Kalabalık

Kalabalık
Afak Mesut

Afak Mesut
Kalabalık

KALABALIK
(Roman)
Babasını getiriyorlardı… Babasının cesedini uzun boylu adamlar getiriyorlardı. Onların arkasından kuyruklarda dizili siyah giysili adamlar geliyordu. Adamların yüzü batan güneşin ren ginden kırmızıydı bu yüzden, hepsi birbirine benziyordu. Biraz da keçiye benziyorlardı. Delikleri gözükmeyen çekik gözleri güneşin zayıf ışınlarıyla küçüldüğünden birbirini iterek yürüyorlardı.
Ara sıra adamların arasından birileri toprağı tekmeleyerek fırlıyorlardı. Sanki, at kişniyordu.
Adamlardan sonra sırayla çelenk getiriyorlardı. Çelenklerin kağıt gülleri rüzgar değdikçe küçük parçalara ayrılıyor, kelebekler gibi kalabalığın kafası üzerinde uçuyordu.
Siyah giysili adamlar yaklaştıkça, kalabalığın uğultusu da duyuluyordu… Rüzgar iyice hızlanıyor, siyah giysileri siyah bayraklar gibi hızla sallıyordu.
Uğultuların içersinden bir yerlerden zayıf zayıf akan tanıdık bir ses duyuluyordu.
Babasıydı. Tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Bir yeri mi acıyordu, yoksa ağlıyor muydu?! Kim bilir, belki de şarkı söylüyordu?!
Boğazı düğümlendi :
“Anne!”, diye bağırsa da sesini kimse duymadı.
Kalabalık uzadıkça uzuyor, siyah sis gibi kayboluyor, uzak laşıyordu…
Anneannesi arkasında duruyordu, virgüle benzeyen kaşlarını oynatarak:
“Açlığın ve öksüzlüğün ne olduğunu bileceksiniz!…”, böyle söyledikten sonra keyifle gülümsüyordu. Anneannesi güldükçe ağzında bulunan birbirinden belli bir aralıkta olan, sarı madeni dişleri gözüküyordu. Anneannesi uzun süre gülümsedi ve en sonunda madeni dişlerini birbirine kenetleyerek:
“Anneniz kendini bir şey sanıyordu…”, dedi.
“Öyle söyleme. “, dedi ve sinirden ağzının yamulduğunu farketti. “Annem öldü, bilmiyor musun?
“Ölsün!”, anneannesi yılan gibi fışırdadı.
Anneannesinin omzundaki mor serçe de ağzını açarak yılan gibi fışırdadı, ensesine sardığı pembe, kör solcan da kafasını kaldırarak, sağa sola sallayıp fışırdadı.
Elini uzatarak anneannesinin yüzünü tırmaladı… Anneannesinin yüzü eldiven gibi ellerine yapıştı.
Tırnaklarındaki deriyi yere atmak istese de yapamadı. Deri bir türlü kopmuyordu elinden. Yerden taş alarak taşla sürterek deriyi ellerinden temizledi. Sonra nereden geldikleri belli olmayan tavuklar ortaya çıktı, anneanesinin derisini aceleyle gagala dılar.
…Kalabalık gözden kaybolduktan sonra yere oturarak bacaklarını uzattı. Bacakları bir hayli uzamıştı, hem de biraz eğilmişti.
Bacaklarını birbirine sardı. Bacağının teki ötekisine birkaç kez sarıldı ve bacakları tam bir karmaşa haline geldi. Daha sonra çalışsa da bacaklarını bir türlü ayıramadı. Bacakları düğümlenmişti.
…Sonra zil çaldı. Düğümlü bacaklarını peşisıra sürüyüp el lerinin üzerinde emekleyerek kapıya doğru gitti.
Gelen annesiydi. Annesi onu farketmedi, üzerinden geçerek odaları dolaştı, onu odalarda aramaya koyuldu.
Bağırmak istese de sesi bir türlü çıkmadı. El işaretleriyle annesini çağırdı. Annesi gelip onu buldu, eğilip bir süre sevecen gözleriyle onun yüzüne baktı.
“Nasılsın?”, diye sordu.
Babası da buradaydı. Odanın aşağı, karanlık köşesinde duvara karşı oturarak yine bir şeyler yazıyordu. Yazarken, ayaklarını estiriyordu. Sigara içiyordu, sigaranın dumanı burnundan, kulaklarından çıkıyordu.
Sonra nasıl olduğunu anlamadığı bir şey oldu: duman babasının kafasından çıkmaya başladı. Babası kalemi masanın üzerine bırakarak kulaklarını kapayarak:
“Yandım, başım yandı, Allah!”, diye bağırmaya başladı.
Annesi mutfaktan çiçekleri sulamak için kullandıkları küçük emzikli kovayı getirerek babasının kafasını suladı. Babasının kafası sudan çızırdadı, daha fazla duman çıkmaya başladı.
Annesi dumanı kovarak ve gülerek gelip onu kucağına aldı, yatağına yatırdı ve üzerini başörtüsüne benzeyen pembe bir şeyle örterek:
“Uyu artık, çok geç oldu.”, dedi. Kendisiyse gitti.
Başörtüsünün altından gözüken her şey pembeydi.
Babasının kafasından artık dumanlar yükselmiyordu. Babası şuan büyük gözlükle pembe sayfaları öyle bir karıştıyordu ki, sanki aralarında çok tatlı bir yiyecek vardı.
Sonra nereden geldiği belli olmayan kocasına benzer genç bir adam gelip onun başının üzerinde durdu ve pembe bıyıklarıyla gülümsedi. Utanarak pembe tül örtüyü yüzünden kaldırdı, ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı.
Ayağa kalkarken üzerindeki güller yerlere döküldü.
Müzisyenler koridorda duruyorlardı, koridordan mutlu insanların arasından onu seyrederek, gözleri büyüyerek komik bir oyun havası çalıyorlardı. Kocası yere dağılan gülleri götürerek onun kucağına doldurdu. Bir baktı ki, meğerse kucağındaki gül değilmiş, eski ayakkabılarıymış.
Sonra ayakkabılarının nereden gelip kucağına düştüğünü de hatırladı. Demin dışarıda “Vağzalı”nın sesini duyduğunda, kendini kaybettiği için sağa sola koşturduğu zaman çizmelerini giymeyi unutmuştu. Demin çizmelerini giymeye çalışsa da, bir türlü giyemiyordu. Kayıyordu ve elinden yere düşüyordu.
Eğilip bacaklarına baktı. Bacakları soğuktan donarak bembeyaz olmuştu. Bembeyaz dişe benziyorlardı.
Kocası koluna girerek onu müzisyenlerin yanından geçirtti, özenle merdivenleri indirmeye başladı.
Merdivenleri indikçe, beyaz gelinlik elbisesinin belden aşağı kısmı sık sık peşinden merdivenleri inen akrabalarının ayaklarına takılıyordu. Böyle anlarda o, düşecekmiş gibi oluyordu. Sonra elbisesinin aşağı kımsı sanki bir şeye takıldı.
Arkaya baktığı zaman bayılacak gibi oldu. Arka tarafta kimse yoktu. Elbisesinin belden aşağı kısmını merdivenlerin parmaklığına geçirerek bir yerlere kaybolmuşlardı.
Geri dönerek parmaklıktan elbisesini çıkarmaya çalıştı. Uzun süren uğraşlardan sonra hiçbir şey başaramadığını fark etti. Parmaklıktan aşağıya baktığı zaman kocasının merdivenin en son basamağında olduğunu gördü.
Kocası elleri cebinde birileriyle konuşarak merdivenleri iniyordu, sokağa çıktığında kahkahayla güldü. Sonra kocasının sesi bir süre daha duyuldu. Kocası askeri uçak yapımından konuşuyordu. Kocasının sesi bir süre sonra artık duyulmadı.
Elbisesini çekiştirmeye başladı. Kafasında sanki uzunca bir şey vardı, fakat onun ne olduğunu bir türlü anlıyamadı. Zira, eli başına yetişmiyordu. Eli iyice kısalmıştı, ağzına bile zorla ulaşıyordu.
Elbisesini bir daha çekiştirdiğinde kafasından uzun vazoya benzeyen bir eşya yere düşerek kırıldı, küçük parçalara bölündü.
Sese komşular kapılarını açtılar. Bir süre öfkeli çehreyle onun yaptıklarını izlemeye koyuldular.
Elbisesini çekiştirdikçe acayip bir ses tüm katlara yayıldı, bir evde bu acayip sesten bir bebek uyandı ve tüm gücüyle çığlıklar atarak ağlamaya başladı. Sonra bir baktı ki, ses elbise sinden geliyor. Meğerse büyük kızıymış deminden beri ağlayan, kafası parmaklıklara sıkışmışta o yüzden ağlıyormuş.
Çocuğu kafasıyla beraber öyle bir çekti ki, kızının kulakları koptu..
Karşı dairede oturan kalın kaşları olan adam kaşlarını estirerek bir ona, bir de kızının mantı gibi yere yapışmış kulakları na baktı ve bir süre sonra:
“Tüh!”, diyerek öfkeyle kapıyı kapattı.
Utançtan soluğu kesile kesile kızının kulaklarını yerden alarak ceplerine soktu, ağlamaktan mosmor olmuş kızını kucağına alarak aceleyle merdivenleri inmeye başladı.
Merdivenlerse bir türlü bitmiyordu, tam tersi uzayarak biraz da çoğalıyordu. Birkaç kattan sonra kapılar bile bitiyordu, fakat merdivenlerin sonu gözükmüyordu.
Kocasının sesi şimdi de üst katlardan geliyordu, kocası yine askeri uçak sanayisiyle ilgili konuşuyordu.
Komşular bağırarak yüksek sesle:
“Hayırlı olsun! İnşallah, mutlu olursunuz!”, diye en içten dileklerini söylüyorlardı.
Müzisyenler de üst katlarda çalıyorlardı. Sonra kocası da, müzisyenler de bağıra çağıra merdivenleri indiler, konuşarak çekip gittiler. Uzaklarda bir yerlerde araba kapılarının ve kom şularının sesi duyuldu.
Kızı kucağında bir süre ağladı, küçücük elleriyle kulaklarının kanını yüzüne yaydı, daha sonraysa kanlı parmaklarını emerek uyudu.
Kızı kucağında eğilip bir süre aşağıyı, daha sonra kafasını kaldırarak yukarıyı seyretti.
Merdivenlerin ne başlangıcı, ne de sonu belliydi. Merdivenlerden sonra avluya açılan dış kapının ne tarafta olduğunu hatırladı, ama merdivenlerin bitiş noktasını bir türlü hatırlaya madı.
Merdivenin bir köşesinde oturarak kızını kucağında sallayarak:
“A a a!”, diye mırıldandı.
Kızı kafasını onun göğsüne yaslayarak uyudu. Bir süre kucağındaki çocuğu sallayarak basamaklardan birinin üzerinde oturup sessizliği dinledi. Sonra sanki aşağıda bir yerlerde birileri bir kapıyı açtı. Ve az sonra aşağıdan annesinin yorgun sesi duyuldu ve merdiven boyunca yankılandı.
Annesi:
“Acele et! Bunlar beni öldürdü.”, diyordu.
Çocuğu göğsüne yaslayarak koşarak adımlarla, binbir güçlükle aşağıya indi.
Ev çocukla doluydu. Çocuklar odalarda, koridorda durmadan koşturuyorlardı. Beş altısı koridorda biskilet sürüyor, azıcık büyükleriyse perdelere, avizelere tutunarak odanın için de dolaşıyorlardı. Geriye kalanlarıysa odanın zemininde emekliyorlardı. Bir ikisi annesinin kucağındaydı, açgözlükle annesinin göğüslerini emiyorlardı.
Annesinin saçları uzamış, omuzlarına dağılmıştı. Kucağındaki çocuklar bir taraftan göğüsünüi emerken bir taraftan da annesinin saçlarını örüyorlardı.
Çocuğu kucağından indirdikten sonra tüyleri diken diken annesine baktı:
“Bu ne böyle?”, diye sordu.
Annesi çocukarı perdelerden kopararak:
“Bunu asıl sana sormalı”, dedi. Sonraysa çocuklar göğüslerinden asılı halde, elleri sırtında onunla karşı karşıya durdu.
“Şimdi diyeceksin ki, haberin yoktu. Öyle mi? “, dedi.
Vücudu garip bir sızıyla doldu.
Çocuklardan ikisi ayağına kadar ulaşıp topuğuyla yukarıya tırmanıyor, aşağıdan yukarıya onun yüzüne bakarak miyavlıyorlardı.
Annesi evin kıyısından köşesinden, dolapların altından, sandalyelerin altından çocuk topluyordu. Topladıkça hüzünlü sesiyle:
“Bin kez söyledim, iki çocuk yeter sana. Söyledim değil mi?”
“Söyledin.”
Annesi söylenerek çocukları büyük, tozlu keselere topluyordu:
“Peki, o zaman neden dinlemedin?”
.Sonuncu çocuğu yastığın altından çıkarıp tıkabasa çocuklarla dolu kesenin içine bastı, kesenin ağzını kapattı, çıldırmış gözlerle ona bakarak:
“Haydi, acele et”, dedi.
Mutfakta eli, ayağı eserek kibrit aradı, adeta sürünerek getirip kibriti annesine verdi. Annesi kibriti aldıktan sonra:
“Peki, benzin nerede?”, diye sordu.
Benzin annesinin yatak odasında, elbise dolabının için dey-di.
Benzini annesine verdikten sonra duvara yaslanarak gözlerini kapattı. Sonra parmaklarının arasından annesinin çocuk larını nasıl yaktığını izledi. Annesi benzin dolu şişeyi açarak şişedeki benzini içinde çocukların bulunduğu kesenin üzerine boşaltıyor, daha sonraysa geri çekilerek yanan kibrit çöpünü ke seye atıyor.
Kese ateş aldıkça acayip sesler çıkarıyor, çığlık çığlık bağırıyor, büyük adamlar gibi oturup kalkıyor, ateş vücuduna geçtikçe odanın içinde koşmaya, kendini duvarlara vurmaya başlı yor. Sonra ansızın kese simsiyah oldu, çığlık atarak yere yığıldı. Simsiyah duman ortalığı kapladı.
Dumandan boğularak evin içinde dolaşarak:
“Anne!”, diye bağırdıysa da kimse ona yanıt bile vermedi.
Sonra dumanın içinde uzun süre yürüdü. Evin duvarları, koridoru simsiyah dumanın içinde eriyip kaybolmuştu. O yüzden karanlığın içiyle bir süre daha yürüdü.
Bir süre daha yürüdükten sonra birisiyle çarpıştı, çarpıştığı onun kimliğini ekşimsi ter kokusundan, bir de ucuz parfüm kokusundan anladı.
Okulun müdürü Süreyya hocaydı. Kırışıklarla dolu çehresi dumanın içinde kalın, ağır bayrak gibi dalgalanıyordu.
Süreyya hoca ona çarparak durdu, sağ gözünün üzerine inen kırışı yukarıya kaldırarak bir gözüyle onu izledi, erkek sesini andıran kalın bir sesle:
“Ellerini göster bakalım.”, dedi.
Elleri yanmış kesenin dumandan simsiyah olmuştu, ellerini ileriye uzattı. Süreyya hocaya gösterdikten sonra kafasını salladı.
Süreyya hoca öteki gözünü de kırıştan kurtararak onun ellerine dikkatlice baktı, sonra kafasını kaldırarak hala bayrak misali dalgalanan çehresiyle dikkatlice onun yüzüne baktı, kaba bir sesiyle:
“Yarın okula velin gelsin”, söyledi, gözlerinin kırışını tekrar eski haline döndürerek dumanın içinde zorla yürüyerek gitti…
Sonra yine arkadan bir yerlerden Süreyya hocanın kaba sesi duyuldu. Süreyya hoca yine birileriyle çarpıştıktan sonra:
“Ellerini göster bakalım.”, dedi. Ve ekledi: “Yarın velin gelsin okula.”
Süreyya hoca fazla uzağa gitmedi. Arkasına bile bakmadan hissetti ki, Süreyya hoca bir kadar yürüdükten sonra arkada yine birilerini gördü, ama onlara hiçbir şey söylemedi, bir an yerinde durduktan sonra geri döndü, siyah dumanı yararak eğri vücuduyla gerisin geri koşmaya başladı. Geriye göz atmasa bile, Süreyya hocanın yalnız olmadığını farketti.
Az sonra bir de baktı ki, dumanın içiyle, omuzlarına dokunarak çevresinde adımlayan uğultulu siyah giysili adamların arasıyla yürüyor.
Peşinden gelenler yine elbisesine basıyor ve o da düşecekmiş gibi oluyordu, sendeliyordu. Bir ara sanki birileri onun uzun elbisesinin eteğine bindi, keyifle, kısık sesle güldü de.
Arkasına baksa da, tanıyamadı. Yuvarlak yüzlü, zayıf bir kadındı, eteğinin üzerinde oturmuştu, kafasını, kulaklarını estire rek acayip sesler çıkararak gülüyordu.
Kadının yüzü çok tanıdıktı. Fakat nerede gördüğünü hatırla yamadı, bir resimde mi görmüştü o kadını, yoksa kadın onların evine misafirliğe mi gelmişti?! Yine babasını getiriyorlardı. Ve yine babası tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordu. Babasının ulumasına siyah dumanın bir yerlerinden baykuşlar eşlik ediyorlardı. Tüyleri diken diken oldu, üşüyerek elbisesinin dekolte kısmının önünü kapatmaya çalıştı, fakat olmadı, kapatamadı. Sonra sanki baykuş sesleri çevreden duyulmaya başladı. Sanki kalabalığın içinden birileri ilk önce baykuş gibi uludular, daha sonraysa kısık sesle güldüler.
Etrafını kolaçan ederek, kalabalıktan kurtulmanın yollarını aradı. Fakat bu arada kimse sırtına tahtayla vurarak olanca sesiyle: “Yürü bakalım” , dedi.
Arkasına bakmasa da, sesinden tanıdı. Sugra hocaydı. Her halde şimdi şaşı gözleri öfkeden iyice büyümüştü, tükürüğü her zaman olduğu gibi yine dudaklarının kenarında kurumuştu, elinde kırık ucuyla haritaların eski deliklerini yırtıp büyüten büyüteci vardı.
Sonra birileri hemen yanı başında uludu, baykuş kafasını ona doğru dönerek yuvarlak gözlerini büyüttü, tüylü gerdanını estirerek korkunç bir ses çıkardı.
