesi yasa boğuyordu. Başkası neyse de tüm köyü geçindiren döneminin baba adamı, uzun yıllardan beri koskoca kolhozun ekonomisini geliştiren şöhreti tüm ülkeye yayılmış Basıt Reis yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayıp illa bugün mü vefat edecekti?.. Alacağı nefes sayılı olan insanoğlu dünyadan Allah’ın istediği gün gidecek. Fakat bu günahkârların hangisinin aklına gelebilirdi? Herkes merhuma, dünyadakilere yardım etmek için gönderilmiş biri gözüyle bakardı. Şimdi o, gözlerini sonsuza dek kapatmış kansız elleri göğsünün üzerinde birleştirilmiş yatıyordu.
Hiç kimse onun öldüğüne inanmak istemedi. Böyle olacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. Vücuduna sıkı sıkıya yapışıp kalan hastalık onu altmış yaşına gelmeden alıp götürdü. Reis’in günlerden bir gün yatağa düşüp yatalak olacağı ve sonunda ölüp gideceği kimsenin aklının ucuna dahi gelmemişti. Lanet olası ecelin herkesin başına geleceği şüphesizdi ama bir gün daha yaşasa ne olurdu sanki? Onun ölümünün bugüne rastlaması acı vericiydi.
Alacaklı dünya bir gün geç kalsaydı ne kaybederdi sanki? Ergenlik çağına gelmiş çocuklardan evliya yaşına gelmiş ihtiyarlara kadar herkes bu adamın ismini büyük bir saygıyla anardı. Uzak bir yere gittiklerinde “Biz onun köyündeniz.” derlerdi. Halk arasında saygıyla anılmak ayrı bir gururdur. Tabii bunu duyanlar susarlar mı? Çenelerini tutamayıp “Ha evet, onu nasıl tanımayalım, adını duymuştuk. Demek onun hemşehrisisiniz…” diye sözü uzatırlardı. Onun hâlini hatırını sormak âdettendi. Ondan bahsedenler konuşmalarını süslerlerdi, aynı babadanmış, kardeşlermiş gibi ballandıra ballandıra reisi anarlardı.
Ya şimdi?
Bundan sonra ne olacak?
Artık kimin hakkında konuşacaklar?
O tatlı sözleri, güzel cümleleri kimin için kuracaklar? Eyvah, eyvah! Keşke insanlar rastgele sözler söyleyeceğine ona dua etselerdi. Geç kalmış arzuları onları bin pişman ediyordu. Şimdi bu zavallıların içini daraltan, bunalıma sokan dertleri, acısı vakitsiz gelen ecelle mi baş gösterecekti? Her türlü derde derman olan bu adamın şöhreti, adıyla beraber biriktirdikleri de gökyüzüne mi savrulacaktı?
“Baba adam” dedikleri Basıt Reis’in ölümü köyün tamamını yasa boğmuştu. Herkes ağlıyordu. Kadınların yaktığı ağıtlar insanın yüreğini dağlıyordu. Ağıt makamla hüzünlü hüzünlü söyleniyor, küçük kümeler hâlinde toplaşan kadınlar feryat figan ediyorlardı. Dünyanın eksik tarafıymış bu! Bir dertmiş bu. Daha dün oğlu ilçede iyi bir işe girdiğinde çok sevinmişti. Artık öbür dünyaya dertsiz, kedersiz gidebilirdi.
Çocuğu için önemli bir mevki sağlamıştı. Tanıdıklarından, akrabalarından faydası olabilecek hemen herkesten yardım istemişti. Zavallının gitmediği yer, çalmadığı kapı kalmamış, çabalarının karşılığını almıştı. Çocukları için iyi birer koltuk bulmak için uğraşırken ölüp gitti. Oğulları şimdi hatırı sayılır yerlerde çalışıyorlar. Gören bilenler “Onların tuttuğu yerden yağ çıkar.” diyorlar. Baba terbiyesi alan insanlar kötü olacak değiller ya! İkisinin de çalıştıkları yerlerde iyi makamlarda olduğunu söylüyorlar. Birisi satış müdürüymüş. Basıt Reis onlara “İşin iyi olursa insanlar sana çok değer verir. Bugün çalıştığın işe göre selam verirler. Elinden bir şey gelmiyorsa senin neren insan? Bunu aklınızdan çıkarmayın, güzel yaşamak istiyorsanız oturduğunuz koltuk yumuşak, işiniz güzel olsun. İnsanlar size ihtiyaç duysun, saygı duysun. Saygı göstermenin, değer vermenin özel âdetleri olur. Mutlaka bir şey alırsınız.” diye kaç kere öğüt vermişti.
