Ruslar Ahaltekede

Ruslar Ahaltekede
Tugan Mürze Baranovskiy

B.A. Tugan Mürze Baranovskiy
Türkistan’ın İşgal Sürecinde Ruslar Ahalteke’de (1879)

OKUYUCULARIN DİKKATİNE BİRKAÇ SÖZ…
Söz konusu harekâta katılmam bende iki türlü duygu uyandırıyor. Bir yandan bu sebeple kendimi şanslı sayarken, diğer yandan da üzüntü veren hatıralar hiç aklımdan çıkmıyor.
Kendimi şanslı saymamım nedeni, birkaç ay boyunca askerlerin arasında olduğumdan, onların ruh yüceliğine ve özverili mücadelelerine tanık olduğumdur.
Bende üzüntü yaratan duygular ise harekât sırasında çok önemli durumlardan haberdar olmamla birlikte, dağıtılacağına kesin gözüyle baktığımız düşmandan geri çekilmeye mecbur olmamızla ilgilidir.
Bu harekât hakkındaki yazılarımı yayınlamakla, en başta, bende cesurca hareket etmeye istek uyandıran durumları okuyuculara anlatmayı bir borç görüyorum.
1879 yılı sonlarında Ahalteke Askeri Harekâtından dönüp geldiğim sıralarda, bir süre sonra bu konudaki hatıralarımı az-çok kâğıda döküp halka sunmak gibi bir düşünce içinde değildim, desem doğrudur. Çünkü o devirde Pereyaslav Bölüğünün rütbeli bir mensubu olmam, konu hakkında yazmamı teklif edenleri reddetmemi gerektiriyordu.
Bununla birlikte, konu hakkında fikir yürütenlerin pek çoğunun, daha yeni tamamlanmış bu seferden asla haberleri yoktu ve sadece Rus ordusunun yenilgiye uğradığını biliyorlardı. Pek çoğu da doğrudan doğruya harekatın yetkililerini, komutanlarını suçluyordu; bütün suçu askerlerin üzerine yükleyenler de az değildi.
Hadiseler hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olmadıkları halde fikir yürütenlerin bu görüşlerini duyduğumda üzülüyordum, içim daralıyordu. Bu asılsız iddialar bende adaleti korumak duygusu uyandırdı.
Bu sebeple V.V. Komarov’a başvurdum. Ayrıca “Göktepe Savaşı ve Ordumuzun Geri Çekilmesi” hakkında “S. Petersburg Vedomosti” gazetesine kısa bir röportaj vermeye mecbur kaldım.
28 Ağustos 1879 yılında Göktepe Kalesini ele geçirmek için yapılan savaşı bir yenilgi olarak görmek doğru değildir. Rus askerinin şöhretini düşürmemiştir. 12 saat devam eden bu savaşta az sayıda Rus askeri son demine kadar dövüşmüş, çocuklarının öldürülüşünü görerek yaklaşan 30 bin öçlü düşmana, Tekelere karşı durmuştur. Bu amansız vakitte Şıpka’dakinden de Kars kalesini zapt ederken de daha az kahramanlık göstermemişler, askerlik görevlerini hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Kaleyi ele geçiremeyişimiz hakkında şunları söylemek mümkün: Bu durumu, düşmanın gücünün daha baskın çıkmasıyla anlatmak gerekir. Daha doğrusu askerlerimizin üçte biri savaş meydanında kalmıştı, bu yüzden geri çekilmeye mecbur kaldık. Aksi halde yapılan baskınlarla bütün ordumuz yok olabilirdi. Yani araziden çıkamazdık. Açlıktan ölmemek ve yaralılarımızı tedavi etmek için Göktepe’den çekilmiştik. Çünkü askerler için azık, atlar için ot-yem sadece iki gün yeterliydi. Kaleyi ele geçirmek, başarılacak iş değildi.
Göktepe Savaşı zaferle sonuçlanmadı ancak yine de Rus askerinin kahramanlığını bir kez daha gösterildi.
Göktepe’den geri çekilirken ikinci mola yerinde, Erivan Birliğinden Feldfebel’in söylediği sözler, şu an bile kulaklarımda çınlıyor. Yanına varıp selam verdiğimde, selamımı almadı; şu sözleri yüzüme haykırdı:
–“Vah, it maskarası olduk! Geri döneceğimize, orada hepimiz ölüp kalsaydık.
–“Askerler görevlerini yerine getirdiler. Hiç kimse askeri suçlayamaz.” diyerek onu rahatlatmaya çalıştım ama o:
–“Vah, bayım! Söz başka yere varıyor.” Dedi ve ekledi:
–“Sonuçta Göktepe’yi alamadık. Mesele bu…”
Ardından yanımdan uzaklaşan askerin bu basit cevabı, Rus askerinin bir söze bile ne kadar anlamlı bir karşılık verdiğini göstermişti. Mesele göreve gitmek, elinden geleni ortaya koymak değil sonuca varmaktı.
İşte, böyle askerlerin yüksek görev anlayışından habersiz kişiler, onlara dil uzatıyorlar.
Bu ilk savaştan sonra yaklaşık 6 ay geçti. Göktepe, şimdi Rusların elinde… Tekeler perişan edildi.
Ben; ilk harekâta katılanlardan herhangi biri bu konuda veya askerlerimizin başından geçenler, karşı duran Tekeler ve yurtları hakkındaki hadiseleri topluma ulaştırır diyerek, bu sebeple bekledim. Ancak bu işi yapacak biri çıkmadı. Bunun Rus cemiyeti için bir eksiklik olduğunu düşünerek, bu zor işi yerine getirmeye, gücümün yettiğinde başarmaya çalıştım.
Okuyucumun üzerime aldığım bu görevden dolayı beni anlaması, tek tesellim olacaktır. Yazdıklarımda bir noksanlık veya fazlalık varsa, benimle bu savaşa katılan kişilerin düzeltmesini, tamamlamasını ümit ediyorum.
Ben gözlerimle gördüğüm ve başkalarından dinlediğim bilgileri, olayları kâğıda döktüm. Sadece anlatıcı, kaydedici olmaya çalıştım.

    V.A. Tugan Mürze Baranovskiy
    S. Petersburg, 1881

1. BÖLÜM
Tekelere karşı askeri harekât
Önceki girişimler
Harekâtın gerçek sebebi
Rusların 10 yıl içinde yaptığı seferler
Teke arazisi ve yaşayanlar hakkında yetersiz bilgi
Çekişler’in tarihi
Gemilerle kıyılar arasında bağlantı
Gemi iskelerinin kurulması
Siperlerin genişletilmesi
Çekişler’deki tüccarlar, esnaflar
Kıyıların durumu, su taşkınları
Toprak yapısı ve çevresi
Ak bayır
1879 yılı başında, Köpet Dağının kuzey yanı ile Karakum Çölü arasında uzanan Ahalteke bölgesinde yaşayan Türkmenlerin Teke boyuna karşı askeri harekât düzenleme kararı alındı.
Bu harekâtın kapsamı geniş düşünülmüş, ilgili hazırlıklara hemen başlanılmıştı. Bütün çalışmalar büyük bir gizlilik içinde yürütülüyordu. Katılacak askeri birlikler belirleniyor, askerlerin ücretleri konusunda gerekli anlaşmalar yapılıyordu. Hazar’ın doğu kıyısına önce gıda maddeleri, hayvanlar için yemler, top mermileri, buna benzer malzemeler ve her türlü ihtiyaçlar taşınıyor; sonra da askerler götürülüyordu.
Rusya’da yeni askeri harekâtı henüz hiç kimse duymamıştı. “Ahalteke Askeri Harekâtı” hakkında ilk bilgi, Mayıs (1879) ayının ortalarında kamuoyuna duyuruldu. Elbette ki harekâtın hangi maksatla yapılacağı hakkında sorular ortaya çıkıyordu.
Bölge insanlarının adı olan “Teke” kelimesini ilk defa duyanlar vardı. Hatta yaşadıkları ülkenin dünyanın neresinde olduğunu bile bilmiyorlardı. Yapılan hazırlıkların kapsamı, genişliği ve son savaşa katılan General Lazarev’in “komutan” seçildiği belli olduğunda, düzenlenecek harekâtın Hazar ötesindeki çöllük ülkede daha önceki yıllarda yapılmış olan askeri incelemeler gibi alışılagelmiş bir “keşif” olmadığı, bunun daha ayrıntılı bir operasyon olacağı herkes tarafından yeterince anlaşıldı.
Harekâtın sebepleri hakkında söz açıldığında, çok çeşitli durumlar gerekçe olarak gösteriliyor fakat gerçek sebebi hiç kimse söylemiyordu. Belki de insanlar bunun sebebini anlamamışlardır.
Bazıları:“Bu yürüyüşün sebebi ve son amacı, İngiltere’ye gözdağı vermekten ibarettir” diyerek, İngilizlerin en kısa zamanda Kabil’i ele geçirdikten sonra Herat’a yürümelerini önlemek gerektiğini savunuyor ve “Sadece Rusların kuvvetli askeri bölükleri, özellikle de çok meşhur olan generalin başkanlığındaki böyle bir bölük imkân olduğunca Kabil’in yakınında bulunursa amaca ulaşılır” şeklinde düşünüyordu.
Fakat İngilizler, kendilerinin Afganistan’daki durumlarını bizden daha iyi biliyorlardı. Afganları yenerek kazandıkları galibiyeti abartmış olsalar da Herat’ı ele geçirmek düşüncesinin gereksizliğini, o ülkeye ilk ayak bastıklarında anlamışlardı. Savaş bittikten sonra, en kötü ihtimalle, Kandahar’ın İngilizlerin Hindistan’da ele geçirdikleri yerlere katılmasına Rusların engel olmaması için yalan haberler yayıyorlardı.
Tekelere karşı askeri harekât konusunda, insanların bir başka kısmı ise; “Rusya idaresindeki Yomut, Göklen, Caparbay, Atabay Türkmenlerine ve diğer Türkmen boylarına karşı Tekelerin çeşitli baskın ve eşkiyalıklarına Rus hükümeti izin vermez. Eğer biz o biçare insanlara arka çıkmazsak, eninde sonunda İran’dan yardım isterler ve böylece Orta Asya’da itibarımıza gölge düşer veya bu boyların Tekelere katılarak birlikte askerlerimize saldırması ihtimali var.” şeklinde tahminde bulunuyordu.
Bu belirtilen tahminlerin hepsi ilk bakışta çok doğru ve yerinde imiş gibi görünüyorsa da öncelikle o boyların hepsi bizim idaremize genellikle kâğıt üzerinde bağlıdır, bazen o da yok. Çoğu yılın 12 ayının sadece 4 ayında bizim topraklarımızda yaşıyor, diğer zamanlarda İran topraklarında kalıyorlar.
İkinci olarak bize değil onlara vergi ödüyorlar.
Üçüncü olarak; bize gösterdikleri samimiyet sadece yüksek fiyatla deve satmaktan ve Hükümetimizin onların arasından tayin ettiği arçınları (muhtar) tasdik etmekten ibarettir. Bunu da sözde yapıyorlar, gerçekte ise kendi seçtikleri ulemalara (molla) tabi oluyorlardı.