içini acayip bir sıkıntı kapladı, elleriyle yüzünü kapatarak ağladı.
“Ağla, yavrum, ağla. Ağlayacak zamanın geldi artık senin de.”
Yine de o madeni dişli anneannesiydi. Ön safta eğri bacaklarını arkasınca sürüyerek, kamburunun arkasından bakarak, ara sıra keyiften solumadan fışırdıyordu habire:
“Daha çok ağlayacaksınız. Hepiniz ağlayacaksınız. Ağlayarak öleceksiniz!. Ölerek ağlayacaksınız!.”
Anneannesinin yine boz serçesi omzundaydı, yine küçük gözleriyle onu izliyordu. Pembe solucan da kendi yerindeydi, kıvrılarak küçücük kafasıyla kuyruğunu anneannesinin boynunda düğümlemişti.
Deminden beri Sugra hocaların safında sinek kovalayarak ilerleyen adam elinde bulunan sinekleri öldürmek için kullanılan araçla onu nasıl vurduysa anneannesi asfalta yapıştı. Anneannesinden geriye kalan sadece nokta kadar bir leke oldu.
Birileri kolundan tutup onu çekiştirdi o, eteği peşinden gelenlerin ayakları altında kalarak yırtıldı. Fatma’ydı. Beyaz okul önlüğü de, bir ucu kafasından omzuna sarkan beyaz bantı da mürekkep lekeleriyle kaplıydı.
Gözlerini kısarak kafasıyla bir şeylere işaret ediyordu.
…Fatma’yla beraber koşarak siyah kalabalıktan uzaklaştıkça, arka taraflarında Sugra hocanın ince tahtasının sesini duyuyorlardı. Sugra hocanın sopası arkalarında vınladıkça, vücutları sızıyla dolu bir halde kendilerini okulun arka bahçesine attılar. Spor salonun önündeki köşede bulunan büyük demir fıçının içinde saklandılar ve fıçının kapağını kapattılar. Fıçının içinde demirler vardı ve zemini narın kumla kaplıydı. Fatma karanlık fıçının içinde kendini rahatladıktan sonra:
“Artık merak etme, kimse bizi bulamaz.”, dedi.İkinci zilden sonra çıkarız buradan.
Fıçıda zaman adeta aktı, ikinci hayli zaman çalındı ve çocuklar avluya çıktılar. Fıçının kapağını at ayaklarıyla vurarak bir bu tarafa, bir öbür tarafa koşturdular. Sonra sessizlik. Birisi fıçının kapağını kapı gibi çalmaya başladı.
Soluk almayı bırakarak fıçıda bulunan küçük delikten dışa rıya baktı. Sugra hocanın yeşilimsi kulaklarıydı gözüken. Fıçı da bulunan küçük delik boyunca bir şeyler arayan büyük el gibi yukarıya, aşağıya dolaşıyordu. Sonra fıçının kapağı aralandı ve içeriye Sugra hocanın çekiç gibi sivri burnu girdi. Bir süre fıçının içini kokladı. Sonra fıçının küçük deliğinden içeriye Sugra hocanın çatala benzer eğri parmakları girdi. Parmaklar bir süre kör akrep gibi fıçının içini dört dolandı, galiba onları arıyordu.
Sugra hocanın akrebi bir süre parmaklarının üzerinde dola şarak sonunda Fatmanın bacağını yakaladı.
Fatma bacağı Sugra hocanın elinde sonuncu kez hüzünlü bir çehreyle karanlığın içinden ona son kez baktı, küçük, yuvarlak gözleri bulut bulut doldu.
Sugra hoca bir süre Fatma’yı fıçının içinde tersine bekletti, sonra yukarıya doğru çekerek, üzerindeki elbiselerini yırtarak dışarıya çıkardı.
Sonra bir süre tüm vücudu titriyerek Fatma’nın fıçının dışından duyulan sesini dinledi. Fatma ilk önce kedi gibi miyavladı, tavuk gibi gıdakladı, sonraysa soluğu kesilirmişcesine uzun uzun kişnedi.
Dizleri eserek fıçının deliğinden baktı ki, Sugra hoca Fatmanın sırtında ucu kırık sopasını havada sallayarak, Fatmanın arkasına vurarak bağıra bağıra okula doğru koşturuyor.
…Fatma kişneyerek uzaklaştıkça fıçının içini karanlık kaplı yordu. Belki de her tarafı böyle karanlık bastırıyordu, kim bilir?! Ne olduğunu anlamıyordu, fakat anladığı bir şey varsa o da fıçının hızla ısınmasıydı.
İçi daraldı. Fıçının kapağını kaldırmaya çalışsa da başaramadı. Sanki birileri fıçının kapağının üzerinde oturmuştu.
O yüzden fıçının bir köşesine sindi. Ve bu halde de galiba uyudu .
Uykudayken, tüm vücudunu ter kaplıyor, dizleri boşalıyor, fakat o, tüm bunlara aldırmadan itinayla çalışıyordu. Bir mucize yüzünden uyumuş Sugra hocanın kulağına civa döküyordu.
Civa termometrenin ucundan açık renkli reçel gibi usul usul, damla damla Sugra hocanın büyük kulağına bir türlü uyuşmayan küçük kulak deliğinden içeriye akıyordu, aktıkça Sugra hoca keyifle inliyordu. Termometrenin içinde bulunan civa bitiyordu, fakat Sugra hocanın inlemesini durdurmak imkansızdı.
İçi boşalmış termometreyiyse saklamak için bir yer yoktu, sinsi bir haraketle çevresini kolaçan etse de, bir yer bulamadı. Ve termometreyi Sugra hocanın kulak deliğinden içeriye bıraktı. Termometre bir süre Sugra hocanın kulağında uçtu, uçtu ve sonra sulu bir yere düştü sanki. O an Sugra hoca gözlerini kocaman açarak ona baktı, gümüş gibi parlayan yüzünü eğerek:
“Bunu sen mi yaptın?”, diye bağırdı.
Onu da bacaklarından yakalayarak bir süre tersine beklettiler ve sonra aynen o halde götürerek beyaz giyside, beyaz yatakta yatan annesine gösterdiler. Annesini de ters gördü.
Annesi bu durumda yatağı sırtında taşıyan bir böceğe benziyordu.
Sonra onu iyice sardılar, götürüp başka bebeklerin bulunduğu bir karanlık odaya attılar ve çekip gittiler.
…Odanın yukarı köşesi de bebeklerle doluydu. Doktorlar gittikten sonra bebekler sırayla dizilerek şarkı söylemeye başladılar. Koronun içindeki bir bebeğin sesi çok tiz çıkıyordu. Bir baktı ki, meğerse küçük kızıymış. En küçük beze onu sarmışlardı, elleri kolları sarılıydı, sadece yüzü gözüküyordu.
Kızı bebeklerin arasındaydı, küçük ağzını yukarıya doğru açarak ince sesle şarkı söylüyordu. Şarkı söyledikçe ağzı kuş gagası gibi açılıp kapanıyordu.
Sonra birileri gelip odanın ışıklarını yaktılar. Ve ışıklar yandığı gibi bebekler oda boyunca dağılarak salyangoz gibi sürünmeye başladılar. Beyaz giysili doktorlar onları yakalamaya çalışsalar da, uğraşmaları boşunaydı.. Bebeklerin hepsini yakalamak imkansızdı. Bebekler sürünerek duvar boyu kalktılar, bir ikisi tavandan aşağıya sarktı.
O da karnını soğuk zemine bir süre sürterek süründü, ter ledi. Bebeklerin süründüğü yere doğru sürünüyordu o da. Be bekler duvarın üst kısmına ulaşarak tek tek orada bulunan deliğe giriyor ve ortadan kayboluyorlardı. Doktorlar yakaladıkları bebekleri odun gibi üst üste topluyor, bir yerlere taşıyorlardı.
Ondan önde sürünen bebek zayıftı diye delikten rahatça geçti. Geçtikten sonra delikten ona baktı ve göz kırparak, boğuk bir sesle:
“Gel, gel, “ey dili gafil!”, diyerek ortalardan kayboldu.
Baktı, meğerse bezle sarılmış bebek bıyıklı, kırsaçlı adammış. Adamın soluğu acı tütün kokuyordu.
Kafasını deliğe sokarak sonu gözükmeyen karanlığa baktı.
Delikten tanıdık nem kokusu duyuluyordu. Bir de acayip sesler duyuluyordu. Sanki birilerini yıkıyorlardı. Kafasına kovayla su döküyorlardı.
İlk önce kafasını, daha sonra tüm vücudunu deliğe soktu, sürünüp kalın, sert duvarlara yüz sürerek bebeklerin açtığı havasız yolla uzun süre gitti.
Yol çok uzundu, süründükçe bir türlü bitmek bilmiyordu. Az sonra sert duvar bitiyordu, hafif nem toprak başlıyordu. Toprak azıcık sıcaktı. Sanki birileri burada az önce uyumuştu. Toprağın içi öyle sessizdi ki, süründükçe sürtünme sesinden kulakları batıyordu.
Toprağı koklayarak sesin geldiği yöne doğru yürüdü.
Babasını toprağın en ılık yerine gömmüşlerdi. Sürünerek babasının çehresi hizasında dolaştı, yanağına, oradan da çenesine doğru kaydı.
Babasının gözleri, burnunun delikleri ılık toprakla doluydu. Yüzü azıcık değişmişti. Burnu uzamış, kaşları yukarıya doğru gerilmiş, bıyıkları tel gibi kabarmıştı.
Elini bezden çıkararak serçe parmağıyla babasının bıyığına dokundu.
Tüy tel gibi gerildi, çınlayarak toprağın kumunu ayağa kaldırdı.
Parmağını babasının bıyıkları boyunca dolaştırdı. Toprağın içiyle ne zamansa duyduğu tanıdık, hüzünlü bir şarkının tınıları duyuldu.
Müziğin sesinden sonra çevrede ne kadar börtü böcek vardıysa hepsi sürünerek geldiler, çember oluşturarak oturdular, siyah, donuk gözleriyle onu seyretmeye koyuldular.
Bezden öbür elini de çıkararak babasının bıyıklarını iki eliyle çalmaya başladı. Çaldıkça salyangozların, küçük böceklerin gözleri fal taşı gibi açtı. Dikkatlice baktığı zaman farketti ki, böceklerin en küçüğü meğerse onun öz kızıymış. Yanlara uzamış bıyıklarını oynatarak nokta kadar olan kafasıyla onu izliyordu.
Babasının bıyıkları kuruydu diye, çaldıkça teker teker koparak yere düşüyorlardı. Müzik şölenini yarıda kesmek zorunda kaldı.
Salyangozlar yerlerinden kıpırdamadılar bile, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde onu izlediler, sonra koşarak gidip etrafa dağılmış babasının bıyıklarını toplayıp getirdiler, ona sun duktan sonra tekrar yerlerini aldılar.
Ne kadar çalışdıysa da bıyıkları tekrar yerlerine geçiremedi. O zaman bıyıkları bir kenara itti, utanarak babasının cebine girdi. Cebin içi küfle kaplıydı, yukarı köşesinde annesi bağdaş kurarak bir şeyler yapıyordu, galiba babasının yırtık cebini dikmekle meşguldu. Onu gördükte:
“Bu kadar yırtık, sökük mü olur? O yüzden evde bolluk denen şey yok”, diye dert yandı: “Kendin de görüyorsun işte!”
Kafasını söküğe sokarak öbür tarafa baktı. Söküğün öbür tarafı parlak ışıklarla ve insanlarla doluydu. İnsanlar öfkeli çehreleriyle geniş balkonlarda dolaşıyor, asansörü bekliyorlardı. Ona da gelmesini söylediler.
…Gelip asansörün önünde durdu. Asansörün kapısı açılıp kapandı ve o, bilmediği, sinirli insanlarla, dört bir tarafı aynalı, havasız asansörün içinde buldu kendini. Yüzünü duvara dönerek, soluk bile alamadan bir süre böyle üst katlara kalktı.
Daracık olduğundan asansörün aynaları buğulu bir hal aldı. Sonra asansörün içindeki havasızlık insanları da terletti ve bir süre daha böyle o insanlarla bulunmak zorunda kaldı.
Sonra asansörün kapıları açıldı ve onlar ayna zeminli büyük salona çıktılar. Salon şık giysili insanlarla doluydu. Kadınların kafalarındaki telekler, erkeklerin üzerinde bulunan parıltılı ceketler salonun gür ışıkları altında ışıldayarak değişik renklere dönüşüyordu.
İnsanların çehresi de elbiseleri gibi ışıldıyordu. Onu görüp alkışladılar, ellerinde bulunan çiçekleri “Aferin, aferin”, diyerek ona doğru attılar.
Gülleri havada yakaladıktan sonra özenle eğilerek selam ladı insanları, sonra önündeki mikrofonu tıkırdatarak bir adım geriye çekidi, uzun, siyah zurnasını ağzına tuttu, avurtlarını şi şirerek çalmaya başladı. Zurnayı üfledikçe avurtlarıyla beraber ilk önce kulakları, daha sonraysa tüm vücudu şişmeğe başladı. Ayaklarını havaya kaldırdı ve o, onu “Aferin, aferin”, diye alkış layanların başının üzerinden uçup gitti.
Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:
“Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.
Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:
“Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal.”
Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürü yorlardı.
… Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.
Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.
Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:
“Zavallı yavrum “, diye inliyordu..
Babası tabutu böylece taşıyor, aynı zamanda neresinden çıkardığı belli olmayan şişeden su içiyordu. Sonra yürümekten yorulmuş bir iki adamı da sırtına aldı, içtiği su midesine bile inmeden acıyla tabut arkasında yürümeyi sürdürdü.
Dedesinin arkasından ne kadar koşsa da bir türlü ulaşamadı. Dedesi siyah kalabalığın arkasından bir süre koştu, sonraysa ortalardan kayboldu.
“Anne!”, diyerek hüngür hüngür ağladı.
“Canım, yavrum!”
Annesi şişmanlamıştı. Karnını sallayarak gelip onun başının üzerinde durdu, eğilip bir süre onu seyretti, daha sonra kucağına götürdü, sallayarak:
“A a a a”, dedi.
Annesinin göğüs uçları çok büyük ve de sertti diye hiçbir şekilde ağzına girmiyordu.
Annesi onu ilk önce yavaş yavaş, sonraysa hızla sallamaya başladı.
Sonra daha hızlı sallamaya başladı ve kendisi de onun yanına oturdu. Beraber sallanmaya başladılar. Salıncağın hızı gittikçe iyice artıyordu. Sallandıkça yanında yatan annesine bakı yordu.
Annesi sallana sallana uyumuştu. Yarı açık ağzından uyuduğu için uyuşan ve küçük küçük titreyen dili gözüküyordu.
Salıncağın hızı arttıkça annesinin horlaması da artıyordu. Annesi horladı, horladı ve en sonunda onun horlaması aslanların haykırtısına dönüştü. Annesinin haykırtısından korkarak üşüdü, kafasını annesinin göğsüne sıktı. Annesinin göğsü yumuşacıktı ve sanki derinliklerinde bir makine çalışıyordu.
Annesi haykırdıkça tüyleri diken diken oluyordu, güneşin çehresi morararak lekelerle kaplanıyordu, salıncağın gözükmeyen tarafları acayip sesler çıkararak kırılacak gibi oluyordu.
Sonra nasıl olduysa annesi ansızın öyle bir haykırdı ki, salıncak koparak geriye uçtu.
Kafası annesinin göğsünde, kulağında annesinin göğsünün derinliklerinde çalışan saatin sesi uzun süre geriye uçtular, daha sonra yere düştüler.
Ayağa kalkarak seke seke evveli ve sonu bilinmeyen duvarın dibiyle gezerek annesini arasa da bir sonuç alamadı.
Annesi şimdi de duvarın öbür tarafında horluyordu.
… Duvarın karşı tarafında sarkaçlı saatin yanı başında, kadife kılıflı koltukta dedesi oturup gözünde gözlükleri öfkeyle gazete okuyordu. Okudukça da bacaklarını estiriyordu. Onu gördükte bacaklarını estirmedi, kaşlarını gözlüğün üzerinden az daha kaldırdıktan sonra:
“Vay be!”, dedi ve başka bir şey söylemedi.
Sekerek dedesinin yanına yaklaştı ve dizini dedesine gösterdikten sonra:
“Bacağım kırıldı galiba”, diye inledi.
Dedesi bir süre hayretle onu seyrederek daha neler söyleyeceğini bekledi.
Sekerek bir adım daha ileri giderek dizini dedesine gösterdikten sonra:
“Bu bacağım işte…”, diye inledi tekrar.
Dedesi bir süre daha onun ezilmiş bacağını inceledikten sonra:
“Komşun kötüyse göç et gitsin, bacağın acıyorsa kes at gitsin.”, dedi.
Yere çökerek dizinin kapağını açtı. Dizinin içinde saat çalışıyordu. Dizinin kapağını kaldırdığında zili öttü saatin. Dedesi zilin sesine kaşlarını iyice yukarıya kaldırdı ve sesi uzayarak öf keli bir biçimde:
“Vay be!”, dedi ve oturduğu koltuğundan aşağı eğilerek terliğinin tekini çıkardı, ona doğru fırlattı.
Terlik kafasının üzerinden hızla geçerek arkasında duran elinde sepet bulunan adamın yüzüne çarptı. Adam dizi üzerine çökerek ağlayacak gibi oldu ve sürünmeğe başladı. Onun yanından geçti, dedesinin koltuğuna ulaştığında durdu, onun anlayamadığı bir dilde dedesiyle bir şeyler konuşmaya başladı.
Adam konuştukça dedesi surat asarak hoşnut olmadğını belli edip sadece:
“Hayır”, diye kestirip attı.
Sonra bu adamlardan birkaçı daha geldi. Onlar da aynen az önceki adam gibi sürünerek dedesinin koltuğunun önüne kadar geldiler ve ona bir şeyler anlattılar. Onlar inledikçe dedesi iç geçirerek:
“Vay be! “, dedi. Dedesinin bu “vay be” leri zaman geçtikçe daha korkunç bir hal alıyordu.
Sonra dedesi ayağa kalktı ve koltuğunun yanı başında bulunan emzikli su kovasını alarak adamları suladı. Bir de baktı ki, adamlardan teki yeşerdi. Sonra dikkatlice baktıktan sonra adamın yeşermediğini, sadece tüm vücudunu kirpi gibi dikenlerin kapladığını farketti.
Arada kirpi adam ona bakarak sırıttı ve burnunun ucundaki siyah, yuvarlak beni sıkarak araba kornasına benzeyen bir ses çıkardı.
Dedesi oturup esneyerek onu izliyordu. Sonra bir yerlerden dedesinin nohut kadar karısı, babaannesi geldi, dedesinin avucuna çıktı, dizlerinin üzerine çökmüş adamlara el kol haraketleriyle bir şeyler söyledi.
Babaannesi konuşmasını bitirdikten sonra dedesinin kolunun üzerinde yürüyerek boğazına, oradan kafasına tırmandı, kulağına girerek ortalardan kayboldu.
Sonra nasıl olduysa adamlar dizlerinin üzerinde ona doğru yürümeye başladılar.
… En önde kirpi adam geliyordu, ara sıra yumağa dönüşerek sırtındaki oklardan ona atıyordu. Oklar kafasının, omzunun üzerinden hızla geçiyordu.
… Dönüp biri uzun, ötekisi kısa bacaklarıyla yalpalayarak ördek gibi koşmaya başladı.
Arkadan dedesinin öfkeli sesi duyuluyordu. Sık sık iç geçirerek “vay be!” , diyordu.
Arkadakiler gelip yetiştiler ona, yere düşürerek bağırtarak tüylerini tek tek çekip kopardılar. Tüylerini tek tek çekip kopar dıkça o, bağırarak çıplak vücuduyla, örtüsüz arkasıyla yalpalayarak koşmaya çalışsa da onu yakaladılar. Adamların elinden kurtulamadı. Onu yere düşürerek ayaklarını iple sardılar, kollarını geriye katlayarak dilini dışarı çıkardılar. Sonra vücudu korkudan kasıldı, bıçağın sivri ucunu gırtlağında hissetti. Bıçak damarları boyu kaydıkça nohut babaannesinin sesini duydu:
“Kafasını bırak”, babaannesi ince sesiyle konuşuyordu: “Sofra için böylesi daha güzel.”
Babaannesi hem konuşuyor, hem de onu bir güzel haşlamak için ateş yakıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin kokusu duyuluyordu.
Adamlardan bir bir, güçlükle kurtuldu, kan fışkıran boğazıyla, kanının içinde kayarak kesik kafası omuzunda annesine doğru koştu.
Annesi uykudan uyanmış, yattığı yerde esniyordu, onun kesik kafasına bakıyordu gözlerini kırpmadan:
“Gel, uyu”, diyordu “Yarın erkenden uyanmalıyız.
Bir süre böyle sadece damarlarına ilişmiş kafası annesinin ayaklarında, bulutlu semayı seyrederek hırıldadı ve sustu. Sonra rüzgar esti. Estikçe hızlandı.
Yine rüzgarın sesinin içiyle uzaktan baykuş sesleri duyul du.Kalabalık yine çok yakındaydı.
Bağırmak istedi, fakat sesi çıkmadı, boğazından ses değil de, çok korkunç bir hırıltı çıktı. Hırıldayarak:
“Gitme, Hektor, gitme o kanlı savaşa”, diye bağırdı ve bayıldı.
Onu da tabuta koyarak babasıyla beraber götürüyorlardı.
Anneannesi sırtını eğerek, zayıf, kemikli kollarını sallaya rak her kesten önde yürüyordu:
“Yavrum ölüyor, yavrum, heeeyyyyyy!”, diye bağırıyordu, fakat gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir türlü belli değildi.
Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.
…Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılı yordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu.
Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:
“Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.
Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:
“Uhu uhu uhu!”, diye karşılık vererek sustu.
Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu.
İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti.
Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.
Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyordu. İçeri girerek durdu.
Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özen le oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleye rek dedesinin kucağına geri döndü.
Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.
Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.
Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:
“Bu ben miyim yani?”, diye sordu.
Fotografçı öfkeyle:
“Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.
Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı.
…Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı.
Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmedi. Koş tukça siyah giysili adamların sert elbiseleri canını acıttı, yalın ayakları sert çizmelerin altında çiğnendi. Sonra yine etrafta baykuş uludu. Duraksadı ve etrafı kolaçan etti.
Her taraf sımsıkı ağaçlarla kaplıydı. Büyük ağaçlar, rüzgar estikçe birbirine çarpıyordu, siyah yapraklarını estirerek baykuş sesiyle uluyorlardı.
Babasını yine bir yerlerde elinden düşürerek kaybetmişti.
Korkudan kalbi duracakmış gibi olduğunda kendi kocaman palamut ağacının altına attı, yüzünü palamutun kuru gövdesine sürerek ağlayıp birilerine:
“Korkuyorum”, dedi, sonra kulağını palamutun gövdesine sıkarak kalbi titreyerek içeriyi dinledi.
Palamutun içinden tık yoktu. Ara sıra derinliklerinde sanki bir şeyler kırılıyordu.
Kafasını kaldırarak palamutun dallarını seyretti.
Palamut kuruyalı çok olmuştu. Yapraksız dalları cansız odun gibi kuruyarak eğilmişti. Dalların arasından semanın bir bölümü ve bir de yarısından bile az kalmış eğri hilal gözüküyordu. Bir de semanın ta derinliklerinden insan sesleri duyuluyordu.
Semalarda insanlar vardı. İnsanlar gürültü yaparak konuşuyor, durmadan birilerine bir şeyler anlatıyorlardı. Hepsi de öfkeliydi, sanki söylenerek gürültüyle aşağıya iniyor ve ona doğru yürüyorlardı.
Onlar gürültü yaptıkça sema da ağırlaşarak basamak basamak aşağı iniyordu, sanki inipte gökdelen gibi kocaman ağaçların üzerine çökecekti.
Palamutun kuru kabuğunu kertenkele gibi kaşıyarak gövdesine tırmandı, kendini gövdenin tam ortasında bulunan karanlık oluğa atarak soluğunu tuttu, etrafı dinledi.
Oluğun içi soğuktu, mantar kokuyordu. Sonra oluğun içinden ses duyuldu, birisi ateş yakarak yuvarlak gözleriyle bir süre onu seyretti, sonra ateşle sandalyenin üzerinde bulunan mumu yaktı.
Ufakboylu, kırsaçlı, zayıf ve küçük bir adamdı. Sık sık dişsiz ağzının üzerine inmiş burnundan soluyarak dikkatlice onu izliyordu. Sanki, bu küçük adamın gözlerinde hayretten ve kor kudan başka bir şey de vardı. Onunla karşı karşıya oturarak, sakin bir sesle:
“Seni de mi gördüler?”, diye sordu.
“Kim görecekti ki?”
Küçük adam kibrit çöpüne benzeyen parmağını yukarıya kaldırdı:
“Onlar.”
Korkudan tüm vücudu titriyerek:
“Evet, gördüler.”,dedi.
“Korkma, buraya gelemezler.”
Sonra nasıl olduysa küçük adamın gözlerindeki hayret çözüldü kendiliğinden:
“Aç mısın?”
“Evet.”
Adam kalkıp küçücük ayaklarıyla oluğun içinde sessizce dolaştı bir süre, aşağıda, köşede bir şeyler aradı. Az sonra oluğun içine acayip bir koku yayıldı, sonra sıcak yağın çatırtısı duyuldu ve küçük adam elini yakan tavayı güçlükle taşıyarak sandaylenin üzerine bıraktı. Gözleriyle gülerek:
“Ye bakalım.”, dedi.
Yemeğin çok tuhaf kokusu vardı.
… Küçük adam onunla karşı karşıya oturarak elini çenesine yasladı, onun nasıl yemek yediğine dikkat ederek saçını okşadı ve: “Annen baban neredeler?”, diye sordu.
Yemek boğazına takıldı, gözleri doldu:
“Annem de, babam da öldüler.”
Küçük adamın da gözleri doldu, acıdan dudakları buruştu:
“Kurban olurum sana, ağlama. Yemeğini ye.”
Hissetti nasıl kaşlarının altı göz yaşlarıyla doldu, yaş gözünden akarak önce yanağına, oradan da yediği yemeğin içine damladı.
Küçük adamın da gözleri dolup dolup boşaldı, ağlıyarak:
“Kurban olurum..”, kelimesini tekrar etti.
Sonra oluğun karanlık köşesine kadar gidip oradan yün kumaşa benzeyen rengi solmuş battaniye getirdi ve onu battaniyeye sardı. Küçük elleriyle saçını okşadı, ağlamaktan akan burnunu gömleğinin kollarıyla sildi ve ona göz kırptı:
“Uyu, uyu, küçük kız, uyu. Yarın güneş çıkacak, mantarlar bitecek.”, dedi.
Sonra küçük adam yine onunla karşılıklı oturarak aynı kelimeyi tekrarladı:
“Kurban olurum.”
… Battaniyenin altında ısınarak, mumun ışığını seyrederek uyudu. Rüyasında yine insanlarla dolu gök kubbesi yerlere iniyordu, insanlar yine söyleniyorlardı, rahatsız edici seslerle ona saldırmaya hazırlanıyorlardı.
Rüyadan uyanarak etrafına bakındı.
Artık sabah olmuştu. Oluğun içi bomboştu. Ne küçük adam vardı, ne sandalye, ne de tava.
Kafasını oyuktan dışarı çıkararak etrafa baktı. Orman sis kaplıydı. Ara sıra kuş sesleri duyuluyordu.
Bir sürü mantar vardı. Bağırarak küçük adamı seslemek istedi, fakat ansızın onun ismini bilmediğini hatırladı. O yüzden elini ağzına götürerek aynen küçük adamın yaptığı gibi sesini uzatarak:
“Kurb a a n olurum!”, diye bağırdı.
Sesi ormanın içinde yankılandı. Ağaçların arasında dolaştı. Ağaçlar sallanarak yapraklarını kıpırdatıp: “Kurbannnn olurrruum!”, sözünü tüm ormana yaydılar.
Üşüdü, oluğun bir tarafına sığındı, güçsüzlüğünü farkederek çenesini dizlerine yaslayarak ağladı.
Ağaçlar bir süre daha sallanarak:
“Kurbannn olurumm!”, diyerek fısıldaşmayı sürdürdüler. Sonra rüzgar esti. Uzaklardan bir yerlerden yine o korkunç gürültünün sesi duyuluyordu.
Kafasını oyuktan çıkararak dizleri boşalırcasına aşağıya baktı.
Siyah kalabalık kuru yaprakları çiğneyerek ormanın sessizliğini bozarak palamutun altından geçiyorlardı. Rüzgar estikçe tabutta siyah giysiyle yatmış babasının saçları dağılıyor du.
Siyah giysili insanlar uzun çehreleriyle onu aşağıdan yukarıya seyrediyorlardı:
“Ayıptır, in aşağıya!”, diyorlardı.
Oyuktan çıkarak bir bir güçlükle aşağıya indi. Elbisesi bir kaç kez dallara takılmıştı. Birisi onu kalabalığın içine itti ve:
“Allah belanı versin!”, diye ekledi.
Sonra uzun süre baykuşlar uluyarak siyah giysili uzun adamların arasıyla babasının cesedine refakat ettiler.
… Yine bir yerlerden ağlamak sesi duyuluyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü.
Annesi bezdeydi, ağzında biberon, yuvarlak gözleriyle durmadan onu izliyordu.
Sonra nasıl olduysa annesi biberonu yere tükürerek bayılacakmışcasına ağladı. Gelip annesini kucağına götürdü, biberonu ağzına tıkadı ve sallamaya başladı. Annesi susmadı, yine biberonu yere tükürdü ve soluk bile almadan ağladı.
Aceleyle gömleğinin düğmelerini açtı, göğsünü annesinin ağlamaktan soğumuş ağzına tıkadı. Annesi göğsünü açgözlükle emdikçe onun gözleri karardı, başı dönmeye başladı.
Sonra bir baktı ki, annesinin ağzının kenarından kan damlıyor…
Göğsünü annesinin ağzından çıkarmak istedi, fakat annesi bırakmadı, elini bezden çıkararak eliyle onun kan damlıyan göğsünü kavradı.
Annesinin elinden böyle bir süre soluk bile almadan kurtulmaya çalıştı, fakat nafile. Göğsü annesinin ağzında yine uyudu.
Annesinin iniltisine uyandı.
Annesi sırtını eğerek, arkası onu dönük oturmuştu. “Vah, canım”, diye inliyordu.
Vücudu titriyerek gelip annesiyle karşı karşıya oturdu.
Annesi sarı elleriyle insanda şişirilmiş balon etkisi yaratan karnını tutarak oturmuştu.
… Eliyle annesinin karnına dokundu. Annesinin karnında kocaman taşlar vardı sanki.
Dizlerinin üzerinde oturarak annesinin karnını ovdu, içindeki taşları usul usul ezdi. Taşlar ezilip yumuşadıkça annesi zevkten gözlerini kapayarak:
“Ohhh be!”, diye inliyordu.
Sonra teyzesi geldi. Şişman vücudunu estirerek gelip annesiyle karşılıklı oturdu, onunla beraber annesinin karnını ovdu. Sıksık yanındaki leğenden un alarak annesinin karnına serpti ve annesinin karnını hamur misali yoğurdu. Yoğurdu, küçük hamur parçaları kesti, eteğine toplayıp ayağa kalktı, annesinin sessizçe bir noktaya bakan gözlerini kapadı, üzerine beyaz bir örtü örttü ve sakin bir biçimde:
“Öldü”, dedi.
Sonra ensesine dağılan saçlarını unlu elleriyle özenle düzeltti, onun ellerini çekiştirerek:
“Gidelim”, dedi.
“Ya o?”
“O, öldü artık.”, teyzesi çok sakin konuşuyordu.
Eli teyzesinin elinde annesinin yatağından uzaklaştıkça baktı ki, annesi üzerine kapatılan beyaz örtüyü kaldırarak onların gidişini seyrediyor.
Teyzesinin evi onların eviyle karşı karşıyaydı.
Teyzesi onu avlularına getirip tandırın kenarına oturttu, eline bir hamur parçası vererek:
“Oyna bakalım.”, dedi. Kendisiyse tandırın bir kenarında oturup ekmek pişirmek için hamur hazırlanmaya başladı.
Hamur parçası beyaz ve yumuşaktı, eline yapışıyordu. İstenilen hale getirmek mümkündü. Hamurdan küçük adamlar hazırladı, onları karşı karşıya dizerek dövüştürdü bir süre, sonra bıktı, hepsini tandıra attı. Eğilip simsiyah olan hamurlara baktı. Sonra hamurlardan birkaç tanesini daha çalarak demin düzelt tiklerinden daha büyük adamlar oluşturdu. Yüzlerini parmak uçlarıyla sıkarak onlar için ağız, burun oluşturdu, sonra tekrar onların kafalarını ezip tandıra attı, tandırın kenarında dans ederek onların simsiyah olmalarını izledi.
Az sonra artık hamur parçaları bitmişti. Tandırın kenarında hamura benzeyen sadece teyzeydi. O, da arkası ona dönüktü diye onun gözlerini görmüyordu.
Parmaklarının ucunda usul usul yürüyerek teyzesine yaklaştı. Teyzesi tandıra eğilerek ekmek pişiriyordu diye kafası tandırdaydı.
Omuzunu teyzesinin arkasına yaslayarak tandıra itti.
Teyzesi tepe takla tandıra düşerek orada sessizce hamur parçaları gibi yanarak simsiyah oldu.
Teyzesini yaktıktan sonra farketti ki, gözlerine kan doldu, büyüdü ve o, vücuduna toplaşarak gözlerine dolan kanın arkasından etrafına baktı, yakmak için yine bir şeyler arıyordu.
Avluda sadece teyzesinin hamur parçasına benzeyen beyaz kedisi kalmıştı.
Gelip kedinin kuyruğundan yakaladı, onu da yakalayıp tandıra attı, tandırın kenarına çıkıp tırnağını kemirerek yakacak bir şeyler aradı.
Sonra kocası geldi, içeri girerek göğsüne baktı. Bir anda gözleri büyüdü, iç geçirdi:
“Peki, göğüslerin nerede?”
Göğüslerine baktıkta kıpkırmızı oldu, göğüslerinin yerine göğsünden büzüşmüş eldivenler asılmıştı.
Kocası öfkeyle eldivenleri izleyerek:
“Bakalım, daha ne hokkabazlıklar yapacaksın?” dedi ve hızla dışarıya çıktı.
Kocasının peşinden sokağa çıktı.
Kocası arabalarla dolu sokakla gidiyordu.
“Dön!”, diye bağırsa da, kocası duymadı.
Babası da kalabalığın arasındaydı, bir eli cebindeydi, öbür eliniyse kafasının üzerinde sallayarak:
“Renktir bu dünyada her şey!”, diye bağırarak ona doğru yürüyordu.
Babasını sürüyerek avluya getirdi, ayaklarından yakalayıp hızla soluyarak yukarıya götürdü, kapının zilini bastı.
Kapıyı annesi açtı, onları öfkeyle izliyerek tekrar kapattı kapıyı. Sonra kapıyı birkaç kez çaldıysa da, annesi kapıyı açmadı.