Akıllı adam! Anlaşılan çenesini boşuna yormamış, bunları laf olsun diye söylememişti. Bu öğütlerin ustasıydı. Burası tamam… Çocuklarının her biri için güzel koltuklar bulmuştu. Her şeyi dört dörtlüktü. Ama hastalığı sonunda onu yatağa düşürdü. Oğulları canla başla babalarını doktordan doktora götürdüler fakat çare olmadı. Gün geçtikçe hâlden düşüyor, yemek yemiyor, tuvaletini de tenekeye yapıyordu. Hâl hatır sormak için gelen insanların ardı arkası kesilmedi, gelenler konuşmalarıyla hastaya bir nebze olsun moral vermeye çalıştı. “İnşallah iyileşirsiniz, üzülmeyin.” diye bilindik sözlerdi bunlar. Ecel geldi mi zemzem kuyusundan su içsen de fayda etmezmiş. Yarınından umudunu kesen adama ölümle ilgili düşünceler ısırgan otu misali yapışmıştı…
Üç farklı yumuşak yastığa yatırılmış hasta iyi görünmüyordu. Buğday renkli, hafiften kırmızı yanaklarındaki kanını sanki sülükler emmişti. Ölüm beyazıydı bu! Yüzü bir anda çirkinleşmişti. Vücudunu kımıldatmaya takati yoktu. Bu zavallı adam, görenlerin kalbini sızlatan hasta adam bir dönemin kudretlisiydi. Bu adam namı ta uzaklarda bilinen Basıt Atakuloviç’ti.
Bu çaresiz hastanın Basıt Atakuloviç olduğuna kim inanırdı ki?.. Eskiden yüksek ve hükmedici bir ses tonuyla konuşan sinirli, sinirlendiğinde babasına bile merhamet etmeyen, köyün en ileri geleniydi. Şimdi ise eskimiş bir beze benzeyen yüzünün rengi solmuş, zar zor nefes alıp veriyordu. Gözlerini kıpırdatmaya bile mecali yoktu. Yüzüne konan sinekleri bazen hissediyor bazen hissetmiyordu. Sineğin umurunda bile değildi, eğer birileri onu kovalamasa hastanın yüzündeki belirsiz mimikleri umursamıyordu bile…
Dibi delik dünyanın insanların başına getirmediği bir şey mi var? Kudretli dönemlerinde “Bu dünyayı bir tutar, bir dağıtırım.” diye büyüklenen Basıt Reis şeytana uymuştu. Şimdiki hâlini görse kendi bile acırdı. Onu bu hâle kim düşürebilirdi ki? El âlem bir tarafa, kötü niyetli düşmandan bile beklenmezdi böyle şeyler. İnsan, insan da olsa Allah’ın verdiği kaderin önünde aciz bir kuldu. Uzun parmaklı ellerinin damarlarında kan iyi dolaşmıyor, ağzına giren suyu yutamıyor, azalmış dakikalarını sayıyordu…
Basıt Reis’in son dakikaları uzun sürdü…
Kuş tüyünden yapılmış yastıkta yatan babalarının yanında yere bakarak oturan oğulları onu avutacak söz bulamıyorlardı. Oğullarının derin düşünceler içinde suskun suskun oturduklarını nereden fark etsindi hasta? Her taraftan fısıltılılar duyuluyordu. İki haftada kırışıvermiş alnını okşayan birinin sıcak ellerini hissediyordu ancak gözünü açıp ona bakacak mecali yoktu. İçinden gelen acı sesler canını acıttıkça acıtıyor, sessizce çıkan iniltilerini yanı başında oturan oğulları duyuyordu. Babanın iniltileri yanı başındaki çocuklarının etine iğne gibi batıyordu.
Oğullar babalarının canı gözlerindeymişçesine tüm umutlarını işte o solmuş gözlere bağladılar. Şimdi babaları gözlerini açıp oğullarına bakarak “Siz hâlâ burada mısınız?” diye soracak, çocuklarını azarlayacaktı. Bunu bekliyorlardı. Babalarının tok sesini ne kadar duymak istedikleri, rengi solmuş yüzlerinden belliydi.
Hayatında yaptığı tüm işleri çocuklarına bağışlayan Reis’in düşünceleri şimdi de oğulları ile ilgiliydi.
“Bundan sonra size kim direk, kim destek olacak!” Başka hiç kimsenin işitemediği bu cümleler bir müddet aklında yer edindi…
İnatçıydı. Canını vermemek için var gücüyle direniyor, tık tık diye arka arkaya avucundan dökülüp giden son dakikalarını uzatmak, kayalarda yetişen hayatın kırmızı çiçeğini son bir kez koklamak istiyordu. Babalarının bu kadar hayatta kalmak istediğini, bunu çok arzuladığını yanı başında oturan çocukları keşke hissedebilselerdi!
Çocukları şimdi ne düşünüyorlardı acaba? Ebedî uykuya dalmadan önce bunu bilmek istedi. Dünyası daralmış oğullarının derelere su misali akıp giden düşüncelerinde sadece hüzünlü bir şey vardı: “Allah’ım madem alacaksın, babamıza niye bu kadar işkence ettin? Alacaksan çabuk al!”
Oğulları hastanın son arzusunu bekliyorlardı. Bir haftadır “Babacığım!” diye bağırmaya, biriken gözyaşlarını kova kova döküvermeye hazırdılar. Basıt Reis dakikalarını ne kadar uzatmak isterse istesin, oğullar hastanın son anlarının hemen o an bitmesine çoktan razıydı.
Ölen insanın acısı kendinedir, öyle değil mi?
Çocuklarının bu kötü düşüncesini ona iletecek kimse var mı şimdi? Dedikoducular olsaydı şu an aramızda. İşte o vakit yataktan kalkamayan bu yarı canlı hasta yalan dünyanın kilidini de kırar ve:
–Ömrüm boyunca hep sizin için didindim durdum. Şimdi ise sizin yaptığınız bu mu? Söyleyin bana bu mu? Sizin için ben değil para önemliymiş meğer. Nasıl böyle yapabilirsiniz ha? Söyleyin! Söyleyin bana! Evet, dinliyorum. Söyleyin şimdi. Şunu unutmayın; isterseniz ölün benim umurumda bile değil artık. Canıma acımadım. Sizin için başkalarından üstün yaşasın, başkalarına muhtaç olmasınlar diye çalışmıştım. Şunlara bak! Öbür dünyaya canım acıyarak gidiyorum, sizin dileğiniz bu muydu şimdi? Hepinizi okuttum, büyüttüm, sonunda kıçınız için sıcacık yer buldum, şimdi söyleyeceğiniz bu mu? Buymuş demek! Of benim bahtsız hayatım!” diye canlanıverirdi belki de.
Fakat ne bunları bağıra bağıra söyleyebilecek birisi ne de hastanın kalbinden geçirdiklerini işitecek veya fark edecek birileri vardı ortalıkta…
Basıt’ın son dakikaları devam ediyordu…
Basıt Reis her şeyden önce ölümüyle yüzleşmek istedi. Ecel neydi? Şu karanlık gece miydi? Belli belirsiz çıkan bu fısıltılar mıydı? Nerede görünürse görünsün bir çaresini bulur, vurgun gelirse onun pençesinden kurtulurdu belki de. Bunu yapabilse zafer onun tarafında olurdu. Peki ölüm dediğin nasıl bir şeydi? Korkunç bir yaratık mı? İnsanlara mı benziyor? Hiç bilmiyordu ki. Onunla ilgili hiç kimseden hiçbir şey duymamıştı. Gözleri bulanık görüyor, vücudunu kör bir bıçakla kesiyorlarmışçasına inlediğinde başkalarından farklı yaratılmadığını, bu bedenin de başka insanlara benzediğini şimdi anlıyordu. Anlaşılan bugüne kadar gökyüzüne uçmuş zavallı insanlardan üstün olduğunu düşünmüştü. Ya şimdi! Onun hâline kim acıyacaktı? Kahrolası ecel denilen çirkin varlık onun gözüne görünecekse çabucak görünüp alıp götürsündü artık! İnsanları neden önemsemiyor? Niçin gecikiyor? Vakit daha erken mi? Belki de Kırgız çadırının güneşliğinden dökülen bir nur misali vücudu canlanarak durumu düzelir. Keşke öyle olsaydı. Ah, nerede o günler?..
Basıt Reis’in ölümü kolay olmadı…
Her şeyin hesabı sorulur. O sorgu Basıt’ın başına da gelecekti. Çünkü ölüm döşeğinde olsa bile içini kemiren bir sürü yanlış işi vardı. Canı hamur gibi yoğurulmadan, bunca günahın hesabını vermeden kolay kolay ölmesine izin verilmeyecekti!..
Bu yalan dünyada yaptığın iyilikler ve kötülükler! Hangisi çok? Önce bu sorulara cevap versin. Bunca yaptığı şeyin bir açıklaması var mı? İmanı bu yükü kaldırabilir mi? Yoksa çürümüş bir ağaç misali yere mi yığılacak? Her şeyi ortaya koysun, her şeyi anlatsın… Rüya misali bulanık görünen sonsuzluğun kıl kalınlığındaki ipinden dümdüz yürüyebilecek mi? Cesedi burada kalacak ama canı kuş olup uçup gidecek. Hangi melek onu nereye götürecek acaba? Bu yumruk kadar can nereye gidecek? Cennete mi cehenneme mi? Terazi! Her şey terazide belli olacak. Arkasında nasıl bir iz bıraktı? Nasıl yaşadı? İyi mi kötü mü? Nerede yanlış yaptı? Her şeyden önce bunları düşünsün…
Üstüne örtülen yumuşacık kadife yorgan ağırlaşmıştı. Onun içinde yatan bir diri değildi. Yarı canlı bu bedenin gözüne rüyaya benzeyen başı sonu olmayan şeyler görünmeye başladı.
Her gün doktorun büyük damarlarına vurduğu iğne canını acıtarak keyfini kaçırıyordu. Bir haftadan beri durumu iyice kötüleşmişti. Bu yaşına kadar başı yastığa değmemişti hasta olarak. Yatağa düştüğünün ertesi günü kalkacağını düşünmüştü. Fakat günler geçtikçe yataktan kolay kolay kalkamayacağını anladı.
Gitmediği yer, tadına bakmadığı ilaç kalmadı. Elindeki tüm imkânları seferber etti. Basıt’ın derdi içindeydi. Hastalığını başka hiç kimse bilmiyormuş gibi davranırdı. Hem kendi bilseydi iyileşmek için ne yapacaktı sanki? Hangi ilacı kullanacaktı? Bu sıkıntılı düşünce onu bunaltıyor, gün geçtikçe hâlden düşürüyor, insanları uğraştırmakta olan canını yoruyordu. İştahı yoktu, yağlı vücudu yanıyordu ve yanakları çökmüştü. Vücuduna kene misali yapışıp kalan bu hastalıktan kolay kolay kurtulamayacağını, sonunda başına bir bela geleceğini hissetmişti. Bu yüzden olsa gerek, hâlsiz vücudunu sararak üşüten soğuk düşünceler onu titretti. Bu kahrolası düşünceler ecelle ilgiliydi. Önce bunu düşünmekten bile korktu. Ecel denilen felaket gerçekten var mıydı? Belki de halkın uydurduğu bir şeydi. Belki de önemi olmayan bir sözdü! Bir yandan inanıyor, bir yandan inanmıyordu. Eceli çok uzaklarda yaşayan bir bela, ansızın başına asla gelmeyecek bir şey olarak düşünmüştü. Gerçekten ölümü hiç düşünmüş müydü? Ya böyle ansızın ölüp gideceğini hiç düşünmüş müydü? Şimdi bunların hangi birine aklı yetsin? Allah kahretmez mi? Böyle sapasağlam durup dururken bir gün gözünü ebediyen kapatarak giderse kimin canı acımaz, kimin içi yanmaz?
Ecel dediğin laftan sözden anlamayan, taş kalpli, gözyaşını seven acımasız, soğuk bir şey miydi? Ölüm ile hayatın tam ortasında bulunan Basıt’ın canını tıpkı kum gibi dökülen bu düşünceler iyice yaktı. İşte, artık kirpikleri aşağıya çekiliyor, öbür dünyaya gideceği vakit yaklaşıyordu. Hayır, hayır!..
Son günlerde beynini kaplayan bir örümcek ağını andıran bu düşüncelerden irkilerek uyandı ve cansız elleriyle yattığı yatağa dokundu. Demirin soğukluğunu hissetti. Derinlerden gelen kalbinin cansız atışını duydu. Son beş altı gün içerisinde suyun altına dalmış eziyetli düşüncelere yeniden kapıldı. Ciğerlerinde sanki rüzgâr esiyordu. İnlemesi artacak, hareketsiz yatan bedenine karışan düşünceleri ağırlaştıkça ağırlaşacaktı. Yorganın dışında kalan kafasını çeviremiyor, alnından soğuk soğuk ter süzülüyordu. İşte bu sırada birkaç günden beri onu rahatsız eden, düşünmekten bile korktuğu ölüm aklına geldi, sonunda gideceği yeri düşündü. Ne zamandır bu düşüncelerden kaçıyordu. Ecel ile ölüm kavramlarının sadece etimolojik anlamlarının aynı olduğunu, ecelin bir çaresinin bulunabileceğini, ikisinin iki farklı kelime olduğunu, bunların bir araya gelmeyen iki ayrı çizgi olduğunu düşünmüştü. Ölüm kelimesini söylemekten korkuyor, âdeta tir tir titriyordu. Onun korktuğu şuydu: Gerçekten de hayat mumu sönecek, gündüzlerinin yerini karanlık geceler mi alacaktı? Dar ve karanlık bir mezar açıp onu toprağın içine mi atacaklardı? “Allah’ım beni koru, gerçekten varsan biçare bedenimi koru! Yaptığın her şey sadece sana bağlı, biliyorum kutsal varlığım! Bedenime verdiğin bu hayat yalan. Bize verdiğin ölüm gerçektir. Şimdi bana merhamet et, bana acı, şefkat göster. Er ya da geç nasıl verdiysen öyle alacaksın canımı. Son isteğim; bu seferlik bırak, ne olursun biraz daha yaşayayım. Suçum yoksa ne olursun bedenime çektirdiğin azabı geri al. Tek isteğim şu acılardan kurtar beni! Kurtar beni ne olur!.. Bu seferlik…”
Basıt’ın tüm bedenini bir müddet bu ricaları kuşattı. Allah’ın adını kolay kolay anmayan koca Reis, eceli gözüne göründüğünde korktuğundan söyledi bu sözleri. Dünyada ebedîlik arıyordu! Dünyada olmayan bir şeyi… Korktuğu şeyler giderek ona doğru yaklaşıyordu.
Son günlerini gece gündüz rüya görerek geçirir olmuştu…
Daha dün düzgün nefes alıyordu, canlıydı. Vakti daraldığında böyle anlamsız rüyalar göreceği aklına bile gelmemişti. O rüyayı gördükten sonra ruhu sıkışmış, kılıçla yaralanmış gibi hissetti.
Allah kimseye göstermesin, bu kadar değerli bir adamın son dakikalarında ağzından çıkan son sözü “Affedin!” olmuştu.
Ondan sonra konuşmasının kesildiğini söylediler. Babasının yanından ayrılmayan, onu kurtarmaya çalışan “Ansızın ölüp gitse babamızın hâli nice olur?” diye ona acıyan oğulları bu sözü dün akşam işitmişler ve anlam verememişlerdi. Babalarının milletten af dileyecek kadar ne suçu vardı ki? Herkese, gencine de yaşlısına da eşit bakmıyor muydu sevgili babamız? Halk onun ismini hâlâ ağzından düşürmüyordu. Değer ve saygının başköşesinde bulunan biri değil miydi o? Hâlden düşerek abuk sabuk şeyler söyleyip sayıklamaya başladı galiba. Canı çıkıp gidiyor muydu yoksa? “Babamız kimden af diliyor?” sorusu Basıt’ın yanı başında duran oğullarının aklına yerleşti. Sayıklamak böyle mi olur? Çürümüş bir elma kabuğuna benzeyen dudakları bir başka, bazen kesik kesik ses çıkararak mırıldanıyordu…
Bugün Basıt Reis rüyasında geçen yıllarda yaşadığı bir olayı görmüştü…
O dönem işleri yolundaydı, bütün bir kolhoz onun ağzına bakıyordu. Bin hanelik köy halkı Basıt Reis’in gözbebeği ile beraber dönüyor, sözünden çıkmıyordu. Böylesi parlak günleri de olmuştu. Temsil ettiği kolhoz birinci sırayı kimseye vermiyor, zafer onun oluyordu. Bu adamın heybetini işte o günlerde görseydik keşke. Gören vallahi çok şaşırırdı. Ensesinde büklümler oluşmuş, nar kırmızısı yanakları ile bastığı yeri yakabilecek kadar cesaretli, kudretli bir adamdı. Halk arasında gözlerinin içine bakabilecek cesur kimse çıkamazdı. Ellerini önlerinde bağlayarak ağızlarından: “Tamam başkanım, olur başkanım!” demekten başka söz çıkmazdı bu bölgenin insanlarından. Çok heybetli günler geçirmişti. Hasta yatağında bunları hatırladıkça fersiz gözlerinde olmayan yaşla ağlamak istiyordu…
Birbiri ardına devam eden, kesik kesik başı sonu olmayan rüyalarının birinde de yüzü tanıdık gelen birini görmüştü ve tüm vücudu buz tutmuşçasına titremişti. Allah vermesin… Yüzü hiç değişmemiş, bakışları bıçak gibi keskin, gözleri tıpkı kedi gözleri, karanlıkta alev alev yanardı. “Bu o, o!” diye rüyasında gördüğü adamı hemen tanıdı. Doğru, doğru gerçekten de o idi. Basıt bu adamı tanıyordu. Bu adam, yatağa düştüğünden beri Basıt Reis’i Azrail gibi arkasından takip ediyor, gölgesini dahi bırakmıyordu. Olsa olsa Reis’i korkutan ecel denilen felaketi de bu kahrolası kedi bakışlı adam getirmiştir. Bu kötülüğü ancak bu adam yapabilir, sadece bunun elinden gelir. Basıt niçin bu adamın bakışlarını hatırlamıştı? Bunun sebebi ne olabilir?
İnsan rüyasında her şeyi görebilir. Hayır, bu rastgele bir rüya değildi. Basıt’ın karşısında duran bu adam sıradan biri değildi. Ömrü boyunca ona kötülük dileyen, onu çekemeyen, niyeti bozuk biriydi bu adam. “Girme rüyama! Görünme gözlerime! Defol, defol git! Cennete gitmek için uğraşıyorum, defol!..”
Rüyası yine ip misali uzadı gitti. Başı sonu anlamsız, kolay kolay insanın aklına gelmeyecek silüetler göründü. Gözleri şu an açık mı, kapalı mı belli değil. Peki, neredeydi şimdi? Yaşıyor mu yoksa öldü mü? Nerede bulunduğunu anlayamıyor, uçsuz bucaksız düşüncelerin dibinde geziyordu. Rüyası kesildi, sonra onu sanki biri bağlamışçasına yeniden devam etmeye başladı. Biraz evvelki adam da oradaydı. Bu kedi bakışlı iyi bir iş yapıyormuş gibi dikilmişti karşısına. Eski mezarlığın yanında geziyormuş. Görünüşü, şekli şemali hiç değişmemiş, gözlerinin ışıltısı hâlâ sönmemiş. Basıt onu gördü ve yakasını tuttu. O kadar korkuyordu ki kalbi göğsünü yarıp çıkacak sandı. Kedi bakışlının elinde bir kürek vardı, bir mezar yeri kazıyordu. Önce birbirlerine bakıp öylece kaldılar.
Sessizliği Basıt bozdu:
–Kimin için kazıyorsun? Kim ölmüş?
–Kimin için, diye cevap verdi beyaz kefene sarılı adam.
–Kendim için…
–Kendin için mi dedin? Çok şaşırmıştı Basıt. “Seni toprağa vereli çok olmadı mı? Neredeyse on yıl oluyor.”
–Birilerinin kazdığı mezar cesedimi almadı.” Küreğini yere vurdu. “Ellerimle kendi mezarımı kazarak yerimi değiştiriyorum. Yoksa rahat edemem. Burada insanlara huzur lazım. Huzur bulmak için geliyoruz huzursuz yalan dünyadan. Seni toprak kabul etmezse huzur dediğin şeyin ne önemi kalır? Ne anlamı var? Söylesene.” Basıt’a sordu: “Günahların var mı senin de ha?”, “Söyle!”.
–Benim mi? Basıt korktu.
–Hayır…
Kedi bakışlı sertçe bağırdı.
–Yalan söyleme! Sadece çok suç işleyenler kendilerini böyle savunurlar. Anladın mı?
– Sesini yükseltmeden konuş benimle, bağırma! Benim kim olduğumu biliyor musun? Ben kimim ha?
–Burada insanların kimliği kimseyi ilgilendirmez.
–Nerede?
Basıt ateşin üzerine basmış gibi irkilmişti.
–Burası neresi?
–Burası mı? Kötü kötü baktı beriki:
–Burası insanlar arasında ayrımın olmadığı bir yer. İyisi de kötüsü de suçlusu da suçsuzu da var burada.
Tam bu sırada rüya tekrar kesildi. “Öldüm mü ben? Neredeyim? Bana nerede olduğumu kim söyleyecek? Söyleyin bana? Söyleyin!”
Basıt son nefeslerini alıp verirken bu sorularla uğraşıyordu. Nerede olduğunu öğrenmek için bir yol buldu. Parmaklarını yavaş yavaş hareket ettirerek yattığı yatağın soğuk demirlerine dokundurdu. İşte şimdi öğrenecekti nerede olduğunu. Parmakları demire değdi ve bir soğukluk hissetti. Kalbi hâlâ atıyordu. Canı kolay kolay çıkmayacağa benziyordu. Deminki kâbusun ipleri yine bağlandı. Rüyası kaldığı yerden devam etti.
Beyaz kefene bürünmüş adam eski yerinden henüz ayrılmamıştı.
–Sen niçin benim yüzüme bakamıyorsun ha?
Beyaz kefenli Basıt’a baktı.
–Seni bir yerden gözüm ısırıyor. Bir yerde gördüm seni sanki…
–Beni mi?
Basıt çok şaşırmıştı.
–Bense seni ilk defa görüyorum.
Basıt “Seni tanıyorum!” sözünden çok korkmuştu. Onun kim olduğunu öğrenirse ne yapacaktı? Anlayacak olursa beriki Reis’i rahat bırakmaz, yapışır kalır, buradan da göndermeyebilirdi. Her şeyin bittiği an olurdu. Eli yatağının demirini kavradığı sürece sıkıntı yoktu.
–Yalan söyleme. Seni de toprak kabul etmez sonra. Yalan söyleme. Burada doğruyu söyle. Tanıyorsun beni, tanıyorsun, diye vurgulu bir tonla konuştu o adam.
–Tanıyorsun! Günahkârlar yalan söyleyerek günahlarını çoğaltırlar. Senin günahın çok galiba. İşte sen ve benzerlerin toprağı daraltıyor. Günahlarının hepsi toprağa sığacak mı peki?
–Suçum varsa insanlar affeder. Buraya günahkârlar gelir mi hiç? Buraya biz temiz geliyoruz. İnsanlar her şeyi affederler…
–Tamam, halk affeder affetmesine ama ya toprak? Toprak affeder mi?
–Toprak mı? Toprak…
Basıt’ın ağzından kelimeler dökülüverdi, gözleri fal taşı gibi açıldı. Gözüne abuk sabuk şeyler görünmeye başladı.
Rüyası yine kesildi.
Bunun sebebi yanında oturanlardan birinin ıslak beyaz bir mendille yanağını silmesiydi.
–Karanlık, dedi Basıt. “Niye bu kadar karanlık?”
Basıt’ın kısık sesini işiten oğulları, “Baba, ışığı açalım mı?” diye sordular.
Akşam olmadan odanın ışıkları yandı.
–Karanlık, karanlık… Basıt’ın ağzı tekrar kurumuştu. Rüyasının devamı gelmemişti.
“Sen işte o adamsın, dedi deminki adam. Ben seni tanıyorum. Allah’ın hakkı, tanıdım.” Kurumuş dudakları cansızca kımıldayarak belli belirsiz bu sözü söyledi.
Bütün gün babasının yanından hiç çıkamayıp yorulan oğulları Basıt’ın cansız sesini işiterek sayıklamalarını hayra yormadılar. Büyük oğlu Basıt’ın ellerini ovarken nabzını ölçmek istedi, nabzı belli belirsiz atıyordu. Hastanın alnını okşadı. Bu sırada Basıt’ın çorak topraklardaki oyuklara benzeyen dudakları usulca kımıldadı. Ta derinlerden çıkan belirsiz ses, ağzından çıkan nefes anlaşılır bir cümle kurmuştu: “Sen deminki adamsın, deminki. Ben seni tanıyorum. Allah hakkı…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sultan-raev/gunesi-tutan-cocuk-69499501/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kolhoz: Sovyet ekonomik sisteminde devlet çiftliklerine verilen isim. Kolhozlar kooperatif çiftliklerine benzer bir yapıdadır. Çev.