Dördüncü olarak o biçarelerin kendileri de fırsat yakaladıklarında Tekelere karşı baskın düzenliyorlar. Beşinci olarak İranlıları hiçbir zaman kendilerine yakın görmüyorlar. Çünkü onların güçlü olduklarına inanmıyorlar. İranlıların Tekelerden korktuklarını, önlerinde çaresiz kaldıklarını iyi biliyorlardı. Altıncı olarak ise o boylar, Tekelerle hiçbir zaman birleşmezler. Bunun gerçekten böyle olduğunu ve Tekelerin eşkıyalığından çok çektikleri halde kendi aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı dış düşmanlara karşı duramayacaklarını anlamak zor değildir. Bu yüzden, Tekeleri kendilerinin köklü düşmanı sayıyordu.
Bir diğer kısım ise;”Tekeleri baskı altında tutmak gerekir. Çünkü onlar, Hive ile Krasnovodski arasındaki ticaret kervanlarının normal geçişlerine engel oluyor” diye fikir yürütüyordu.
Bizim Teke bölgesine yürümemizin tek ama tek sebebi, onlarla olan komşuluğumuz yüzündendir. Yani medeni bir devletin, medeniyetsiz bir ülkeye komşu olmasındandır. Bu komşuluk ise tarihin kanunlarına göre, her yerde onların ikincisinin birincisine doğrudan ve tamamen tabi olmasıyla tamamlanıyor. Bizim mali durumumuz her ne kadar kötü olsa da Rus insanlarının kanlarının dökülmesi ve milyonlarca ruble harcanması bizi ne kadar üzse de bu, tarihin bir kanunu idi. Tarihin isteklerine boyun eğmeliyiz. Yani tarihin önüne geçemeyiz, sadece erteleyebiliriz.
Biz, Taşkent’i ele geçirdikten sonra Kagan ve Hive’nin komşusu olarak kalmayacaktık. Kulcan’ı kendi isteğimize göre ele geçirememiştik. Önce Teke bölgesine, sonra ise Merv ve Buhara’ya boyun eğdirmemize de basit baskıncılık içgüdülerimiz sebep olmamıştır. Buharalıların dostane davranmalarının, Mervlilerin ise hasım saymalarının bizim için hiçbir önemi yoktur. Onlar hala bütün isteksizliğimize rağmen eninde sonunda hâkimiyetimizi kabul etmeli ve medeniyetimize tabi olmalıdırlar. Doğu’da İngiltere’nin ve Rusya’nın amaçları aynıdır. En sonunda mutlaka Asya’da sınırdaş devletler olmalıdırlar.
Zakaspi (Hazar ötesi) askeri alanında yerleşen Rus askerleri, yeni askeri harekâtın düzenlenmesi konusunu haber aldıklarında zaten kıraç ülkeye doğru defalarca hazırlık yapmışlardı. Bu defa sayıları çok azdı ve yürüyüşün çekirdek kısmını oluşturacaklardı.
Askeri grubumuz, son 10 yıl içinde Hazar ötesi bölgelere aşağı-yukarı her yıl keşif gezisi düzenlemekteydi. Özellikle bazı askeri gruplar, birkaç kez Teke bölgesine kadar ulaşıp dönmüştü. 1870 yılının Kasım – Aralık aylarında Albay Stoletov başkanlığındaki bir grup Krasnovodsk’tan Kızılarvat’a, yani bölgenin başladığı yere kadar yürüdü. 1871 yılının Aralık ayında Ruslar ilk defa Çekişler’i ele geçirdiler.
Yukarıda adı geçen Albay Stoletov, 1872 yılında 1700 kişiden oluşan müfrezeyle Amuderya nehrinin eski aktığı yerleri araştırarak İgdi Kuyusuna kadar yol aldı, Kızılarvat Tekelerinin köylerinde bir ay kaldı. Kodis’e, Zav’a, Kızılçeşme’ye, Bamı’ya ve Börme’ye vardılar. Daha sonra da Köpet Dağının üzerinden aşarak Sumbar ve Etrek nehirlerinin kıyılarını izleyip Çekişler’e geldiler. Böylece 3 bin verstalık (1 versta: 1.06 km) yürüyüş gerçekleştirildi. Geçilen yolun 1600 verstalık bölümünde ilk olarak keşif incelemesi yapılmıştı.
1873 yılının Şubat ve Mart aylarında 1800 kişiden ibaret Krasnovodsk Müfrezesi, o devirde Hive’ye doğru hazırlanmakta olan yürüyüşün ihtiyaçları için deve satın almak amacıyla, Etrek ırmağının öte kıyısına Yomutların ve Göklenlerin yaşadıkları yerlere gidip geldi. 1878 yılından önce inceleme işlerini yürüten küçük müfrezeler Türk arazilerinde dört köşeye yayıldılar. Aynı yıl içinde Tuğgeneral Lomakin’in başkanlığındaki Şirvan Alayının 11. Taburundan, Kazakların Labinskiy Alayından 400 atlı ve 8 toptan oluşan askeri müfreze Hocakale’ye geldi ve Tekelerin kalesini viran etti.
Bu yürüyüş ve incelemelerin sonunda biz, genellikle Türkmen boylarını, özellikle de bunların en kuvvetlisi olan Teke boyunu çok iyi tahlil etmeli ve bilmeliydik. Fakat bu incelemeye rağmen durumları yeterince tespit edilemedi. Biz yapılacak askeri harekât zamanında nasıl bir düşman ile karşı karşıya geleceğimizi bilmeye ne kadar istekli olsak da Ahal’ın nasıl bir ülke ve burada yaşayanların nasıl bir topluluk olduğu hakkında çok az bilgisi olan bir kişiyi bile birliklerimiz içinde bulmak mümkün değildi. Baş karargâhın haritasında Teke bölgesinin gösterildiği yerde sadece genişliğini belirten açılar ve meridyenler örümcek ağı gibi duruyordu. Ordular nereye savaşa gideceklerini biliyorlar ancak kimlerle karşı karşıya geleceklerini bilmiyorlardı.
Elbette ki Ahalteke Askeri Harekâtının projesi çizildiğinde yürüyüş müfrezesinin Krasnovodsk’tan mı, Çekişler’den mi yola çıkması gerektiği konusunda sorular gündeme geldi.
Bunlardan birincisi, gemilerin yüklerini indirmek ve yük yüklemek için uygun şartlara sahip olup olmamasıydı. Çünkü gemilerin özel kurulmuş olan limanlara doğrudan girebilmeleri gerekiyordu. Ayrıca yük indirme işleri sürekli devam ettirilecekti. Krasnovodsk Körfezinde güçlü rüzgâr ve fırtınalar olmuyordu. Çekişler’de ise bu kolaylıkların hiçbirisi yoktu. Uygun limanların bulunmaması yüzünden gemiler kıyıdan uzakta, rüzgâr ve fırtınadan korunamayacak yerde, daha kötüsü de suyun alt seviyede olmasından dolayı kıyıdan 5 versta uzaklıkta demir almak zorunda kalıyordu. Böylece bütün yükleri Türkmen kayıklarıyla taşımak gerekiyordu. O kayıklar da kıyıya yarım verstadan daha yakına gelemiyordu. Yüklenen yüklerin elle taşınması ve atların suya sokulması yüzünden zorluklar daha da büyüyordu.
Öte yandan ordunun Çekişler’den yola çıkması, Teke bölgesine kadar yol boyunca askeri müfrezenin su ihtiyacını karşılanmsı bakımından kolaylık sağlayacaktı. Çünkü o yoldan susuz çölde geçilmesi gereken mesafenin en uzağı, Tersakan’dan Hocakale’ye kadar 46 versta kadardı. Bununla birlikte Teke topraklarına Krasnovodsk’tan çıkıp Kızılarvat üzerinden gidildiğinde, ordu iki susuz mesafeden geçmek zorunda kalacaktı. Bunlardan birinin uzunluğu 70, diğerininki 130 versta idi.
Çekişler’in askeri birlik merkezi olarak seçilmesinin bir diğer sebebi de İran nüfus yoğunluğunun ve verimli toprakların çok olduğu vilayetlere yakınlığı, ayrıca askeri harekât birliğinin gıda maddelerinin, hayvan yemlerinin ve taşıma vasıtaları olarak kullanılacak develere olan ihtiyaçların kolaylıkla karşılanabilir olma düşüncesine Hükümetimizin inanması idi.
Bu düşünce ilk bakışta doğru gibi görünüyordu. Eğer beklentilerimiz gerçekleşmiş olsaydı, askeri harekât zamanında biz bu kadar eziyet görmezdik. Askeri yürüyüşün sonuçları da daha farklı olurdu. Maalesef İran vilayetleri hakkında edilen ümitler boşa çıktı.
Olayın ne kadar doğru olduğunu ben tam olarak bilmiyorum. Müfrezedeki duyumlarıma göre, İran Hükümeti yardım etme sözü vermişti. Şayet İngilizlerin Şah’ın sarayındaki taraftarları bize karşı bir oyun çevirmemiş olsalardı, vaatlerini yerine getirebileceklerdi.
Gıda maddesi, yem, vasıta olarak deve satın alma konusunda İranlı tüccarlar ile anlaşmalar yapıldı. Mal karşılıklarının bir kısmı ödendi. Fakat müfreze ile bütün ilişkilerin kesilmesi konusunda Tahran’dan emir gelmiş. Sınır boylarındaki korumalar güçlendirildi. Önceden ödenmiş olan paralar General Lazarev’e geri verildi. Deve sahiplerinden yaklaşık 50-60 kişi sınırdan gizlice geçerek bize katıldı.
Hazar’ın güney kıyısına yerleşen, Yomut Türkmenlerinin küçük Çekişler köyü, 1871 yılında beş on çadırdan oluşmaktaydı. Nüfusu ve komşu köylerde yaşayan insanlar aslında İran’ın kıyı yakınlarında, deniz eşkıyalığı yapmakla geçiniyorlardı. O yılın aralık ayında Ruslar, köyü ilk defa ele geçirdiler. Böylelikle komşu boylardan deve satın almak işi daha kolaylaşır, diye ümit ediyorlardı.
Ordumuz, Hive’ye yapılan yürüyüş tamamlandıktan sonra Çekişler’den geri çekildi. Daha sonra Etrek ırmağı üzerinde incelemeler yapıldığı sırada, Rus askerleri bazan uzun bazen da kısa sürelerle bu köyde kaldılar. 1878 yılı Eylül’ünde ise General Lomakin’in inceleme grubu bu köyü tekrar ele geçirdi ve o günden sonra daima elimizde kaldı. Önceleri küçük bir köy olan Çekişler, bu zamandan itibaren daima askeri birliği olan bir merkez ve savunma hattı oldu.
* * *
Çekişler’in çevresi, Ahalteke savaş harekâtı grubunun merkezi olarak seçildikten sonra daha da genişledi. Nisan ayından itibaren çalışmalar daha hızlandırıldı. Askerleri ve yükleri taşımak için “Kafkas” ve “Merküriy” adlı gemi firmalarından gemiler kiralanarak peş peşe gelmeye, askerleri, gıda maddelerini, tahta-kereste ve diğer yükleri getirmeye başladılar. Getirilen eşyaları gemilerden kıyılara taşımak için Türkmenlerin kayıkları kiralandı. Fakat sayıları çok sınırlı, kırk civarında idi.
Kayık sahiplerine çalıştıkları her gün için 2 ruble, çalışmadıkları gün ise 1 ruble ödeniyordu. Yükleri ve insanları taşımanın bu usulü pek kolay değildi. Çünkü her şey denizin durumuna ve hava şatlarına bağlıydı.
Rüzgâr esip fırtına başladığında kayıkların çalışması duruyor, rüzgârsız günlerde çalışılıyordu. Bazan ise yaprak bile kımıldamıyordu. Göğe bakıp; “Allah ne zaman yardım eder” diye beklemekten başka çare yoktu. Ama deniz sakinleşip rüzgâr yavaş estiğinde işler büyük bir hız kazanıyordu. Yüzlerce kişi çeşitli yükleri yüklemek, indirmek ve taşımakla meşguldü. Bu işlerde kullanılan kayıklardan başka Barkas ve Araks denilen küçük gemiler vardı. Kayıkların kulanılma imkânı bulunmadığı günlerde bunlar liman ile irili ufaklı gemiler arasında irtibat sağlıyor, sadece kargoyu ve yolcuları taşıyordu.
İlk olarak Türkmen kayıklarının engelsiz varabilmesi için gemi limanı inşa edilmeye başlandı. Bu limanın yapılması, kavurucu güneş altında sabah erkenden gün batıncaya kadar göbeği su içinde kalarak sırtıyla yük taşımaya mecbur kalan askerleri eziyetten kurtarmak için şarttı. Bu yüzden inşaat büyük bir hızla devam ediyordu.
Kıyıda ve Çekişler’de çeşitli tüccarların derme-çatma dükkânları görülmeye başladı. Kısa zamanda siperin tüccarların yerleştiği kısımları bir hayli genişleyip üç cadde meydana geldi. Ordu birlikleri geldikçe Çekişler’in sahası da genişliyordu. Herhangi bir askeri birlik gelip yerleştiğinde, dün bile sadece kum ve salyangoz kabuklarından başka hiçbir şey gözükmeyen yerde sıra sıra askeri çadırlar ve Türkmen çadırları yerden bitercesine kuruluyor, yeni yeni cadde ve sokaklar oluşuyordu. Askeri harekât birliğine katılması gereken öngörülen tüm bölükler, müfrezeler gelip toplandıktan sonra Çekişler’in sınırları daha da genişleyip 3 versta kadar uzadı.
Ordugâhın içinden geçen, kıyıya paralel cadde diğerlerine göre daha genişti. Muzip insanlar bu caddeye “Ahalteke Bulvarı” adını vermişlerdi. Özel sohbetlerde ordugâh, siper hatta şehir olarak adlandırılan Çekişler’in merkezindeki karargâhın Türkmen çadırları de görülmeye değerdi. Dizilişleri yukardan bakıldığında ağzı denizden yana bakan bir nala benziyordu. Bu nalın ortasında askeri birliğin komutanı General Lazarev’in yüksek karargâhı bulunuyordu. Bunun arka kısmında ise bir gözetleme kulesi vardı ve tepesinde bir Rus bayrağı dalgalanıyordu. Bayrağın tam yanındaki meydanda ise askerler gece gündüz nizami şekilde nöbet tutuyorlardı.
Kuzey tarafında da Rus Kazaklarının, atlı topçuların ve öncülerin (dragun) ordugâhı yerleşmiş olup, ortasında sipahi askerlerin komutan çadırları farklı bir biçimde gözüküyordu. Karargâhın arka tarafına piyade askerlerin bir bölümü yerleşmişti. Güneyde denize yakın bir yerde Çekişler’in esnafları, sanatkârları yerleşmiş olup burası küçük ahşap evlerden, faytonların üzerine konulmuş çatmalardan ve Türkmen çadırlarından ibaretti. Bu baraka ve çadırlar ile karargâhın arasında gemi limanından depolara kadar uzayıp giden yol geçiyordu. Tüccarların ve sanatkârların mekânları iki cadde ve kıyı boyunca yayılmıştı.
Bu mekânların içinde iki tanesi diğerlerinden farklı idi. Bunlardan biri yanında bilardo odası bile olan, restoran işleten Eremeni Oganes’in evi idi. Diğeri de her şey, genellikle yemek ve içki satan Kuzmiç adıyla tanınmış tüccar Danilov’a aitti. Çekişler’in kıyı caddesinde ise buranın “Borel”i, matmazel Paulina Lallico’nun restoranı kapısını müşterilerine açmıştı. Gençliği çoktan geçmiş fakat kendine olan güvenini henüz yitirmemiş bu şaklaban Fransız hanımı, her gördüğüne kaş göz edip kadın düşkünlerini soğan soyar gibi soymaktaydı. Siperlerin tüccarlar kısmının ötesinde gıda ve levazım depoları kurulmuştu. Arka tarafta piyade askerlerin ve tekerli taşıtlar bölümünün ordugahı duruyordu.
Çekişler’de fiyatlar çok yüksek olsa da ticaret çok hareketliydi. Bundan başka da istediğin ustayı bulmak mümkün oluyordu. Terzi, saatçi, birkaç haftalığına gelen fotoğrafçı hatta kuyumcu da hizmete hazırdı. Bizim kendi Borel’imiz (Paulina), kendi Palkin’imiz (Oganes) vardı. O Ermeni her yemek için altı üstü 30 köpük( Rus parası: 1 ruble, 100 köpük) alıyordu. Gıda maddeleri satan mağazaların daha ucuzları da vardı. Bu ucuz mağazaların çevresinde askerler daima kalabalıktı. Çarşıdan hareket zamanında gerekli olacak şeylerden istediğini satın alabilmek mümkündü. Tüccarların çoğu Ermeni idi, Ruslar çok değildi.
Çekişler’in bulunduğu yer çok alçaktaydı. Şiddetli fırtınalarda, denizden rüzgar estiği zamanlarda geniş arazilerin sular altında kaldığı vakitler az olmuyordu. Mesela eskiden beri burada yaşayanların anlattıklarına göre,1855 yılında büyük bir deniz kabarması olmuş ve 17 versta genişlikte bir alanı su basmıştı.
Müfrezemizin şansına, harekâtımız boyunca sadece 7 Haziran’da iki kez su kabarması oldu. Karargâhın bir kısmını kısa bir süre su bastı. Hiç kimsenin beklemediği bir anda, gecenin yarısında herkesin ağır uykuda olduğu bir sırada başlamıştı. O anda büyük bir şaşkınlık yaşandı. Süvari birliğindeki gürültü patırtı daha bir başka idi. İplerini koparan atlar dört bir yana dağılarak her önüne geleni yıkıp devirdiler.
Çekişler ve çevresinde toprak, toz ve iri taneli kumlardan oluşuyordu. Bazı yerleri de geniş çapta çoraktı. Çevrede nereye bakarsan bak, bitki veya ot görmek mümkün değildi. Bu durum, bu şartlarla ilk defa karşı karşıya gelen insanda çok olumsuz bir etki bırakıyordu. Çevrenin pembe-sarı renklerle ışıldaması çok sıkıcıydı.
Çekişler’in çevresi de böyleydi, gözün görebileceği başka bir şey yoktu. Bir yanı mavi deniz, bir yanı hiç bitmeyen çöl… Aktepe denilen tepe, siperden 12 km. uzaklıkta idi. Burası kireçli maddelerden oluşan, yerden epey yükseklikte (300 fit) kırlık bayır olup Rusya ile İran arasında sınır, sınır nişanı sayılıyordu.

2. BÖLÜM
Askerlerin ve gerekli ihtiyaçların taşınması
Karargâhın kurulması, yerleşmesi
General Lazarev’in, Kızılhaç’ın karargâhları
Öncü birliğin (Avangardlar) gelmesi
Etrek ırmağını eski yatağına akıtma girişimi
Araç-gereç depolarının kurulması
Develer satın alınması, hilekârlıklar
Navroskiy’in başına gelenler
Develerin kiralanması
Taşıma için tekerli taşıtlar
Meydan postası
Türkmen postacılar
Yukarıda belirttiğim gibi, Nisan (1879) ayında birlikler ve müfreze için gerekli bütün araç gereçlerin taşınması başlamıştı. Hükümet bu maksatla Kafkaz ve Merküriy şirketiyle anlaşma yapmıştı. Bu şirket, Hazar’ın karşı yakasındaki bölgelerde hızlı deniz taşımacılığı yapan gemilerden başka, bütün gemilerini de Hükümetin emrine vermişti.
Çekişler’de yükleri indirmek için uygun şartların bulunmaması yüzünden işler çok gecikiyor, Hükümetin girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Ayrıca gemi yüklerinin indirilmeden bekletilemesi nedeniyle kira ve buna benzer ödemeler yapmak gerekiyordu. Bu sebeple de başlatılması gereken harekât yerinde sayıyordu, ne zaman başlayacağını söylemek de zordu.
Petersburg’da herkesin askeri harekât başlamış diye düşündüğü bir sırada, daha ilgili birliklerin taşınması bile tamamlanmamıştı. Ancak bunun böyle olmasından dolayı kimse suçlanamazdı. Çünkü askeri birliklerin ve zaruri ihtiyaçların henüz tamamlanmamış olmasının asıl sebebi, diğer faktörlerle birlikte gemi sayılarının azlığı idi. Sonuçta General Lazarev’in bütün çabalarına rağmen iş bir türlü ilerlemedi. Ahalteke Harekat Karargahının bünyesine katılması tespit edilen birlikler Haziran ayının sonunda Çekişler’de toplanabilmişti. Daha önce Orta Asya’ya (Türkistan’a.. Y. A.) yürüyüş geçiren Rus müfrezeleri göz önüne alınırsa, bu müfreze daha büyüktü.
Genel müfrezemizin bünyesinde şu bölümler vardı: 16 piyade taburu, atlı bölümlerden 1800 atlı, 2 eskadron (küçük atlı birlik), 26 top, rokeratar bataryası ve istihkâmcılar bölüğü, Kafkas’taki savaşı kazanmış birliklerin en seçme bölümleri yani Leyb-Erivan Alayı, Grenaderlerin Gruzin Alayı, Kabardin, Şirvan, Kura, Apşeron, Dağıstan, Ahaltsıh, Navaginsk ve Aleksandropolsk temsilcileri…
Kafkas’taki kadrolu-kadrosuz Terek ve Kuban Kazaklarının bölümleri ve temsilcileri de müfrezede bulunup şunlardan ibaretti: Dragunların Pereyaslav Alayının atlı grubu, Dağıstan Atlı Alayından 600 atlı, Volga Alayından 200 asker, topçularının piyade, atlı ve dağ temsilcileri, ayrıca roketacılar bataryası müfrezeye katılmıştı.
Bu şekilde teşkil edilip donatılan müfrezenin başaracağından herkes emindi. Hiç kimse müfrezenin üstüne yüklenen vazifenin üstesinden gelemeyeceğine inanmıyordu. Böyle bir müfrezenin birkaç ay içinde Ahal’ın yarı yabani ülkesini boydan boya geçtikten sonra başarısızlıkla geri döneceği akıllara bile gelmiyordu.
O zamanlar düşmanı tanımıyorduk. Tekeleri, ayakları donlarının paçalarına dolanan mahluklar olarak görüyor, her şeyin istediğimiz şekilde gerçekleşeceğine inanıyorduk. General Lazarev’in tecrübeli bir asker olması ve bütün bilgisini bu yolda geliştirmesi, askeri harekâtın zaferle sonuçlanacağının bir göstergesi idi. Ve herkes bunun böyle olacağından başka bir şey düşünmüyordu.
1 Haziran günü Ahalteke askeri harekât müfrezesinin komutanı General Lazarev, karargâhıyla Bakü’den hareket ederek ertesi gün Çekişler’e geldi. Birkaç gün sonra da Kızılhaç’ın sağlık müfrezesi, Kızılhaç temsilcisi Saracel, iki doktor ve 9 sağlık görevlisiyle bize katıldı. Bu müfreze, beraberinde 500 çeşitli sağlık araç-gereçleri getirmişti. 12 Haziranda Çekişler’de Kızılhaç’ın 200 yataklı bir asker tedavi merkezi açıldı. Aynı şekilde Çat’ta da buna benzer bir bölümün kurulması için harekete geçildi.
General Lazarev müfreze geldikten sonra askeri bölümleri gözden geçirip, hiç vakit geçirilmeden öncülerin yola çıkarılmasına karar verdi. Öncü görevlileri gerekli yerlerde yolları düzleyip genişletmek, gerek olursa Etrek ve Sumbar nehirlerinin kenarlarında inişler ve geçitler kurmak, kuyular kazmak ve buna benzer işler yapmak için talimat alacaklardı. Öncülerin bünyesine piyade bölümünden üç tabur, atlı bölümünden 500 atlı ve 2 dağ topu takılıp; komutan olarak da Albay Knyaz Dolgorukiy atandı. 6 Haziranda Çekişler’den Çat’a hareket ettiler.
Bunun hemen ardından müfreze komutanı, Atabay Türkmenlerinin Etrek ırmağında kurdukları barikatı yıkmak ve ırmağın suyunu eski mecrasına çevirmek konusunda emir verdi. Bu görevin yerine getirilmesinde yüze yakın insanıyla yardıma gelen Esenkulu obasının katkısı büyüktür. Fakat beklenilen neticeyi elde etmek mümkün olmadı. Çünkü su alçaktan akarak sadece çukurları doldurmuş, ırmağın eskiden denize katıldığı yere ulaşamamıştı.
General Lazarev aslında topçulara ait düzenlerin ve azık depolarının kurulması ve ayrıca araç-gereçleri taşımak için deve, at ve katırların alınması için çok gayret gösteriyordu. Ancak bütün bu gayretlere rağmen ilk hafta çok büyük sıkıntılar ortaya çıktı ve iş uzadı. Bir iş yapılmadan beklenileceğini, herkesin işsiz güçsüz oturmaya mecbur kalacağını hesap etmemişti.
Bütün müfrezeyi donatmak için gerekli olan azığın, yem ve başka ihtiyaçların yeterli miktarda toplanacağı depoların kurulmasına öncelik veren sebepler şunlardı:
Birincisi; yük taşıyan deniz araçlarının yeterli olmamasıydı. İkincisi; yüklerin beklenilmeden taşısması gerektiğinden hava şartlarının her zaman uygun olup olmaması. Üçüncüsü; getirilen azık ve yemlerin büyük bölümlerinin hemen kullanılması, depolara sadece az bir kısmının götürülmesi.
Yukarıda belirtildiği gibi yüklerin indirilmesini hızlandırmak için kenardan denize doğru yarım versta kadar öne çıkan bir gemi iskelesi kuruldu. Bununla birlikte öncülerin burundaki bölümünden erzak depolarına kadar askerlerin işi bir hayli kolaylaşmıştı.
Böylece işler daha da hızlandı. Araç-gereç ve eşyaları taşımak için vasıta toplama konusunda az güçlük çıkmadı. Develeri, birbirinden çok uzak yerleşen Türkmen köylerinden arayıp bulmak durundaydık. İran sınırından Mangışlak’a kadar uzanan aralıkta develer Çekişler’e getiriliyordu.
Bazan buna benzer durumlarla karşılaşıldığı gibi, bizde de deve getirmek için kendilerine görev verilen kişilerin hilekârlığa kaçan davranışları oldu. Bazıları haram para kazanmanın hevesiyle hesapta satın aldığı gösterilen develerin yarısını getiriyor, yarısı da yolda öldü veya çalındı diyerek bahane uyduruyordu. Getirilen develerin çoğu hasta ve zayıftı. Çok genç veya güçsüz olmasından dolayı pek işe yaramıyordu. Ancak bu hilekârlıklar çok uzun sürmedi. General Lazarev, bu çeşit insanları Çekişler’den kovdu. Develerin her birine 75-125 ruble veriliyordu. Sürü halinde getirilen develer arasında bakımlı ve göz dolduranların bulunduğunu da bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. Küçük bir müfrezeye komuta ederek Atabay ve Caparbay Türkmenlerinin yaylalarını dolaşıp gelen Albay Navroskiy’in getirdiği develer daha iyi ve güçlüydü.
Bu albayın başından geçen bir olay, Türkmenlerin kul hakkına ne kadar saygı duyduklarına şahitlik ediyor: Navroskiy bir defasında develer için 900 gümüş rubleyi fazladan verdiğini dönüp geldikten sonra anlamıştı. Bu parayı cebinden ödemesi gerekiyordu. Ama tam bu sırada karargâha bir Türkmen geldi, hem de develer için kendisine fazladan ödenen 90 gümüş rubleyi geri verdi.
Develer, satın alınmanın yanı sıra aylık olarak da kirlanıyordu. Böyle durumlarda her bir deve için ayda 15 ruble ödeniyor, her 6-7 devenin başına da aylık 12 rubleden bir deveci (devekeş) tutuluyordu. Devecilerin görevleri hayvanları idare etmekti. Devecilerin en yaşlısına kervanbaşı deniliyor ve arkadaşlarına komuta ediyordu. Müfrezenin herhangi bir işinde ölen her deve için ise sahibine 100 ruble ödeniyordu. Deve sahiplerinin bir kısmı bundan faydalanmak için çeşitli hilelerle başvurdu. Gece yarısı bir veya iki deve sürüden götürülüyor, bir yerde gizleniyor; ertesi gün sabahtan “devemiz öldü” denilerek yalan söyleniyor, böylece para cebe indiriliyordu. Ancak bu hile kısa sürede öğrenildi.
Develerin gerçekten ölüp ölmediğini ispat etmenin değişik bir üslubu bulunmuştu. Yani devesi yeni ölen Türkmenin, onun kuyruğunu dibinden kesip karargaha getirerek göstermesi gerekiyordu. Böylelikle deve kuyruğu resmi delil hükmünde kabul ediliyordu. Ama kısa süre içinde, kuyrukların çok miktarda getirilmesi dikkat çekti. Satın alınan develerle birlikte, bulundurulan kiralık develerin arasındaki ölüm oranının daha çok görülmesi şüphe uyandırmıştı.100’lük rubleler Türkmenlerin ceplerine girerken bu hilenin foyası ortaya çıktı. Anlaşıldı ki develer gerçekten ölmüyormuş. Hilekar çobanlar, diri develerin kuyruklarını kestikten sonra delil olarak gösterip deve parası alıyorlarmış.
Sorguya çekilmekten korkan deve sahiplerinin bazıları kendi develerinin kuyruklarına dokunmuyor, Esenkulu’ya gidip deve kuyruğu satın alıyorlarmış. Kuyruk burada çok ucuzmuş. Kuyrukların ne işe yaradığını da söylemiyorlarmış.
Bu kuyrukların kendilerinden hangi amaçla alındığına pek akıl erdiremeyen Esenkulular, ticaret malzemesi olabileceğine hiç ihtimal vermiyorlardı. En sonunda şöyle bir sonuca vardılar: “Ruslar deve kuyruğundan yemek pişiriyorlar. Rus askerinin azık ihtiyacını temin eden Ermenilere böyle bir görev verilmiştir. Kuyruklar bunun için satın alınıyor.”
Ancak kuyruğun alınma sebebi öğrenildikten sonra fiyatlar yükselince, katırlar tercih edilmeye başlandı. Müfrezenin mutemedi Kanganov, tekerlekli taşıtlar kervanını teşkil etmeyi tamamladı. Bu kervan 1500 araba ve 1700 attan ibaretti. Her arabaya bir kişi görevlendirilip, bu görevlilere azıkla birlikte her ay 20 ruble ücret veriliyordu.
Önceleri müfrezede meydan postası yoktu. Bu yüzden büyük sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Çünkü mektup göndermek için Bakü’ye gidecek adam bulmak ya da ayda 2 defa gelen posta gemisini bekleyip mektubu Türkmenlerin kayığıyla gemiye götürüp geri dönmek gerekiyordu.
Bu güçlükler dolayısıyla meydan postası oluşturuldu. İdare merkezi Çekişler’de olan postanın Çat’ta, Düzolum’da ve Tersakan’da şubeleri vardı. Bu sistem sayesinde mektuplar az-çok düzenli olarak yerlerine ulaştırılıyordu. Basit mektupların sadece üçte biri kayboluyor, biri yerine ulaşıyor, biri de Çekişler’e gelinceye kadar ilgili bölümde yatıyordu. Kendi bölgesinden sorumlu görevli ilgili mektupları bulmak için iki-üç mermi kabını dolduran kağıt yığınlarını tek tek elden geçirmek durumunda idi.
Posta haberleşmesini sağlamak için atlı Türkmenler kullanılıyor, mektuplar deri çantalarda taşınıyordu. Bu görevliler, kendilerine ait gösterişli atlarıyla bir günde 80-100 versta yol kat ediyorlardı. Postanın vaktinde ulaşması için önceden belirlenen miktarın yanı sıra teşvik edici bir ücret daha veriliyordu. Benim işittiğime göre 10 ruble verilmiş. Ayrıca postacıların hepsinin görevlerini içtenlikle yaptıklarını belirtmeliyim. Bütün harekât süresince sadece bir postacı sanki kuyuya düşmüşçesine ortadan kayboldu. O da çantasını bırakıp Tekelerin saflarına geçmişti. Bu çantayı gören Kazaklar alıp ulaşacağı yere götürmüşlerdi.
Postacılarımızın görevleri sırasında ölüm korkusuna kapıldıkları zamanlar da yok değildi. Çünkü bazı yerlerde, dağ yollarında Tekeler siper kuruyor ve yolcuların üzerine ani baskınlar yapıyordu. Böyle bir baskın sırasında askeri öncü (avangard) bölümünün bulunduğu yere giden tüccarların bir kısmı öldürülmüş ve Tersakan’dan Hocakale’ye giden posta talan edilmişti.

3. BÖLÜM
Karargâhta hastalık ve sebepleri
Kuyular ve suyun durumu
Sinek
Sıkıntılı günler
Tekeler hakkında ilk haberler
At yarışları
Askeri yürüyüşe hazırlık
General Lazarev’in rahatsızlığı
Piyade askerlerin silahları, donanımı
Graf Borh kafilesinin gelişi
Atlı birliklerin siahları, donanımı
Harekât sırasında develer
Ordu birlikleri, Çekişler’e geldikten sonra, aniden hastalık baş gösterdi. Hastaların sayısı gün geçtikçe artıyordu. Hastalıkların iki çeşidi yani göz ağrısı ve sonradan dizanteriye dönüşen karın ağrısı müfrezedeki askerlere çok eziyet çektiriyordu. Bu hastalıkların ikisinin ortaya çıkmasına mahalli şartlar sebep oluyordu. Göz hastalıklarının yayılmasına, güneydoğudan rüzgâr estiğinde, gökyüzü ile yeri kaplayan toz toprak neden oluyordu. Çünkü her zerresi midye kabuğunun parçasından oluşan bu tozdan, askerin Türkmen çadırlarının içinde bile korunması mümkün olmuyordu. Hastalıkların ikinci çeşidinin ortaya çıkmasına ise, su sebep oluyordu.
Çekişler’de ve çevresinde, inceleme müfrezesinin ihtiyacını karşılayacak kuyu yoktu. Ama kuyunun 1 arşın, uzağında da 2 arşın derinlikte çukur kazıldığında içilebilecek iyi bir su alınabiliyordu. Tadı Bakü’den getirilen suyun tadından daha iyiydi. Fakat bu kuyuların suyu bir günden sonra bozulup acılaşıyor, üç günden sonra da daha kötüleşiyor ve insan sağlığı için zararlı oluyordu. Hatta yüksek rütbelilerin her gün yeni kuyu kazılması yönünde sürekli emir çıkarmasına rağmen, askerler 6-7 gün önce kazılan kuyuların suyunu içiyorlardı. Denetlemenin dikkatli yapıldığı yerlerde de kuyular en az üç gün kullanılıyordu. Onlar, içlerinden geçen güneşin ateşli ışıkları altında kuyu kazmaktansa tuzlanan, bozulan, hatta kokuşan suyu içmeyi tercih ediyorlardı. Askerlerin kaynamamış suyu içmelerini engellemek ve hastalıkların önünü almak amacıyla, onlara yeterli miktarlarda çay ve şeker veriliyordu. Ayrıca çay sularını istedikleri zaman kaynatmaları için de izin veriliyordu ama maalesef bu izinleri kullanmaya imkân yoktu.
Günlerden bir gün, şöyle bir olay oldu:
Müfrezede odunun yetmemesi ve Bakü’den de kısa zamanda getirilmemesi yüzünden bütün ordu, on gün boyunca sıcak yemek yiyemedi. Bu olayın askerlerin sağlığına nasıl zarar verdiğini belirtmeye bile gerek yok. Yaz günlerinin ilk iki ayında, müfrezedeki hayat çekilmez oldu. Bir yandan 44 dereceye ulaşan sıcaklık, toz-duman, suyun tuzluluğu, diğer yandan da hiçbir iş yapmadan sıkıntı içinde oturmak, çevrede olup bitenlerden haber alamamak, çok eziyet veriyordu.
Bundan başka, Çekişler’in baş belası olan sinekler hiç rahat bırakmıyordu. İnsanları bıktıran böceklerin nasıl çileden çıkardığını, hatta en dayanıklı kişiyi bile çırpınmaya mecbur edebileceğini tahmin etmek için, Çekişler’de yaşamak özellikle de Temmuz ayında bulunmak gerekir. Hiç kimse, onlardan hiçbir şekilde korunamıyordu. Çünkü insanlara ve hayvanlara kesinlikle rahat vermiyorlardı. Bir bardak çay içene kadar, içine 15-20 sinek düşüyordu. Bir elin ile ekmeği ağzına götürürken, öbür elin ile de sineklerle uğraşmak zorundaydın. Çorbayı yudumlarken, üç-beş sineği yutmak ihmali vardı. Eğer subaylardan biri değişik bir yemek istiyorsa, meselâ öğleyin köfte yemek istiyorsa, o zaman hizmet eri bu yemeği akşam gün battıktan sonra pişirmeli idi. Böylece sinekler sabahtan akşama kadar bize hiç rahat vermiyor, ağzımıza burnumuza girecek gibi oluyordu.
Askerlerin bir kısmı sineklere o kadar alışmıştı ki onları hiç tedirgin etmiyordu. Fakat bazılarına da sinek belası, cehennem azabı gibiydi. Böyleleri gün boyu yüzünü gözünü sararak yatıyordu. Subayların bazıları da bazen söylenerek yerinden zıplayıp kalkıyor, hizmet erini yanına çağırarak, sinekleri çadırdan kovmasını istiyordu. Fakat bu çabaların hepsi boşuna idi. Çünkü on dakika geçer geçmez çadırın içi yeniden sineklerle doluyordu. Bunlara rağmen erlerin çoğu, sineklerin varlığını bile duymuyordu. Karargâha geldiğimizin ertesi günü at yataklarının arasında dolaşırken, öğle yemeğini yemekte olan askerlerin yanına vardığımda gördüklerimi hiçbir zaman unutamam:
–”Yiğitler afiyet olsun.”
–”Sağ olun. Buyurun komutanım, bizim çorbamızın tadına bakın. Elbette, buna alışmamışızdır. Fakat bizi küçümsemezseniz, gelin birlikte yiyelim.” diyerek, bir ağaç kaşığı pantolonuna silip bana uzattı.
–”Ayıp değil, tadına bakın. Çorba iyidir. İçinde bol gıda maddesi var” diyerek de arkadaşı, sözüne katıldı. Ben çömelerek oturdum. Çorbanın taneleri gerçekten de yeterliydi. Bana verilen çorbanın üstünde yağ kabarcıkları, soğan parçaları, peksimet taneleri ve 15-20 sinek görünüyordu. Kaşığı çorbaya uzattım. Özellikle de içine sinek kaçırmamak için dikkat ettim. Birlikte yemek yediğim askerlerin her biri beş altı kaşık çorba içmişti. Yanımda oturan askerin kaşığında, peksimet tanelerinin arasında bir şeyin karardığını görüp:
–”Dur, kaşığında sinek var…” diyerek seslendiğimi ve onun kolundan tuttuğumu kendim bile fark edemedim. Askerler gülüştüler. Kaşığından tuttuğum dragun ise kaşıkladığı lokmayı yuttuktan sonra, dudağını şapırdatıp durdu. Kendi kendine söylendi:
–”Yemek ayırmak olmuyor. Çünkü burası, sinek yediren yurt…”
Asker bölümlerinin muhtemelen hemen hepsinde her gün söylenegelen bu sözler, bu defa gülüşmelere yol açtı. O konuşmasını bitirdikten sonra bir başka asker, beni öğüt verir şekilde düşündürdü:
–”Biliyor musunuz, eğer her defasında kaşığa gelen sineği çıkarmak için uğraşırsan, sen bu işi yaparken diğerleri çorbayı içip bitirirler.”
Bu sözleri kabul etmek mümkün değildi. Askerlerin midelerinin bozulmaması beni çok şaşırtmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen ben de bütün dikkatime ve korumama rağmen Çekişler’de kaldığım süre içinde mutlaka birkaç tane sinek yemişimdir.
Vakit çok yavaş ve aynı tarzda geçiyor, bu monotonluk yüreklere sıkıntı veriyordu. Askerler de yürüyüşün başlamasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ancak günler, haftalar, aylar geçip gidiyordu. Bu şartlar altında, gününü gün eden müfrezenin ne zaman hareket edeceği de belli değildi. Karargâh subaylarından biri, askerlerden bir veya birkaçına görünse, hemen çevresi sarılıyor;
–”Ne yenilik var? Hareket ne zaman? Yakın zamanda mı?” diye soru yağmuruna tutuluyordu. Ama onların bu sorularına; “Henüz bir şey yok!” şeklinde hep aynı cevap veriliyordu.
Herkes sadece bir şeyi, o da, General Lazarev’in;”Ta ki askerlerin hepsinin yiyecek ihtiyacının halledildiği zamana kadar harekete kalkışmam.” şeklindeki, hemen hemen her gün söylediği sözlerini biliyordu.
Çekişler’de askerler saat 05’te kalkıyordu. Bütün karargâh hemen harekete geçiyor, herkes kendi işiyle meşgul oluyordu. Ancak bu uzun sürmüyordu. Çünkü askerler kendi gündelik işleriyle uğraşıyor, çay kaynatıyor, gerekli eşya ve araç gereçlerinin bakımını yapıyor, hiçbir işi olmayanlar da suya giriyordu. Güneş tepelerine dikilip hava sıcaklaşmaya başladığında da askerler, bir yerlere gizlenmek, kızgın sıcaktan korunmak için çırpınıyor; eratlar gölgeliklerine, subaylar ise çadırlarına giriyorlardı. Gerekli bir durum olmasa hiç kimse dışarıya adım atmıyordu. Ancak akşama doğru sıcaklık etkisini kaybetmeye başladığında, deniz yönünden serin bir rüzgârın başlamasıyla bütün askerlere sanki bir büyücünün nefesiyle yeniden can geliyordu. Dört bir yandan şarkı müzik sesleri işitiliyordu. Askerler yaktıkları ateşlerin çevresine toplanıyor, subayların çadırlarında ışık yakılıyor, böylece öbek öbek topluluklar oluşuyordu. Uzun ve sıkıcı gün boyunca ağzını açmamış insanlar, büyük keyif içinde sohbet ediyor; içindeki bastırılmış konuşma ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Sıcak da sinek de diğer zorluklar da böylece unutuluyor ve herkes geceyi geç vakitlere kadar büyük bir neşe ve mutluluk içinde geçiriyordu.
Çekişler’de bu tekdüze ve sıkıcı hayatın akışı, yeni bir haberin gelmesi veya bir olayın olmasıyla bozulmazsa hiç değişmiyordu. Meselâ: Haziran ayının ortasında Teke bölgesinden ilk haber geldi. Tekelerin güçlerini birleştirerek Ruslara karşı durmak için bir yere toplandıkları ve Göktepe kalesini daha sağlam etmeye başladıkları öğrenildi. Bu söylentilerin yayılması, türlü görüşlerin söylenilmesine sebep oldu. Çekişler’de 7 ve 11 Haziranda sel baskını olduğu hakkında, benim yukarıda söz ettiğim vakalardan biri, -bir duyum bizi yakından ilgilendirmese de- sıkıntılı hayatımızın biraz da olsa değişmesine sebep olmuştu.
Posta gemisinin geldiği günlerde hareketlilik artıyordu. Herkes akrabalarından, dost ve arkadaşlarından bir haber alabilmek için adeta can atıyordu. 15 Temmuzda subayların arasında at yarışı düzenlenirdi. Bu at yarışını gerçekleştirmek için düz bir yer bulundu. Yarışta yaşına, cinsine ve hangi çiftlikte yetiştirildiğine bakmadan bütün atlara eşit katılma şansı verildi ancak Türkmen atlarıyla yarışmanın yasak olduğu bildirildi. Elbette ki bu yasaklama yerindeydi. Çünkü Türkmen atlarının ünü onlar için belliydi. O an hiç işi olmayanların hepsi, at yarışların seyretmeye gelmişlerdi. Müfreze nöbetçilerinden başka, bütün subaylar bayrağın yanına yani General Lazarev’in askerleriyle durduğu yere toplandılar. Bu yarışta subay Bekmurzayev birinci oldu ve 200 rublelik saati ödül olarak aldı.
Bir gün müfrezede, “Temmuz ayının sonunda veya Ağustos’un ilk günlerinde yürüyüşe geçileceği” haberi yayıldı. Kısa süre içinde, bu haber resmi olarak da tasdik edildi. Herkes, bulundukları yerlerde hazırlıklara başladı. Eşyalar, araç ve gereçler gözden geçirildi. Çekişler’deki bu üç aylık zamanın boşuna olmadığı, inceleme müfrezesinin sebepsiz yere meşgul edilmediği anlaşılarak bu konudaki bazı söylentilerin yalan olduğu ortaya çıktı. Ancak Merv’e gidileceği şeklindeki görüşlerin tam tersine, Ahal Teke bölgesine gidileceği konusundaki haber de doğrulanmış oldu. Aslında bu söylentilere önceden de kulak kabartan çok değildi. Askerler “Çekişler’den bir çıkalım da istediğiniz yere, isterseniz yerin son ucuna kadar götürün” diyecek gibiydiler.
Çekişler gözden düştü. Herkes, 3 ay süren “misafirperverliği” için onu lanetliyordu. Hatta bütün dünyada Çekişler’den daha kötü bir yer yoktur diye düşünüyorlardı. Kısa bir süre sonra müfrezenin sevinci kursağında kaldı. Askerlerin kendi aralarında İvan Davıdoviç adını taktıkları General Lazarev’in rahatsızlığı ve arkasından çıban çıktığı yolunda haberler yayıldı. Herkesi bir korku ve telaş sarmıştı. Ancak bu haberi önemseyen yoktu. Çünkü haberin üzücü bir olaya yani ölüme sebep olacağı kimsenin aklına gelmiyordu, sadece askerler, burada bir süre daha kalacakları konusunda kaygı duyuyorlardı. Üzüntü kısa sürede kesilerek, “müfrezenin iki kol halinde 30-31 Temmuz’da yola çıkacağı, generalin şimdilik Çekişler’de kalacağı ancak durumu biraz iyileştiğinde müfrezenin peşinden yeteceği” ilan edildi.
29 Temmuzda askeri birlikler, bütün ordu yürüyüşe hazır idi. Bir aylık yemleri ile develer, bölümlere paylaştırıldı. Piyade askerinin tamamı, çöllük yerde yürüyüşe hazır hale getirilmişti. Askerlerin her birinin üstünde sadece jimnastik gömleği (atlet), calbar (ince kumaştan pantolon), başlarında keçe içlikli, geniş kaşlı, enselikli şapka vardı. Tüm silahları, süngü takılmış tüfek ve mermi torbaları idi. Öbür eşyaların hepsi de develerin üstündeydi. Her askerin, kendisinin taşıması için ağaçtan matarası vardı. Bunların her birisi iki şişe su alıyordu. Bu su bir gün yetecek miktardaydı. Her 6 askere bir çadır ve döşek olarak kullanılacak bir kilim verilmişti. Bu kilimler, atlı birliklere verilmemişti; bu yüzden askerler zorluk çekiyor, türlü börtü böceklerle dolu yerlerde yatmak zorunda kalıyorlardı.
General Lazarev’in talimatlarıyla, Birinci kol 30 Temmuz gecesi saat 01’de hareket edecekti. Bu kolun içinde Piyade Birliğinin 4 bölümü vardı: Grenaderlerin Leyb Erivan Alayının taburu, Grenaderlerin Gruzin Alayının taburu, Birleştirilmiş Atıcı Taburu, Şirvan Alayının taburu, ayrıca 20. Topçu Birliğinin yarısı ve 4 tane dağ topu bulunuyordu. Bu kola, İmparatorluk Piyade Birliği askerlerinin komutanı General Mayor Kont Borh komuta ediyordu. Böyle bir zamanda, atlı askerlerin karargâhında da hazırlıklar tamamlanıyordu. Araç-gereç depolarından azık ve yem cinsinden yiyecekler alınıyor ve develer bölümler arasında pay ediliyordu. Askerlerin ve atların zayıfları seçilip ayıklanıyordu. Buna benzer hazırlıklar da gözden geçiriliyordu.
Atlı bölümün araç-gereç ve eşyaları konusunda söz söylemek gerekirse… Bunlar, piyade bölümdeki askerler gibi iyi donanımlı değillerdi. Yani onlara da çeveki (bir tür ayakkabı) verileceği söylense de verilmemişti. Matara yerine de her üç kişiye bir meşik dedikleri, büyük deri su kabı dağıtılmıştı.
Atlı bölük, piyade bölüğünden bir gün sonra yola çıkacaktı. 30 Temmuzda öğleden başlanarak çadırlar toplandı, bütün takımlar sökülüp develere yüklendi. Günün doğmasından çok önce başlayan yürüyüş hazırlığı sırasında, özellikle eşyaların develere yüklenmesinde zorluklar baş gösterdi. Çünkü askerler daha önceleri bu hayvanların çalışmalarını bilmedikleri için, develerden korkuyorlardı. Nasıl yük yükleneceğini de bilmiyorlardı.
Çekişler’de uzun süre kalındığı halde askerleri develere alıştırmak ve yük yüklemeyi öğretmek kimsenin aklına gelmemişti. Bu yüzden biz, develerin yüzlercesini kaybettik. Deve sevimli de olsa yavaş hareket eden bir hayvan. Bakımı iyi yapılırsa, yemi yeterli verilirse her şeye katlanıyordu. Sadece bazen böğürüyor. Zararsız hayvan demek daha doğru olur. Alışmayan insan için deve böğürtüsü korkunç geliyor. Ben de bütün yürüyüş boyunca, develerin bu seslerine bir türlü alışamadım. Bu böğürtüler benim için yürek sızlatıcıydı.
Develer hakkında söz açılmışken, fırsattan faydalanıp, yürüyüş sırasında onların ne durumda olduklarını belirtmeliyim. Develer ne kadar dayanıklı bir hayvan olsa da onlara yapılan bakım ve muamele, bu iyiliklerini göstermelerine fırsat vermiyordu. Çünkü develere hiç iyi davranılmıyordu. Yüksek rütbeli subaylar, bu meseleye sadece müfrezedeki develerin yarısı, belki de yarısından çoğu öldükten sonra dikkat çekip emir vermeye başladılar. Askerler de harekât boyunca kendi atlarına daha iyi bakıyor, tımar ediyorlardı. Develere hayvan gözüyle bakmadıklarını ortaya koyuyorlardı. Yani develeri hiç bir işe yaramayan iğrenç mahlûklar olarak görüyorlardı.
Müfreze yol boyunca mola verdiğinde, develerin yükleri derhal indiriliyor, bir yere toplanıp yakındaki otluk yere bırakılıyordu. Bazen de develer için yiyecek bulunmayan yerde mola veriliyordu. O zaman bu zavallı hayvanlar sadece temiz havayla beslenip dinlenmeli oluyordu.
Develerin hamutu pek sık çıkarılmıyordu, palanı ise kesinlikle temizlenmiyordu. Sonuçta arkaları hep yara bere içindeydi. Yaralı olmayan hiçbir deve yok gibiydi. Yük taşıyan deve, kendine mahsus adımlarıyla gidiyor, dışından baksan ondan daha dayanıklı bir hayvan yok gibiydi. Ancak, aniden durur, ne yaparsan yap yürümez, başını yukarı kaldırıp yürek sızlatan bir şekilde bağırmaya başlar. Deve bakıcısı askerler onlara vurur, süngüsünü dürter ama hiç bir tesiri olmaz. Sonuçta ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin diye yolda bırakır. Taşıdığı eşyaları da bir başka deveye yükletir. İşte o zaman hamutu palanı alındığında, altında büyükçe bir yara olduğunu görürüz. Bu yaraların kurtlanmış olduğunu görür, şaşırıp kalırdık. Ölen develerin sebebi bizzat biz idik…

4. BÖLÜM
Knyaz Vitgenşteyn komutasındaki kolun yola çıkması
Asker şarkıları
Birinci menzil
Çöl kumu, artezyen kuyusu
Seraplar
Boyunbaş kuyuları, suyun durumu
Delitepe Gölü, acılı su
Dizanteri hastalığının çıkışı
Güneş çarpması
Godrolum’a kadar yol
Gündüz molası
Dağıstanlıların karargâhı
Bayathacı
Harabelik, iki rivayet
Yağlıolum’a kadar ağır yol
Tekecikolum
Çat’a kadar yolun geçilişi
31 Temmuz saat 06’da atlı askeri birlikler yola çıkmaya hazırlanmış, saflar sıraya dizilmişti. Araç gereç bölümü bir saat önce hareket etmişti. Bizim birimimizde şunlar vardı: Dragunlarm Pereyaslav Alayının 2 küçük atlı grubu, Kazakların Poltava Alayının 100 atlısı, Roketacılar Bataryası ve Kazakların Atlı Topçu grubunun yarısı…
Bu müfrezeye komutanlık etmek görevi, İmparatorluk askerlerinin atlı birliğinin komutanı General
Vitgenşteyn Berleburg’a verildi. Herkes, General Lazarev bizi uğurlamaya gelir diye düşünürken, o gün durumu çok kötüleşmiş, yataktan kalkamamış.
Knyaz Vitgenşteyn, sabah erkenden saat 07’de müfrezenin yanına geldi. Selâmlaştı, sonra yürüyüşe geçmeden önce askeri kutlayan kısa bir konuşma yaptı. Biraz sonra da; “Sağ taraftan hazır olun. Harekete geçin.” şeklinde buyruk verildi. Kalpaklarımızı çıkararak, kendimizi kutsadık. (Hristiyanlara mahsus secde türü). Sonra da yürüyüşe geçtik. Askerlerin coşkun ve savaşçı şarkıları yükselmeye başladı. Buna dragunlar da büyük bir istekle katıldılar.
Askerlerin Çekişler’de düzdükleri bu şarkılar, büyük bir moral ve zevk kaynağı oluyordu. Hatta şarkı söylemesini bilmeyen askerler bile birinci satırdan sonra katılmaya başlayıp, hep bir ağızdan koro halinde devam ettirdiler. Ancak ayaklarının altından bulut gibi yükselen tozların oluşması ve havanın kızarmaya başlaması, savaş şarkılarının yavaş yavaş bitirilmesine neden oldu.
Birinci günde 32 versta yol geçmemiz ve Rus askerleri tarafından kazılan Boyunbaşı kuyularının yanında yatmamız gerekiyordu. Yol, başlangıçta 78 verstadan sonra tozlanıp duran kumluk yerden geçiyor, sonra toprak katılaşıp tuzlanmış biçimde karşımıza çıkıyor.
Yola çıkmamızdan kısa bir süre sonra Çekişler gözden kayboldu. Çöllük yere ayak bastık. Dört bir yandan uçsuz bucaksız meydan yayılıp genişliyordu. Havanın sıcaklığı bizim için çok kötüydü. Dışları keçe ile kaplanmış su kapları çabucak boşalıvermişti. 10 versta geçmeden hiç kimsede su kalmayıp, susuzluk sıkıntısı baş göstermişti. Ancak yine de daha önceleri 5 verstada yetebilen su kapları, bu defa, 10 versta dayanmıştı. Çünkü asker tecrübe kazanmıştı. Çekişler’den 15 versta uzaktaki artezyen kuyularına uğrayacağımız için su bulmak ümidi içindeydik. Buna bel bağlamıştık. Konuşmalara göre, bu kuyular, şu an hazır olmalıydı. Ama oraya ulaştığımızda, kuyuların daha hazır olmadığını gördük. İki yer kazıldı, birinde su bulunamadı, diğerinde su bulunsa da içilecek gibi değildi. Hatta ağza almak bile mümkün değildi.
–”Kardeşlerim! Su görünüyor…” diyerek askerlerin biri bağırdı. Sanki dürtülmüş gibi bütün askerler silkinerek gösterilen tarafa bakındılar.
–”Hey! Bir göl gibi… Kenarlarında da kamış bitmiş!” dediler.
Gerçekten de birkaç versta önde, kenarında kamış biten gölün yüzü cam gibi parlayıp duruyordu. Hatta suyun yüzü, balığın pulları gibi açık seçik, pırıl pırıl görünüyordu. Sevinerek ön tarafa doğru adımlarımızı hızlandırdık. Maalesef dudaklarımızı ısırıp kalmıştık. Çünkü gölde her şey, şu çöllük yerde adet olduğu üzere bazen göze görünen bir serap olup çıkmıştı. Böyle seraplar, ta mola yerine varıncaya kadar askerlerin gözüne devamlı görünüp durdu. Her defa yeni bir serap görüldüğünde, bundan öncekilerin serap, fakat bunun gerçek göl olduğunu, çevresindekilere inandırmaya can atan askerler bulunuyordu. Her seferinde de aldanıyorlardı. Fakat öğleden sonra saat 16’da uzakta gerçek göl ve Boyunbaşı kuyuları göründüğünde, bunun serap olmadığına inanan askere rastlanmadı.
–”Ay! Yok, şimdi aldanmıyoruz. Senin nasıl bir göl olduğunu biz biliyoruz” deyip, bazı askerler aldanmak istemiyordu. Gölün gerçek olduğuna gözleri inandıktan sonra, kafalarını sallayıp şaşırdılar, hayret ettiler. Boyunbaşı kuyularında su, Çekişler’deki sudan daha tuzlu idi, içmek bir eziyetti. O sudan kaynatılan çay da içilecek gibi değildi. Boğazından geçirmek için bir bardak çaya bir kaşık limon tuzu veya birkaç topak şeker atmak gerekiyordu. Bir yandan da tuz, boğazı yakıyordu. Bu yüzden askerlerin çoğu, çay içmekten vazgeçti. Bu suyla sadece koyun etinden çorba yapılıp içilebiliyordu. Boyunbaşı’nda iki tane kuyu kazılmıştı. Birisi insanlar için, birisi de hayvanları sulamak için. Gölün suyu da içilecek gibi değildi.
Ertesi gün sabah saat 6’da yolumuza devam ettik. Çevrede ot çöp görünmüyordu. Toprak sıcaktan cayır cayır yanmıştı. Sadece bazı yerlerde yandak otu biten alanlara rastlanıyordu. Bu kendine has özelliği olan çöl bitkileri için, develerin tek yiyeceği demek daha doğru olur. Bu bitkinin boyu kısacık, kökü birkaç koldan ibaret, kapladığı alan ise 1 metreye yakındı. Bu kollarda seyrek olarak sert, sivri ve uçlu dikenler var. Dikkatsiz davranan askerler ve atlar, bu bitkinin yanından geçerken ayaklarını yaraladılar. Çünkü yandak bitkisinin dikenleri öyle sert ve sivriydi ki elbiseleri delip geçiyordu. Bu yüzden askerlerin ayakkabıları eskidi, onlar da sonra deve veya koyun derisinden kendisine ayakkabı dikmek zorunda kaldılar. Bunu yaparken de bu bitkinin dikenlerini iğne olarak kullandılar.
O gün saat 10’da müfreze, boylu boyunca uzanan, kıyılarını kamış kaplayan Delitepe Gölüne ulaştık. Bu gölün suyu da hem acı hem tuzlu idi. Ağza alınacak gibi değildi. Gölün yanında kazılan kuyuların suyu da bundan farksızdı. Bu durum yüzünden, susayıp da içmemesi için kuyuların yanına hemen nöbetçi dikildi. Yeni kuyular kazmak üzere de bir bölüm görevlendirildi. Ancak son kazılan kuyuların suyu da acı ve tuzlu çıktı. Göl suyuna bakarak daha iyiydi fakat yine de içilecek gibi değildi. Buna rağmen susuzluk bütün hararetiyle sürüyordu. Dişimizi sıkıp bu suyu kullanmak zorunda kaldık. Bizim o gün içtiğimiz çorba ve çayın tadı sözle anlatılacak gibi değildi. Çaresizlik, içmek zorundaydık ve içtik. Çayı ancak en kızgın halinde, ağzı dili yakacak şekilde içmek mümkün oluyordu. Çünkü soğuduğunda mideyi bulandırıyor, susuzluk ne kadar eziyet verse de bir yudum bile içilemiyordu.
Uzun gün boyunca 40 dereceye ulaşan sıcaklık yakıp kavuruyor, ot çöp bile kıpırdamıyordu. Hemen hemen askerlerin tamamı giyim kuşamları çıkarmışlar, çadırlarda yatıyorlardı. Delitepe Gölü’nün bu farklı suyu, kısa sürede etkisini göstermeye başlamıştı. O günün akşamı müfrezedeki askerlerin çoğunluğunda ishal ile birlikte dizanteri hastalığı baş gösterdi. Yürüyüşün bu ikinci gününün sonunda, beş at kaybettik. Bir askeri güneş çarptı. Müfrezenin ardına takılıp gelen iki köpek de aynı akıbete uğradı.
2 Ağustos sabahında müfreze Delitepe’den hareket ederek, düz bir çölde yolu takibe başladı. Kısa sürede yeniden başlayan sıcağa karşı yine çaresiz kalmıştık. Güneşin ışıkları insanı delip geçiyor gibiydi. Hiçbir eşyaya, araç-gerece el sürmek mümkün değildi. Köz gibi kızmışlardı. Biraz hareket etseler derhal ter boşalıyor, iç giyimlere kadar su içinde kalıyorlardı. Ancak çok geçmeden kuruyorlardı.
Biraz sonra gök ile yerin birleştiği yerde, Etrek ırmağının karşı tarafında uzayan Pars (Horosan) Dağlarının yüksek tepeleri görünüp, yavaş yavaş seçilmeye başladı. Bir saat geçince de büyüklüğünü, yüksekliğini seçebildik. Yol geçildikçe yandaklı yerlere ve küçük çöl bitkilerine daha çok rastlıyorduk. Bu bitkilerin boyları da, çöldekilere göre daha da büyümeye başlamıştı.
Sabah 11’de Etrek kıyısında Güdrolum denilen yerde durduk. Böylece 15,5 versta yol geçilmişti. Burada Atlı Dağıstan Alayının 200 atlısına rastladık. Onlar da bizim müfrezemize katıldılar. Etrek ırmağı burada dardı. Kenarları dikti, fazla yüksek değildi. Kıyısında sazak ve kamış bitkisi çoktu. Su yavaş akıyordu. Suyun yüzündeki ot, çöp ve yosun yüzünden suyunu içmek mümkün değildi. Biraz iyi ve duru su almak için kıyılarda küçük çukurlar açılmıştı. Bu çukurların dolması ve suyun durulması için üç saat beklemek gerekiyordu. Bütün bunlara rağmen su tam olarak durulmuyor, içildiğinde yine yosun kokuyordu. Aslında suyun durulmasının tek yolu vardı ve kolaydı. Ancak bunu bilenler azdır. Bu usulü sadece çölde harekete katılanlar biliyordu. Su konulan herhangi bir kabın içine basit bir zek parçasını koyup kısa bir süre bulayarak çıkarınca, bir saat içinde, su dupduru oluyor. Üzerindeki çamur ve diğer tortular da dibe çöküyor. Hiçbir süzme aracı böyle temizleyemezdi. Zek de sadece tecrübeli ve tedarikli askerlerin yanında vardı.
Güdrolum’da Rusların ilk mezarlarına rastladık. Kont Borh’un kafilesindeki bir asker gömülmüştü. Bu karşılaşmayla birlikte hepimizi ağır ve kaygılı düşünceler sarmıştı. “Belki bu mola yerinde ya da önümüzde yayılan çölün bir yerinde, hatta düşmanın yurduna varmadan, benim de dizanteriye veya güneş çarpmasına yakalanarak can vermem mümkündür” şeklindeki düşünce herkesin kafasında ister istemez belirmeye başlamıştı.
Ertesi günün mola yerinde geçirileceği bildirildi. Geçilen yerlerde askerler ve hayvanlar çok yorulmuşlardı. Fırsattan yararlanarak karargâhın çevresini dolaştık. Dağıstanlıların yerleştikleri yere vardım. Bunların görünüşü diğerlerinden farklıydı. Yani ortalarında iki sıra halinde atlar dağılmıştı, at yatağının iki yanında üstü kapalı gölgelikler kurulmuştu. Hava sıcaklaştığında Dağıstanlılar, bu gölgeliğin altına girip güneş ışıklarından korunuyorlar, geceleri de üst katlarında yatıyorlardı. Böylelikle buradaki çok sayıda yılanın, kırkayakların ve benzeri börtü böceklerin tehlikesinden uzaktılar. Çadırların yerine kurulan bu gölgeliklerin içindeki bu insanların yüzleri, kısaca bütün özellikleri, Ruslardan çok farklıydı.
Dağıstanlılar kendilerine has bir halk. Rusya’da böyle bir alayın varlığını da bilen çok azdır. Onlar Kafkaslarda yiğitlik ve at sürmekte büyük şöhrete sahiptirler. Bu alay, Dağıstan bölgesinin savaşçı ve seçilmiş yiğitlerinden teşkil edilmişti. Hepsi emirleri isteyerek yerine getiriyordu. Barış sırasında her birine ayda gümüş paradan 10 ruble ödenen bu insanlar, savaş sırasında da 15 ruble kadar alıyorlar, bunda başka azık, ayrıca da atları için yem veriliyordu.
Lezgileri bu alaya katılmaya zorlayan şey sadece para değildi. Onların köylerinde savaşa katılmayanları adam yerine koymuyorlardı. Her biri savaşta ne kadar üstünlük gösterse, ne kadar ödül alsa kendi memleketinde o oranda saygı görüyor, istediği kızla evlenebiliyordu.
Dağıstanlıları savaşa katılmaya teşvik eden bir başka sebep de düşmandan ganimet toplamak ümidi idi. Aslında onlar yarının ne olacağını, ne getireceğini hiç düşünmüyordu. Müslüman olmalarına rağmen, bulduklarında içki içmekten ve eğlenmekten geri durmuyorlardı.
4 Ağustos sabahı saat 06.30’da yola koyuldukç Etrek ırmağının sağ kolunu izleyerek çölde yürüdük.
Güdrolum’dan başlayan kupkuru upuzun çöl yine önümüzdeydi. Bazı yerlerde büyüklü küçüklü çukurluklara rastladık. Fakat hareketimize engel değildiler. İstihkâm birlikler her türlü iniş ve çıkışlarda gerekli tedbirleri alıyordu. Öğleden sonra saat 15’te, 18 versta yol yürüyüp Bayathacı denilen yere vardık. Önceki yıl burada küçük bir Rus istihkâmı vardı. Etrek ırmağının kenarında büyük bayırın üstünde kurulan bu kalenin kalıntıları bu gün de duruyordu. Bu kale terk edildikten sonra da Ahal Harekâtının sonuna kadar burada yolu korumak amacıyla Piyade Birliğinin bir bölümü ve Dağıstanlıların 100 atlısı bulunuyordu. Kalenin batısında 2 versta uzaklıkta bir harabe vardı.
Ben bu harabenin eskiden ne olduğunu anlatan iki rivayet duydum.
Bu rivayetlerden birine göre bir zamanlar Türkmen yurdunda Bayat Hacı adlı takva sahibi bir adam yaşamıştır. O daha ölmeden önce adının bütün doğuya yayıldığını işitir. Herkes onu büyük bir veli sayarmış. Öldükten sonra cesedini buraya getirmişler. Onun için yapılan bu türbeye gömmüşler. Ayrıca yine burada bu velinin kabrini ziyarete gelen insanların dua edip namaz kılmaları için küçük bir mescit kurmuşlar.
Benim düşünceme göre, şu anlatacağım ikinci rivayet, gerçekten de doğrudur.
Bu rivayete göre; eski devirlerde burada Türkmenlerin ulu bir yatırı bulunur, 200 versta çevredeki bütün köyler ölülerini buraya getirip gömmüşler. Türkmenlerde cenazenin arkasından mezarlıkta onun ruhunu şad etme geleneği var. Buna göre, ölen kişinin geride kalanları buraya gelerek çeşitli hediyeler (mesela para, koyun, ekmek, başörtüsü, mendil) getirir, ölünün ruhuna ayet okurlar. Gelenlerin ayrıca burada rahat edebilmeleri için ve bu geleneği sürdürebilmeleri için bir de yapı kurulmuş. Sadece bu mezarlıkta değil bütün Türkmen köylerindeki mezarlıklarda da bu şekildedir. Bu mezar evlerinin bir de sahibi oluyor. Bu kişi, mezarlığın bakımım üstüne alıyor. Ölen kişiler için mezar kazmak, mezarların bakımını yapmak ve ayet okumak da bu kişinin görevi. Bayat Hacı denilen kişi de tahminimce yukarıda belirtilen mezarlık görevlisinden başkası değildir. Bayat Hacı öldükten sonra buraya başka ölüler gömülmediği için, onun kurduğu mezar evi ve diğer kabirler zamanla harabeye dönmüş, mezarlardan da hiçbir belirti kalmamış.
İşte bu rivayetlere göre, Bayat Hacı uzun yıllar burada bulunmuş, böylece Türkmenler arasında büyük bir ün sahibi olmuştur. Bundan dolayı o öldükten sonra, buraya onun adını vermişler ve bu da, zamanımıza kadar yaşamış, unutulmamıştır. Bir zamanlar burada kurulan yapının uzunluğu 5, genişliği 2 kulaç civarında, 4 köşeden ibaretti. Kümbeti içine çökmüştü. Yapının duvarları küçük ve dört köşe kerpiçten örülmüş olup bugüne kadar dayanmışlar. Odaların sayısı 3 olup, girişin karşısındaki küçük oda, belki dış oda olup gelenlerin ayakkabı çıkarmaları içindir. Sağ taraftaki büyükçe yuvarlak oda, belki dua okunan, ibadet edilen yer olarak kullanılmıştır. Sol taraftaki küçük odada, bana göre, Bayat Hacı kendisi yaşamıştır. Yatır harabelerinden biraz ileride 35 kabrin olduğu anlaşılıyor. Bu kabirlerin varlığı, rivayetlerin ikincisinin gerçek olduğunu ispatlıyordu.
5 Ağustosta gece yarısı saat 03.22’de, güneşin doğmasından çok önce, bütün müfreze ayaktaydı. 46 verstalık yol geçmemiz gerekiyordu. Atların yükünü mümkün olduğunca hafifletmek için askerlerin yüklerini, torbalarını ve başka eşyaları araç gereç kervanına vermek ve develere yerleştirmek için buyruk verildi. Saat 05’te Bayathacı’dan ayrılarak 18 versta yol geçtikten sonra saat 11’de Etrek ırmağının yanındaki Yağlıolum denilen yerde mola verdik. Üç saat dinlendikten sonra da tekrar yola koyulup Tekecikolum’a ulaştık. Yorgunluktan her yanlarımız ağrıyordu. Burada mola vererek geceyi geçirdik.
Ertesi gün, saat 09’da yola çıkarak Çat berkitmesine doğru yürüdük. Sıcaklığın 46 dereceye yükselmesi, rüzgârın esmemesi, güneşin sadece yakmakla kalmayıp kavurması sebeplerinden, uzunluğu 24 versta olan bu menzil çok büyük bir güçlükle geçilebildi.
Bu şartlar altında hiçbirimiz doğru dürüst düşünemiyor, ne yapacağımızı bilemiyor, sadece güneş ışıklarının kızgın oklar halinde vücutlarımızı deldiğini hissediyorduk. Bu arada, güneş çarpması, bazı arkadaşlarımızın aramızdan ayrılmasına yol açtı.
Öğle sonu saat 15.22’de Çat’a varabildik.

5. BÖLÜM
Çat’taki istihkâm
Kızılhaç hastanesi ve ilgili söylentiler
Asker ölümleri ve söylentiler
Kabristan
Kavurucu sıcaklık ve susuzluk
Horolum
Yerli şartların değişmesi
Can Mahmut Mezarlığı harabeleri
Düzolum istihkâmı,
Garnizon
Azık ve hayvan yemlerinin kabul edilmesi
Karargâhın gelişi
Müfreze komutanının hastalığı ve haberler
Bektepe Dağı
Toz
Tersakan’a kadar yol
1878 yılında tasarlanan Çat istihkâmı, Etrek ırmağının sağ kıyısında, Sumbar’ın ona katıldığı yerin yakınında, ırmağın üstünde abanıp duran küçük meydanlıkta yerleşiyordu. Diğer iki yanında birkaç derin dere bulunyor, istihkâmı düzlük tarafından koruyor. Çat istihkâmı, yerleştiği konum itibariyle her türlü saldırılardan iyi korunuyordu. Burasını zapt edebilmek asla mümkün değildi. İstihkâmın kuzeyindeki derelerin en derininin üzerinde kurulan köprü, düzlük yolun devamı durumundaydı, istihkâm da kara evler ve çadırlardan ibaretti.
Piyade bölüğü, 100 Dağıstanlı ve piyade topçuları buradaki çadırlara ve kara evlere yerleşmişti. Bu istihkâm kurulduktan sonra kısa sürede yapılan küçük kilise, buradaki tek ahşap yapı idi. Bundan başka istihkâmda azık depoları, topçu parkı ve 12’ye yakın dükkân vardı. Bu dükkânlarda çeşitli mallar çok yüksek fiyatlarla satılıyordu.
Çat istihkâmından yarım versta uzaklıkta Kızılhaç tarafından 200 kişilik hastane kurulmuştu. Hastanenin yataklarının yarısında dizanteri, sıtma ve buna benzer hastalıklara yakalanan askerler yerleştirilmişlerdi.
Bu hastanenin, askerler arasında iyi olarak anılmadığını belirtmek gerekir. Askerler hastane hakkında söz ettiklerinde; “Sağ selim çıkmazsınız” şeklinde iddialı konuşuyorlardı. Askerlerin fikrine göre, buradan sağ çıkamamanın sebebi doktorların gayretsizliği veya ilgisizliği değil, bulunduğu yerin temiz bir yer olmayışıydı. Buraya gelmek ölmek demekti. Yerli garnizon arasında çıkan bu söylenti, çok geçmeden bizim müfrezemize de yayıldı. Çat istihkâmına vardığımız günün akşamı, akşam yemeğinde şöyle bir söz işittim. Subayların birisi:
–”Beni duyuyor musunuz? Burada hasta olmayın.”dedi.
–”Ne? Niçin? Ne olmuş?” diye subaya dört bir yandan soru yağdırdılar.
–”Şöyle, sebebi şu: Bu hastaneye düşmek, sağlığını kaybetmek demektir. Piyade askerleri, bulunduğu yerin temiz ve sağlıklı olmadığını söylüyorlar… “
–”Yalan söylüyorlar! Kafadan uyduruyorlar!”
–”Panik çıkarıyorlar…”
–”İstersen tecrübe et de gör. Sana da, herkese de mezarlıkta yer bulunur. Yok, kardeşim, sağlığınız bozulsa da ayakta tedavi olun, sakın oranın kapısından ayağınızı atmayın…”
Geriye dönerken hastaneye yatırılan iki askerin hayatını kaybetmesi ve askerlerin bunu işitmesi, burasının temiz olmadığı konusundaki kanaatleri doğrulamıştı. Gerçekten de Kızılhaç’ın hastanesinde çok insan ölüyordu. Ancak bunun sebebi: Çevredeki istihkâmlardan (Düzolum, Tersakan vb.) buraya getirilen askerlerin durumları zaten çok kötü idi, hepsi ölümcül idiler. Bu yüzden de gönderildikten hemen sonra ölüyorlardı. Yaz ayları boyunca Çat’ta dizanteri hastalığından ölen askerler az değildi. Bazı günlerde on civarında asker cesedinin toprağa gömüldüğü oluyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tugan-murze-baranovskiy/ruslar-ahaltekede-69499918/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Ruslar Ahaltekede Tugan Mürze Baranovskiy
Ruslar Ahaltekede

Tugan Mürze Baranovskiy

Тип: электронная книга

Жанр: Биографии и мемуары

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ruslar Ahaltekede, электронная книга автора Tugan Mürze Baranovskiy на турецком языке, в жанре биографии и мемуары

  • Добавить отзыв