İçeriden piyano sesi geliyordu. Annesi piyanoda çalarak şarkı söylüyordu.
Babası piyanonun sesine uyanarak kapıyı tekmelemeğe başladı. Kapı sonunda açıldı. Babası koridora girerek yüzükoyun yere düştü, omuzlarını oynatarak çığlık çığlığa ağladı.
Annesi elleri sırtında bir süre hiç konuşmadan babasını izledi, elleri sırtında öylece bekledi bir süre. Sonra ansızın babasını tam ortasından yakalayarak onu iple sardı ve götürüp du varda bulunan dolaba tıktı ve kitledi. Anahtarı da cebine koydu.
…Babası dolabın içinden tanıyamadığı bir hayvanın sesiyle bağırıyordu. Annesi babasının bağırmasına aldırmadı bile, öbür odaya geçerek piyanoda çalarak şarkı söylemeği sürdürdü.
Gelip annesinin karşısında dikildi:
“Anahtarı bana ver.”, dedi.
Annesi şarkı söylemedi bir süre, ona nefretle baktı. Sonra cebinden çıkardığı anahtarı ona gösterdi ve yuttu. Annesini yakalayıp onu tersine bekletse de, hiçbir sonuç alamadı. Anahtar düşmedi.
Anahtar yerine annesinin ağzından ezilmiş, çiğnenmiş bir mektup düştü.
Mektubu alıp baktı. Babasının elyazısıydı. Mektup sadece bir sözden oluşuyordu: “seviyorum”.
Dolabın kapısı dişleriyle açtı.
Babası ağzı bağlı çuvaldaki gibiydi. Boğuluyordu besbelli. Çok çalışsa da, bir türlü düğümü çözemedi. Babası kafası karnının üzerinde, ayakları kulakların altında inleyerek:
“Dokunma, böylesi daha iyi.”
Babasını koltuğunun altına alarak dışarıya taşıdı. Çocuklar onu görür görmez yanına yaklaştılar:
“Hadi, oyun oynayalım.”, dediler, yanıtını bile beklemeden koltuğunda bulunan babasını çekip elinden aldılar ve top gibi yere vurarak avlunun öteki tarafına götürdüler.
Çocukların peşinden koşsa da onlara yetişemedi. Çocuklar çember oluşturarak babasını birbirine attılar. Bir o çocuğun, bir bu çocuğun üzerine koştu, fakat bir türlü babasını kurtaramadı.
Yere oturup ağladı. Kimse haline acımadı bile. Çocuklar bağıra çağıra, onu sinirlendirmek için burnuna vurarak babasını götürdüler. Koşarak uzaklaştılar.
Çocuklar uzaklaşırken babasının paketinden yere bir şey düştü, sokak boyunca yuvarlandı.
Kalkıp yuvarlanan şeyin peşinden koştu, yakaladı, avcunda sıktı. Avcunu açandaysa içi bir tuhaf oldu.
Babasının gözleriydi, gün ışınları değdikçe buz parçası gibi usul usul eriyordu. Parmaklarının arasından yere damlıyordu gözünün yağı.
Bir süre avlunun ortasında oturup, kafasına vurarak ağladı. Sonra oturmaktan bıkarak yüzükoyun uzandı. Annesi yu karıdan ne kadar çağırsa da kafasını kaldırıp da bakmadı bile. Annesi balkonlarından onu yemeğe çağırdı, yalvardı, sonra yal varmaktan yoruldu, içeri girdi ve bir daha dışarı çıkmadı.
Karanlık bastırıyordu. Artık binanın ışıkları yanmaya başladı. Sadece onların pencerelerinin ışığı yanmıyordu. Zavallı bir şekilde oturarak avlunun ortasındaki asmada, yaş toprağın üze rinde teker teker pencereleri seyretti.
Bir süre böyle oturdu. Sonra çevresine artık karanlık çökmüş, kimsesiz avlulara, karanlık pencerelerine bakındı. Korktu. Kalkıp eve gitmek istedi, fakat ayağını topraktan kurtaramadı.
Ayağı toprağın dibine ulaşmıştı artık, orada nem üzüm kökleriyle birleşmişti, kurtulmak için çekip çıkarmaya uğraştı ğında mutlaka bir yerini incitiyordu.
Sonra bütün pencerelerin ışıkları kapandı, karanlık avluyu ay ışığı aydınlandırdı ve çevresindeki asmalar yılan gibi uzadı. Uzayarak çevrede ne varsa hepsini kapladılar. Arabaların üzerine tırmandılar, ağaçların dallarına doğru uzadılar, kedilerin vücuduna sarıldılar.
Oturduğu yerde ansızın tüm vücudunun kaşınarak uzamak istediğini farketti. Ayaklan, elleri, kollan, parmaklan binaya doğru uzuyordu…
Uzayarak binaya sarılıp pencerelerin, balkonların korkuluk larıyla yukarıya tırmandı. Asma dallarıyla bir binaya sarıldı.
En üst kata tırmanarak yüzünü pencerelerine dayadı ve çevresine bakındı.
.... İçerideki odanın ışığı açıktı. İçeride bir sürü adam vardı. Tavanda avize yerine babası asılmıştı, adamlar odanın içinde dolaştıkça babasına dokunuyor, onu sallıyorlardı.
Annesi odanın ortasında oturup pirinç ayıklıyordu.
Babası bir süre daha böyle sallandı tavandan, sonra nasıl olduysa askı kırıldı, babasıysa yere düşerek inledi.
Annesi ayağa kalkıp ellerini önlüğüne sildi, babasını yerden kaldırdı, sandalyenin üzerine çıkarak tekrar onu az önce düştüğü yerden astı. Askının devamlılığını kontrol ettikten sonra yere indi ve yine pirinç ayıklamayı sürdürdü.
Babası tavandan asılarak elleri cebinde bir süre tavandan sallanarak annesiyle tartıştı. Sonra iyice sinirlenerek tavandan asılı olduğu halde el kol haraketleri yapmaya başladı.
Hal böyle olunca annesi kemere benzer bir şey getirdi ve babasının ayaklarını, kollarını sımsıkı sarıdı, ağzına bir şey tıkadı ve yine işine devam etti.
Sonra adamlar gelip babasını askıdan aldılar, inleyerek kurtulmak için çaba harcamasına aldırmadan onu tabuta koyarak götürdüler.
Sonra o, binaya sarılmış kolları ve bacaklarıyla fark etti ki, babasının tabutunu onu kolları üzerinde taşıyorlar. Kalabalığın çevresi boyunca soğuk, kaygan yılan misali kıvrılarak aşağıya kaydı.
Güçsüz bir halde:
“Anne.”, diyerek ağladı.
İçerideki odada hala pirinç ayıklayan annesi pencereye yaslanan yüzünü gördükte kalkıp geldi, camı açıp onu kucağına götürdü, atıp tutarak:
“Yavrum ağlamasın.”, dedi, getirip yarıkanalık odanın ortasında, halının üzerinde oturttu.
…Babasını götürmemişlerdi…
Babası yukarıda, tavandan asılmıştı, oradan açık gözleriyle, solmuş çehresiyle onu izliyordu…
Küçük elini uzatarak babasının ayağına dokundu. Babası tavanın askısını kıpırdatarak sallandı.
Annesi de gelip babasının ayağını kıpırdattı, sonra karnına basarak acayip bir ses çıkarttı. Babasının sararmış çehresini seyredip ağladı. O, ağladıktan sonra annesi babasını bu odanın tavanından alarak öbür odanın tavanından astı. Ve babasının gürültüsü bir süre de öbür odadan duyuldu.
Açtı diye yerden bulduğu gazete parçasını yedi.
Sonra abisi geldi. Koltuğunda bir süre gazete vardı. Gazeteleri onun önüne bırakarak burnunu sıktı:
“Ye bakalım. Yeni gazeteler bunlar”, dedi.
Sonra gülerek kocası geldi, eline sinekleri öldürmek için kullanılan araçı vererek:
“Öldür bakalım şunları!”, dedi ve gitti.
Birkaç gün, belki de birkaç ay, güneş batıncayadek, ay doğun cayadek rüzgarlar estikçe, yağmurlar yağdıkça elinde o alet durma-dan sinekleri öldürdü, amma yine de bitiremedi. Sineklerden sonra tüm ev sineklerin çıkardığı sesi tekrarladı, evde ne kadar çatal, bıçak, iğne, iplik varsa hepsi sinekler gibi uçmaya başladılar.
Onları ilk önce kürekle, daha sonraysa baltayla öldürmek zorunda kaldı. Her şey bununla bitseydi sorun neydi ki? Çatal bıçaklardan, iğne ipliklerden sonra bir de yataklar, yastıklar, minderler uçmaya başladılar. Sadece uçmakla yetinmediler, aynı zamanda acayip yaygara kopardılar. İşte o an daha fazla dayanamadı, atılıp odanın ortasında bulunan avizeye bindi, avizeyi bir süre sallayarak olanağını bulduğu anda kendini odada uçan yatağın üzerine attı. Evin ortasında dolaşırken aynı anda büyük keyifle:
“Heyyyy”, diye sesi yettikçe bağırdı.
Sonra aşağıdan birisi onu çok sakin sesle çağırdı. Aşağıya baktığı zaman kayınpederini gördü. Kayınanası da yanındaydı. Evin ortasında, ellerinde sepet hayretten dona kalarak onu seyrediyor, sakin sesle:
“İn aşağı, yavrum!”, diyorlardı.
Aşağı inerek mahçup mahçup kayınpederiyle ve kayınana sıyla karşılıklı oturdu. Kayınpederi kırışmış yüzüyle:
“Kızım,yatak uyumak içindir”, dedi Kayınpederiyle ve kayınanasıyla uzun süre karanlık bastır dıkça, rüzgar kendi pencerelere vurdukça böyle karşılıklı oturdu. Oturdukça ihtiyarladı, dizlerinin üzerinde bulunan ellerini kırışlar kapladı, gözleri zayıfladı.
Sonra kayınpederine bakarak boğula boğula öksürdü. Kayınpederi ve kayınanası da ona bakarak öksürdüler. Bu öksürme töreni bir süre daha böyle devam etti. Üçü de hep beraber öksürdüler. Sonra kayınpederiyle kayınanası yardımlaşarak onu odasına götürdüler, yatağa yatmasına yardım ettiler. Yanı başında oturarak ona kaşık kaşık su içirdiler. Sonunda kaşık kaşık su içirmekten bıktılar galiba ve onun boğazına suyu kovayla döktüler. Soluğunun kesildiğini hissetti.
Sonra kocası geldi, aşağı eğilerek genç çehresiyle onu seyretti. Elini uzatarak dudaklarında tebessüm onun gözlerini kapadı.
Sonra müzisyenler geldiler, yerlerini rahatladıktan sonra onun yanı başında durarak hüzünlü bir müzik çaldılar. Kayı nanası ayağa kalkıp sıcak dudaklarıyla onun alnından öptü ve parmaklarının ucunda bir hayli dans etti.
Sonra onu yatak birlikte götürdüler. Müzisyenler de peşinden geliyorlardı. Merdivenleri indikçe zurnanın sesi yine en yüksek tona kalktı, katlarda kapılar sonuna kadar açıldı, komşular ağlayarak:
“Annen ölseydi de bu gününü görmeseydi”, diyorlardı.
Takatsiz bir halde kafasını kaldırarak:
“Annem de, babam da yok, ben öksüzüm, yetimim”, diye bildirdi.
Bu sözünden sonra tüm katlarda feryat sesleri birbirine karıştı, apartmandan semaya çığlık karışık bir inilti yükseldi. Bu inilti sonra usul usul tüm şehri kapladı.
Yatakta, üzerinde çiçekler şehrin kalabalık caddelerinde dolaştıkça tüm şehir ağladı onun bu haline. Yüksek yüksek binaların camlarından onun üzerine çiçekler serptiler. Üzerindeki gül dağı yüzünden onu taşımak zorlaşmıştı diye onu çok sırtlarında taşımadılar, yere koydular ve öyle götürdüler. Getirip beyaz tavanlı, beyaz duvarlı büyük bir odaya attılar, yukarıdan aşağıya onu seyrettiler, yüzüne ışık tutarak:
“Korkma artık. Her şey bitti”, dediler…
Sonra ona beyaz sarğının içinden siyah sessiz gözleriyle uzaklara, bilinmezlere bakan çocuğu göstererek:
“Bak, işte bu kız çocuğu senin.”, dediler. Sonra çocuğu onun yanına bırakıp gittiler.
Çocuk siyahımsı mor renkteydi, gözlerini kırparak tavanı izliyordu. Sonra ona doğru dönerek morarmış çehresiyle, tanıdık sesiyle:
“Nasılsın?”, diye sordu, sonra sargıdan çıkarak onunla karşı karşıya oturdu, elini çenesine yaslayarak:
“Bakıyorum ki, iyi değilsin, kötüsün hem de çok kötüsün.”, dedi.
Sonra gözleri dalıp gitti:
“Ben de kötüyüm.”
Ve ekledi:
“Hem de çok kötüyüm.”
Ayağa kalktı, küçücük elleriyle açık göğsünü ve karnını gösterdi ona. Kırmızı kalbinin bir bölümü simsiyahtı.
Çocuk bir süre açık karnıyla oturup onu seyretti, sonra küçük, sivri parmaklarını daldırıp iç organlarını kanattı, kalbinin kırmızı bölümünü deldi, bağırsaklarını yere dağıttı ve kanlı parmağıyla onun alnına iki çizgi çekti. Sonra kanlı çizginin birini de kendi alnına çekti ve batmış sesiyle:
“Galiba, yanlış yaptım.”, dedi.
Daha sonra gözleri hayretten büyümüş doktorlar geldi, çocuğu kanlı bezine sarıyarak onun bilmediği bir yere kadar götürdüler.
Az sonra çocuğun batmış sesi öteki odalardan duyuldu. Çocuk ağlayarak:
“Kötüyüm. Hem de çok kötüyüm.”, diyordu.
Çocuğun sesinden sanki bayıldı. Kim bilir belki de ölmüştü?.
Ne olduğunu anlamasa da, bir süre karanlık, havasız ağın içinde çırpındığını hissetti.
Sonra kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Büyük elma ağacıydı. Ağacın elma dolu dalları titriyor, elmaları yere serpiyordu. Sonra ansızın gözü ağacın dalları arasında oturmuş babasına takıldı. Babası ağacın en yüksek dalındaydı, dalları sallayarak ona bakarak gülümsüyordu.
Sonra babası dalları sallamaktan vaz geçip:
“Yukarıya kalk”, dedi.
Ağacın gövdesine merdivenleri çıkıyormuşcasına tırmanarak bir anda babasıyla karşı karşıya oturdu.
Babası öğrencilik resimlerindeki kareli gömleğindeydi. Kafası usturayla kazınmıştı, gömleğinin eski yakalığından zayıf en sesi gözüküyordu.
Babası daldan elma kopardı, pembe avuçlarında elmayı ikiye bölerek bir yarısını ona uzattı:
“Al bakalım!”
Elmayı ısırdıkça gözleri bulut bulut doldu. Babası ağladığını farketmesin diye yüzünü döndü.
Elma, babasının nefes borusuna takıldı, gözleri büyüyerek:
“Kötüsün.Bakıyorum ki, çok kötüsün”, dedi.
Babası bunu söyledikten sonra uzun uzun düşündü:
“Biz olmadan yaşayamıyorsun, yavrum”, dedi.
Sonra sanki birileri yukarıdan babasını çağırdı. Babası yukarı bakarak bir şeyler söylese de o, babasının ne söylediğini anlayamadı. Yalnız babası bulutlarda son bulan dalla yukarıya doğru tırmandıktan sonra:
“Baba!”, diye bağırsa da, babası oralı bile olmadı. Yukarıya doğru tırmandıktan sonra yaprakların arasında kayboldu. Ara sıra yukarıdan heyecanlı sesi duyuluyordu:
“Bu dünyada hep böyledir. İyidir, ya da kötüdür, bunu bilmek mümkün değil.
Elindeki elmayı yere atarak yukarıya doğru tırmandı. Tırmandıkça elleri, kolları dallara takılıyordu.
Dalların üzeriyle sürünerek yukarıya doğru baksa da babasını göremedi. Sanki babası bulutların öbür tarafındaydı.
Rüzgar iyice hızlanıyordu. Dallara sarılarak aşağıya baktığında dizleri esti. Avluları bile gözükmüyordu. Yukarıya bakarak bağırdı:
“Baba! Peki, ben ne olacağım, baba?”
Babasındansa yanıt yoktu.
Rüzgar dalları korkunç bir biçimde sallıyordu.
.Rüzgar bu kez baya hızlı esti, onu götürüp aşağıya fırlattı ve o ağacın bir yerindeyken gözlerini kapattı. Kalbi duracakmış gibi oldu. Onun çığlığını annesi duydu ilk önce, ağacın altına gelip bir yaygara kopardı hemen:
“Böyle dert mi olur ya?”, diye ağladı, bu zavallı çocuğun suçu neydi ki?
Sonra iç geçirerek onu tatlı dille ağaçtan indirmeye çalıştı: “Kızım! Benim akılllı kızım, in aşağıya. Akıllı ol, in aşağıya” Kocası da geldi. Kocası üç tekerlekli çocuk biskletiyle geldi. Gelip annesiyle beraber durdu. Ve yukarıya bakarak:
“Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çıldırdın mı?”, diye sordu.
“Ne diye çıldıracak mışım ki?”
“İn aşağıya”, diye kocası bağırdı.
Ne kadar çalışsa da, dallar onun inmesine izin vermediler. Dönüp baktığında elbisesinin dallara takılan bölümünün yeşillendiğini gördü. Daldan asılıp kafasını aşağı indirdi. Bu bir nevi teslimiyet işaretiydi.
Kocası pantolonunun paçalarını sıvayarak onu daldan koparmak için ağaca tırmanmak isteği bir sonuç vermedi. Onun bu tırmanma isteği sadece gövdenin kuru kabuğunu ovdu. Hal böyle olunca kocası:
“Adam ol yahu, in aşağı” dedi ona.
Sonra bir yerlerden büyük, paslı bir testere buldu ve ağacı testereyle kesmeğe başladı.
Testerenin eğri dişleri ağacın gövdesine işledikçe kolları acıdı, ayaklarının dermanı kesildi. Daldan koparak yere yeşil elmaların arasına düştü. Toprak boyunca yuvarlanarak iki üç elmaya çarparak durdu.
Kocası testereyi atarak yakına geldi, annesiyle beraber aşağı eğilerek gözlerini kısıp onu bir süre aradılar.
Kocası ilk önce onu, sonraysa elmaları inceledikten sonra:
“Nereden bileceğiz onun hangisi olduğunu?”, diye sordu.
Annesi omuzlarını kaldırdı, gözlerini kısarak onu başka elmaların arasında aramaya başladı.
Kocası en yakınındaydı, sık sık gözlerini kısarak:
“Yeter, akıllı ol.”, dedi.
Annesiyse dizlerinin üzerine çökerek elmaları tek tek sıvazlıyordu:
“Doğru söylüyor, yavrum, akıllı ol.”
Soluğunu içine çekip kendini belli etmedi.
Kocası kalkıp öfkeyle:
“Bu ne biçim iş ya?”, dedi ve iri adımlarla yürüyerek bisikletine binerek korna çalarak gitti.
Annesi iki adım ondan kenarda oturdu, zavallı bir görüntü alarak:
“Kızım, hiç olmazsa bana acı”, dedi.
Annesi daha bir süre oturup elmalardan konuştu, ağladı, sonra kalkıp yorğun adımlarla gitti.
Uzun süre böyle bir süre elmanın arasında rüzgarın salladığı bir çift yaprağı kollayarak bekledi.
Sonra kreş çocukları geldiler. Gelip elmaları ceplerine, kucaklarına topladılar, her birisini bir iki kez ısırdıktan sonra bir birilerine attılar.
Onu yerden ufak boylu, yuvarlak kafalı çocuk kaldırdı, bir süre yumuşak, sıcak avuçlarında sağa sola döndürerek izledi, koklayıp yanaklarına sürdü, yüzünü sıvazladı. Sonra avucunun içinde sıvazlayarak kreşe götürdü.
Öğlen yemeğinden sonra da onu ısırmadı, öylece avucunun içinde bekleterek baktı, kokladı, yanağına sürdü.
Öğleğin tüm çocuklar kiyafetlerini soyunarak yataklarına yattılar, yorganlarının altında elmalarını ısırarak yediler.
Yuvarlak kafalı çocuksa yatağına yattı, onu da yastığının yanı başına koydu, yine onu ısırmadı, parmağını onun alnında, burnunda dolaştırıp sevgi dolu gözleriyle direk onun gözlerine baktı ve sessizce uyudu.
O da sessizlikten uyudu.
Rüyasında yine ağaçtaydı. Yine daldan asılı kalmıştı. Yine ağacı testereyle kesmek için çaba harcıyorlardı, yine ağacı sallı yorlardı.
Gözünü açtığında Zerkalem hocanın onu omzundan silktiğini gördü:
“Öldün mü?”
Kalkıp yatağın içinde oturdu. Çocuklar uyanalı çok olmuştu, çevresinde toplanarak ona gülüyorlardı:
“Ölü! Ölü!”, diye bağırıyorlardı.
Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, parmağı ağzında, şaşkın bakışlarla onu izliyordu.
Kareli şal elbisesini giydi üzerine, kollarını içine geçirerek:
“Ölü sizsiniz!” diye yanıt verdi onlara ve sonra yatağın altına sakladığı çoraplarını giydi.
Zerkalem hoca kapının ağzında duruyordu, çocuklara bakarak:
“Her kes sıraya!”, diye bağırdı, sonra ellerini sırtına vurarak ileri geri haraketler yaparak:
“Spor yapacağız şimdi”, dedi ve zıplamaya başladı: “Bir iki, bir iki!”
Hoca zıpladıkça büyük karnı da onunla beraber zıplıyordu, göğüsleri ağır toplar gibi birbirine çarparak sallanıyordu, zeminin eski tahtaları hocanın şişman ayakları altında acayip sesler çıkarıyordu. Zemin sanki hemen şimdi ortadan ikiye ayrılacaktı.
Çocuklar da ellerini sırtlarına vurarak Zerkalem hoca gibi yerlerinde zıplamaya başladılar. Sonra Zerkalem hoca daha yükseğe zıplamaya başladı. Saçları zıplamaktan bir karış yu karıya kalktı, gözleri büyüdü ve Zerkalem hoca kafası az daha tavana değecek biçimde zıplayarak:
“Yukarı, az daha yukarı!”, diye deli gibi gülmeye başladı.
Çocuklar da Zerkalem hocaya bakarak daha yüksek zıplamaya ve onun gibi çılğınca gülmeye koyuldular.
Yalnız o yuvarlak kafalı çocuk yükseğe zıplayamıyordu, ellerini sırtına vurarak serçeler gibi yerinde tekliyordu.
Zerkalem hoca ansızın o yuvarlak kafalı çocuğu farketti, kaşları çatıldı, çehresi eğile eğile ayağa kalktı ve çocuğun üze rine yürüdü:
“Bu ne biçim zıplamak böyle?”
Yuvarlak kafalı çocuk bir gözü Zerkalem hocada, yüzü bembeyaz tüm vücudunu toplayarak kendini yukarıya fırlattı, fakat olmadı, demin zıpladığından daha yükseğe zıplayamadı.
Hal böyle olunca Zerkalem hoca dişlerini gıcırdatarak yuvarlak kafalı çocuğun kulağından tuttu, onun kulağını anahtar çeviriyormuşcasına üç dört kez çevirdi.
Çocuk kedi yarvusu gibi miyavlayarak sustu, dizlerinin üze rinde emekleyerek yatakların arasında sürünüp duvarın dibine kadar geldi, orada oturup kulağını sıvazlayarak ağladı.
…O, atılıp Zerkalem hocanın omzuna bindi, dişlerini kulağına geçirip gücü geldiğince sıktı.
Zerkalem hoca ne kadar bağırsa da, onu kulağından ayırmak istese de, bunu yapamadı, hoca kulağı onun dişlerinin arasında bir süre böyle koridor boyunca koştu.
…Onu Zerkalem hocanın kulağından kelpetenle ayırdılar, sonra usul usul hocanın kulağını onun ağzından çekip çıkardılar.
Sonra bilmediği birisi tebessümlü çehresiyle ona yaklaştı, kolundan tuttu, saçlarını okşayarak kreşin içiyle de götürdü, eline şeker verdi, kreşin dış kapısını açıp onu dışarı çıkardı.
Elinde şeker dışarı çıkıp durdu.
O, dışarı çıktıktan sonra arkadan kapıyı aceleyle kitlediler. Üç dört kez anahtarı çevirdikten sonra bir de kapının arkasına büyük boy demir parçası da geçirdiler.
Hocalar, çocuklarla beraber kreşin küçük, dörtköşeli camlarından korkmuş çehreleriyle onu seyrediyorlardı. Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, onu seyrederek sessiz sessiz ağlıyordu.
İlk önce kapıyı yumruğuyla çaldı, sonraysa tekmelemeye başladı. Sonra zıplayıp pencerenin korkuluğuna tırmandı. Yüzünü cama yaslayarak içeriye baktı, camın öbür tarafındakiler korkarak gerisin geri koşmaya başladılar.
Her kes ondan korkunca o da yere inerek kreşin sonsuz avlusunda öfkeyle, yapayalnız adımladı.
…Karanlık oldukça kreşin büyük avlusunda değişik yara tıklara benzeyen ağaçlar ortaya çıkıyordu. Ağaçların bir kısmı köpeğe, bir kısmıysa file benziyorlardı. Deveye benzeyen ağaçlar da vardı, boyunlarını uzatarak, sağa sola eğilerek zincir gibi etrafında dalgalanıyorlardı…
Ağaçlar çoğaldıkça değişik hayvan sesleri çıkarıyorlardı, birisi keçi gibi meliyor, ötekisiyse çakal gibi uluyordu…
Arkasında garip bir gürültü duydu. Sanki birileri ağır ayaklarıyla bir dalı ezdi. Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Koştukça ağaçların kuru dalları yüzünü, omuzlarını çiziyor, kanatıyordu.
Sonra koşuyorken ağaçların birinin dalı onun koluna geçerek koşmasına engel oldu.
Kafasını kaldırdığında dedesini gördü, kolundan yakalamış, kafasını sallayarak durmadan:
“Hayır, hayır!”, diyordu.
Dedesi yalnız değildi. Yüzü uzunca siyah giysili adamların arasındaydı. Adamlar bitkin bir halde babasının cesedini götürüyorlardı.
Dudağını bükerek:
“Babam nerede?”, diye sordu.
Dedesi eğilip kocaman gözleriyle ona baktı, parmağıyla gözlerinin içine bakmasını söyleyip:
“Bak, gözlerimin içinde!”,diye yanıt verdi.
Parmaklarının ucuna kalkıp dedesinin kahverenkli gözlerinin içine baktı, kahverenkli montuyla gözün içinde oturmuş, hüzünlü gözleriyle onu seyreden babasını gördü.
Kalabalık biraz daha yürüdükten sonra durdu.
Babasının cesedini yolun ortasında bıraktılar. Siyah giysili adamlar cesedin çevresinde dolaşarak ona yol açtılar, hüzünlü gözlerle ona baktılar.
O, cesetle karşı karşıya duran büyükçe sandalyenin üzerine çıkarak ellerini arkasında çaprazladı.
O anda büyük ölçekte ışık düşüre bilen projektörleri yaktılar.
Projektörlerin ışığından içi daralarak, gözleri büyüyerek:
“Afrika dünyanın Ekvatör çizgisinde bulunuyor.”, söylediği laflar yüzünden kendisi de mahçup olmuştu.
Babasıyla alakalı söyleyeceklerini unutmuştu. Aklında bulunan tek şey bir zamanlar haritada gördüğü Ekvatör’ün altında bulunan armuda benzeyen Afrika’ydı.
“Afrika’da sonsuz çöller, tropik ormanlar var.
O, konuştukça alkış sesleri yükseliyordu, sonra babasının siyah çerçevede büyütülmüş resmini ona uzutarak:
“Konuş”, dediler.
O, bir elinde babasının resmi, öteki elindeyse tahta konuştu. Tahtayla babasının burnunu göstererek:
“Bu, babamın burnu!”
“Her kes alkışladı onu.”
“Bu kulakları.”
Sonra yere indirerek elinde babasının resmi onu cesedin önüne götürdüler ve o, kalabalığın içinde yürüdükçe:
“Bu, babamın gözü…Bu, bıyıkları..”
O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:
“Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.
Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:
“Bu, burnuymuş, bu da kulakları..” söylediler.
Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim buruştu, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.
Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu: “Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.
Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.
Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.
Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu..
Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öf keli sesiyle:
“Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.
Diğer resimleri toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:
“Bu babaannem.Bu babaannemin ablası..Bu onun teyzesinin oğlu. Bu gördüğünüzse teyzesinin oğlunun çocuğu.”
O, konuştukça fen hocası Zehra hoca ellerini arkasında çap razlayıp sıraların arasında dolaşıyordu. Öfkeli yüzüyle onu seyrederek:
“Teyzesinin oğlunun çocuğu değil, teyzesinin torunu, tamam mı?”diye yanlışını aradan kaldırdı.
“Bu benim dedem.Bu benim dedemin babası. Bu, onun öteki çocuğu.”
Sonra ansızın Zehra hoca gittiği yerde durdu, geriye dönerek cebinden armut çıkararak kaşlarını yukarı kaldırıp:
“Ya, bu?! Bu kim?”, diye sordu.
Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:
“Bu, odur!”
“Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay koydu kendi için ve çayını içerek:
“Peki, o zaman.Bunu ne yapmalı?!”
“Camın önüne bırakarak olgunlaştırmalı.”
“Doğru. Hadi, o zaman götürün!”
Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmaya başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olgunlaşacağı günü bekledi durdu.
Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.
Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu ka çırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarla rın arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu.
Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyordu. Ara sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu.
Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti.
O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu.
Annesinin saçları dökülüyordu…
Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu.
Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti…
Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü.
Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymaya başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.
Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu.
Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:
“Kötüyüm!.”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok kötüyüm!.”
Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çık madı.
Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.
Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu:
“Sen çok seviyorum. Hem de çok.”
Toprağa yüzünü sürerek ağlayıp:
“Seni çok özledim.”, diye bildi sadece.
Annesi artık konuşmuyordu, cani dilden onu dinliyordu.
Dizleri üzerine kalkarak takatsız elleriyle, tırnaklarıyla toprağı kazmayı sürdürdü.
Yağmur bir türlü dinmek bilmiyordu. Şafak söküyordu galiba. Toprağınsa sonu gözükmüyordu bir türlü.
Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Yukarıdan birileri, kim olduklarını çıkaramadı, mezarın içine, ona bakıyorlardı.
Bakanlar bir süre daha böyle onu izlemeği sürdürdüler, gözükmeyen çehreleriyle ona baktılar, sonra kendi aralarında bir şeyler konuştular ve çekip gittiler. Çamurun içinde acayip gürültü yapan adım sesleri de bir süre daha duyuldu ve yok oldu.
Annesi hala yerin altında durmadan fısıldıyordu:
“Seni çok seviyorum.”, diyordu.
Dermansız vücuduyla toprağa sarılarak annesinin gittikçe kendisine yaklaşan sesini dinliyordu:
“Seni çok seviyorum.”, annesi fısıldıyordu: “Çok seviyorum, çok. Biliyorum incindiğini, küstüğünü. Ama sana söz, bir daha yapmam bunu.”
..Annesinin bu sözünden sonra gök gürledi, sonra şimşek çaktı. Şimşek sanki onun beyninde çaktı. Ve o, ansızın deminden kulağının dibinde fısıldayanın kim olduğunu anladı.
… Yüzünü dönerek öfkeyle yanında yatan kocasına baktı. Kocası elini uzatarak yine fısıltıyla:
“Gel bakalım yanıma.”dedi.
Yine şimşek çaktı ve kocasının gözleri gecenin karanlığında parlayıp söndü. Sonra kocasının gözleri bir daha yandı ve hiç sönmedi. Kocası o parlayan gözleriyle sürünerek yılan gibi ona sarıldı.
.Kocasının kolları arasında ezildikçe, annesi aşağıda bir yerlerde mezarının duvarlarını tırmalayarak onları salladıkça, rüzgar saydam yüzüyle camdan onu izledikçe ağlayarak:
“Allah’ım, beni kurtar!”, diyerek sustu.
.Sonra elektrik geldi..
Ön sıralarda oturmuş adamlar ona doğru dönerek bir süre öfkeli yüzlerle onu izlediler, sonra birbirine bakarak, kafalarını sallayıp:
“Ayıptır yahu”, dediler.
Ayağa kalkıp kıpkırmızı bir yüzle kafasını kaldırmadan tırnağının arasına dolmuş toprağı çıkarmaya çalıştı.
“Böyle terbiyesiz sahnelerle neyi ima ediyorsunuz?”
Bunu kalın kakülleri alnının üzerinde duran yuvarlak yüzlü kadın söyledi. Kafasını estirerek konuşup nefretle ona baktı:
“Hem de kadın olduğunuzu söylüyorsunuz”, dedi.
“Buyurun sahneye, bakalım!”, dediler.
Koltukların arasıyla yürüyerek sahneye çıktı.
“Hadi, başlayın artık”, Bunu ön sırada oturmuş gözlüklü adam dedi.
Tüm vücudunu heyecandan soğuk ter damlaları kapladı. Gömleğini çıkardı. Tüm salon iç geçirerek kafasını salladı:
“Rezalet bu!”, dediler.
“Bu nasıl boyun?”
“Böyle uzun bacak mı olur?”
Kakülleri alnının üzerine düşmüş kadın bağırarak ayağa fırladı:
“Böylelerini ateşte yakmak gerekir ki, gelecektekilere ibret olsun!”, dedi ve tabanlarını zemine vurarak, duvarları titreterek salondan çıktı.
Ötekiler de aynen o kadın gibi kafalarını sallayarak “ayıp, ayıp”, “yakmak gerekiyor”, diyerek salondan çıktılar.
Peşlerinden bir baktı ki, meğerse gidenlerin hepsinin ba cakları kısaymış.
Boğazına bir şeyler takıldı ve ayakkabısının tekini çıkarıp gidenlere fırlattı. Ayakkabı zayıf adama değerek onu düşürdü. Adam düşerek yanındakini, yanındaki öbürünü, öbürü ötekisini düşürdü. Ve kısa bacaklı adamların hepsi domino taşları gibi peşpeşe yere düştüler.
Sonra palabıyıklı, ihtiyar bekçi geldi, onları özenle domino kutusuna yerleştirdi, kutuyu cebine koydu, ona bakarak öksü rerek:
“Annen telefon açmıştı.Çocuklar yine ağlıyorlarmış”, dedi.
Sonra bekçinin eski, tozlu çizmelerinin sesi bir süre kimse siz, yarıkaranlık koridorlarda yankılandı ve kayboldu…



DUYGULAR İMPARATORLUĞU


DENEMELER

KURTULUŞ
Uzun yıllar, daracık kimsesizliğimle, çıkmaz yalnızlığımla karşı karşıya gelmenin korkusundan dört bir yanımı çocuklarımla, yazılarımla doldurup ta kendimi her hangi bir belirsiz çıkmazlardan, korkulardan kolladığım günün birinde bir tesadüf yüzünden yalnız kalmalı olduğum büyük, sessiz evimin karanlık, kimsesiz yatak odasında ansızın yalnız olmadığımı… Beni kendinde, göğsünde, yumuşak ve güçlü kolları arasında bulunduran birşeylerin, ve ya birilerinin bir parçası, ya da kendisi olduğunu farkettim… Hüzünlü anılarla dolu boş odaları, yarıkaranlık, sinsi köşeleriyle bana hep büyük ve sıkıntılı bir görüntü veren büyük odalardan oluşan evimin yalnızca uyuduğum bir yataktan oluştuğunu farkederek huzur duydum.



AZİZ PAPAZ
Garip tarafı o ki, insanların ölüm haberinden duyduğum hüzünü senelerdir uzaktan uzağa, belirsiz, nedensiz bir sevgiyle sevdiğim, bu dünyada kendime iyice yakın zannett tiğim Roma Papazı II İoan’ın ölüm haberini duyduktan sonra yaşamadım. Tam tersi, nereden kaynaklandığını bilemediğim bir gizemli duyuyla yıllardır rahatsızlık içinde bulunan Papazın tekrar eski sağlığına kavuştuğunu, iyileştiğini ve en ilginç yanıysa bana iyice yaklaştığını farkettim.



HASTALIĞIN REALİTESİ
Neden insan yalnız hasta olduktan sonra her şeyi tüm gerçekliğiyle kabulleniyor?..



DÜŞÜNCE SERAPLARI
Kimi duyular vardır ki, onlar küçük seraplar gibi hep çevremde dolaşıyor, ara sıra zarif rüzgarın havayla akıttığı hafif toz taneleri gibi bir yerlerde kafamın, kulaklarımın yanı başında birbirine karışarak uçuyor… her hangi bir haraketimden titreye rek yanağıma dokunuyor. sonraysa yine eski hallerinde dalgalı danslarda olduğu gibi kavisler çizerek bir yerlere dağılıyorlar..



GİZEMLİ İŞ YERİM
Kesin bildiğim bir gerçek de var: Ben işimden, ailemden ve yazımdan başka, bir de bilinmeyen başka bir süreçteyim. Biraz da açarsak, ben o süreçte çalışıyorum… O sürece günün hangi zamanında, nasıl katıldığımı kesinlikle anlayamıyorum bir türlü.
Bu, genelde sabahleyin sabah kahvaltısıyla, işe gitmek için hazırlandığım zamanlarda gerçekleşiyor. Ben gerçekle ilgisi bulunmayan bir gizemli durumun içinde buluyorum ansızın kendimi ve oradan çıktığımdaysa uzunca bir süre bulunduğum mekanın farkına varamıyorum.



ANLAMAMANIN MEKANİZMASI
Son zamanlar insanların en sıradan, sade sözlerle, kelimelerle yazılmış içten duyguları, edebi düşünceleri anlayamamasının basit bir nedenini buldum. Benim kanımca bu, sırf fizyolojik süreçten kaynaklanıyor.



KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞE GÖTÜREN YOLLAR
Gerçeği söylemek gerekirse, hüzünlü, ızdıraplı çabalarımız, uzun uzun inatçıl çalışmalarımız son anda kısa bir zaman kesiminde bile olsa oluşan kendini beğenmişlik anına hizmet ediyor.



ASABİ EJDERHA
Kimi zaman sinirlendiğimde içimde ağaç gibisinden bir şeylerin gerilerek büyüdüğünü, beni dört kısma ayırarak dal budak sarmak istediğini, genişlemek arzusunda olduğunu duyuyorum. Kimi zamansa bunun ağaç değil de, yıllar yılı her hangi bir köşemde saklanarak uykuya dalmış, bir anda, beklenmedik bir biçimde harakete geçen azılı bir ejderha olduğunun farkına varıyorum.



CÖMERTLİK HAKKINDA
Uzunca yıllardan sonra, ölüm ve olum savaşlarında bulduğum tek erkek çocuğumun dadısının, bu çocuğa duyduğu sevgi, bebeğimin gün geçtikçe benden soğuyarak bu sevecen, samimi kadına iyice yaklaşması, ona “anne” demesi ve ergenlik çağında kızları bulunan bu dadının gözleri sevinçten bulut gibi dolmuş bir halde:
“Falcılar bir erkek çocuğumun olacağını hep söylerlerdi” demesi bile, beni sadece mutlu ediyor.



HİLEBAZ ÖLÜ
Yakın bir akrabam bir süre önce vefat etmiş doksan iki yaşlı, hayatı çok seven bir ihtiyar her gece benim de, çocuklarımın da rüyalarında geziniyor.
Kızımın rüyalarında o, banyoya girerek kapıyı arkadan kitli-yor ve dışarı çıkmak istemiyor. Benim rüyalarımdaysa o, karşımda diz çökerek çocuk gibi ağlıyor, banyodan çok korktuğunu söylüyor ve bir daha onu oraya kitlememem için bana yalvarı yor.
Sonuç olarak galiba o, bizim rüyalarımızda dolaşmak için bir bahane arıyor.



HASSAS KUŞ YAVRUSU
Nedense geniş halk kitlelerinin katılımıyla geçekleştirilen toplantılardaresmi davetlerde, toplantı ve tanıtımlarda, çeşitli devlet memurlarının, ünlü yazarların arasında kendimi yumurtadan yeniçıkmış, tüysüz, teleksiz kuş yavrusu gibi his se-diyorum.



VAGIF VE BACH
Dün Bach’ın müziğini dinledikçe, Vagıf Cebrayılzade’nin şiirleriyle Bach’ın müziği arasında bir bağ olduğunu farkettim. Bu bağın ne olduğunu bir süre düşündükten sonra anladım ki, onların ikisi de dünyayı her an, tekrar tekrar, yeniden ve ye niden kurmaya çalışıyorlar.



ÖTEKİ DÜNYANIN GİZEMLERİNDEN
Son zamanlar çeşitli durumlarda, çeşitli ruhsal durumlarda vefat etmiş yakın insanların ölümlerinden bir şeyi kendim için keşfettim: suçlu, suçsuz, kötü yahut iyi yaşamayı, hayırse ver, yahut zalim ve alçak olmanın öbür dünyayla hiçbir alakası yoktur.



GÖÇETMİŞ EDİPLER
Ne kadar ilginç olsa da, Rusça yazan yazarlarımıza hep acıdım. Vatanlarını ne denli sevseler de, özellikle Baküye, onun eski, merkezi caddelerine ne denli yakın olsalar da, yine de başka ülkelerde garip hayatını sürdüren, acıları gözlerinden belli olan zavallı göçmenlere benziyorlar.
Böyle göçmenler de oluyor.



SIÇRAYIŞ
Kimi zaman edebiyattan da öte bir şeyler yaratmak istiyorum. Ne olabilir ki, o?



RÜYANIN GERÇEKLERİ
Oğlum doğduğundan beri sık sık rüyada evde başka bir er kek çocuğun da olduğunu görüyordum. Fakat o çocuk has taydı. Biz onu anımsamıyorduk bile. O, benim çocuğumla aynı yaştadır, boyu da aynıdır, fakat çok zayıf, saçları sarı ve dişleri de çürük. Rüyalarımda o çocuk odadan odaya koşuyor, sessiz, hafif adımlarla ruh gibi aramızda dolaşıyor, solgun gözleriyle bilin meyen bir camın arkasından bizleri seyrediyor.
Böyle bir rüyadan sonra ben bir süre kendime gelemiyorum. Rüyalarımda dolaşan bu hasta çocuğun oğlumun sağlığını nasıl etkileyeceğin düşünüyor, bu düşüncelerimden hep kaygı duyu yordum.
… Az bir zaman önce, bir tesadüf sonucu bir yolunu bulup anladım ki, aslında o rüyalarımda dolaşan çocuk benmişim.



KÜÇÜKLER VE GÜZELLER
Bir kısım öyle küçük ve güzel insanlar var ki, onlar iyilik ya da kötülük etmeği bilmeseler bile, sevecen yüz hatlarıyla, korku dolu gözleriyle, küçük, güzel yaratıklar gibi dünyayı, tehlikesiz, iddiasız, sevimli bir çalılığa dönüştürüyorlar.



YAZAR ADI
Günün istenilen saatinde kendilerini gerçek edip gibi hisseden, yarattıklarını zırh gibi, pahalı pardesü gibi hep üzerlerinde taşıyan, bu gri yazılardan çevrelerine muhteşem, eşsiz bir koltuktan bakıyormuşcasına bakan ediplerimiz aslında kendileri bile farkında olmaksızın bir şeylerden korunmaya çalışıyorlar.



ÖLÜM ÇEŞİTLERİ
Nedense gençler ihtiyarlardan daha huzurlu ve gayesiz ölüyorlar.



ESKİ ANITLARIMIZ
Geçen yaz Marhal’da tatil yaparken tarihi geçmişimize seyahat etmek için çocuklarımı gururla götürdüğüm Şeki hanının küçük sarayı bende geçmişimizle alakalı korku dolu bir anlaşılmazlık yarattı.
Sadece altı ufak odadan oluşan bu sarayın insanı bunaltan darlığı, hanın nem kokulu özel dinlenme odaları, çoluk çocuğunun boş zamanlarında oturup karşıdaki azman, büyük, yalnız dağa baktıkları küçük korkuluksuz balkonlar, duvarda bulunan halıların üzerindeki av sahneleri, o av sahnelerinde avlanmaya çıkmış yüzündeki kanını kaybetmiş çekikgözlü, ufakboylu sultan, aynen onun boyunda etrafındaki insanlar, sultanın karısına ve sarayına sahiplenmek arzusuyla yanıp tutuşan diger bir çekik gözlü herif sultanın kardeşi işte bu gibi şeyler bu yerlerde yaşamış küçük, sinirli insanların miskin, zavallı yaşamlarından haberdar ediyordu bizleri.



TİTREŞİM
Geçenlerde bayram ziyaretinde mezarlıkta gözüme takılan mezartaşlarına kazınmış çeşit çeşit yüzlerin hepsi nedense bana çok tanıdık geldi. Bu çehrelerin her gün sokaklarda, duraklarda, en yakın akrabalarımın, arkadaşlarımın arasında sıksık rastladığım şu an yaşayan insanlar olduğunu farkettim.
… Sinirli, zayıf adamlar… Çensinde benleri olan masum kızlar… yüzlerinden pişman oldukları belli olan kadınlar… Kızıma, oğluma, kocama benzeyen ölüler…
… Yalnızca kendi çehremi mezartaşlarında göremedim…



UĞURSUZ KURTULUŞ YOLU
Istıraplı, sıkıntılı hayat yollarında, zaman aleyhine çalışan patikaları bulan insanlar bu dünyadan farklı bir ölümle göç ediyorlar.
O yollardan en başarısızı edebiyattır.



OKUMA TEHLİKESİ
Son zamanlar ihtiyaç duyduğum her hangi bir edebiyatı okurken duyğularımı etkileyen her hangi bir cümlenin içimde oluşturduğu depremsi coşguyu enerjik çarpışmaları hatırlatan belirsiz kazalar, o edebiyatın bana yasaklandığından haber veriyor.



SEVDANIN İZİYLE
Yıllardır gece boyunca Bakü’den Merdekan’a götüren pürüzsüz yolla giderken, yolun kenarlarında bulunan çamlıkların gizemli, sessiz karanlığını seyrettikçe, hep duyduğum belirsiz sevdanın ne olduğunu, yalnız birkaç gün önce anladım…
.... Meğerse, bu, yılanla tilkinin karışımından oluşan hayvan biçiminde, bu karanlık, sessiz ağaçların dibiyle, göğsünü, yüzünü soğuk, nem kumsala sürterek tilkinin çalılıkları tarıyarak hışırdatarak yol boyu uçan arabaların hızıyla sürünmek hastalığıymış.



KORKUNUN DEVAMI
Kimi zaman geceler boyunca rüyalarımda, bir takım süreçlerin beni bilinçli bir şekilde korkuttuğunu duyuyorum.
Bu, genelde insanlarla çok irtibat halinde olduğum günlerde gerçekleşiyor. Bu korkuyu oluşturan nedenlerin ne olduğunu, o süreçlerin biçimini ben rüyadan uyandıktan sonra kesinlikle hatırlamıyorum. Kendimi karanlık, yalnız odanın bir köşesinde, bilinçsiz bir halde, gözü kapalı yorgana sarınıp titrerken buluyor ve bu durumdan daha fazla korkuyorum.



KUTSAL KELAMIN GİZEMLERİNDEN
Yıllardır birkaç kez cümle cümle, kelime kelime okuduğum, belleğime kazımaya çalıştığım, kutsal Kur’ani Kerim okuyup bitirdikten sonra, kitabı kapatıp kitap rafına bıraktıktan sonra aklımda hiçbir şeyin kalmadığını farkediyor ve bu duruma hayret ediyordum.
Bu İlahi yazgınınnın belleğimde denizlerin, semanın, sonsuz çöllerin sessiz, mucizeler yaratan enginliklerini hatırlatan, kaygı ve yakınlık dolu sevgi enginliğinden başka hiçbir şey bulundurmaması, beni çok acayip bir duruma sürüklemişti.
Kitabı günlerce, bölüm bölüm, her cümlesini, her kelimesini ciddi bir biçimde içimde tekrarlayarak, her düşünceyi belleğime kazıyarak okuyor, okudukça karşıkonulmaz bir sarhoşlukla karşı karşıya kalıyor, kapatıp bir kenara bıraktıktan sonra içimde giden değişiklikleri farkediyor, bu değişmleri tanımlaya cak cümleyiyse bir türlü bulamıyordum.
Çok zor durumda bulunduğum için okumanın en faydalı olduğu bilinen yönüne gitmeye bu kitabı çevirmeye karar verdim. Kitabı karşıma alarak ilk cümlelerinden birkaçını nasıl algılıyorsam öyle çevirmeye koyuldum:

1. Bu yazı kuşkusuz temiz kalplilere yol göstermek içindir,
2. Gizlin olanı görüpte dua ederek, bizim onlara verdiklerimizden verenler içindir,
3. Sahip oldukları her şeyin onlara da, onlardan öncekilere de yukarıdan verildiğine iman etmiş, karşıdaki hayatlarını imanla bekleyenler içindir.
Yazdıkça, kelime kelime özgüleştirdiğim yazının bana adım adım yaklaştığını, bir yönüyle bana benzemeye başladığını farkettim.
Az sonra ilk anlarda hiçbir özel anlamının, felsefi yükünün bulunmadığını zannettiğim sade düşünceler, toplum ve insanla alakalı çeşitli bilgiler geliyordu. Fakat bu basit, belli düşünceler ve bilgiler özgünleştikçe, beni etkiliyor, içimde nedenini bilemediğim bir kaygı hissi uyandırıyor, nedenini anlamadığım bu kaygı hissinin kökleriniyse bir türlü bulamıyordum.
Böylece ben bu kitabın bir bölümünü çevirdim. Fakat az bir süre sonra bu çevirme ve özgünleştirme işinin de bir sonuç vermediğini fark ettikte çıldıracak gibi oldum. Düşünceler, kelimeler çeviride yalnız kendi biçimini korumuş, fakat belleğime bir türlü kazınamamıştı.
Çaresizlikten Kur’ani Kerim’i Rusça’ya çevirmiş, Rusça çeviriler arasında en eski ve en başarılı bir çeviri olan, benim için daha önceleri okuduğum meallerde sezemediğim, dokunamadığım değişmez bir havayı içinde korumayı başarmış çevirmen XVIII yüzyılın ortalarında yaşamış doğu bilimleri uzmanı G. S. Sablukov’un yaşamı ve kişiliğiyle alakalı internet üzerinden bilgi edinmeye çalıştım, fakat bu girişimim de hüsrana uğradı.
Sonra nasıl olduysa ansızın bende ya da çevremde gelişen bazı değişiklikler yüzünden bu İlahi metnin, kendi gizemini, gerçek anlamını, görünüş itibariyle bu sade sözlerin, düşüncelerin arkasında belleğin, aklın, mantıkın gücünün ulaşmadığı bir taraflarda korunduğunu farkettim. Yazının bir başka Belleğe belleğin koruyup kollayamadığı bilgilerin kazındığı belleğe yerleştiğini farkettim.
Birkaç yıl bundan önce ufak tefek günlük kaygıların fonunda kaybettiğim, avcumdan, belleğimden mis kokusu gibi düşür düğüm, rüzgarlara savurduğum bir öyküm şimdiye kadar beni rahatsız ediyordu.
Yaşamını gezip tozmaya, yiyip içmeğe harcamış, hala para kazanmak, mal müklk toplamak hırsıyla yaşayan bir tıp felsefesi doktorunun çehresi dünya nimetlerinin bolluğu ve hazzlarının ebediliğinden hep rahat ve kaygısız tebessümle parlayan şişman vücutlu bir tanıdığımızın sıcak bir yaz akşamı ansızın bizim yalıya gelmesini konu edinecek bu öykü benimle dünyanın daracık kapanına kısılmış, zayıflayıp uykusunu ve huzurunu kaybetmiş sinirli bir yazarla bu şişman profesör arasında geçen ani, fakat önemli bir konuşmanın üzerinde kurgulanmalıydı.
Yaz aylarının, yaprağın bile kıpırdamadığı sıcaklığı arasında kaybettiğim bu öykümü yazamasam da, o önemli geceyi o gece dünyanın, dünyanın dört bir yanını konu edinen o konuşmayı, o konuşmanın benim ve profesörün yaşamında bıraktığı izleri bir türlü unutamadım.



ASLAN YAZAR
Kimi zaman yalnız kaldığımda, tatlı özgürlük havasında dönüp durduğum kısa, anlık durumlarda, huzurla esnediğim de kendimi aslan gibi zannediyorum.
Aslanın erkeği, dişisi olmazmış…



AŞIK EDİPLER
Cumhurbaşkanının çevresinde bulunmaya çalışan, fırsat buldukça oturduğu yerlerin etrafında gözüken, soluğu, kokusu duyulan yerlerde duran, cansız resimlerde onun çevresinden kendine güven duyarak boy gösteren ediplerimiz, ondan görevden, milletvekilliğinden, saygıdan başka bir şeyler daha istiyorlar.



ZALİM ŞAİR
Bu günlerde bir yığın cansız gazete sayfaları arasında Vagıf Cebrayilzade’nin “Ben Zalim Adamım, Kemençe…” dizesini okurken, dizenin arkasında beni gözünün yarısıyla seyrederek gülümseyen Vagıf’ı farkettim… Bir anlığına kemençe farz ettim kendimi....



SÜREÇ ADAM
Birileri en yakmlanm bile, gözlerinin gerçekliğine, kendilerinden daha fazla inandığım, güvendiğim düşünce yakınlarım bile bir yerlere kayıyor, bir takım süreçlere katılıyorlar. Her türlü süreç var aralarında: sağlıklı, hastalıklı, iğrenç, miskin, temiz, bağımsız süreçler…
Kimi zaman ben o süreçlerin sıcak rüzgar akınına karışarak gittikleri yönü bile farkedemiyorum. Hiçbir sürece katılmayı bile düşünmüyorum.
Zira ben kendim de bir sürecim.



BELLEK DÖNÜŞÜMLERİ
Sık sık rüyada iki saat önce ayrıldığımız gerçekçi yaşantımızı kimliğimizi, yaşadığımız şehrin iklim koşullarım, çalıştığımız kurulun rengini, anne, baba olduğumuzun, çocuklarımızın yüz çizgilerini, evimizin duvarlarını, ebeveyinlerimizin yaklaşık on beş sene önce öldüğünü unutarak şaşırmadan, hayretlenmeden, hiçbir zaman görmediğimiz yabancı evlerde, bilmediğimiz şehirlerde yaşıyor, mezarlarını yıllardır ziyaret ettiğimiz insanlarla karşılıklı oturarak çay içiyor, hiç tanımadığımız bebekleri koruma altına alıyor.... Kimi zaman da zemin den ayrılarak karnımızı yere vurarak soluk soluğa uçmaya ça lışıyor… sabahsa bu gizli saklı bellek dönüşümlerimizi kolayca unutuyor, burnumuzun dibinde giden bu süreçlere azıcık da olsa hayret etmiyoruz.



KORKUNÇ MİLLET
Geçen hafta, oğlumla bulvarda dolaşırken tesadüfen girdiğim çok kötü kokan hayvanat bahçesinde ansızın tanıdık, bildik bir yere düştüğümü farkettim…
… Sıkıntı dolu çirkinliğin darlığından küçülerek dar kafeslerinden insan gözlerine benzeyen gözleriyle bizleri seyreden maymunlar, öfkeli sansarlar, korkak tavşanlar, sinirli tavus kuşları bana korkunç bir ülkede yaşayan milleti hatırlatıyorlardı.



İNTİHAR
Dünyayı duygularıyla kavradığı için çok sevdiğim Romalı filozof Seneka’nın düşüncesine ilkkez tesadüfen İngiliz filozofu Beco’nun hissler ve duygular aleminden çok uzak bir beynin ürünü olan “Herşeyle alakalı” isimli eserinin arka bölümündeki sözlükte, binlerce enformasyon kelimeler arasında okurken rastlamıştım. Burada solgun, küçük harflerle yazılmış yüzlerce bilgi içeren adeta akademik sessizlikte, sıkıntılı okursal oyunun ortasında, beyinleri teorik enformasyon bilgiler yığını ile yüklenmiş binlerce gözlüklü okurun önünde ansızın intihar eden bir aşık rolünü yüklenmiştir.



FAHRİ MEZARLIĞIN GİZEMLERİ
Bir tür zehir kokulu çiçekler varki, onlar yalnız fahri mezarlıkta, soğuk muhteşemliğiyl eayrı ayrı müzelere benzeyen mezarların civarında yetişiyor. Kimi zamanacı badem kokusunu anımsatan bu kokuyu mezarlıktan çok uzaklarda du yumsuyor, kimi ünlüs anatçılarımızın bu fahri mezarlıkta uyuma aşkıyla yanıp tutuştuğunu bu kokuya bağlıyorum.



KİTLE SEVGİSİ
Kitle sevgisi kıyısı olmayan bulanık, tehlikeli bir deryanın sonsuz, sert kucağına benziyor.



PORTAKAL RENKLİ ÖRÜMCEK
Dün değil ondan önceki gün rüyamda gördüğüm yastığımın üzeriyle düşe kalka yürüyen portkal renkli örümçeği bu sabah spor yaptığım odanın duvarıyla koşarken gördüm. Küçük örümcek o düşe kalka yürüyüşüyle öyle bir koşuyordu ki, sanki şaşırıp çıktığı rüyamın kapısını arıyordu.



TİYATRONUN ADRESİ
Devlet Dram Tiyartrosu’nun üst katlarının birinde bulunan “Yuğ” tiyatrosundayken büyük, ihtiyar ağacın kuru gövdesindeki nem oyuktaymışım gibi hissediyorum kendimi.



TOZLU MİSAFİRLER
Misafirlerin bir kısmı varki, sen onları davetetsen de, etmesen de gelecekler. Evine girecek, usul usul, tek tek tüm odaları dolaşacak, duvarlara tırmanarak tavandan asılacak, seni de, çocuklarını da tepe takla seyredecekler. Böyle misafirler gittikten sonra uzun süre onların tavanda ve duvarlarda izleri kalıyor.



SOKAK KÖPEKLERİ
Sokak köpeklerinin birisi ne zamansa kaybettiğim, fakat çeh resini bir türlü hatırlayamadığım yakınlarımdan bir tanesi. O köpeği ben kimi zaman deniz kıyılarında, başıboş, insanlara saldırmaya hazır köpeklerin arasında, kimi zaman koşarken, kimi zaman bir arabanın altında kalıp can çekişirken, ara sıraysa kendi avlumuzda, kapımın önünde duruyorken buluyorum. O, kapımızın önünde beni hüzünlü gözlerle seyrediyor, beni de kendisiyle beraber götürmek istiyor....



FAHRİ MEZARLIĞIN GİZEMLERİ
İşte fahri mezarlıkta zehir kokulu çiçeklerin altında, ünlü ölülerle yanaşı uyumanın, her halde bizim bilmediğimiz bir gizemli tarafı var. Her halde bu sadece unutulmamak, belleklere kazınmak arzusuyla alakalı değil.



BURUN DELİKLERİ BÜYÜMÜŞ SANATÇI
Ünlü bir yazar tanıyorum ki, kimsenin uğramadığı, yetenekli insanların derin hüzünle ve saygıyla anımsadığı yalnız iş odasında, dönen koltuğunda sağa sola dönerek sabah akşam havayı kuşkuyla koklamaktan artık burun delikleri büyümüş.



İNLEYEN ADAMLAR
Çevremizde öyle insanlar var ki, aylarca, kimi zaman yıllarca görmeseniz bile bir yerlerden, her hangi bir delikten hep onların insanın içini daraltan iniltilerini duyarsınız. Onlar hep bir şeyler isterler, seni nedenini bilmediğin halde suçlarlar, sana darılırlar.
Ara sıra kafanı o deliğe sokupta o insanların iniltilerini din lemezsen içinde hep kendine suçlu muamelesi yaparsın.



CEHENNEM GİZEMLERİ
Cehennemin insansız olduğunu düşündüğünde o, insana pek korkunç gözükmüyor.



İRTİCALEN
Son zamanlar insanların maddi vücudu bende acayip pis duygular uyandırıyor. Bunun nedeni ne?
İnsanın elle dokunulan, gözle görülen vücudunun gözle görünmeyen, elle dokunulmayan incecik ruhu karşısında kabalığıdır belki de bunun nedeni?…



ÖFKELİLİK
Bu sabah otobüsün küçük, daracık salonuna binbir güçlükle sakat ellerinin ve ayaklarının yardımıyla binen ortaboylu, şişman adamın mavi, kıpır kıpır gözleri, olduğundan büyük gözüken, kaba ağzı bana haraketsizlikten neredeyse kanı kurumuş bu küçük ellerin ve ayakların büyümesine olanak tanımayan kaba ağızla kıpır kıpır gözlerin varlığından bir şeyler fısıldıyordu.



KURTULMA
Yazın en sıcak günlerinde, sıcaktan beynimin eridiği, yediğim yemeklerin bir anda zehre dönüşerek kanıma karıştığı, rüzgarsız sıcaklığın çevremi daraltarak beni kapana kıstırmak istediği bir zamanda ben bu halimden yalnız yazarak kurtula bileceğimi farkettim.



DOĞU EDEBİYATI
Bu yazın sıcak günlerinde neden Doğuda gerçekçi edebiyatın bulunmadığı sorusuna yanıt buldum.
Sıcak insanın tüm uyanık noktalarına etkisini gösteriyor.



SICAK VE İLAHİ İLİMLER
Bu yazın en sıcak günlerinden birinde onu da anladım ki, meğerse,insan belli bir sıcaklıktan sonra ilahi ilimleri daha iyi farketmeye başlıyor.
Bu güne kadar tüm kitapların sadece sıcak ülkelere gelmesiyle bunun arasında bir ilişki kurarak yeni bir sırrın eşiğine vardığımı hissettim.



BENİM KEŞFİM YA DA LUKRETSİNİN HOKKALARI
Yakın günlerde çevirdiğim ünlü Roma filozofu Lukretsin’in bir lafından adeta titredim: “İnsan ruhu yönetilemez. Bunun nedeniyse onun kendisidir.”
İnsan varlığıyla alakalı bu dahice keşif beni öyle bir etkiledi ki, çeviriyi bir kenara itip uzun süre bu veczin ayrıntılarına kadar inceledim.
Meğerse biz ruhmuşuz, akıl değilmişiz… Akılsız ruh delilik değilmiş. Peki ya ne? Hiçbir Yer kuralını kabul etmeyen, onlardan bihaber, sırlı, büyülü bir varlık… O, bizde… Kafası, gözü, durumu, hali, şekli, şemali belli olmayan, yönetilemez, belirsiz bir ruh. Aklımızın yönetiminden çıkarsak.
… Tüm geceyi, Lukretsin’in bu fikrini evde, yarınsa işte bir kaç kez konuşarak heyecanlandım. Öbür gün iş yerimde yayı nevine vereceğim metni tashih ederken o düşünceyi metnin içinde bulamadım. Onu elyazısında aramak zorunda kaldım ve hayretten yerimde dona kaldım. Zira, bu düşünce elyazısında da yoktu.
Ruhla alakalı düşüncelerin hepsi buradaydı. Aradığım düşünce de işte bu bölümde olmalıydı.
Orijinale bakmak zorunda kaldım. Metni ilk önce bölüm bölüm, daha sonraysa baştan sona kadar tekrar okudum. Ve az daha soluğum kesilecekti.
Böyle bir düşünce orijinalde de yoktu.



BİR SONRAKİ KEŞİF
Son birkaç yıldır ben sadece insan fizyolojisiyle ilgileniyorum. Okuduğum kitaplar genelde bu konuya ilişkin kitaplar oluyor. İnsanın hücreleri, kanının ısısı, oluşum süreçi, bünyesi, iç organları, derisi, saçları ve diğer konular…
Geceler bizler uyurken insanın bünyesinde küçük, sıcak hayvanlar gibi bağırarak çalışan, usul usul, açılıp kapanan, küçülüp büyüyen, çarparak titreyen vücudumuzun uzuvları ben edebi kahramanlardan daha ilginç buluyorum.
Bu hastalıklı ilgim beni rahatsız etse de, son zamanlar bu küçük, sulu uzuvların insanlıkla alakalı edebiyattan ve felsefeden daha kesin şeyler söylediklerini anlıyorum.



BU DÜNYANIN GİZLERİNDEN
Bir ihtiyar tanıyordum: yaşamı süresince ailesine, akrabasına, tanıdıklarına haksızlıklar ederek, rezillikler bataklığında yüzerek, uzun uzun, hastalıksız bir yaşam sürdü. Öldüğü günse o kadar küçüldü ve güzelleşti ki, on altı yaşlı genç delikanlıya benzedi. Ve o genç delikanlı yüzüyle dünyadan ayrıldı.



BÖCEKLERİN KURALLARI
Son zamanlar vardığım kesin sonuçlardan birisi de bu dünyada fiziksel yok olmamamız için mutlaka böceklerin yaşam kurallarını anlamamızın ve bu kurallarla yaşamamızın gerekliliğidir.



ESNEK SÜREÇLER
Zaman geçtikçe, yıllar art arda sıralandıkça, bir şeylerin muhteşem manevi yapıtların, “sonsuz değerler bölümünden” olanların, zamanla bir, hafif, geçici ahenklerle bir yerlere akarak kaybolması, bir şeylerin görünürde hiçbir değeri bulun muyormuş gibi gözükenlerin, bir takım bilinmeyen kurallara uygun, değerini kaybetmeden, olduğu yerde durması bizleri SONSUZLUKla alakalı daha derin düşünmeye zorluyor.



FELSEFE VE EDEBİYAT
Hem edebiyatla, hem de felsefeyle uğraştığım zamanlar hep bana hangisinin daha yakın olduğunu düşünüyorum. Felsefe mi, yoksa edebiyat mı? Hemen de yanıtını veriyorum: “Tabii ki, edebiyat!”
Felsefenin hiçbir gizemliliği yoktur. Felsefe bu ve kimi zaman da klassik olsa da öbür dünyanın kurallarını öğreniyor. Edebiyatsa kurallardan yukarıda duranları öğreniyor.



KAİDE NİZAMSIZLIĞI
Aslında bu dünyayla alakası bulunan ya da bulunmayan tüm yazılmış ve yazılmamış kurallar bu gün çalışmıyor. “Haksız Dünya”, “Adaletsiz Dünya”, “Yalan Dünya”, “Fani Dünya” gibi ibarelerin temelinde de hiçbir zaman çalışmamış bu kuralları çalıştırmak, bir şeylere mantık kılıfı giydirmek yatıyor. Fakat bu gerçekleşmeyecek.
… Her an kıl inceliğiyle çalışansa bizlerin anlamak iktidarında olmadığımız her hangi anlaşılmaz süreçlerdir. Tanrı o süreçleri yönetiyor.



ÖLÜM EMPROVİZESİ
Ölümle alakalı düşünürken, vücudunun ola bildiğince hafif, etsiz ve susuz olmasının gerekliliğini anlıyorsun.
Öbür dünyanın karanlık, dipsiz sınırlarından geçerken, bu suların hafifliğine uyum sağlamayan ağırlığının, bir küme etinin, sulu adelelerinin karşılacağı engelleri düşündükçe korkmamak elde değil.



MOR SOKAKLARIN SIRRI
Kimi zaman bir yerlerde, çevremizde, açık havada, yeşil çam ağaçların arasında oturup gözlerinin derinliklerinde belirsiz, gizemli zamanların izleri düşüncelere dalmış cumhurbaşkanının dört bir tarafında dolanıp duran, hileli sesleriyle uluyan mor rüzgarların sesini duyuyorum…



EYLİS’TEN EYLİSLİ’YE
Kendini gürültülü şehirden, şehir hayatının miskin üzün tülerinden ayırarak bir süre önce üzak Eylis’e sakin, sık ağaçların arasında bulunan evine kısılan Ekrem Eylisli’yle kısa telefon görüşmemiz zamanı onun hala bu şehirde olduğunu anladım.



TANIDIK ÇEHRELER DİZİSİNDEN
Kimi zaman otoyollarda, ızdıraplı, acı dolu sokak yaşamlarından bıkarak kendilerini arabaların altına atarak intihar etmeği düşünen öfkeli, aç köpeklerin tyüzleri bana gizemli Edebiyat koridorlarında şaşırıp kalmış yetenekli yazar arkadaşlarımın evsiz barksız, pulsuz parasız, öfkeli çehrelerini hatırlatıyor.



YALNIZLIK GÖRÜNTÜLERİNDEN
Azıcık dikkat etsek, kurtulamıyacağımız biçimde yalnız olduğumuzu, yalnız olmadığımız zamanlarda bile en yakın, çok sevdiğimiz insanların çevresinde de duyarız.
Böyle huzurlu toplumlarda bile, birilerine söylediğimiz en içten sözleri bir bakıma kendimize söylediğimizi farkederiz.



ANNE KUCAĞI
Bu yakınlarda çok üzücü bir olayın tanığı oldum… Tüm yaşamını, mutlu olmadan, evlenmeden hasta annesine adayan, yaşamının en güzel senelerini şehrin uzak, daracık ma hallelerinde, yaşlı, ihtiyar insanların çevresinde, hep bir yerle rinden şikayet eden, sakinleştirici ilaçların etkisiyle sarhoş gibi durmadan konuşan annesine harcamış N. hanımın gömülme sinde canı bu acıdan binbir güçlükle kurtulmuş bu zavallının imkansızlık yüzünden tekrar annesinin yanına küçük mezar ların arasındaki daracık yere gömülmesi bana güzel bir yapıtın finalini hatırlattı.
Karanlık, dar, havasız sakinliğiyle zaten mezara benzeyen iki odalı eski bir evden, bu evin sahibinden Ejderha anneden yenice kurtulmuş zavallı kadın, annesinin yanına onun daracık evine bu kez sonsuza kadar gömülüyordu.
Mezarın üzeri kapatıldıkça yıllardır tanık olduğum bu facianın artık son bulduğunu düşünüyor, hüzün dolu sessizlikle kapanan perdelerin hışırtısını duya biliyordum.



HAZIRLANMA DURUMU
Gitmek zorunda kaldığım davetlerden, ya da birileriyle görüşmek zorunda olduğum günlerden önce düştüğüm durumlar uykusuzluk, sinirlerimin yıpranması, zayıflık, son zaman oluşan anjinler ve diğer durumlar bu hazırlık devremin gün geçtikçe iyice güçleşeceğinden, bir dahaki davetlerden ve kabullerden ateşimin yükseleceğinden haber veriyor.



GEÇİM AZAPLARI
Her sabah evden binbir geçim sıkıntılarını halledecek karar lılıklarla çıkıyor, merkeze ulaştıktan, tanıdık çehrelerin, heyecanlı telefon konuşmalarının, merkezin duvarlarından akan acayip kutsal duyguların içine kapanıyor, akşama kadar orada maddi dünyadan uzak, gizemli bir katta, zamanı umursamadan öylece çabalıyor, yalnız ikindi vakti eve döndükten sonra geçim sıkıntısının acayip bir hafiflikle tren düdüğüne benzeyen bir dü dükle benden uzaklaştığını farkediyorum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/afak-mesut/kalabalik-69499876/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kalabalık Афаг Масуд

Афаг Масуд

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kalabalık, электронная книга автора Афаг Масуд на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв