Kırgın

Kırgın
Tölögön Kasımbekov

Tölögön Kasımbekov
Kırgın. Bir Ürkün Hikâyesi

ÖN SÖZ
Kırgız tarihi romancılığının kurucusu kabul edilen Kırgız halkı tarafından en çok sevilen ve saygı duyulan yazarlarının başında gelen Tölögön Kasımbekov (1931-2011), kimsenin cesaret edemediğini yapmış ve tarihsel konulara yönelmiştir. Kırgız halk kahramanı Beknazar’a dayanan soyu onun omuzlarına ayrı bir sorumluluk yüklemiş, Rusların baskı ve yıldırma siyasetine boyun eğmemiştir. Yazı hayatına hikâye yazarak atılan Kasımbekov asıl ününü tarihi romanlarıyla kazanmıştır. İlk uzun tarihi romanı Sıngan Kılıç (Kırılan Kılıç)’ı yazdığında 35 yaşında’dır. Sıngan Kılıç romanı yazıldığı dönemde büyük sansasyon yaratmış Sovyet rejiminin sansüründen etkilenmiştir. Evi basılmış romanın sayfaları dağıtılmış bazı bölümleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak Kasımbekov, bildiği yoldan ayrılmamış bir belgesel titizliğiyle romanını kaleme almıştır. Kırgızistan’ın dört bir tarafını gezmiş, Alay Kırgızlarının konuşma ağzını öğrenmiş dönemin canlı şahitlerinden yaşanılanları derlemiştir. Kırgızistan’da ve Moskova’da birçok arşivi taramış tarihi gerçeklere bağlı kalarak tarihi romanlarını kaleme almıştır. Onun tarihi romanlarında kurgu ve gerçek ustaca harmanlanmış yüzlerce karakteri okurun hafızasına kazımasını bilmiştir. İlk romanı Sıngan Kılıç büyük bir üne kavuştuktan sonra sırasıyla Kelkel, Baskın ve Kırgın romanlarını kaleme almıştır. Bu dört romanın anlattıkları tarihi aralık; Kırılan Kılıç (1865-1876), Baskın (1859-1898), Kırgın (1905-1917), Kelkel (1917-1924) şeklindedir. Türkistan’a Çarlık Rus-yası zamanındaki işgal ve iskân siyasetiyle başlayan yıllar, Sovyetler Birliği’ndeki baskıyla devam eder. Kasımbekov da bir tarih kitabının sayflarında yer almasının bile yasaklandığı olayları romanlarında tüm çıplaklığıyla kaleme alır.
Tölögön Kasımbekov’un Kırgın romanı, 1916’da yaşanan ve binlerce Kırgız Türkü’nün Ruslar tarafından katledilmesine yol açan “Ürkün Ayaklanması ve Katliamı”nın resmi belgelere dayandırılarak yazar tarafından kurgulanmasıdır. Kırgın, adından da anlaşıldığı gibi, halkın kırılmasının, köleleştirilmek ve yok edilmek istenmesinin romanıdır. Toprakları ellerinden alınan halk, yapılan zulüm karşısında dertlerini anlatacak bir muhatap bulamazlar. Her türlü baskıya maruz kalan, varlık alanları hiçe sayılan Kırgız halkının, 19-43 yaş arasındaki erkeklerinin savaşta cephe gerisinde görevlendirilmek için çağırılmaları isyanı getirir. İsyan sonucu büyük bir soykırım başlar. Ruslar, çoluk-çocuk demeden Kırgızları katleder ve binlerce insan Çin’e kaçar. Romanı bu trajedi üzerine kurgulayan Kasımbekov, arşivlerden çıkan tarihsel belgelere dayanarak yer yer romanında bu bilgileri kullanarak bir tarih kitabı titizliğinde eserini oluşturur
Yazarın daha önce Sıngan Kılıç I,II ve Baskın romanları Türkiye Türkçesine aktarılmıştı. Bu romanların devamı niteliğinde olan Kırgın ve Kelkel romanlarının aktarılmaması ise büyük bir eksikliktir. Tölögön Kasımbekov’un doğumunun 90. Yılını kutladığımız bu yıl doktora öğrencisi Uzman Emrah Altıok ile Kırgın romanının Türk dünyası okularıyla buluşturmaya muvaffak olduk. Bu yıl bitmeden Kelkel romanının da çevirisini yayımlamayı umut ediyoruz.
Türk dünyasına sayısız eser kazandıran Bengü Yayınlarının imtiyaz sahini ve Avrasya Yazarlar Birliği başkanı sayın Dr. Öğr. Üyesi Yakup Ömeroğlu’na, kitabı baştan sona okuyarak redakte eden yüksek lisans öğrencim Ayşenur Bayrak’a, ön okuma yaparak katkı sağlayan öğrencim doktora öğrencisi Uzman Mehmet Eren’e ve çeviri gibi ağır yükü benimle paylaşan Uzman Emrah Altıok’a teşekkürü bir borç bilirim.

    Doç. Dr. Samet Azap
    Kastamonu-2021

YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ
Tölölgön Kasımbek Uulu Celal Abad bölgesindeki Aksı ilçesi Akcol köyünde 15 Aralık 1931’de doğmuştur. Köyde liseyi bitirdikten sonra öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra Akcol köy kurulunda sekreter olarak çalışmaya başlamış, 1952-1957 yıllar arası Kırgız Milli Üniversitesi Filoloji fakültesini bitirmiştir. Okuduğu yıllar devlet edebî dergilerde ilk edebî eserleri yayımlanmış ve 1956 yılı “Kiçinekey Cılkıçı” adlı ilk öyküler kitabı yayınlanmıştır.
Yazar 1957 yılı devlet kitaplarını yayınlayan devlet basın evinin çocuk edebiyatı bölümü editörü olarak atanmıştır. 1949 yılı ilk edebî eserleri okuyucular tarafından beğenilmeye başladığı zaman Devlet Yazarlar Birliği’ne alınmıştır. 1960-1966 yıllar arası devlet” Alatoo” edebî sanat dergisi düzyazı bölüm başkanı, genel sekreter olmuş. 1966-1973 yıllarda adı geçen derginin genel editörü, 1973-1974 yıllarında Devlet Basını Komitesinin genel editörü olarak hizmet etmiştir.
Aynı yıllarda kendini daha iyi geliştirebilmiş ve “Ce-tim” (Yetim), “Adam Bolgum Kelet” (İnsan Olmak İstiyorum”) romanlarını, “Sıngan Kılıç” (Kırılan Kılıç) tarihî romanı, “Kelkel” romanını yazmıştır. Özellikle “Kırılan Kılıç” Rusçada dört kere, Kazakçada üç kere, Türkmence, Ukraynaca, Özbekçe ve Uygurca yayınlanmıştır ve okuyucular tarafından beğenilmiştir. Moskova’daki “Progress” basını tarafından İngilizceye çevrilmiş ve Kırgız tarihinin en zor bir tarihî dönemini yansıtan bu roman dünyada İngilizce bilen tüm insanlara sunulmuştur. Ve bazı dünya çapındaki edebiyatçıların, tarihçilerin ve siyasetçilerin ilgisini çekmiştir.
Kırgız edebiyatında ilk kez Kırgız milletinin geçmiş dönemindeki tarihi birçok insanların kişiliği oluşturulmuş. Romanda zor dönemin ilerlemesi ve sonucu, tarihi olaylar değiştirilmeden, yerli halkın ruhu aşağılanmadan, karalanmadan hatta tarihin zor şartları sakin bir şekilde kabul edip büyük felaketten kendi halkını soyunu korumak gibi düşüncelerin yüceliği de yansıtılmıştır.
Kırgız edebiyatındaki ilk tarihi romanın bu olmasından dolayı yerli “siyasetçiler” göz ardı etmeyip yazara karşı geldikleri de herkese malumdur. Daha önceki bağımlı devletin siyasetçileri “Siz siyaset yapıyorsunuz, Sizin siyasetiniz bizim resmi siyasetimize karşı gelmekte” diye suçlamıştır. Bu o zamandaki Kırgızistan KPBK’nın yıllar boyunca tarihçilere ve yazarlara “Kırgız milleti Rusya’yla kendi isteğiyle birleşmiştir” resmi fikrini bağlamasıydı. Demek ki “Kırılan kılıç” gerçek anlamı, romanının anlamı “kendi isteğiyle değil Rus Padişahının sömürge siyasetinin amacına göre Türkistan asker gücü ile işgal edilmiştir. KPSS’in olumsuz fikrini olumlu olarak saymaya alışkın olan yerli siyasetçilerin sömürge siyasetini işkence, üstün olmak, az sayıdaki milletlerin ruhunu aşağılamak, toprağını almak, onları yok etmek gibi amaçlarını aklamaya denk gelmemesi idi. Bu durum ancak Kırgızistan KPBK’da hükümet değiştikten sonra düzelmiş. Ve yıllar boyunca yayınlanmasına izin verilmeyen “Kelkel” romanı yayınlanmıştır. “Kırılan Kılıç” romanına önceden yapılan suç kaldırılmış. Kırgızistan’daki yazarların haklarının koruyacak olan kuruma başkan olarak 1987 yılı atanmış. Edebiyat alanındaki yaptığı çabalarına değer verildiğinden “Kırgız SSR Halk Yazarı” adlı unvan verilmiştir.
Tarihçi ve yazar Tölögön Kasımbekov 1990 yılı şimdiki Aksı bölgesinin 169’Nolu Kızıl Tuu oylama ilçesinden halk milletvekili olarak seçilmiştir. Milli Meclisin yeni oturumunda Milli İstikrarlı Komisyonu Başkanı ve Başbakanlık Heyeti Üyesi olarak çalışmış. Milli Meclisin birçok meselelerini içten çözmeye çalışmış, kendi fikrini açıkça ifade etmiştir. Kırgız Devletin ismini yaymak, başkentin ismini geri almak, resmi dil, bağımsızlık, bayrak ve toprak meselelerinin doğru çözümünde katkı sağlamıştır. “Kültür hakkında kanun”, “Eğitim hakkında kanun”, “Din hakkında kanun”, “Basın hakkında kanun” hazırlanmasında ve karar alınmasında da bu insanın katkısı vardır. Aynı şekilde bağımsız devletin ilk anayasasının hazırlanmasına ve kabul edilmesine de katılmıştır.
Tölögön Kasımbekov Kırgız halkının kendi tarihini tanıma fikrini yaymada, Kırgız halkının yeni devletinin toprağını oluşturmada, gelecek yönünü belirlemede çok çaba harcayan bir insandır.
Eşsiz yazar Tölögön Kasımbekov 16 Haziran 2011’de uzun süreli hastalıktan dolayı vefat etmiştir.

    Kırgız Basınından

BİRİNCİ BÖLÜM

1
Sarı Özön[1 - Eserde yazarın yazma şekli, teknikleri, anlatı yöntemi ve leksikonu tamamıyla korunmuştur.]…
Yeryüzü yemyeşildi, güneşin yüzü gülümsediğinden etraf da parlıyordu; yer de gönül de etraf da sakindi.
Üç atlı geliyordu.
Bunların hiç sırları bitmez mi? Kendi ellerinde olduğu için Allaha şükrediyorlar, daha fazla servette de gözleri yoktu, onu düşünmezler bile, gamsız gibi bir şeyler.
Atlar aniden ürktü. İki tarafa dağılarak otlamamaya başladılar ve kulaklarını da dimdik diktiler. Acaba, kurt mu geldi, kaçtı mı? diye bir düşünce geçti aklından. Hayır, kamışın dibinden insana benzeyen bir şey bakıyordu, gözleri fal taşı gibiydi. Hemen kaybolmadı, tersine daha dikkatle baktı, bunlardan korktu galiba.
Hemen ardından saçları örülmemiş sarı kafalı birisi göründü.
Hım, bunlar bizim bildiğimiz kendilerini önemseyen efendilere hiç benzemiyor ki? Eski ağaçtan yapılmış arabasının arka tarafında duran, yaklaşık olarak 15 yaşlarında olan şapkasız sarı kâkülü artık gözlerine düşmeye başlayan bir çocuk göze çarptı. Elinde tüfeği sıkıca tutmuş hemen ateş etmeye hazır olduğu hissedildi. “Hım, yolcuların biri, bunlar Ruslardan biri galiba” dedi.
Başka bir yer, başka bir halk, tabi ki bu durumda gelen yabancı da korkar. Kim olsa ana babasını görmüş gibi sevindiğini, yalandan da olsa göstermesi daha iyidir. Erkeği de kadını da orada efendilerine yaptıkları alışkın hareketi burada da yaptılar. Hepsi bir hizaya dizilip iki üç defa eğilerek selam verdiler. Yanındaki erkek, “German, sakin ol, German” diyerek tüfeğini ateşlemeye hazırlanan çocuğu sakinleştirdi.
Yerliler geçip gittiler.
Sarı saçlı kadın ise kızının gözlerine bakıp başını okşayarak kendi kendine söyleniyordu:
– Korkmadın değil mi, bunlar da insana benziyor?
Erkek ise:
– Sen German, silahı herkese sebepsiz yere nişan alma, duydun mu, bizim gibi insanlar da vardır, ama birisi silahtan korkar, birisi merak eder, bize şimdi kavganın hiç gereği yok.
Buraya yakın olan merkezi bir şehir varmış ama o şehre yakın oturan insanların evleri bile görünmüyordu. Bu tarafa doğru göç edenler birlikte gelip buraya yerleşti ve o günden itibaren burada yaşıyorlar ve hiçbir yere tek başlarına çıkmıyorlar. Galiba bu yer gerçekten ıssız.
Ta uzaklarda gökyüzüne değecek gibi bir sihirli yüksek yer olan Ak Bulanık’ın sıra şeklinde ki zirveleri görünüyor. Acaba kar mı, buz mu? Birbiriyle kümeleşmiş açık maviden koyu maviye dönüşen, bazen çoğalıp bazen de uzanan bulutlar yavaş yavaş birleşerek sonunda boz bir sise dönüşüyorlardı.
Günlerin birinde bu düzlüğü koyun sürüsü yayılarak kuşattılar. Bir taraftan diğer tarafa yavrular zıplayıp oynayarak koyunların arasında koşuşuyorlardı.
Koyunların sahibi bu mu? Gelen yabancı aile şaşırarak kalakaldılar. Bunca hayvan nereden geldi, bunlar yabani mi acaba?
“Koş” (koyunlara sesleniş) diye bir telaşlı ses korkuttu, ardından bir daha “koş” dedi. Kısa boylu, insan gibi bir yüzü olan bu çocuk da herkes gibi şapkasızdı, sarı saçlı ve bu çekik gözlerine herkes “oy” diye bakıverdi.
Büyük kara tebetey[2 - Bir tür baş giysisi, milli şapka] giyen erkek, zarif beyaz eleçek[3 - Kadınların giydiği baş giysisi, milli kadın şapkası] giyen karısı, küçük çocuğuyla beraber büyük boynuzlu öküzden görkemli bir tarzda yüklenen yükü indirdiler. Hemen dört kanatlı kızıl ağı uzatarak yere serdiler. Tebetey giyen erkek ise hemen yuvarlak bir şeyi, ağaç parçası ile yukarı kaldırdı. Diğerleri ise uzun kırmızı kazıkları ona taktılar, demin yukarı kaldırdığı yuvarlağı havada durdurdu.
Sonbaharda sararan sarı kamışın dibinde kirpi gibi birbirlerine çok yakın oturan yabancı aile gözlerini alamayarak şaşırıyorlardı. İşte yuvarlağın üstünü de kapattılar, bütünüyle bağladılar, dışarıdan içeriye bir şeyler taşıyorlardı, içeriye girip çıkmaya başladılar bile. “Ha, dedi sarı sakallı yabancı, bu yatak imiş” .
Yukarıdan duman çıkmaya, içeride yanan ateşten ise ışık parlayarak göze çarpmaya başladı. “Bunu ben anlamadım, kendisi ağaçtan yapıldı, yukarısı ise pamuktan yapıldı. Bir de ateş yakarsan kendisi yanmaz mı”?
Büyük kara tebeteyli adam kamış tarafına yavaş yavaş yürüdü. Uzaklardan fakir Rusların göç ettirilerek bu taraflara geldiğinden haberi vardı ve onlara daha önceden arazi ayırıldığını da duymuştu. “Bunlar nereden geldi başımıza?” diyerek sinirlendi. “Ben dağdan inene kadar benim köyüm başkasına verilir mi ?” diye bir soru aklına geldi.
Eğer öyleyse ne yapacaktı? Yerlerini paylaşmayarak burunlarından kan akana kadar birbiriyle dövüşecekti. Buna ikisi de üzülerek ardından kahkaha atarak bir kâse kımız içip daha önce barıştıkları Kazaklar olsa daha iyi olacaktı. Yok, bunlar başka. Köy sahibi ne yapacağını bilmiyordu.
Yanındaki sarışın iri karısı bir oraya bir buraya şüpheli gözlerle bakınıyordu. Sanki birinin ona saldıracağını bekliyordu. Kıvranıp bükülerek kızını göğsünde tutuyordu. Fakat böyle hareket yapmasına rağmen erkek gibi cesur görünüyordu. Büyük kara tebeteyli adam geldiği zaman ona bir baktığında sanki hiç kimseyi önemsemiyor ve kimseden korkmuyormuş gibi görünüyordu.
Büyük tebeteyli selam verdi, sesi de ciddi gibi geldi. Diğeri ise “küfür etti” galiba diyerek sadece ona baktı selamını almadı.
Şimdi ise büyük tebeteyli biraz gülümsedi, parmağını kaldırıp, soru soruyormuş gibi çenesini biraz kaldırdı.
“Sen kimsin?” diye sorduğunu anladı yabancı. “Ben mi? Ben Kuzmin adlı Rus’um” dedi, o da biraz gülümsedi ve ağzı biraz açılarak dişleri de göründü.
“Ha dedi büyük tebeteyli, ismin Kösmün’müş demek ki!”
Şimdi ise Kuzmin parmağını kaldırdı, “sen kimsin” diye sorduğunu anladı. Büyük tebeteyli, “ben Cayloobay’ım,” dedi ayakaltını işaret ederek yerli olduğunu göstermek istedi.
“Ne ne… dedi Kuzmin, yayla? ” dese de ikisi de insan, birbirine kanları ısınarak, “konuştuklarına” biraz sevinmiş gibi birbirine bakarak gülüştüler.
“Koroş” (Rusçada: tamam anlamında) dedi Cayloobay, gitmek istediğini söyledi galiba, bu sözü ise pazarda bir Rus’tan duymuştu. Diğeri de kafasını salladı, “yakşi” dedi, bunu duysa duysa oradaki Tatarlar’dan duymuştur.
Erkek köpek yerleri koklayarak, yabancı bir kokuyu almış ve yabancı birisini görmüş gibi kükreyerek havladı. Hiç çekinmeden bir ayağını kamışın ta yukarısına çıkaran ve onun asılacağını bekleyip aşağıda tüfeğini hazırlayarak duran çocuğu görünce bir daha kükredi, orası onun evi gibi sakince onu kendine çevirdi.
Cayloobay duydu galiba, köpek sesinin geldiği tarafa doğru geldi. Köpeğin “porsuk mu gördü” diye tahminde bulundu. Yan yana oturan yuvarlak kafaları gördüğünde “ya, bunlar da kimler” diye korktu, sonra sakinleşip dikkatlice baktı ve Kösmün’ü tanıdı. Kafasını sallayıp kendi kendine bir şeyler söylüyordu sonra da “koroş” dedi. Kösmün ise “Mı mujiki (biz erkeğiz)” ardından da “yakşi” dedi, bunca dil bildiğine göre onun askeri öğrenci olduğunu zannetti. Yüzünde sadece gülümseyen tuz gibi boz gözleri göründü.
Tüfeği gördü, tuzemçi[4 - Rusça ’da yerli anlamında kullanılan kelime.] kafa salladı, “sonra geleceğim” der gibi oldu duyulmadı ama sonra gülümseyip kafasını sallayarak yavaş yavaş ellerini arkasına koyup gitti. İri köpeği de arkasından ona eşlik etti.
Tüfeği gördüğünü diğerleri de fark etmişti, ama açık konuşamayıp artık endişelenmeye başlamışlardı. Yavaş yavaş saklanmaya başlasalar mı? Ama nereye? Kalın, sarı kamışın arka tarafına daha kimler diş gösterip daha kimler göz koymuştur kim bilir? “Burası cennet” dememiş miydiler? Cenneti cennetmiş ama toprağın sahibi var gibi. İri sarışın kadının ödü kopuyordu. Kızına hiçbir yere baktırmıyor onu göğsünde sıkı tutuyordu. Onunla beraber kendisi de nefes almamaya başladı.
Her ne kadar duymamayı denese de yine de yabancı ses, yabancı kelimeler. Dışarıda ateş yanıyor, kazanda yemek pişiyor ve kiyiz[5 - Keçe, Keçeden yapılmış olan] evin içinde de ışık görünüyordu. Onlar fazladan hiçbir şey yapmıyorlar, böyle gamsızca o günü kendi tarzlarında sakince geçiriyorlardı.
Uzun bir zaman geçtikten sonra tuzemçi yine geldi. “Gelin, konuğumuz olun, evden bir adım çıktığın zaman yabancısın dendiği gibi hâl hatır sormak görevdir, dürüstlüktür, gelin” dedi. Anlamadılar, kızının başını koltuğunun altına saklayan iri sarışın kadın kıpırdamaya başladı, “sus, bir şey deme” dedi kızına. German ise yavaş yavaş tüfeğini göğsüne alarak ilerlemeye başladı. Sarı sakalının arasından açılan ağzının kırmızı olduğu göründü ve mucuk[6 - Rusça ‘da erkek anlamında kullanılan kelime] ne diyeceğini bilmeden baka kaldı. Ama yine de sakindi, etrafa bakındı, onlara doğru gelende yoktu, saldırı yapacaksa tuzemçi tek gelmeyecekti, tüfek de hazır, bir şey olursa vurayım mı diye sormaz bile.
Tuzemçi ağzına bir şey koymuş gibi oldu, çiğnemiş gibiydi, sonra boynunu uzatarak “yutmuş” gibi oldu. Gözleri gülüyor, güler yüzlüydü, kafasını sallayarak eve doğru çağırıyordu.
“Bu dedi mucuk karısına, bir şey ye diyor.
“İnanıyor musun?”
“Dürüst birisi gibi görünüyor am gidip kendin bak”
Mucuk Tuzemçi’ye kafasını salladı, “kabul ettiğini” gösterdi, kalkıp gidecek oldular. Tuzemçi kaşlarını çatarak oturan kadına bakıp ona “sen de gel” diyerek kafasını salladı.
“Birini davet edip diğerini etmezsem ayıp olacak” diye ikisine de “hadi gel”, “hadi gelin” diye tekrarlıyordu, bazen üzülüp küstüğü belli olduğundan başka tarafa bakıyordu. Sonra yine gözleri gülümseyerek yine ısrarla rica ediyordu.
Mucuk şimdi güldü:
“Bizi efendi görüyor, bu zavallı” dedi korkan karısına, hadi şimdi gidip bakalım, biz de bir kez efendi olalım, ne dersin? “Efendi” de senin gibi mi olur?”
“İşte ben Rus’um, demek ben burada efendiyim demek!”
İri sarışın kadın, “Efendi” deyip dalga geçiyormuş gibi güldü.
Sonunda kızıyla beraber dört misafir ve tuzemci çiyden[7 - Bozkır ot çeşidi] yapılmış kapısını açarak içeri girdiler. Kısa boylu esmer kadın “hoş geldiniz” diyerek misafirleri kabul etti. Misafirleri töre[8 - Kırgızlarda sofradaki en saygın yer, baş köşe] geçirdi. Et de pişmiş sofrası da hazırdı.
–Taylak yavrum misafirlerin ellerine su dök, dedi kadın yedi yaşındaki çocuğuna. Çocuğu ise su koymaya babasından başladı. Tuzemçi bıçağını ve ellerini yıkadı, sonra ellerini birleştirip sıkı tuttu ve leğene kalan damlaları akıttı, sonra havluyla kuruttu. “Böyle yıka” diye yanındaki mucuğa işaret etti. Mucuk ellerini yıkadıktan sonra ona verilen havluyu almadan ellerini sadece aşağıya silkti.
–Aaa a deyiverdi esmer kadın sinirlenerek, “Allah belanı versin” diyecekti ama içinde kaldı, her şeye sıçradı mı” diye kaygılandı.
“Üzülme, bunlar böyle işte” dedi eşi karısına, kadın de hemen durdu.
Kâse kâse soğan doğranmış çorba verildi, ekmek de çoktu. Mucuğun kendisine ve hatta hâlâ tüfeği koltuğu altında saklayan oğluna kadar et parçaları dağıtıldı, küçük sarışın kızına ise içecek verildi.
Aylarca sadece tek ata bağlanan eski arabada sallanarak uyudu. Ancak at dinlendiği zaman arabanın gölgesinde sıkışarak karnını zor doyurmuş ve zayıflamıştı. Buraya ulaşan bu yabancılar buradan korkmak nerede, tam tersine Allah’ın verdiği bedava mal için yapışıp kaldılar.

2
“Baatır” adlı Baytik son günlerde bir şeyden korkuyormuş gibiydi. Törde otursa da at binse de hep düşünceli olduğunu karşısına gelen herkes fark etmeye başladı. Eskisi gibi dikkatle bakmak, birisi selam verince yüksek sesle selam vermek, aslan gibi kükremek ve burnunu büyük göstererek selam vermek de yok artık. Kendi kendine konuşup her gün kum gibi çoğalan kaygısına cevap ve yardım arıyormuş gibiydi. “Bu nasıl bir gün ?” Tuurduktan[9 - Kırgız çadırının etrafını kuşatan keçe örtü] akan damla gibi birer birer damlıyor bu Ruslar, bunlar devamlı gelirse sel gibi bizi kuşatırlar ki?”
Cevap başka bir çare yok ki! Ta uzaklarda ıssız han sarayına girenler kendi kendilerini bilir, kimseden izin almaz ki. Daha önceki gibi tepede toplantı düzenleyip rahat oturarak, sakalı belini aşmış aksakal, şimdi ne yapacağız dedikten sonra ortaya söz atar. Yüzünde daha bir kıl çıkmayan çocuğun sözünü dinlemek, herkesin sözünü dikkate alarak sonuç çıkarmak nerede? Her şey hemen duyuluyor, “Karşı çıkıyor” diye Ruslara da ulaşıyor.
Günlerin birinde Baytik, Baza denen kişiyi yanına çağırdı. Baza’nın çehresi solgun, küçük burnunun dibinde birazcık sarı kıl vardı ve kafası da aç kokarcanınki gibi yuvarlaktı. Girer girmez gözleri parladı. Baytik eğer kaşlarını çatarsa hemen kaçmaya hazır gibi eğilip selam verdi.
–Gel Baza’m, dedi Baytik, gel, otur.
– Baza, beni çağırmışsınız deyip gözlerine dikkatle bakıyordu.
Hiçbir şey demeden karta[10 - At bağırsağından yapılan yemek.] ile gülçö[11 - Hamurdan yapılan bir çeşit yemek] yediren ve yaz vakti kımız içiren Baytik şöyle dedi:
–Çok önemli işim var Bazam dedi.
Baza bakakaldı.
–Atlardan en iyisini seç ve ona bin yanına da beş yiğidi al.
Baza şimdi biraz sakinleşti ve yemek yemeden onu dikkatle dinliyordu.
–Daha gelmediler galiba, Suusamır tepesinde olmalılar, gece boyunca ulaşırsın oraya Bazam.
Bir şey demeden, gözlerini bile kıpırdatmadan sadece “tamam” dediğini başını sallayarak bildirdi Baza.
–Kimseye uğrama, kimseye bir söz bile söyleme, gece boyu dümdüz gidersen deli ormanın hanı Irıskulbek’in kendisine ulaşırsın.
Baza bir kez daha başını salladı.
–Baytik kendisi isteğinizi öğrenmeye gönderdi dersin.
Baza onun sonraki sözünü bekliyordu.
–İlişki kuralım, alışveriş yapalım, eğer gönlümüze göreyse kız verelim kız alalım, kardeş olalım, beraber olalım dedi dersin.
Baza ağzını açarak dinliyordu.
Baytik, iletsem mi yoksa iletmesem mi diye düşündü. Biçare gibi istemesi nasıl olur diye sonra evet istettirmeyeceğim kendisi getirmemeli miydi? dedi kendi kendine.
Baza, fare kokusu almış kedi gibi ağzı açık dinliyordu.
–Dikkatli ol, o aşırı talepte bulunan adam, yalan söyleme diye kükreyerek uyardı. Issız yerin kurdu olmak artık olmuyor haberleşmek, birlik oluşturmak lazım galiba bu devirde.
Sonunda:
–Duydun mu? diye sordu Baytik.
Duydum duydum Baatır deyiverdi Baza göz kapağı titreyerek.
“Şimdi git” dediğini bildirircesine kafa salladı:
–Çabuk git ve çabuk gel! dedi Baytik.
Birkaç gün sonra yiğitlik taslayan Baza, Töö Aşuu’dan geçti. Ondan sonra Suusamır’ın düzlüğünden de geçerek atını o kadar hızlandırdı ki Ala Bel’e ulaştı. Uzakta büyük bir köy göründüğünde yan taraftaki koyunların yanından gevşeyerek oturan çocuk kalkıp:
–Ee sen nereye gidiyorsun? diye sordu
–Sana ne? diye cevapladı Baza.
Onu Baytik gönderiyorsa, bir de gideceği hanların hanı Irıskulbek ise tabi ki istek de onda olur. Bu çoban kim ki? Sinirlenmek istedi Baza.
–Sen nereden geliyorsun, hangi millettensin? diye sordu çocuk.
–Ananı… deyiverdi Baza, dedenin ruhu gibi sürünmeden çık yolumdan!
–Ey! Kim sürünüyormuş? diye darılarak taş aramaya başladı.
Bırakalım, madem Baytik’ten geliyoruz, böyle kimselerle aynı seviyede olmayalım dediler yiğitler.
Sarı yayla, arkası karlı sıradağ, düzlüğe dikilen on iki kanatlı büyük boz üy üzerine altın kaplanmış gibi. Bu manzaraya bakarak o, kahramandan gelen elçi olduğundan at ile cilvelenerek ilerledi.
Ama hayır, onu yiğitler kılıçla karşıladılar:
–Eee nereye? dedi bunlar da.
–Han’a dedi kaba bir şekilde Baza.
“Han öğle zamanı kuş uykusunda” dediler.
–Uyandırsak olmaz mı?
Yiğitlerden birisinin gözü çıkacak oldu:
–Ne, senin için mi uyandıracağız?
– Baza gülerek sen köle, bana böyle bakma dedi. Aslında sinirleniyordu, biz Baytik Han’dan geliyoruz, biz elçiyiz duydun mu?
Diğeri:
–İstersen Allah’ın kendisinden gel! dedi.
Elçinin biraz ışığı söndü, güldü biraz:
–Sizler ıssız dağda yaşaya yaşaya domuz olmuşsunuz ya! dedi.
O küfredene kadar zerdeva tebetey giyen birisi geldi ve o da nereden geldin diye sormaya başladı. Bu durumda Baza gerçekten sinirlendi:
–Ne? Girmeye izin vermedi diye gidecek miyiz? diye korkutuyormuş gibi söylendi.
Zerdeva tebeteyli:
–Gidecek yolu unutmadın değil mi? diye dalga geçti. Han bugün meşgul, ta Oluliya-Ata’dan sizlerden daha büyük sizlerden daha kahraman Rus efendiler gelmişti, dağ koçu avlayıp geziyorlar. Buna ne dersin?
–Aaa, dedi Baza. Kendi kardeşini ağırlayamayan yabancının eşiğinde yer alır demek bu demek. Vah vah, bundan da utanmıyorlar.
–Biz dedi biz gezmiyoruz, “sessize dokunmayınca cevap vermez” denir. Kahraman Baytik’in deli ormana verdiği görevini söylemeye geldik.
–Ey,” kapı kardeş” dedi dalga geçerek, sen bizim girmemize engel olabilecek misin?
– “Görev”!
–Efendim? diyerek baktı Baza. Kötü insan mal sahibi olunca yanına komşu kondurmaz gibi neden hepiniz ürküyorsunuz? Evine Rus geldi diye Allah’ı bile tanımayacaksınız, kardeşten bile mi geçeceksiniz?
Diğeri ise yürü dedi, kendisi önde yürüdü, “elçileri kenarda duran kara alacığın yanına getirdi, “şimdi bekleyin” dedi ve gitti. Meğer cezalandırmış elçileri. Onları orada tek bırakıp, gözlerini yollarda bıraktı. Üç gün sonra zerdeve tebeyini giyip dalga geçerek gülüp “ee, elçiler biraz siniriniz sakinleşti mi” diye şaka yapar gibi “hadi gidelim” dedi.
Sakinleşmek yerine daha da sinirlenen Baza hiç bakmadan, konuşmadan, sinirlenerek hana geldi.
Han törde kızıl desenli ipek döşeğin üstündeki tam kapı tarafına kafası ile uzanan kurutulmuş kahverengi ayı postunda ayaklarını çaprazlayarak oturmuş. Artık ihtiyar yaşına gelmiş, saçları gümüş gibi ağarmış olan han insana kötü bir şey yapmayı bırak, onu aklından bile geçiremez.
Elçi zorla selam verdi, han da kafasını salladı. Tabi ki han olduğu için herkes ile konuşmuyor. “Gel otur” bile demedi. “Ee” dedi o sesi pek duyulmadı. Bu “söyleyeceğini söyle” demesiydi. Kendisi ölmek üzere, bir de Han! diye bir düşünce geçti Baza’nın aklından.
Baytik’in dediklerini söyledi, ama teklif gibi değil, emir tarzında iletti dimdik durarak. Irıskulbek bir kez bile kıpırdamadan dinledi. Nefes alamıyordu Baza.
–A bu doğru, dedi han, “beraber olmak” çok iyi, gerçekten bu zor zamanda beraber olmak kadar iyi şey var mıdır?
Yavaş yavaş nefes alarak biraz öksürdü ve bembeyaz mendil ile dudaklarını sildi. Halkı Sarı Özön’ün sahibiyse, kabilemiz düşman olsa da halkın başında Baytik kendisi duruyorsa nasıl selamını almayız ki.
Daha biraz nazlandıktan sonra düşüncelerini biraz daha seçerek:
–İşte dedi, ihtiyar han, selamımız bu, iletirsin.
Dışarıda kapı kardeş yine çıktı Baza’nın karşısına.
–Ee?
Bu ise iyi niyetle geldiysen “anlaştınız mı” kötü niyetle geldiysen “geldin de ne oldu?” diye sorusuydu. Baza, kızarak ona bakmak bile istemedi ve cevap vermeden geçip gitti.
–Hadi, gel dedi kapı kardeş dişlerini göstererek gülüp, misafirimiz ol dedi.
Baza ona dikkatlice bakıp:
–Ee misafirperver! Aynı milletten gelen elçiyi elçi gibi kabul edip konuşamadıktan sonra ben seninle oturur muyum? Senin gibileri…
Yiğidinin tuttuğu ata hemen bindi ve ata kamçı vurdu gitti, ardından da beş yiğidi.
Evine gelip düşünerek kahramanının yanına gelemedi “hastalandım” diyerek hemen yattı. Bu durum herkese duyuldu.
“Ne?” diye şaşırdı Baytik. Sinirlenerek hemen getirttirdi.
Buruşarak yüzüne bakmadan Baza eğildi Baytik’e.
–Ee! dedi Baytik kaşlarını çatarak. “Ne dedi” Baza, “Neden gelmiyorsun” dediğini de anlamış değildi.
–Kahraman dedi, onların bana yaptıkları zulmü siz bilemezsiniz, şişmişler onlar, hanlarının cevabını size söyleyemem.
Bir kötülüğü hisseden bir kartal gibi aniden ona yaklaşıp kalçasından kapıverdi:
–Ne ne? dedi kükreyerek.
Baza daha da eğildi:
–Söyle! diye bağırdı. Yerinden bile kalktı Baytik. Baza, “Şimdi çok şiddetle tekme atacak” diye korkarak başını kaldırdı. Baytik’in uzun boynu ve büyük kara tebeteyi gözlerine çarptı:
Baza ağlamış gibi oldu:
–Nasıl söyleyeceğim, nasıl?
–Söyle! dedi aslan gibi kükreyerek.
Ağlamaklı sesiyle bir şeyler söylemeye başladı ama gözlerinde bir damla bile yaş yoktu.
“Aygır değil, at değil
Han Baytik’e ilet… dedi.
Kırgız değil, Sart değil
Yabancı Baytik’e söyle… dedi
Onunla benim işim olmaz
Köyüne gönderecek kişim yok… dedi.
Yemeğine katacak tuzum yok
Hayvana verecek kızım da yok…
-Nee? dedi Baytik, duyduğuna inanamadı. Evde bir cenaze varmış gibi bir anda evin içinde sessizlik oldu.
Yakasından tuttu kahramanı ve gözlerine baktı:
–Kim vardı yanında söyle; o kadar sinirinden kükremeye başladı kim vardı yanında bunu duyduğun zaman?
–Baza, çoktu, hanın kişileri çoktu dedi alçak sesle gözlerini açmadan. Bilmiyorum daha birisi vardı kahkaha atıyorlardı.
Baytik gerçekten kendinden geçmeye başladı:
–Ee, seninle beraber gidenler de duydu mu bunu?
–Yok, onlar dışarıdaydı benim girmeme zor izin verdiler!
–Geldiğinden beri kimlere söyledin?
Baza yemin içmeye başladı:
–Ağzıma kan dolsun!
–Evet, kendin biliyormuşsun kan kusacaksın dedi Bay-tik. Ağzından bir şey çıkarsa eğer birisinin kulağına giderse Baza öleceksin.
Ayağı yere değmeyen Baza boğuluyordu.
–Evet diye zorla kafasını salladı. Sonra Baytik onu yere atar atmaz hemen tebeteyini alarak dışarı çıktı. Atına bindiği zaman canı da fikri de kendisine ait olmalıydı:
–Ee dedi sesini yükselterek biz varız diyorlar, biz hanız diyorlar, eğer gerçekten varsa dağılsınlar, birbirlerine dayansınlar, dövüşsünler bakalım sonra dedi.
İnsanlar ise onun böyle sinirlenerek kime söylendiğini, kendi atına neden böyle acımadan vurduğuna şaşırıp kaldılar. “O böyle değildi ne oldu ona” diye düşünüp kaldılar.
Baza köyden biraz uzaklaşınca kendi kendine memnun olarak gülümsedi.

3
Canı da gönlü de sakin olan Cayloobay, bu yerin hangi babasından kaldığını hiç düşünmezdi. Yüzyıllardan beri ihtiyarlar Oğuz Han’dan itibaren bizim diyorlar, onu anlamaz, gözünü açtığından beri köy ile uğraşırlardı.
Diğeri ise gece gündüz hiç dinlenmeyen kızının evinin yanındaydı:
“Tamam, yer yeter, ölmeyen var mı hiç, herkes toprağa gömülür, paylaşacak mal da yok! Allah komşu yapmış kendi nasibini görsün” deyip dişi olmayan kırmızı çenesini tutarak biraz gözleri yaşararak esnedi. Kendisi ona “yeni kardeş” diyordu ve ona hep yardım etmek isterdi.
Kuzmin dışarıyı süpürüyordu. Çalıları ve dalları seçip getirir, gücenmeden temizleyip onları dört köşeli biçimde dizip dervaze yapardı. Hiçbir şey görünmeyecek şekilde kamışları dayayarak düzenledi. Tuzemçi ve iri sarışın karısı beraber önden baktığında büyük arkadan baktığında daha da büyük görünen köpek veya yabancı hayvan giremeyecek şekilde avlu çevirdiler. Birkaç günde iki odalı barınak kurdular, onu sıvadılar, üstüne kamışları parçalayarak birbirine bağlayıp çatı yaptılar ve sonunda kendilerine barınak kurdular.
Cayloobay, “Ya bunların hiçbir şeyi yok, kışın ne yaparlar eski evimi bu zavallılara vereceğim” diyordu. Bir gün ise Cayloobay, barınağından duman çıktığını gördü.
Merak etti. Kolunu arkasına koyarak yürüdü:
–Ooo Kösmün bu ne? diye sordu. Biraz zaman geçmişti ve biraz jestlerle de olsa birbirlerini anlamaya başlamışlardı.
Kuzmin de merak ettiğini görünce:
– Kuzmin, Dom (ev) dedi kendinden memnun gibi.
Düşünmeye başladı. Cayloobay pazardaki Sartlar’dan duyduğu “tam” (ev) dendiğini hatırladı:
–Ha ev dedi.
Kuzmin hayır dedi:
–Dom!
–Ev, ev dedi Cayloobay, evin Kudayar Han’ın sarayı gibi olmuş, bir tek çatısı kamış gerisi saraya benzemiş!
Bu iki komşu, biri ortada ateş yakılan yuva gibi boz üyünde diğeri ise duvarları daha kurumayan soğuk evde kışı geçirdiler.
Evdekilere Bişkek’ten efendileri giyecek ve para gönderirler. Ama yine de Cayloobay, kazanında birazcık lezzetli bir yemek pişer pişmez “kazanda pişen geri kaba girmez” diyerek yeni kardeşini ailesi ile haftada bir kez evine çağırır et yedirir yani komşuluk görevini yapardı.
İlkbaharda ise biri hayvanlarıyla yaylaya gider, diğeri ise demir kürekle avlusuna bir şeyler ekip dikerdi. Cayloobay her zamanki gibi uzun süre yayladan gelmezdi, ancak sonbaharda gelirdi. Cayloobay, “Sıcakta zorlanıyor zavallı” diye biraz et, bir çanak süzmö[12 - Sütten yapılan bir tür yemek.] getirdi.
“Oo” diye şaşırdı kendisi hiç görmediği beyaz çiçekli bir ot yetirtirmiş mucuğa.
Kuzmin çanağı aldı karısı ise iğreniyordu, buna rağmen çocuklarına tattırdı “vo” (iyi anlamında Rusçada) diye kendi aralarında övüyorlardı. Sevinçleri yüzlerinden belli oluyordu.
Birazcık yardım başka birisini sevindiriyorsa kötü mü? Cayloobay kendinden çok memnundu. “Ne yapacak acaba diye insanı eleştirmeden yardım etmek lazım” diye kendini avuttu. “Çiçek tarlada çoktur bunu ise avlusuna ekip ne yapacak ki” diye düşündü.
–Bu ne? Parmağıyla çiçekleri gösterdi Cayloobay.
–Göreceksin! Seni de doyuracağım! dedi güvenle zavallı.
Bu patates ucuz ama iyidir.
Anlamadı komşusu gerekli kelimeyi tekrarladı Kuzmin:
–Patates.
–Pa-ta-tes?
–Akılsız dedi Kösmün’e, sarı bir patatesi alıp akılsıza verdi.
–Pa-ta-tes. Bu yenir ağzına koyup yutmuş gibi yaptı.
–Pa-ta-tes!
Anladı yeniyormuş. Cayloobay tek kalan dişiyle onu dişledi ama tadını alamadı “bu haram bir şey” diye düşünüp çabucak tükürüverdi.
Kuzmin güldü “bunu haşlayacak ondan sonra yiyeceksin” demeyi hiç anlatamadı, komşusunun gerçekten akılsız olduğunu sanıp kafasını sallayarak oturdu kaldı.
Unuttuğu eşyasını almaya mı ya da yeni komşusunun durumuna bakmaya mı geldi işte belli değil, ama Cayloobay köyüne bir kere daha geldi.
Hangi serveti var ki onun? Atını bağladığı direği, hayvanlarını ayıran ambarı, üç iş taşı ve ocağı var. İşte köy diye övündüğü babasından kalan barınağı burası.
Evi gözüne güzel göründü ve içeriye girerek gönlü biraz rahatladı. Kuzmin’in gözüne pek değerli bir şey gibi gözükmüyor. Cayloobay’ın evi, hiçbir zaman yaşaması mümkün olmayan ıssız, görkemsiz bir şeydi onun için.
Üçü üç yerde oturuyordu. Sarışın kızının ev işlerine bakma gibi düşüncesi yoktu hâlâ, kırmızı kanatlı büyük kelebekleri tutmayla uğraşıyor, ona ulaşamadığı zaman hiç üzülmeksizin gözleri gülüp kendi kendine seviniyordu.
Büyük siyah tebeteyi gördüğünde hemen annesinin yanına giderek oğlak gibi gözleriyle bakıp durdu.
Cayloobay selam verdi. Çanağını çıkarıp sevindi ve neşelenerek kadına uzattı. Cayloobay ona “sarışın kadın” diyordu.
– Kuzmin, oturacak yer diye “ogorod” (bahçe) tarafını eliyle işaret etti, bak işte olmadı dediği için sesinin kaygılı olduğu hissedildi. Hepsini kazmış kökleri ise solmuş ve siyah nazar boncuğu gibi görünüyorlardı. Komşusu ise bu ektiği otun olmadığını anladı. Biraz kuruyan kökünü eline alarak “bunu biraz sulamak gerek galiba” diye düşündü.
Tabi ki Kuzmin’in memleketinde bu ot ekiliyordu. Orada sık sık yağmur yağıyor nem de var çiy de yeterliydi. Bunlarda nehir yok avlusundaki kuyudan su içerler. Ekilen bitkiyi sulamak için nehri çevirerek arık yapma düşüncesi onların rüyalarında bile akıllarına gelmemişti.
Susuzluktan ölsün demiş mi Hazreti İmparator? Kuzmin çok düşündü. Dedesi, babası ve kendisi başını bile kaldırmadan ter döktüğü topraktan Volskiy efendisi, dört tarafı yüz arşın arazi ayıramaz mıydı? Buraya kadar gelmezdi! Yok, öyle yapmadılar, “gidin” ve “toprağı alın” dediler haritada belirlenen yere geldik.
Gelenlerin yetersizlikten ve kuraklıktan nasıl kurtulmaları üzerine düşünceler buradaki efendilerin aklına hiç gelmemişti bile.
Yazın tam ortasında “kahraman han arık kazdıracakmış” haberi yayla töründe uykusundan uyanamayan halka hemen duyuldu. “Kahraman han arık kazdıracak bedelini ödemez aşar[13 - Kırgızlarda toplu olarak karşılığını almadan bir şey yapmak] olacak mı? Tabi gideceğiz nasıl olsa halkız” dediler.
“Ben gidemem çocuklarım daha küçük hayvanlarım da dağılabilir” diyenler de oldu. Herkes de bu aşara gitmek istemez. Ama kahraman adına her yerden geldiler tıpkı bir törene dönüşmüş gibiydi. Bunu halk uzaktan görüyordu.
Arığın başında Şabdan duruyordu. Sarı Özön’de gökyüzüyle aynı yükseklikte bulunan dağların her çukurundan akan sulara uygun olarak “yabani” denilen yerli tarımcıların pirincine, diktiği ağaca ve mısırına arık çevirmeye başlanmıştı.
Bu iş daha geniş tarlalara kadar uzanmaya başlamıştı. “Yeni kardeş” denenlere de suyun ulaşması için, bazı yerlerde artık su akmayan arıkları genişletmek ve bazı yerlerde ise yeni arıklar kazmak uygun görülmüştü.
Gelen halk hayvan keserek kazanlarla et pişirdi. Gökyüzüne kadar duman yayıldı ve herkes içtenlikle konuştu, atlar bile kişnediler. Etraf çok haraketliydi.
Arık derenin ta yukarısından başlayarak çevrilecekti. Biri gömlek giymişti, biri pantolonunu sıvayarak çalışıyordu. Bu tuzemçilerin kuvvetli oldukları dışarıdan bile gözüküyordu. Onlar kalın ağaçları kesip getirdiler üçünün başını birleştirerek bağlayıp üstüne taş koydular, su akıntısına dayanması için “kara öküz” yaptılar.
–Hadi dedi Şabdan arık yatağını çizelim, şimdiden halk kendi payını ayırsın.
Köyün aksakallarına söz verildi. Ama hükümetin habersiz kalmaması için yerli müdüre sözü sezdirmeden aktardı tercüman.
Müdür ise gözlerini biraz oynatarak:
–Böyle bir iş için dedi biraz düşünelim, bizde şimdilik mühendis yok.
Şabdan ise:
–Bizde var dedi gülümseyerek.
Müdür ise mühendisin ne olduğunu bilmeyen bunlar mühendis var diyorlar. Bu kadar da yalan olur mu diye düşündü ve onlara gerçekten şaşırarak baka kaldı:
–Getir o zaman dedi Şabdan. Kimi getireceklerdi?
Minicik eşek! Eşeğin heybesinin iki gözüne elenen kum yüklenmişti.
Müdür tercümana dikkatle baktı “bu mu mühendis?” diyormuş gibi. Eşeğe bakarak güldüler.
Şabdan dalga geçtiklerini hissetti:
–Başla! dedi o da güldü.
İki ihtiyardan biri beyaz renkli eşeği tutarak diğeri ise ardından yürüyerek arığın ölçüsünü alıp dağ eteğinden başlayarak dümdüz gittiler.
Heybenin iki gözünün dibi ince neşter ile delinmişti iki delikten sarı kumlar çizgi gibi dökülüp eşeğin iki tarafından iki çizgi olarak düşüyordu. Eşek doğal olarak inatçı bir hayvan olduğundan yükü ağır olsa da yürüyeceği yer yamaç da olsa dengesini sağlayarak dümdüz yavaşça hareket etme gibi özelliği vardı.
Çizginin sonuna kadar yapılmasını beklemediler.
Şabdan, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek çizginin tam ortasına arığın başından başlayarak ketmenle[14 - Kazma aleti] kazmaya başladı.
“Hadi!”
“Allah yardımcımız olsun!”
“Başlayın!”
Herkes birbiriyle konuşup tıpkı köydeki at yarışmasındaki gibi heyecanla başladılar.
Arığın aşağı tarafının ucu görünmeye başladı. Şabdan, tabanı biraz hizaya gelmeye başladığı zaman su gelecek şekilde bakıp, arığın tabanına suyun geleceği tarafa yatarak iki ayakkabısının ucu biraz görünürse “derhal gelecek”, eğer ayakkabısı tam görünürse o zaman biraz daha kazmak gerekir diye söyledi.
Müdür ise Şabdan’ın hep yanında, arığın içinden özenle yürüyerek geldi.
Şabdan çok mutluydu:
–İyi, iyi diye övdü işi severek yapın, su akarsa iyi olacak, akmazsa üzülürüz, su yavaş akmalı, yavaş.
Biraz durdu:
–Ta dağ eteğindekilere de ulaşsın, yiğitler.
–Oo dedi birisi orası çok yüksek!
–Yok, birazcık sadece, gözünüz ile bir ölçün.
Bakıp kaldıklarında eskiden kalan bir sözü söyledi Şabdan:
–Kulak her şeyi duyar, ta eskiden bir çiftçi böyle arık kazmış, ama suyu yerine ulaştıramayıp çok zorlandığı zamanlarda bir yabancıya rastlamış. “Ee, Allah’ın sevdiği nasılsın?” diye sormuş. “iyi” demiş çiftçi aldırmadan su çıkardım demiş. “Oo, orası yüksek değil miydi?” demiş diğeri. “Çıkardım işte” demiş çiftçi. “Ee arık eğri kazılmış değil mi?” demiş yabancı. Çiftçi ise bir şey demeden düz arığını daha eğri hale getirerek yukarıya ulaştırmış ve böylece su da oraya şiddetle gitmiş.
–Oo dediler duyanlar eğer gerekirse bizde eğri büğrü yaparız!
–Evet, böyle yaparak sonunda bulduğu buğdayından un yapamaz mıydı? diye devam etti Şabdan konuşmasına değirmen kurmuş tarımcı dedi. Bir bakmış buğdayı çukura dökülmüyordu. Şimdi ne yapacak? Günlerin birinde yabancıya rastlamış. “Aa nasılsın?” demiş. “İyi, Allaha şükür, değirmen kurdum” demiş çiftçi. O ise şaşırıp “bu çamurdan yoğrulan zavallıya Allah akıl mı vermeye başladı” diye düşünüp, yem düşüyor mu “diye sormuş. “Evet” demiş. “Aa taşına çakıldak koymamışsın?” demiş. Çiftçi yine aldırmadan üst taraftaki taşına değen, ön tarafına gerileyici tahtadan yapılmış çakıldak bağlamış böylece yem de düşmeye başlamış.
–Oo! dedi yine halk.
–İyilik demek bu demek işte dedi Şabdan: “kendin bilme bileni de dinleme” diye beddua var, kendin bilmezsen bileni de dinlemiyorsan bu dünyanın hiç iyiliğini göremezsin ama iyiye kulak asarsan maksadına ulaşırsın dedi.
İş on beş gün devam etti.
Ucu dağ eteğiyle birkaç mesafe aralığındaki ikinci dereye ulaştıktan sonra arığa su gelecek diye halk heyecanla arığın başına geldi. “Kara öküz” koyulup pekiştirildiğinde arık tamamlanmıştı. Suyu yavaşça geri nehir yatağına çeviriyordu.
İri ve iyi bir kısrak duruyordu. “Hadi bakalım, bu hayvan Allah’ın yolu için dediler “bu yeni arık sağlam olsun, arık dolu aksın tüm insanlara eşit olarak Allah kendisi nasibini versin” diye Şabdan başta olmak üzere tüm halk ellerini yukarı kaldırarak bata(dua) ettiler.
Halkla beraber Cayloobay ile Kuzmin de sarı sakallarını okşayıp, müdürün bu halkın kutsal duasına ters ters bakarak geçtiğini fark edip cebine bakınmaya başladı.
Demin ete doyan etçiler bu kısrağı da kesiverdiler. Karnını parçaladılar ve içindeki sarı kaymak kazı (et parçası ismi) görününce ağızlarının suyu aktı. Ona bakarak bir diğeri ise direk bir parçasını kesip yemeye başladı.
Kuzmin de Cayloobay ile eti yediler ama yine de neşeli değildi, bu arığın ne kadar bölümü ona ayrılacağını merak ediyordu. “Ne kadar olacak acaba?” Kendine ayrıldığı gibi mucuklarınınkini de defalarca içinden hesaplıyordu.
Bu bir o tarafa yürüdü bir diğer tarafa yürüdü, bir yabancı mucuk gel diye bir işaret etti. Kuzmin onlara gitti. Birbirlerini tanımadan bile elindeki votkayı koydular ve “yeni mutlu yaşam için” diyerek içtiler.
–Ey, dedi demin düşündüğü ve kaygılandığı merakı yoktu artık, bir arık kazan kişiye geldi, bu işi ne kadara yapıyorsun?
–Ey dedi arıkçı yanındaki arkadaşına bu Cake’nin (Cayloobay) “bu bir zavallı” dediği yeni kardeşi mi acaba? Bu bir zavallı değil ki? Neden böyle bakıyor?
Arkadaşı:
–Alkol içmiş galiba o kediyi kaplan yaparmış, evet dedi. Az Rusçasıyla yeni kardeşinin merak ettiği soruya “bu aşar, aşar olduktan sonra herkes bedava çalışır, bu sadece kardeşçe yardım etmektir” diyerek anlattı. “Bedava” dediğini Kuzmin anladı ama yine de hâlâ düşünceliydi, yine de inanamıyordu.

4
Sessizlik, uğuldayan fırtına gibi yaklaşıyordu. Daha da yaklaşmaya başlamış gibiydi.
Ne bir ses ne bir çağrı ne bir dalgalanan bayrak, ta uzaktan iki kanat dolusu uçsuz bucaksız atlar geliyordu.
–Ey!
–Kim bunlar?
–Yabancı
–Düşman mı?
Köydekiler endişeye kapıldılar.
Ala-Bel törüne saklandı. Dışarıya bakan kazancı, ihtiyar ve kadınlar ellerinde olan silahlarını aldılar. Silahı olmayanlar da çubuk, sırık ve sopalar alarak düşmanın karşısına çıktılar.
– Irıskulbek Han acelece giyinirken aklına geldi. Rus mu? diye sordu. “Kazaklar galiba” diye cevap aldı. “Hadi germaşka” diye bir ses geldi. “O zaman Baytik!” diye han inanamadı. “Kız alalım, kız verelim”, “kardeş olalım, komşu olalım, beraber olalım” dememiş miydi daha birkaç gün önce.” “Ne oldu buna?”
İşte hiç ses vermeden kurt sürüsü gibi fırlayarak girdiler bir anda, birçok boz üyü yaktılar. Kırmızı alev rüzgârı örtü gibi dalgalanan kara duman gökyüzüne kadar ulaştı.
Böyle durumlarda ilk önce kızlar, sonra erkekler ganimet olurdu. Ama bu düşman bağırıp ağlayarak kaçan çocuklara hiç dokunmadı. Bunlar yaklaşırken “han sarayı” diyerek ilerlediler. Karşısına çıkan herkesi öldürüp yalvaranlara aldırmadan “bizler kardeşiz, ne oldu sizlere” diyenleri de dinlemeyip han sarayına ulaştılar.
Etraftaki çubukları, boz üy parçalarını, toplayıp üstüne yakılacak olan tüm samanları yığarak yakıverdiler. “Nereye?” diye bir ses çıktı. “Nereye şimdi “Kırgızlaşan Han” diye ses dağlara kadar duyuldu.
Irıskulbek Han kayboldu. “Daha ne belası bu kahramanın? diye ağlayan kadınlar hanın başına tepesi delik şapkayı giydirip, üzerine eski paltoyu örtüp zayıf bir ata bindirerek kaçırmaya hazırlamışlardı.
–Bu nasıl bir şey, bizim hanın sana karşı hiç kötü niyeti yok ki, kötü bir kelime bile ağzından çıkmazdı bile. Kendi milletine saldırıyorsun, iyi misin sen?” dedi Saykal ana.
–Evet, dedi Baytik zorla nefes alarak ikimizde gerçekten delirdik, hanınızın kendisine sorun.
İstediğini ele geçiremeyip geri çevirdi. Baytik, gelirken Kökö-Mürön suyunun kıyısında yaşayan Sayak kabilesini toplayarak:
–Ey, benim halkım, sizlere esefimi anlatayım. Ben sizler gibi kardeş gördüklerimden, sağken gönülden öldükten sonra kemikten gitmez kötü bir haber duydum. Ben de kardeşe yapılmayacak kötülüğü gece boyunca deli ormana geleceğimiz için iyi niyetimle yaptım! Siz sormayın ben söylemeyeyim.
Halk şaşırdı. Baytik:
– Ben elçi göndermiştim. Bu zor devirde diri olursak tepede duralım, ölürsek de çukurda ölelim niyetiyle göndermiştim elçiyi. “Ama” dedi bağırarak: Ruslarla arkadaş oldu, Kırgızları kardeş gibi görmedi ki! dedi.
“Hanların hanı Baytik’i bile layık görmüyorsa, bizim kardeşimiz aklını mı yitirmiş?” dedi halk.
Biraz kendine geldi Baytik:
–Onlara diyeceğimi sizlere söylersem onu dinlemeye dayanabilecek misiniz?
“Neden dinlemeyelim ki, iyi bir söz ise” diye halk meraklanmaya başladı. Baytik yavaşça onlara baktı:
–Siz ne zamana kadar dağ başında oturacaksınız, tüneğe bağlanan kuş gibi? Tünek duruyor, kimse onu almayacak sizden. İnin aşağıya gelin Sarı Özön’e. Şimdi devir çok kötü dedim ya, yarın yer paylaşılacak şimdiden kendinize yer ayırın sahip çıkın yerinize.
Kurmankoco ve Kulgıcıgaç (kabile ismi) kendi aralarında konuşmaya başladılar. Arpa, darı da olmuyor, yüksek yer bir de soğuk, ama yine de vatanımız Suusamır. Biri hiç ondan vazgeçemedi biri ise kendi çıkarını düşündü.
“Evet, bu doğru, Sarı Özön gibi yer var mı hiç?” diye sordu birisi, diğeri ise “kışın ılık, yazın serin, otu da dize kadar, tüm derelerden gelen tertemiz suyla her ektiğin yetişir, diktiğin de yeşillenir” diye hayret etti.
“Onlar bizi kabul edecekler mi” diye düşündü birisi. “Kim kabul etmeyecek ki kahramanın kendisi çağırıyorsa” dedi birsi güvenli bir sesle. Bir ihtiyar “kim bilir?” diye şüphelendi.
Çok düşündüler ve sonunda tüm mevsim boyunca eski paltosunu üzerinden hiç çıkarmayan ihtiyar başta olmak üzere üç yüz kişi evlerini toplayıp Sarı Özön’e doğru koyuldular.
Daha hiçbir şey ekilmemişti tarlaya ve yer de dümdüzdü. Her köye ayrı arazi ayırarak hızlı bir şekilde halkı yerleştirdi Baytik kahraman.

5
“Oyy dediler boş boş oturan iki yerli, yöneticileri seçmek için Ruslar yeni bir yöntem bulmuşlar.”
O nasılmış?
“Yeni yasa çıkaracakmış. Halk seçecekmiş”
“Bizim yasalara ne olacak?” Halk bunları hiç seçmedi, bunlar babasından kalan kamçıyı kimseye vermiyorlar, kendi mülkiyetleri gibi davranıyorlar!”. “Kim anlatıyor sana bu boş şeyleri?” “Bilmiyorum, dün pazara üç koyunumu götürmüştüm, orada herkes konuşuyordu.”
“Her kabileden isteyen “ben olacağım” diye aday olabilirmiş, sonra halk beğendiğini seçecekmiş.”
“Ben, ben olacağım diye aday olabilirim desem olur mu?”
“Ha-ha… oho ho… eğer halk seçerse ne yapacaksın halka han mı olacaksın?”
“Eğer böyle bir düşüncen varsa korkma sen!” Yöneticiler konuşmayabilir, büyük makama ulaştıktan sonra ismin kahraman olacak osuruğun mis gibi kokacak.”
Tabi halk bir şeyler işittiği için bunu kendi aralarında konuşuyorlar. Birkaç gün önce kaymakam halkın tüm kabilelerinden kendine “temsilci” seçip büyük bir toplantı yapmıştı. Orada yakın gelecekte halka “nahiye müdürlüğü” denilen yönetici, onun kapsamında yerli halkın geleneğine ve dinine uygun olarak iç işlerini yürüten “bey”, köy başkanlarına “köy muhtarı” denilen yeni hizmetlerin oluşturulacağını ve bunlar halk tarafından seçileceğini de duyurmuştu.
“Herkes hazırlansın, eskiden beri ağa olan da halk içinde saygıya layık olan da aday olarak kendisini göstersinler. Nasıl olsa herkes aynı şartlarda seçilecek” diye pekiştirilmişti.
“Halkı insan yerine koymak bu demek işte?”
“Bizi kendileri gibi eşit görüyorlar Ruslar!” diye hayret ediyorlardı ve bundan memnun olmayan da kalmamıştı.
Rusya’nın yönetme işine kimse karışamazdı. Ülkesinde tüm yerleri ve hatta hem batı hem de doğu sömürge ülkelerinin halklarından sadece Hazreti Hükümdar kime nasıl değer ve kime nasıl hizmet vereceğine bir tek kendisi bilirdi kendisi seçerdi.
Bu durum ise Çin ve İran sınırlarındaki Türkistan grupları için yöneticileri halkın kendisi seçmesi büyük bir hediye olmuştur! Eskiden beri unutulmuş geleneğine, akıl geleneğine, artık özel duruma geçen dini kavramlarına uygun olup, birlik içinde yaşasın demek mi bu? Öyleyse Allah versin!
“İyi bu neden olmasın. Akıllı olsa halkı düşünse” diye Şabdan bunun iyi olduğunu düşündü. Ama halkın bir kısmında da olumsuz görüşler vardı. Eski kırgınlıklar intikama dönüşmüştü ve bunlar da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Onun için pek açık olmasa da halk kendi arasında “kardeş” denenlere ters bakmaya başlamıştı. Eskiden Tagay ve hatta dünkü Tınay ve Atake kahramanlar “kendi çocuklarından saklanmış” diyen grup, artık ayrılmaya başlamıştı.
“Neden? dedi birisi, Oyrot gelse de onlar han, Sart gelse de onlar han, şimdi Rus gelse yine onlar han mı olacak?”
“Evet, dedi diğeri onu destekleyerek, yöneticiliği bunlara babası mı satın almış yoksa anası mı doğurmuş?”
“İşte! Böyle olmayacak şimdi!” dediler. İşte Ruslar da bizim elimize yöneticilik geçecek zamanda karşımıza geldi! Neden onlardan korkacağız ki?”
Burası nahiye müdürlüğü seçilecek küçük yer değil burası eski sol kanattan çıkan Er Eşim’in zamanında “Saruu Bagış”tan kalan yer.
“Madem onları yıkıyoruz, ona göre kurtlarını düşürelim!” dedi fakir Savala, yuvalarını yıkmak kolay, birer birer yıkacağız!
“Bu iyi bir fikir” dediler aynı fikirde anlaştılar.
“Hım demeden edemediler bunu duyan adaletler(jüri). Bitin başa çıkması bu işte!”
“Kurt” dediği dünkü kahraman kardeşi Şabdan, Nahiye müdürlüğüne “boluş”[15 - Bir bölgenin yöneticisi]olarak layık görülüyordu. Ağabeyinin hiç makamı olmadı bu zamana kadar. Nahiye müdürü de olmaya heveslenmiyor. Sadece bu bölgedekiler değil, tüm halk ve Rus efendileri bile ona değer veriyor ve saygın bir yeri var. Eğer ona doğru yönelirsek o zaman nahiye müdürü olacaktır. Burada bir fikir var. Köpekten kurt çıkarsa eğer o yine köpektir.
Aday gösterme zamanı da geldi. Halk içinde artık sakin bir hayat yoktu. İşte küçüğü büyüğünden çekinmeden büyüğü de küçüğüne bakmadan köy içindeki durum kavgaya ve dövüşmeye dönüştü. Bunun hepsini Şabdan kahraman görmüyor değildi. Üstelik Jeti-Suu efendisine dilekçenin gönderildiğini de işitmişti.
Böyle bir durum sadece Şabdan kahramanın köyünde olmuyordu. Yok, tüm Kırgızlar’da, çöldeki göçebe Kazaklar’da, şehirlerde oturan Sartlar ’da demek ki Türkistan halkında da bu durum kaynıyordu!
Bu halkta yönetici böyle kurallarla seçilmeden, kısa zamanda mı ya da yıllar boyunca ismi herkese duyulan, herkesçe tanınan, akıllı, dürüst, halkına saldırmaz denilen ve halk güvenine giren kendiliğinden yönetici oluyordu.
Doğru yolu seçip adaletli iş yürütüp halkından para almadan halkının kölesi olduğu gerçektir.
“Hep böyle adaletli mi çalıştı hepsi?” Halkını boş sözlerle aldatan, kendi çıkarı için halkın başında duran, istediği gibi yönetenlerle doldu. Halk kendisi onu kabul edip sonra ona karşı bir şey yapamıyordu.
Ama böylece neye ulaştı ki onlar? Sonunda halk onlara hiç önem vermedi, makallarla(atasözü) kılıçtan da keskin darbe alıyorlardı. Sonra halkın güvenini yitirip dayanamadan kaçıp yabancı yerlerde barınak aradılar ve yalvardılar.
Şimdi halk ne yapacak? Kaymakama göre “değerlendirme” ve “seçme” ölçüsü de değişti. Kabike beraberlik bağlantısına, adayın bizzat değerine göre değil “nahiye müdürünü”, “köy heyetini”, “köy muhtarını” tüm halkın seçmesi “oylama” olarak daha da genişletildi. Tamam, “tüm halka” denilsin, tüm halk özgürce seçimi yaparsa o halka saygı duyan, onları düşünen ve herkese eşit davranan yöneticiler çıkabilir.
Ama bu yöntem oylamayı gerçekleştirmeyi amaçlıyormuş. Tüm halkın hakkını ihlal ederek “parti” denilen birçok gruptan oluşan sonunda halkı aldatan, parasını alan, yönetime dayanan, ona “bunlar seçimden geçti” dedirenler geçmeye başladı. Kabilesi, köküne göre “seçilenler” de daha önceki gibi değil onları oylamadan geçiren Rusların dediklerini başını kaldırmadan yaptılar.
Yüce Rus İmparatorunu hiçbir zaman halk seçmemişti. Ta eskiden beri hanedanlık vardı ve yaptığı işleri ve diyeceği sözleri de hiç halka danışmıyordu. Biraz gönlüne yakın olanların az da olsa tekliflerini duymuştur ama genelde bizzat kendisi emirler veriyor işleri yürütüyordu. Ruslarda bu zamana kadar seçimlere karışmıyor, terfi etmek gerekiyorsa İmparator kendisi yapıyor, tam tersine görevden almak gerekiyorsa ilgili görevli yapıyor.
İşte böylece dışarıdan gelen sel de kuşattı ve bu eskiden beri gelen yerli kabilenin aile ve kök olarak değerlendirilen geleneği değiştirilip biri kendi halk içerisinde kardeş kardeşle dövüşüp, bir grup olup birleşen kabileler Baytik’e de Şabdan’a da hiç bakmadan kendi aralarında ayrılmaya başladılar.

6
Yıl geçtikçe iki komşu birbirine daha da alışmaya başlamışlardı.
Cayloobay yayladan iner inmez bir koyununu keser, Kuzmin ise bir kap patatesini getirir. Kuzmin’in yazma ve okumayı bilen German’ı Pişpek’teki lisede okuyor, kızı Lyuba ile Cayloobay’ın Taylağı da bu komşunun yardımıyla Rus-Tuzem mektebinde beraber okuyorlardı.
“Oo diyor Cayloobay memnun olarak, bu olmazsa bizi mektebe hiç yaklaştıracaklar mıydı?”
Böyle sakin günlerden birinde komşusu sarışın sakalını okşayarak, tuz gibi boz gözleri gülümseyip bir kâğıt getirdi Cayloobay’a:
–Bu kâğıt bizim bu yerde yaşamamız için yazılmış bir kâğıt dediğini zorla anladı Cayloobay.
Cayloobay şaşırdı:
–Ne, komşu olduğumuz için de yazı yazılacak mı?
–Yazılmaz mı hiç? diye sordu Kuzmin. Bizde her yerde yazı, her şeyin hesabı var.
“Rus düşündüğünü yapar demek bu mu acaba?” dedi Cayloobay içten.
–İşte dedi Kuzmin, bunun aşağısına parmak izini bas, “komşuyuz, kardeşiz” demek olacak bize göre.
–A tamam, öyleyse.
Kuzmin evinden çocuğunun getirdiği mürekkebini getirdi ve onun parmağına sürdü. Ufacık bir şeyler yazılan kâğıda onun parmak izini bastırdı:
–İşte bitti, bu kadardı.
Cayloobay bir zamanlarda köy muhtarlarının kâğıda mühür bastıklarını görmüştü. Bir mühür basmış gibi oldu.
Böylece seneler geçiyor, komşular sakin ve huzur içinde yaşıyorlardı.
Hayvanlar semirmişti, çocukların yanakları kızarıp yayladan indiği gündü. Cayloobay her zamanki gibi Kuzmin’in eşiğine iki yaşındaki koyununu getirdi.
Yabancı bir Rus varmış. Uzun etekli çapanlı[16 - Kalın ve uzun yakasız üst giysisi] kişi büyük siyah tebetey giyen Cayloobay’a ve kuyruğunu hep yukarı aşağı serpen koyununa sırayla bakıyordu. Cayloobay ise sakalı olmayan bıyığı sanki çizilmiş olan Rus efendiyi görünce çekindi ve komşusuna bakıp durdu.
–Nu (Hadi) Cay, dedi Kuzmin korkma, vergi için gelmiş, konuşacağız galiba.
Biraz sakinleşti Cayloobay, koyunları komşusunun ineklerinin yanına koyup yavaşça geldi.
Kuzmin, evin temelini yükselterek merdiven koymuş, her odasına cam takıp, üstünü ise kamışla kapatarak mükemmel bir han sarayı kurmuştu.
Evinden eski buruşmuş kâğıdı getirdi. Onu diğer Rus efendisi aldı biraz göz atıp sonra Cayloobay’ı parmağıyla çağırdı, bastığı parmak izine işaret ederek:
–Bu ne? Senin parmağın mı? diye sordu Rusça.
Yerlinin dilini artık babasından da daha iyi bilen German hemen çeviriverdi:
Efendim:
–Ee, dedi dikkatle bakarak, neden yaşadığın yerin parasını bu zamana kadar ödemiyorsun?
Cayloobay şaşırdı:
–Nasıl bir para? diye sordu.
Efendi:
–Bak işte dedi kâğıttaki parmak izini göstererek, her sene Rus parasıyla hesaplandığında on somu bu yerin sahibine ödeyeceğini kabul edip parmak izini bile basmışsın!
–Efendim, dedi Cayloobay burası benim köyüm, yedi babamdan kalan yer! Kendi yerimde yaşadığım için neden ben para ödeyeceğim?
–Bağırma! dedi Kuzmin alçak sesle, sonra kurnazca gülümseyerek yavaşça anlatmaya başladı, evet burası eskiden beri babalarından kalan yer.
Cayloobay sözünü kesti:
–Yok yok sen yerinden dolaşarak buraya geldin. Yok, bu yer bana kalan miras yer dedi ne yapacağını bilemedi.
Kuzmin ise “yeri zapt etti” demesinin yerine “yersiz kaldığından geldi” dediğine dayanamadı:
Bu yer kimden kalmış kimden kime geçmemişti ki! Biliyorsun şu birazcık yer ve hatta tüm Türkistan da artık bizim Ak Paşa’nındır. Yalan mı? Hazreti İmparator ise kendi yerine kimi sahibi yaparsa onu yapar!
Sonra:
–İşte dedi yönetimin emrine göre bu yer artık ebediyen bana verilmiştir!
Şimdi ise Kuzmin direk azarlayarak:
–Bugün de yarın da aklından çıkarma, bu yerin kanuni sahibi benim, sen ise sadece bu yeri kiralıyorsun, eğer acırsam burada bedelini ödeyerek yaşarsın, eğer istemezsem alacağını alırsın buradan kaybolursun duydun mu?
Bu gerçekti.
Cayloobay kendine gelemiyordu, zorla nefes alıp oturdu kaldı. “Ey adaletli Allah’ım, zorluk demek bu mu?” diye gözleri ıslandı:
–Kösmün balığın kemiği gibi eski arabayla gelmiştin. Hım Kösmün bu benim köyümün kenarında ölecek gibi olup yatmıştın. He Kösmün Cayloobay’ın sesi dağa yükselip artık dayanamıyordu:
– “İnsanlık edip, altına soğuk geçmesin diye döşeğimi verip zorlanma diye hep sana bakmamış mıydım Kösmün?
Kuzmin ise sakince:
–Oo oo Cayloobay, sadece sen mi yardım ettin? diye sorup güldü. O sizlerin görevinizdi!
Cayloobay’a ok girmiş gibi oldu, bu durumda sadece “anne” kelimesi çıkar derler ağzından, Ne! diye kendi kendine bir şey soruyormuş gibi oldu ve onun dediklerinden bir tek “nereye gideceğim” duyuldu. Nereye gideceğim mi dedi yoksa nereye gidip şikâyet edeceğim mi? dedi belli değildi.
Bu tam duyulmayan sözünü de çevirdi.
–Yer parasını ödeyip yaşayabilirsin dedi sırtını göstererek efendisi, eğer ödemeyeceksen daha görmediğini göstereceğiz! Ta uzaklardaki karlı ve buzlu dağları göstererek: Anladın mı?
Yok, zavallı anlayamadı. Yanındakiler ise kendi aralarında konuşuyorlardı:
– Beş yıldır yer parasını almadım.
– Neden?
– Çok da zengin değil.
– Zengin mi fakir mi sana ne? Al parasını! Sen de alınan paradan belli bir ölçüde vergi ödeyeceksin hazineye hatırlıyorsun değil mi? Beş yıl için on somdan elli som olacaktı ve onun da birçok kısmı hazineye gidecekti.
–On som büyük para, beş yıl için on beş hayvan ödemeli. Bu fakir için büyük bir zenginlik. Ödemesi zor olacak.
–Hadi efendi o zaman sen hazineye ödeyecek parayı öde, bunlara dokunma, bunlar birbirlerini bırakmazlar, zengini fakiri için öder! dedi.
İri sarışın kadın eşiğe gelerek durdu ve onları sofraya davet etti. Kuzmin hemen misafirini içeriye aldı ve votkayı da getirdi.
Göç edilerek gelen halka verilen yerin boş kalmaması ve köylerdeki fazla yerleri kiraya verme görevleri yönetim tarafından göç edip gelenlere verilmiştir. Kira parası da belirlenmiş. Kiracılardan para alsa da almasa da fark etmiyor ama kendisi hazineye vergi ödeyecekti.
Biraz sonra efendi kızarmaya başladı. Kösmün’ün önünde ölmek isteyip daha oradan gidemeyen Cayloobay’a Efendi yüz ifadesini değiştirerek baktı ve parmağıyla onu göstererek kötü küfretti galiba, dudaklarını oynattı. Onunla beraber yürüyen Kuzmin Cayloobay’a bakıp göz kırptı. Efendisini gönderdikten sonra:
Şimdi gel dedi komşusunu avutarak ikimiz biraz içelim.
Zaten sinirlenen komşusu elini çekti:
– Bırak!
– İç biraz, hemen düzeleceksin Cayloobay.
– Bırak, beni aldatma. İçmeyeceğim senin bozonu[17 - Boza]. Seni kardeş olarak görüyordum!
– Bana bak dedi Kuzmin, ben seni değil vergi isteyen efendiyi zorla aldatarak gönderdim. Kâğıt, yöneticilere gerekiyordu. Seni üzecek diye söylemiyordum. Senin yerine ben ödüyorum artık bundan sonra da öyle yaparım, üzülme sen!
Cayloobay biraz yumuşadı. Kuzmin:
Onun önünde biraz sert olmalıydım. Öyle yapmazsam kanuna uymuyor diye beni göndereceklerdi!
“Aa doğru” diye düşündü ve biraz sakinleşti Cayloobay.
Hayvan kaybolmuş diye bir ses duyulmuştu.
Bunu incelemek için seçilen köy muhtarlığına yerli iki köy heyeti ve adaletli olmak için bir grup şahit de toplanmıştı.
Onların her biri değerli, saygın ve önemli kişilerdi. Geniş boz üy içinde oturuyorlardı.
Eşik tarafında hayvanı kaybolan sarı sakallı yeni kardeş Kuzmin ve beş yıllık kira parasının zorla yarısını ödeyen ve bir tek atı kalan Cayloobay oturuyordu.
Hım kaymakam başkanı kendisini tanıyan yer sahibinin isteği az mıymış? Davacı zengin mucuk Kuzmin’di. “Bilinmezse bunlar hırsız, bilinirse parasını alamayan oluyorlar” diye Kuzmin, köy muhtarına bile dikkatlice bakıyordu. “Hırsız” Cayloobay’mış, hırsız gibi de bir hali yok, kendini savunacak mı, ya da benim hırsız olduğumu ispatlayamaz mı diyor, ya da kaderine yenilmiş mi belli değil ama onun hiç de korkacak hali yoktu.
Bitmeyen iş, tartışma da bitmiyor. Nahiye müdürü sakindi:
–Ee, dedi kimden şüpheleniyorsunuz efendim?
Tabi efendi olacak. Efendi diye sadece yöneticilere hitap edilmiyor, gün geçtikçe zenginleşenlere de efendi denir. Buna göre yöneticilerine doğru yol açılarak değeri daha da arttı. Başta geldiğinde “ey mucuk” yerine “efendi” diye hitap etmelerine de artık alıştılar:
–Hım, ne desem? Biraz gücendi bilerek neden soruyorsunuz diyormuş gibiydi. Yuvarlak halı üstünde iki ayağını bükerek oturan bu yabanilerin hepsi Ak Paşa önünde suçlanmalı der gibi hırslanarak: Hepiniz biliyorsunuz!
Buranın tercümanlarına inanmıyor o, hep German’ın yanında, duyduklarını hemen çeviriverdi.
Köy muhtarı suratını astı, ne kadar Ruslar tarafından seçilse de kendi halkı ona yakındır. Suratını asması razı olmamasıydı.
Sağ dizi tarafında oturan nahiye müdürü bunu hemen fark etti ve alçak sesle şöyle dedi:
–Siz “hepiniz” diyorsunuz. Bu “hepiniz adaletli değilsiniz” demek mi?
Başını salladı mucuk.
Bu hareketi ise “sizlere boşuna anlattım” der gibi anlaşıldı. Yerli efendilere ve birbirlerine baka kaldılar.
Eğer onlar yönetici olsalardı “lafına bak” diyeceklerdi. Eskiden biri hayvanlarına sürekli saldıran kurdu tutup arka bacağını kesmiş sonra “ee şimdi saldır bakalım” demiş! Kendini yerlinin iyisi, iş bileni ve akıllı olduklarını sananlar kurdun halini hatırlayarak sessizleştiler.
Bunu köy muhtarı da hissetmemiş değildi:
Efendim, dedi alçak sesle, diğeri ise daha kendini büyük görmeye başladı gür sarı sakallı, ürkütmeden söyleyin, davanız varsa eğer!
“Ürkütmeden” demesine memnun olmuş gibi oturanlar gülüştü:
Efendim, söyleyin işte, hayvan mı kaybettiniz yoksa sarı kafalı insan mı kaybettiniz? dedi oturanlardan birisi.
Efendi boş bir cevap vermedi:
–Sarı kafalı kaybolmaz elinde tüfeği var, dedi kaşlarını çatarak, kaybolan hayvan işte. Memesi yere değen iki sağmal inek!
–Şüphelendiğiniz birisi var mı?
Kuzmin, eşikte oturan komşusuna doğru baktı.
–Dur, dedi Cayloobay, demin evlerinde de kavga etmişlerdi. Çek haram kolunu, sakalını da kopararak eline vereceğim şimdi! Sinirlenerek başköşe tarafına yaklaşmaya başladı: Ey köy heyeti! Ey adalet! Sağmal ineğin kesip yendiğini hiç duydunuz mu siz? Sağmal hayvan kutsal o kesilmez ki!
Kalktı:
–Ey bizde “sağmal hayvana bıçak değdirmek, çocuğunu emziren kadına el kaldırmak demek” demek değil mi? Ne dersiniz buna? Sizler bana kurt oldu demek mi istiyorsunuz?
Biri başını salladı birbiriyle omuzlarını değdirerek konuşmaya başladılar.
–Ee, buna ne dersiniz? dedi köy muhtarı.
–Bunu bilen sağmal ineğe dokunmaz, dedi aksakal.
Kuzmin:
–O zaman benim iki ineğim gökyüzüne uçmuştur, dedi herkese bakarak. Ben kaymakam başkanına bir sorayım belki onlar görmüştür. Belki onlar Çin’e gitmiştir.
“Lafına baksana”. “Korkuttuğuna bak!” diye içten düşündüler.
Ne demek! Gerçekten ineği kaybolmuş gibi. Şüphe edilenin de söyledikleri doğru. Köy muhtarı düşünüyordu, nahiye müdürleri hiçbir şey düşünemediler, aksakal içten her şeyi ölçüyordu.
–Köy muhtarı, hırsız belki dışarıdan gelmiştir. Aşağıdaki nehir ile köyden ineği çıkarmıştır. Ama onu nasıl bulacağız? dedi. Ne yapacağız, etrafımızda gündüzleri hayvan kayboluyorsa artık ne yapacağız?
Çaresizliğini hissederek:
–Ne yapacağız ki, halktan toplayıp ineğin yerini doldurmazsak dinmeyecek bu. Bunu yapmak lazım bence dedi.
Bu “halktan toplama” bir sonuç gibi görünüyordu. Kaymakam başkanı duruyorsa başta, hayır böyle olmaz diyebilecekler mi?
“Sadece iki inekmiş, ama mucuğun ineklerinin sütü de ve onun pazardaki fiyatı da yüksekmiş. Olsun boşluğunu dolduralım dediler. Belki de Allah bize bunu geri verir.”
Nasıl dolduracaklardı? “Hırsız” buradaysa:
–Her fakir aileden kişi başı elli tıyn (kuruş) biraz zengin ise bir somdan para toplama emri verildi.
Böyle bir işe kaymakamdan emir alındı. Kim karşı çıkacak ki?
Bir kabilenin halkı sayıldı, ortalama olarak iki ineğin dörde çarpılması ile her kabileye 100 som para düşüyordu.
Hayvan çok ama alan yoktu o zamanlarda, üç soma bir büyük boynuzlu öküz satın alınabilen zamandı.
–Ey, dedi akşamleyin Cayloobay komşusuna, sen bana hırsız dedin!
–Hım, ödüyor musun? dedi Kuzmin.
– “Hayvan kaybettim diyorsun” dedin.
Böyle bir yolla bir şeyin boşluğunu doldurmak halk içinde yoktu, bu yabancı yerlerde Rusların hayvancılığı korumak için kaymakam tarafından nahiye müdürüne verilen görevdi. Nakit para yok halkta, para yerine hayvan ödüyorlardı, kaybolan hayvan sahibine dört kat hesabı verilirdi. Kalan hayvan ise toplanan paranın çoğu kısmı Kaymakam Başkanına, her zaman halk arasında işi kontrol eden efendilere, biraz daha kalırsa yerli efendilere verilirdi. Kemik paylaşan köpekler gibi yerlerdi.
“Ey Allah’ım, zavallı halka şirret köy muhtarı, niyeti kötüleşen halka fesatçı köy muhtarı demek bu mu? diye birisi fark etti diğeri ise şaşırıp kaldı.

7
Kaymakam binası.
Uzun boylu Baytik eğilerek girdi. Kaymakam başkanı onun “eğilerek selam verdiğini” düşündü. Sol taraftaki sandalyeye elini işaret etti. Bu hareket “kalk” demesiydi. Bu efendinin neden bu kadar suratını astı, daha önceden ilişkileri de vardı, Baytik yavaşça yaklaştı ona. Efendi sonra yukarı baktı, öncekisi gibi gülümsemedi, hâl hatırını bile sormadı:
–İkimizi Bernıy’a çağırıyormuşlar.
Tercüman her zaman hazırdı.
–Neden? Öğrenebilir miyiz?
–Gidince göreceğiz, asker komutanı kendisi kabul edecekmiş.
–Ne zaman gitmeliyiz?
–Acele etmeliyiz, şimdi de gidebiliriz.
Dışarıda iki atlı fayton da hazırmış, Kaymakam Başkanı hemen kalktı, beraberinde Baytik de çıktı. At üstünde dizilenlerin yarısı önde yarısı arkadan gitti. Hepsinde silah vardı. Giderken özellikle buradan gittiler yer belli değil ama tanıdık yermiş, demir kapı açıldı ve fayton da oraya hemen girdi. İki efendiye iki taraftan eşlik ettiler. İki eşiğinde silahlı iki muhafız duran kapıya geldi:
–Hadi girin şimdi buraya dedi Kaymakam Başkanı. Baytik anlamadı, eliyle işaret edip “gir” dediğini anladı ve susarak eğilip demir eşikten içeri girdi. Başını kaldırıp yukarı bakana kadar arkasından demir kapı hemen kapatıldı.
Kapı ise insan değil hatta kedi bile sığmayan sivri demir tel kafesliydi. Bir tek tahtadan yapılmış çıkıntı duruyordu, daha önce biri yatmış ve başına koyduğu yastık ezilmişti bir şey yatıyordu. Sivri kapıdan ışık geliyordu.
Yabancı bir ses hissetti. Şaşırdı, kapıya gelmedi, “bu ne demek” demek de aklına gelmedi, “hapishaneye attı beni” dedi. Tahtadan yapılmış çıkıntıya zorla kendini sığdırarak oturdu. “Deli ormanın sahibi beni şikâyet etmiş demek ki” “sorar” diye ümit etti.
Günlerin birinde tercüman beş muhafızla geldi ve ortaya toplandılar. Muhafızların biri tetiği çekilen bir tabancasını direk Baytik’e doğrulttu. Ayağına ve koluna demir zincirler taktı, sonra sorgulamaya başladılar. Ne üzüldü ne de düşündü artık her şeye razıymış gibi aşağı bakıp surat astı dev boylu kişi.
Sorgu yargıcı subay şaşırdı kaldı. Ta önceki Yarbay Lerheni Oliya Atag’a kadar eşlik eden tuzemçi olduğunu yazmadı. Ama nasıl olsa hizmeti geçen birisidir!
–Siz diye saygıyla başladı, tüm Rusya’nın Tanrı Hazreti İmparatorunun değerli insanı Irıskulbek’in köyünü tahrip etmişsiniz, doğru mu?
Kazak tercümanı da çalışmaya başladı.
Baytik sadece yavaşça başını salladı, evet de hayır da demedi. Sorgu yargıcı:
–Sözlerle cevap ver! diye sinirlendi.
–Doğru dedi Baytik.
–Neden?
–Beraber olalım diye elçi gönderdim ama kabul etmedi dedi.
“Beraber” cevabını tercüman tam tersini anlamında “şüpheli maksat” anlamında anlattı.
–Cevabı peki?
Daha surat asarak kafasını eğdi aşağıya. Soru yine tekrarlandı ama sanki duymuyormuş gibi sustu. Tercüman yine sinirlendi:
–Cevap versene?
Tercümana baktığında kanının kuruduğu göründü, kibar sorgu yargıcı ise yavaşça kafasını salladı.
“Biraz daha sert olur musunuz, yoksa beni hiç önemsemiyor!” dedi tercüman.
–Söyle! diye bağırdı bu kez sorgu yargıcı.
–Söylemeye layık değil, kendisine hiç sormadınız ne dedin diye dedi Baytik.
–Sorduğum soruya cevap ver! dedi yine.
–Layık değil diyorum söylemeye! dedi Baytik.
–Demek aklamayacaksın kendini, diye sordu, biz seni araştırdık, bu saldırı da senin her zaman yaptığın saldırılarından birisi.
Tercümanı ile kendi aralarında konuştular sigara içerek. Arada bir Baytik’e bakıp gülüşüyorlardı. Baytik ise sezdirmeden onları duymaya çalışıyordu belki de “at”, “Sart” kelimelerini duyabilecekti.
Sonra:
–Ee, kaç kişi öldürdün?
–Belki kamçı değmiştir belki de üzengi değmiştir dedi Baytik, ölmüştür belki de diye ilave etti.
Tercüman ona hafif bir gülümseyişle bakıp:
–Hesaba göre altmış bin imiş? dedi şaşırmış gibi.
–Ey, dedi Baytik kalkmaya çalışarak, sen bunları nereden alıyorsun?
–Otur! dedi sorgu yargıcı, kendisi kalktı.
Baytik ise oturmadı:
–Ey, bu ağanın köyünde bu kadar insan mı varmış? diye yerinde oturmadı.
–Otur yerine diyorum, şimdi vururum dedi.
–Vur diye hiç korkmadan ona karşı geldi, vuracaksa vursun dedi, tercümana bakarak şöyle dedi:
–Ey, düşman Kalmak, sen biliyorsun her şeyi, bilmiyor değilsin, ta önceki Kenensarı saldırısındaki iki tarafı bile birleştirildiğinde de bu kadar yoktu! Şuna bak “altmış bin” imiş! Bunu bir tek ahlaksız söyler. Sen burada bana suç atarak bir yandan kalbinden davranıyormuş gibi görünüp Kalmaklar’ın öcünü almak mı istiyorsun burada?
Bir işaret edildi mi ya da gürültüden dolayı belli değil ama dışarıdan iki muhafız geldi:
– Baytik, bak işte, beni bu Rus tutuyor bir de bana vursun! dedi.
Ertesi sorgulamada bir başka suçla suçlandı:
–Sakince kendi hayatını devam ettiren üç yüz kişiden oluşan halkı göç ettirmişsin!
Baytik evet diyormuş gibi başını salladı:
–Doğru mu?
–Sözlü cevap ver. Kâğıda yazılıyor.
–Doğru, dedi Baytik. Hadi gidelim Sarı Özön’e dedim, herkes severek göç etti. Yer verdim, arıklarını bile kazdırdım, Ruslar gibi yaşasınlar istedim, ağaç dikip, duvar inşa etsinler istedim.
Tercüman “bu suçu da kabul ediyor” dedi. Sorgu yargıcı şaşırarak baktı Baytik’e:
–Herkese yer dağıtacak kadar yer senin özel mülkiyetin mi?
Baytik buna dayanamadı. Bunalarak karşısındakilere çenesini kaldırıp:
–Kimin yeri o zaman? deyiverdi.
Sorgu yargıcı ise hiç sinirlenmedi, tam tersine güldü. Tercüman ise onun dediklerini çevirdi:
–Sadece sizin yer değil hatta tüm Türkistan bile Rusya’nın özel mülkiyetine geçmiştir. Siz bilmiyor musun?
–Oy! diye tepesi attı Baytik’in. İzin almadan nasıl özel mülkiyete geçer?
Kimi doğruyu kimi ise yanlışı söylüyor diye her ikisine de baktı Baytik.
Sorgu yargıcı:
–Rus atının izi kaldığı yer Rusya’dır!
–İşte! diye gereksiz yere diğerinin söylediğine ilave etti tercüman. Soracak mı? Kendisi Yarbay Lerheni’ye eşlik ederek Ouliya Atag’a gittiğinden beri bu ülke Rusya olmuştur artık.
Baytik’in ışığı sönmüş gibiydi. “Bize ne kendimiz mi verdik?” Hiçbir zaman suçu üstüne almıyordu. Burada ise içten suçlu olduğunu hissetti.
Bu günlük yeter dediler galiba. Sorgulamayı durdurdular. Artık ezilen Baytik hücresine gönderildi.
“Bence bu dağda donup hayatını geçiren yabanileri düzlüğe getirerek onlara mahsus yer vermek için getirmiş” dedi tercüman. “Evet, dedi sorgu yargıcı, İmparatorluğun buraya halkı göç ettireceğini ve onlara ebediyen buraya yerleştireceğini bilerek bu işi yapmıştır. Demek İmparatorluğa olan karşıtlığı açık görünüyor.”
Sigara içip başını salladı.
“Biz biliyoruz bunu, deve gibi kendi istediğini yapmaya alışkındır. Bu şimdi de sonra da kolay kolay baş eğmeyecek”
“Pek önemi yoktu, ama…”
“Doğru yer ayırıp, yerleştirme sürecinin sonunda anlaşmazlıktan dolayı bir kavga çıkarıp onu oradan götürebilirdik.
“Bu yüzden işte bu yüzden arazi verdiğini, söylemeyelim, bir kişi ölse de öldürdüğünü, evlerini yaktığını söylersek yeterli olacak, birkaç yıl hapishaneye atılabilir, belki eskisi gibi sürgüne gönderilebilir biz ise işimizi bitiririz, gerisi mahkemeye kalmıştır.”
Demir kafesli kapısının dibinden giren güneş ışığı, gece boyunca uyumayan Baytik’i her gün karşılıyordu.
“Birini görmüş gibi mi oldu?” “Dışarı çık mı dedi?” Bu sadece bir görünüp bir kaybolan ümitti! Kolunu ve ayağını biraz germiş gibi olur ama bir yandan hiç aklından çıkmayan düşünce bir yandan uykusunu alamaması kokan yastığa yatmaya mecbur ediyordu. Yatsa da düşünüyor, bir türlü sakinleşemiyor, hep üzülüyor, yukarıya da bakmak istemiyor, gözleri yalnız sivri kapıya bakıyor. Artık birbiri üstüne katlanan düşünceleri kapıdan giren ışığa sanki bir perde gibi olup ışığı göremiyordu.
Demir kapıdan ses geldi. Yemek vermeye geldiler galiba! Kapıdan bir şey vereceği eşik açıldı, tabak da göründü, kapı dışından sesler geldi, sanki biri ağlıyormuş gibiydi, birisi ise onu avutuyormuş gibi. Kimdi?
–Mahpus!
Görevli yorgun sesi duyuldu. Yavaşça yürüdü kapıya doğru, artık alışmıştı ona, hiçbir şey demeden tabağı aldı. “Abi… abi” diye üzüntülü ses geldi. Tutuklu hemen başını kaldırdı, kadın sesi geldi. O yine yalancı ümitti. Hayır, ama yine kendine iyi bak abi” dedi yine. Kapı kapandı. Yine karanlık, sessizlik oluştu sinek sesi bile yoktu. “Kim? Kimdi o?”
Tabağı yere bıraktı, iştahı yoktu, sonra tabağa baktı, bir parça et vardı ve daha ılıktı. Tabağın dibinde biraz gülçötay vardı. “Kim?” diye düşündü yine. “Yoksa Apar mı geldi? Ama o abi demeyecekti bu Kazakçaydı. Hangi Kazak vardı benim için canını feda eden?”
Günler, haftalar ve aylar geçiyordu. Ama mahkemeden hala haber gelmedi.
Bazen onu akşamüstü dışarı çıkarırlardı.
“Gel dedi görevli, ayağında varmış bir de koluna zincir takalım, biz de rahat olacağız. Eğer denetlemeye gelirlerse sinirlenirsin belki.”
Baytik, bu yarı Kazakçasından sadece bunu anladı ve başını salladı. “Korkmayın sinirlenmeyeceğim” dedi sakince.
Zincire kolları sığmadı, ayakları için özel zincir yaptırmışlardı. Görevli ona bakarak “kim ne derse cevap verme, aklından çıkarma bunu” diye uyardı. Dev Baytik başını salladığından dolayı görevli biraz rahatladı.
Böylece kollarını arkasına alarak kimseye bakmadan ve kimseye önem vermeden başka mahkûmlar konuşsalar da hiç önem vermeden çölde yalnız kalan deve gibiydi.
Gökyüzünde bulutlar çoğaldı ve sisten dolayı gözle hiçbir şey görünmüyordu. Sadece güneş biraz kızarır sonra da kaybolurdu her gün.
Tabi güzel sözler söylemek iyidir, ama onlar unutuluyormuş. Daha önemlisi gönülmüş, o hep yanında olan belaymış diye kendine çok kızıyordu.
Dışarıya çıkardıklarında da mezar gibi karanlık odasında da Baza hep onun yanındaymış gibiydi. Bir şeyler söylüyordu sanki ama bu söyledikleri üzüntülü değil tersine kötü niyetliydi, onun bu haline seviniyormuş gibiydi.
“Nasıl bir şey yapmadan dururdum bu durumda?” Evet, tündüğünü[18 - Kırgız çadırının tepesine örtülen keçe örtü] düşürdüm, boz üyünü yaktım. “Kendisinin bana yaptığını ben de ona yaptım. Cezasını verdim?” dedi. Bununla ilk suçunu kabul ediyormuş gibiydi.
İkinci suçunu ise hiç kabul etmedi. “Biz nerede kalacağız?” diye üzüldü. Han’ı ile Oğuz Han’dan beri gelen savaş hevesi uyandığından soğuk yerde ruhu da soğuyordu, titriyordu.
Daha önce Rus askerinin yanında at binen Baytik hep gözünün önünden geçiyordu. “Kahraman yanındayken kötü bir şey gelmez” demişti. Tanıdığından onunla beraber gitmişti. “Ah!” dedi. Sanki teke tek savaşta aldatılarak yenilgiye uğramış gibiydi.

8
Şabdan tek değildi. Her zaman yanına ya dilenci ya da kötü durumda olup yardım isteyen birisi gelirdi.
Daha önce haritasına çizilen bölgelere ilave olarak daha çok yer almak için Rus efendiler şapkalarını eğri şekilde giyip Şabdan’a gelir. Misafir de olurlar. Bunu fark edenlerden biri “Oo bizim kahramanın Ruslarla ilişkisi iyi” diye övünse diğeri “yerimizi Ruslara dağıttı artık” diye meraklanmaya başladı.
O günkü rastgele gelen Kazak’tı. Çenesinin ucunda birazcık kılı vardı. Hiç yerinde durmadan titreyen çekik gözleri vardı.
Sadece kahramana bakıyordu, ona eşlik ediyormuş gibi köyün aksakallarını değil oturan Baytik’in Baysal’ını bile karşılayacak hali yoktu. Övünerek:
–İşte, azan ile ad verilen ismimiz Alpısbay, uzaktan geldik, kahraman, dedi, sizin değerinize layık olsun diye törene hayvanların en iyisini ve atların en iyisini seçerek 40 kısrak getirdik size.
–Ee dedi Şabdan. Neden böyle yaptınız? Hayvan getirmeden de gelebilirdiniz.
–Şimdi, dedi diyeceğini bir daha düşündü, cömert olarak tanıyan Şabdan’a bakarak ne diyeceğiz şimdi, yaz boyunca yaylamız da daraldı, komşu olalım, bir süre için olsa da kabul ederiz. Ala Too’nun eteğinden bize biraz yer vermenizi rica etmek için geldik, dedi.
“Daraldı” dedi, “gelenler alıyor” diyemedi, ama Şabdan onu da bildi, “bir süre için olsa kabul edecektik, ama bize de yer gerek desem gidecek mi?” diye Şabdan düşündü.
–Ee dedi, yine.
Nereden yer istiyorsun diye sorduğunu tahmin etti Kazak:
Çımalga bize yakın Korday size yakın işte o Korday’ın eteğinden yer verirseniz yeter bize.
“Ta eskiden beri Camankan kahramanın alacağı tüm mevsim boyunca Korday’da dururdu dedi Şabdan içinden, “kuru bir yer otları da iyi değil neden onu istiyor?”
– Şabdan açıkça: tamam, kardeşim komşu olalım ama bir süreliğine dedi.
Kardeşi eğildi:
–Razıyız diye eğildi, şişmanlığından mı ya da sevindiğinden mi belli değil ama bir anda nefesi daraldı. Konuşma devam etti.
Batı Sibirya genel valisi Gasford bu halkın birini Büyük Ordu, diğerini ise Yabani Ordu diye adlandırıp iki halktan da müsteşarları kurula çağırmıştı. Bu yabani kasırdan Ormon Han’ın oğlu Ümötaalı gitmişti. Gasford Efendi “biz şimdilik asker duvarını inşa edelim, Kokon’larla hesaplaştıktan sonra sizlere bırakırız. Üç Almatı dediğiniz yer boş imiş, kiraya verin” demiş. Ümötaalı aracılık yapan Çokan’a buna razı olduğunu söylemiş. Bunu babası Ormon Han’a söyleyince “neden babam bilir demedin” diye sinirlenmiş. İşte ondan sonra köpek bile suyunu içmeyen şehir kıyısından buraya gelmişler.
Taa Tölö muhtarlığı da aklına geldi. Tölö muhtarı artık ihtiyarladığı zaman birisi “sizin kederiniz yok” demiş. İhtiyar ise “tüm Kıpçaklar boyunca benim kadar kederli olan yoktur” demiş.
“Sizin çocukluğunuzdan beri bahtınız açıktı, han oldunuz, atlardan en iyisine bindiniz, gül kokulu kız sevdiniz, halka hükmettiniz, adaletinizle ne kadar insanın kaderini kurtardınız, aç kalmadınız hiç, bu yalan dünya sadece sizin için gerçekti hep saygıyla hayatınızı geçiriyorsunuz!” diye şaşırmış.
Tölö muhtar “hepimiz beraber Ak Kırgız halkıydık, yarısı Kırgız, Kıpçak yarısı Kırgız, Kazak olup ayrıldık, düşman olduk birbirimize. Bu keder değil de ne o zaman ne?” demiş.
“İşte göreceksiniz, birbirimize düşeceğiz, köpekler gibi saldıracağız birbirimize” demiş sonunda.
Eski örnekler şimdi masal gibi gelir.
İşi iyi yöne çevrildikten sonra Kazak biraz kendine geldi:
–Sizin oğlunuz var mı? diye beklenmedik bir soru sordu. Oğlu olmadan bu yaşa kadar nasıl yaşasın? “Bu nasıl bir soruydu?” demiş gibi Şabdan gülümseyerek baktı. Ne diyeceğini sadece Kazak değil, mutfakta oturan Şake ana olmak üzere tüm oturanlar da merak etti. Şabdan başını salladı:
–Bizde oğul yok Alpısbay’ım, dedi alçak sesle, bunu söylerken yüz ifadesi bile değişmedi. Yokluğun yok olduğunu söylersen aşağılarsın, kaygısını daha da güçlendirirsin demektir.
Sorduğuna pişman olup: “Bu kadar saygın adam bu yaşa gelinceye kadar oğlu yokmuş” diye sessizce oturdu Kazak.
Kahraman Kazak’a göre daha samimi olduğunu göstererek oturan Sarıbagışlar (kabile):
–Kahramanım Muhed başta olmak üzere on tane oğlun var neden “yok” diyorsunuz, dediler. Kazak’a “bu soruyu neden sordun?” diyormuşçasına baktılar.
–Kazak kardeşim, bizde oğul babasından sonra halkın tanıdığına halkın işine yarayana denir. Bizde kabile var, kabile!
Bu cevap soranlara, “kadından çıkan her şeye siz oğul diyorsunuz” gibi anlaşıldı.
Demin kahramana samimi olup övünüp duranlar: “biz yetimmişiz Muheddi’yi bile oğlu görmüyorsa demiş gibi birbirine baktılar, “bu doymayacak mı?” diye ona karşı hile düşünmeye başladılar.
“Eski kardeş artık yeni komşusu” teşekkür ederek “cömertliğine” güzel şarkıcı kızı armağan etti.
Alpısbay, oğlunun olmadığını duyduktan sonra üstelik oturanların arasında kötü hava hissedip hemen çıkmak istediğinden “kahramanım seni Allah’ım iki dünyada da korusun” dedi ve acele ederek hemen boz üyden çıktı.
Acele eden Alpısbay atına zorla bindikten sonra o vakitte yüzü de düşüncesi de değişti. Kendinden memnundu.
“İşte ne diyecekse desin bu zamanda veren cömert değil korkmadan alan cömert” diyerek yeri rica edip almış gibi değil kendisi almış gibi oldu.
Baysal Şabdan’a Baytik hapishaneye gireli çok oldu, dedi sanki halktan dışlanmış gibi.
Şabdan’a bu ifade “buna ne dersiniz” gibi anlaşıldı, baka kaldı. Baysal’a bu bakış ise “şimdiye kadar gitmediniz mi” diye anlaşıldı.
–Gittik, çok gittik, dedi Baysal efendiler bizi yaklaştıracak gibi değiller, biri “izin vermiyor” diğeri “gidin buradan” diyor, anlaşamadık.
–Öyle mi? Hadi gidelim o zaman, dedi Şabdan.
Sooranbay’ın oğlu Dür yer görsün, insanlarla tanışsın diye bir de kendisine güvenilir tercüman olsun diye onu da yanına aldı.
Dev Şabdan, bir süre sonra Solto ile Sarıbagış’dan birer “müsteşar” aldı. Üç Almatı’da bulunan ve önceden de geldiği çayhanesine geldi.
Dür Bey Rus mektebinde eğitim görmüş babasının uzak akrabası Sooranbay’ın oğluydu. Dür eğitim yönünden de soy olarak da iyiydi. Dil bilgisi sayesinde efendilerin gözüne girerek halka tanınıp sonunda kendisi de Rusça dediği gibi bu ihtiyarı “zamenit” (değiştirme) yapacağı da bekleniyordu. Uzun boylu, yağlı buğday gibi yüzü vardı ve kibar bir yiğitti. Efendiler, Rus efendilerin arasında Rus aydınları gibi giyinirdi.
Ümit de çaba da belki denemek içindi. Ama ihtiyara söylemeden Baysal ile Dür asker valisinin kapısının önüne geldiler. Dili biliyor, değeri de var, ihtiyar olmadan da işi halletseler keşke! “Çocuklar artık bir işe yarıyormuş!” diye halka duyuracaktı.
Sıradan görevlilerle de yüksek rütbeli olanlarla da rastgele olsa da karşılaşamadılar. Muhafızlar ise bu yerlinin Rusça’yı mükemmel konuştuğuna şaşırıp uzun zaman boyunca baktılar ama içeri almadılar.
Uykusunu alarak efendilerin kabul etme saatini bilen ihtiyar da geldi.
At bağlanan dalın dibinde insan yüzlü biri oturuyordu, onu ihtiyarın gözü ısırıyordu oturan da yüzünü gizliyordu.
Şabdan yine de onu tanımış gibiydi. “Bu burada ne yapıyor” dedi. Oturan da bunu fark etti. Şimdi kalkıp gidecek gibi oldu. Ama gülerek ona doğru gelen kardeşini bırakıp gidemedi. Kalktı vücudunu düzeltti.
Aynı yaştaydılar.
–Hayırdır? dedi Şabdan kendinden bezmiş yüzüne bakıp elini uzattı. Neden burada oturuyorsun?
–Aa işim vardı dedi ona bakmadan. Dür’ler de yavaşça onlara doğru geldiler.
Şabdan:
–Ee söyleyeceğin şikâyet var mı?
Doğru, sıradan insanlar şikâyet etmekten başka ne diyebilir ki?
– Yere bakarak yok, öylesine geldim dedi.
Şabdan bunun yardıma ihtiyacı olduğunu hissetti.
–Tamam, dedi tamam demeye alışkındı zaten, eğer halledemediğin bir iş varsa söyle beraber halledelim.
Diğeri ise durdu kaldı, yere bakarak hayır dedi. Bu iş yardımsever kardeşine bile söylenilmeyecek kadar sırdı.
–Gideceğiz galiba diye zorla sesini çıkararak söyledi. Sanki nefes alamıyordu. Bir aydır efendilerden izin istemekten artık yorulmuştu sonra bugünkü oturduğu dalın dibine gidip yine oturdu.
“Bunlar adaletli Rus hükmüne rağmen bizimkilere yönetme imkânı vermiyorlar, biri ölürse biri kalacak, biri giderse, diğeri gelecek, bizi köle yapacak” diye Şabdan’ın kendisine şikâyet ediyordu.
Doğru, içeri alacağız dedi. Ruslar onun maddi ve manevi yönünden her şeyini almışlar. Bu zavallı günde iki defa gelir sorar ve kâğıdın efendilere ulaşıp ulaşmadığını sorar, ama belli değil derler, verdiğini sorunca küfürler duyar.
Şabdan onun rahatsız olduğunu hissetti:
–Tamam, kendin halledeceksen hallet, çok da zorluk çekmişsin, zahmet etmişsin. Allah isterse bunun bir çaresini bulunur.
Başını sadece salladı, kaldırıp bakmadı bile.
Şabdan:
–Taykürön, dedi her zaman yanına aldığı maliyecisine, bu abine işini halletmesine yetecek kadar para ver!
Yetecek kadar dediği çok paraydı. Taykürön bir şey demeden dediğini verdi.
Şabdanı görünce iğrenen ruhundan dolayı parayı alıp almayacağını bilemedi.
Şabdan:
–İşine yarar, al! İşini çabuk hallet de köye git. Böyle kendini zorlama ve inat edip burada da oturma.
Şimdi ise Şabdan Dür’e baktı:
“Efendi var mıymış?” dediğini anladı bu bakıştan:
–Bilemedik, dedi Dür.
Direk çift kanatlı demir kapıya yöneldi ihtiyar. İki tarafta ikişer kişi duran muhafızlara Müslümanlar gibi selam verdi. “Selam verdi” diye çevirmeye de yetişti Dür. Muhafızlar ise hemen sağ kollarını alnına koyarak asker tarzında saygı gösterdiler. “Buyurun” dedi biri işaret ederek. Bunu ihtiyar da anladı. Daha önceleri buraya gelmeye alışkın olan Şabdan başkasının girmesine izin verilmeyeceğini bildiğinden arkasına bakmadan girdi içeri.
Biri Tınay’ın diğeri Solton’un “müsteşarı” olan Dür ile Baysal çaresizce beklediler.
“Bu ne ihtiyarın duası mı var?” diye sordu Dür, omzunda omuzlukları olmayan askerler bile ona böyle saygı gösterdi. Hatta onu buranın köpekleri bile tanıyor. Bize imkân verecek gibi hali yok bunun” diye içinden düşünüyordu. Biri doğru der biri yanlış der kim bilir ama kendisi bir zamanlarda yaptığı işler sebebiyle Rusya padişahının hanedanlığı listesinden yer almıştır.
Ceti-Suu genel valisi her zamanki gibi “Rusya yöneticilerinin kardeşini” gülerek ve sevinerek karşıladı. Kibarca hâl hatırını sordu.
“Bu yerli, bizim dediğimizi kabul etmez. Kendisinin doğru olarak saydığını yapmaya alışkın inatçı biridir. Şimdi yer ayırma süreci için çok tehlikeli birisidir” diye sürgüne gönderilecekmiş.
Az ya da çok ama Rusya için birçok işleri yapmıştır. Bu yüzden Ruslar için hâlâ değeri vardır. Onlar için her şeyi feda etmiş. Bu yerlinin onlara karşı hareket yapmayacağını kendi üzerini sorumlu olarak alıp onu çıkardı hapishaneden. Bunu yazılı olarak mühür basılan makbuz ile gerçekleştirdiler.
–Ee dedi vali, sizin için bu belgeye göre Baytik’i size veriyoruz, Şabi Cantaeviç.
Teşekkür ettiğini yavaşça başını sallayarak bildirdi Şabdan. Şabdan tercümanına bakıp sonra efendiye baktı. Efendi, böyle hiçbir şeyi sezdirmeyen bakışı bu halkta ilk kez görmüştü. Şaşırdı. Sonra kendisi de tercümana baktı. Güvenilir tercüman ise böyle durumlarda her şeyi fark ederek hemen gerekli olanları söyleyip gerekli belgeleri hazırlayacağını söyleyerek hemen çıktı. Buna sevinen Şabdan beyaz taylak yününden işlenerek yapılan cepkeni özenle efendinin önüne koydu. Efendi korkmadı ürkmedi, Sonra Şabdan’a baktı. “Bu ne?” dediğini anladı Şabdan.
Bir tane değil gümüş sebike! Elde çok tutulmaması gereken ve gerekli olmayan bavulda yatan servet imiş.
Efendinin gözüne büyük pencereden gelen güneş ışıkları birleşerek farklı renklerle değiyordu.
–Evet, mükemmel güzellik!
“Bu mükemmel güzellik” değil bir halkın oğullarına mirasıydı.
Yarın çıkarılacak dendiği gün Baytik’i hastaneye götürdüler.
Orada kendi giysisinin üzerine daha beyaz bir şey giyen kişiler onu soyundurarak göğsünü, kürek kemiğini muayene edip eksik Kazakçası ile “hapishaneden soğuk geçmiş vücuduna” dediler. Bilek damarına iğne vurup ne olduğunu bir Allah bilir diyerek ilaç koydular. “Birkaç gün sonra iyileşeceksiniz” dediler.
Sanki kanına ateş girmiş gibi olup alevlendi, kalbi güm güm atıyordu, gönlü biraz yerine gelmiş gibiydi, Baytik, “bu ilaç soğuğu kovan bir ilaç mı?” diye düşündü.
Hapishanenin kapısında birçok insan bekliyormuş. Baytik göründü. Zayıfladığından daha da boyu uzamış gibi göründü. Yine de yelkenini indirmemiş gibiydi, boynu yukarıda yüzü de sakindi.
Nasıl olsa Baysal çocuk herkesten önce ileriye gitmek istedi ama daha hiç kimsenin onun önüne geçmediği Şabdan’ı görünce durdu. Şabdan’a iki kanat olan Dür ve Kazak’ın nahiye müdürü Bekeş onu karşılamak için ilerlediler.
Baytik, “Oo siz nereden geldiniz?” sorar gibi baktı. Baytik, kimin aracı olduğunu daha bilmiyordu. “Ya suçu üzerimden aldılar ya da Allah’ım kendisi zulmedenlere akıl verdi” diye düşünüyordu.
Kucağını açarak gelen Şabdan ile Baytik sarıldılar. Sonra Bektaş başta olmak üzere herkes Baytik’le selamlaşıp hâl hatır sordular.
Geride kalan Baysal onun karşısına geldi:
–Baba diye babasının dizlerine eğildi, sonra da ağlayıverdi.
–Baba!
–Ne dedi, Baytik, ağlama oğlum.
–Hadi, dedi Bekteş yola koyulalım, aziz halk bekliyor, ama yolda bir şeyler atıştırmak için duralım.
Hiçbir yere uğramak istemeyen Baytik Şabdan’a baktı. Şabdan da gülümseyerek başını salladı. Bekeş ise yavaşça yürüyerek Şabdan ile Baytik’i kendi faytonuna çağırdı. Şoförlüğü de kendi eline aldı. “Hayt” dedi Kazakça övünerek. Gerçekten de bir şeyler atıştıracağı yer yolda görünen düzlükteymiş. Onlar yoldan çevirince daha yeni kurulan ak otayın kapısında kadın göründü. Efendisi dev gibi misafirlerle girince boynunu uzatıp gümüş saçları yere dökülünceye kadar eğildi:
–Abi, dedi sesi titreyerek, iyi misiniz? abim?
“hangi kardeşim bu ” dedi Baytik.
Şabdan daha önceki ıssız törde her gün bekleyen melek bu muydu, aklı buna hiç ermedi, “Ne!”. Olmayacak işi daha ne kadar bekleyecektik? diyen Özbek’in sesi şimdi de geliyordu kulağına. Baytik ise “evet evet o ses” dedi. Haftada bir kere gelirdi, getirdiği yemeğini, tuzunu verip “abi kendine iyi bak abi” derdi.
Abisinin kürek gibi koluna eğildi. Baytik onu kaldırdı:
–Allah’ım kendisi beni kurtardı, kurtuldum dedi. Sevindiğinden mi ya da üzüldüğünden mi belli değildi ama ağlıyordu.
–Canım, dedi Bekeş Efendi, kapıyı geniş aç, kardeşlerimizi kabul et!
Çiy kapısını açıp:
– “Buyurun, buyurun abilerim” dedi, girin töre geçin abilerim.
Misafirler yaşlara göre töre geçtiler. Deminden beri can misafirlerinin dikkatini çekerek:
–Kahraman abi dedi Kazakça. Bir zamanlarda kötü durumdayken bana cömertlik yaptığınız kardeşiniz budur dedi.
–Nasılsın? diye sordu Baytik.
–Şükür abi, halkın iyi mi, sakin mi? diye sordu gülümseyerek. Sonra ona bakan efendisine baktı.
–İyidir bence, dedi Baytik. “İyi” dedi yumuşak sesle.
Bunların Tezeğ’i Albay Tsimmerman’a hiç sebep yokken yalan suç atarak Sarı Özön’e saldırmaya gittiğinde Be-keş kendisi esir olmasına rağmen kendi Tezeği’n de Rus askerlerinin subayına eşit davrandı. Adil sözünü söylediği için yerli yöneticiler onu özgür bırakıp geleneğe göre ev kurup, nikâhlı kız vermiştir. Sonra vatanına göndermişler.
Baytik bu olayı hatırladı, buna kendisi de emir vermişti. Ama kimin kızını verdiğini bilmemiş ve kızın kendisini de görmemiş. Bu kız her sabah ateş yakmak için her yerden odun bulmaya çalışırdı. Her gün unutmadan bu zavallı esir Kazak’a ateş yakıp ona yardım eden bu kızdı.
–Sana teşekkür ederim, Bektaş, dedi Baytik, eğer sen söylemezsen, sen eşlik etmezsen, bu kız nereden bilirdi, hapishanenin önüne gelir miydi, üzülüp ağlar mıydı? Armağan edilen kız, soysuz kız demeden pamuk gibi ona baktığından, yakınlarından da bıkmadan onlara gitmesine imkân verdiğin için teşekkür ederim. Bu senin anlayışlı olduğunu gösteriyor.
–Harikulade! dedi buna Şabdan.
Acele ettiklerini sezdirmeden sakince iki tarafa oturup yemek yedi.
“Kızın kötü dediği mağara, yok dediği ise bir günlük gecekonduydu”.
Şabdan, ana toprağında yaşayamamak kadar kız için bir keder var mı? diye düşündü.
Bekeş onları uğurlamak için Ala Dağ âleminin dayanağı gibi görünen Korday Bel’e geldiler.
–Kahramanım, bu çift at kardeşiniz Erke’nin size armağanı dedi, kahramanı ile vedalaşırken.
Hiçbir zaman ne “karnım” ne “başım” demeyen dev Baytik’e dünkü doktorlar uzun iğne vurup göğsüne ve böbreklerine bir şey sürmüşlerdi. Çıktıklarından beri sol göğsünden sanki bir şey çıkacak gibi oluyordu. Sevincimden demişti ama yolda gelirken bir durur birden de daha da güçlenirdi, terledi, dizlerini kırıp yere oturdu kaldı Bay-tik.
Müjde ulaşmış galiba.
Sarı Özön at binenlerle doluydu. Sızarak gelen Rus arabası görünür görünmez herkes onları tezahüratlarla karşıladılar. Oğlağı atına alan yiğit elinden bıraktı. Kamçısını katlayıp göğsüne koyarak eğilip selam verene halsizliğinden Baytik teşekkür etmek için sadece gülümsüyormuş gibi dişlerini gösterebildi. Köyde büyük bir şenlik vardı. Onun geldiğine üzülen ah çekiyor, geldiğine sevinen ise “artık iyileşemez hâle gelmiş” diye aklına kötü düşünceler gelmeye başladı.
Doğru önceki hâli yok, siyah kartal gibi duruşu yok, bakışı da yok, hep halsiz, dudaklarını zorla açar, gözleri hep ıslanır.
Günlerin birinde Baza da geldi. İlk baktığında tanıyamadı ama daha sonra tanıdı. Oturanların arasından Baza’ya gel diyormuşçasına başını salladı. Eğilip selam vermek için elini uzattı ve gerçekten öncekisi gibi değil hâli diye düşündü Baza.
Hayır. Baytik başını kaldırdı. Boynunu düzelterek baktı:
–Ey dedi alçak sesle, sen bana bambaşka sözü iletmişsin!
Gözleri oynadı Baza’nın.
–Ey dedi Baytik şimdi sinirlenerek bana Rus sorgu yargıcısı okudu. Kötü bir söz bile söylememiş hatta teklifi kabul ettiğini söylemiş.
–Hayır, deyiverdi Baza kediyi gören fare gibi korkarak söylemişti, yalan söylüyorlar!
Bıyıkları hatta başı titredi Baytik’in:
–Ey sen yalan söylüyorsun? Baza ise “bunun ömrü artık azalmış ölecek, bunu duyarsa birini gönderir. Sonra yavrusu sağ bırakmaz, tümüyle yer.”
–Çocuğumun ciğerini yiyeyim! diye yemin etti.
–Bırak! dedi Baytik halsizliği artık görünüyordu, göğsünü sol koluyla okşadı, bırak çocuğundan bahsetme, çocuğunun burada hiç alakası yok, laflarına dikkat et. Bir gün biri “hani yiyecektin şimdi ye” diye çocuğunu kesip ciğerini ağzına atmasın dikkat et dedi.
Baytik’in gözleri süzülmeye başladı. Bu olayı hemen göz önüne canlandıran Baza ürktü ve kaçmaya hazırlandı. “Kısacası” dedi Baytik’in halsiz sesini duyan Baza hemen durdu.
Baytik:
–Şimdi kendini aklama Bazam sen söyledin ben duydum, bunu ikimiz de mezara götürelim kendimizle beraber. İyi düşün, iki yüzlüsün, iki halkı birbirine düşürdün. Sadece kendini ve çocuğunu değil, tüm soyunu yok ederler eğer bilirlerse…
Baza hiçbir yere kaçamayacağını anladı bundan ve yavaşça boz üyün kapısına ilerledi, ulaştığı zaman sanki onu biri sert bir şekilde tutmuş gibi olup korktu ve sonra dışarı çıktı.
Çıkar çıkmaz içerideki hastaya, zorla nefes almasına ve bu haline sevinmiş gibi güldü ve sinirlendi de. Ağlayarak küfretti Baza.
Baytik, “Köp Solto”, “Tok Solto” denen kabiledendi. Baza ise bunlardan değildi. Buna rağmen Baytik onu yanına yardımcısı olarak alırdı hep.
“Ee!” dedi Baza ata zorla bindikten sonra. Sizler de ağlıyormuşsunuz! Sizler de halsizlikten ölüyormuşsunuz demek ki! Sonunda biz alırız yönetimi!”
Kendinden memnun olarak gitti Baza.

9
Etrafta onlardan başka kimse olmasa da birbiriyle uzun zamandır görüşmeyen iki köylü kardeş gibi görüştüler.
“Duydun mu bir şey?”
“Neyi?”
“Neyi neyi? Tek kahramanımızı Ruslar tutup dövmüşler!”
“Gerçekten mi?”
“Evet.”
“İyi olmuş!”
“Rus’u babası gibi görüp getirmişti buraya!”
“Ama Rus yolu bulamayanlardan değil ki?”
Bu sırada biri göründü, iki kardeş de sustular. Doğru bütün Kırgızlar’ın tanıdığı Baytik’in cenazesini Basböltögü’ne götürmüşler. Gelenler o günkü cenaze töreninden geliyordu.
Gözünün önüne iki Baytik göründü, biri önceki siyah kartal gibi duruşu olan diğeri ise ağzı zorla açılıp yatan ihtiyar, “ah” diye üzülen Baytik’’in sesi şimdi Şabdan’a duyuluyordu.
Neden “ah” diyordu!
Bu yalan dünyanın yalan olduğuna mı inandı yoksa ömrü boşa gitti diye mi üzüldü, ne yapsın zavallı “Ak Paşaya yaptığı yürekten hizmeti” için pişman mı oldu?
Yol genişti ama yol boyunca Ruslar oturuyordu. Bir evden bir değil ikişer köpek çıkarak havlıyordu. Onlarla beraber çocuklar da var.
Köpeklerini mi kovalıyorlardı? Hayır, çocuklar onlarla oynuyordu.
Yünleri parlayan iri köpeklerin biri at üstündekini biri ise atın kuyruğuna kadar gelip ısırmak istedi. Ne yapsın köpekler, köpeklik görevini yerine getiriyorlardı!
Sadece köpekler değil, hatta çocuklar da oyun mu ya da gerçekten bilerek mi yaptılar belli değil ama onun ardından bağırıp çağırıyorlardı.
İri bir köpek Şabdan’ın atının kuyruğuna yapıştı kaldı, böyle şeylere alışkın olan atı da çifte attı.
Çocuklar korktular!
Herkes taş alarak üstündeki sahibinin kim olduğunu bile bilmeden ata doğru taş atmaya başladılar.
Ne kaçabildi nede kendini gizleyebildi. Yağmur gibi gelen taşlar her ikisine de değiyordu.
Oturan mucuklar sadece gülüp baktılar, köpekleri değil hatta çocuklarını bile durdurmadılar.
Şimdi Şabdan Baytik’in “ahını” hatırladı.
Birkaç gün sonra Şabdan, bu yaramazlığı durdurmak için kaymakamlığa geldi.
Kim tanımaz ki onu? Şabdan, kapıda duran muhafıza bile bakmadan direk girdi. Kaymakam Başkanı Yarbay Putincev yerinden kalkarak Hazreti İmparatorun saygısını kazanmış Ordu Başkanını karşıladı.
Yolda gördüğü ne kadar üzüntülü olsa da olayı basitleştirerek anlattı.
Onu sonuna kadar dinledikten sonra başını salladı ve şöyle dedi:
– Ne yapacağız ki dedi sadece. Her gelene tüm Rusya padişahı tarafından kendini, evini, mülkünü, herkesten koruma hakkı verilmişti. İyi ki vurmamışlar, onların her birinde tüfek ve bin kurşun var. Bu dedikleriyle üzüntüsünü paylaşmadı ve avutmadı da. Şabdan direk korkuyu hissetti. Anladım demişçesine yavaşça dışarı çıktı. Kahramanın “ah” dediğini yine hatırladı.
İşte yaşasa da kıskanan yaşamasa da birbirine bakmayan iki kardeşin hikâyesi bu!

10
Aylar ayları kovalayıp yıllar geçtikten sonra insan ömrü hiç fark etmeden bitiverir.
İki kardeş eskisi gibi sağlıklı değil şimdi ikisinin de bir kolunda değnek vardı. İkinci değneği de alacak kadar yaşlandılar. Ama kırmızı gözlünün durumu diğerininkine göre daha iyiydi. Yanındakinden nefret ederek niyeti de bozulmaya başlamıştı.
“Duydun mu sen, duymadıysam müjdeli haberi söyleyeyim sana?”
“Ne olmuş ki?”
“Bizim akıllımız Mekke’ye gidiyormuş!”
“Hiç gelmesin!”
“Biz de uğurlamaya gidelim mi?”
“Tabi!”
“Bizim de sakalımız beyaz artık, birer et parçası alalım, bedelimizi ödetelim.”
“Her zaman birinden zorla bir şey almayı seversin!”
Sanki bir saldırıya gidecekmiş gibi bir duruşu vardı onun. Tüm dişlerini göstererek güldü.
İki kardeş atlarına zorla bindiler.
Tüm arkadaşları ve yakınları toplanmıştı “akıllısının” etrafına.
Efendilerine hemen verecek gibi askeri üniforma, beyaz taylağın yününden yapılan cepken ve beyaz şapka yoktu bu sefer.
Yakası ve kolu yoktu bu giysisinin. Mekke’de buna “kefen” denilirmiş, Kırgızca’daki “kepin” de oradan geliyor.
Gidecekken:
“Allahuekber,
Allahuekber…
Lailaheillallah,
Muhammed’ün rasullullah
Eşhedü Enla İlahe İllallah
Ve eşhedü enne Muhammeden
Abduhu ve Resuluhu
diyerek her Müslümanın ölmeden önce memnunluğunu, duasını söylemeye başlayan Şabdan’a halkı da eşlik etti, biri nefesini zor alarak, diğeri ise yüksek sesle söylüyordu.
Bu kimdi?
Boz rahvan at geldi:
–O-o dediler tanıyanlar, işte ta kendisi geldi.
Giydiği düz yakalı boz cepken, zayıf sarışın yüzüne yakışan güzel kuzu kürkü tebetey giymiş, kömür gibi kara bıyığı da sanki çizilmiş gibi bakımlı biriydi.
–Şimdi başla!
–Şimdi başla Kalmırza!
Kalmırza da başladı:
–E-e-e
Kudretli Allah’ım
Peygamberi Muhammed,
Sünnet yolunu seçmiştir
Muhammed’e biz ümmet
Ümmete Müslüman demek büyük
Mekke’ye gitmek büyük görevdir…

Kırk yıldır hansınız
Bu yıl 61 yıl yaşındasınız,
Dua okuyanınızı
Allah’ım kabul etsin
Uyuyanı kaldıran
Ağlayanı avutan
Zavallıdan hatır soran
Yarın hâl hatırını soran
Kavga edeni durduran
Dağılanı toplayan
Kendine zorluk çektiren
Müslümanlık oğlunu
Kahramanını kötülüğe itmez

Aksakallı olup gelin abiciğim
Halk için söyleniyor birçok söz
Sayak’tan medet olmuş diye
Esengul’dan orman olmuş diye
Gökyüzündeki yıldız gibi
Kendisi yakın Kırgız’a
Daha devam edersem
Siz demirden kurdunuz korunma duvarını
Tezahüratla alkışladı halk:
–Çok güzel!
–Harikulade Kalmırza!
–İşte halk bedelini, insan değerini şarkıcılar bilir demek budur.
–Doğru doğru. Yüzyıllar boyunca yaşanacak bir sözdü bu.
Şabdan hiç kıpırdamadı, kimseye bakmadı. Övdüklerinden şımarmadı sadece bir tarafa bakarak oturdu. Eskiden olan bir olay şimdi de göz önüne geldi.
O zaman daha hiçbir şey görememişti. İşte o zamanlarda Kalmırza şarkıcı olarak tanınmaya başlamıştı. Yabancı halk karışırsa yabancı felaket de karışırmış meğer! Merak edip kumar oymaya başladı sonra da alıştı ama birini kandırmak gibi niyeti olmayan köylü bu kumar yüzünden tek atından ve çocuğundan ayrıldı. Borcu çoğaldı, sonunda onu öldürecek olanlardan kaçmış.
Bir anda Şabdan’a hiç çekinmeden bakarak yürüdü.
E-e
İskambil oynayarak anladım her şeyi
Hiç geri dönmeyecek oldum
Kumara girip çıkamadım
Hanım
Karşında duruyorum
Size söyleyeceğim var
Beş yüz tenge borcum var…
Kurtulmayacak
Başıma düşen farzım var.
–Ver! Dedi Şabdan yanındaki yardımcısına verdi hemen. Bu cömertlik ve iyi kalp karşısında durmadan şarkıcı devam etti şarkısına:
–E-e
Hayvanı var, Patatesi, ekmeği var
Karısı iç donu giymeyen
Yere oturup çiş etmez
Eğri burun, derine kaçmış gözleri
Ben
Ruslardan aldım şarkıyı
Hanım
Benim kimden neyim eksikmiş

-E-e
Kara-Koyun yayılan
Gübresine soğan diken
Elbisesinde yaka yok
Lastiğinde topuk yok
Yelve gibi kokan
Dungandan aldım şarkıyı
Hanım
Benim kimden neyim eksikmiş?

E-e
Kadınını kızı gibi öven
Kızını kuş gibi terbiye eden
Bağırarak konuşan
Büyükleri önemsemeyen
Çağırarak konuşan
İyiyi önemsemeyen
Kazaktan aldım şarkıyı
Hanım
Benim kimden neyim eksikmiş?

E-e
Mısır unundan yapılan ekmeği koynunda
Büyük ketmeni koynunda
Ağır adımlarla yürüyen
Deri ile yaşamını geçiren
Sarttan aldım şarkıyı
Hanım
Benim kimden neyim eksikmiş?

E-e
Gençliğimde kumar ayarttı
Yanıltı beni şeytan
Niyetimin iyi olduğunu görüp
Beş yüz tenge para verdiniz
Siz beni kurtardınız.
Hanım
Sizden aldığım bana nasip olsun
Gerisini Allah’ım size versin…
Gören ve duyanlardan biri güldü biri başını salladı, bu cömertliğe ve şarkıdaki anlama doyan halk alkışladı uzun zaman.
Kendisi de kızaran Kalmırza atından inip elini uzattığında Şabdan yavaşça gülümseyerek: “başka halkı eleştirme” dedi kulağına fısıldayarak.
Bugün de Karacaak (Kalmırza’nın diğer adı) atından iner inmez Şabdan’ın elini göğsüne koyarak donup kaldı ve yine şarkısına başladı:
–Ö ö…hü…ü.
Bilge Şabdan
Agzam[19 - Kutsal biri, evliya, yüksek mevkili] pirimiz korusun
Sağ olarak geri dön
O o…
Ak boz kısrak kessek de
Şabdan ismini versek de
Yine de senden halk olmaz ki…
Herkes ona destek vererek halk da ses çıkardıklarından sanki tüm köy ağlıyormuş gibi oldu.
“Sağ dön” mü diyor şarkıcı diye bu iki kardeş şarkıcıya küfrediyorlardı.

İKİNCİ BÖLÜM

1
“Talep”
CETİ-SUU BÖLGESİNİN KIRGIZ, KAZAK HALKININ DİN, BİLİM İHTİYAÇLARI VE ARAZİ MESELESİ BAKANLAR KOMİTESİNE.

    6 Haziran, 1905
“Türkistan’ın kara Kırgız halkı, Ceti Suu bölgesinin Kırgız Kazakları kendi ihtiyaçları hakkında İmparatorluğun Bakanlar Komitesine Talebi gönderme görevini bana verdiler” diye başlamıştı talebini açıklamaya Şabdan.
“Günümüzdeki zor durumda 12 Aralık 1904 yılındaki Paşa beyannamesi çok anlamlı ve özel merhamet hissedilen yüce sözlerin hepsi tüm Rus grubunu sevindirdi. Vatanın bundan sonra da gelişmesini ümit ettirdi.
Bu paşa beyannamesi gelenlere (Rusya’dan gelenler) vatanın iç ve dış ününü, kuvvetini pekiştirme yönünde devlete katkı sağlamak için tam bir yol.
Gelenlerin kendi aralarındaki sorunları çözülürse, döneme uygun olarak iş yapılırsa, halkın ihtiyacı karşılanırsa ülkede de tüm gelenler grubunda da memnuniyet ve barış olur. Bununla beraber İmparatorluğun adı daha yükselir, gücüne güç eklenerek düşmanlar daha da korkacaktır.
Yukarıda sıralanan fikirler bizi bu talebi teklif etmeye itiyor, böylece ihtiyaçlarımızı sizlere iletiyoruz.
Hepimiz eğilerek canı gönülden Kutsal Tahtın ayağının konduğu yere eğilip rica ediyoruz, hükümdarımızın bize merhametli olarak davranacağına inanıyoruz. Rus grubuna olduğu gibi bizim gibi Müslümanlara da beyannamenin uygun görüleceği ve adaleti de ümit ediyoruz…” diye tamamlamıştı talebini Şabdan.
Doğru, uzaktan Kuşka’ya (eskiden Serhetabat) kadar olan yeri gerektiğinde zor kullanarak alsa da asker ile işgal etmiştir. Böyle sömürüler yönetiminde yerli halkın ruh dünyasına hiç dikkat edilmemişti, bazen de yerli halkı insan gibi görmemişlerdi. Onları, eğer bir zararı yoksa biraz daha yaşasınlar diyerek bir mahlûk olarak görüyorlardı. Her halkın içinden zengin olanları varsa da hepsine “tuzemci” (yerliler) veya “inarodtsı” (yerli, aynı halktan) denilirdi. Buna göre herkes aşağılanırdı ve halkın psikolojik düzeyi gittikçe zayıflıyordu. Üstelik oturduğu yerler de daralmaya başladığı zaman “rica” denen şeyler sadece halk içinde konuşuluyordu ve sonunda Şabdan’a geldi bu iş.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tologon-kasimbekov/kirgin-69499489/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Eserde yazarın yazma şekli, teknikleri, anlatı yöntemi ve leksikonu tamamıyla korunmuştur.

2
Bir tür baş giysisi, milli şapka

3
Kadınların giydiği baş giysisi, milli kadın şapkası

4
Rusça ’da yerli anlamında kullanılan kelime.

5
Keçe, Keçeden yapılmış olan

6
Rusça ‘da erkek anlamında kullanılan kelime

7
Bozkır ot çeşidi

8
Kırgızlarda sofradaki en saygın yer, baş köşe

9
Kırgız çadırının etrafını kuşatan keçe örtü

10
At bağırsağından yapılan yemek.

11
Hamurdan yapılan bir çeşit yemek

12
Sütten yapılan bir tür yemek.

13
Kırgızlarda toplu olarak karşılığını almadan bir şey yapmak

14
Kazma aleti

15
Bir bölgenin yöneticisi

16
Kalın ve uzun yakasız üst giysisi

17
Boza

18
Kırgız çadırının tepesine örtülen keçe örtü

19
Kutsal biri, evliya, yüksek mevkili
Kırgın Tölögön Kasımbekov

Tölögön Kasımbekov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kırgın, электронная книга автора Tölögön Kasımbekov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв