İnsan Olmak İstiyorum

İnsan Olmak İstiyorum
Tölögön Kasımbekov

Tölögön Kasımbekov
İnsan Olmak İstiyorum

Tölögön Kasımbekov’un doğumunun 90. yılı anısına…


ÖNSÖZ
Kırgız edebiyatında tarihi romanının kurucusu kabul edilen Tölögön Kasımbekov yazı serüvenine gençlik çağında yazdığı hikâyeleriyle başlar. Bu ilk döneminde kaleme aldığı hikâyelerinde Sovyet rejiminin etkisinde kaldığı görülse de dönemin ruhunu yansıtması bakımından önemlidir. Tölögön Kasımbekov diğer pek çok akranları gibi zor bir çocukluk dönemi geçirir. Küçük yaşta babasını kaybetmesi annesiyle aç susuz hayata tutunmaya çalışması onun belleğinde önemli izler bırakır. İlk hikâyeleri de yazarın hem toplumun aksayan yönlerine karşı bir eleştiri hem de çocukluğunda annesiyle yaşadığı zor günlerin bir yansımasıdır.
Yazarın Türkiye Türkçesine aktardığımız bütün hikâyeleri; “İnsan Olmak İstiyorum (1960)”, “Memleket (1958)”, “Yetim (1960)”, “Bozkurt (1958)” , “Yılkıcının Oğlu (1956)”, “Tokon Ormana Geldiğinde (1956)”, “Gece Vakası (1956)”, “Dostum Anlasın (1956)”, “Taşa Vurulan Damga (1956)”, “Çilmayra’nın Yakasında (1956)”, “Anne (1958)”, “Gayret (1960)”, “Keder (1962)”, “Mutluluk Veren Bölge (1962)”, “Kavganın Başlaması (1958)”dır.
İlk uzun hikâyesi “İnsan olmak istiyorum” yayımlandığında, Kasımbekov 700 Ruble ödül aldığını ölene kadar unutmaz. Alın teri ile kazandığı parasını evine, annesine götürdüğünde annesi: “Yetim oğlum büyüyüp böyle para kazanmaya mı başladı?” diyerek mutluluktan ağlar. Böylece, öğrenci iken para kazanan Kasımbekov, kirasını kendisi ödeyerek, annesinin geçimini de kendisi sağlar. “İnsan olmak istiyorum” öyküsü yazarın kendi hayatından izler taşır. Öykünün başkişisi Asıl, üniversiteye başvurup kazanamayınca köyüne döner. Babasının, oğlunu işe almaları için yöneticilere yalvarmasına şahit olan Asıl, utanır. Gördüğü yozlaşma ve bozuk düzenden sonra asıl istediğinin babasının istediği gibi memur olmak değil, “insan olmak” olduğunun farkına varır. Yazarın aynı yıl yazdığı “Yetim” öyküsü de küçük yaşta yetim kalan Kasımbekov’un bilinçaltının dışa vurumudur. Üniversitede okurken köyünü özleyip yazdığı “Memleket” öyküsü ise doğduğu şehirden uzakta yaşayan Satıkul adlı çocuğun -memleketine giden Tilegen adlı bir tanıdığı ile- annesi ve anneannesinin tüm engellemelerine rağmen doğduğu topraklara gidişini anlatır. Bir diğer uzun hikayerinden olan “Bozkurt”ta ise Çoban ile kurdun mücadelesi anlatılır. Bu hikâyesi yazarın kurdun ehlileştiremeyeceği konusunu işler. Hikâyede verilmek istenen mesaj ise Türk halklarının mankurtlaştırılamayacağı algısıdır.
“Yılkıcının oğlu”, “Tokon ormana geldiğinde”, “Gece vakası”, “Dostum anlasın”, “Taşa vurulan damga”, “Anne”, “Keder”, “Gayret”, “Çilmayra’nın yakasında”, “Mutluluk veren bölge”, “Kavganın başlaması” diğer hikâyelere göre oldukça kısadır. Kasımbekov’un gençlik yıllarında yazdığı bu kısa öykülerinde komünizmin etkisinde kaldığı anlaşılıyor. Yazarın bu hikâyelerinin gün ışığına çıkarılması ve incelenmesi onun oluşum döneminde nelerden etkilendiğinin ve yaratma gücünün anlaşılması noktasında önemlidir. Oluşum dönemi öykülerinde yazar, daha çok bireysel konuları işler ve öykülerinin kahramanları genelde çocuklardır. Bunun en önemli nedeni, küçük yaşta babasını kaybeden yetim büyüyen Kasımbekov’un ruhsal dünyasında yaşadığı taramvadır. Hikâyelerinde görülen bir diğer özellik ise, oğlunu yetiştirmek için her türlü zorluğa göğüs geren kahraman anne figürüdür.
Kırgız edebiyatında önemli bir yeri olan Tölögön Kasımbekov’un Türkiyedeki okurlarca da okunması ve anlaşılması önemlidir. Sovyetler Birliği döneminin baskı ve zulmüne yakından tanıklık eden yazarın hikâyelerinin nehir roman tarzında yazdığı Kırılan Kılıç, Baskın, Kırgın, Kelkel romanlarına hazırlık aşaması olması, kendi hayatından izler taşıması ve dönemin ruhunu anlatması bakımından oldukça önemlidir.
Bu kitabın yayıma hazırlanmasında başta Türk dünyasının gönüllü elçisi Dr. Yakup Ömeroğlu’na ve Bengü yayınlarının değerli çalışanlarına müteşekkirim. Her zaman olduğu gibi yardımını esirgemeyen hocam Prof. Dr. Orhan Söylemez’e şükranlarımı sunuyorum. Bu süreçte eseri baştan sona okuyarak gözden kaçan hususları düzelten yüksek lisans öğrencim Kübra Şeyma Aydın’a ve Arş. Gör. Ömer Faruk Ateş’e teşekkür ederim.

MEMLEKET
Mayıs ayının sıcak bir öğle vaktiydi. Yalnız başıma Ak-Su tarafından geliyordum. Etrafım dağlarla çevriliydi; rengârenk binlerce çiçek, iğne atsan yere düşmeyen sıklıktaki çalılar, yemyeşil otlar yer alıyordu. Her yeri kaplayan beyaz çiçekler, ceviz ve kayın ağaçları bulunuyordu. Ormanın en yüksek tepelerinde masallardaki pehlivanların kılıcı gibi ince çam ağaçları yükseliyordu. Bu ormanın yarısı meyve ağaçlarıyla kaplıydı.
Yol dalgalanan deniz gibi bir yukarı bir aşağı kıvrılıyor. Atımın yavaş yavaş adımlarını attıkça ses çıkarması, arada bir bakışıyla iki böğrünü sıvazlaması ve başını sallayarak at sineklerini kovalaması bana seyir zevki veriyordu. Epey yol giden atımın terlemiş olabileceği aklıma geldi. Sağrısını kontrol ettiğimde hala diriydi; ama gem vurulan ağzı köpüklenmişti.
Kulağıma bülbül sesleri geliyor. Kuşların şarkı söylercesine makamlı şakımasını dinliyorum. Kanatları mavimsi kelebekler arada bir etrafta uçuşuyor; arılar sarı akasyaların çiçeğine akın edip sürekli vızıldıyorlar; bazıları acelesi varmış gibi havaya yükselip uçarak gözden kayboluyorlar.
Ben de artık can sıkıntısından dil ucuyla bir şarkı mırıldanıyorum. Arada bir eğiliyor, atın yelesine bakıp düşünceye dalıyorum. Eski olaylar aklıma geliyor ve sanki gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Başımdan geçen olayları anımsadıkça, atımı kamçılayıp hızlandırıyor ve kendi kendime: “Vay anasını, tam bir çocukmuşum o zamanlar!” diye içimden biraz da olsa pişmanlık duyuyorum.
Yolum nihayet Burçuke’nin güneş görmeyen bir eteğine ulaştı. Şırıl şırıl tertemiz su akıyordu. Su kenarında gökyüzüne doğru yükselen çam ağaçları, söğüt, ceviz ve kayın, hatta dut ağaçları bulunuyordu. Üzüm dalları sarmaşıktan daha sık bir şekilde ağaçların başlarına doğru uzayıp gitmişti. Dibinde biten otların haddi hesabı yoktu. Nane kokusu diğerlerinden ayrılıyordu. Yaban çiçekleri böğürtlenle birlikte uzamıştı. Yaprakları yüzüme çarpan büyük dut ağacının altında suya girip biraz serinlemek istedim. Ancak tam o sırada sol taraftan bir köpek havlaması geldi. Biraz yürüdükten sonra bir otağ (boz üy kırgız yurdu) gözüktü, yanında Mart ayından kalma küçük kulübe vardı. Onun az ilerisinde tepenin eteğine yayılmış vaziyette keçiler otluyordu. Çadırın önüne çamaşırlar asılmıştı. Kulübeyle evin arasında küçük bir çardak üzerinde kurumaya bırakılan kurut[1 - Kuru Çökelek. (Ç.N.)] serilmişti.
Eve yaklaştığımda beni görür görmez, koca bir kara köpek “Seni nasıl geçireyim?” dercesine bana saldırdı. Sanki beni atımla beraber yere serecekti. Gülümseyerek eve doğru yöneldim. Ayran içip biraz dinlendikten sonra yola çıkmayı düşündüm. Kırgız değil miyiz, sağımız solumuz belli olmaz. Kara köpek beni rahat bırakacak gibi değildi. Peşimden gelip atımın kuyruğuna doğru saldırdı. Ne yapacak acaba diye dizginimi biraz çektiğimde atım istifini dahi bozmadı. Atım sert olsaydı bu durumda köpeğe bir çifte atardı. Ama benim atım oralı bile olmadan yoluna devam etti. Bütün soyunun öcünü almak istermişçesine, köpek hala peşimde atın kuyruğunu çiğniyor, bırakmıyordu. Arkama dönüp kamçı ile vurdum ama yetişmedi.
Bu sırada evden çıkan bir kadın gözüktü. Bu kim? diye suratıma şaşkın şaşkın bakıyordu. Sonra ben eve yaklaşınca birilerine haber vermek istermişçesine arkasını dönüp gitti.
Ben biraz öksürür gibi ses çıkardım ve atımı kamçılayıp evin yanındaki küçük gübre yığınının üzerine çıktım. Köpek iyice hırslandı, atımın önüne geçti ve burnundan kapmak istercesine iki ayağı üzerine dikildi ve hiddetle havlamaya devam etti.
–Hoşt! Git, buradan git! diye evden bir ses yankılandı. Üzerini silkeleyip üstünü başını düzelterek beli bükülmüş bir ihtiyar kadın dışarı çıktı.
–“Hayırlı günler” dedim.
–“Sağolasın! Sen kimsin?” dedi.
–“Benim…” dedim yavaş bir sesle, ondan gözlerimi ayırmadan. Yanıma geldi.
“Git, lanet köpek’’ diye köpeğini azarlayıp kovaladı. Sonra kısık gözleriyle dik dik bana baktı.
–“Kimsin oğlum?” diye sordu.
Ben kadını tanıdım. Bizim köyde Mamırbay adında bir adam vardı. Onun eşiydi.
–Seyde Ana, beni tanımadın mı? dedim gülümseyerek, “Ben Tilegenim.”
–O dikkatli bir şekilde beni süzmeye devam etti. O zaman kısık gözlerinden, güneşten yanan buruşuk yüzüne doğru belli belirsiz bir yumuşama yayıldı.
–Aman evladım! İhtiyarlık işte! dedi ve çevik bir hareketle atımın dizginlerini tuttu. Sen miydin? İn yavrum attan! dedi.
Ben attan inip, Seyde Anamın hâlini hatrını sorarken, evden sülün yavrusu gibi zayıf ve kısa boylu bir yaşlı kadın çıkageldi. O ışığı sönmüş gözleri ile bakarak, selamıma yavaşça dudaklarını kıpırdatarak karşılık verdi. Yaşı yetmişi geçmiş gibiydi ama hala dinç görünüyordu. Sırtı da kamburlaşmamıştı. Belinde oğlak derisinden yapılan kuşak vardı. Bu kadın Seyde Ana’nın annesiydi.
O sırada oynadığı yerden, evin öte tarafından on bir yaşlarında bir esmer çocuk çıkageldi.
–Aaa, dedi beni görür görmez ve koşarak geldi, kollarını açarak kucağıma atladı. “Tilegen Ağabeyim gelmiş!” diye sevinerek bana sarıldı.
Ben de onun kollarından tuttum ve yukarı kaldırıp yanaklarından öptüm.
–Satış! Artık kocaman adam olmuşsun be! diyerek başını sıvazladım.
–Ah, nasıl da kan çekti baksana! Sülün yavrusu gibi zayıf, ufak tefek ihtiyar kadın başını sallayarak dudaklarını oynattı. Babası dirilip de gelmiş kadar sevindi!
Oğlunun bu durumunu gören Seyde Ana’nın yüzünde hüzün belirdi, gözleri doldu. Eski bir sergiyi getirip dut ağacının gölgesine serdi.
–Otur, kurban olayım, dedi bana sevgi dolu bir sesle.
Göz ucuyla bakınca gördüm ki evin ve öndeki küçük odanın içi boş değildi, içeriden bir ahır dolusu oğlağın durmadan geviş getirirken çıkardığı bir ses gibi hışırtı geliyordu. Meğer hışırtı ipek böceklerinden geliyormuş. Dut yapraklarıyla tıka basa doyan kurtlar, tombullaşmışlar. Bazıları kasanın içinden yukarı doğru çıkmaya çalışıyor, başlarını sağa sola sallıyorlardı. Koza yapma mevsimleri gelmişe benziyordu. Bu arada ipek böceklerinin olduğu taraftan ortaya tuhaf bir koku yayılıyordu.
Satıkul, bir dizime dirseğiyle dayanarak yere oturdu ve iri gözlerini ikide bir açıp kaparayak yüzüme bakıp aklına gelen şeyleri sormaya başladı:
–Tilegen abi, nereden geliyorsun?
–Kara Köndöy’den, orada öğretmen olarak çalışıyorum.
–Hımm, şimdi nereye gidiyorsun?
–Köyümüze, Satışcığım. Akcol’a gidiyorum. İlçede de biraz işim var.
Satıkul, yerden bir ot kopararak iki eliyle tutu ve ucunu dişleyerek susup yere baktı. Derin derin bir şeyler düşünüyordu. O sırada Seyde Ana siyah kâsede ayran getirdi. Tam olgunlaşmamış duttan biraz toplayıp bir tabağa koyup önüme getirdi. Ben soğuk ayrandan birkaç yudum aldıktan sonra Satıkul’a uzattım.
–Al Satış ayran iç?
O ayrana bakmadı bile. Yamalı, güneşte rengi solan eski gömleğinin dut rengine boyanmış lekeli kenarlarından tutarak “Ben de seninle geleceğim” diye seslendi.
–Sen nereye gideceksin? diye anneannesi çocuğa sert sert baktı. Büyüklerin sözünü dinleyeceğine ne mırıldanıyor bu?
–“Akcol’a” dedi Satıkul. Yaşlı kadın çocuğun ne düşündüğünü daha yeni anladı.
–Ne! dedi yüksek sesle. Yolcunun ardından gidip sahipsiz kalma da! Sen gidersen burada ninen ne yapar… çok konuşup, mırın kırın edeceğine ağabeyinin sunduğu ayranı içsene!
Satıkul, boynunu omzuna doğru eğdi, omuz silkti ve burnunu çekip kaşlarını yukarı kaldırıp ninesine sert sert baktı “içmeyeceğim” dedi.
–Ağebeyin iç diyor, hadi içsene oğlum!
Satıkul, istemeden ayranı eline aldı ve bir anda iştahla içti. Boş kâsenin kenarını işaret parmağı ile temizledi. Seyde Ana:
–“Annen nasıl? İyi mi?” diye sordu. Haa bu arada duttan da ye oğlum.
–“Annem Akcol’da İyi çok şükür, sağlığı da yerindeymiş çok şükür. Ben de üç aydır görmedim.” dedim.
– Aa doğru. Sen Kara Köndöy’dön geliyorum demiştin ya!..
Dut ağacının gölgesine bıraktığım atın eyerini gevşetip kayışlarını çıkardıktan sonra çayıra salmıştım. At çayırda bir süre otladıktan sonra cevizin gölgesinde kuyruğunu sallayarak mayışıp kalmıştı. Biz havadan sudan konuşarak uzun zaman oturduk. Seyde Ana’nın Akcol köyünden buraya göç etmesinin üzerinden üç yıl kadar geçmişti. Bunun nedeni de Mamırbay’ın ölümünden sonra Ak Su’daki kardeşi Tökönali’ye bakmak içindi. Şimdi burada dut ağaçlarının bol olduğu bu yerde ipek böcekçiliği yaparak geçiniyorlarmış.
Ben yavaş yavaş kalkmak istedim. Satıkul elbiseme yapışıp “Ben de gideceğim” diye peşimi bırakmadı.
–“Oğlum sen nereye gideceksin” diye bağırdı anneannesi. “Evin burada, oraya gidip ne yapacaksın?”
–“Hadi, yavrum bırak artık” dedi annesi de.
Ben çocuğun başını okşayarak avutmaya çalıştım:
–“Satış, sen kocaman bir delikanlı olmuşsun. İstersen daha sonra sen kendin gidersin Akcol’a.
Annen izin vermiyor, dediklerini yapmazsan üzülür.” dedim. Ama Satıkul’un söz dinlemeye niyeti yoktu. Ağlamaya başladı:
–Gideceğim ben de gidece….ğiiim!…
–Ya sana demedim mi? Bırak artık, niye duymuyorsun. Ninesi onu azarlamaya başladı. Bağırarak çocuğun elinden tuttu.
–Akılsız çocuk seni…
Ben atımın ipini çözdüm, Satıkul bana sarıldı. Annesi sessizce bakıyordu.
Ninesi hala çocuğu azarlayarak elinden çekiyordu. Satı-kul da bana sımsıkı sarılmış bırakmıyordu. Ben ne yapacağımı şaşırdım iki arada, bir derede kaldım. Boşuna uğraşma, ben seni götüremem diyerek kan ter içinde kalan çocuktan uzaklaşsam mı, yoksa yeğen akraba olmaz, boyun derisinden kürk olmaz, onun için siz bu çocuğu tutmak için boşuna uğraşmayın! diye ihtiyar kadını uyarıp isteğini yerine getirmemesi için kırsam mı? Karar veremedim. Bu sırada uzun süre öfkeyle karışık ağlayan Satıkul, beklenmedik bir şekilde ninesinin buruşuk elini ısırdı.
–Ahh elim! Yazıklar olsun sana! İhtiyar kadın elini sallayıp çocuğu itti. Elinde çocuğun dişlerinin izi çıktı.
Annesi gelip elbisesinden tutmak isterken Satıkul fırladı ve ağlayarak benim gideceğim tarafa doğru koşmaya başladı.
–“Gideceğiiiim… gideceğiiiim” diyerek Satıkul ağlıyor, biraz uzaklaşıp, “artık bu tarafa gelmiyor musun?” dercesine, yalvaran gözlerle bana baktı ve ağlamaya devam etti. Ühhüü… ühüühü!..
–Gel buraya, yaramaz çocuk! Ninesi ağrıyan eline ikide bir bakarak öfkesinden dudaklarını ısırıp sızlanarak Satıkul’un arkasından gitti. Yok, artık ne yapsam boş, bu Allah aşkına… Yalın ayak, başı açık…
Seyde Ana da: Gel yavrum biz seninle yarın gideriz, dedi.
Onları böyle bırakıp nasıl gidebilirdim? Ya çocuğu bırakmalıydım ya da annesinden izin almalıydım. Hiç bir şey demeden gidersem bile çocuk peşimden gelirdi. Annesi ile ninesinin de bana “Bu da nereden geldi başımızın belası adam!” demeleri kesindi. Ne yapıp edip çocuğu yakalayıp annesine teslim edip bu zor durumdan kurtulmak istedim.
Satış, gel yeğenim! Gel terkime otur bari! diye kandırmak istedim. Ancak Satıkul, iyice inatlaşıp geleceğine uzaklaştı. Başka çaremiz kalmadı.
–Üç yıldan beri bir kez bile köye gitmedi zavallı, diye mırıldandı ihtiyar kadın. Zavallı çocuk, Akcol denince gözlerini dört açıyor! Akcollulardan birini görünce kendinden geçip aklı başından gidiyor. Sanki babası mezardan çıkıp gelmiş gibi seviniyor.
–Canım kurban olsun sana yavrum! Seyde Ana, acımaklı bir ses tonuyla konuştu. Vatanını, akrabalarını özlemiş… Tamam gel haydi, gideceksen git. Eve gel, temiz elbiselerini giy!
–Ya beni kandırıp da yakalarsanız?
–Kandırmıyorum, kurban olduğum, kandırmıyorum. Gideceksen git, ağabeyinin atının terkisine binersin!
–Hayır ben yaya olarak gideceğim! dedi Satıkul sinirlenerek. Paltomu verin!
–Gerçekten izin veriyor musunuz? diye sordum. Gönderirseniz iyi olur. Hiç olmazsa hasret giderir, dedim.
–Başka ne yapabilirim ki? O böyle yaptıktan sonra…
Ben Satıkul’a el salladım:
–Satış, haydi gel, çabuk giyin gidiyoruz!
Ancak Satıkul gelmek bir yana, iyice uzaklaştı.
–Gel-mi-yo-rum! diye bağırdı.
Çaresiz kalan Seyde Teyze onun paltosunu, kalpağını ve çoktan beri giyilmediği için iyice buruşup sertleşen kösele tabanlı ayakkabısını benim koltuğumun altına soktu. Kendisi zaten hızlı konuşan biriydi, çarçabuk ağlaya sızlaya tek evladını bana emanet etti.
–Kurban olayım, dedi bana. Köyüne ulaştır. Akrabalarıyla görüşsün, onları görsün de özlem gidersin. Kurban olayım oğlum, yakınlarımıza özellikle tembihle. Çocuğun karnı aç kalmasın, sıcak çarpmasın! Sonra… Kurban olayım Tilegen, sen bu tarafa gelirken de beraberinde getir olur mu? Satış yavrum! Öyle yap oldu mu, ağabeyinle tekrar gel! Satış!
***
Atım gölgede dinlendiğinden daha dinçleşmişti. Ayaklarından tıkır tıkır ses çıkararak yürürken yelesi de hafifçe dalgalanıyor ve sarsmadan ilerliyordu. Arada kamçımı şöyle bir sallamanın dışında, atımı kendi haline bırakmıştım. Yerden biraz ot yolup torbanın içine doldurdum, eyer örtümün bir ucunu onun üzerine örtüp Satıkul’u arkama oturtmuştum. O, eyerin arka ucunu iki eliyle sağlam bir şekilde tutmuştu. Sesi de çıkmıyordu. Karasu köprüsüne ulaştık. “Acaba uyuklamaya mı başladı bu çocuk?” diye düşündüm. Eğer uyukladıysa, atım beklenmedik bir şekilde ürkecek olsa ya da ayağı takılıp tökezlerse çocuğun düşmesi mümkündü. Arkama dönüp seslendim:
“Uyuyor musun Satış?” dedim.
–Hayır, uyumuyorum Tilegen Abi! diye iri gözleri ile bana bakıyordu.
Yakışıklı, esmer tenli, iri, sürmeli gözlü, iyi niyetli, temiz bakışı ile daha ilk bakışta tanıdık birine babasını hatırlatırdı. Annesine sadece yüzünün genişliği benziyordu. Mamırbay Ağabey, aynen böyle gözleri sürmeli, zayıf esmer biriydi. Arkadaşları ona Kara Mamırbay derlerdi. Yengeleriyse “Şiş kara Ağabey” diyerek çağırırlardı.
Asma köprüden geçtikten sonra sola döndük ve gittikçe dikleşen akarsu yatağı boyunca yol aldık. Karasu çağlayarak gürül gürül akıyordu. İki tarafı irili ufaklı ağaçların oluşturduğu ormanla kaplıydı. Akarken oluşturduğu çukurdaki gürültü, dar vadinin iki yakasında yankılandıkça iki ses birbirine karışıyor ve ortalığı bir uğultu kaplıyordu. Etraf serindi, çünkü yol boyu hep gölgelik ve suyun buharlaşmasıyla oluşan sis kaplıydı.
Bulun Sırtı’na ulaşınca küçük yoldaşımla birlikte attan indik. Güneş ikindi vaktine doğru kaymış, yamaçların aşağı kısımlarında alaca bulaca gölgeler oluşmaya başlamıştı. Etraftaki gür otlardan biraz yesin diye, gemini çıkarıp eyerini çözüp atı bıraktık. Satıkul atın kaçma ihtimaline karşı yularının ucundan tuttu.
Bulun Sırtı, dağ olarak kabul edilmemesine rağmen epeyce yüksek bir geçide sahipti. Etrafta yer yer küçük tümsekler oluşturan bodur çalılar vardı. Başka yerlere göre daha geniş ve açık bir yerdi. Buradan Üçkurt, Malkaldı, Akcol vadileri tamamıyla avuç içi gibi görünürdü.
–Aaa! Akcol…. Baksana Tilegen Ağabey, Akcol! Satıkul büyük bir sevinçle ben burayı ilk defa görüyormuşum gibi eliyle işaret ederek kendinden geçercesine konuşmaya devam etti. İşte, aaa bizim ev!.. Minbay Amcanın evi… Nurkulların evi… Aaa… Hâlâ yerinde duruyor. Nurkulla ikimiz, işte şurada oynar, mısır koçanlarını pişirir ve ham yetik demeden meyve yerdik!
–Nurkul şimdi de oradadır, dedim. Ancak darı daha koçan bağlamamıştır, meyveler de hamdır.
–Biliyorum, dedi Satıkul. Biz Nurkul ile birlikte yazın nehre olta atardık! Yaa, işte o oltaların birine takılan balığı görseydin Tilegen Ağabey, ne kadar da büyüktü. Sonra öğle üzeri nehirde biz balık gibi yüzer oynardık… Ahh ne güzel günlerdi!
Sıra sıra ağaçlar, kenarında söğüt ve kavaklarla uzun yeşil kamışların dizildiği arklar, gelişigüzel bölünmüş ekili bahçeler, dört bir tarafa uzayıp giden eğri büğrü yollar, çatıları kamışlarla örtülmüş beyaz badanalı evler… Yüreği özlemle dolu olan çocuğun gözüne öz annesinin şefkat dolu bakışları gibi sıcak ve kutsal görünüyordu.
Satıkul’un yüzü ne kadar da neşelendi; sadece sağanak halinde yağan yağmur sonrası beyaz bulutların arkasından çıkıp etrafa ışık saçan yaz güneşi, o bakışlara denk gelirdi. İri gözleri iyice açılıp kirpikleri kıpır kıpır etrafa mutluluk saçtı. Boynunu uzatarak ileriye doğru, Akcol tarafından gözünü alamadan bakarken içten içe seviniyordu. Kader, ona şimdi iki kanat verecek olsa, doğduğu yerin üzerinde yüz defa, bin defa kanat açıp uçmaya hazırdı. Öyle yapsa bile neşesi tam yerine gelmeyecek, hasreti bitmeyecek gibiydi!
Onun bu halini hissedip benim içime bir hüzün doldu.
–Eee, söyle bakalım Satış, köyünü çok mu özledin? diye sordum. Çocuk hâla gözlerini Akcol tarafından ayırmadan yavaşça başını salladı.
–Hı hı…
–Eee Satış, evde hayatın nasıl?
–Hıı… Güzel ama ben ne zaman anneme Akcolumuza gidelim desem o hiç oralı olmuyordu… Güzün gideriz diyor. Sonra kendi işine dalıyor. İşte o zamanlar gizli gizli ağlardım… İşte o zamanlar… Tilegen Ağabey… O zaman ben türkü söylerdim. Sana da söyleyeyim mi?
–Hadi, söyle bakalım.
Tepeye çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir atım
Biner, köye giderdim
Hep vatandadır gözüm
Geçite çıktım yalnızım
Keşke olsaydı bir siyah atım
Siyah ata binerdim
Halkıma doğru giderdim
Kalbim ezildi. Ağlamamak için kendimi zor tuttum ve çocuğu birden kendime çekerek alnından birkaç defa öptüm. Yaşı küçük olsa da kurnazlıkta, yalan dolanda bezi tarağı olmayan bu çocuk, akrabalarını, akranlarını arzuluyor, göbeğinin gömüldüğü yeri, adımını ilk attığı toprakları delicesine özlüyordu! Böylesi yavruların, olgunluk çağına geldiklerinde, avuç içi kadar bir köye değil Kırgızların tamamına faydalı, memleketinin işine yarayan birer koç yiğit olmaları neden zor olsun? Böylesi gençlerimizin, yalan dünyanın işlerine dalıp orada burada gezmek yerine, damarı toprağın bağrına gömülen bir ağaç gibi kendi toprağında dallanıp budaklanıp kendi memleketinde kök salıp kendi halkına faydalı, kutlu işler yapan birer adam olacakları ay gibi aşikâr!
Az sonra bu düşüncelerle siyah atımızı yavaş yavaş sürerek sokaklarından anne şefkati dökülen, sadece insanları değil, otları, ağaçları, nehirin kenarındaki iri taşları bile gönülde saygı uyandıran, kamışların tepesini sağa sola oynatan, hafif rüzgârı derdimize şifa gibi gelen, bacalarındaki dumanı rızk ve bereket kokan, doğduğumuz yere; memleketimiz Akcol’a ulaştık.

    1958

YETİM

“Babam ölse de, babamı görenler ölmesin.”
    (Atasözü)
Evde sadece üç kişilerdi. Güllük gülistanlık bir şekilde, şarkı söyleyerek oturuyorlardı. Ortadaki adam orta yaşlarda olmasına rağmen ergenlik dönemine girmiş delikanlı gibi davranıyordu. Ara sıra bıyığı ile oynayarak akıllı ve büyük olduğunu göstermek istiyormuş gibi diğer ikisini yönetiyordu. Delikanlılar “Çoro abi doğru söylüyor” diyorlardı. Ortada bozo[2 - Bir içki türü. (Ç.N.)] vardı. Kazanın yarısı doluydu. Yarısını içip bitirdikleri kazanın kenarındaki lekelerden belli oluyordu.
Ooy…
Bozoyu içer yerdeki
Azabın çeker kabirdeki
Kımızı içer yerdeki
Zorluk çeker kabirdeki
Büyük burunlu zayıf delikanlı, elindeki kâsedeki bozoyu tıpkı susamış buzağının suyu sümürmesi gibi burun delikleri iri iri açılarak iştahla içiyordu. Sonra sağa sola sallanarak konuşmaya başladı:
“Güzel sözler! Aferin!” Bunu söyleyen kendisini çok yüksekte gören kara bıyıklı adam idi. Geriye doğru yaslanarak uzun boylu adamın omzuna vurup onu övmeye başladı. Baban da böyle çok iyi bir insandı. Cenicok kadar büyük şair olmasan da senin de aşağı kalır yanın yok. Sende şairlik yeteneği varmış; devam et oğlum, devam et. Büyük burunlu delikanlı, bozo sunan kadına göz kırparak daha canlı şarkı söylemeye başladı.
Bozo sunulan kâseniz ağaçtan değil mi yenge?
Bize şarkı söyleten bozonuz keyifli değil mi yenge?
“Hey, hey keyifli değil mi yenge?” diyerek kaşı kirpiği sarı delikanlı şarkıya eşlik etmeye başladı. “Milletin önüne çıkmalısın, sende yetenek var dostum.” dedi.
Sarı kadının kâsedeki bozoyu sunduğunu hesaba katmazsak oturanların umrunda bile değildi. Yüzü, onları hoş gördüğünü ya da sevmediğini belli etmiyordu. Ama ara sıra içiniz, bitireceksiniz der gibi bakıyordu.
Dört gözlü pencereden ışık girmesine rağmen içeri aydınlanmıyordu. Pencerelerin gözlerinden aşağıdakilerin iki camı da yoktu. Birincisine resimli bir derginin kalın sayfası yapıştırılmış, diğerine ise giyilmeyen eski bir şapka konulmuştu. Bundan dolayı, öğle vakti eve giren insana evin içi karanlık gibi akşamı andırır ve hemen nem kokusu burnuna gelirdi.
Bu gece kibirli görünen adam, sırayla sunulan bozo kâsesi kendisine geldiğinde bozodan yudumladı. Sarı kadına birazcık gülümseyip ve kırmızı kan çanağına dönen gözleri ile bakarak; “Şekercan bozon soğumuş, bunu biraz daha ısıtsana Şekercan.” dedi.
–Çoro Abi’nin dedikleri doğru, dedi büyük burunlu delikanlı. “Korkma parasını ödeyeceğiz, ne kadar oldu?” diye sordu.” Otuz kâse dedi. Şeker, cebine elini sokup bir şey aramakta olan delikanlıya “ne çıkacak acaba?” der gibi sanki kedinin fareye baktığı gibi baktı. Daha ne kadar ekleyeyim?
–Kovandakinin hepsini! Duyuyor musun? İstediğin kadar para veririz. Sadece sana değil, üç bozocuya yetecek kadar paramız var!
–“Kökö neredesin?” diye kadın bağırmaya başladı. Hemen kapıdan zayıf bir çocuk girdi.
–Efendim, Şeki Anne!
–Ocağa çalı çırpı koy, bozo ısıtalım. Odun getir başımın belası, git hemen!
Yüzü sarılık hastası gibi sararmış; bir deri bir kemik kalmış Kökö, verilen emri yerine getirmek için burnunu çekerek ve koşarak dışarıya çıktı.
Biraz sonra bozo süzgeci hazır oldu. Çalı çırpı da getirildi. Şeker, çam ağacından yapılan kovada kaynamakta olan bozoyu başka kovaya da doldurdu:
–Lanetli seni hiçbir şeyi beceremezsin! Süzgeci tut diye çocuğu azarladı.
Çocuk burnunu çekerek kadının yüzüne korku dolu bakıyordu.
–Canı çıkasıca! Şu burnunu iyice bir temizlesene! Kadın öyle sert bakıyordu ki o anda gözünde ok olsaydı onu atıp çocuğu öldürebilirdi. Boyu devrilesice!
Kökö, omuzlarını içine çekip, gözlerini suçlu köpek yavrusu gibi kıstı. Gribe yakalanmıştı galiba. Boynu başı kirli, kolları tırnakları morarmış, saçları, tüyleri düşmekte olan kirpinin tüyleri gibi uzamış, gözlerini kapatıyor ve kulaklarını kaplıyordu.
Zavallı çocuk bu sırada bir daha burnunu çekti ve giysisinin koluyla sildi. Vücudunun her yeri kaşınıyordu. Bozoyu ısıtmakla uğraşan Şeki Annesi’ne gizlice bakıyordu. O bakışıyla sanki “Çenesini kırsam da, bana nasıl bağırırmış.” diyordu. Şeki Annesi bu bakışı fark etmedi. Bozoyu hazırlayıp hemen evdekilere yöneldi. Dizleri yamalı olan delik pantalonunu yukarı çekti, kaşınarak eve girdi.
Şeker, birazdan yine, “başımın belası gel buraya!” diye bağırmaya başladı. Kazan yine dolduruldu. Az önce hazırlanan bozo hemen bitmişti.
Delikanlı şarkıcı değildi. Üç dört defa şarkı söyledikten sonra ağzını bile açmadı. Diğer ikisinin şarkı söylemek umrunda bile değildi. İçmekten gözleri kızarmış, birbirine bakarak ağızlarına ne gelirse konuşuyorlardı. Kökö, hâlâ ocağın yanındaydı. Ara sıra ateşe tükürüyor, bütün vücudunu karınca kaplamış gibi her yerini kaşıyor ve burnunu çekiyordu.
Aniden “Kökö” dedi Çoro, “Gel buraya bozkurdum, gel diyorum sana!” diye uyuşmuş kanlı gözlerle gülümseyerek çağırdı.
Bacaklarını sürekli kaşıyan Kökö, burnunu çekti. Kararsız bir şekilde öylece bekledi.
–Hadisene! Başımın belası! diye Şeki Anne’si öfkeyle çocuğa baktı.
Kökö, iki arada bir derede kaldı. Giderse geçenki gibi zorlayacaklarını biliyordu. Gelmiyorum dese de Şeki Anne’si ona sert sert bakıyordu. Çocuk, “Bu kurnaz bıyıklı adam ne yapacak acaba!” diye düşünüyordu.
–Bu düşüncelerle Kökö, geliyorum, diyerek Çoro’nun yanına yaklaştı.
–Kabaca otur! dedi. Çağırınca hemen gelmediği için çocuğa kızıyordu.
–Ne…
–Otur! Otur! deyince “Niye hemen oturmuyorsun?” diye Şeki Anne’si maşa ile çocuğun omzuna vurdu.
Kökö, ses çıkarmadı. Yavaşca omzunu silkti. Dizini büküp yere oturdu. Çocuğun cesareti ve uysallığı Çoro’nun hoşuna gitti, yumuşadı. “Bozkurdum benim.” diyerek kâseyi çocuğun ağzına doğru kaldırarak “iç”, dedi. Kökö, önceden de bozonun tadına alışmıştı. Önce iştahla içmek istedi, ama ne der diye Şeki Anne’sine baktı.
–“Sümsük, içeceksen iç, içmezsen defol git! Allahın belası haram!” dedi Şeki Anne’si.
Çoro yüzünü öfkeyle buruşturdu, iri cüssesiyle çocuğa bakıp çocuğun üzerine doğru yürüdü.
–İç dediğim zaman içeceksin! Yoksa seni yumruğumla ezerim. Tamam mı! İç diyorum sana!
Her taraftan azarlanması çocuğu kızdırdı.
–İçmeyeceğim! İçmezsem dövecek misiniz! diye suratını astı.
–İçeceksin! diyerek kara bıyıklı Çoro, daha da sertleşti.
–İçmeyeceğim!
–Hey, çocuk büyükler iç derse iç! Bozo seni yer mi, yoksa öldürür mü? diye seslendi peynir gibi sarı adam.
–Allah belanı versin haram! İçersen belanı iç! Çık dışarı! diye Şeki her zamanki gibi bağırıyordu.
Kökö, suratını asarak kâseyi eline aldı ve kimseye bakmadan bir nefeste bozoyu içip bitirdi. Hiç konuşmadan dışarıya çıkmak üzereyken Çoro, çocuğun pantalonunun paçasından yakaladı. “Dur, şimdi kurdum! Hiçbir yere gidemezsin. Kâsemi bitirdin, bedelini nasıl ödersin?”
“İşte böyle yapacağını biliyordum senin!” der gibi Kökö, Çoro’ya nefretle baktı.
–Gideceğim! dedi.
Bozoya doyan şarhoşlar eğlenmek istiyordu. Kökö’nün olması bunların işine yaradı. Çoro’nun aklında çocuğu sızlatarak dövmek yoktu; ama biraz sinirini bozup dalga geçmek istedi.
Çoro, bıyıklarını bükerek; “Hadi bakalım, nasıl ödeyeceksin, ya parasını kabul edip Şeki Anne’ye borcunu yavaşca ödersin ya da beş matek[3 - Kafaya parmakla vurmak anlamına gelir. (Ç.N.)] yersin? Ne dersin?” dedi.
–He he he… Büyük burunlu adam kahkaha atarak ağzındaki tükürüğünü sildi, “içtikten sonra öde!” diye gülüyordu.
–Gel! Eğ şöyle kafanı!
Kökö, şaşırıp kalmıştı. Yüzünde acınası bir ifade belirdi. “Gerçekten… ben şimdi bunların karşısında ne yapmalıyım! Şeki Anneme bu kadar parayı nereden bulup vereyim; matek yersem de kafam şişer, acır.” diye düşünüyordu.
Onlar da bir sürü avcıyla karşılaşmış tilki gibi, ne yapacağını şaşıran çocuğun çaresizliğine bakarak dalga geçiyorlardı. Konuşmaları çocuğu korkudan tir tir titretiyordu.
Kökö, umutsuz gözlerle Şeki Annesi’ne baktı ama Şeki Annesinin onu umursadığı yoktu. Aksine elindeki uzun kepçeyi kazana batırıp bozadan bir yudum alıp tadına baktıktan sonra:
–“İyi oldu, kafanı eğ şimdi. Ne olacak sanki! Beynin mi darbe alır, sende beyin mi var!” diyerek Şeki de diğerlerini destekliyordu.
–“Bıraaak!… Bıraaak!.. pantalonum yırtılacak” dedi Kökö. Çoro’nun elinden kaçmaya çalışıyordu.
–Bıraaak!
Bir anda onun eski pantalonunun paçası yırtıldı. Bir parça kumaş Çoro’nun elinde kaldı. Ansızın Kökö’nün bacakları sızladı. Şeki Anne’si elindeki kepçeyi çocuğun bacağına fırlatarak:
–Pantolonu yırttın eşek! derini mi giyeceksin? diye Şeki Anne’si bağırdı! Kökö’nün omzuna vurarak Çoro’nun karşısına itti. Abilerinin şakasını anlamayan haram!
Körkütük sarhoş olan Çoro, çocuğun kafasını koltuğun altına alarak birkaç defa matek attı.
–Ha ha ha… Saçlarını uzatmayıp kesseydin ya! İyi olurdu, engel oluyor ha ha ha…
–Gel şimdi sıra bende diye sarışın adam, Kökö’ye doğru yöneldi.
Kökö, torbaya kapatılan kuş gibi zıpladı. Rastgele her şeyi tepip kaçmaya çalıştı. Sonunda bacakları bağlı ipini koparan oğlak gibi kaçtı. Hiç kimse onun bu kadar sinirleneceğini düşünmemişti… Herkes gülmekten yere yattı. Kökö’nün gözyaşları sel oldu. Gözlerinden yaşla beraber içindeki nefretini de çıkardı. Adamların kendilerine, yakınlarına, bütün sülalelerine tek tek sövmeye başladı. Ortalık aniden buz kesti.
–Ne yaptım ben size! diye ağlayan Kökö, Çoro’ya bir daha sövdü.
–Sen niye büyüklerine laf ediyorsun, ulan? diye büyük burunlu adam, çocuğu bacağından tutup “kendinden büyüklere dil uzatmaya utanmıyor musun?”
Şeker de bir yandan bağırdı! Bana bırakın der gibi eliyle işaret etti. Onun bakışlarında “çocuğa biz takıldık, suçluyuz” diye bir düşünce yoktu.
–Sus şerefsiz! Babanı gösteririm şimdi sana!
–“Ha… Gösterirsin.” diye Kökö de inat etti çekinmedi. Babama laf etme! Senin gibi ayyaş değil! Ayyaş!
Çoro, çocukla tartışırsa rezil olacağını fark etti. Sahte tebessümle Kökö’nün babasına laf edip, çocuğu ezmeye başladı.
–Ne, baban benim borcuma mı kefil olmuştu? Baban kimsesiz yerlerde tabutu gömülmeden kaldı, kefensiz gitti, etini kuşlar yedi, gözünü kargalar deldi. Sen ne diyorsun, lanetli yetim!
Kökö, “Ha seninki doğru, sen bilirsin.” diye Çoro’yu destekledi…. Başka cevap bulamadı. Kökö’nün kalbi yandı, kül oldu. Eğer gücü, kılıcı olsaydı Çoro’yu yüz bin defa parçalardı, o zaman bile kini bitmezdi.
–He he… Babam diyor yine. Çoro, sadece bunları diyebildi. Göz açıp kapanıncaya kadar eski bir kerpiç yüzüne ok gibi çarptı, gözlerinden ateş çıktı sanki. Kerpiç kazandaki bozoya düştü. Bozo yanındaki Şeker’e sıçradı. Şeker masallardaki cadıya dönüştü sanki, bağırarak yerinden kalktı. Ama Kökö, çoktan kaybolmuştu ortadan.
Kökö, babası askere gittiğinde annesinin karnındaydı. Babası Yusuf savaşta öldü. Annesi Ayım, askerden kalan tek evladına yel bile dokundurmadan büyüttü. Okula da verdi. Ne yazık ki “oğlumu okutup büyütsem…” diye hayal eden zavallı annesi, amacına ulaşamadan dört sene evvel hastalıktan dolayı vefat etti. Böylece bir ailenin yalnız sevimli evladı olan “Kökö yetim!”, “Kökö yetim!” diye adlandırıldı. Akrabaları çocuğu Şeki’ye verdiler. O zamanlarda Şeki üçüncü kez evlenmişti. Taş-Kömür’de kalıyordu. Bir gün “Kökö’yü kimsesizler yurduna götüreceğiz.” diye hoca gelmişti. Şeker ikna olmadı.
–Allah Allah, siz ne diyorsunuz! Kököm yetim değil, babası öldüyse babası gibi eniştesi var; annesi yoksa anne gibi cefâkâr ben varım! Sokakta kalmaz! diye hocayı göndermişti. Kökö’yü de ikna etti.
–Gördün mü? Seni yetimhaneye götüreceğim, diyor. Yetimhanesi yerin dibine girsin! Orasını ben iyi bilirim. Kimsesizleri toplayıp hepsini hırsız yapacaklar. Bitanem, ben seni onlara nasıl vereyim? Eğer ben yokken bir daha gelirlerse “gitmem!” de. Hepsine küfret! Tamam mı? Yeter, o şerefsizlerin okuluna da gitme! Okuyanları görüyoruz, okuyup bitirenler de işsiz geziyor. İyisi, sen ev işlerini yap.
Kökö’nün kaderi böylece çizilmişti. Şeker, aslında çocuğu olmayan bir kadındı. Çocuk sahibi olamadığından dolayı mı yoksa huyundan dolayı mı bu sene de yazın eşi ile ayrıldı. Abisinden kalma eski eve taşınalı üç ay oldu. Milletle beraber kolhozda da çalışmıyordu. Bozo satıp geçiniyordu. Şimdi de Çoro diye birisinin ilgisini çekmekte olduğu gerçekti, ama evleneceğini Çoro hiç belli etmiyordu. Şeker’e laf atıp bozo içerdi. Köydekiler ona maden işçisi diyordu. O, Taş Kömür’e giderse hiç çekinmeden kolhoz adamıyım diye övünür, ter dökmeden kazanmayı sever, çalışmaktan kaçardı. Bazen de gizlice tüccarlık yapardı. İşte Çoro böyle birisiydi. Bir yere dikili ne ağacı ne de evi vardı. Derviş gibi hep gezer, dolaşırdı.

2
Göçe yetişemeyip çölde kalan aksak tay gibi olan yetim Kökö, tek başına yol kenarındaki ağacın altında oturuyordu. Sanki büyük bir işi başarmış insan gibi iki bacağını uzatmıştı. Bazen derin nefes alarak suratını asıyor, bazen çocukluk hayalleri ile neşeleniyordu. Anne gibi cömert sonbahar rüzgârları esiyor, ağaçlardaki sarı yapraklar dallarından ayrılıyordu.
“Hani dövmeyeceğim demişti! Döversem babamla evleneyim. Yemin ediyorum, demişti. Göreceğim babasıyla evlenir mi?” diye çocuk her şeyi hatırlıyordu. Yüzünde üzüntüsü belli olmasa da içi hüzünle doluydu. Bu kavgalar onun için alışkanlık haline gelmişti. Teyzesi hep Çoro’nun tarafını tutuyor, başkasına bozo değil hatta suyu bile bedava vermiyordu. Şimdi ise Çoro’ya tavuk kesip, yumurta kavuruyordu. Çoro istese ölürdü.
Bir gün Çoro, çocuğa “yakında enişte olacağım boz kurdum!” demişti. Bunu hatırlayınca çocuğun siniri bozuldu:
–Sen mi enişte olacaksın? Sana asla enişte demem!
Geçen günkü kavgadan dolayı Çoro’dan nefret ediyordu. O zaman çektiği zorlukları yetmezmiş gibi Şeki Anne’si de çocuğu kandırıp yakalamış, ağaç dalı kırılana kadar dövmüştü. Çocuk, bunların hepsinde Çoro’yu suçlu buluyordu. Şimdilik çaresiz olduğunu kabullenip hiçbir şey yapamadı.
–Dev olsan da sana gösteririm Çoro! Göreceksin büyüdüğümde seni hapse attıracağım!
Böylece kendini avuttu. Okuldan bir sürü çocuk çıktı. Kökö, onlara özenerek bakıyordu. Biraz oyalandı, sonra da:
–Rasul diye seslendi.
–Ne?
Kökö, çocuklardan arkada kalan birisine çoktan beri elinde tuttuğu bir şeyi övünerek gösterdi.
–“Baksana!” Çocuk biraz durdu ve geri döndü. Şaşıracak bir şey yoktu. Kökö’nün elinde sadece bir ip ve ucunda bir mısır bağlıydı.
–Bunlar da ne?
–Görmüyor musun? Mısırı iğne ile deldim. İpi bu delikten geçirip öbür ucuna düğüm attım. Diğer ucunu da bağladım. Şimdi bu buradan hiç çıkmaz, diyerek yaptığı şeyden gurur duydu. Sen bilmezsin bununla bacaklı balık tutacağım, dedi.
–Bacaklı balık mı olur?
–Ben bulurum. Sen aptalsın. Birisine söylersin, yoksa gösterirdim sana!
Rasul inanmadı. Öyle olsa da önceden hiç kulağıyla duymadığı, gözüyle görmediği bu ilginç şey ilgisini çekti.
–Kökö, eğer dediklerin gerçekse göster bakalım. Kimseye söylemem, yemin ederim! dedi.
Kökö, alnını kırıştırarak:
–Bırak beni, sen aptalsın. Sözünü tutamazsın dedi.
–Niçin tutmayayım, tutarım görürsün. Eğer dediklerin yalan değilse göster.
–Sen şimdi bana yalancı mı diyorsun?
Bak, gerçekten söz mü?
–Söz.
–Şimdiden uyarayım dedi Kökö. Eğer sözünü tutmazsan seni döverim dedi. Elindeki sapanın lastiğini kendine çekerek, “Heyy bak! Ben hatta küçücük kuşları bile vurabilirim! Sözünü tutmazsan seni de bununla vururum” dedi.
Rasul, iyice şaşırdı. Gerçekten de bu serserinin sinirlenirse kavga çıkaracağı kesindi. Öyle olacağını bilse de anlaşmayı bozmak istemedi. Bacaklı balığı kimse bilmiyordu, onu merak etti ve yavaşça başını salladı. Bacaklı balığı gösteremezse kendisi yalancı olur, diye düşündü. Kökö, çocuğu ikna ettikten sonra kendinden emin bir tarzda:
–“Gel peşimden.” dedi. Bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın tamam mı?
Kökö, kendisinden büyüklere “siz” diye hitap etmeyi bilmiyordu. Kendisini beğenen kimselerden nefret ederdi.
Kendisiyle aynı yaştakiler laf ederse, “bana yetim diyor” diye hemen kavga ederdi. Kafesteki aslan gibi dövüşür, sonunda da ağlardı. Bu onun alışkanlığıydı.
İki çocuk birlikte köyün dışına geldiler. Derelerden serin rüzgâr esiyordu.
–“İşte geldik.” dedi Kökö etrafına bakarak.
–“Geldik mi?” diye sordu Rasul. Kökö’nün sırrını açmak istemiş gibi. He he… Şimdi bu gölde bacaklı balıklar yüzüyordur, dedi.
–İnanmıyorsun ama şimdi şaşıracaksın! Sonra sol tarafa doğru gitti. Şurada biraz oturalım diye Kökö, yakınındaki bir yeri işaret etti. Rasul, hala hiçbir şey anlamadı. Neyse şimdi anlarız, diye içinde bir şeyler gizleyen arkadaşına bakarak oturdu.
Rasul, çok sakin bir çocuktu. Yüzü annesininki gibi bembeyazdı. Serserilikten uzak, kendi halinde bir çocuktu.
Etrafta ilgi çekecek hiçbir şey yoktu. Sazlıkla dolu tarlalar vardı. Su kenarı ise kamışla kaplıydı. Ara sıra vızıldayan sivrisinek sesi geliyordu. Arada bir saksağan ötüyordu. Aşağıdaki tepede kolhozun tavuk çiftliği bulunuyordu. Horozlar ötüyor, tavuklar ipe dizilen çamaşırlar gibi sıra halinde dolaşıyordu. Rüzgârla beraber horozun ötmesi uzaklarda yankılanıyordu.
Kökö, elindeki mısıra bağlanmış ipi kurumuş arığa bırakıp yarısını tutarak ilerledi. İp uzundu, nereye kadar yettiyse tam oraya cebindeki mısırdan döktü. İpin ucundaki mısırı ortaya bıraktı ve ipi toprağa gömdü. Sonra Rasul’e gülerek baktı.
–Şimdi görürsün!
Çok zaman geçmeden tavukların yakında olanları gelmeye başladı. Kocaman bir beyaz horoz yere dökülen mısırlarla karşılaştı. Çoktan beri sesi çıkmayan Rasul, bunları görüp gülümseyerek ayağa kalktı ve:
–Anladım! diye bağırdı.
Kökö, sinirlenerek ona bir yumruk attı.
–Otur sus!
“Oo, tadına bir bakayım.” der gibi beyaz horoz yerdeki bir tane mısırı yedi. Bulduğu şey için kendinden emin bir şekilde kanatlarını kaldırarak ötmeye başladı. Ü ürü üüü ü ürü üüü… Bir anda beş altı tane tavuk koşarak geldi. Mısırları alelacele yiyorlardı. Aralarında ip bağlı mısır tam da o beyaz horozun kaderindeymiş. Aç gözlülükten acelece yerken ipi zavallı horoz fark etmemişti galiba! İp horozun damağından geçip midesini tıkadı. Zavallı ne yapacağını bilemeyip bir o tarafa bir bu tarafa koşuyor, zıplıyordu. Hatta o uzun ipi yutmaya bile çalıştı.
Kökö, gülümseyerek:
–Görüyor musun? İşte balık elimize geçti! diyerek ipin diğer ucundan tutup horozu kendine çekti.
–Bacaklı balığın bu muydu? diye Rasul hafif gülümsedi.
–Evet! Sen ne düşünüyordun? Tarlada mısır yiyen balık mı var sanıyordun!
Kimin kime güldüğü belli değildi. İkisi de gülmekten kırıldı. Kökö, kendine güvenir bir şekilde konuşmaya başladı
– Gördün mü? Nasıl kurtulur bu! Sen bilmezsin. Kışın ben bununla serçe tutarım. Serçe çok kurnazdır; ipi görürse yaklaşmaz, mısırı alır kaçar, tekrar gelir böylece çok uğraştırır. Ben bunları Taş Kömürdeyken öğrenmiştim.
–Kökö, bu horozu ne yapacaksın şimdi!
–Sen deli misin! Ne yapacaksın diyor, işte kebap yaparım.
–Kendin mi yapacaksın?
–Başkası benim için yapar mı!
–Başka hayvanın etinden yaptırır, yersen olmaz mı?
Kökö, yarasına tuz basılmış gibi bozuldu.
–Sen orasına karışma, gördün mü yeter!
Rasul düşünerek yine sordu:
–Ya sahibi öğrenirse ne yapacağız?
–Yeter ya karışma sen, sus gevezelik yapma, gideceğiz işte.
Köyün etrafından dolaşarak Şeker’in evine geldiler. Evde kimse yoktu. Taş ocağın yanında yıkanmamış bir bozo kovası yatıyordu. Ocakta kazan var, içinde bozo doluydu. Soğusun diye bırakılmıştı. Yakınında üç dört tavuk geziyordu. Bozodan kalan parçaları yiyip bitirmişler galiba! Aç gibi gözükmüyorlar.
–Eeeh baksana! Şeki Annem size mi hazırladı bozoyu, sarhoşluktan ölmek mi istiyorsunuz? diye bağırarak Kökö tavukları kovdu. Tavuklar hemen kaçışarak ortadan kayboldu. Koşturmaktan yorgun düşen ve nefesi tıkanan Kökö, koltuğunun altındaki horozu avlunun karanlık bir köşesine sakladı.
–İşte horozu sakladım. Kanatlarının üzerine taş koydum. Öyle yapmazsam kaçabilir. Gel bakalım. Şekiannem evde-miymiş.
Tam kapının önüne geldiğinde Kökö’nün yüzündeki neşe kayboldu. Aniden suratını astı. Zavallı çocuk yavaşça iç odanın kapısına yaklaştı. Sessizce içerideki sesleri dinledi.
–Şeki Anne, acıktım dedi korkulu ses tonuyla.
İçeriden fısıltı sesleri geliyordu. Biri erkek galiba, kalın bir ses geliyordu. İçeride bir erkek karartısı gördü. Kısa bir süre sonra karartı ayağa kalktı. İçerideki fısıltılar kesildi. Kapı açılınca Şeki Anne’sinin ağzından masallardaki ejdarha gibi zehirleri çocuğa doğru saçıldı.
–Karnına karayılan girsin! Ölümünü göreyim senin! Rafta kâsede yemek var, ye sümsük! Sonra hemen odun getir bozo hazırlayacağız!
Arkadaşının yanında kursağından dolayı azar işiten Kökö, biraz üzgün üzgün oturdu. Sonra hemen kâseyi eline aldı. Ne yapsın ki zavallı, açlığa dayanılır mı? Mısırdan yapılan carma[4 - Bir içecek türü. (Ç.N.)]iyi hazırlanmamıştı. İçinde büyük mısır parçaları geziyordu. Yetim Kökö, ağzını doldurarak yudumladı ve Rasul’a sundu.
–Al, iç!
İçinde koskoca mısır parçaları olan, bozulmuş gibi gözüken carmaya Rasul, şaşkın şaşkın bakarak:
–Bunu nasıl içerim?
Kökö’nün ağlamaklı gönlüne, arkadaşının iğrenerek konuşması zoruna gitti. Rasul, onu yudumlamak bile istemedi, iğrenç buldu. Kökö, iğrenmeyi bırak ona muhtaçtı. Niçin? Çünkü o hem yetim, hem öksüz! Kökö, içten ağlıyordu. Belli etmemek için bir daha carmadan içmek istedi; ama kalbindeki gözyaşları dışarıya çıktı, kâseye şıp şıp damlıyordu. Elindeki kâseyi bıraktı. Bu acılara daha fazla dayanamadı zavallı yetim. Midesi bulanan insan gibi dışarıya koştu.
Kökö, öylece kimseyi umursamadan avludaki horozu aldı. Horoz hep ötüyordu. Bu durum sinirli Kökö’nün hoşuna gitmedi. Horozu duvara vurdu. Sesi hemen kesildi. Ağlayarak köyün dağ tarafına doğru koştu.
Rasul, ne diyeceğini bilemedi. Peşinden bakakaldı. Nereye gidecekti. Bu soruya cevap vermek zordu. Peşinden bakmakta olan Rasul, nereden bilebilirdi ki… Hatta Kökö kendisi bile bilmiyordu böyle olacağını… Kökö’nün düşündüğü tek şey kalbini yaralayan bu kavga ve küfürlerden uzaklaşmaktı. Kökö yüreğine çöreklenip kalan bütün kirleri bir an önce temizlemek ister gibi bütün gücünü bacaklarına vererek koşup duruyordu.

3
“Bu çocuk nerede kaldı? Geç kalıyor acıkmıştır.” diye fısıldayarak Saragul Teyze merakla bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. “Bu kadar zamandır nerelerde kaldı? Ders bittiğinde orda mıydı? Niye beraberinde getirmedin Rayımcan?” dedi.
Rayımcan, bu kadının tek oğluydu. Öğle yemeğine gelmeyip onu meraktan öldüren torunu Rasul ise Rayıncan’ın en büyük oğluydu.
–Anne, derse hazırlanacağım, oyalama lütfen! Gelir birazdan… Ben son dersten çıktığımda çocuklarla geliyordu.
–Geliyorsa nerede peki? Kadın meraktan yerinde duramıyordu. Dışarıya çıktı. Evden biraz uzaktaki arığa kadar gitti. Köyün etrafına baktı. Yok, hala yok! Gelirsen gösteririm sana!
Güneş, bebek gibi gülümseyerek, ateşi sönmüş alev gibi dağın arkasındaki yuvasına doğru iniyordu.
Saragul Teyze, köydeki seslere kulak kabarttı. Kimi keçi güdüyor, kimi de ineklerini otlatıyordu. Nerelerden geldiği bilinmeyen bir köpek eniği havluyordu. Köyün bir tarafında anne babasından uzaklaşmadan kendi bahçelerinde çocuklar kovalaşıyordu. Kadın ne kadar dikkatini vererek dinlese de Rasul’dan haber verecek bir ses duyamadı.
–Taştan, sen benim Rasul’umu görmedin mi? Dersten sonra eve gelmedi, hâlâ yok.
–Görmedim teyze, çocuk işte, bir yerlerde oynuyordur.
–Gelseydi… Acıkmıştır çocuk! diye fısıldayan kadın, Rayımcan’ın yanına geldi.
–Oğlum kağıdını sonra yazarsın. Rasul’u arasana, güneş battı.
Rayıncan ağzını bile açmadı. Kalemi kağıdın üstüne bıraktı. Kalpağını giydi; gitmek üzereyken dışarıdaki odada yemek pişirmekte olan Şirin’in sesi geldi.
–Neredeydin sen!
Saragul Teyze gelininin kiminle konuştuğunu fark etti ve sinirlenerek suratını astı.
–Neredeydin sen? Acıkmışsındır. Allah belanı vermesin senin!
–Buralarda… Oynadım…
–Yemek yiyip sonra oynasan olmaz mı?
Biraz sonra üstünde bembeyaz örtülü yemek masasının etrafında tüm aile akşam yemeğine oturdu.
–Anlat oğlum neredeydin, ninen çok merak etti. Az kaldı bizi evden kovacaktı.
–Oynuyordum.
–Bu saate kadar oynanır mı hiç! Eve gelip yemeğini yiyip, nereye gittiğini söyleyip gidemez misin?
Rasul, açıkça konuşmadı. Yoğurda ekmek batırıp yiyordu. Babası ikinci defa sorduğunda o, biraz düşündükten sonra:
–Kimseye söyleme demişti. Yetim Kökö öyle dedi. Bugün onunla oynadım dedi.
Rayım güldü.
–Beraber oynadığımızı kimseye söyleme! dedi. Öyle mi?
–Hayır.
–Ee nasıl o zaman?
Bu sorular ne tesadüfen sorulmuş ne de Rasul’dan şüphelendiğinden dolayıydı. Öğretmen baba her zaman oğluna nereye gittiğini, neler gördüğünü sorar, sonra o gördüklerine karşı bakış açısını ve düşüncelerini öğrenir, yanlış düşüncede ise onunla hemen konuşarak düşüncesini ve bakış açısını değiştirirdi. Babasından hiçbir şeyi gizlemeyen, yalan söylemeyen Rasul, şimdi de dayanamadı. Kökö ile yaşadığı bütün olayları ayrıtılarıyla anlattı. Sonunda:
–Annesi çok kötü biri, ona beddua etti. Sonra Kökö ağlayarak… Rasul devamını getiremedi. Kökö’ye acıyan çocuk, babasına baktı.
–Baba sen kimseye söyleme tamam mı? Ben söylemem diye söz vermiştim.
–Aptal mısın oğlum sen! Gizlediğin şey bu muydu?
Ninesi çocuğun saçlarından okşayarak
–Sıpam benim sıpam…
Oğlunun ricasına Rayımcan hemen cevap veremedi.
–Hmm öyle miymiş? O simsiyah kaşlarını çatarak biraz düşündükten sonra şöyle dedi:
–Demek öyleymiş, konuşmak lazım! Çocuk bunu alışkanlık haline getirirse iyi olmaz. Yoo, bırakması gerek çocuğun bunu!
–Oğlum, tamam kimseye söylemem; ama sen yarın gelirken Kökö’yü eve getir tamam mı?
–Tamam baba.
Rayımcan Öğretmen, beş altı senedir köyde çalışıyordu. Orta yaşlı dolgun birisiydi. Onun yüzünü sert gösteren şey yüzündeki kesik izdi. Ama korkutucu bir şey değildi. O yirminci asrı titreten kanlı savaşın izi…
–Uyuyor galiba…
Kökö, etrafına bakınarak kapıya yaklaştı. Kapı da üstelik ses de çıkardı.
–Bu ne böyle horoz gibi ötüyor. Yere batasıca lanet! Siniri bozuldu.
–Göreceğiz şimdi bir daha bana takılırsan taşla kafanı kırarım! Kendi kendine konuşarak kapıyı açtı, içeri girdi.
Odanın içi ılık ve karanlıktı. Horr horrr… diye sessizliği bozarak birisi horluyordu. Bunun kim olduğunu Kökö iyi biliyordu.
Kökö; beddualardan, kavgalardan, küfürlerden bayağı bıkmıştı. Eve girmeye yüreği dayanmıyordu. Ama onun uyuyor olması Kökö’yü canlandırdı. Hemen aklına karnını doyurmak geldi. Hiç düşünmeden kendine tanıdık olan raflardan bir şeyler atıştırmak istedi.
Kökö, kör gibi iki kolunu öne uzatarak ayaklarıyla yolu ölçüyormuş gibi yavaşça gidiyordu. Aniden ayağını bir şeye çarptı. Şaldır şuldur ses çıktı. Ayağına takılanın boş kova olduğunu fark etti. Yere düştü. Gürültüden dolayı horultu sesi kesildi.
–Kedi girmiş pis git! Lanetli git! diye ses geldi içeriden.
Kökö, olduğu yerde donakaldı. Sesin kesilsin, Şeki Anne uyanmadan yat zıbar! Büyürüm, büyüyünce bakalım, bana takılabilecek misin?
Şeker, yerinden kalkmadı. Horr horr… diye horuldamaya devam etti.
Şimdi Kökö, biraz rahatladı. Kökö, başka bir şeye çarpmayayım diye iki elini yerde gezdirerek ilerledi.
Kökö’nün eline bir kova değdi. Kökö’ye bu tanıdık geldi. Bunun içinde her zaman hazır olan bozo olurdu. Üstü tabakla kapatılmış tabağı yavaşça yere koydu. Bozonun ekşi kokusu acıkan çocuğun hoşuna gitti.
–Oh yaşasın! Kökö, kovayı iki eliyle kaldırarak içmeye başladı. Karnı ağırlaşıp doyduğunu fark ettiğinde kovayı yere bıraktı. Ne bu böyle, ekşi, diye kovaya baktı. İçtiği bozo değil de bozo hazırlamak için yapılan malzeme imiş; ama buna üzülmedi. O, nasılsa karnını doyurduğuna sevindi. Yerinden kalkıp duvara yaslanarak biraz oturdu. Susamışım, lanetli yaşlı horoz! Galiba eti sertmiş diye kendi kendine konuştu.
Kökö, dün akşam kamışla dolu tarlaya gelince beyaz horozu kesti. Çalı çırpı yakarak ateşe tuttu. Derisi yanmış bile olsa eti pişmemişti. Bundan dolayı Kökö, eti çiğnese de yiyemedi.
Yerin dibine girsin! Kökö, ağzını açarak esnedi, uykuya daldı. Aç haliyle hemen bozo malzemesini yediğinden midir nedir! Yorgunluk bastırdı. Mışıl mışıl uyudu.
–Rahatça uyumasına bak! Bu ses Kökö’nün şirin uykusunu böldü. O, iki avucuyla yüzünü tutarak yatıyordu. Uykulu hâlde gözünü aralayıp kapadı ve koltuk altını kaşıdı.
–Yazıklar olsun sana! Neredeydin akşam serseri?
Gelmiş, nereye gidecekti ki zaten… Kökö, yavaşça gözünü açtığında karşısında rüyasında görse korkacağı Şeki annesi duruyordu.
Kökö, cevap vermek bir yana, onun yüzüne bile bakmadı. Yerinden kalkıp; yüzüne, ellerine bulaşmış toprakları sildi, esnedi.
–Ne, dilin mi kesildi lan! Şeker çocuğu itti. Git su getir ırmaktan. Yıkanacağım ben!
Dünkü sulu bozo malzemesi açlığını daha da arttırmış içini kavuruyordu. Kökö, dayanamadı.
–Şeki anne acıktım…
–Şuna bak, daha horoz bile ötmeden acıktım diyor. Senin karnında kara yılan mı var? Git su getir! Bozo hazırlayacağız, yudumlarsın o zaman.
Dünden beri bu zavallı, bir parçacık mısır ekmeği ve bir parça yemekle duruyordu. Bu hâlini bilen Şeki Anne’sinin umrunda bile değildi. Onunla hakkını tartışacak değildi Kökö. Yetimde ne hak var ki… Çaresizlik içindeyken nasılsa onu Şeki büyüttü. Ağzını bile açmadan kovayı eline alıp, dışarıya koştu.
Doğu tarafındaki güneş etrafı aydınlattı. Uzaklarda kervan çeken pamukçunun göçü gibi bembeyaz dağlar, yemyeşil ormanlar, dümdüz dereler, sararmış tarlalar ayna gibi görünüyordu.
Kökö, öğle vaktine doğru yol kenarındaki arıktaki suya ayaklarını sallayarak oturdu. Buraya geldiğinde kendini daha özgür hisseder; gönlündeki hüzünleri, Şeki Anne’sinin kaba davranışlarını da unuturdu. Hayaller dünyasına girer, kendince oynar, neşelenirdi. Uzaklarda, eski kuşağına okul çantasını asarak gelen Rasul gözüktü. Kimsesizlikten sıkılan Kökö, onu görünce neşeyle:
–Aferin sana! Geldin mi! Yine bacaklı balık tutarız. Sen şimdi bacaklı balığın kebabını da dene bir bakalım! Rasul, hiç cevap vermeden:
–Kökö, gel benimle. Babam seni çağırdı, kanuşacağım diyor, dedi. Kökö şaşkın şaşkın baktı:
–Ne konuşacakmış baban? Yoksa sen dünkü olayları mı anlattın lan!
Rasul, açıkca cevap veremeden sakin bir ses tonuyla: “Gelsin… konuşacağım” dedi diye seslendi.
–Haa seni mal! Gerçekten söyledin mi! Yoksa senin babanın benle ne işi olabilir!
–Sadece konuşacağım diyor, gelsene!
–Biliyorum sen hepsini anlatmışsın, hani söz vermiştin! Kökö’nün içi yandı. Dur sana göstereceğim, diyerek Rasul’un omzuna vurarak onu yere itti.
–Ahh ah! diye Rasul acıya dayanamadan bağırdı. Aniden yere düşen Rasul’un da siniri bozuldu, çizmesiyle Kökö’nün dizlerine tepti. Ben senden korkar mıyım hiç! Kökö yalınayaktı yarasına tuz değmiş gibi dizlerinden ateş çıktı. Kökö’nün eski alışkanlığı tuttu.
–Dur sana göstetirim şimdi yumruklaşmayı!
İkisi de bırakmak istemedi. Yumruklaşmaya başladılar. Kökö, daha uzun boylu olduğundan dolayı Rasul’un kafasına omzuna vurarak boynunu eğmeye çalışıyor, Rasul onun bacaklarına, böbreklerine hiç sakınmadan vuruyordu.
–Ha yaramazlar, şunlara bakın! Yoldan geçen Taşıbek Amca, eliyle işaret ederek koşa koşa geldi. İkisini iki kolundan tutarak ayırdı:
–Hayvanlar! Neyi paylaşamıyorsunuz! Ayrılın hemen!
–Hırsız! Bu hırsızı babam çağırmıştı. Gelmezsen gelme manyak! Ha seni… diye küfür ederek Rasul, yere saçılan kağıtlarını topladı ve evine doğru gitti.
Kökö, yumruğunu göstererek bakakaldı.
–Bir daha buradan geçemezsin! Erkeksen geç de sana göstereyim!
–Kiminle yumruklaştın haram yetim! diye Şeker de ortaya çıktı.
Kökö, ona bakamıyordu. Çünkü eski gri renkteki elbisesi her yerinden yırtılmıştı. Şeki annesi görürse “kaybolan bıçağım altından yapılmıştı” der gibi kavga etmesine hiçbir şey demese bile elbise için telaşlanacaktı. Kiminle kavga ettiğini merak eden Şeki, diğer çocuğa bakarak Kökö’nün elbisesini fark etmedi.
O, ortalıktan uzaklaşmakta olan Rasul’e el sallıyordu.
–Dur ey çocuk! Dur gel buraya! Rasul durdu. Şeker onun yanına gelmeden önce Rasul, şikâyet etmeye başladı.
–Oğlunuz serseri, kavgacı kendi başladı yumruklaşmaya.
–Ne diyorsun sen?
–Babam çağırmıştı, benimle gel! Demiştim, hemen kavga başlattı. Dün kolhozun bir horozunu çaldı.
–Eee sana ne! Şeker, çocuğu suçlu bularak elleriyle yakaladı. Senin de baban ölürse yetim kalırsın. Tavuk değil, hatta koyun bile çalarsın!
Ne var bunda ne olmuş! Yetim olduğu için mi eziyet veriyorsun! Sen de yetim kal bakayım görelim!
Rasul, şaşırarak “eziyet etmiyorum o, kendisi…”
–Ne kendisi… O, yetim… Yetimle kendini bir tutma.
–Hırsızlık yaptı o…
–Karışma sen! Onun satın alacak babası yok!
–Söyleyeceğim hırsızlığını…
–Söyleyeceğim diyor yine, yazıklar olsun sana!
Rasul’un ödü koptu. Korkudan evine doğru koştu. Şeker, elinde ne varsa Rasul’a fırlattı. Ağzına gelen her şeyi konuşuyor, beddua ediyordu:
–Allah belanı versin senin! Yetim diye eziyet ediyor mal! Dur serseri. Yine anlatacakmış herkese, senin karnını yarıp ateşe sokarım! Şeker, çocuğun peşinden geliyordu. Rasul, ağlaya sızlaya evine koşarak geldi. Torunu görünce Saragul Teyze şaşırıp kaldı. Bütün olayları detaylarıyla öğrendikten sonra gülümseyerek oğluna baktı. “Çocuk işte buna bile ağlıyor.” dedi.
Rasul’un saçlarından okşayarak:
–Yeter artık, koskoca adam oldun basit bir şeye bile ağlıyorsun, yakışır mı sana? Kendin başlatmadın mı kavgayı?
Rasul, ağlayarak konuştu:
–Yoo, ben başlatmadım, o kendisi başlattı. Babamın çağırdığını söyledim, yumruklamaya başladı. Annesi de taş attı, kovaladı.
–Şuna baksana çocuğun ödünü koparmış. Ben onu bir göreyim derisini başına geçiririm. Şerefsizler! Kadını bembeyaz yüz rengi, kırmızıya döndü. Öbür taraftan Şirin seslendi:
–Evet, doğru diyorsun anne. Niçin kovalıyor ki! O başkasının çocuğuna takılmayıp, kendi yetimine sahip çıksın!
Bir bakışla Rayımcan “Sen de yangına körükle gitme!” diyerek Şirin’i susturdu. Sonra annesine yavaşça anlatmaya çalıştı.
–Bırak anne, ne olur kovaladıysa, beddua ettiyse… Bir şey olmaz ki, annesi kavgacı olursa oğlu da şımarık olur. Karışma bu olaya. Çocuğun hakkını savunursan çocuk alışır ve arkadaşı sert davranırsa anlatır, ağlar.
–Rayım diyorum, Saragul Anne eliyle oğlunu iterek konuştu. Tamam, çocuğa bir şey demiyorum. Onlar zaten şimdi yumruklaşırsa birazdan unutur oynar; ama o kadının ne işi var bu ortamda!
–Sıkma canını anne. İyilikle kötülüğün barışması iyidir. Sonra konuşuruz onunla.

4
-Babası geliyor…
Karşı tarafta acele ile gelmekte olan Rayımcan’ı görünce Kökö’nün ödü yerinden kopacakmış gibi oldu. Ama belli etmeden inatla duvara yaslanarak durdu. Sapanına taş koydu. Çocuğunu savunup beni döverse ben de durmam!
Rayımcan, yakına geldiğinde durdu:
–Annen evde mi Kökö! Nasılsın? dedi.
Kökö, inat ederek hiçbir cevap vermedi.
–Kökö sana diyorum! Annen evde mi?
–Hayır!
–Nereye gitti?
–Misafirliğe gitti.
–Tamam o zaman gel konuşalım! diye gülerek seslendi Rayımcan.
“Beni kandırıp yakalamak istiyor.” diye düşünen Kökö, sahibine darılan köpek gibi uzaklaşmaya başladı.
–Ha, sana inanıp gelir miyim! Döversin sen kandırıp!
–Hayır, dövmeyeceğim oğlum gelsene! Dur… dur kaçma…
Kökö, ne yapacağını şaşırdı. Üstelik “dur” demesi “kaçsan da kurtulamazsın!” der gibi geldi. O, alelacele koşarak biraz uzaklaştıktan sonra sapan ile taş attı.
–Kovala şimdi!
Mısır tanesinden biraz büyük taş fırlayarak Rayıncan’ın ceketinin kenarına değdi.
–Ya Kökö!
–Sen, beni kandıramazsın gelmem! Kandırarak sonra… Ha, diye suratını asarak yerden eline ne geçerse ona atıyordu. Bir an tezek attı. Rayıncan’ın kulak kenarından geçti. Rayımcan’ın durmaktan başka çaresi yoktu. Şimdi ne yapacaktı? Hem şaşkınlıktan gülüyor, hem sinirleniyordu. Kökö, onun korktuğunu düşünerek “bana yaklaşamazsın.” der gibi sert sert bakıyordu. Elindeki büyük taşı yukarı atıp tekrar tutup oynuyordu.
–Gel buraya yavrum, gelsene! diye Rayımcan kibarca konuştu. Baban en iyi arkadaşımdı, sen kime çekmişsin? Çağırsam da gelmiyorsun. Hayvan gibi kaçıyorsun. Korkma ben çıldırmış değilim! Bak gelmezsen üzülürüm.
Deminden beri bu adamın konuşmasında merhametten başka bir şey yoktu. Hem de babasını tanıyormuş.
–Gerçekten babamın arkadaşı olmuş mudur… Yoksa yakalar döverdi. Kökö’nün yüzünde biraz yumuşama belirdi.
–Mmm… Ya kandırıyorsa… Yoo o zaman ben, onun kafasını taşla kırar, kaçarım!
Rayımcan yavaşça yaklaşarak gülümsedi.
–Gel kaçak, diye alnından okşadı. Kökö, kafese konulan aslan gibi zıpladı. Rayımcan, onu okşayarak sakinleştirdi.
–Aslanım benim! Aslan gibi zıplayan yetimi baba merhameti ile kendine çekti. Gel benimle eve!
Kökö başını yere eğerek:
–Şeki Annem azarlar, dedi.
–Gel, gel yavrum. Bir şey yapamaz, onunla kendim konuşurum!
Tertemiz oda. Duvara Türkmen nakışları işlenen kilimler asılmıştı. Penceredeki vazoda bir adet gül duruyordu. Sara-gül Teyze evin bir köşesinde oturuyordu. Ortada bembeyaz örtülü yemek masası vardı. Öğle yemeği zamanıydı. Evdeki herkes buradaydı.
–Buyur misafirim çekinme! diye Rayımcan, Kökö’ye güler yüzle baktı.
Geldiğinden beri Kökö, çekinerek hiç bir şey konuşmadı. Mavi renkli çiçek resmi olan büyük bir tabakta pilav getirildi. Bir iki kaşık yedikten sonar Kökö, karnı tok gibi çok yemedi. Ama pilavın tadı çocuğun midesini canlandırdı. İştahı açıldı. Eğilerek kimseye bakmadan aceleyle yemeye başladı. Oturan herkes şaşkın şaşkın bakıyordu. Onları bile fark etmedi.
Rasul, bir şey diyecekti; ama babası işaret parmağıyla dudaklarını kapatarak onu susturdu, konuşturmadı. Saragül Teyze kendi kendine:
–Zavallı acıkmış diye dudaklarını kıpırdattı.
Kökö, yemeği çok hızlı bitirdi. Dudaklarını yalayarak herkese baktı. Ne yapsın zavallı! Bedava pilav ısmarlayan bu aileye nasıl teşekkür edeceğini bilmiyordu.
–Çay ister misin? Buyur sıcak sıcak iç! İyi gelir, diyerek Rayımcan kendi uzattı.
Tavşan kanı gibi kıpkırmızı, mis kokulu, şekerli çay… Çaydan sonra Kökö, terlemeye başladı. Sanki bütün bedeni eriyordu.
–Rasul, havluyu getir, Kökö’ye ver, dedi Rayıncan oğluna.
Babasının sözünü yere düşürmeyen Rasul, hemen kalkıp kendisi yıkandığı zaman kullandığı temiz havluyu getirip Kökö’ye verdi.
Su gibi akan terden çaresiz kalan Kökö, bir taraftan burnunu da sürekli çekiyordu. Gökte ararken yerde bulmuş gibi Kökö, havluyu hemen aldı. Yumuşacık bir havluydu. Zavallının hayatı boyunca böyle bir şey yüzüne dokunmamaştı. Sadece Kökö’nün değil, Şeki Anne’sinin de yüzüne böyle bir havlu dokunmamıştı.
Rasul gülerek:
–Vay bee! Kökö, kazanın karası gibiymişsin. Bak simsiyah oldu havlu, dedi.
Rayımcan oğluna sertçe baktı:
–Vayy seni hayvan ne olmuş! Kökö, birazdan yıkanırsa senden de beyaz olur, diyerek oğlunu şakayla karışık uyardı. Kökö’nün omzuna elini koydu.
Burada Rayımcan Kökö’yü avutmasaydı, havluyu Rasul’un yüzüne atarak koşarak gideceği belliydi. Kökö, kibar konuşmasına sevinerek öyle yapmadı. Rayımcan’ın dedikleri doğruydu. Yıkanırsa bembeyaz, tertemiz olurdu…
Kökö, evdeki eşyalara yavaşça baktı. Sonra morali yükseldi ve konuşmaya başladı: “Şey o zaman annem vardı, pilav, mantı, güçbara (yemek türü) yapıyordu, çok çok lezzetliydi. Hmm babam mı, babam nasıl bir insandı acaba hiç bilmiyorum… Babam kesin çok yakışıklı, güçlüdür. Keşke şimdi babam olsaydı… Çoro gibilerin onunu da döverdi. Babam olsaydı, Çoro bana hiçbir şey yapamazdı. Şimdi babam yok diye bana takılıyor. Yetim diyor, eziyet ediyor.
Tam o anda gözüne karşıdaki büyük ayna ilişti. Kökö, bunu fark etmemişti bile. Her şey gözüküyormuş. Hiç fark etmemişti. İşte en önde annesiyle ninesinin ortasında kendinden emin bir şekilde şık giyinen Rasul oturuyor. Ya Kökö? Giysisi her yeri yamalı, elbisesinin tutacak yeri kalmamış, yırtılmış. Sanki sokak köpeği…
Merhametli ev sahiplerinin ısrarlarına rağmen bir daha Kökö, yemek yemedi. Ne lezzetli pilav ne de sıcak çay çekmedi canı. Zavallının kalbini acımasız bir el sıkıyordu sanki. Gözleri doldu. Ne yapsın zavallı kirli elleriyle gözyaşlarını sildi.
–Ağlama yavrum! Neden ağlıyorsun? Sen koskoca adamsın artık, yakışır mı sana! diye Rayımcan, çocuğun göz yaşlarını peçeteyle sildi ve çenesinden tutarak başını kendisine çekti.
Saragül Teyze de kendi kendine fısıldıyordu.
–Kalbinde derdi olanın gözü yaşlı olur derler. Zavallının anne babası hayatta olsaydı derdi bilir miydi küçük çocuk! Şeki adlı teyzesi akılsızın teki. Bu öz kardeşinin zavallı evladını kendi çocuğu gibi merhametle büyütse olmaz mıydı?
Zavallı yetimin bütün dertleri deniz dalgaları gibi içine sığmıyor, çıkmak istiyor, gözyaşlarına dönüşüyordu. Zaten kendini zor tutuyordu. Kadının acıyarak konuşması onun kendini tutamamasına neden oldu. Ağzını eliyle kapatarak ağladı. Biraz sonra derin nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı.
Sonra derin bir hüzün dolu sessizlik odayı kapladı. Çocuğun derin derin soluk almasından başka bir ses çıkmıyordu.
Burada hırsızlık hakkında konuşulmaz, yetim çok alıngan birisi galiba… Hemen konuşulursa zoruna gider. Hem de bir defa anlatmakla çocuk akıllanmaz ki… Hatta bir daha konuşmaz kaçar. Bunları çok iyi anladı Rayımcan. O, nasılsa öğretmendi.
–Evet, çocuğa yavaşça anlatmak lazım. En önemlisi çocuğa iyi bakılırsa hırsızlığı bırakır…
Sofrayı kaldırdılar.
–Rasul! diye seslendi Rayımcan. Kökö’nün saçlarını ıslatmaya yardım et! Bayağı uzamış keselim tamam mı Kökö?
Rayımcan geçmişi hatırladı. Kökö’nün babası Yusuf-la beraber savaşa gittiklerini, gözünün önünde öldüğünden bahsetti. Yaşlı Saragül Teyzenin gözleri doldu:
–Ya Rabbim, nice yiğitler vefat etti o kanlı savaşlarda. Sen onların kabrini nurla doldur!
Şirin de içinden bir daha kocasına o kara günleri yaşatmasın diye Allah’a yalvarıyordu…
–Ne dersiniz, bizim çok çocuğumuz da yok. Babasından kalan yalnız zavallı yetimi biz evlat edinsek nasıl olur! Rasul ile kardeş gibi büyür. Artık kimseye saldırmazdı.
–Çocuğun kendisi ne der acaba! dedi Saragül Teyze.
Rayımcan:
–Rasul… Rasul… diye dışarıya seslendi. Rasul, hemen koşarak geldi.
–Efendim baba.
–Oğlum Kökö nerede?
–Gitti.
–Ne… Nereye gitti? Yoksa sen bir şey mi dedin ona? diye Saragül Teyze torununa baktı.
–Yoo hiç bir şey demedim. Saçlarını yıkayalım demiştim, kendisi böyle beni pis mi buluyorsun? diye söverek gitti.
Rayımcan, yüksek sesle:
–Git, hemen bul, getir! dedi.
Arığın kenarlarındaki otları kurnaz birisi kesmiş, tepe gibi bir yere toplamıştı. Üstelik arıktaki sudan dolayı otlar nemli ve yumuşak idi. Kökö, yalın ayak olsa da kilim gibi geldi bu otlar. Kökö’nün yüzünde üzüntü vardı ve çok düşünceliydi. Rasulların evlerinin olduğu tarafa baktıktan sonra otların üzerine oturdu.
–Ooo pamuk gibi…
Otları gelin gibi eğdiren serin rüzgar esiyor… Her taraftan bal arılarının vızıltısı geliyordu. Yakın bir yerde yuvası mı var yoksa! Arığın öbür tarafındaki kocaman kayısı ağacında kuş ötüyordu. Şüpheli bir şey görmüş gibi ara sıra Kökö’ye bakıyordu. Bir bal arısı geldi ve Kökö’nün dizlerine kondu. Kökö, sinirlenerek onu eline aldı ve parçaladı. Zavallı arı parça parça olup yerde yatıyordu.
–Şuna bak, az kaldı beni ısıracaktı.
Sonbahar güneşinin son ışıkları çocuğu ısıtıyordu. Uzun zamandır hiç böyle sıcak, lezzetli yemek yememişti. Karnı doyunca uykusu geldi. Ağzını açarak esnedi ve düşünmeye başladı.
–Mm… Gerçekten o amca babamın dostu olmuş mu, beni evine davet etti, pilav ısmarladı, şekerli çay… Oğlunu dövsem de bir şey demedi. Rasul’a da aferin babasına anlatmamış. Rayımcan amca çok iyi birisiymiş. Peki, benim babam… Babam çok iyi birisidir eminim… Canım babam, anneciğim… Canım annem…
Çocuk uykulu gözlerini zorla açıyor, annesini hatırlıyordu. O an, aniden Rasul, koşarak çıkageldi. Uyumamış olsaydı Kökö:
–Hey Rasul nereye gidiyorsun alelacele? diye sorardı. Ama hiç ses çıkarmadı.
Rasul, Şeker’in evine geldi. Penceredeki her zamanki eski şapka yerinde değildi; biraz hava alsın diye asılmıştı. Rasul, gizlice bakarak pencereden içeriyi dinlemeye başladı. Evin içi mağara gibi karanlıktı. Sadece bir insanın yüzüne ışık çarpıyor, o da Çoro idi. Şeker’e bakarak şakalaşıyor, bazen de laf atıyordu.
–Nasip olursa ilkbaharda gelir. Orman kolhozunda çalışırım. Ormanda bekçilik yapacağım. İşi çok kolay, sadece atla gölgelerde gezersin, çocuk oyuncağı. Sen de ev işlerine bakarsın. Yetimine de iş bulunur, meyveleri toplar.
Çoro’nun sesi biraz alçaldı. Şeker cevap verdi; ama onun yüzü gözükmüyordu. Rasul, ne konuştuklarını dinlemeye devam etti. Çoro, bıyıklarını bükerek… Konuşmaya devam etti:
–Ya da Özbekistan’a gideriz, bir kolhoza gidip ben çoban olurum. Koyun güderiz. Özbekler hayvanların semizliği, büyük küçüklüğü, yağ peyniri ile ilgilenmez, sadece sayısı gerek onlara. O zaman sen Şeker gerçekten zengin hanım olursun. Yetimin koyunları güder. Ben şehirleri gezerek ticaret yaparım. Semiz koyun, çuval dolu hayvan derisi, peynir, yağ satarım. Ooo Şeker, bir düşünsene o zaman biz paraya gömülürüz!
–O, Şeker canım… Çok güzel yaşarız çok güzel!
Helal kazançla para kazanılmaz mı hiç? der mi Şeker… Tam tersine onun dediklerine ikna olmuş gibi sessizce oturdu, dinledi. Kendisine boyun eğdiği için Çoro, daha kendinden emin bir şekilde konuşmasına devam etti…
Burada Kökö yok galiba, hiç sesi çıkmadı. Rasul, Kökö geldi mi diye sormaktan çekindi. Geçenki olaydan sonra Şeker’den korkuyordu. Rasul, kamışlı arık kenarlarındadır diye düşünerek yürüdü. Kamışlı derelerin arası gölgeymiş. Dünyayı su basmış gibi hiç ses gelmiyordu. Kızıl kumlu dar bir etek gibi kimsesiz tarlalar… Aniden “aauuu” diye bir ses çıkarsa Rasul’un, “anneeeee” diyerek kaçacağı kesindi. O etrafına bakınarak ürkek adımlarla yavaşça yoluna devam etti. Bir zaman sonra bir ateş yakılan yerle karşılaştı. Odun parçaları, tavuk bacakları yerdeydi. İki tane el yapımı şiş de vardı. Rasul, birileri onu takip ediyormuş gibi telaşla yerdeki şişlerden birini eline aldı. Haa, geçenki zavallı horoz bu şişe takılmış diye düşündü.
Peşinden birileri geliyormuş gibi aceleyle tepeye çıktı. Sanki Kökö’yü düşündüğü yerde bulabileceği düşüncesiyle yoluna devam etti.
–Rasul, diye arkadan ses geldi. Hemen peşine bakınca arık kenarındaki Kökö’yü gördü, çok sevindi.
–Kökö, diye yanına koşarak geldi.
–Seni arıyordum, aradım… Aradım… Hiçbir yerde bulamadım. Babam getir, demişti.
Kökö, bunun babası ne bana böyle yapışıyor der gibi baktı.
–Babam seni sevdi, gelsin diyor. Hadi gidelim!
–Niye?
–Hiç öylesine konuşacağız, yemek yiyeceğiz. Kökö esneyerek, -Yemek mi, etli mi?
–Ben bilmiyorum. Annem bilir, dedi. Rasul, Kökö’nün yüzüne bakarak şaşırdı.
–Ya senin yüzüne ne oldu?
–Arı soktu, diyerek Kökö, sol tarafındaki kaşının altını kaşıdı. Baksana çok acıyor, şişmiş mi?
–Bir şey olmaz. İlacı var, babam hemen iyileştirir.
–Öyle mi, çok güzel o zaman! diye Kökö, gülümsedi.
–Rasul, gel biraz oynayalım, sonra gideriz. Ben sana harika bir oyun öğreteceğim. O-O-o sen bu oyunu öğrenirsen okuldaki bütün çoçuklar peşinde olur.
–Nasıl oyun, geç kalmaz mıyız?
–Çok yakın zaten, gecikmeyiz. Sen bilmiyorsun da Taş-Kömür’de Rus çocuklar çok.
–Biliyorum ben onları.
–Ama sen onlarla oynamadın ki… Ben onlarla çok iyi arkadaştım. Rasul, şaşkın gözleri ile Kökö’ye baktı.
–Ooo Rus çocuklar zekidir. Ağaçtan kılıç yaparlar. Yarısı beyaz yarısı kırmızı olarak iki takıma ayrılarak oynarlar. Oyun çok ilginç olur. Sadece bunlar değil, onların silahları da var. Okları kibritten atınca ses de çıkar. Sonra şey… Onlar çok zeki yaa… Rasul şaşırıp kaldı.
–Bir defa yazın biz de babamla Taş-Kömür’e gitmiştik. Mağazaları gezerken silah gördüm. Babamdan satın almasını istemiştim. Bugün silah tutan yarın eşkiya olur, diye almadı.
–Niye almadı? Niçin?
–Öylesine… Sana gerekmez diyor.
Niçin almadığının nedenini ikisi de bulamadı. Öylece ikisi de sustu.
–En azından kılıcımız olsaydı… Neyse tamam.
Kökö, kalkıp kamış odunlarından iki tane getirdi ve uzun bir kol kadar iki dayak yaptı.
–Al bu senin olsun, bu da benim. Hadi ikimiz saldıralım birbirimize.
–Tamam, diye Rasul gülümseyerek Kökö’nün omzuna dayakla yavaşça vurdu. Acıdı mı?
–Bak şöyle yapacaksın. Kökö, zıplayarak arkaya çekildi. Bir bacağı önde birisi arkada sanki saldırmak üzere duran horoz gibi duruyordu. Gördün mü böyle duracaksın. Şimdi istediğin yere kılcınla vur…
“Şunun bacağını bir acıtayım.” diye düşünen Rasul, kılıcını Kökö’nün bacaklarına doğru vurdu. Ama Kökö, hemen kılıcıyla karşılık verdi.
–Ha, şimdi kafama vursana! Hadi hadi çabuk! diye Kökö kendinden emindi.
Rasul, ne kadar uğraşsa da vuramadı. Kökö hemen kılıcıyla savuşturuyordu.
–Vayy be! diyerek Rasul şaşırdı. Gerçekten hiç yakalatmıyorsun…
Ama görmediklerin çok daha…
Kökö gülümseyerek:
–Böyle kendini koruyacaksın. Ben korunurken sana saldırırım, dikkat et! dedi.
–Hadi başla!
Kökö gülerek Rasul’un kılıcını itti ve kılıcıyla karnına doğru iki defa vurdu. Rasul, karnının acısına dayanamadan yere oturdu. Kökö, amacına ulaştı galiba, gülüyordu.
–Ne, acıyor mu? Bir şey olmaz alışırsın. Ben de yeni öğrendiğimde Vovka adında bir arkadaşım boynuma, bacaklarıma vurmuştu, sızlatmıştı. Öğrendikten sonra benden kaçıyordu kendisi.
–Bırak ya kötü bir şeymiş bu. Hadi şimdi gidelim! Kökö, bak babam geliyor şurada. Bak bizi gördü.

6
Üçüncü gün olmak üzereyken akşamleyin Şeker, Kökö’yü aramaya başladı. Elbisesinin iki kolunu dirseklerine doğru sıyırmış, başında şalı da yoktu. Her gün omzuna zorla inen renksiz sarı saçlarını da toplamıştı. Kendisi de sarı olduğundan sarı renkteki elbisesi de hiç yakışmamıştı. Dikildiğinden beri ütü diye bir şeye dokunmamış bile. Ayakkabısı topuksuz olsa da bir tarafına eğilmişti. Dikilen yerleri gözüküyordu, eskimişti artık. Şeker:
–Hey Rayıke! diye seslendi daha eşiği atlamadan. Gezgin yetim burada mı? Gezer salak salak, nerede karnı doyarsa oraya gider. Allah canını alsın!
Rasul, bu bağırıp çağıran kim diye merakla dışarıya çıktı. Şeker’i görünce hemen geri döndü.
–Hoşgeldin bacım! Evet, Kökö burada, buyur içeriye gir! Rayımcan, her zamanki gibi kibarca karşıladı.
–Yok, Rayıke ben gideceğim. Gezgini götürmeye gelmiştim.
Rayımcan, biraz düşündükten sonra:
–İyi ki gelmişsin, üzülme bacım; ama bu çocuk bizde kalacak! dedi. Sen gelmişken çocuk hakkında konuşalım.
–Ne demek bu Rayıke! Şeker şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben öz kardeşimin çocuğunu başkasına verir miyim? Bu kardeşliğe sığar mı? Yok, ben öyle yapamam hiç…
–Bacım, sen çocuğa iyi davranmıyorsun, okula da göndermiyormuşsun. Taş-Kömürdeyken seni uyarmamış mıydım? Uyarmıştım tabi… Neyse eskileri hatırlamakla bir şey kazanamayız. Çocuğu şimdiden doğru tarafa yönlendirmemiz gerekiyor. Şeker, sinirlenmeye başladı.
–Bu da nereden çıktı! Ben evladımı bırakır mıyım hiç! Götüreceğim, kimsesiz değil ki! Kökö neredesin gel buraya! Senin derini yüzerim! Hemen çık! Allah canını alsın senin!
Kökö, Şeker’in sesinden kediden korkan civciv gibi duruyordu. Sarıgül Teyze elinden tutarak getirdi.
–Teyzesi işte Kökö! diye Rayımcan çocuğun alnından okşayarak kendine çekti. Rasul’dan eksik görmem. Kendi çocuğum gibi büyütürüm, dedi.
Şeker çocuğu ilk bakışta fark etmedi. Çünkü sadece üç gün önce dövdüğünde bile kendisinin iğrendiği pis yetim değildi artık Kökö. O, bugün tamamen değişmişti. Ayağında siyah deriden ayakkabı, başında bembeyaz kalpak vardı. Bembeyaz gömleğiyle siyah pantalonu da şık duruyordu. Beti benzi tertemizdi. Uzamış tırnaklarını, uzayan saçlarını da kesmişler, saçlarındaki pisliklerden iz bile kalmamıştı.
Şeker, çocuğa nefret dolu gözleriyle sanki çocuk değil taş bile olsa çiğneyecek kadar sertçe bakarak konuştu:
–Şuna bak! Canın çıksın senin! Çıkar üzerindekileri. Çıkar şimdi. Hemen giymiş! Baban giysi için mi öldü senin!
Kökö, hiç haraket etmeden bunun gibi kaba bir kadını ömrü boyunca ilk defa görüyormuş gibi Şeker’e sertçe baktı ve dışarıya çıktı. Çocuğun kendisini önemsememesi Şeker’i daha çok sinirlendirdi.
–Allah belanı versin! Ne yüzünü çevirip gidiyorsun! Gel buraya! Gel diyorum sana!
–Niye bu kadar kızıyorsun kızım? diye Sayragül Teyze seslendi.
–Kardeşlik böyle mi olur? Baksana bu zavallı çocuğa ne kadar eziyet etmişsin! Bu senin evlat edindiğin tek yalnız çocuğundu. Bu zavallıya ne günler yaşattın… Zavallı annesi hayattayken nasıldı! Zavallı çok zorluklar çekmiş. Ayıp ya ayıp, kardeş çocuğuna böyle davranılır mı hiç! Yine “evladımı bırakmam.” diyor. Yüzsüz kadın, utan biraz utan!
–Benden zorla mı alacaksınız çocuğu? Gözünde oku olsa Rayımcan’ı vuracak gibi baktı! Doğruymuş, ben seni mutlu ederim diye çocuğu kandırıp teyzene ev işlerinde yardım et, diye göndermedin mi sen! Sen ne biçim birisin! Senin gibi öğretmenlerin çocuğunu gördüm! Hiçbir şey gelmez elinden!
Oğluna laf ettiği için Sayragül Teyze dayanamadı:
–Ne diyorsun sen! Dilinin kemiği yok diye ağzına geleni konuşma yüzsüz! Kocanın seni niye bırakıp gittiği belli! Ne evin ne eşin var senin! Hepsi bu yüzsüzlüğünden dolayı! Ayıp sana!
–Ne olur anne, şununla tartışma! diye annesini durdurdu Rayımcan, yere bakarak düşünerek konuştu:
–Bacım sen o kadar panik yapma! Kavgadan eline bir şey geçmez! Ben çocuğun kendisiyle anlaştım.
–Nasıl anlaştın! Seni kurnaz!
Kadının konuşmaları Rayımcan’ın umrunda bile değildi. Sanki onun konuşmaları zehir gibi, anne sütü gibi tertemiz kalbine sıçrıyordu. Şeker’e ara sıra bakarak konuşmasına devam etti.
–Ne yapacaktık bacım! Çocuğu eğitmeyi başaramadın! Elinden gelmiyormuş. Çocuğu önceden kimsesizler yurduna gönderseydik daha iyi olurdu… Şimdi ne oldu! Okulu bıraktırdın, arkadaşlarından geride kaldı.
Yer altı suyu yeryüzüne çıktığı zaman ayna gibi tertemiz olur. Suyun gözü çamur olursa su bulanır, kir olur. Bacım anlıyorsan çocuk da temiz su gibidir. İyi eğitmezsen adam kimliğini alamaz. Öylece kötü yollara gider. Sen bu çocuğa terbiyeyi değil, hırsızlığı öğretmişsin!
–Haa! Senin niye böyle merhametli gözükmek istediğini anladım. Babasız yetim diye memleket bu çocuğa biraz para verirse sen o paralara sahip çıkmak istiyorsun! Şeker’in bu dedikleri Rayımcan’ın boğazına kadar geldi ama “eteksiz insanın rüyasına bez girer” atasözünü hatırlayarak gülümsedi.
–Bacım bana bak! Bu dediğin benim aklımdan bile geçmedi. Benim tek isteğim çocuğu eğitmek, adam olmasını sağlamak. Babasını tanırdım, çocuk sokakta kalırsa iyi olmaz. Paraya gelirsek benim paraya ihtiyacım yok. Onlar memlekette kalsın.
–Oğlum o birazcık parayla memleket zenginleşir mi? Bırak şu alsın! Tartışma bu yüzsüzle, dedi Saragül Teyze. Rayımcan suratını asarak konuştu:
–Hayır, memleket o paraları kimsesiz çocukları büyüyene kadar harcayasınız diye veriyor. Bunun gibilerin boğazına gitsin, diye değil. Bacım sen yaşlı, kuvvetsiz filan değilsin. Kendi emeğinle kazan, bozo satarak geçinmeyip herkes gibi çalış. Diyeceklerim bu kadar.
Annem doğru diyor. Memleket az bir parayla zengin mi olur? Tamam, paraları sen al! Çocuk bizde kalsın, deseydi Şeker, ses çıkarmadan sevinerek giderdi. Şimdi ne yapacağını bilemedi. Kendini tutamadan deli gibi Rayımcan’ın yakasına yapıştı:
–Öldür öldür beni! Yazıklar olsun sana!
–Ayıp sana şerefsiz! diye Saragül Teyze araya girdi.
Rasul’un ödü koptu, etrafa bakarak ağlamaya başladı. Kökö, duvara yaslanarak duruyordu, dayanamadı galiba koşarak gelip teyzesinin eteğinden çekti.
–Yeter yeter artık! diye bağıran yetimin yüzü kıpkırmızı oldu. Şeker, masallardaki cadılar gibi Kökö’yü elinden tutarak yere düşürmek üzereyken Rayımcan, kolundan tuttu.
–Bırak artık Şeker! diye kendini zorla tuttu. Şimdi saygı ortadan kalkmadan evine git. Nasılsa sen bir bayansın, hem de bacımsın. Yerinde bir erkek olsaydı… Kavgayı uzatmayalım. Bilirsin bu kavgaların sonunda mahkemede çocuğun kendisine sorarlar.
–Gelmem seninle, gelmem… diye bağırarak Kökö, şu cadıdan uzaklaşmak istemiş gibi içeriye girdi… Beni dövüyorsun, beddua ediyorsun, git ben seninle gelmem. Git…
Gürültüden dolayı evin etrafındaki herkes bakıyordu. Çoktan beri ortalıkta gözükmeyen Çoro, geldi:
–Kardeşim birisinin evladını alma hakkını sana kim verdi?
Rayımcan zaten Şeker’in, bağırıp çağırmasından dolayı zor dayanıyordu. Bunun konuşması da üstüne geldi.
–Şimdi sıra sende mi! Sen burnunu sokma! Sus sen, konuşma lan!
–Sen kimsin ki beni susturacaksın?
–Sana ne! Senin gibi tüccarların çoğunu hapse attırırım. Duydun mu sen! Seninle yarın konuşuruz!
–Bakarız… Bakarız!
–Zavallı yetime eziyet veren kimmiş acaba! Bakarız kim olduğuna… bakarız.
Bir anda Taşıbek Amca geldi.
–Rayımcan bu ne kavgası?
–Öylesine Taşıke, Yusuf’tan kalan evlat vardı ya… Onun tartışması işte, diye Rayımcan suratını asarak konuştu.
–Biliyorum. Geçen de senin oğlunla yumruklaşırken durdurmuştum onları. Ne oluyor şimdi?
Çocuğun tarafının haklı olarak kavga çıkardığını düşünmüştü yaşlı adam… Olayın nedenini Saragül Teyzeden öğrendi. Biraz düşünerek oturduktan sonra şöyle bir şey söyledi:
Atı zayıf diye yola bırakma
Adamı,
Su olan nehirde ağaç büyür.
Ölmeyen kul hayvan bulur.
Mal bulana dek
Akraba dostlar elden gider;
Ot olmayan çöllere,
Ot çıkarsa bir gün;
Tay bile geçemez.
Yoksulun fakirin hayvanı olursa,
Koşturursa da göçe yetişmez.
Evladım, bu eskiden kalan hikmet… Bunu herkes anlayamaz. Zaman dediğin bir göç misali… Şimdi evladım yetimi göçe geciktirme. Sana teşekkürden başka diyeceğimiz yok.
Aksakalın konuşmaları Rayıncan’ın düşüncelerini daha derinleştirdi. Kaynana ile gelinin de gönlünü neşelendirdi. Saragül Teyze sevinçle Rasul ile Kökö’yü birbirine sımsıkı sarılttı:
–Kurbanınız olayım, siz bugün kardeş oldunuz! Bu aksakal amcanız gibi sarı dişli, yaşlı olunuz. Ömrünüz uzun, yolunuz uğurlu olsun! diye dua etti. Sonra Kökö’yü Şirin’in tarafına geçirdi. Şirincan oğlunun alnından öp! Öp canım!
Şirin, gülerek gel yavrucuğum! der gibi iki kolunu Kökö’ye doğru uzattı. Anne merhametini özleyen zavallı Kökö’nün gözleri doldu, tereddüt etmeden Şirin’in göğsüne başını koydu.

İNSAN OLMAK İSTİYORUM

Kurbanın olayım ana vatan! Karşıla beni doğduğum yer! Mavi gökyüzü, pamuk gibi beyaz dağları dolaşan bulutları, kendi evinin içi gibi tanıdık, göz alıcılığına vurulduğum benzersiz ülke. Yüksek dağları, yemyeşil dereleri, şırıl şırıl akan suları kendi evin misali… Havası da mükemmel, gönlünü neşelendirir. Anne sütü gibi mis kokuyor. Ben üniversite sınavına giderken buğday daha yeni toplanmaya başlamıştı, şimdi samanlar tepe gibi yığılmış, ürünler ambara yerleştirilmiş; mısırlar, ceviz, elma, üzüm, vişne ağaçları dallarını yere eğmiş, toprak bereketini bol bol veriyordu.
Eski okul çantam elimde, mısır tarlalarının kenarından geçerek yanında bir dut ağacı bulunan kırmızı evin kapısına yaklaştığımda babamla yüz yüze geldik. Beni görünce donup kaldı.
–Gel oğlum! diye bana heyecanla seslenerek beni baştan aşağı süzdü.
Bu sırada içeriden annemin sesi duyuldu.
–Asıl mı? Yavrucuğum!
İkisi de beni ortalarına alarak öpüyor, okşuyordu. Beni baba ve anne merhametiyle sevdiler. Annem aceleyle başımdan su dolaştırarak yere döktü ve eve aldı beni.
Evin içi bana değişmiş geldi. Duvarları alçak, pencereleri küçücük, içi karanlıktı. Tabanın köşelerinde örümcek ağları, her yerden çürümüş küf kokusuna benzer bir koku geliyordu.
–İşler nasıl, diye sordu babam yanımda otururken. Az önceki neşeden yüzünde hiçbir iz kalmadı. Kötü haber bekliyormuş gibi suratını asarak bana tekrar baktı. Burnumu çekerek başımı önüme eğdim:
–Sınavdan geçemedim… O da… Mıktıbek de kazanamadı…
Babam hiç ses çıkarmadı. Bu sırada annem:
–Bırak artık niye suratını astın bu kadar? Okumazsa ne olur ki. Babam bunları duymak bile istemedi söylenerek dışarı çıktı:
–Ben de okuyacak, adam olacaksın sanıyordum…
Annem alnımdan okşayarak:
–Kurbanın olayım, zayıflamışsın, hastalandın mı yoksa? Babanı boşver, her zamanki alışkanlığı… Okumazsan da bir şey olmaz, yeter ki canın sağ olsun!
Annem bıçak gibi taşa çarpıp, kırılan gönlümü teselli etti. Hayal kırıklığını bir anlık da olsa unuttum. Dünyada benden mutlu insan yoktu sanki. Bana da bir teselli verecek insanın olmasından dolayı oldukça mutluydum. Kuş gibi zıplayarak annem hemen sofrayı hazırladı; ekmek ve bir kâse yoğurt getirdi. Yol yorgunluğundan sonra iştahım kesilmişti. Kuru ekmeği canım çekmedi, yoğurttan biraz yedim.
–Babanın zaten canı sıkkındı. İşten çıkarmışlar. Sonra öğrenirsin nedenini.
Babam işini canı kadar severdi. Gece gündüz demeden çalışıyordu. “Bugün aksakal Ak-su ilçesine git dedi, bugün aksakal başka kolhozo git, dedi. Oğlum, bu başkanların dedikleri kanun! Laf edemezsin, ağzını açınca işinle vedalaşırsın, koşturmazsak olur mu diye her zaman işini düşünüyordu. Başkanın gözüne girmesine rağmen milletin nefretini kazanmıştı. Bazılarının benim yanımdayken de yine geliyor kene gibi yapışır, buna fazlasıyla ödesen de rahat bırakmaz. At tezeği kurumadan gelmiş yine. Şeytanı geçer bu!” diye, konuştuklarını çok duyuyordum.
Babam sabahtan akşama kadar üzgün dolaştı. Akşama doğru atı kaşağıyla tararken başını eğerek beni yanına çağırdı.
–Ha, hangi kara teke sana boynuz vurdu, dedi kaşını çatarak.
–Diploma notların yüksekti ya! İşe yaramadı mı onlar! Bu köydeki hocalara yüz som maaş ödemek değil hatta okula yaklaştırmamak lazım. Toplanıp arkadaşlarıyla hep içki içiyorlar. Onlara verilen paralar boşa gidiyor!
Durumumu anlatacaktım, babam duymak istemedi. Kaşağıyı sert bir şekilde duvara attı. Kızdığı belliydi.
–Milletin oğullarını görmüyor musun? Sınavı geçiyor, işte hepsi üniversitede okuyor. Birisinden para alıp yerine buzağı veririm diye seni okumaya göndermiştim. Oysa sen mızmızlanıp geçmedim diye geri gelmişsin. Ne yani senin alnından öpüp geçirmelerini mi bekledin! Çabalasaydın kazanırdın. Şimdi her şeyimizi yitirdik. Senin gibiler adam oldu milletin önünde, Çokond’un oğlu bile okuyup geldi, benim yerimi aldı. Ya sen…
Babam bıkmıştı galiba, elini salladı. Artık eskisi gibi değildi. Beti benzi beyazlaşmış, gözleri kızarmış, bitkin, sakalı da uzamış, her gün tıraş olan önceki suratı yok, eziyet çekmiş gibi üzgündü.
–Bak şimdi ne hale düştük. İşten çıkarılalı bir hafta olmadan şu Orko da kolhoza yardım et deyip duruyor. Sanki Kolhoz planlama müdürü.
Benim konuşma hakkım bile yoktu. Üstelik benim gibi bir fakirin herkes gibi üniversiteyi kazanacağım diye şehre gidip hiçbir baltaya sap olmadan dönmesi bütün suçları boynuma yüklüyordu.
–Duydun mu? Çokond’un oğlu okudu geldi, bölge heyetinden saygı gördü. O gelince hemen beni işten attılar. Genç, eğitimli eleman imiş.
Gerçekten Çokond’un oğlu bir zamanlar okulun en arka sırasında oturuyordu. Yedinci sınıfı bitince Frunze’ye (Bişkek) gitmişti, maliye kolejini bitirmiş, şimdi de babamın yerini aldı. Ben hâla buradayım.
–İşi teslim ederken de bin som eksik çıktı. Öde, ödemezsen seni mahkemeye vereceğiz, diye bağırdılar. Bana kim destek olurdu, sen mi! diye önceki gibi elini sallayarak eve girdi.
–Senin adam olacağını sanıyordum…
Ben durduğum yerden baka kaldım. Ne yapacağım? Bazen ateşim var gibi bütün bedenim yanıyor bazen de üşüyordum. Başım dönüyor, sanki kulaklarım hiçbir şey duymuyor, ağzımdan bir tek kelime bile çıkmıyordu…
***
O anda gözümün önünde Frunze’deki günlerim canlandı…
Atın nalının düşeceği, kartalın yorulacağı kadar uzak bir yerde okursak, adam oluruz diye umutla geldik. Üniversitenin hukuk bölümüne dökumanlarımızı teslim ettik. Burayı bitirince hemen iyi bir iş vereceklermiş dedi Mıktı. Nerde o günler… Ben de çok sevinmiştim.
Kendimi bildim bileli üç katlı ev görmemiştim. Üç katlı üniversitenin yurdu üç yere yerleşmiş. Üniversite binası sanki Avletim dağı[5 - Kırgızistan Talas bölgesinde yer alan Talas Ala Dağları olarak da geçen dağlar. (Ç.N.)] kadar yüksekti. Başı dönmeden duvarını hangi akıllı yapmış diye şaşırdım. Bahçesi güllük gülistanlıktı. Ooo burada gelen giden herkes bilimi sindirecek galiba diye kendimizce sevindik. Arkadaşımı bilmiyorum ama ben sınava biraz hazırlanmıştım. Sonra ikimizde de öyle böyle geçeriz işte, kim hepsini ezbere bilir ki diye bir düşünce vardı.
Yurttayız.
–Baksana Asılbek gömleğim yakışıyor mu? Gelirken babam Üç-Korgon’dan getirmişti. Baksana, kolu biraz uzun değil mi, yoksa denk geliyor mu?
Kitap okuyordum, kafamı kaldırmadan “İyi’ dedim. Mıktı üzüldü galiba “Baksana” diye tekrar etti. Gece ütülensin diye yatağının altına koyarak dümdüz olan mavi pantalonunu, ipekten dikilmiş gömleğini giyinmiş, saçlarını ıslatarak sağa doğru taramış. Nakışlı cepkenini de giymiş. Köşede boğursak[6 - Kırgızlara özgü hamurdan yapılan bir poğaça türü. (Ç.N.)] yiyerek oturan delikanlı gülerek:
–Oo damat gibisin kanka! He he he…
Mıktı’nın suratı asıldı.
–Sana sormuyorum! diye sert cevap verdi delikanlıya.
Laf atacağım derken aslanın kuyruğuna basmış gibi oldu delikanlı. Bir daha ağzını açmadı, yavaşça boğursağını yemeye devam etti. Mıktı da kurnaz ya, delikanlının bu durumunu görüp “buydu işte göreceğin” der gibi kendinden emin bir şekilde bana yaklaşıp, elimdeki kitabı aldı.
–Bırak şunu bugün. Hadi gidiyoruz.
Bu sayfayı bitireyim desem de kitabı vermedi, yastığın altına sakladı.
–Yarın okursun.
–Tamam, nereye gidiyoruz?
–Şehri dolaşacağız, sigara filan içeriz, biraz kafayı dinleyelim.
Tekrar o delikanlıya takıldı:
–Sen gelmiyor musun bizimle büyük kalpaklı? Atsana artık o kurumuş boğursaklarını. Hayatında bozulmuş yoğurttan başka bir şey görmeyen zavallım! He he he…
Onun ağzındaki boğursağını yudumlayıp bir şeyler konuşmasını beklemeden kahkaha atarak dışarıya çıktık.
Akşama doğru şehir çok güzel görünüyordu. Yıkanmış sokaklar donmuş bir mavi gölü andırıyordu. Çeşit çeşit araba, trolleybuslar[7 - Büyük yolcu ya da turist otobüsleri. (Ç.N.)], otobüsler her tarafa gidiyordu. Bizim köyde Kenebay Amca arabasıyla giderken nerede bir yaşlıyı görürse selamlaşmadan geçmezdi, burada şöförlerin kimseyle selamlaştığını görmedim. Tanrı dağları kadar yüksek evler, ağaçlar da sıra ile dikilmiş, serin rüzgârda yaprakları sallanıyordu. Çiçekleri kilime yapılmış nakışlar gibi mükemmeldi. Fıskiyeleri dağ şelalesini andırarak yukarıya yükseliyor ve tekrar aşağıya düşüyordu. Fıskiye, yakınındaki yerlerin havasını serinletiyordu.
Güvercin gibi süslü kızlar, delikanlılar, bastonlu yaşlılar geziyordu. Bazıları ikişer üçer olarak hatıra fotoğrafı çektiriyordu. Bir amca bizim de fotoğrafımızı çekti. Yarın tam bu vakitte gelirsek fotoğrafımızın hazır olacağını söyledi.
Bu güzelliklerin hepsini insan kendi eliyle yapmış olsa da bunların hepsini güzel gösteren insanın kendisi aslında. Çünkü bu güzelliklerin arasında karınca gibi kalabalık halk olmasaydı bu güzel şehirlerin mezar taşlarıyla dolu mezarlıktan farkı olmazdı. İşte alın terinin meyveleridir bunlar. İlkbaharda açan kar çiçekleri gibi herkes hoş ve kibar…
Mıktı, kahkaha atarak: -Heyy neden bu kadar şaşırıyorsun diye bana yukarıdan bakıyordu. Restoran, yazısını gördün mü dostum? Bunu görmeyen adamın gözü açık gider! İçeriden gelen müzik sesini duyunca da gel hadi, içeriye bir göz atalım, dedi.
Konuşmamız baya bir uzamıştı. Oradan on, on bir gibi ayrıldık. İçeri girdiğimizdeki halimizden eser yoktu… Ne kadar dirensem de ayakta zor duruyordum. Deprem oluyormuş gibi başım dönüyordu. Soğuk hava vurunca da başım patlayacak gibi ağrıyordu. Aslında ben daha önce içki değil hatta sigara bile içmemiştim. İlk defa trende sigara içtim. Ama içince kusmak istedim, kokusu da tuhaf geldi.
Mıktı: -Kız mısın sen, iç mırıldanmadan bir şey olmaz, yerini bulur kendisi.
Ancak insan ne kadar alışkın da olsa bu içki midesine girince rahatlayamaz, hatta Mıktı bile ayakta zor duruyordu.
–Ölmeyeceksin! Alışırsın merak etme. Üniversiteyi kazanırsak, hâkim oluruz, o zaman içeriz. Herkes bizim peşimizde olur.
–Önce üniversiteyi kazanalım da!
–Kazanırız tabi, elimde babamın mektubu var. Bil bakalım babam kime mektup yazmış? O adam önemli birisi.
–Bana böyle bir şey anlatmamıştın!
–Sen benim bunları düşünmeyip yazın boş boş oturduğumu mu sanıyordun… Hadi yeni şişeyi aç da karşıma geç. He he he…
–Hm…
–Ne var lan seni de söylemiştim babama. Zaten ikimize yardım etmesini yazmıştı babam.
–Beni de mi yazdın? Şaka yapıyorsun. Ben kendime gelmeye başladım. Baş ağrısı geçti, etrafımdaki gürültüleri kulaklarım iyice duymaya başladı.
–He he… Şaka yapmıyorum, sen yengem misin[8 - Kırgızlarda yengelerle şakalaşmak yaygın bir gelenek. (Ç.N.)] sana şaka yapayım!
İşte bütün bedenim ateş gibi yanıyordu. Ne yapacağımı bilemeyip, şaşırdım. Mıktı, bana en yakın kan kardeşim, adamın hası gibi geldi.
Gerçekten Berdike Amca, dostuna inandığından dolayı yazmıştır mutlaka mektubu. Dost kara günde belli olur derler. Berdike’nin sözü yerde kalmaz. Zaten Berdike Amca da kötü bir adam değil. Sadece köy heyeti değil onu şehirdekiler de tanır, ona saygı duyarlar…
Yurda geç geldik. Mıktı, odaya girince kendi yataklarında kitap okumakta olan arkadaşlara bağırdı: -Yatsın herkes! Şimdi uyuyacağız!
Mıktı, ışıkları kapattı. Karanlıkta alelacele soyunup yatağına yattı. O anda diğer çocuklardan hiç biri buna bir şey demedi. Herkes yatmaya hazırlanıyordu. Ben karanlıkta ayakkabımın bağlarını görmüyor, çözemiyordum. Çaresizlikten kalktım ve ışıkları yaktım.
–Kardeşim arkadaşın bize hep takılıyor. Bu böyle gitmez… Babasının evi değil burası! diye bizim büyük kalpaklı dediğimiz delikanlı bana söylendi.
–Sen ne diyorsun? Dövdü mü seni? Geldi yattı, daha ne yapsın? Kitap mı okuyacaksın, git oku. Işıklar zaten açık, dedim. Mıktı uykuya dalmıştı, yoksa bu gürültüleri duymuş olsaydı kesinlikle kavga çıkarırdı. Ben o delikanlının konuşmalarını dinlemedim, üzerimi örttüm. Ama uyuyamadım. Hala aklımda Berdike Amca’nın mektubu vardı. Ne yazmış acaba! Benim hakkımda gerçekten yazmış mı? Yoksa Mıktı öylesine mi söyledi? Babamın dediklerini hatırladım: “Oğlum oku, dünyayı gör, millet tanı. Adam ol! İşte biz yarım eğitimle kaldık. Benim bitiremediğim okula sen devam et. Başkasının başımıza yönetici olmasına izin verme, kendi toplumuna baş olursun. Oğlum tekrar söylüyorum, büyük adam ol!” Babamın nasihatleri ve umut dolu sözlerinin hepsi aklımdaydı. ”Üniversiteyi kazanırsam, bitirirsem” diye düşünce dolaşıyordu kafamda. “Her durumda sözü geçen, gençlerin de yaşlıların da saygısını kazanan, hükümete değerli kişi ol!”
Gözlerimin altı kaşındı. Mıktı benden erken kalkmış da bir şeyle burnuma dokunuyor sandım. Korkarak hemen kalkıp üzerimden Mıktı’yı yere iteyim, bir daha böyle yapmaz diye düşündüm. Gözlerimi yavaşça açtım, yoktu. Güneş ışıkları pencereden içeri giriyordu. Her tarafta uçan bir sürü sinekten başka kıpırdayan canlı yoktu. Mıktı, sineklerden saklanır gibi yorganını başına kadar örtmüş, sadece saçları gözüküyordu.
Zorla başımı kaldırdım. Bütün bedenim ağırlaşmış, başım çok fena ağrıyordu. Kalkıp Mıktı’yı uyandırdım, banyoya girdim. Kafamı yıkayarak biraz kendime geldim. Döndüğümde Mıktı, hâla uyanmamıştı. Üzerinden yorganını çektim, yine de kalkmadı. Hiç bir şeyi hissetmedi galiba. Sanki bir dev uyuyordu. Bir dalga geçeyim dedim, çaydanlıktaki suyu üzerine döktüm.
–Kalk hadi!
Mıktı, elektrik çapmış gibi hemen kafasını kaldırdı.
–Deli misin sen lan! Uyuyan insana, su dökersen ödü kopar. Ne gülüyorsun? Hiç durmadan ağzına geldiği gibi bana sövmeye başladı.
–Senin şakana başlarım şimdi ahmak!
–Sövme! Seni de diğer insanlar gibi sempozyuma gitmen için uyandırmıştım.
İkimiz de hiç konuşmadan giyindik ve ayrı ayrı yurttan çıktık. Yolumuz bir olduğundan beraber sınıfa geldik. Sempozyum Rus dili üzerineydi, biz geldiğimizde başlamıştı artık. Yakalarına nakış işlenmiş ipek gömlekli adam soruları cevaplıyor, ortada dolaşıyordu. Bir iki cümleye morfolojik tahlil de yapılmış galiba, tahtada silinmeden duruyordu.
Mıktı, yanımda dikkatle dinliyormuş gibi oturuyordu. Ben de baktım ama hiç bir şey anlamadım. Hocanın anlattıkları bir kulağımdan giriyor öbür kulağımdan çıkıyordu. Ne kadar kendimi zorlasam da hiçbir şey aklımda kalmadı.
–Gidelim ya… dedi, Mıktı. Karnım ağrıyor.
–Hadi! dedim, hemen. Benim de zaten karnım çok kötü ağrıyor, başım ağırlaştığından sanki boynumu da tutamıyor gibiydim. Şapkalarımızı elimize alarak yavaşça salondan çıktık. O kadar insanın arasından hiç kimse bize “Nereye gidiyorsunuz konferansı bırakıp, kendinize faydalı olur” demedi.
Şehrin büyük mağazalarını her gün dolaşıyoruz, ama görmekle gönül doymuyordu. Bugün de bir kuruşluk bile alışveriş yapmadan sadece dolaştık. Sonunda karnımız acıktı. Ayaklarımız kuvvetsiz kaldığında çarşıdan üç soma bir karpuz alıp, bir kenara çarpıp yedik, tekrar döndük.
Mıktı önde, ceketini çıkarmış omzuna atmış, benimki elimdeydi.
–Asılbek, çok güzel bir montmuş değil mi? Cebi dışında kuşağı da vardı. Bana tam uydu, tam 48 bedenmiş ya!
–İnsanın canının istediği her şey varmış şehirde.
–Asılbek. Hani Volga geçti ya, Oo arabaya bak! Araba parlıyordu. Asılbek düşünsene, ikimiz de milletvekili olursak volgayla gezerdik. Ben gülerek cevap verdim:
–Bıraksana rüyanda bile göremezsin!
–Rüyamda mı göremem! Sen, bu milletvekillerinde bizden fazla bir şey mi var sanıyorsun. Hayır, her şey şansa bağlı, şansın varsa yükselirsin işte.
–Gerçekten de şans büyük bir şey. Ben konuşmadım.
Üstelik o milletvekilleriyle arkadaş sırdaş olmadığıma göre, o öyle, bu böyle de diyemem. Milletvekili değil hatta yanında çalışanları bile görmedim ki bu güne kadar.
–Asılbek diye seslendi Mıktı bana bakarak. Altınlar gerçek olursa parlar değil mi?
O saatler gerçek miydi sence yoksa sahte mi? Mıktı hayallerine devam etti. Biz yoldan giderken iki bin som bulursak ay ne güzel olurdu. Hemen mağazalara gidip giysi alırdık, altın saat alırdık. Ben şey… Volga da alırdım. Sen ne alırdın?
–Ben mi, ben yarısını verip üniversiteye girerdim.
–Bırak ya, deli misin, o kadar parayı üniversiteye mi harcayacaksın?
Biraz sonra daha tatlı düşünceler Mıktı’nın kalbini kapladı:
–Eyvah, dükkânda yeni asker giysisi varmış. Şu subaylar çok rahat bence; askerler görünce kıpırdamadan dura kalır. Güzel hanımların hepsi onların bence… Her şeyi bırakıp asker okuluna gitsem mi?
–General olmak lazım.
–Evet…
Hayallerimiz örümceğin ağı gibi karıştı, uzadıkça uzadı… Bir sokağın kenarındaki sigara satan yere geldiğimizde kayboldu hepsi.
Buraya gelelim, diye anlaşmadıysak da ikimiz de kendimizi birden birahanenin içinde bulduk. Bu yer eskiden bozo satan satıcının evi gibi tüm yolların birleştiği noktada bulunuyordu. İçeride boş bir masa ve iki sandalye bulunuyordu. Kalabalıktı. Bozulmuş tuzlamanın, lahananın kokusuna içki, sigara kokusu karışmış, nemli saman gibi kokuyordu. Kalabalık ve gürültülüydü. Bazıları sarhoş galiba, birbirinin dediklerini duymuyorlar, herkes her şeyi konuşuyordu. Mıktı, sevinmeye başladı:
–Oo sigara da varmış, kebap da hazırmış.
–Hadi, iki tek atalım mı? Zaten çok susadık, dedim.
–Hadi üç olsun! Biraz dinlenelim. Herkesin dinlenme hakkı var!
Böylece günler göz açıp kapanıncaya kadar yel gibi geçti… Üniversiteye girmek isteyen gençlerin sınav vereceği gün de geldi. Kalabalığın arasına karışıp sınav olacağımız binaya doğru yürüdük. Rusça kompozisyon sınavıydı, önceki tüm sınav kuralları geçerliydi. Biz yanlışlıkla başka yere gelmiş gibi hissediyorduk. Sınava girerken arka taraf daha iyi bir şeylere bakmak için dedim; ama olmadı başkalarıyla beraber ortaya oturduk. Mıktı:
–Asıke yazdıklarını elinle kapatma, birbirimize bakarak oturalım dedi. Önümüzde kısa kollu gömlek giyen delikanlı oturuyordu. Yüzünde hiç heyecan yok. Dudakları biraz büyük, siyah saçları kıvır kıvır taranmış. Mıktı, baktığından beri sadece bir defa gözlüğünü düzelttiğini hesaba katmazsak hiç yerinden kıpırdamadı.
–Bence bu genç bir milletvekilinin oğlu… Baksana hiçbir şey umrunda değil, ben geçemezsem kim geçebilir diyor haliyle… diye Mıktı çocuğa bakmaya devam etti. Bundan sonra Mıktı, ne düşündü bilmiyorum ama hemen delikanlının yanındaki boş yere kaydı. Sahibini gören köpek gibi sevinerek:
–Arkadaş şansımıza nasıl bir soru gelir acaba? Biz köyden geldik ya zorlanırız bence. Sizden bazı bilmediklerimize baksak…
Mıktı, konuşacaklarının sonunu yuttu. Hiç tanımadık birisiyle muhabbete girmek zor bir şey tabi. Ama yine de suratından belli oluyordu durumu.
Delikanlının yüzünde hiçbir değişiklikten eser yoktu. O, baştaki duruşunu hiç değiştirmeden oturuyordu.
–Tamam. Ama sakın kimse fark etmesin! Fark ederse size de bana da iyi olmaz. Mıktı, zaten zorla duruyordu, bu onun hoşuna gitti.
–Tabi kardeşim, fark ettirmeyiz!
Sınavı yapacak olan gözetmen metni iki defa okudu. Yazı tertiplerini, kurallarını tekrar hatırlattı. Korkmaya başladım.
Yazmaya başladık. Gözetmen benden de önce Mıktı’ya takıldı, her yeri beyazlamış kafasını kaldırarak iki defa baktı ve üçüncü defa baktığında o oturduğu yerden kaldırıp kıvırcık saçlı delikanlıdan uzaklaştırdı; benim oturduğum sıraya oturttu. Şimdi Mıktı, suratını asarak oturuyordu.
O günün ertesi sonuçlar açıklandı.
Duyuru tahtasına koşa koşa geldik. “İyi” ve “orta” puan alanların kâğıdına bakarak şok geçirdik. Eyvah, en azından “orta” puanların arasında adım olsaydı, umudum kırıldı. Birazdan aklımı başıma alıp adım nerede yazıyor diye bütün kâğıtlara baktım. İşte en düşük notların tam ortasındaymış. İkiz kuzu gibi Mıktı, ikimizin de adlarını aynı yere yazmışlar.
Mıktı çıldırdı:
–O soyulmuş soğan başlı kel adam benim yerimi değiştirmeseydi iyi not alırdım, bak o gözlüklü delikanlı iyi not almış. Ha seni… diye o adama küfrediyordu.
İçim yanıyordu sanki. Diğer derslerden sınavı verirsek, sonuçları iyi olursa, bunun yerini kapatır. Umutla uzak bir köyden gelmiştik.
Zavallı Mıktı canlandı bağırarak:
–Ya bari kolhozda çalıştı diye yazılan raporlarımıza baksalardı.
Çaresize yıldız ateş gibi görünür. Çaresizliğimden güzel bir hayale daldım, yel gibi geçici bulutun gölgesinde hayal kuruyordum.
–Mıktı, hani mektup vardı ya nerede kaldı, belki o bize yardım eder diye gözlerine baktım.
– Mektup mu, onu ilettim ama… diye Mıktı, suratını astı.
Dediğine göre bir şişe şampanya alıp mektubu babasının arkadaşına götürmüş, ama o adam Mıktı’yı iyi karşılamasına rağmen yardım edeceği hakkında bir kelime bile konuşmamış, hocalar bilir diye göndermiş.
–Babam adam için, bir zamanlar ne kadar çok kuzumu yemişti! Çok hakkım geçmiştir o adama! demişti. Ancak şimdi yardım etmeye niyeti yok! diye sövdü Mıktı. Sonra öğrendim ki o mektupta benimle ilgili tek kelime bile yokmuş…
Sınav kâğıtlarımızı almak için görevlilerin yanına gittik. “Siz başka sınavlara giremeyeceksiniz. Dilekçe yazın getirin de dökümanlarınızı alıp gidebilirsiniz” dedi. Sınav kâğıtlarımızı da vermedi.
Şimdi güreşte kaybetmiş gibi hayal kırıklığına uğradık, nereye gideceğimizi bilemedik. Altınımızı saklamış gibi tekrar arkamıza bakıyor, uzaklaşamıyorduk üniversiteden. Kötü diye sınav sonuçlarını birbirine anlatmakta olan insanları görünce zaten çoğu geçmemiş diye kendimizi teselli ettik. İyi not alanlar sevinçle yanımızdan geçtiğinde yaramıza tuz basmış gibi acıyordu.
Umut aslında asla tükenmez ya… Dönüp dolaşıp sonuçların yazıldığı tahtaya yine geldik. Mıktı:
–Şimdi hemen bakınca Berdikeev Mıktıbek, diye ilk sırada yazılı olsaydı keşke.
–Haline bak şunun, nasıl olup da birinci sıraya yazılırdın!
–Öylesine söyledim…
Yurda geldik. Oda bomboştu. Kitaba her zaman kene gibi yapışan büyük kalpaklı delikanlı da bugün yoktu odada. Sonuçları iyi olmuşsa gönülleri şen şehri dolaşıyordur belki. Masanın üzerinde kurumuş boğursağın parçaları, karpuzun kabuğu atılıydı. Simsiyah sinekler düğün yapıyor orada.
–Baksana mal ya bunlar, temizlemeden gitmiş, diye Mıktı sövdü. İkimiz de sus pus oturduk.
Üst kattaki odalardan müzik sesi geliyor, neşe dolu insanların kahkahaları duyuluyordu. İşleri yerindeydi galiba, yoksa böyle neşelenmezlerdi. İçim alev gibi yanıyor, dayanamıyordum. Eğer onlardan biri gelip de kendini büyük hissederse Mıktı’dan önce ben yumruklamaya başlardım.
Hala umudumuzu kaybetmedik. Rektörün odasına gittik. Bizden bıkan sekreter hanım kaba davrandı:
–Demedim mi size bugün kabul etmiyor sizi. Niye koyun gibi anlamıyorsunuz, geliyorsunuz tekrar! Konuştuklarına aldırmadan, biz hiç durmadan rektörün odasına geçtik.
Rektör alnı geniş, büyük gözlü, koskoca bir adammış. Biz habersiz girdiğimizden dolayı bize şaşkın şakın baktı.
–Hoş geldiniz gençler!
Girerken hiçbir şeyden çekinmiyorduk, oysa şimdi ağzımızda bir şey geveler gibi konuşamıyorduk. Onun yüzünün sert görünmesine rağmen merhametli sesi, insana iyilikten haber veriyordu.
–Hocam, uzak köyden gelmiştik… diye ayaklarıma baktım. Mıktı, suratını asarak sol tarafımda idi. O da benim konuşmamı sürdürdü.
–Hocam kolhozda çalıştık, raporumuz da var.
–E sonra ne oldu?
Bu soru taşla bastırmış gibi boynumuzu eğdi. Balık gibi konuşamıyorduk sanki. Ama rektör nasılsa zeki bir adammış. Biz söylemeden önce durumumuzu fark etti.
–Sınavdan geçemediniz öyle mi?
–Şeyy hocam… dedi Mıktı gözleriyle ona yalvararak bakarken. Rektör hiç bakış tarzını değiştirmeden bize bakarak konuşmaya başladı:
–Hm anlaşıldı, gençler şimdi Kolhoz’dan gelen bir sürü aday var. Demek ki gelen herkes kazanamaz. Üstelik Rus dili sınavından geçmemek bütün şansınızı kaybetmek demektir. Bunu anlamanız gerekiyor gençler. Rus dilini bilmeden üniversiteye giremezsiniz. Sizin okuyacağınız derslerin hepsi Rusça olacak. Sizi üniversiteye aldık diyelim, yine de ilk dönemde kalırsınız. Yetiştiremezsiniz dersleri. Böyle olursa üniversiteye zarar gelir. İşte bunun için daha yetenekli, bilgili olanları kabul etmemiz mantıklı bir şey olur, değil mi gençler?
Kızarmıştım. Yukarıya bakamıyordum. Rektörün her konuşması kazık gibi kafamı vurarak yere çakıyordu sanki. Gözleri ok gibi atılıyordu. Bir anda Mıktı, bir şeyler konuş diye işaret vermişçesine yan tarafımı dürtüyordu. Nasıl konuşurdum ki, hemen taşla vurulmuş inek gibi arkama döndüm. Giderken sanki rektör ayağımdan tutarak durduracakmış gibi alelacele odasını terk ettim.
Dışarıya çıktığımızda Mıktı:
– Baksana bütün kötü niyetliler toplanmış bir araya. Rektör de kendini beğenmişin biri, diye söylendi. Benim aklıma hiçbir şey gelmedi. Kaybeden kumarbaz gibi betim benzim sarardı…
***
İşte duvarları boyanmamış, hatta sıva bile yapılmamış eski küçük bir ev. Bodrumu alçak, taşları düzensiz yapılmış. Damında cadının saçları gibi kamışları gözüküyor. Boynuzu kırık boz inekle buzağı, yemyeşil otlar, ağızlarında geviş getirerek kazığa bağlı duruyorlardı. Annem ineği sağmış galiba. Zavallı ineğin kemikleri bile gözüküyordu. Babamın parasını önceden aldığı buzağı buydu işte. Parasını ödeyen sahibi istediği gün gelir götürür. Sarı tavuk beş civciviyle tepede dolanıyordu. Kırmızı horoz kanatlarını kıpırdatarak ötmeye başladı.
İnsanlar bahçesine patates, soğan, domates gibi sebzeleri ekmiş. Ama babamın sebzelerle uğraşacak zamanı yoktu. “Bizim babalarımız hiç patates matates ekmeden geçiniyordu. Onlara hiç gerek yok” diye bizim bahçeye mısır ekmişti. Arasında ürünü olanlarından olmayanları -daha çok ben üniversiteye hazırlanacağım diye- ayırmışlar, ben de gitmeden biraz toprağını yumuşatmış gibi yapmıştım. Babam kamçısını elinde tutarak hep atla gezerdi, hiçbir zaman olgunlaşamayan mısırlara bakmaya devam ediyor, annem de ev işleriyle uğraşıyordu. Hatta mısırlar sulanmamıştı bile iyice. İşte böylece mısırlar solmuş, kalanları da sararmıştı. Evin damına arılar yuva yapmıştı galiba, her tarafta dolaşıyorlardı. Bazıları tam karşına çıkagelip şaşırtıyor, vızıldamaları sinirimi bozuyordu.

2
Derin düşüncelere daldığım sırada birisi arkadan enseme vurdu. Böyle şeyleri yapsa yapsa Mıktı yapar, diye arkama döndüm. O değilmiş, Çoturmuş.
–Gel, gel.
–Hoş geldin, diye gülümsedi. Nasılsın? Geleli üç gün olmuş, bilmiyordum. Mıktı, atla dolaşıyordu. Seni sordum. Geldi, dedi. Noldu? Sınavı kazanamadınız mı?
–Geçemedik, diye yalandan da olsa gülümsedim.
–Üniversiteyi kazanmak sırat köprüsünden geçmek gibi bir şey mi?
Ne anlatacaktım ki ona… Yarama tekrar tuz basılmış gibi oldu. Konuyu değiştireyim dedim.
–Çotur, köyde kimse yok mu? Geldiğimden beri bir tek seni gördüm.
–Herkes çalışıyor, gelenler de akşam gelip sabah gidiyor. Bazıları tarlada kalır. Orda geceyi geçirip tekrar sabah işe başlıyorlar. Ben de kendi işimle uğraşıyorum. Traktörle tarlayı sürüyorum işte. Hanımım da yardım ediyor. Sabahtan akşama kadar tarladayız.
Benim acımı fark edip teselli vermek mi istedi, yoksa havadan sudan konuşmak mı istedi bilmiyorum; beni evine götürdü.
Çotur benden iki yaş büyüktü. Ama yine de arkadaş gibiydik. Bir zamanlar sekizinci sınıfı beraber okumuştuk. Asanbay, Üsönbay adlı iki kardeşi 1941’de savaşta öldü. Zavallı annesi “Oğlum, sen de askere gidip sızlatırsın beni” diyerek askere göndermedi. “Kimsenin gözüne görünmeyelim.” diye çocuğu okutmadan Namangan tarafına götürmüştü. Bir yıl sonra Taş-Kömür’e taşındılar. Çotur da tahta ambarında bekçi olarak çalıştı.
O zamanlarda Kanımkul Teyze, gelinin elinden çay içeyim, diye elindeki bütün kazandıklarını harcayıp Çotur’u evlendirmişti.
–Oğlum, kamçı sert olursa, kadın utangaç olur. Kadınlar şeytan olur. Bir defa boynuna bindi mi bir daha indiremezsin. Hanımının davranışlarına dikkat et! diye her gün Çotur’u uyarıyordu. Bu dediklerinden sonra Çotur, hanımının her adımını hesaplamaya başladı. Bu hiç annesinin hoşuna gitmez mi! Oğlundan memnundu; “işte baban da böyle bir adamdı, gözünün siyah beyazı ile dolanıyorduk, oturduğu yeri öpüp peşinden namaz kılıyorduk” diye hep anlatıyordu.
Çotur, bunların hepsini hayat dersi olarak kabul etmişti. O zaman kendisi 17 yaşındaydı. Eskilerin söylediği gibi o zamanlarda Çotur’un evlilik kurması için daha erkenmiş. Genç hanımının ondan maddi bir beklentisi yoktu. Yalnızca sevgi, saygı hepsi bu.
Bir gün Çotur işten eve gelip eşine:
–Hey, gel buraya elime su dök! Gelin hemen gelir su döker.
–Sıçratma diyorum sana. Şimdi boynuma dök.
Acele ile Çotur yıkanır, oturur yemeğini yer. Baktıgül, yanına gelir, oturur. Bir şeyler sorar, yaklaşmak ister.
–Yapışma bana! diye hanımına bağırır. Karnı doyduktan sonra, -Hey! Başıma yastık koy!
Gelin emirlerinin hepsini yapar. Dağı koparmışçasına bacaklarını uzatır, iki kolunu kafasının altına koyarak yatar. Birazdan gizlice geline bakar gülümser:
–Hey, sen beni seviyor musun?
–Ya sen, sen seviyor musun?
Çotur’un siniri bozulur.
–He, başkasını mı istiyor gönlün? Sevmezsem seninle evlenir miydim? Sen niye bana sen diyorsun? Kocasına hiç “sen” der mi insan!
Gelinin bu kabalığından dolayı suratı asıldı, Çotur biraz kibarca:
–Beni seviyorsan gel, burayı öp!
Gelin onun dediklerini şaka olarak kabul edip, güler.
–Ya ne diyorsun, nasıl bir oyun bu olur mu böyle?
–Ha anladım, demek ki sevmiyormuşsun değil mi? Bu güne kadar dediklerin yalanmış o zaman! Gerçekse hadi gel oturduğum yeri öp!
Gelin hanım yavaşça kafasını eğerek onun oturduğu beze dudaklarını değdirir.
–He he, niye düzgün öpmüyorsun? diye Çotur hanımıyla dalga geçer. İşte ben senin pirin oluyorum.
–Ne diyorsun sen! Gelin hanım başörtüsünü düzenleyip dışarıya çıkar.
–Suratını asma bana!
Bunun gibi oyunların nicesi gerçekleşir:
Çotur, bir gün yine geçenki oyununu devam ettirir. Bacaklarını gösterip “öp” der. Kirli, kötü kokulu bacağını nazik gelin nasıl öpsün ki…
–Bırak artık ne olur!
–Ha demek ki sevmiyorsun değil mi? Seversen öperdin hemen.
–Yapma, olur mu böyle!
Çotur annesinden kalma bıçağı getirip bağırmaya başlar.
–Sevmiyormuşsun!
Gelin gülerek:
–Bırak ya!
Çotur’un siniri bozulup “kamçısı sert olursa kadını utangaç olur” derler. Bu şeytan kadın, dediklerimi duymuyor, sözler kulaklarında yankılanıp inat ediyor.
–Sevmiyor musun o zaman seni keserim! diye gelinin nazik boynuna bıçağı götürür.
–Sevmiyorsan seni keserim. Kendimi de öldürürüm.
Çotur, ağzından ateş çıkaran ejderha gibi; zavallı gelin can derdinde ağlamaya başlar.
Böylece günler geçer. Yaz gelince Çotur işinden izin alır. Köye giderler. Kara-Kırın yöresine geldiklerinde araba bozulur. Çaresizce yüklerini köye getirsin diye şoföre bırakıp kendileri yürüyerek yola çıkarlar. Arkalarından atlı bir yaşlı adam gelir. Sırtında yaralı bir erkeği taşıyan sarı elbiseli kadını görünce acele ile yetişmeye çalışır yaşlı adam. Kadın alnı yere değecek biçimde eğilmiş, güçlükle adımlarını atmaktadır. Aksakal iyice yaklaşır, bin bir güçlükle sırtındaki yaralıyı taşıyan gelinle yaralı sandığı adama bakar. Çotur ise umursamaz.
Yaşlı adam yaklaştığında:
–Yavrum ne oldu? diye bakınca, üstündeki adam kadının omzundan zıplayıp gülerek kaçar. O, işte Karanazar’ın oğlu Çotur imiş. Gelin dayanamadan ağlamaya başlar. Zavallı terini silmeye bile kuvveti kalmamış, sarı elbisesinin kollarıyla yüzünü kapayarak ağlar.
–Ha seni lanetli! Yaşlı adam Çotur’a sövmeye başlar. -Bacağın kırılmış sandım, seni omzunda taşıyor muydu bu zavallı. Baban da senin gibi adamdı.
–He he şaka yapıyordum.
–Şakanla yere gir sen! Yaşlı adam sinirle atını koşturarak gider.
İşte o Çotur şimdiki bizim Çotur. O zamanlardan beri dört beş sene geçti. Baktıgül, abisinin evine gittiğinden beri geri dönmedi. Kanımgül Teyze de bir sene sonra vefat etti. Kötülük hiç yerde kalır mı? Çotur’un yaptıkları millete malum oldu. Sonuçta kendisi başvuracak yer bulamadan dolandı. Çalmadığı kapısı, çalışmadığı iş kalmadı. Dört defa evlilik kurdu. Ama hala aklını başına almadı. İnsan yaşadıklarını sonradan anlarmış. Geçmişteki olaylardan biri bahsederse yüzü kızarır, utanır.
Zayıf, boyu uzun, esmer birisiydi. Gözleri büyük, kemikleri büyük, bedeni koskoca olduğu için okuldayken o hep eşkiya rolünü oynuyordu. Ağaçtan yapılan kılıcı belindeydi, her zaman gözleriyle ters ters bakarak korunuyordu.
Söykö, bozo ısıtıp getirdi. Ben anlatılanlardan dolayı güldüğümü kendim bile fark etmemişim. İkisi bana bakakaldı. İçinden bir şey mi çıktı yoksa diye ikisi de bozoya baktı.
–Söykö Yenge! Çotukem sana tabanını öptürmüyor mu? dedim, gülerek.
– Ee Çotuken tabanını öptürmezse de omzumda taşınıyor hala diye gelin de güldü. Çotur bize gözünden ok çıkacakmış gibi baktı:
–He he. Çotur da gülümsedi, ama onun yüzünden rahatsız olduğu belliydi.
– Bırakın artık ya şu lafları, unutun. Bedelini ödeyeyim!
Onun çocuk gibi saf konuşması, kurnazlık bilmeyen davranışları beni gülmeye mecbur etti. Kahkaha atmaya başladım. Çotur, çaresizliğinden bozosunu kaşıkla karıştırmaktan başka bir şey yapamıyordu.
–Geçmiş geçmişte kaldı. Bu yengen beni omzunda taşır mı şimdi? Zavallı Baktıgül insaflı biriymiş. Hadi bozo soğumadan içelim. Çocukluğumuzdan bahsederek uzun uzun sohbet ettik. Çiftlerin morali iyi, gönüllerinde hiçbir kirlilik yoktu. Birbirine inanç, ailevi sevgi besliyorlardı. Geldiğimden beri çatılan çehre görmedim. Ortalarında tek çocukları vardı. Diğerini anneannesine göndermişler.
–İşte kolhozda çalışıyoruz. Traktör sürüyorum. Çoluk çocuk ailenin geçinmesi için yeterli kazandıklarımız.
Benim gönlüm de güllük gülistan oldu. Gülümseyerek kalbime sevinç doldu.

3
-Asılbek…
Gözlerimi açtığımda yanımda kamçısını tutarak babam duruyordu. Dışarıda giyeceği montunu giymiş, kuşağını beline bağlamıştı. Yüzü karanlıkta gözükmüyordu. Babam kırık pencere camını kenarlarını hamurla kapatıp üstünü gazete ile örttüğü için odanın içi sürekli karartı olurdu. Bu yüzden onun yüzünü pek seçemedim. Gün kuşluk vaktiydi sanırım.
–Ben ilçeye gidiyorum. Sen arabayla peşimden gelirsin. Beni oralarda bulursun. İşimiz var, dedi babam. Ses tonu üzgün gibi geldi bana. Bir şey hakkında benimle konuşmak istiyordu galiba. Suratı yine de asık, ama davranışları kibar idi. Ne diyecek diye can kulağımla dinliyordum. Babam çok konuşmadan dönerek evin içine bakıyordu. Gözleri ön tarafta bulunan raftaki çantasını görünce durdu. Çantası yırtılmasın dercesine yavaşça eline aldı, tutarak biraz düşünürken kaşlarını çattığını fark ettim. Kalem kutusunda ucu açılmış kalem varmış. Onu eline aldı, tekrar yerine bıraktı. Kenarları eskiliğinden dolayı yırtılmış kirli çanta, babamın ciğerinden yapılmış gibi değerli, yüreğine kuvvet verici bir şeydi. Ahh cefakâr dünya! Bu çanta babama tam on sene hizmet etti. Ata binerse eğerin kenarında, arabaya binerse elinde bulunuyordu.
Derin nefes aldı babam, “dursun” diye fısıldadı.
Tekrar kullanırsam olur mu? dercesine çantaya tekrar baktı. Önceki gibi yavaşça yerine bıraktı.
–Asılbek çalışırsa kullanır…
Babam, bana bir bakış atarak dışarıya çıktı. At nallarının sesi evden duyuldu ve ses gittikçe uzaklaştı. Nal sesleri yerini kamışların rüzgârda sallanan şadır-şadır sesine bıraktı.
Annem inek sağıyordu galiba. Kendi kendine konuşarak içeriye girdi.
–Sadece bir kâse süt verdi. Artık buzağıyı bıraksak da olur. Asıl, kalktın mı yavrum? Okuyacağım diye kuvvetin de kalmamış. Yatmak istersen yatabilirsin. Şimdi mısır pişireceğim, kaymakla karıştırırım.
–Anne.
–Efendim yavrucuğum!
–Babam ilçeye gitti, bana da peşimden gel dedi.
–Bilmem yavrum. Gel derse gidersin. İşi vardır belki, dedi annem sakince. Evde çok oturamadım, Kenanbay yoldan geçerken elimi sallayarak durdurdum da arabasına bindim. Yolda giderken babamı gördüm. Babam Kır-Moynok’un öbür tarafına gidiyormuş. Babam at sırtındayken bakanlar “Çankıl, uyuyor mu yoksa! diye dikkatle bakarlardı. Gerçekten de ne atına kamçı vuruyor ne atını tepikliyor ne de sağa sola bakıyordu. Babam onu kendi haline bırakmış, düşünerek gidiyordu.
Tam o sırada Kenebay, babama yaklaşıp arabasının kornasını çaldı. Aniden ses çıkınca at ürktü ve yolun kenarındaki arıktan atladı. Babam atın ipini tutamadan, eğere eli yetişemeden yere düştü. Kenanbay, kahkaha atıyordu. Benim de sinirim bozuldu. Zavallı babam yere düşmüş, bize bakıyordu. Ben Kenanbay’ın elinden direksiyonu almaya çalıştım. Araba yolun öbür tarafına dönüyordu. Kenanbay beni iterek direksiyondan elimi çekti.
–Deli misin sen?
–Dur, dur!
Araba durdu. Yere zıplayarak indim.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tologon-kasimbekov/insan-olmak-istiyorum-69499921/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kuru Çökelek. (Ç.N.)

2
Bir içki türü. (Ç.N.)

3
Kafaya parmakla vurmak anlamına gelir. (Ç.N.)

4
Bir içecek türü. (Ç.N.)

5
Kırgızistan Talas bölgesinde yer alan Talas Ala Dağları olarak da geçen dağlar. (Ç.N.)

6
Kırgızlara özgü hamurdan yapılan bir poğaça türü. (Ç.N.)

7
Büyük yolcu ya da turist otobüsleri. (Ç.N.)

8
Kırgızlarda yengelerle şakalaşmak yaygın bir gelenek. (Ç.N.)
İnsan Olmak İstiyorum Tölögön Kasımbekov
İnsan Olmak İstiyorum

Tölögön Kasımbekov

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İnsan Olmak İstiyorum, электронная книга автора Tölögön Kasımbekov на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв