Ali Akbaş Armağanı

Ali Akbaş Armağanı
Anonim


Ali Akbaş’a Armağan

Sunuş
“Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden
İçimize köz düşüyor
    Şiir oluyor
Kelimeler gözlerimde bir avuç kum
Çıkarıyorum, Şiir oluyor.”
    Ali Akbaş
Elinizdeki kitap, birkaç kuşağın “Ali Ağabey”i için kaleme aldığı yazıları kuşatan bir armağan. Şiirleriyle her yaştan okuruna, bu toprağın ve Türkçenin sesini yankılayan Ali Akbaş, son elli yılın kültür hayatında çok önemli bir yere sahip. Ali Akbaş Hocamız, yalnızca şiirleriyle değil; yazdığı yazılar, yetiştirdiği öğrenciler ve Avrasya Yazarlar Birliği çevresindeki kültürel faaliyetleriyle bir neslin yetişmesine öncülük etti. Onun şiirlerinin dünyasını ve söyleyişini inşa eden o nahif ses hem Türkçemize hem de millî kimliğimize yeni değerler kattı, katmaya da devam ediyor.
Ali Akbaş’a armağan olarak sunulmak niyetiyle Avrasya Yazarlar Birliği ailesi, Hoca’nın okurları ve sevenleri tarafından hazırlanan bu kitapta, şairin kendisini ve eserlerini konu edinen veya ona ithaf edilen pek çok çalışmaya yer verildi. Bu süreçte yazdıklarıyla armağana katkıda bulunanlara çok teşekkür ediyoruz. Elimizden geldiğince bu çalışmada çok fazla kişiye ulaşmaya çalıştık ancak Hoca hakkında yazmak isteyen ama ulaşamadığımız kişiler olduysa da onlardan peşinen özür diliyoruz. Edebiyat ve kültür hayatımızda müstesna bir yeri olan değerlerimiz için bu tür çalışmaların onların sağlığında yapılmasının çok önemli olduğunun önemini bu vesileyle bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Ali Akbaş Hocamıza bu armağan vesilesiyle uzun, sağlıklı ve huzurlu bir ömür diliyor; yazacaklarıyla Türkçemize daha nice yeni sesler ve değerler katmasını umut ediyoruz.

    Yakup ÖMEROĞLU-Mustafa KURT

I.BÖLÜM
ALİ AKBAŞ’IN BİYOGRAFİSİ
4 Eylül 1942’de Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Çatova köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini memleketinde, yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı.
Çeşitli lise ve yüksekokullarda öğretmen ve idareci olarak görev yaptı. Bir müddet Film Radyo ve Televizyon Eğitim Dairesi (FRTEM)’nde program yazarlığı yaptıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’ne geçerek “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı (1985). Aynı üniversitede Türk Dili okutmanı olarak görev yaptı ve buradan 1996 yılında emekliye ayrıldı. Daha sonra Ahmet Yesevi Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Edebiyat hayatına erken başlayan Akbaş’ın henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir şiir Kahramanmaraş Lisesi marşı olarak kabul edildi. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Kuş Sofrası adlı kitabıyla Çocuk Edebiyatı dalında Yılın Şairi seçildi (1991), Yunus Emre Yılı dolayısıyla İstanbul’da gerçekleştirilen XII. Dünya Şairler Toplantısı’nda bir plaketle ödüllendirildi (1991). Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde Mağcan Cumabayulı Ödülü’ne layık görüldü (1993). Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından Türk Dünyası’nda Yılın Edebiyat Adamı seçildi (2011). TÜRKSOY 25. Yıl Madalyası ile onurlandırıldı.
57. Venedik Şiir Bienali’nde (2005), 20. Moskova Kitap Fuarı’nda (2008) ülkemizi temsil etti.
Ali Akbaş’ın “Koşma” adlı ilk şiiri Engizek gazetesinde çıktı (1960). Günümüze kadar Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerinin yayımlanmasında öncülük etti. Hâlen Genel Başkan Yardımcısı olduğu, Avrasya Yazarlar Birliği’nin Türk Dünyası’na hitap eden Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaktadır.
Şiirleri ağırlıklı olarak; Türk Edebiyatı, Öncüler, Kardaş Edebiyatlar, Töre, Erguvan, Dolunay ve Türk Yurdu olmak üzere değişik dergilerde yayımlandı. Türkiye Yazarlar Birliği ve İLESAM üyesidir.
Masal Çağı (şiir), Eylüle Beste (şiir), Erenler Divanında (şiir), Turna Göçü (şiir), Kuş Sofrası (çocuklar için şiir), Gökte Ay Portakaldır (masal), Kız Evi Naz Evi (piyes) ve Hacı Bektaş-ı Veli (belgesel) adlı eserleri vardır.
Kuş Sofrası adlı şiir kitabı Mariya Leontiç tarafından Makedonca’ya (2000), Mir Aziz Azam tarafından Özbek Türkçesi’ne çevrildi (2008). Seçilmiş şiirleri Ramiz Asker çevirisiyle Azerbaycan’da (2008), Tahir Kahhar çevirisiyle Özbekistan’da (2016) kitap olarak yayımlandı. Bazı şiirleri pek çok Türk lehçesine ve Rusçaya çevrilerek yayınlandı.
Akbaş, lirik şiirlerini Turna Göçü (2011) adlı kitabında topladı. Erenler Divanında (2011) ve Eylüle Beste (2011) ise epik-destansı şiirlerinden oluşmaktadır. 2015’e kadar yayımlanan tüm şiirleri Bütün Şiirleri (2015) adıyla kitaplaştırılmıştır.
Evli, 5 çocuk babası ve 6 torun dedesidir.

II.BÖLÜM
ALİ AKBAŞ İÇİN YAZILANLAR

ALİ ABİ
Bayram Bilge TOKEL

Onun şiiri, düşüncesi ve sancısı olan gönlün şiiridir. Ali abi, düşüncesi olan gönülle, gönlü olan düşüncenin kesiştiği alanda örer şiirini. Onun için şiirini şairaneliğe kurban etmediği gibi, nesrini de didaktik yavanlığa teslim etmemiştir.
1976 yılı, ülke gençliğinin üzerinden silindir gibi geçerek memleketi yangın yerine çeviren darbelerden 12 Mart’ın beş yıl sonrasına, 12 Eylül’ün beş yıl öncesine denk geliyor. Benim Ali Akbaş’la tanışmam, yeni küllenmeye başlayan ülkemizdeki yangına taze odunların taşındığı işte bu 1976 yılına rastlar. Kısa zamanda dostluğa dönüşen ve hiç kesintiye uğramadan tam kırk yılı geride bırakan bir tanışıklık bu…
Ali Akbaş, o yıllarda hepimizin “Ali Hoca”sı idi ama birkaç ay sonra benim “Ali abi”m oldu ve hep öyle kaldı. Başlangıcını ideal ortaklığının oluşturduğu bu abi-kardeş hukukunu sürekli geliştiren ve diri tutan o kadar çok müşterek noktamız vardı ki… Biri usta diğeri çırak iki şiir sevdalısı idik ve edebiyat dergisi çıkarmak iflah olmaz hastalığımızdı. İkimiz de aynı semtte, Bahçelievler’de oturuyor ve aynı resmî kurumda aynı işi, yani radyo program yazarlığı yapıyorduk. Kitap, türkü, çay ve sigara ikimizin de en sahih azıkları idi. Ve nihayet Ali abi Maraş, ben Bozok koluna mensup iki Dulkadirli Türkmen’i idik.
Bu ve buna benzer ortak noktaların daha da belirginleştirdiği duygu, düşünce, zevk ve gönül dünyamızdaki benzerlikler, birbirine çok yakın hayatlar çıkardı karşımıza: Evini geçindirmek için sürekli birbirinin cüzdanına müracaat eden iki dar gelirli memur, yıllarca ev sahibi kahrı ve zulmü çeken iki garip kiracı, ülkeyi kurtarmak sevdasıyla evini ve evlâd ü ayâlini sürekli ihmal eden iki sergerdân, şehirdeki haksızlık, çirkinlik ve yanlışlıkları düzeltmeye gücünün yeteceğine inanan fukara iki köy çocuğu…[1 - 1980 sonrasında, bu ortak dünyamıza Reşadiyeli üçüncü bir köy çocuğu dâhil oldu: Stajyer avukat Şükrü Karaca… Üçümüz de haksızlık, kötülük ve çirkinlik karşısında buğzetmede anlaşıyorduk ama bunun yeterli olmadığı durumlarda Ali abi ile ben daha çok dil ile mücadeleye önem verirken, o, el ile mücadeleyi tercih etti ve bu tercih onu erkenden siyaset meydanlarına savurdu. Yönü ve şiddeti sürekli değişen siyaset rüzgârlarının yıprattığı bedeni, çocukluğundan beri yakasını bırakmayan müzmin hastalığa yenilerek üç sene önce aramızdan ayrıldı. Mekânı cennet olsun…]
Cümleyi ve sözü daha fazla uzatmamak için kısa kestiğim bu hayat ortaklığı etrafında yaşanan sayısız olay, hatıra ve anekdot gözümün önünden siyah beyaz bir Türk filmi şeridi gibi geçiyor. Hangi enstantaneyi, hangi hatırayı, hangi olayı yazacağımı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, onu gecikmeden söylemeliyim: Ali abi bütün bunları ve hayatının her ânını şair olarak yaşadı ve hayatın merkezine hep şiiri koydu. Daha lise öğrencisi iken, üniversitede okurken, edebiyat öğretmenliği yaparken, katıksız bir Türkiye ve Türk Dünyası sevdalısı olarak mücadele verirken, bu uğurda oradan oraya sürülürken hep şairdi, şair kalmakta direndi.
Aile reisi olarak da şair bir eş ve şair bir babaydı. Öyle ki, Elif ’in doğduğu geceyi Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun öğrenci yurdunda, biz üç beş gence Cahit Külebi’den şiirler, Sait Faik’ten, Bahattin Özkişi’den hikâyeler okuyarak geçirecek kadar şair… Kimsenin malında gözü gönlü yoktu ama şöyle bahçeli, müstakil güzel bir ev görünce; “Şimdi böyle bir evde oturup da şiir yazmamak olur mu? Eğer öyle ise kolundan tuttuğun gibi ‘hadi kardeşim, hadi, hadi’ deyip evden atacaksın” diye espri yapmaktan kendini alamazdı.
Ali Akbaş’ı tam ve eksiksiz anlatmak, sadece iyi şiir ve iyi şairi değil, iyi bir insan ve iyi bir dostun ne olduğunu anlatmakla mümkündür ancak. Çünkü o bunların hepsidir ve bunların hepsini kusursuz anlatmak da -en azından benim için- oldukça zordur. Ama ‘zor’u görünce kaçanlardan olmamak için, gücümün yettiği kadarıyla şair Ali Akbaş’ı anlatmaya çalışacağım.

Şair Ali Akbaş
Rus şairi Yevtuşenko, hatıralarında, bir öğlen paydosunda fabrika işçilerine şiir okurken, dinleyiciler arasında bulunan yaşlı bir kadının kendisine söylediği şu sözlerle irkildiğini yazar: “Yalnızca gerçeği ara oğlum; kendi içindeki gerçeği ara, bul, sonra onu insanlara aktar. İnsanlardaki gerçeği ara, bul, sonra onu kendi içinde biriktir.” Ali abiyi sadece yakından tanıyan biri değil, şiir yazma macerasını da yakından bilen biri olarak, tam da böyle bir şair olduğunu söyleyebilirim. O da kendi içindeki gerçeği sabırla arar, bulunca, onu en güzel dil, ifade ve üslupla bezeyerek insanlara aktarırdı. Başka insanlardaki gerçeği de aynı sabır ve titizlikle arar, bulur ve vakti zamanı gelince söylemek üzere içinde biriktirirdi. Biriktirdikleri “artık beni yaz” diye rahatsız etmeye başlayınca ancak yazmaya oturur ve bir şiirin bitmesi ayları, hatta bazen yılları bulurdu. Bundan dolayı da hiç bir zaman kolay ve çok yazan bir şair olmadı. Ama yazdıkları kendi ruh ve gönül dünyasının, inanç ve düşünce ikliminin, millî ve tarihî maceramızın, insanımızın ve toplumumuzun gerçekleri idi. Türk, Türkçe ve türkü sevdası, ona en güzel şiirlerini yazdırdı: “Erenler Divanında”, “Göygöl”, “Bizim Türküler” ve “Kutlu Taş” bu şiirlerin en belli başlı olanları. Ali Akbaş tam anlamıyla kusursuz, sağlam şiirlerin mimarıdır. Bunların büyük kısmı, herkesin ilk okuduğunda ya da ilk duyduğunda anlayabileceği sade, samimi, külfetsiz ve gösterişsiz şiirlerdir. Ama asla basit ve sıradan değildir; tıpkı türkülerimiz gibi. Gereksiz süslerden arınmış bu şiirlerin kimilerine kolay yazılmış şiirler gibi gelmesi de bundandır. Oysa büyük sanat eserleri, sanat tekellüflerinden ve tasannudan uzaklaştıkça gerçek sanata yaklaşarak sadeliğin zirvesine ulaşırlar ve oradaki soylu duruşları, tantanaya ve şatafata ayarlı gözlerin asla fark edemeyeceği bir asaleti simgeler. Büyük musiki eserleri de böyledir; tıpkı Itri’nin Tekbir’i gibi. Bunun edebiyattaki, şiirdeki karşılığı sehl-i mümtenidir; yani kolay gibi görünen zor. Ali abinin pek çok şiirinin tam bir sehl-i mümteni örneği olması, iyi şairliğinin en önemli tescilidir.(Yazıyı hem gereksiz yere uzatmamak hem de resmiyete ve akademik soğukluğa kurban etmemek için şiirlerden örnekler vermiyorum; bunların hangileri olduğunu ehl-i şiir biliyordur, “bizi kınamasın ehl-i dil olan”).
Bu seviyeyi yakalamak ve mükemmele ulaşmak uğruna çektiği çileyi, bu yolda sayısız iyi ve güzeli gözünü kırpmadan feda ettiğini çok iyi biliyorum. Çünkü Ali abi de, -Tarık Buğra’nın ifadesi ile- “kâğıdın yırtılabilen bir nesne” olduğunu ve hakiki şairlerin mükemmel şiirlere nice kâğıtları yırtarak ulaştıklarını çok iyi bilirdi. Şiir yazmadan durabildiği hâlde yazmaya devam edenlerin şiirlerindeki tasannudan en çok kendisi rahatsız olduğu için, hemen tüm şiirlerini, şiir yazmadan duramadığı, hatta bazen nefes almakta bile zorlandığı hâllerde yazdı. Çünkü “sanat samimiyettir” derdi.

Düşüncesi Olan Gönül, Gönlü Olan Düşünce
Aynı titizliği nesirlerinde ve yazdığı denemelerde de görürüz: Eğip bükmeden, teklif- tekellüfe boğmadan, Türkçe’nin gücünden ve güzelliğinden aldığı ilhamla, söyleyeceğini en kısa, anlaşılır ve etkili bir dil ve üslupla kolayca söylemek… Nesirde bunu yapmak, yani şairaneliğe prim vermemek şüphesiz daha kolaydır ama şairaneliğe düşmeden şiir yazmak her babayiğit şairin harcı değildir. Ali abinin şiiri bunun da en güzel örnekleri ile doludur.
Aslında şairanelik, bizim divan şairlerinin olmazsa olmazıdır ve sanıyorum biraz da bundan hareketle Üstat Cemil Meriç; “Şiir gönlün dilidir, nesir aklın (veya düşüncenin) dili” der. Oysa Ali Akbaş’ın şiiri, hakikatin önemli bir kısmını ifade eden bu sözün anlam çerçevesini biraz zorlar. Çünkü onun şiiri, düşüncesi ve sancısı olan gönlün şiiridir. Ali abi, düşüncesi olan gönülle, gönlü olan düşüncenin kesiştiği alanda örer şiirini. Onun için şiirini şairaneliğe kurban etmediği gibi, nesrini de didaktik yavanlığa teslim etmemiştir.
Ali Akbaş’ın, kendisini şiirimizin yaşayan ustaları arasında en ön sıralara taşıyan özelliklerine değinmemek eksiklik olacaktır.

Geleneksel ve Modern Bir Şair
Birincisi, şairi bol bir şehrin oldukça renkli ve zengin folklorik birikime sahip bir köyünde doğup büyümesi. Çünkü kültür, inanç, medeniyet ve sosyal değerlerimizin en yalın, sade, anlaşılabilir ve yaşanabilir değerler ve kavramlar olarak -eksiğiyle fazlasıyla- köy insanlarında tebellür ettiğini düşünüyorum. Onlar için asıl olan, her şeyin azı ama özü; azla yetinmek, az konuşarak çok şey anlatmak, az bilmek ama bildiğini iyi idrak etmek, çokluğun ayrıntısında boğulmamak… Vahdete sığınmanın, kesretten uzaklaşmakla mümkün olabileceğini hissetmenin doğal sonucu belki de. Bu hâl biraz da acıyı, yoksulluğu, gurbeti, sevdayı ve hüznü dibine kadar yaşamaya mahkûm olanların ağırbaşlı sükûtundan beslenir. Türkülerimiz, ağıtlarımız bunun en güzel misalidir ve Ali Akbaş’ın şiirinin en temel kaynakları da bu türküler ve ağıtlardır bana göre.
İkincisi, sadece çok iyi bildiği Türk şiir geleneğinden değil, Doğu’nun, Batı’nın ve hatta eski Yunan’ın şiir geleneğinden haberdar olması… Başta Dede Korkut ve Köroğlu destanları olmak üzere, bütün bir Türk Dünyası şiir kültürüne hâkimdir. Yunus’u, Mevlâna’yı, Fuzûli’yi, Bâki’yi, Şeyh Gâlib’i, Yahya Kemal’i, yorulup usanmadan, döner döner okurdu. Hâfız’a, Tagor’a hususi bir yakınlık duyardı. Rus şair ve yazarlarına ilgisi hiç eksilmedi. Shakespeare’i, Goethe’yi, Vergilius’u, Homeros’u, Dante’yi bizim klasiklerimizle mukayese ederek incelerdi. Doğu ve Batı masallarını, destanlarını en iyi tercümelerinden okumayı önemserdi. Cumhuriyet döneminin tüm şair ve yazarlarını daha üniversite eğitimi esnasında nerdeyse hıfzetmişti. Şiiri ve şairleri siyasi, ideolojik, dinî ve etnik aidiyetlerine göre değil, sanatın yüksek ve soylu kıymet hükümlerine göre değerlendirirdi. Böyle olunca, gerektiğinde kendisine yakın olanı eleştirmekten çekinmez, uzak olanı takdir ve taltif etmekten de geri durmazdı.
Üçüncüsü, şiirin musiki ile yakın akraba- lığından en üst seviyede haberdar olması… Halk ve sanat musikisi geleneklerimizi anonim/beste, ezgi/nağme, yöre/makam, kaynak kişi/besteci farklılıkları; şiir/söz/güfte incelikleri ve estetik ifade kalıpları yönüyle tahlil edebilecek seviyede bir musiki kültürüne sahipti. Kültür coğrafyamızdaki musiki birikimini bilir, anlar ve severdi. “Bizim Türküler” ve “Armağan” şiirleri böyle bir bilincin ve zevkin ürünüdür.
Dördüncüsü sadece sanat, edebiyat ve şiirde değil, sosyal ve kültürel alanlarda da modern zevk ve eğilimleri gözeten diri ve uyanık tecessüsü… Aslında her şair, özellikle ve öncelikle yaşadığı çağın şairidir. Geçmişi yazarken bile bugünün şairi olduğunu unutmamalıdır. Ali Akbaş’ın, geçmişi eskiler gibi yazmanın marifet olmadığını bilmesi, kendisini, başta “Fuzuli” şiiri olmak üzere, pek çok şiiriyle geleneği yenileyen, geleneği yeniden ifade eden şair konumuna yükseltmiştir.
Ve nihayet bütün bu sözlü, yazılı ve irfani birikimi ruhunda, gönlünde ve kafasında mezceden gerçek bir şairdir Ali Akbaş. Yiğit ve derviş; hem alp hem eren, kısacası insan şair!
Şiirlerinle bin yaşa Ali abi.



KORKUT AKBAŞ’TAN ALİ AKBAŞ’A
Ahmet Bican ERCİLASUN

Türk şiirinin sesini yakalamıştı Korkut Akbaş.
Zaten şairler yatağı Maraş’tan, Elbistan’dan geliyordu.
Belki genetik kodlarında, belki de kültür kodlarında bu ses vardı.
Ama 1963 yılından beri bu kodlar türkolojinin geniş evreniyle çevreleniyordu
Büyük kafalı, büyük elli
Tanrı’nın gönderdiği belli
Irkımda kurtuluş sancısı var.
1965 -1966 yılları olmalı. Bu mısralar dilimizin ezberi olmuş. Türkeş’e ve CKMP’ye gönül vermiş gençlere henüz “ülkücü” denmiyor. Türkçü veya milliyetçi denilen gençler, partinin etrafında toparlanmaya çalışılıyor. Kalplerde büyük ümitler, ruhlarda heyecan var. Hepimizin gözünde Türkeş, Türklüğü Ergenekon’dan çıkaracak bir bozkurt gibi. Tok sesiyle, heybetli görünüşüyle, iri elleriyle önümüze düşmüş bir bozkurt gibi. Yürü deyince yürüyor, ileri deyince koşuyoruz. İstanbul Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde birkaç genciz. Dursun Yıldırım, Selçuk Uysal, Hilmi Satıcı, Ali Akbaş… Türkçüler Derneği’nin Üsküdar Ocağı’na gidiyor, Ötüken dergisi okuyor, Atsız’ın yazılarını iple çekiyoruz. Titizlikle biriktirdiğim Ötüken dergileri bir günde yok oluveriyor. Selçuk Uysal almış dergileri, Sosyoloji Bölümü öğrencilerine dağıtmış. Onları da bir dergiyle milliyetçi yapacağını düşünüyor. Öyle deli çağımız işte. Ama Ali şair. Öyle böyle değil, basbayağı şair. Maraş’ın Elbistan’ından gelmiş bu çocuk şiirleriyle bizi büyülüyor:
Büyük kafalı, büyük elli
Tanrı’nın gönderdiği belli
Irkımda kurtuluş sancısı var.
Destanlar çağında sözlü şiir devri yaşanır ya, sanki biz de sözlü şiir devrini yaşıyoruz. Şiir dilden dile dolaşıyor. Bugün bile bilmiyorum, bir yerde yayımlandı mı? Ezberimde kalan bu üç mısra. Belki de arkadaşlarımın hafızasında daha fazlası vardır.
O yıllarda dilimizde bir şiir daha dolanıyordu. Köyden gelmiş gibi, tarladan çıkmış gibi bir şiir. Bir küçük çobanın kaval sesi gibi:
Eşekte ayağı sallanıyordu
Bir türkü dilinde ballanıyordu
Ahmet Ede’nin
Bozkırda her yan yanıyordu
Eşekte ayağı sallanıyordu
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu
Az kaldı yakalıyordu
Çocuk bu
Toprakta ayağı yanıyordu
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu…
Red Kit çizgi film olmamıştı daha o yıllarda. Fakat Akbaş’ın köylü çocuğu gölgesini kovalıyordu. Kurşun atmıyordu gölgesine fakat az daha yakalıyordu. Köylümüzle, şehirlimizle biz Türkler idik ve Turan’ın da, köyümüzün de türküsünü söylemeliydik. O yıllarda Korkut Akbaş yapıyordu bu işi ve biz de destanlar çağını yaşıyormuş gibi onun mısralarını ezberliyorduk. Sonra kitapta gördüm bu şiiri ama o zaten benim sözlü repertuarımda vardı. Bir şiir daha vardı dillerimizde:
Harman oldum savur beni
Kirmene sar eğir beni
Yaktın ağır ağır beni
Alev alev çırayım oy!
İp bükenim kül dökenim
Bereketli tarlam benim
Kara kızım tunç bedenim
Saçındaki turayım oy!…
Bütün Şiirleri’nde tarih yok, şiirlerin yazılış, yayımlanış tarihi yok ama bu şiirin de destan çağımızdan kaldığını ben biliyorum.
Sonra düşündük, düşünüldü. Ali’nin şiiri sadece dillerde kalmamalı, yazıya da geçmeli. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmeliydik. Kim bilir kim vesile oldu? Ben mi, Aydil Erol mu? Bir gün “Yiğitleme” adlı bir şiir çıktı Ötüken’de. Nisan 1967’deki 40. sayıda. Bütün şiirlerinin toplandığı son kitapta bu şiir bulunmadığı için tamamını buraya almalıyım.
Atlar gelir toza toza
Bir yiğit bedel dokuza
Korkağın canı ucuza
Ölüm kalım sözü m’olur
Bin yıldır bir yay gerilir
Düşünülür ürperilir
Bakarsın emir verilir
Daha bundan tezi m’olur
Alıp atanın öcünü
Dindir bin yıllık acını
Unutma sakla hıncını
Bir gün gelir lâzım olur
Uca geldik yüze yüze
Bekle, geleceksin dize
Aman felek ettin bize
Böyle kara yazı m’olur
Hele de Korkutum hele
Bir gün fırsat geçer ele
Kürelenir gövde sele
Bire bozkurt kuzu m’olur.

Bir Şehriyar Vardı
Bir Köroğlu, bir Dadaloğlu edası. Kürelenir gövde sele / Bire bozkurt kuzu m’olur. Bunu yazan şairin adı Ali m’olur? Ali de Allah’ın aslanı ama şöyle ilk duyuşta bir yiğitlik, bir kahramanlık havası vermeli şairin adı. Kendi mi seçti, o yıllarda hep birlikte mi benimsedik bu adı, bilmiyorum. Ama şairin adı aramızda Korkut Akbaş’tı; şiir de bu tapşırmayla yazıldı, bu adla Ötüken’de yayımlandı. Ali’nin şiirinin temleri, konuları sonra çok çeşitlendi ama daha ilk şiirlerinde görülen bu ahenk hiç eksilmedi mısralarından, kıtalarından, bentlerinden. Hele şu cinâs-ı merfû: m’olur – lâzım olur. Bu sürprizli cinaslara onun şiirinde her zaman rastlamak mümkündür.
O yıllarda bir de Şehriyar rüzgârı esiyordu başlarımızın üstünde. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü küçük bir kitap yayımlamıştı. El kadar bir kitapçık. Fakat bu el kadar kitapçığın içinde büyük bir yürek vardı. Büyük bir yürek mi hassas bir gönül mü desem… Ama yüzyıllardan süzülüp gelen Türk şiir ahenginin sesi vardı. Haydar Babaya Selâm adlı kitapçıkta sanki yaşayan bir şair değil de masallardan kopmuş efsanevi bir ozan konuşuyordu:
Heydar Baba, ildırımlar şahanda
Seller sular şakgıldayıp ahanda
Ağ bulutlar köyneklerin sıhanda
Menim de bir adım gelsin dilüze
Selâm olsun şevketüze elüze.
Şairin adı Şehriyar’dı. Üstelik de Tebrizliydi. Tebriz Turan’a açılan kapıydı. Aradığımızı bulmuştuk. Hem Turan’a açılıyorduk, hem de özlediğimiz bir sese. Sanki ozan efsanelerden çıkıp gelmişti de bize Türkçenin sesini yeniçağda böyle işleyeceksiniz diyordu. Üstelik bir de… Bir de bu şiir Türkoloji’nin büyük amfisinde Muharrem Ergin’in ağzından dökülüyordu. Şiir efsanelerden, Turan’ın kapısından gelmişti ve Türk dilinin en etkili büyücüsünün sesinden bize ulaşıyordu. Kaç defa, kaç defa dinledik Heyder Baba’yı. Kutsal bir metin gibi, ibadet eder gibi döne döne okuduk. Türkiye’den, Irak’tan, Kuzey Azerbaycan’dan şairlerimiz cevap verdiler Şehriyar’a. Şiirle sınırları aştılar. Türkiye’den ilk cevap da bizim şairimizden, gecemizle gündüzümüz ayrı gitmeyen Korkut Akbaş’tan geldi. Ötüken dergisinin 48. sayısında, Aralık 1967’de gün yüzü gören Şehriyar’a Selâm şiiri ilk dörtlükten sonra bir “özlem” yoğunlaşmasıyla devam ediyordu:
Türkî söyle Heyder Baba küsmesin,
Dost bağında hoyrat yeli esmesin,
İstanbul’dan duyuluyor gür sesin!
Söyle, söyle hey dilini sevdiğim,
Yerin, yurdun hey ilini sevdiğim.
Türk şiirinin sesini yakalamıştı Korkut Ak- baş. Zaten şairler yatağı Maraş’tan, Elbistan’dan geliyordu. Belki genetik kodlarında, belki de kültür kodlarında bu ses vardı. Ama 1963 yılından beri bu kodlar Türkoloji’nin geniş evreniyle çevreleniyordu. Ali Nihat Tarlan’dan divan şiirini, Mehmet Kaplan’dan yeni Türk şiirini öğreniyorduk. Şiirin yalnız sesini, yalnız ahengini değil, şiirin içini, içeriğini, mazmununu da anlamaya çalışıyorduk. Biz belki belli belirsiz anlıyorduk ama Ali şiirin sesini de içini de hissediyordu. Ötüken’in 51. sayısında, Mart 1968’de yayımlanan ve Aydil Erol’a ithaf ettiği Tuyuğ şiirini yazmadan önce Muharrem Ergin’in neşrettiği Kadı Burhaneddin Divanı’ndaki tuyuğları okumuş muydu bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle okumuştu. O artık Türk şiir tarihinin ve coğrafyasının içinde gezer olmuştu ve onun şiiri bu tarihin, bu coğrafyanın sesiydi.
Bir süre Anadolu’da dolaştı. Liselerde, eğitim enstitülerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Müfredattaki konular mı, kuru bir edebiyat tarihi mi? Hiç sanmıyorum. Onun derdi şiirdi, dilin düzenini, ahengini yakalamaktı. Çocukları sadece sınıfta değil, nerede olsa yakalıyor ve onlara da dilin, şiirin sesini bul- durmak istiyordu. Evini unutabilirdi, çocuklarını unutabilirdi, sınavları da unutabilirdi, ama şiiri unutamazdı. Kafasının içi hep yakalamaya çalıştığı ahenkle doluydu.

Çocuk Şairi mi?
Yıllardan sonra Ankara’ya geldi. Üniversiteye girdi. Yüksek lisans yaptı. Fakat o kayda kuyuda gelen adam değildi ki! Bu kadardı işte. Üniversitedeki gençlere Türk dili okutmanlığı yapar, onlara dilin düzenini, güzelliğini buldurmaya çalışırdı o kadar. Sınıf şart değildi, yurttaki odalarında da, çay kahve içtikleri yerlerde de hep bunu yaptı.
Bir zamanlar, çocuklar için yazdığını sandık:
Ay bulutun ağında
Mavi sularda balık
Şaplaya dursun
Çocuk masal çağında
Gönül dağında ceylan
Zıplaya dursun
Kavakta bir kargacık
Dilinde bir nakarat
Vaklaya dursun…
Evet, şaplamak, zıplamak, vaklamak, kargacık… Bunlar çocuk dilinin kelimeleri gibi. Ama ne fark eder ki! Kelimelerin ahengi daha o çağlarda dilimize yerleşmeye başlamaz mı? Şair olmayan bu sesi duyamaz, hissedemez belki ama şair bu sesi bir yerlerinde saklar ve günü gelince meydana çıkarır. Kafdağı’nı hep masallarda duyduk. Bir ulaşılmaz, büyülü âlem gibi çocuk dimağlarımızda yer etti. Evet, çocuk dimağlarımızda sevdiğimiz, hayalimiz Kafdağı’nın ardındadır. Ali Akbaş o imgeyi alır, bambaşka bir düzlemin içine oturtur:
Hastalar,
Kar isterler
Kafdağı’nın ardından
Ve buluttan döşek.
Onlar,
Yaramaz çocuklardır,
Sallanır durur,
Dünyanın balkonundan,
Düştü düşecek!
Eh, “yaramaz çocuklar” da girdi ya şiire, dört başı mamur bir çocuk şiiri geçti elimize. Fakat o ne? Dünyanın balkonundan / Düştü düşecek! Akbaş’ın yaptığı çocuk duyarlılığından istifade ederek yepyeni, özgün imgeler bulmaktır. Hepimizin içindeki çocuğu yakalamaktır. Çocukluk çağlarımıza duyduğumuz özlemin, o derin duygunun gücünden yararlanmaktır. Kitabının adı Masal Çağı olsa da bu böyledir.
Çocuk şairi olmayı kendisi de mi benimsedi ne? 1991’de Kültür Bakanlığının yayımladığı Kuş Sofrası böyle bir izlenim uyandırıyor. Çocuklar için resimlenmiş o güzel baskılı kitabı elimize alınca hissettiğimiz budur. Akbaş’ın çocuk şiirleri bu kitapta toplanmış. Hele ilk yaprağı çevirip de “Sevgili Çocuklar” hitabını görünce, arkasından da “İşte size bir demet şiir. Ben yazdım, Yıldız Ablanız resimledi. Beğenirseniz okursunuz; beğenmezseniz verin kuşlara geri bize getirsinler.” cümlelerini okuyunca izleniminiz, yerini kesin bir hükme bırakır. Ama durun bir dakika! Ali Akbaş’ın kitaptaki ön sözünü okumaya devam edin:
“Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar.”
Demek ki Ali Akbaş özellikle (burada be tahsis kelimesini kullansam meramımı çok daha belirgin anlatmış olacaktım ama şimdi bir de dil meselemize dokunmayalım.) çocuklar için yazmıyormuş. Çocuk ruhunu, çocuk duyarlılığını yansıtan şiirler de yazıyormuş. Birileri de onları ayırıp bunlar “çocuk şiirleri” diyormuş. Elbette Ali Akbaş her yaştan insanın, her tür duygusunu, duygulanışını eserlerinde yansıtacaktı. Elbette bunların içinde yaşlılar da, gençler de, çocuklar da olmalıydı. Epik de, lirik de, pastoral de olmalıydı ve Akbaş’ın şiirinde bunların hepsi vardır. Kuş Sofrası şiirine “çocuk şiiri” dersek bence bir şeyleri eksik söylemiş oluruz. Şu mısralardaki imgeler, imgeler değil sadece, onların söyleniş, sunuluş tarzı bize halis şiiri vermiyor mu?
Gökyüzünden mâvilik
Buluttan süt sağarız
Gelin öksüzler gelin
Kırkımız da sığarız
Biz yemeden doyarız
Soframız kuş sofrası.
Akbaş’ın derdi şiir dedik ya… O, Yahya Kemal gibi has şiirin, halis şiirin peşindeydi. Halis şiiri yakalayanların da peşindeydi. Yunus’un da Fuzuli’nin de:
Bir çöl gecesinde gök parıl parıl
Fuzûlî mehtaptan şiir sağarmış
Onun ilhamına hız vermek için
Ay daha geç batar, erken doğarmış.

Akbaş’ın Şiirinde Turan
Fakat Akbaş halis şiiri ararken İstanbul ile Osmanlı cetlerimizle sınırlı kalmadı. Nahçıvan’dan Göygöl’e, Kerkük’ten Kırım’a, Kazan’a; Doğu Türkistan’a, Yakut ellerine kadar uzandı. Oyunskiy Sagusu, Saha Yeri’nin, Yakutistan’ın destanıdır. Oyunskiy Sagusu, bir “olonho”dur, Yakut destanıdır. 1939’da kurşuna dizilen Oyunskiy’nin derleyip toparladığı olonholardan biri gibidir. Bu destan şiirde Saha kızları da konuşur, şamanlar da, ak saçlı ozanlar da. Bir ana şaman şöyle konuşur:
Huuu
Gürültülü göklerin
Kara bulutların rûhu
Bir fırtına ol da gel
Davulunu çal da gel
Kov şu gürûhu
Huuu
Umay Anamızın rûhu
Gökyüzünden in de gel
Bir ak kuğu ol da gel
Üstümüze kanat ger
Bizleri koru…
Bu Yakut destanını bir Orta Asya destancısının sesiyle okumalı. Yahut en iyisi You Tube’a Juliana Yakut yazıp onun ağız kopuzunu dinlerken okumalı. Yakut kızı Juliana’nın sesi ile Akbaş’ın Şaman Anası’nın sesi birbirine karışmalı.
Ahmet Cevat’ı biliriz bilmesine, onun o ihtişamlı Çırpınırdın Karadeniz’ini boğazımız yırtılırcasına okuruz okumasına ama onun memleketini, Göy-göl’ü bilir miyiz? Gidip görmeyenimiz çoktur elbette ama Ali Akbaş’ın şiirinden Göygöl’ü bir efsane gibi okumamız mümkündür:
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillâh demeden yıkanmasınlar:
Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı…
Efsaneden, masaldan kurtulamaz Ali Akbaş. Mısralarında masallardan, efsanelerden izler vardır. Cinler, devler vardır. Tuttuğu gül alev alevdir, atınca su tutuşur. Göygöl bazen tüllere bürünmüş bir kızdır, bazen feleğin düşmüş aynası. Bazen de ağlayan göz gibi buğuludur. Sanki Tepegöz’ün babası çoban, peri kızını orada yakalamıştır. Köroğlu, Kaçak Nebi hep oralarda at sürmüştür. En iyisi bir tar eşliğinde dinlemeli şiiri. Çünkü şiir musikidir. Şükrü Elçin’in Doğu Türkistan’dan getirdiği bir taşa yazılır şiir, yine musiki olur:
İşte şu ince yol gider Turan’a
Bir mızrak ormanı tuğlar gölgesi
Savaşlar döş döşe kıran kırana
Duyuluyor ok ıslığı nal sesi
Bir arzuhâlim var Bahadır Hân’a
Kalksın aradaki zaman perdesi
Tarihi gizleyen duman perdesi.
Akbaş’ın şiirinde zaman perdesi kalkar. Manasçının kopuzunda, Alpamısçının dombrasında olduğu gibi. Mısralar perde perde musiki olur; musiki eski zamanlara giden yol olur.

Zampok Eyin Pi?
Sanılmasın ki Akbaş’ın şiirinde sadece Turan var, destan var; karlı dağ, derin göl, çorak bozkır var. Onun kaleminde her şey şiir olur:
Leylâ’nın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
Kumsalda bir kedi gibi uysal
Dalgalar ayağımı yalıyor
Şiir oluyor
Bahçede çim biçiyor bir ihtiyar
Kokusu genzime doluyor
Şiir oluyor…
Evet, gören gözler, hisseden yürekler için her ânımızda, oturduğumuz kalktığımız her yerde şiir var. Şiir var ama şairin kalemi değerse şiir ortaya çıkar. Dilin ahengi mısralara yansırsa şiir ortaya çıkar. Anlam duyguya, duygu sese bürünürse şiir ortaya çıkar. Aksi “cambaz”lıktır:
“Zampok eyin pi?” Yani,
“İp niye kopmaz!…”
Diyor şair
Azizim
Niçin kopmasın ip?…
Siz bu kadar gererseniz
İp kopar
Cambaz düşer
Seyirciler dağılır
Ve bir anda
Yasa dönüşür eğlence.
Şiirin sesini, ahengini, içindeki ince duygu ve manayı yok eden şaire (müteşaire mi desem?) bir itirazdır bu. “İpi gerenler” deyince aklınıza kim geliyorsa işte onlar Türk şiirini, dilin sesini yok etmeye çalıştılar, şiir okuyucusunu dağıtmaya çalıştılar ama elbette yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen bir dil, birkaç “cambaz”ın kalemiyle ahengini kaybedecek değildi. Bizim hüznümüzün, bizim sevincimizin, bizim yasımızın, bizim zaferimizin şiirini yazan şairleri bu dil elbette var etmeye devam edecekti. Genç Korkut Akbaş’tan Ali Akbaş’a evrilen şairimiz işte bunlardan biridir.

Yakup Ömeroğlu ile


ALİ ABİ VE BAZI HATIRALAR
Yakup ÖMEROĞLU
İnsanların hayatındaki bazı küçük kesitler, onların ruh derinliklerini anlamak için büyük imkân tanır. O kısa sürelerde, âdeta insanın iç alemini, ruh dünyasının gizli köşelerini örten perdeler kalkar ve insan, bir anlığına makyajlarından arınmış olarak ortaya çıkar. Bu kesitler gece yağmurunda şimşek aydınlığı gibidir.
Ali Akbaş’ın 80. Yaşı anısına hazırlanan kitap için kaleme alınan bu yazıda, onun hayatında benim şahit olduğum ve onu daha yakından tanınmasına imkân sağlayacağını düşündüğüm hatıraları anlatmak istedim.
Bu yazı vesilesiyle düşündüm de ben, Ali Akbaş abiyi, 35 yılı aşkın bir süredir tanıyorum ve bu zamanın son 25 yılında çok yakın ilişkilerimiz oldu.
O bizim abimizdi, daha doğrusu büyük abilerimizdendi. Abilik, biraz hamiliği, biraz hocalığı arkadaşlık hamuru ile birlikte içine alır. Bu yüzden “abilik”, bizim nesillerde başkanlık, hocalık gibi pek çok ilişki türü ve unvandan üstün tutulur. Bir Kerkük türküsü, “ben sana bey derim, daim beyler bey olur” diyor. Abilik de öyle bir şeydir. Abilik ilişkisinin üzerine çok az şey çıkabilir.
Ali abi, bizden önce pek çok nesile de abilik yapmıştı.
Denebilir ki, Ali abi Ankara’ya tayin olduktan sonra Başkent’te kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenen pek çok insanın sanat anlayışına, düşünce yapısına tesir etmiştir. O abilik yaptıklarına gönlünün kapısını açtığı gibi evinin kapısını da açar ve muhterem eşleri Ayten abla bu gençlerin ablalık görevini de hiç sorgulamadan üstlenir.
Bizim Ali abinin evine davet edildiğimiz zaman Oran semtinde Anadolu sitesinde oturuyordu. Hâlbuki asıl efsane ev ortamı Emek Mahallesindeki evidir. Kimler misafir olmamıştı ki o eve: Bayram Bilge Tokel, Cemal Kurnaz, Yağmur Tunalı ve pek çok isim. Zamanın ruhundan ve Emek mahallesinin merkezi oluşundan mıdır bilmem o evin atmosferini yaşayanlar bugün de özlemle o hatıraları anlatıyorlar. Biz Anadolu Sitesinde Ali abinin evine davet edildiğimiz de oğulları Taşer ve Emre’nin bağlamalarını dinledik, küçük oğlu Selçuk ise bütün kaidelerini icra etmek istercesine zor söylenen, müzik yapısı ağır olan “Dağlar dağlar viran dağlar… ” adlı Balkan türküsünü söylerdi. Bu bir tür kültür mahfili olan evde yalnızca Ankara’da yaşayan gençler, kültür sanat adamları konuk edilmezdi. Türk Dünyası’ndan Ankara’ya yolu düşen şairler yazarlar da uğrar hatta bazıları günlerce Abinin evinde misafir edilirlerdi. Mesela Yakutistan’dan gelip Ankara Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan ve Saha Yakut kültür ve edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasına önemli katkılar sunan Yuri Vasley bunlardan biriydi. Onun ziyaretlerinin birinde ben de Ali abinin evindeydim ve merhum Yuri hoca aileden birisi gibi eve geliyor ve çocukların amcası olarak bu sıcak aile ortamını paylaşıyordu. Ama Türk Dünyası’ndan Ankara’ya gelip Ali abinin evinde misafir edilenlerden en ilginci Çuvaş Şair Raisa Sarbi olsa gerek. Sarbi Türkiye Türkçesini neredeyse hiç bilmiyordu ve Ayten abla da doğaldır ki hiç Çuvaşça bilmiyordu ama onların kendi aralarında yaptıkları sohbeti Ali abi uzun yıllar keyifle anlattı ve hayretle “anlaşamıyorlardı” diye bu sohbetten bahsederdi. Özbek şair Tahir Kahhar, Azerbaycanlı Doktor Ramiz Bey ve daha niceleri Ali abinin aile ortamını ve evini hiç çekinmeden ziyaret edenlerdendi.
Bu güzel evin insanlardan başka konukları da olurdu: Balkona gelen kuşlar… Diyeceksiniz ki bütün balkonlara kuşlar konar. Evet, ama Ali abinin misafirleri henüz yumurtadan çıkmış güvercin yavruları. Güvercinler balkonlarına yuva yaptığını görünce balkonun kapısını çekip onlar rahatsız olmasın diye uzun süre balkonlarını kullanmazlar ama balkon kapısından da onları keyifle izlerler. Ailece ve günü geldiğinde yumurtalardan güvercin yavruları çıkar anne babaları yavruları beslemektedir ama henüz yumurtadan çıkmalarına kısa bir süre olmuştur ki artık anne baba güvercinler görünmez olurlar işte bunu fark eden Ali abi 3 yavru güvercinin anne babalığı görevini de üstlenir. Bu çok zordur elbette, yeni doğmuş kuşlara ne yedirilir, onların sağlıklı gelişmeleri için nelere ihtiyaçları var, nasıl beslenebilirler, büyümeleri için ne yapmak gerekir, Ali abi büyük bir heyecanla önce bunları öğrenir ve hazırladığı mamayı balıkla yavru güvercinlerin ağzına vererek onları sevgiyle şefkatle büyütür ve günü geldiğinde artık yuvadan uçarlar onun bu merhametini şefkatini bilen dostları da yardıma ihtiyacı olan kuş yavrularını getirip ona emanet verirler. Mesela Naci Bostancı’nın anne babasını kaybeden kuşları Ali abiye getirip emanet ettiğini hatırlıyorum Ali abi o yavruları da büyük bir özenle besleyip büyüttü ve yuvadan uçurdu.
Abilik; biraz hamilik, biraz hocalık ve biraz da arkadaşlıktır demiştik ya bir kış günü görüştüğümüzde onun yorgun hatta biraz da üşütmüş ve rahatsız olduğunu fark ettim ne olduğunu sorduğumda anlattığı hikâye çok ilginçti:
Hasköy’de bir bekâr evine gitmişti gece. İki battaniyeyi koltuğunun altına alıp o bekâr evindeki gençler üşümesinler diye dolmuşlarla otobüslerle gençlerin evine varmıştı. Gençlerin evinde yakacaklarının azaldığını duymuştu başkalarından, hem hâllerini görmek hem de iki battaniye götürüp ısınmalarına destek olmak için soğuk Ankara gecelerinde yollara düşmüştü. O yıllarda akşam olduğunda dolmuş ve otobüsler son derece azalırdı. Dönüşte, geç vakitte araç bulmak için beklerken bir miktar üşümüştü. Kırgınlığının ve yorgunluğunun sebebi yaşadığı o soğuk geceydi.
Şiir sözlerle resim çizmektir biraz da ama Ali abi fırçayla resim çizmeyi çok arzu ediyordu onun karakalem çalışmaları, karakalem portre çalışmaları aslında dostlar arasında meşhurdu son derecede başarılıydı kaç yağlı boya takımı kuruttu bilmiyorum ama resim çalışmak için, yağlı boya resimler yapmak için malzemeler aldığının ben şahidiyim. Kelimelerle tablolar çizen usta yağlı boyayla gönlünün renklerini tuvale yansıtma imkânını maalesef hiç bulamadı ama onun için sevdiklerinin karakalem portrelerini çizmek hoş bir tutkuydu. Âdeta sohbet esnasında bir ağaç gölgesinde çay içerken siz farkında olmadan Ali ağabey bir karakalem portresini çizip size uzatabilir.
Resim çizme isteği onda sıradan bir tutku değildir aslında resimden anlayan, resimleri yorumlayabilen bir resim kültürüne de sahiptir Ali Akbaş. Ünlü Alman besteci Hans Eisler şöyle diyordu: “Sadece müzikten anlayan, müzikten hiçbir şey anlamaz”. Ali Akbaş için de sanat bir bütündür: resim de, müzik de, heykel de, geleneksel sanatlarımız da ve hayatın kendisi… Müzik demişken Ali abinin Türk halk müziği ile ilgili kültürü emsalsizdir. O türkülerimize bir başka bakar, türkülerimizi bir başka dinler. Halk müziğiyle uğraşan müzisyen dostlarım da dâhil çok az kişide Ali abinin türkü kültürü kadar geniş ve derin bir birikime rastladım. “Türküler bizim romanlarımızdır” diyordu ya Yahya Kemal, Ali abi de türküleri biraz öyle dinler, biraz öyle okur. Türküleri dinlerken Anadolu’nun dertlerini, çilelerini yüreğinde hisseder ve oradan bir kültür tarihi çıkarır. Bizim türkülerimizdeki şifreleri çözer. “Elif dedim, be dedim, kız ben sana ne dedim” diye başlayan türküyü, pek çok kişi türkünün bu mısralarını kafiye tutturmak için söylenmiş zannederek hafife alır. Ama Ali abi türküyü söyleyenin sevdiğinden su istediğini düşünür. Elif ve be yan yana geldiğinde eski dilde ab olur ki bu da su demektir. Pek çok husus vardır türkülerde onun fark ettiği belki bu yüzdendir en güzel türkülerimizden ikisinin ona ait oluşu. “Kimse çekmez türkülerin çektiğini kervanda buğradır bizim türküler.” Türküler şiirinin bir başka mısraında; “Bizim kızlar bulmayınca dengini ya türkü yakar ya kendini” diye Anadolu’nun genç fidanlarının yaralarına ortak olur. Bu geniş halk müziği kültürünü, diğer bütün alanlarda olduğu gibi çevresindekilerle de paylaşır, onların da zevklerinin, bilgilerinin, kültürlerinin gelişmelerine katkıda bulunur. Bu manada kıymetli eşleri Ayten ablanın müzik zevki ve kültürü de eşsizdir. Oğulları Taşer’in nikâh merasimi yapılacaktır, Ankara’nın güzel salonlarından birisi Atakule’nin içindeki nikâh salonu kiralanır ve Ayten abla salon görevlilerine misafirlerin karşılanması sırasında ve merasim süresince Türk sanat müziği eserlerinin çalınmasını istediklerini ifade eder ve lütfen Sadettin Kaynak’tan bu tarafa gelmeyin, eski eserleri dinletin diye de özel bir talimat verir. Bilmem, kaç kişi farkındadır; Sadettin Kaynak’tan sonra sanat müziği eserlerimizin bestelerinin arabeskleştiğinin. Bestelerdeki bu seviye zafiyeti Ayten ablayı rahatsız etmektedir Ayten ablanın salon görevlilerini bu tarzda uyarmasından Ali abi son derece memnun olmuştu ve bunu sonraki dönemlerde de sık sık dile getiriyordu. Çevresinde olan herkesin, hepimizin yalnızca şiir ve edebiyat zevkinin değil, müzik ve resim zevkinin gelişmesinde de onun tutumunun, davranışlarının, yaşayışının önemli katkıları vardı elbette.
Yazılan şiirlerin, hikâyelerin, yazıların sevdikleriyle ve zevkine güvendikleriyle karşılıklı okunması, istişare edilmesi Ali abinin sık yaptığı davranışlarındandı. Yeni bir şiiri, yeni bir hikâyeyi karşılıklı olarak dostların birbirine okuması çok ayrıcalıklı bir durumdu elbette. Eserlerinin kendisi olduğu gibi, bazen onlara isim verme de bu istişarelerin konusu olurdu hatta yalnızca şiirlerin, hikâyelerin, kitabın ismi değil yapılan televizyon-radyo programlarının isimlerini de tartışırdık. 2008 yılı olmalı, sanatçı dostumuz İrfan Gürdal’la TRT’de bir program hazırlığındayız. Programda Türk Dünyası’ndan müzikler olacak. Bu müzikleri İrfan Gürdal’ın şefliğinde Türk Dünyası Müzik Topluluğu icra edecek, Türk Dünyası’ndan sanatçılar davet edeceğiz ve müziklerin arasında da Türk Dünyası’yla ilgili sohbet bölümleri olacak. Ben de bu sohbet bölümlerinde İrfan’la beraber bulunacağım. Programın adını bulmakta zorluk yaşıyorduk çünkü daha önce hiç kullanılmamış bir isim olmalıydı bizim önerdiklerimizin hemen tamamı ya beğenilmemiş ya da daha önceden başka programlar tarafından kullanılmış çıkıyordu. Programın hazırlık aşamalarında Ali abi ile istişare ediyorduk isim bulamadığımızı söyledik. Programa bir ad konulmalıydı, Ali abi birkaç teklif sıraladı ama onun teklifleri de daha önce kullanılmış isimlerdendi. “Ayten’e soralım” dedi. Daha önce Ayten abla Bayram Bilge Tokel ağabeyin programına isim koymuştu. Çok geçmeden bizim programımıza da bir isim buldu: Programımızın adı Gönül Bağı olacaktı. İlginçtir gönül dağı adında birkaç kez program yapılmış ama hiç kimse Gönül Bağı adında, bir program adı olabileceğini düşünmemişti. Bu güzel isim bizim programımızla başladı. Hem gönüller arasındaki ilişkiyi; halklar, sanatlarımız, tarihimiz arasındaki bağları hem de bahçe anlamındaki gül bağı gibi güzelliklerle dolu bir mekânı çağrıştırması bakımından Gönül Bağı çok güzel bir program adıydı ve bizim programımıza da çok uygundu. Sonraki yıllarda Gönül Bağı ismini TRT başka yapımlar içinde kullanmaya devam etti.
Ali abi dostluklarına çok kıymet verir, bir şehir birkaç kişiyle anlamlıdır der, birkaç dostu o şehirde yoksa o şehrin ışığı da onun için sönmüş demektir.
Ali abinin Türk kültürüne ve onun değerlerine olan bağlılığı çok yüksektir. Bunun en güzel örneğini Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı ile ilgili çalışma esnasında yaşadığımız bir hatırayı paylaşmak isterim. 2007 yılıydı ve biz Avrasya Yazarlar Birliği olarak faaliyetlerimize yeni başlamıştık. 2008 yılının Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı olduğunu fark etmiş ve bununla ilgili çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorduk. Birkaç yönetim kurulu toplantısını yalnız bu gündemle yaptık. Kaşgarlı Mahmut’un bininci yılını uluslararası bir seviyede kutlamalıyız bunun temini için bizim yapabileceklerimizi sıralamıştık. Bu seviyeye ulaşılamazsa hiç değilse bir ya da birden çok Türk devleti bu yıla sahip çıkmalı ve devlet seviyesinde kutlamalıydı. Bunların hiçbirisini başaramazsak biz Avrasya Yazarlar Birliği olarak kendi imkânlarımız ölçüsünde bu yılı kutlama gayretine girecektik. Kültür Bakanlığına, Millî Eğitim Bakanlığına gelecek yılın Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı olduğuna dair yazılar yazdık, darphaneye bininci yıl hatıra parası basılması için, postaneye Kaşgarlı Mahmut pulu çıkarılması için müracaatlarda bulunduk. 2007 yılının sonbaharında Bakü’de Türk Dünyası Kurultayı toplanıyordu. Kurultayın açılışında devlet başkanlarımızın Kaşgarlı Mahmut yılını kutlayacaklarına dair konuşmalarında ifadeler bulunmasını veya kurultayın sonuç bildirisine bu hususun dâhil edilmesi için girişimlerde bulunduk. Bu arada yönetim kurulunun önünde mühim bir mesele daha vardı Kaşgarlı Mahmut’un eşsiz eseri Divanı Lügatit Türk gibi kayıp olan ama bazı kaynaklarda varlığından bahsedilen hatta Kaşgarlı Mahmut’un kendisinin Türkçenin gramerini yazdım dediği Kitab-ı Cevahirin bininci yılda bulunması için bir kampanya düzenlemeye karar vermiştik. Bilindiği gibi dilimizin emsalsiz eseri Divanı Lügatit Türk de uzun yıllar kayıptı aydınlar onun varlığını biliyorlardı fakat kendisini gören olmamıştı. Ali Emirî Efendi, Divanı Lügatit Türk’ü buldu ve Türk Dünyası’na, insanlığa hediye etti acaba Kitab-ı Cevahirin de bulunabilir miydi? Bulunmasa da böyle bir kitabın varlığından uluslararası kamuoyu daha yakından haberdar edilip farkındalık oluşturabilir miydi? Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu amaçla bir ödül ilan edecektik. Ödülün miktarını yönetim kurulu uzun süre tartıştı, ödülü altınla vermeye karar verdik. Altının miktarı ise bininci yılda 1000 altın olacaktı. Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılında onun kayıp eseri Kitab-ı Cevahirin’i bulan kişiye 1000 Cumhuriyet altını ödül verilecekti, bu kararı verilmişti. Arkadaşlarımızdan birisi sorma ihtiyacı duydu: 1000 Cumhuriyet altını bizim için oldukça büyük bir meblağdı eğer bir kişi ben Kitab-ı Cevahiri buldum diyerek gelirse, biz 1000 Cumhuriyet altınını nereden bulacaktık? Bu soru sorulduğunda yönetim kurulunda önce küçük bir tereddüt oluşmuştu ki Ali abi hiç tereddütsüz şu cevabı verdi: Benim oturduğum ev 1000 Cumhuriyet altınından fazla eder. Ben evimi bu ödülün fonuna koyuyorum. Eğer Kitab-ı Cevahirin bulunursa evim satılıp ödülün parası sahibine ödenecektir. Bu süre içerisinde bana hak vâki olursa vasiyetimdir bunu böyle yaparsınız.
Ali abinin oturduğu bir evi vardı ve o evi de Kaşgarlı Mahmut’un, Kitab-ı Cevahirin adlı eserinin bulunmasının ödülü olarak, bulan kişiye vermeye hiç tereddütsüz razıydı. Evet, onun Türk kültürüne ve tarihine gönülden bağlılığını anlatmak için pek çok hatıra bulunabilir ama bence en çarpıcı olanı ve Ali Akbaş’ı en iyi anlatanı onun Kitab-ı Cevahirin hatırası olsa gerektir.
Ali Akbaş hayatını bu adanmışlıkla yaşamış, büyük bir şair ve kültür adamıdır. Onun dost halkasında bulunmak, dostlar arasında sayılmak, talihin bize sunduğu büyük bahtımızdır.

AİLEMİZİN VELİSİ ABİM
Ziya AKBAŞ
Ailemiz, Kahramanmaraş ilinin Elbistan ilçesine bağlı Maraba köyündendir. 1960’lı yılların başında Ceyhan Nehrinin, Söğütlü Çayı ile birleştiği, ilçeye 3-4 km mesafede olan Su Çatındaki ovaya yerleşmişiz. O yıllarda kalabalık ailelerden olan AKBAŞ ailesi 13 kardeşten oluşmaktadır. Kardeşlerin en büyüğü Ali abim olup, ben ise 7. Sıradayımdır. Dünyaya gelişim, Harman zamanı harman yerinde olmuştur (Ağustos sonu Eylül başı). O zamanlarda alışagelmiş şekilde nüfusa doğru yazılmadığı aşikardır ki kimlikte Mayıs 1962 yazılıdır (doğum yılı da meçhul). Rahmetli Anam bir rençber gibi hayvanların bakımı, tarla işleri ile ilgilenirdi. Aynı zamanda sabah kalktığımızda çorbamız ve sıcak kömbemiz hazır olurdu, sanki hiç uyumazdı. İlçemizin Sık Memmet, Sefer ve Horey Hüseyin gibi mecnunlarının doyurulması ve temizliği de anama aitti. Rahmetli Babam ise tam da Abimin ‘Babam’ şiirinde tarif ettiği gibi bir rençberdi.
Babam
Bazı an öyle yaman
Dünya korkar sanırım
Biraz sabır ve iman
Ben babamı tanırım
Harman yanarken gördüm
Yağmur yağarken gördüm
Güler ağlarken gördüm
Ben babamı tanırım
Babam en büyük çeri
Ekmektir alın teri
Uy babamın elleri
Ben babamı tanırım
Evimizin direği
Ne büyüktür yüreği
O erkeğin erkeği
Ben babamı tanırım
Büyüktür dağlar kadar
Bulunmaz ona uyar
Azıcık parası var
Ben babamı tanırım
O toprakla güreşir
Öküzüyle dilleşir
Dünyamız güzelleşir
Ben babamı tanırım
Yine Ali Abimin Söğüt ve Serçe yazısındaki serçeler gibi her birimiz korunaklı bulduğumuz ve rızkımızın tayin olduğu barınaklara uçtuk.
Abim ailenin okuyan ve en büyüğü olması hasebiyle bizim, akrabalarımızın, komşularımızın VELİSİ idi. Kitap sevgisi, okuma alışkanlıkları abimin getirdiği kitaplar sayesinde başladı. Okuma alışkanlığı o kadar içimize işlemişti ki, kitabı bitirmeden uyuyamıyordum. Şartların zor olduğu o yıllardan unutamadığım bir hatıradır ki; Rahmetli Anam gecenin bir yarısı kitap okurken (gaz lambasının gazı boş yere gitmesin diye) geldi ve ‘Oğlum, gündüze kıran mı girdi?’ dedi. Ardından, ışık anahtar deliğinden ve kapının eşiğinden görünmesin diye, elime gelen bez parçalarıyla kapatır ve okumaya devam ederdim.
80’li yıllarda sokaktaki siyaset okullara kadar girmişti. Abilerimizin siyasi görüşlerinin faturası aileye ve yakınlarımıza kesiliyordu. O zamanlarda maalesef okulu bırakmak zorunda olan kardeşlerimiz oldu fakat benim lise eğitimim bir türlü bitti. Üniversiteyi kazanamamıştım, Ankara’ya Velim olan abimin ve yengemin kanatlarının altına girerek sınava hazırlandım, çok şükür başarılı olmama vesile oldular. Erciyes Üniversitesini kazanmıştım, abim Kayseri de arkadaşı olan rahmetli Şükrü Karaca’nın himayesine gönderdi ve okula başladım.
Hayat yeni başlamıştı, okul, askerlik bitmişti, iş yoktu. Ankara’nın Emek semtinde bulunan 2 göz odalı evinde, Öğretmen maaşıyla ailesine bakan Ali abimin yanına sığınmıştım. Yengem, bir yuva kurmam gerektiğini düşünerek (benden kurtulmak için) yeğeni olan eşim Nurcan ile tanışmama vesile oldu. Eşim ise kısmetiyle geldi ve kurumsal bir şirkette muhasebeci olarak iş hayatına başlamış oldum. Ali abim, oğullarım; Tarık Turan’ın, Taha Tuğrul’un ve Ahmet Alp’in isimlerini koyarak bizlere olduğu gibi yeğenlerine de ömürlerinin başında veliliğini yapmıştır.
Velilik vasfını yüklediğimiz abim, memleketimizin Ankara’daki kapısıdır ki; hastası olan, okullusu olan, yolcusu olan herkesin sıcak bir çorba ve yatak veren konumunun yanında neticede beş çocuklu bir aile babalığı vardır. Dünya malına karşı son derecede kayıtsızdır, parasının hesabını kitabını bilmez, kendisine ihtiyacını bildiren hiç kimse eli boş dönmemiştir. Abimin en büyük dayanağı olarak gördüğümüz yengemin şehirli bir esnaf kızı olmasının artısı, abimi ve evin bütçesini çekip çevirir, denkleştirmesidir.
Abim şiire, edebiyata, sanata dolayısıyla mesleğine aşıktır. İnsan yetiştirmek, gençlerin ruhuna dokunmak, onları geleceğe hazırlamak başlıca çabasıdır. Mesleğinin kutsiyetine evlatları da inanmış olmalı ki; Taşer ve Selcen üniversite de akademisyen, Elif ve Selçuk ise öğretmendir. Aralarından sadece Emre mühendisliği seçmiştir ki o da sazı ile abimin ozanlık geleneğini devam ettirmektedir.
Abim, Ülkenin çeşitli illerinde ve ilçelerinde öğretme mesleğini ifa etti. 65’inde üniversiteden emekli olunca bir ara boşluğa düşer gibi oldu fakat sonrasında Avrasya Yazarlar Birliğini kurdular. Bu süreçte derginin sermayesine katkı sağlamak için kullandığı sigarayı terk etmesine vesile olmuştur. Sayıları aylık çıkan, Kardeş Kalemler Avrasya Edebiyat Dergisi ile abim 10-15 yaş birden gençleşti. Dernek ve dergi vasıtası ile Türk İslam Dünyasına hitap eder oldu.
Avrasya yazarlar birliği bünyesinde oluşturdukları şiir ve yazar atölyesi vasıtasıyla yüzlerce gencimizin kültür ve sanat vadisinde kanatlanıp yetişmesini sağladılar.
İnsani ilişkilerde hep vermeyi ve tevazuyu âdet edinen abim, özellikle şiir ve sanat konusunda asla taviz vermez, kendisine gelenlerin içinden bir kabiliyet gördüğü anda onu asla bırakmaz ama bazılarının geçici heveslerini sezdiği anda da “sen bu şiir sevdasından vazgeçsen iyi olur” diye kestirip atmaktan da çekinmez.
Ali abimin gençlik yıllarında şiirlerine konu olan hayallerle süslediği Türk Dünyasını, Demir Perdenin yıkılışından sonra adım adım gezmiş, gönül coğrafyamızdan yüzlerce kültür sanat adamıyla kopmaz dostluklar kurmuştur.
Gün gelmiş Bosna’nın bahtsız yetimlerine ağıt yakmış, gün gelmiş Hazreti Türkistan (Ahmet Yesevi)’nin eşiğine yüz sürmüş Orta Asya Türklerinin yiğit liderine destanlar yazmıştır. Ülkemizin tarihine geçen 15 Temmuz Destanı olarak adlandırdığımız, atlatılan badirede de kendisiyle birlikteydik;
15 Temmuz gecesi biraderimizin evinde idik. Ahlaksız kalkışmayı öğrendiğimizde birçok gazi ve şehit gibi biz de genel kurmayın önüne gitmeye karar verdik. Abdestlerimizi tazeledik yola çıkacağız, abim” kardeş kravatlarımızı takalım dedi” niçin diye sorduğumda, “başımıza bir hal gelir ise çapulcular sokağa çıkmış demesinler” dedi. Orada abimi gençlik yıllarına götüren bir hatıra yaşadık: 10 kadar delikanlı slogan atarak giderken hainlerin helikopterden üzerimize ateşine maruz kaldık, gençlerden birkaç tanesi biraz tereddüt etti. Delikanlılardan biri ‘ölümden korkuyordunuz niçin yola çıktınız’ dediğinde, gençler önlerinden geçen yaralıları görmeden memleket savunmasına biraz daha güçlenerek devam ettiler. Abimin güzel bir sözü vardır ki” biz öğretmenler, öğrencilerimizin yaşındayız” Abim, o an gençlere öyle hayranlıkla bir bakışı vardı ki, kendisinin gençlik yılları gözümün önüne gelmişti.
Elhamdülillah o geceden hem Ülkemiz hem de biz sağlıkla çıktık. O geceye dair abimin dergide yayınlanan yazısını paylaşmak isterim;
15 Temmuz!
Bu kâbus gecesi tarihimizde bir dönüm noktasıdır. O gece koynunda yılan yakalayan bu millet bir varlık yokluk mücadelesi verdi ve yüzünün akıyla çıktı bu mücadeleden. Kendisine tuzak kuranların tuzağını başlarına geçirdi.
İhanetin en tehlikesi maskeli olanıdır. Hak suretine bürünerek gelendir. İşte yine öyle oldu, din maskesine bürünerek geldi ihanet. Lavrens gibi evliya menkıbelerini ve peygamber kısalarını ezberden okuyan bir hoca suretinde geldi. Mazlumların sığınağı bir hami suretinde geldi. Çünkü o kitleler, laikliği dinsizlik şeklinde uygulayan, aynı üst aklın piyonları tarafından öylesine bunalmışlardı ki, aldanmaya can atıyolardı. Deccal’ı Mehdi sandılar ve kolayca aldandılar. Salya sümük ağlayarak vaazlar veren bu münafık; bülbül gibi ötüyor, karga gibi nane yiyodu.
“Hubbül vatan minel iman” diyor ecdadımız. Yani “Vatan sevgisi imandandır”diyor. Eğer başarılı olsalar şehit kanıyla sulanmış bu ata toprağını beş paraya satacaklardı bu hainler. İman bunların neresinde!…
Ama artık yol bitti çırılçıplak yakalndı kalpazanlar. Hem de kendisini aydın sanan sanatçı müsveddelerinin ve zibidi sosyetenin adam yerine koymadığı geniş halk kitleleri tarafından der dest edildiler. Kıskıvrak yakalandılar. “Hain havflı olur “ derler Bunlar da ihanetin verdiği tereddüt, bir eziklik içinde korkaktılar. Murdarv et yiyormuş gibiydiler. Karşılarında iman ehli delikanlıkları, anaları, bacıları görünce dizlerinin bağı çözüldü, birer birer teslim oldular.
“Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!” derken Büyük Akif, milletininseciyesini tanıyormuş meğer. “At binicisine göre şahlanır” derler. Bu millet de eğer yöneticileri yiğitse, önderini bulmuşsa hiçbir engel dinlemez. Destanlar yaratır.
Nitekim Cumhurbaşkanımızın davetiyle, caddeleri, sokakları, meydanları dolduran bu millet, kendini paletlerin altına atarak, tankları egzozuna gömlek tıkayarak ihanete geçit vermedi, Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin fillerine benziyordu tanklar: daha bıyığı terlememiş delikanlılarsa, akın akın uçan ebabiller gibiydi. Rabbimin inayetiyle ebabiller filleri yendiler.
Fakat o gece Başbakanımız Binali Yıldırım’ın torununun, bir çocuk safiyetiyle sorduğu soru ne kadar manidar:
– Dede, bu askerler bizim askerlerimiz değil mi, niye bizi vuruyorlar? Deyince gözyaşlarını tutamamış, ne cevap vereceğini bilememiş Binali Bey. Bu milli eğitim sefaleti böyle devam ettikçe, sorularıyla daha çok bunaltacak torunlarımız bizleri. Bir milletin gençliği her devirde böye kıblesi belli olmayan ajanlara emanet edilirse milletine ihanet eden daha çok ‘mankurtlar’ yetişecek; milleti kurtarmak da hep bizim gibi “karnını kaşıyanlara” kalacak.
Ogeceyi ve yaşananları Kardeş Kalemler dergisi olarak biz de sayfalarımıza taşıyalım, kendi kalemimizle yaşananlara, yaşadıklarımızla şahitlik edelim istedik. Arkadaşımız Ahmet Aslan, o alçak darbe girişiminde oğlu ile birlikte Genel Kurmay önündeydi ve yaralandı. Aldığı iki kurşun hayla vücudunda iken o karanlık geceyi anlattı. Yine dostumuz ProfDR Salih Yılmaz, Külliye nöbetçilerindendi. Gün ağırana kadar Beştepe’de Cumhurbaşkanlığı önünde yaşadıklarını yazdı. Osman Çevikso, komşusu olan bir şehit babasının dilinden anlattı yaşananları. Bünyamin Zile, Kazan’ı yazdı. Ve diğer arkadaşlarımız da kendi şahitliklerini yaptılar.
Ben de o gece kardeşim Ziya, oğlum Emre ve gelinim Havva ile Genel Kurmay önündeydim. Gördüklerimi yaşadıklarımı ne şiire sığdırabiliyorum ne yazıya. Belki gelecekte, yüreğim soğudukça ben de yazar sizlere arz ederim.
Şehitlerimize Yüce Yaratandan rahmet diliyoruz. Ya Rabbi onları Bedr’in Aslanlarının safına kat,cennetinle müfakatlandır! Gazilerimize medyunu şükranız; bu büyük davranışınızın ecrini ancak ebedi alemde alacaklarınız karşılayabilir, bizler sizin için ne yapsak az!
Allah, milletimize böyle bir kabusu bir daha yaşatmasın! Amin.
O, bizim sadece abimiz değil, yeri gelmiş öğretmenimiz olmuş, yeri gelmiş babalık etmiştir.
Fikri şahsiyetimizin oluşmasında rehberimiz olan sevgili abim, bizler kardeşiniz olarak iftihar ediyoruz. İnsan Velimize, Abimize sağlık, mutluluk ve hayırlı ömürler diliyorum.



ALİ AKBAŞ AĞABEYİME
Efendi BARUTÇU
Biz Ali Ağabeyimle “gönül dostu”, “yol kardeşiyiz”. O bana hep gönlünün derinliklerinden gelen bir sesleniş ile “Efendim” der. Bizim oralarda bu tabir bir sahiplenmenin, bağrına basmanın, muhatabını kendinden saymanın ifadesi kabul edilir. (Cihanım, Kürşatım, Oğuzum, Meleğim, Gülşahım gibi).
Menzilimiz sırât-ı müstakîm üzere halka hizmeti Hakk’a hizmet telakki eden bir anlayışla “huzurlarla örülmüş, sevgilerle donatılmış bir Türkiye idi…”
Ali Ağabey dost insandır. Tarihe dost, tabiata dost, ovalara, ırmaklara, göllere dost, fikre dost, sanata dost, Halik’ın hatırına bütün bir mahlûkata dost. Nebâte, kuşa dost, öyle ki şiirlerden sofra kurar kuşlara. Özelliklede Türk’e dost Türkülere dosttur. Türk Milliyetçiliğinin büyük mürşitlerinden merhum Nevzat Köseoğlu’nun ”mahşer gününde birbirimizi Türkülerimiz ile tanıyacağız” dediği gibi bu fani dünyada hiçbir şeye metelik vermeyen Ali ağabey de bir türkü dinleyebilmek için Huma Kuşunun büyük sanatkârına: “Kerem et Mükerrem bir Türkü söyle” diye seslenir.
Ali ağabey ölümsüz mısralarıyla Aral’dan, Tuna’ya; Kaşgar’dan Endülüs’e; Kerkük’ten Hakasya’ya hüzün yüklü bulutların altında kanatlanır durur. Vatan toprağının “Ağ Kartalın onulmaz yarasına merhem olması gibi” Ali ağabeyde gönül yaralarımıza ata topraklarından şifalar aramaktadır. “Melâli bilmeyen nesle âşina değiliz” diyen bir büyük sanatkâr. Sanki Ali ağabeyi tarif etmektedir.
Daha gencecik bir üniversite öğrencisi iken Kaf dağının arkasından çıkıp gelmesini beklediği büyük kahramanına:
“Sende bütün umutlar
Göğe yükselsin tuğun
Haykırıyor bozkurtlar
Selam sana Başbuğum
Türklük bir yiğit arar
Tanrı dağları kadar
Canlansın hatıralar
Selam sana Başbuğum
Semerkantlar Kerkükler
Yaslı yaralı Türkler
Artık Alparslan kükrer
Selam sana Başbuğum
Altaylar’dan Tuna’ya
Yeniden bütün dünya
Görsün korkulu rüya
Selam sana başbuğum
Tanrım güç versin sana
Acısın Türkistan’a
Selâm selâm Turan’a
Selâm sana başbuğum
Mısralarıyla seslenirken de Türklüğün kara talihinin yeniden Ak şafaklara dönüşeceği “Tanrı Dağları’nın gözyaşlar” nın dineceği günlerin hasretini duymaktaydı.
Ali Ağabeyin 14. kardeşiyim. Bizimkisi yol kardeşliği, bu çoğu zaman bel kardeşliğinden de ileri bir kardeşlik.
Kendisine –aşağıda sizlerle paylaşacağım- mahbes yıllarında, otuz dokuz yıl önce yazdığım ve tanışıklığımızın da kısa hikayesi’nin yer aldığı mektubumu ve cevabî mektubunu okursanız bize hak vereceksiniz., 1970’li yıllarda Türkiye büyük buhranlarla çalkalanırken Ali Ağabey ve çağdaşı Türk münevverleri milletimizin ve insanlığın geleceği adına arayışlar içerisinde olan Türk gençlerine rehberlik etmeye çalışıyorlardı. Öyle bir rehberlik ki; Sultanü’ş Şuara’nın (Şairler Sultanı) dediği gibi “Kalemlerine mürekkep yerine ciğerlerinden kan çekerek” Milletimizin iman ve ruh köküne bağlı Milli İslami ve insani değerlerle mücehhez bir nesil yetiştirmek için adeta çırpınıyorlardı.
Ne yazık ki Ali ağabeylerin gözlerinden dahi sakındıkları genç nesiller, yazarına “gençliğim eyvah…” diye feryat ettirecek bir kanlı oyunun içine çekildiler. Onlar artık bir savaş ortamının çocuklarıydı.
Okullar, üniversiteler, mahalleler, şehirler “kurtarılmış bölgeler” ilan ediliyor bu dayatmalara karşı çıkanlara hayat hakkı tanınmıyordu.
Bir tarafta “dünya emekçilerinin dayanışması” adına Sovyet ve Çin rejimine özlem duyanlar, Vietnam’a, Ho Chi Minh’e ağıt yakanlar bir tarafta da “her şey Türk için Türk’e göre Türk tarafından” uranıyla kalkınmış bir Türkiye özlemi duyanlar… “Yaşasın Dünya Türklüğünün Bağımsızlık Mücadelesi” haykırışlarıyla esir Türk illerine selam gönderenler .
Toplum öyle bir cinnet hali yaşıyordu ki ölmek kadar öldürmek de çok kolaydı. Ölümle hayat iç içe geçmişti. Değerler ölmek ve öldürmek üzerine anlam kazanıyordu. Gençler katilin de maktulün de birbirini tanımadığı kanlı bir girdaba sürükleniyordu.
Orhan Seyfi ŞİRİN:
“Tepelerden kanlı aylar doğardı
Dev ömürler bir namluya sığardı
Saçlarımız bir gecede ağardı
Sizler o günleri bilemezsiniz”
mısralarında bu karanlık günleri dile getir mekteydi.
Ali Ağabeyler gözlerinden bile sakındıkları gençlerin yabancı ideoloji ajanlarının oyunlarına, darbeci heveslere, siyasi ihtiraslara kurban edilmelerine razı olamıyorlardı. Kendi dünyalarında sevgiden başkasına yer vermeyen Ali Ağabeyler cemiyetin yaşadığı bu buhran çağında fırtınalı denizlerde sığınılacak liman arayan gençlere yüreklerini açıp onlara
Hacı Bektaş-ı Veli’nin diliyle seslendiler:
“Gönlünüzü kavî tutun,
Hakk’a sarılın,
Diyar-ı Rum boş sanırsız,
Aldanırsız!
Daha bozkır;
Dağları emzirmededir.
Hele dağlar tavlanadursun,
Dağlar, el ele verip halaya dursun,
Gör ne oyun oynarlar,
O hem tabut, hem ana!…”
Ali Ağabeyin dağa taşa uçan kuşa ağıtlar yakması, çocuk yaşta öksüz kalmasının yanı sıra biraz da gözlerinin önünden kaybolup giden bu dağ gibi delikanlıların hazin sonuna hayıflandığındandır. Zira bu kanlı oyuna yakın akrabalarından ve öğrencilerinden de kurbanlar vermiştir.
Kimdi bu gençler?:
Bu gençler; “Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğerkâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezeli ve ebedi karakter güzelliklerini arayış gayreti içindeydiler.”
Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren ‘alperen’, ‘gazi, derviş’, karakterine sahip olmaktı çabaları.
Bu delikanlılar ‘gençlik’ hallerinden ancak pirifâniye yaraşan feragat ve istiğna hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini taşın altına koymuşlardı. Çoğu o yükün altında ezildi, çoğu mecruh, çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar… Öğretilmemiş , tevârüs edilmiş bir asaletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler ve bir dem olsun kan tükürmediler. Din-i devlet mülk-i millet uğruna canlarını bile vermekte tereddüt etmediler.
“Galiba hilkat onların kumaşını bayrakların kumaşı ile birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların mayası ile yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden geçirmişti; onun için ‘maznun’ iken de ‘mahpus’ iken de, ‘mağdur’ iken de hep güzel kaldılar.”
“Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık nâsiyelerinde gezdiren” bu nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nadir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesiydi. Çoğu taşralı, kasaba ve köylerden gelmişlerdi. Fikri donanımları, görgü ve bilgileri, hayat tecrübeleri belki eksikti ama istikametlerinin, kıblelerinin doğruluğundan asla şüphe edilmemelidir.
“Yaşıtlarının aksine, ‘oyuna ve oynaşa’ ayıracak zamanları hiç olmadı. Delikanlılığın yaşlanınca gülümsenerek hatırlanan yaramazlıklarından bile uzak kaldılar. Milletlerinin saadetlerini, devletlerinin yücelmesini, bayraklarının dünya durdukça nazlı nazlı dalgalanmasını hayatlarının gayesi saydılar.”
Devrin iktidarları ve özellikle 12 Eylül’ün cellatları; bütün öfke ve düşmanlıkla üzerlerine çullanıp her türlü zulmü reva gördüler.
Kader onların bir kısmını kırılan taze fidanlar gibi kara toprağa düşürdü, bir kısmını da en verimli çağlarında tutsak etti.
Bazıları da 12 Eylül’ün cellatlarından yakayı kurtarabilmek için, yabancı diyarlara göç etmek zorunda kaldılar ve uzun yıllar vatana hasret yaşadılar.
Hapishane kapılarında ihtiyarlayan ana babalarının cenazelerinde bulunamadılar, gelin olan kardeşlerinin kırmızı kuşaklarını bağlayamadılar. Çoğunun sevdaları yarım kaldı. Ancak duruşma salonlarında uzaktan bakışarak veya gül yaprağı koyup süsledikleri birkaç cümlelik mektuplarla hasret giderebildiler. Dışarıda onları bekleyenlerin bir kısmı beklemekten yoruldu, kendilerine yeni hayatlar kurdular. Bir kısmı da ‘beni beklemesin, buradan çıkışım yok.’ diye haber göndererek bağırlarına taş basıp yollarını ayırdılar.

Ali Akbaş Ağabey’e…
17.02.1983 Bartın
Aziz Ağabeyim,
Kaç defadır ki kalemi alıyor ve bırakıyorum, öyle ya görüşmeyeli seneler oldu. Anlatacak, yazacak o kadar çok şey, dile getirilecek o kadar çok konu ve hasret var ki; hangisini yazmalı, hangisini anlatmalı… Hele de 1980’de bize şeref veren, layık olamadığımız alaka ve ağabeyliğinizin bir ifadesi ile bize ithaf ettiğiniz o muhteşem şiirinizden sonra bir teşekkür mektubu dahi yazamamanın mahcubiyetini taşıdım durdum. Sadece “Teşekkür ederim,” ifadesi çok yavan kalacaktı. Ne kadar gönlümün ta derinliğinden kopup gelse de memnuniyetimi ifadeye hiçbir zaman kâfi gelmeyecekti. Ama bunca zaman sonra da yine ancak “Teşekkür ederim,” diyebileceğim. Başkasını daha fazlasını şair gönlünüzün ifadesi o büyüleyici güzellikteki mısralarınıza karşılık gelecek bir mektubu yazamamamın mahcubiyeti ile kıvranıp durdum işte.
Evet ağabey, yıllar yılı bitmeyen ve daha da bitmeyecek olan hasreti ifade ne mümkün? Bazı şeyler ancak anlatılmaz, yaşanır. Yahut da gönüldeki acıları, hasretleri, sevinçleri, hüzünleri, hayalleri ifade edebilmek için bir “Ali Akbaş” Ağabey olmalı ki şairlik de Allah vergisi. Nasiplenene ne mutlu… Yine de yazamayacaktım ama Doğuş’un son sayısında “Masal Çağı”nın basıldığını görünce sevincim sonsuz oldu. Âcizane tebriklerimi ve fikir dünyamıza armağan edeceğiniz yeni eserlerinizi, “İman Çağı” nı ve diğerlerini hasretle beklediğimizi de belirtmek istedim. Aslında “Divan” da sonra “Doğuş” un sahifelerinde zaman zaman hasret gidermiyor da değiliz.
Mısralarınızı okurken eski günlere dalıp gidiyorum. Elbistan’a, Afşin’e… İlk defa Afşin’de tanışmıştık, hatırlarsınız herhâlde. Bir şiir-folklor şölenine davetli idiniz. Üzerimdeki ağabey haklarını daima hayır ile yâd ettiğim Hamza Ağabeyimle daha önceden olan tanışıklığım ve onun bize olan şefkat ve samimiyetinden aldığım cesaretle size yaklaşmış ve sormuştum. Sonra Elbistan, doyumsuz sohbetleriniz… Söğütlü çayının kenarında samimi bir hava içerisinde geçen bir pazar… Bilmiyorum şimdi “piknik” dedikleri, “sağlıklı yaşam” için düzenledikleri. Suni gezilerde o samimiyeti, o lezzeti bulabilmek mümkün mü? Gelecekten ümitli, heyecanlı gençliğimiz sizin samimi, fedakâr, olgun tavırlarınızla bir başka mana kazanıyordu. Akşamları evinize kadar yürüyüşler, saygıdeğer teyzemizin hangi saatte gidersek gidelim bir ana şefkati ile hazırladığı sofra, sıcacık süt…
Bozkırlı Ozan duruşuyla kopuzu seslendirmeye çalışmanız… Hepsi hepsi hafızamda bütün tazeliğiyle yaşıyor. Sonra ayrılık işte… Biz içeride… Siz dışarıda… Anlıyor ve inanıyorum ki sizlerin çektikleriniz bizimki ile kıyas kabul etmeyecek kadar büyük, muhteşem, mukaddes… Boşuna mı diyor şair;
“…Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş.
Fikir çilesinden büyük işkence…”
Duyan, düşünen, hisseden insanın ruhunda kopan fırtınaları hissetmemek mümkün mü ağabey?

Can Ağabey,
Bu tabirimi hoş görünüz. Gönlümden öyle geldi. Allah rızası için seven insanlar birbirlerine gönüllerinden geldiğince hitap etmeli değil mi?
“Doğuş” çok güzel ağabey, çok güzel… Emeği geçenlerden, sizlerden, Alper Bey’den Allah razı olsun.
İnanır mısınız Doğuş’u burada herkes yıllardır beklenen bir sevgiliye duyulan hasretle bekliyor. Tel örgülerin arkasından yıllardır görmediğiniz bir sevdiğinizin zor seçilen simasını gördüğünüz anda içinizi kaplayan bir sevinç olur, bilir misiniz? Nefesiniz tıkanır, konuşamazsınız. Sanki konuşursanız bitmesini istemediğiniz zaman bitecek, gelmesini istemediğiniz an gelecektir.
Bu bir dosttur, ağabeydir, arkadaştır. Sohbetine hasret kaldığınız hocanızdır, öğretmeninizdir. Bir simidi paylaştığımız, sevinç ve gözyaşlarını paylaştığımız can arkadaşınızdır veya diyelim ki yıllar önce gencecik körpe bir dimağ iken tanıştığınız gönlünüzdeki aşkı, imanı, heyecanı yüreğine sabırla işlediğiniz hayallerinizin bir Alperenidir. Ve hakikaten emeklerinizi ve ümitlerinizi boşa çıkarmamıştır. Veya gözü yaşlı anadır, sabır ve tevekkül abidesi babadır. İşte bunlara kavuşur gibiyiz “Doğuş”a kavuştukça…
Dışarıdayken kitapçı vitrinlerinde, bayilerde sergilenen rengârenk dergiler, gazeteler arasında mazrufuda zarfı da güzel ve bizi anlatan, iyiyi, doğruyu, güzeli, anlatan, her şeyi ile bizden olan, temsil ettiği fikrin ihtişamına layık bir estetiğe de sahip -bizim olan- dergilerimizi arar, hayal ederdik. O hayallerin bugün hakikat olması daha nice ümitlerin yeşereceğinin de kutlu müjdeleri olması bakımından bir başka hayırlı işarettir.
Şekildeki güzelliğini ifadeden şahsen aciz olduğum gibi muhtevası hakkında fikir beyan etmek de çapımızın üstündeki bir mesele. Mazinin derinliklerinden beslenen asırlık çınarlar misali Türk tefekkürünün heybetli fikir adamları ile asırlık çınar olmaya namzet fidanların Doğuş’un sanat-edebiyat iman vadisi diyebileceğimiz sahifelerinde yan yana gelmesi her dem yeniden doğuşumuzun güzel bir örneğini teşkil etmektedir. İnanıyor ve temenni ediyorum ki “Doğuş” yeni kutlu doğuşların müjdesi olsun.
Aziz ağabeyim, Son iki aydır dönüp dönüp Doğuş’un arka sayfasındaki şiirinizi okuyorum. Yüreğimizi sıcacık duygularla birlikte hüzün kuşatıyor.
“Şarıl şarıl çimdiğim çay
Çiğdem topladığım tarla
Artık rüyama girmeyin,
Etmeyin, etmeyin böyle.”
Mısraları, her şeyi birbirinden güzel gördüğümüz yıllara götürüyor bizi. Bizim çocukluğumuz öyleydi işte. Ne konuşan bebekler, ne oyuncak trenler, ne çarpışan otolar, ne lunaparklar… Hiçbiri yoktu. Ama daha güzelleri vardı. Sunilikten uzak tabii. Oyuncaklarımız çamurdandı. Kendimiz yapardık. Sapan lastiğimizin çatalını kemik saplı çakımızla kendimiz yontar, yaylalarda ardıç ağaçlarından yapılmış tahterevallide kanatlanırdık. Oyukların içinden cardınları tutar, sonra karpuz kabuğunu iple bağlardık. Onlar bizim arabalarımızdı. Yaz gecelerinin “millehara”ları kızgın taşları Ay dedemin tebessümle seyrettiği oyunlarımızdı.
O zaman yeşil çayırlarda körpe yayarken oynadığımız oyunlar ise bir başka güzellikteydi. Topladığımız çiğdemlerden taçlar örerdik. Nevruzların güzelliğini şimdi hangi ruhta bulmak mümkün? O menekşe ve mavi sümbülleri ise ilk fırsatta öğretmenimize sunacağımız için heyecanlanırdık. Her şey tabii idi. Samimi idi. Topraktan gelmişti. Safiyane idi.
“Beni unutmayın sakın
Seven demez uzak yakın
Yitirdim köyün yolunu
Yamaçlara ateş yakın.”
Artık o bir kaptan yemek yemenin doyumsuz lezzetini, baba ocağının sıcaklığını hiçbir şeyde bulabilmek mümkün değil. Artık taş duvarların gerisinde bizi kaloriferler değil, sadece dostların sıcak alakası kutlu çerağı taşıyan “Doğuş”ların kıvılcımlarını gönülden gönülde taşıyan sıcaklığı ile ısınıyorum.
Doğuşlar: Bir gün döneceğimiz köyümüzü bulabilmemiz için yamaçlara yakılan ateştir bizim için. Doğru ağabey,
“Hiç sormayın nerde kaldım,
Her yıl bir diyarda kaldım,
Bir ifrit ağına düştüm
Bir kuş gibi darda kaldım…”
Gönülleri birleşenlerin duyguları da, hüzünleri de, ümitleri de müşterek oluyor; bunu mısralarınızı tekrar tekrar okudukça daha iyi anlıyorum. Müşterek sevinçlerimiz mi? Onu da konuşacağız ağabey. Ne demiştiniz “Doğuş”un ilk çıkışında “Söğüt ve Serçe” başlıklı yazınızda: “…Gün olur serçe bir kartal olur, söğütler bir ulu çınar. Allah kerim.”
En kalbi duygularımla şahsınıza, dostlarımıza hürmet ve selamlar ediyorum. Yanılmıyorsam dokuz-on yaşına gelen Taşer büyüğümüze de sevgi ve selamlarımı iletir misiniz ağabey?
Allah’a emanet olunuz.

    Kardeşiniz Efendi Barutçu
    Özel Tip Cezaevi A-2
    Bartın
Ali Ağabeyimden Mektup;

    6.IV.1983
    ANKARA
Küçük Şehzadem
Efendim,
Sevimli mektubunda unutulmaktan söz ediyorsun. Ama bir kere seni tanıyıp da unutmak ne mümkün kardeş. Yalnız ben değil yengen bile hatırlıyor misafirliğinizi. Araya giren mesafe ve zaman sevenleri gönül ehlini etkiler mi hiç. Demek on yıl geçmiş Söğütlüdeki sohbetin üstünden. Öyle ya, yeğenin küçük Taşer on yaşına basmış. Ama daha dün gibi geliyor bana. Güldükçe beliren göz kapakların, al al yüzün ve gamzenle canlanıyorsun gözümde. Biz öz kardeş muhabbeti ile anarız seni hep. İnşallah yirmi sekiz ay sonra yiğitliği, sabrı ve çilesiyle bir olgun simayı kucaklayacağız. ”Dut-Biber” çekişmesine kaldığımız yerden devam edeceğiz. Afşin’e gidip biber, Elbistan’a gidip dut yiyeceğiz.
Neylersin; felek, şeleğini atmak için güçlü omuzlar seçiyor. Nadan değil ehli okusun diye olmalı, her satırı bir düz çizgiyi andıran mektubunu hasretle muhabbetle tekrar tekrar okuduk. Yengen, ben ve Aslan (Biliyorsun biz evde Hamza’ya aslan deriz.) daldık gittik hatıralara. Yani o gece aramızdaydın. Mektubunu okudukça zihnimdeki çocukluk hatıraları, köy duyumları tekrar canlandı; sana olan özlem arttı. Ne samimi üslup o.
Naçizane karalamalarımdan dolayı iltifat ediyorsun. Teşekkür ederim. Ama hiç yaşayanlarla yazanlar bir olur mu can… Asıl şiir, asıl destan arayış içindeki bir neslin dramıdır, çilesidir. Yazdıklarımla bir tek senin, bir saniyeni hoş geçirtebilir ise bahtiyarım Efendim. Yengen ve ben sana ve şahsında bütün arkadaşlarına selam eder, sağlık ve afiyet dileriz.
Yeğenleriniz ;
Taşer, Emre ve Elif ellerinizden öperler ve ben tekrar tekrar gözlerinizden öperim Efendim. Tez elden kavuşma dileklerimde. Allaha emanet olunuz.

    Ali Akbaş


Bu gençler , sanki yıllarca cepheden cepheye koşup, haritada yeri bulunamayan esir kamplarında ömür tükettikten sonra ‘ana ben ölmedim!’ deyip çıkıvererek baba ocağına dönen seferberlik gazileri gibiydiler. Mahbeslerden salıverildiklerinde veya vatanlarına döndüklerinde bazılarının ana babaları ahiret yurduna göçtüğü için sığınacakları bir baba evi, aile ocağı bulamayanlar oldu. Bizi baba ocağına döndüğümüzde de Ali Ağabeyim yine ağabeyliğini göstermiş bizi armağanların en güzeli ile bir şiirle karşılamıştı:
Karşılama- Ali AKBAŞ
“Kademinle coşsun ulu dereler
Dağlar çiçek açsın ilkbahar gelsin
Obadan obaya yayılsın haber
Göğümüze telli turnalar gelsin
Hasret kara saplı Yarpız bıçağı
Yolunu bekliyor baba ocağı
Bu yıl sürülerin döl döküm çağı
Ardınca sürmeli kuzular gelsin
Dağlara çık göğsünü ver rüzgâra
Billur pınarlarda saçını tara
Yayla yollarında geçmişi ara
Ovalar, yaylalar sana dar gelsin
Baba ocağına geldiğin hafta
Kurbanlar keselim Eshâbülkef’te
Özetlensin dertler uzun bir âhta
Bu davete Üçler, Yediler gelsin
Yamaçlar yeşerdi ekinler göcek
Avşar eli yaylalara göçecek
Yol boyunca kılavuz ol başı çek
Ayşeler, Mineler, Sunalar gelsin
Halaya dizilsin emmi kızları
Kızların cemâli sulardan arı
Yıllar var ki gözetliyor yolları
Sevinçle ağlayan analar gelsin
Gel Efendi’m Binboğa’ya çıkalım
Çıkalım da dağda ateş yakalım
Ufukları sarsın kırmızı yalım “
Sönen paslı yüreklere fer gelsin
Zaman değişmiş, ölçüler değişmiş, değer hükümleri değişmiş, öz yurtlarında garip hallere düşmüşlerdi. Ama “ülkü denilen nazlı gelin”e sevdalarında bir azalma olmamıştı. Tıpkı Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibiydiler.
“Beli artık genç değiller, kırışmış alın çizgileri, ağaran şakakları, dökülen saçları, bedenlerini şuradan buradan yoklamaya başlayan romatizma ağrıları ile bir nüfus sayımında Türkiye’nin gençlik ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler.” Şimdi çoğunun saçlarına karlar yağmış durumda; ev, ocak, yurt, yuva, evlat, torun sahibi olmuşlar ve o gençlik yıllarının ölçüsüz kardeşlik ve ülküdaşlık hukukunu hasretle anarak o günleri her hatırlayışlarında derinden bir tahassürle “aaaaah” demektedirler.
Ali ağabey, can ağabey ad gününüz kutlu olsun, evlatlarınızla , torunlarınızla siz çok yaşayasınız.
Çok şükür on kara günler kısmende olsa geride kaldı. Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurup başsız cesetlerimiz sokaklarda sürüklense de fırsat oraya da gelecektir. Türkistan’ın bereketli ovalarında soydaşlarımız “Pakhta Kölesi” olmaktan kurtulmuş kızıl yılanın 7 başı kurumuştur. Bebeklerin bile beşiklerinde vurularak kana bulanan Doğu Türkistan’da yeni Osman Batur Hanların esarete baş kaldırışı beklenmektedir.
“Yurdunu kaybeden adam” ın aziz naaşı “Huzruf” toprağında, ruhu kırım semalarında sonsuzluğu beklemektedir. Ve gün gelecek Kırım Türkünün öldüren feryadı da diğerleri gibi dinecektir.
Can Azerbaycan’da çiğnenen Karakalpaklar, Temiz duvaklar artık teselliyi azatlık türkülerinde değil zafer marşlarıyla yeni bir dirilişi muştulamaktadır. Çok şükür ki “Bir kere Yükselen Bayrak Bir Daha Düşmemiştir”.
Birleşmiş Milletlerde yıllardır yalnız dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız 6 kardeş bayrakla gururla dalgalanmakta siz ve bizlerde bunlara şahit olmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız. Öyleyse yeniden haykıralım:
“Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız
Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan
Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla
Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.”

    2.12.2022, Ankara

SÖĞÜTÜN VE SERÇENİN ŞAİRİ
Naci BOSTANCI
Ali Akbaş ile ilgili bir yazı talep edildiğinde kendisini kaç yıldır tanıdığımı düşündüm. 40 hayır, 50… Geriye doğru gittiğimde bir başlangıç zamanı bulmakta zorlandım. Hafızamın zayıflığından değil, Ali abi ile tanışıklığın âdeta zamandan bağımsız niteliğindendi bu. Eğer bir insan hayatınızda çok önemli rol oynamış, insanlığı, nezaketi, fedakârlığı ile sizi dönüştürmüşse sanki hep hayatınızda varmış gibi gelir. Ali abi de öyle, doğdum ve hayatımda oldu, her ne yaşadımsa onun da olduğu bir zamanda yaşadım.
1976’da Siyasal Bilgiler Fakültesine öğrenci olarak geldiğimde Ankara gri bir şehirdi. Bozkırın ortasında, rüzgârın savurduğu topraklarla oluşmuş höyükler gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden çeşitli nedenlerle kopup gelmiş insanların, bir şehircilik düzeni içinde değil, tamamen sosyal ilişkilerin karakterince şekillenmiş bir yapısı vardı. Gecekondularla merkezin hem mimarisi hem insanları iç içeydi. Bir dolmuşa bindiğinizde çok kısa bir sürede âdeta farklı ülkelerden geçiyormuş duygusu uyandıran bir yolculukla gideceğiniz yere ulaşırdınız.
Ankara’yı gri şehir yapan Türkiye’nin o dönemdeki genel az gelişmişliği, siyasetin çatışmacı karakteri ve en önemlisi de toplumsal-politik olayların sebep olduğu cinayetler, katliamlardı. Seksen öncesi olayların çeşitli sebepleri sayılabilir ancak bana öyle geliyor ki, en önemli unsurlardan birisi coğrafi yakınlık ile tezat teşkil eden derin sosyal mesafeydi. Tabir caizse, yiyecek ekmek bulmakta zorlanan insanların lüks hayatlara şahitliği “bir hamlede bütün bu haksızlıklara son verecek radikal rüyalara” güç veriyordu. O dönemde genç olup, toplumsal sorumlulukları hayatının ödevi gibi görenlerin siyasal ütopyalara yüz çevirmesi imkânsızdı. Bu kocaman dünya karşısında ne yapabilirdin ki ancak başkalarıyla birlik olur, ortak bir siyasal hareketin parçası hâline gelirsen, işte o zaman dünyayı yerinden oynatacak sağlam dayanağı inşa edebilirdin. Düşüncemizin özeti buydu. Toplumsal sorumlulukların davet ettiği fikirlere yakınlaştıkça, çatışmanın acımasız ve çok gerçek dünyası militan bir romantizmin hayat kaynağına dönüşüyordu. “Bizler” adanmış gençlerdik, hayatımız mutlaka çok kısa olacaktı, o yüzden aldığımız her nefesi “aziz milletimiz” için almalı, her anımızı bir büyük rüyanın inşası için harcamalıydık. Takdir edilmelidir ki, taşradan kopup gelmiş gençler, büyülendikleri metropoller karşısında bir varlık ve kimlik sahibi oldukları duygusunu onlara kazandıran büyük anlatılara daha fazla açıktılar. Böylelikle, bir yanda morglardan kaldırılan genç cenazeler, diğer yanda her bir hücremize kadar sirayet eden militan romantizm dünyaya bakışımızı duyarlı ve mistik bir halenin ışığıyla aydınlatıyordu.
İşte Ali abi ile tanışıklığımızın sosyal panoraması çok kısa bir şekilde böyle özetlenebilir. O zamanlar Gazi Üniversitesi’nde hocalık yapıyordu. Elbette Ankara’nın gri havası üniversitelerin binalarına, koridorlarına, bahçelerine de sinmişti. Bunun yanı sıra nereden hangi tehlikenin çıkacağını bilememenin getirdiği tedirginlik ve gençlerin yoğun olduğu yerlerin daha riskli karakteri, üniversitelere ayrıca karanlık bir hava veriyordu. Ancak üniversiteye gidip Ali abi ile buluştuğumuzda birden ortam aydınlanır, onun güleç yüzü, her zaman ümitvar bakış açısı, hayatın yüklerinden kurtularak dostluğun, yakınlığın iklimini solumanın huzuruna bizi ulaştırırdı.
Ali abi, o zamanlar Emek mahallesinde küçücük, kutu gibi bir evde otururdu. Ev küçük fakat Ali abinin gönlü, kalbi büyüktü. Halkın tabiriyle “tek tabanca” olarak geçinmeye çalışan, yani kendi geliri dışında herhangi bir akarı bulunmayan, o gelirin de bir küçük memurun standartlarının ötesine geçmeyen Ali abi, sorgulanamaz bir zenginlik izlenimi ile davranır, her zaman yarı aç gezen bizim gibi öğrencileri mutlaka evine götürürdü. Bu, sadece o gün için değil, ısrarlarına dayanamazsanız ertesi gün de onun başmisafiri olacağınız anlamına gelirdi. Ayten abla evin küçüklüğü ile yarışan daracık bir mutfakta, tıpkı o ev ve mutfak gibi sınırlı imkânlarla harikalar yaratır, sofrayı bir şenliğe çevirirdi. Ali abiye gittiğinizde, sadece yeme içme değil gönlünüz de dostlukla doyar, şiirden edebiyata ve nihayet müziğe kadar geniş bir yelpazede sohbet akıp giderdi. O zamanlar çocuklar Taşer, Emre ufaktı ve Elif de beşikteydi. Selçuk ise henüz dördüncü kardeş olarak dünyaya gelmemişti. Ali abi zengin edebî sohbetlerden küçüklerin de faydalanması için bir vesile onları da ortama dâhil ederdi. Nitekim daha sonradan Emre, usta bir saz icracısı oldu.
Ali abi şairdi. Şiir onun için her bir sesin her bir kelimenin ve elbette her bir anlamın incelikle dokunduğu, esasen iç dünyasında şekillenmiş şiirin ifadesini bulup kâğıda intikalinin hassas bir sanatkârlıkla şekillendiği en temel varoluş nedeniydi. Yazdığı şiirleri bize okurken, aslında iç dünyasındaki karşılığına ne kadar ulaşmış olduğunu araştıran tedirgin yüzünü görürdünüz. Arada size bakarken, tamam ben bu şiiri yazıyorum ancak karşıdaki bundan ne anlıyor, aynı ruh hâlini yakalayabiliyor mu, dikkatini yüzünden okumak mümkündü. Ancak sonuçta onun için şiir, Puşkin’in meşhur “Sen Çarsın yürü…” dediği anlayışla, kendi iç sesinin tekemmül etmiş hâli olarak anlamına ulaşıyordu. Onun şiirlerini okurken neredeyse telaffuz etmeye kıyamayacağınız bir nahiflik, duyan yüreklere hitap eden bir incelik, hayatın ahengine eşlik eden bir müzik ancak her zaman ahlak ve meydan okuyan vakur bir bu toprakların dili kendini gösterirdi. Şiirinde âdeta bir varlık olarak şairin aradan çekildiğini, kendini paranteze aldığını, okuyucusu ile bu toprakların sesini, sıcaklığını, o mahrem duyarlılığını, yiğitliğini, heybetini karşı karşıya getirdiğini görürdünüz. Onun sanatkâr tavrı, esasen bir sanat olarak gördüğü Anadolu toprağının, insanının şiirde dile gelme hâli olarak ifade edilebilir.
Ali abi için Anadolu, üst üste savaşlarla yanmış yıkılmış bir kolektif kaderin mübarek toprakları, küllerinden yeniden doğmasını bilmiş bir iradenin, cesaretin, aklın anıtı, çorak yapıyı berekete çeviren bir mucizenin Anadolu’ya yettiği gibi misakı millî sınırlarına hatta daha ötesine hayrı dokunan bir hayat kaynağıydı. Anadolu’yu en güzel şekilde sembolize eden söğüt ve serçeydi. Söğüt, kendiliğinden büyür, rüzgârlarda hışırdar, yorgun Anadolu insanını altında dinlendirir, serçe ise görenlerde merhamet uyandıran küçük bedeninden umulmadık bir hayatta kalma becerisini gösterirdi. Bizler, hayatlarımıza dikkatli bir şekilde bakarsak söğüt ve serçe ile ne kadar fazla benzerliklerimiz olduğunu görürdük. Anadolu’nun taşrasından büyük şehirlere savrulan serçelerdik evet, fırtına, tipi, kasırga ortalığı alt üst ederken, tıpkı onun gibi direnerek var olmanın yolunu bulan varlıklardık. Aynı zamanda söğüt gibi bizim olan bu topraklara kök salmak, fırtınaya rağmen her şartta ayakta durmak bizim karakterimizdi.
12 Eylül darbesi yapıldıktan iki ay sonra birçok insan gibi benim de gıyabi tevkifim kesilmiş, radyodan, televizyondan duyurulmuştu. Henüz gıyabi tevkifin anlamını dâhi bilmiyordum, sözlükte buldum: Yokluğunda tevkif. Yani seni bulamamışlar, senin yerine kimliğini, kişiliğini bir müzekkere ile gözaltına almışlar. Tuhaf bir durum, yaptıklarıyla yetinseler ve artık beni rahat bıraksalar iyi olurdu ama işler öyle yürümüyordu. İfadelerin imasından başka türlü bir hikâye çıkmazdı. İçeriye düşenlerden hayırlı haberler gelmiyordu. Sürekli bir işkenceden, ağır baskılardan, kafes diye bir yerden bahsediyorlardı. Kafese bir anlam verememiştik, ne demekti? Kuş kafesi gibi bir yere mi insanı hapsediyorlardı? Sonradan elbette öğrendik. Mamak askerî alanı içinde kapalı spor salonunu içten demir parmaklıklarla çeşitli bölmelere ayırmışlardı. Tutuklananları bir “başlangıç terbiyesi” için bu bölmelere atıyorlar ve günlerce, akla mantığa uymayan “eğitim” yöntemleriyle dayaktan geçiriyorlardı.
Darbeyle birlikte herkes bir tarafa dağılmış, arkadaşlar arasında neredeyse temas kalmamıştı. O zor şartlarda paranın pulun, kalacak yerin ne kadar zorluklar doğurduğunu herhâlde anlatmaya gerek yok. Yine de fedakâr kimi arkadaşlar, gizlice eski tanıdık insanlardan, darbenin bulaşmadığı sosyal çevreden yardımlar alıyor, bunu kaçaklara üçer beşer dağıtıyorlardı. Ben de bir süre, aranıyor olmama rağmen, hiçbir şey olmamış gibi kaldığım yurttaki odamda günleri dolduruyordum. Yurtlarda arama olacağı haberi gelince, bana bir tanıdığın evinde yer buldular. Sabah erkenden yedide verilen adreste olmalıydım. Ortalığın asker kaynadığı, her yerde kimlik kontrollerinin yapıldığı bir dönemde, verilen adrese söylenen saatte vardım. Kapıyı çaldım fakat açan olmadı. Birkaç kere daha çaldım, yine açan olmadı. Adres doğruydu, üstelik sanki içerde birisi var gibiydi ancak öyle anlaşılıyor ki, kaçak birisini saklama riskini son anda üstlenmek istememişti. Terk edilmiş, yüz üstü bırakılmış, küskün, üzgün ruh hâli içinde, her ne olursa olsun diyerek tekrar yurda döndüm. Yaşadığım hayal kırıklığı ve âdeta kişisel kaderimle baş başa kaldığım duygusu sebebiyle yakalanmak anlamını kaybetmişti. En kötüsü işkence görür, sonra da henüz bilmediğim, sadece filmlerden gördüğüm, kitaplardan okuduğum hapishaneye kapatırlardı beni. Tam o günlerde Ali abinin beni evine çağırdığı haberi geldi. Bazen sokakta, caddede kimi tanıdığım insanlara rastladığımda âdeta vebalıymışım gibi benden kaçanlara şahit olduğum bir zamanda Ali abinin daveti büyük fedakârlıktı. Kendi başına herhangi bir şey gelse ailesine ne olacağı şüphesiz bir endişe konusuydu. Çekinerek gittim. Ali abi beni candan karşıladı, hiç aranma konularına girmedi, âdeta evin bir ferdi gibi uzun süre onların evinde kaldım. Ayten ablanın yakın ilgisi, Ali abinin en ufak tedirginlik hissettirmeyen sıcak tutumu o süreçte bana çok iyi gelmişti. İnsanlık, karakter sahibi olmak, zorlu şartların sınamasından geçecek bir kişiliği bulunmak nitelikleri olağan zamanlarda sadece bir kelime, hayatın çalkantılı anlarında ise test edilen özelliklerdi. Ali abi hayatının her döneminde insani niteliklerin sahibi olduğunu gören gözler kadar; görmeyen, körelmiş vicdan sahiplerinin de açıkça şahit olacağı şekilde ortaya koydu.
Hapse girdim, Mamak cezaevinde yattım, çıktım, hayat meşgalesinin içine daldım, okuryazarlık beni bir kader gibi üniversitede hoca olmaya götürdü. Kırk küsur yıllık bu dönemde Ali abi ile çok çeşitli temaslarımız oldu, sohbetler yaptık. Çocuklarının büyümesine şahit olduk. Ayten ablanın her zaman elinin lezzetinin ürünü olan sofralara oturduk. Dönüp baktığımda dile getirilecek ne çok hatıra, paylaşılan ne çok duygu, ortak keder ve ümit olduğunu görüyorum. Bütün bunları bir yazının hacmine sığdırmak imkânsız. Şimdi yaşadığımız hayatların kulvarlarından, ilişkiler biraz farklı aktığı için sık görüşemiyoruz. Arada telefonlaşıyor, birbirimizden haberdar oluyoruz. Çok yakın dostlarınız olur, görüşemeseniz bile onların orada olduğunu, bu gök kubbe altında soluklandığını, düşünmeye, üretmeye devam ettiğini bilirsiniz. Haberleştiğiniz zamanlarda aradan geçen zamanın kesintiye uğratmadığı bir yakınlığın ve sıcaklığın sözlere sarındığını, dile getirilmese bile kelimelerin gölgeliklerinde bütün canlılığıyla yaşadığını bilirsiniz. Ali abi ile ilişkilerimiz hep öyle oldu, öyle olmaya da devam ediyor.
Edebiyatımızın büyük şairi, Anadolu’nun sesi, söğüdün ve serçenin çocuğu Ali abiye Allah’tan uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. O, yaşı kaç olursa olsun, her zaman genç, her zaman bir çocuk safiyetiyle yazmaya, çizmeye ve düşünüp üretmeye devam edecektir.

KADER VE MANALAR ŞAİRİ
Mehmet İSMAİL[2 - Çanakkale 18 Mart Üniversitesi misafir öğretim üyesi, Azerbaycanlı şair, yazar.]
Kimileri kadere, kimileri tesadüflere inanır. Ben kadere inananlardanım. Benim Ali Akbaş ile karşılaşmam, onunla tanışmam bir kader değilse, nedir?
Yaşadığınız uzun bir ömrün zirvesinden geriye dönüp baktığınızda, bu ömrün bir saniyesinin dahi “tesadüfen” yaşanmadığını; “tesadüf” diye bir şeyin olmadığını bütün gerçekliği ile idrak edersiniz. Benim gibi, biri “Sovyet Dönemi,” diğeri “Bağımsızlık Dönemi” olmak üzere iki farklı siyasi rejimi aynı bedende yaşayan insanlar, bunu daha derinden kavramış olsa gerek. Şimdi, bu cümleleri yazarken, içinde yaşadığım şehrin de, başımdan geçen bir dizi olayların da, bir kader çizgisi üzerinde Tanrı nizamı olduğunu ve her şeyin, onun iradesine bağlı gerçekleştiğini adım gibi biliyorum. Niçin böyle düşünüyorum? Bunları düşünmeme sebep olan, bana bu satırları yazdıran o gerçeklikleri, şimdi, birer birer açıklayacağım.
Azerbaycan’ın ücra bir köşesinde dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul, hatta üniversitede okuduğum yıllarda, ders kitaplarımızda, bizim bir Türk kavmi olduğumuza ait hiçbir bilgi yoktu. Ders kitaplarında böyle bir şey yazılmıyordu; hocalarımız ise, bizim “Türk” olduğumuzu asla söylemiyor/söyleyemiyorlardı. Peki, daha o yıllarda, benim içimde başlayan “Türklük” sevgisi ve “Türkiye” sevdasının kaynağı; bu karşı gelinemez duyguların nedeni ne idi? Gerçi doğduğum, Oğuz bölgesi, dışarıdan göç almayan, dışarıya göç vermeyen, özbeöz Türklerin yaşadığı bir yerdi. Ama yasaklar o denli acımasız, o denli güçlü idi ki, bu kadim Türk yurdunda, “Türk” kelimesini dile getirmek, Sibirya’ya sürgüne gönderilmekle sonuçlanabilirdi. Buna rağmen Moskova’da üniversitede okuduğum yıllarda, bendeki Türk sevgisi dağdan inen deli sular gibi, karşısı alınamaz bir sele dönecek. Ve ben sınıfımızda, eski Sovyetler birliğinin çeşitli Türk bölgelerinden gelen öğrenci arkadaşlarımın arasında Türkçülüğü yaymaya başlayacaktım… O yıllar, gazetelerde bir Türk sporcusunun üstün başarı kazandığı haberini okuduğum gün, âdeta bayram ediyordum. Oysa öğrenci arkadaşlarımın birçoğu, “Türk” adının ne olduğunu dahi idrak edememişlerdi. Duyulursa, beni sürgüne yollayacaklarını bile bile, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinin yerini öğrenmiştim, o zamanlar, elçiliğe girmek için bir bahanem olmasa da, Türkiye büyükelçiliği görevlilerinin hangi restorana, hangi lokantaya gittiklerini de öğrenip; onlarla tanışmak fırsatı bulmuştum. Sonraları, SSCB Yazarlar Birliğinin dış ilişkileri komisyonuna, Türkiye’ye gitmek için defalarca dilekçe verdim ama her defasında Türkiye’ye gitmek isteyenlerin çok olduğunu bahane edip; beni gâh Küba’ya, gâh Vietnam’a, gâh Burkina Faso’ya gönderdiler. Böylece, otuzdan fazla ülkeye gittim, ama Türkiye’ye giden yollar, bana bilinçli olarak kapatılmış, isteklerim hep geri çevrilmişti.
Türkiye’yi görme, oradaki soydaşlarımla görüşme arzumu içime gömdüğüm yıllardı. Yanlış hatırlamıyorsam, 1987 yılıydı. Türkiye’ye giden, tanıdıklardan biri, bana bir mektup ve bir de “Masal Çağı” adlı bir şiir kitabı getirdi. Kitabı da, mektubu da, adını ilk defa duyduğum bir şair, Ali Akbaş göndermişti. Türkiye’ye gidemesem de, yıllar sonra Türkiye’den gelen bu hediyelere çok sevinmiştim. Nihayetinde destanî bir sevgi ile vurulduğum ülkeden geliyordu bu emanetler. O zamanlar bu mektup ve bu kitabın, benim önümde nasıl büyük bir ufuk açacağını hayal bile edemezdim. (O dönemler, Sovyetler Birliği bir gün yıkılacağını, benim anavatanım Azerbaycan’ın, kanlar içinde bile olsa özgürlüğüne kavuşacağını, yıllar yılı arzuladığım uğruna savaş verdiğim vatanım özgülüğüne kavuşsa da, o özgürlüğü, o vatanda doyasıya yaşamanın bana kısmet olmayacağını ve politik nedenlerden dolayı canım kadar sevdiğim vatanımdan ayrılıp Türkiye’ye sığınacağımı, Türkiye’ye vardığımda, bana en büyük yardımı Masal Çağı’nın şairi ve o mektubun sahibi olan, yüce Allah’ın benim kader çizgimi bir gün kesiştirdiği, Ali Akbaş’ın yapacağını nereden bilebilirdim ki…)
Siz isterseniz bütün bunları bir tesadüf eseri olmuş sayın; ama benim için bütün bunlar, Levh-i mahfuzda benim alnıma yazılan yazgıdan ve Allah’ın hükmünün vakti gelince gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda, söylediklerimin gerçek olduğunu, siz de göreceksiniz.
Bu şiir kitabı ve bu mektup, niye bir başkasından değil de, Ali Akbaş’tan geliyordu? Bunun hikmeti neydi? Sırrı neredeydi? Sovyetler Birliği döneminde ve sonraki Bağımsızlık dönemlerinde, başlangıçta destan sevgisi düzeyinde olan Türkiye ile Azerbaycan arasındaki gönül bağları, hayal kırıklıklarını da beraberinde getirmişti. “Türklük” şuuru zayıf, “Türk” sevgisi cılız insanlar, iki Türk kardeşin kavuşmasındaki destansı kutsallığı, ne yazık ki birkaç yıl içinde yok etmişti. Ben ve Ali Akbaş da bu görüşmelerde, aynı hayal kırıklığını yaşayabilirdik. Ama şükürler olsun ki, kaderimize bu yazılmamıştı. Bu bizim elimizde değildi aslında, yani kaderimizi yazan iradenin, Allah’ın dilediği oldu, kardeş olduk.
Masal Çağı adlı şiir kitabı ile gıyabında tanıdığım Ali Akbaş’ı Azerbaycan’a davet etmiştim. Nihayet, 1988’de bir güz günü, Ali Akbaş, Kars üzerinden, Ermenistan sınırından geçip Azerbaycan’a ayakbastı ve kardeş hanesinde misafirim oldu. (Azerbaycan’da böyle bir mesel vardır: “Kardeşini tanıyor musun? Daha yoldaş olmamışsın” derler. Ama kader bana Ali Akbaş’la sadece yoldaş olmayı değil, aynı zamanda dost ve kardeş olmayı da kısmet edecekti.) Ali Akbaş, o gelişiyle bizlere dünyalar dolusu sevinç ve mutluluk getirmişti. Benim iki odalı evimde kalan mütevazı ve alçakgönüllü bu şair, eşimle ve o zaman yaşları çok daha küçük olan kızlarımla öylesine kaynayıp karışmıştı ki, sanki yıllardır bizim evdeydi, sanki yıllarca aynı çatının altında yaşamıştık. Bu, saçları yeni ağarmaya başlamış, ilk bakıldığında fazla dikkati çekmeyen adamın içinde, öyle yüksek fazlı bir sevgi vardı ki, tanıştığı bütün insanları, âdeta bu sevgi tılsımı ile büyülüyordu. O zamanlar Türkiye’den Azerbaycan’a gelişler henüz yeni başlamıştı. Ali Yavuz Akpınar ve rahmetli İbrahim Bozyel’den sonra, üçüncü gelen Ali Akbaş olmuştu. Önceden bir gezi planı hazırlamıştık. Ona ülkemizin en güzel, en önemli yerlerini gösterecektik. Ama o zamanlar, Azerbaycan, çetin imtihanlardan ve siyasi çalkantıların içinden geçiyordu. Ermeniler, kadim “Türk” toprakları olan Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’dan koparmak için yüz türlü hileye başvuruyorlardı ve Rusları da yanlarına almayı başarmışlardı. O nedenle “KGB” Azerbaycan’da kuş uçurtmuyordu. Ali Akbaş ile nereye gitsek, arabamızın peşine düşen başka bir araba, sürekli bizi takip ediyordu ki, onunla kendi evimde bile rahat konuşamıyordum. Çünkü konuştuklarımızın büyük çoğunluğunu sonraki gün gizli istihbarat görevlilerinin ağzından duyuyordum. Ben, o zamanlar Azerbaycan’da ileri görüşlü ve cesur çıkışları ile dikkat çeken ve Azerbaycan Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanan iki derginin: “Gençlik” ve “Molodost” dergilerinin genel yayın yönetmeniydim. İstihbarat görevlileri, benim üzerime fazla gelmeseler de, Ali Akbaş’la aramızda köprü olan arkadaşımı, bilgi vermesi için sürekli rahatsız ediyorlar; zaman zaman onu sorguluyorlardı: Neden şöyle konuştunuz? Neden öyle dediniz? Hatta KGB görevlileri bir gün bana: “Gizli servisin bir elemanı gazeteci kimliği ile gelecek, misafirinizle (Ali Akbaş) görüşecek” diye haber gönderdiler. Ben, “asla böyle bir şey olamaz,” diye anında itirazımı bildirdim. O zaman gizli servisin en yetkili adamı bizzat gelerek benimle görüşmek istedi ve görüştük. Ve bana:
“Yurt dışından Azerbaycan’a gelen tüm misafirlerle, bu yolla görüşürüz, eğer buna imkân sağlamazsanız, biz de misafirinizi sınır dışı ederiz,” dedi.
Ben de inat ettim:
“O zaman ben de dergide, sizin bu tavrınızı yazar, yaptığınızı tüm dünyaya yayarım, başka misafirlere nasıl davrandığınız, onlarla nasıl görüştüğünüz beni ilgilendirmez ama ben, sizin bu yöntemle misafirimle görüşmenize izin vermeyeceğim,” dedim. Bu nedenle de bizi sıkı takibe almışlardı. Ali Akbaş ile gecenin üçünde, evimizin az ilerisindeki parka inip orada dert bölüşürdük. Ali Akbaş sonraları, Ankara’da Türkiye Diyanet vakfının yayınladığı “Seçilmiş Şiirler” adlı kitabıma yazdığı ön sözde bunları şöyle ifade etmişti: “Aslında Bakü de çok güzeldi; bizi Hazar’ın kıyısından buralara kaçıran neydi, niçin çıktık dağlara? Hürriyet arayışı, diyorum kendi kendime. Çünkü şehirde kapalı kapılar ardında dahi konuşamıyor insanlar. “Yerlerin de kulağı var diyorlar”. Oysa benim yığın yığın sorum, onlarınsa yetmiş yıldır saklanan sırları vardı.”
Ali Akbaş’ın bu tespitleri tamamen doğruydu, gerçekti, yaşananlardı. Yeri gelmişken, burada bir detayı da yazmayı borç biliyorum. Ali Akbaş, o zamanlar Sovyetler Birliğinden kaçıp Türkiye’ye sığınan bir opera sanatçısının Bakü’deki ailesine ulaştırılması için bazı eşyalar getirmişti. Ben, o eşyaları sahiplerine ulaştıramadım. Çünkü o zaman Ali Akbaş’ın sınır dışı edilmesi gündeme gelebilirdi. O zamanlar hadisenin iç yüzünü, doğal olarak Ali Akbaş’a diyememiştim. Ali Akbaş, benim bu “korkaklığımdan” dolayı, belki de hâlâ kızgındır. Ama ben, Ali Akbaş’ın, sınır dışı edilmesine fırsat vermek istemiyordum. Ben, onun vize süresince; son dakikaya kadar Azerbaycan’da kalmasını istiyordum.
Ali Akbaş, Azerbaycan’da kaldığı zaman zarfında, yüz yüze geldiği, tanış ve misafir olduğu herkesin gönlünde taht kurdu. Azerbaycan’ın edebiyat ve kültür çevreleri ile tanıştı. O zamanlar, ben Azerbaycan genç yazarlar topluluğunun da başkanı idim. Gerek o toplulukta, gerek diğer görüşmelerindeki canlı temasları, öyle derin izler bıraktı ki, bu izler Azerbaycan topraklarından hâlâ silinmemiştir desem, belki de inanmayacaksınız. Şimdi, ben ne zaman Azerbaycan’a gitsem ve Ali Akbaş ile sohbetlere katılanlarla karşılaşsam, hemen Ali Akbaş’ı soruyorlar. İşin ilginç yanı odur ki, hep hafızasının vefasızlığından yakınan Ali Akbaş da, Azerbaycan’da görüştüğü bu insanların hepsinin adlarını birer birer sayıyor.
Azerbaycan’da misafir olduğu sürece, onun gitmesi gereken her yere gittik, birçok yeri gezdik, Ali Akbaş orada silinmez izler bıraktı. “Her şey eskiyip gider; efendilikten gayrı…” diye boşuna dememişler. İlk tanıştığımız günden sonra geçen bunca zaman zarfında o, efendiliğinden asla taviz vermedi.
Ali Akbaş Azerbaycan’a, Osmanlı kültür ve medeniyetini bir sünger gibi içine çeken ulu bir ermiş gibi gelmişti. Sanki Türkiye halkı uzun zaman ayrı düştüğü Kafkaslardaki kardeşlerine, örnek davranış sergileyebileceğinden kuşku duymadığı Ali Akbaş’ı seçmiş ve temsilci olarak onu göndermişti. Buna göre de diyebilirim ki, bu seçim asla tesadüfî değildi, bir kaderdi.
Ali Akbaş ile sazlı, sözlü akıp giden o bir aylık zaman dilimi nasıl geçip gitti; hiçbirimiz anlayamadık. Ayrılık zamanı gelmişti ama Dağlık Karabağ çevresindeki olaylar günbegün daha sert bir hâl alıyordu. Artık Azerbaycan’la Ermenistan arasında savaş başlamıştı. Bu durumda Ali Akbaş’ın Ermenistan sınırından Türkiye’ye geçmesi çok zor olacaktı. Onun Moskova üzerinden geri dönüşünü sağlamak için sarf ettiğimiz bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı. Müracaat ettiğimiz makamlardan: “Sovyetler Birliğine nereden girmiş ise ülkeyi oradan terk etmelidir,” cevabını almıştık. Onu yeniden Ermenistan üzerinden Türkiye’ye göndermek için Ermenistan’la sınır bölgesi olan Kazak ilimizin valisine başvurduk, o zamanlar “İsahan” adlı yiğit bir dostumuz emniyet müdürlüğünde çalışıyordu. İsahan, kendi arabasıyla Ali Akbaş’ı sınıra kadar uğurlayacaktı. Vali bey, Erivan’da yaşayan bir Ermeni tanışını Kazak’a davet edecek ve vali beyin davet ettiği Ermeni’nin refakatinde, İsahan’ın arabasıyla gideceklerdi. Ali Akbaş ile Kazak şehri ile Ermenistan sınırında vedalaştık. Bizim onu Türkiye sınırlarına kadar uğurlama şansımız kalmamıştı. Bu gidişimiz, Ermeniler arasında kuşku uyandırır ve böylece Ali Akbaş’ın Türkiye’ye dönüşünü de engellemiş olurduk. Şimdi bu olayları sakin kafayla yazmak çok kolay ama o zamanlar, tehlike hat safhada idi. Bu yüzden Ali Akbaş’ın dönüş yollarındaki tehlikeler ve içimdeki kaygılar, onun Türkiye’ye ulaştığı haberi gelinceye kadar, içimi parçalamıştı.
Onun gidişinden sonra, derin bir boşluğa düşmüştüm. Ali Akbaş demiri çeken mıknatıs gibi etrafındaki her şeyi çeken, etkisi altına alan biriydi. Azerbaycan’a yaptığı bu zorlu seferinin, sonraları Ali Akbaş’a tüm Türk Dünyası’nın, Avrasya’nın kapılarını açacağını kim bilebilirdi ki.
Onun hakkında bir şair, bir dost, bir dava adamı, çok yönlü söz açılabilir. “Bir adam az değil, bir milyon adam çok…” demişler. Millet fertlerinin sayısı ile değil, mertlerinin sayı ile millet olur. Ali Akbaş da mert bir oğul ve hiç kuşkusuz, sahip olduğu millî ülküyle ile “seçilmiş” bir insandır.
O, Türkiye’ye döndükten sonra yazdığı şiirlerin birçoğunu; ‘Kutlu Taş’ı, ‘Göygöl’ü, ‘Türküler’i… ve diğer şiirlerini “Gençlik” dergisinde yayımlamaya başladım. O zamanlar, daha Azerbaycan’da Latin alfabesine geçiş hayal bile edilemiyordu. Ama ben Ali Akbaş’ın şiirlerini, Türkiye’de basıldığı biçimde; yani Latin alfabesi ile yayınlıyordum. Bu Azerbaycan gençliği tarafından çok büyük bir ilgiyle karşılanıyordu. Bütün kalbimle diyebilirim ki, Ali Akbaş o dönemde, millî değerlerimizi mecazlarla ilmek ilmek işlediği şiirleriyle, Azerbaycan’ın özgürlük mücadelesinde, bizimle birlikte mücadele ediyordu.
Yıllar geçmiş, devirler değişmiş, Türkiye’ye gitmek sırası bana da gelmişti. Ama Azerbaycan’da olaylar öyle hızla gelişiyordu ki, o zamanlar Türkiye’ye gelmem söz konusu bile olamazdı.
Ali Akbaş ile ikinci görüşmemiz iki buçuk sene sonra, Türkiye’de gerçekleşti. Bu buluşma öyle bir dönemde oldu ki, Azerbaycan’da Kanlı Yanvar olayları olmuş ve Bakü kırgını yaşanmıştı. 1990 yılının Mayıs ayında, Bakü’den İstanbul’a ilk turist seferleri başlamıştı. Yüz elli kişilik gençlik ekibinin başında, ben de İstanbul’a uçacaktım. Türkiye’ye geleceğimi, daha önceden Ali Akbaş’a haber vermiştim. (Burada İstanbul’a Atatürk Hava limanına ilk inişimin o coşkulu anlarını genişçe yazıp konuyu dağıtmak istemiyorum.) Ali Akbaş ile İstanbul’da görüşmüştük ve iki gün boyunca yıllar yılı görmeyi istediğim ve gıyabında özlediğim şehrin, Türkiye’nin havasını doya doya içime çekmiştim.
Bu arada, Kayseri’de, ilk Büyük Azerbaycan Kongresi olacağını duymuştuk. Sadece “Gençlik” dergisindeki Türkçülük faaliyetlerimden dolayı da olsa benim o kongreye katılma hakkım vardı. Ama birileri hakkımı yemişti. Bizde böyle bir atasözü var, “Sen kendi hesabını yapadur, gör feleğin ne hesabı var.” Öyle de oldu… İstanbul’u gezerken, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı binasının karşısından geçerken, ilgimi çektiği için içeri girdiğimde, benden gayrı Azerbaycan’da adımını atsan yüzlercesi ile karşılaşacağın türden herkesin burada olduğunu görmüştüm. Beni Vakfın başkanı Saygıdeğer Turan Yazgan’la tanıştırdılar. Turan bey, benim ismimi çok önceden duyduğunu söylemişti. Özellikle “Gençlik” dergisindeki faaliyetlerimden bahsetti. Ve hiç tereddüt etmeden beni de kurultaya davet etti. Ama benim vizemin süresi bitmek üzereydi. Sovyetler Birliğinin İstanbul Başkonsolosluğuna bir dilekçe yazdırdı ve vize sorunumu anında çözdüler, Ali Akbaş ile daha bir süre daha birlikte kalmak şansı elde etmiştim. Trenle evvelce Ankara’ya gidecek, Ali Akbaş’ın mübarek ailesi ve dostları ile tanış olacaktım. Sonrasında Ali Akbaş beni kurultayın gerçekleştirileceği Kayseri’ye götürecekti. Ali Akbaş’ın uğurlu kademi sayesinde, yıllar yılı arzusunda olduğum Türkiye seferim, öyle başarılı olmuştu ki, kısa sürede birçok tanış ve dost edinmiştim.
Ve önce de dediğim gibi başka topluluklardan farklı olarak, sadece benim memleketim kendi özgürlüğünü kanı pahasına kazandı ve yeni bir özgürlük dönemi başladı. Çok geçmeden Elçibey’in önderliğinde Azerbaycan Demokratik Cumhuriyetinde değişimler başladı. Beni “Gençlik” dergisi genel yayın yönetmenliğinden, Azerbaycan radyo ve televizyon kurumu başkanlığına getirmişlerdi. Görevim süresince Türkiye ile Azerbaycan arasındaki iyi ilişkiler kurulmasına çok çaba harcıyor, büyük gayret gösteriyordum. Azerbaycan’ın demokrasi yolunda hızla ilerlediğini gören dış güçler ve onların yurt içindeki uzantıları bu süreci baltalamak için darbe girişiminde bulundular ve bizler görevimizi bırakmak zorunda kaldık.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, ölümsüz mısralarında böyle diyor:
“Kader beyaz kâğıda sütle yazılmış yazı
Elindeyse beyazdan, gel de ayır beyazı.”
Kader, bana öyle bir ağ örmüştü ki, artık Türkiye’de yaşamak ve çalışmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Azerbaycan’da üç sene boyunca işsiz, parasız, pulsuz kaldıktan sonra, Türkiye’ye yüz tutmaktan başka çarem yoktu. Türkiye’de tanıdıklarım çok olsa da, “dost” olarak bildiğim bir tek Ali Akbaş vardı. Yıllar önce Ali Akbaş’ı karşıma çıkaran kaderin, ervah-ı ezelde yazıldığına artık emindim. O günden bu yana, Türkiye’de yaşadığım yirmi altı sene boyunca, Ali Akbaş’ın kardeş kaygısını, her zaman yanımda hissettim.
Hayatımın en zor dönemlerinde onun evinin ve gönlünün kapısı, bana hep açık oldu. Bizde diyorlar ki: “Her babayiğidin arkasında mutlaka yiğit bir kadın durur.” Ali Akbaş’ın eşi Ayten Hanım, işte bu tip kadınların başında gelir. Ayten Hanım’ın gayretleri sayesinde Ali Akbaş’ın yuvası, Türk Dünyası’nın her köşesinden gelenler için tam bir sığınaktır.
Bazen aylarca görüşmüyor, haberleşmiyoruz. Ama Ankara ile Çanakkale arasındaki zaman ve mekân mesafesi, bizim ruhlarımızı birbirinden ayıramıyor. Galiba ben, sırf bu yüzden Çanakkale’de gurbet hayatı yaşamıyorum. Biliyorum ki, soluduğum havada onun dost ve şair nefesi var. Yalnız kendi sorunlarımı değil, birçok Azerbaycanlı dostumun problemlerini de çoğu zaman onun zayıf omuzlarına yüklediğim olmuştur. Benimle ilgili çabalarını burada birer birer sayıp sözü uzatmak istemezdim. Ama bir ikisini de hatırlamadan geçemiyorum.
2004 yılında altmış beş yaşımı doldurduğumda, benim jübile meselemi Azerbaycan’da hiç kimsenin düşünmediği bir zamanda, Ali Akbaş ve onun yiğit dostları (O zaman dostumuz Yakup Ömeroğlu; Türkiye Yazarlar Birliğinin başkanı, Ali Akbaş ise sekreteriydi) Ankara’da Millî kütüphane salonunda, Türkiye’de ilk defa, yaşayan bir şaire, yani bana, şahane bir jübile tertiplediler. O gecenin coşkusu hâlâ benim içimdedir.
2006 yılında Rusya’nın önemli şairlerinden olan dostum Mihail Sinelnikov Türkiye’ye gelmek isteğini iletti. O zaman, Ali Akbaş ve Yakup Ömeroğlu, yine Türkiye Yazarlar Birliğinde görevliydiler. Mihail Sinelnikov Ankara’ya geldi ve dostlarımız onu çok büyük bir içtenlikle karşıladılar. Ama o zaman biz, bir kez bile olsun Türkiye Yazarlar Birliğinin binasına uğramadık. Mihail Sinelnikov’un Türkiye’ye geldiğinde, meğer dostlarım Türkiye Yazarlar Birliğinden ayrılmışlar; ama bunu, M.Sinelnikov’un Türkiye seferi gerçekleşsin diye bana bildirmemişler ve hatta misafirin tüm masraflarını da kendi ceplerinden karşılamışlar. Ben bütün bunları sonradan öğrenecektim.
Ali Akbaş’ın şiirleri ile tanıştıktan sonra Mihail Sinelnikov bana bir itirafta bulundu, dedi ki: “Türk edebiyatına, Nazım Hikmet’ten sonra böyle farklı bir şairin geleceğini hiç düşünmemiştim. Mihail Sinelnikov, Ali Akbaş’ın şiirlerini büyük bir içtenlikle Rusçaya çevirdi sonra, onun hakkında bir makale yazıp Moskova’daki dergilerde yayımladı.
Çok geçmeden, Ali Akbaş ve Yakup Ömeroğlu bu kez Avrasya Yazarlar Birliğini kurdular ve “Kardeş Kalemler” dergisini yayımlamaya başladılar. Galiba Ali Akbaş şiirde yarım kalan işlerini, genel yayın yönetmenliğini yaptığı bu dergi ile tamamlamaya başlayacaktı:
Ne zaman ki Kerkük gelir aklıma,
Boğazlanan bir Türk gelir aklıma.
Fuzuli bağını viran edenin
Alnı için tükrük gelir aklıma.
Aristo şairi kastederek şöyle diyor: “Söz açık olmalıdır, zayıf değil…” Ali Akbaş’ın şiirlerine baştanbaşa yüce ve açık, anlaşılır duygular yüklenmiştir. Onun kitaplarında bir tane de olsa zayıf şiire rastlamak mümkün değildir. Hakiki eser bitip tükenmez bir enerjiye sahip olur. Ali Akbaş’ın şiirleri de öyledir. Defalarca okusanız da hep yeniden okumak istersiniz ve bu şiirleri her okuyuşunuzda, olağanüstü bir sanatkâr ilhamının, yeni özelliklerini bulursunuz. Birbiri ile ilişkisi kesilmiş iki ışık kaynağını, o dünyayı ve bu dünyayı kendinde birleştirebilmek başarısı, her büyük sanatkâr gibi, Ali Akbaş’a da yabancı değil.
Bir Norveçli şairin dediği gibi “Ne zamansa, kumsalda oynadığımız gibi yıldızlarla oynayacağız.” Sonsuzluk kokusu gelen bu mısraların benzerlerini, Ali Akbaş’ın, çocuklukla hikmetin haşir neşir olduğu mısralarında da görebiliriz.
Nobel ödüllü şair Bunin diyordu ki, “Sadece çocukluk çağlarını yürekten hissediyorum, ömrümün yerde kalanları benim değil.” Bu anlamda Ali Akbaş’ın şiirlerine bir çocuk hayreti, bir çocuk coşkusu ve alçakgönüllülüğü hâkimdir. Nağmeye dönmüş bir Fransız şiirinde denildiği gibi: Keşke gençlik bilseydi, keşke ihtiyarlık başarsaydı.” Ali Akbaş’ın ilk gençlik yıllarında yazdığı şiirler ile ihtiyarlık döneminin şiirlerini kıyaslarsak, coşku ve mükemmellik bakımından hiçbir farkın olmadığını görürüz, bu zaten böyle de olmalıdır. Başka bir deyişle deha çok şeyi kendinde birleştiriyor, yetenek ait olduğu edebî ekolle yetiniyor. Sıradan birisi ise hocasının öğrettiklerinin dışına çıkamıyor. Yani Ali Akbaş daha ilk gençlik yıllarında kendini bulan ve bu buluşuyla da edebî kaderini ve üslubunu belirleyen bir sanatkârdır. Büyük sanatkâr, kendi hakkında yazarken de konuşurken de insanlık adına konuşur, çünkü insanlığa ait olan ne varsa onun varlığında mevcuttur. Bu manada Ali Akbaş’ın şiir coğrafyası Türkiye ve Türk Dünyası ile yetinmeyip tüm dünyayı kucaklıyor.
Bizde böyle bir deyim var: “Niyetin nereye ise menzilin orasıdır.” Ali Akbaş’ın içindeki büyük Türklük sevdasıyla, sonunda bütün imkânlarını zorladı ve kısa sürede tüm Avrasya’da ün kazanan “Kardeş Kalemler” gibi soylu bir derginin genel yayın yönetmeni oldu. Şimdi, şiirlerinde dile getiremediği bazı şeyleri bu dergi aracılığı ile dünyaya ulaştırıyor. Hiç çekinmeden diyebilirim ki, Kardeş Kalemler ’in Azerbaycan ve diğer Türk yurtlarında, en az Türkiye’deki kadar okuyucusu var.
Ali Akbaş Türkiye sınırlarını çoktan aşmış bir şairdir. Makedonya’da kitabının yayınlanmasını, birbirinden değerli çocuk şiirlerinin, ders kitaplarına alınması, okullarda okutulması, dediklerimizin bir kanıtı olsa gerek. Ali Akbaş şiirlerine yüklediği enerji ile bütün zamanlarda yaşama hakkı kazanmış, bahtiyar bir sanatçıdır. Büyük bir şiir dehasının bu kadar mütevazı olması eşine az rastlanan bir özelliktir. Ama bu ilk bakışta böyledir, haksızlığın boy gösterdiği dönemlerdeki yılmak bilmeyen bir eda ile haykırışları ise ona bir başka özellik kazandırıyor.
Onun dostluğundan söz açsak, “adam gibi adam olduğu” sözleri gönlümüzden dilimize çıkacak. Şairliğinden söz açsak, tarife sığmaz sözler sarf etmek gerekecek. Şiirine, onun kadar titiz davranan birine rastlamazsınız. Nasıl söyleyelim kelimeleri kendine, kendini kelimelerine sevdirene kadar uğraşır, onda bir gizli arı çalışkanlığı ve işine sadakat söz konusudur. Ali Akbaş, doğanın bir parçası olduğuna inandığından, kaleminden çıkanları da doğanın bir parçasına benzetmeye özen gösteren ve en sonunda buna nail olan ve bunu bir alışkanlık hâline getiren, bahtiyar sanatçımızdır.
O bir tevazu timsalidir. Bu yönü ile Azerbaycan’ın çok büyük ama hakkı teslim edilmemiş şairi, adaşı Ali Kerim ile aynı karakteri paylaşıyor. Belki de tevazu, büyük şairlerin hepsi için geçerli bir özelliktir, bilemiyorum. “Derinlik ne kadar fazlaysa o kadar sakindir,” diyorlar. Bu sözü sanki Ali Akbaş’a söylemişler. Şiir festivallerinde defalarca birlikte olduk. Fikir, düşünce ve hüzün dolu şiirlerinin her isteği karşılayacağından emin olduğu için başka şairler gibi salonları coşturmak için asla çaba göstermez.
Ona sözün sihirbazı desek yanlış olmaz. Çiçekten balözü çeken arı misali sözün usaresini çekerek, tüm vezinlerde aynı düzeyde eserler verir. O belki az yazıyor ama “öz” yazdığına şüphe yok. O: “Güzellik gibi, ahlak gibi, metafizik kavramlar gibi, anlatılması zor olan bir şeydir şiir” diyor. Şiiri böyle bir yaklaşımı ile tanımlayan şairden başka ne beklenmeli ki?
Türk Dünyası’nın dertleri, acıları, onun şiirlerinden bin bir feryat ve yürek dağlayan sızılarla, kızıl bir hat gibi geçiyor.
O, daha ilk şiirlerinden itibaren hakikatin farkına varmış bir şairdir, şiirin derinliklerine inip, bir arı gibi öyle ince damarlardan şiir şırası çekiyor ki, onun yazdığı konularda eser verebilirsiniz ama onu taklit etmek imkânsız gözüküyor. O, hangi konuya el atmışsa, o konuya ebedi mührünü de vurmuştur. İşin ilginç yanı odur ki, Ali Akbaş şiirin bütün vezinlerinde kalemini sınava çekmiş ve her defasında da bu sınavdan alnının akı ile çıkmıştır Ali Akbaş’ta hikmetli Doğu şiiri ile modern arayışlı Batı şiirinin öncül sentezi, ilahi bir biçimde buluşur. Klasik Doğu şiiri ile modern Batı şiirinin zengin tecrübesinden yararlanan şair, gazel yazarken de, koşma yazarken de ya da serbest şiirlerinde de aynı zirveyi yakalayabilmiştir. “Fuzuli”, ”Bizim Türküler” , “Erenler Divanı” ve daha onlarca birbirinden farklı biçim, ritim ve farklı ruh hâliyle yazılmış şiirleri bu düşüncemizi kanıtlamak için yeterli olacaktır. Bu eserler seslerin, renklerin, vahilerin, sırlı fısıltıların, bazen çılgın bazen aheste armonisini oluşturmaktadır. Ama ben bu yazımda daha çok hatıralarıma yer ayırdığımdan Ali Akbaş’ın şiirlerini incelemeden, sadece “Göygöl” şiirine değineceğim. Güzel sudan bir damla da içsen, bir derya da içsen, aynı değerdedir. “Göygöl” şiirinde bir şiir hazinesi saklıdır:
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği…
*
Ne kadar özenmiş hilkatin eli,
Bir depremde doğan yayla güzeli.
*
Gök mavi, göl mavi, her şey semavi
Arşa çıkar ateşgahın alevi.
*
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillah demeden yıkanmasınlar…
*
Asırlardır sevda çeken gönüller
Ateşgah’da yanar, burada serinler…
*
Bir sabah Göygöl’de peri kızları
Yıkanırken siper edip sazları,
Üstlerine gelmiş bir deli çoban.
Kır papaklı sırtı heybeli çoban
Bakmış ki gölbaşı peri tüneği
Atmış üstlerine ak kepeneği.
Bir anlık gafletten doğmuş Tepegöz
Oğuzu uykuda boğmuş Tepegöz.
*
Bir gece yarısı ay suya düşer,
Çöllerde bir ceylan pusuya düşer.
Dikkatle okunduğunda bu şiirde acılı, ağrılı, sancılı bir o kadar da şanlı, şerefli tarihimizin tüm evrelerinin, ince bir dantel gibi örüldüğünü görüyoruz.
Bu şiiri, bir de şunun için öne çıkarıyorum ki, ben bu şiirin ilk mısralarının nasıl oluştuğuna da tanıklık ettim. Yukarıda da anlattığım gibi; bir güz günün de Ali Akbaş’ı, doğada oluşum tarihi bilinen, dağların kucağında karar kılan yedi bacının en güzel gölü olan Göygöl’e götürmüştük. O, sonraları Göygöl’e bu gidişimizi kâğıda böyle dökecekti: “Yıl 1988. Mevsim son bahar. Derin bir hüzün çökmüş yaylalara. Nizami’nin yurdu Gence’yi geride bırakıp Kepez dağına tırmanıyoruz. Kepez dumanlar içinde ve eteğinde bir peri uyukluyor. Dünyanın en sihirli suyu olan Göygöl bu. Biz üç şair… Bahta lanet okuyarak suyun aynasına dalıyoruz” Ve o dalış Ali Akbaş’a “Göygöl” gibi olağanüstü bir şiiri yazdıracaktı. İşin aslı bu ki, 1141 senesinde, Gence’de büyük bir deprem olmuş ve bu deprem nedeniyle Kepez dağının bir bölümü uçup, Aksu ırmağının önünü kesmiş. Göygöl’de böylece oluşmuştur. Bu, doğanın bir mucizesiydi. O dönemde Gence’de bir mucize daha gerçekleşmiş ve sonraları dünya edebiyatı tarihinde “Hamse”nin kurucusu olarak geçmiş Nizami Gencevi dünyaya gelmiştir. Tabii konumuz bu olaylar değil. Göygöl’ün güzelliği birçok şairin kalemine ilham vermiş ve ölümsüz eserlere konu olmuştur. Hiç kuşkusuz Ahmet Cevad’ın Göygöle yazdığı şiir, bunların başında gelir. Ali Akbaş ile Göygöl’ün etrafını çevreleyen çamların yeşil renginden renk ve ad alan bu dağlar meralı gölü, sevgi ve hüzünle izlerken, onun Türkiye’ye döndükten sonra Göygöl’le ilgili böyle ölümsüz bir eser yaratacağı hiç aklımıza da gelmezdi. Üstelik Ali Akbaş, bizim yazmadığımız, yazamadığımız şeyleri de dile getirecekti. Bu şiirin ahenginde, baştanbaşa bir hüzün hâkim:
Şimdi yaylaların son baharıdır
Dağları kaplayan süt buharıdır
Yapayalnız kalmış kuğulu Göygöl
Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl
Uzar kıyısında bir sarı kamış
Kendini seyreder sularda yaz kış
Şimal küleğiyle kar geliyor, kar
Sunamı tufandan koruyun dağlar.
Bu ölümsüz mısraları okudukça Yetik Ozan’ı ve onun “Atmaca Uçurumu” kitabını hatırlıyorum. O da zamanında Ali Akbaş gibi Türk Dünyası problemlerini şiirlerine yansıtıyor ve o yerlerin lehçesinden bazı kelimeleri de mısralarında aynen koruyordu. Eğer örnek aldığımız mısralara bakılırsa kullanılan “şimal” ve “külek” sözcüklerinin Anadolu Türkçesinde pek kullanılmadığını görürüz. Buradan yola çıkarak şairin neden “kuzey” yerine “şimal”, “rüzgâr” yerine “külek“ kelimelerini kullandığını anlıyoruz. Çünkü Azerbaycan’da “Şimal küleği” denildiğinde Rusya’dan gelecek bir bela kastediliyordu.
Aslında bakıldığında Ali Akbaş’ın şiirleri nerdeyse arı peteğine benziyor, peteklerde bir tane bile olsun, boş yüksüye rastlamak mümkün değil. Ali Akbaş da sanki her mısra ve hatta her söze özel bir anlam vermeyi, okuyucusunu simgelerle sınava çekmeyi başarıyor:
Mesnevi okuyup geçtik Gence’den
İçime bir sızı düştü inceden
Elveda bağlarda üzüm derenler
Üzümü unutup hüzün derenler
Elveda adını unutan şehir
Elveda akmayı unutan nehir
Ata yadigârı Gence elveda
Dalına kuruyan gonca elveda.
Ali Akbaş o yerlerden geçtiğinde Nizamileri, Mehsetileri büyüten, onlara adından ad veren Gence şehrinin adı değiştirilmiş, Gence adı unutturulmuştu. İşte o nedenle üzüm derenler “hüzün deriyordu” ve Ali Akbaş, o nedenle “adını unutan şehre”, “akmayı unutan nehre” “dalında kuruyan goncaya” ağıtla karışık bir veda ediyor, el sallıyordu.
“Kim diyor bir ömrün destanı bitir
Çay taşır, sel gider, sahiller kalır.
Adiler yıllara koşulup yitir,
Zamandan zamana dâhiler kalır…”
Sadece Göygöl şiiri bile, Ali Akbaş manalar şairi olduğunu söylemeye yeter. Manalar ebedi olduğu için Ali Akbaş da ebediyet şairidir.

TÜRK ŞİİRİNİN GÜNÜMÜZDEKİ YÜZ AKI
Dr. Mehmet GÜNEŞ
O; 4 Eylül 1942’de Maraş’ın Elbistan İlçesi’nin Maraba (Çatova) Köyü’n-de dünyaya gelmiş, ilkokulu köyünde, ortaokulu Elbistan’da, liseyi Maraş’ta okumuş, daha lisedeyken okulun açtığı marş yarışmasında birincilik kazanan şiiri “Maraş Lisesi Marşı” olarak bestelenmiş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuş; ülkemizin çok çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği ve Gazi Eğitim Enstitüsünde müdür yardımcılığı yapmış Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, turkuaz düşünceli ve Türk Dünyası’na sevdâlı bir güzel insandır.
“Kalemlerle ararız bilgi definesini
Tatmışız çalışmanın zevkini hevesini
Yakında bulacağız bu yolun zirvesini
Engizek Yaylasından çiçekler deriyoruz.
Çınlarken ufuklarda gençlerinin gür sesi
Adını duysun her yer yaşa Maraş Lisesi
Her sınıfın uğurlu birer mabet köşesi
Seni yükselteceğiz sana söz veriyoruz”[3 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Maraş Lisesi Marşı, 98]
O; 1979-1982 yılları arasında Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezi’nde program yazarlığı yaptıktan sonra araştırma görevlisi olarak Hacettepe Üniversitesi’ne geçmiş, 1985’te “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” adlı teziyle yüksek lisansını tamamlamış, 1982 yılından îtibâren Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Türk Dili Okutmanı olarak çalışmış, 1996’da emekli olduktan sonra 1999-2000 öğretim yılında Kazakistan Ahmet Yesevî Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak vazife almış, lise yıllarından günümüze kadar şiirle, kâğıtla ve kalemle ünsiyetini bir an bile koparmamış olan Türk edebiyatının seksen yıllık bir ulu çınarıdır.
O; “Kız Evi Naz Evi” isimli piyesi 1969 yılında İstanbul Radyosu tarafından radyo programına uyarlanan; muhteşem el yazısı gibi çok güzel karakalem resimler yapan; Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerinin yayınlanmasında öncülük eden; Ötüken, Töre, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Kardaş Edebiyatlar, Erguvan, Dolunay başta olmak üzere kitapların dışında kalan bâzı şiirleri de çok değişik dergilerde yayınlanan ve hâlen Kardeş Kalemler Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini büyük bir titizlikle sürdüren, Türkiye’nin yaşayan en önemli şairlerinden birisidir.
O; “Masal Çağı”[4 - Ali Akbaş, Ocak Yayınları, Ankara, 1983.], “Kuş Sofrası”[5 - Ali Akbaş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991; Kuş Sofrası, 2000 yılında Mariya Leontiç tarafından Makedonca’ya çevrilmiştir.], “Eylüle Beste”[6 - Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.], “Turna Göçü”[7 - Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.], “Erenler Dîvânında”[8 - Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.] isimli beş şiir kitabı yayımlanan, 2018 yılında bunlar “Bütün Şiirleri”[9 - Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2015.] ismiyle bir araya toplanan ve “Gökte Ay Portakaldır”[10 - Ali Akbaş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.] adlı bir masal kitabı da bulunan; Türkiye Yazarlar Birliği’nin “1991 Yılı Çocuk Edebiyatı Dalında Yılın Şâiri Ödülü”nü alan, 1993’te Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde “Mağcan Cumabayulı Ödülü”ne lâyık görülen, Kosova’da yayınlanan Türkçem Çocuk Dergisi tarafından “2004 Yılı Şiir Ödülü” verilen, 2005’te İtalya’nın Venedik kentinde düzenlenen 57. Şiir Bianeli’nde ve 2007 yılında 20. Moskova Kitap Fuarında Türkiye’yi temsil eden, 2019’da “Selçuklu Vakfı Edebiyat Ödülü”ne, 2020’de Gönüllerde Birlik Vakfı “Muhsin Yazıcıoğlu Edebiyat Ödülü”ne ve 2022 yılında Türk Edebiyat Vakfı tarafından da “Yaşayan Dede Korkut Ödülü”ne lâyık görülen Türk şiirinin günümüzdeki yüz akıdır
O, edebiyat hocası olmasının verdiği dil hâkimiyetiyle Türkçenin bütün inceliklerini bilen; günümüz Türk şiiri içinde yeni bir ses, yeni bir nefes, yeni bir renk, yeni bir âhenk ve yeni bir mihenk olan; şiire mükemmeliyet hassasiyetiyle yaklaşan, şiirin teknik ve estetik yönüne önem veren, şiiri ciddî bir iş olarak gören, uykusuz gecelerini şiire hasreden, güçlü şâirliğini, edebî sanatları kullanmadaki mahâretini, rûhunda yaşayan çocuğun ve çocukluğunun duygu dünyasını hep canlı tutarak şiirlerine taşıyan gerçek bir erbâb-ı kalemdir.
O; yazdığı her dizeyi hayatın ve tabiatın şiire yansıması olarak algılayan, şiirlerinin arka planındaki derin bir bilgi birikimiyle; insana, eşyaya ve olaylara hikmet nazarıyla bakan, geleneğin mîrasını geleceğe aktarmak için klasik Türk şiirinden modern şiire geçerken, serbest şiirde de iç kafiyeyi ve sembolleri çok büyük ustalıkla kullanan, her hangi bir edebiyat akımına bağlı olmayan, damıtılmış şiirlerin sâhibi olan, dildeki büyük titizliğini şiir üslûbuna da yansıtan şiir semâmızın yıldızlarındandır.
“Leylânın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
. .
Apansız bir yıldız düşüyor göğümüzden
İçimize köz düşüyor
Şiir oluyor
Siyeci bozulmuş viran bahçelerde
Güller soluyor
Şiir oluyor”[11 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Şiir Oluyor, 9-10]
O, şiirle hayâtını anlamlı kılan bir ehl-i kalem olarak; edebiyat dünyasının hâkanı, nazım ve nesir ülkesinin sultânı, gönül dilinin tercümanı ve fetânet imbiğinden süzülen duygu çiçeklerinin elvan elvan açıldığı efsunkâr bir fesâhet gülistanı olan şiiri çok önemseyen bir şâirdir. O; Doğu’nun ve Batı’nın şiir geleneğiyle Türk şiirinin usta şâirlerini ve şiirin ana malzemesi olan dilimizin bütün inceliklerini çok iyi bilen, kendine has üslubuyla basit gibi görünen çok derin ifâdeleri dizelere döken; ârızasız, sağlam ve yarınlara kalacak şiirlerin müellifidir.
“Ey şiir, kanayan yaramsın benim
Göğsümde taşırım, gören gül sanır.
Ağıdım, feryâdım, nâramsın benim
Uzaktan duyanlar, bir bülbül sanır.
Söz düşmüş payıma Bezm-i Elest’te
Bir vefâsız yâre oldum Dilbeste
Çırpınır dururum hep bu kafeste
Söylemem derdimi tahammül sanır.”[12 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Şiir, 9]
O; türkülerimizden, masallarımızdan, vecîzelerimizden, folklorumuzdan, coğrafyamızdan, halk şiirimizden, divan edebiyatımızdan ve tasavvuf anlayışımızdan gelen unsurlarla şiir dünyasını şekillendirmiş, klasik motif ve mazmunlara yeni anlamlar yüklemiş, yeni tasvir ve tabirlerle modern bir tavır sergilemiş; stilize edilmiş bir hece, hecenin uzunlu kısalı kalıpları serpiştirilerek âhenk hâlinde yansıyan bir aruz, kısa hatta tek kelimelik mısra yapısının ustaca kullanıldığı bir serbest tarz ortaya koymuş, demlenmiş bir dille yazdığı şiirlerinde genellikle lirizmden çok; ses uyumunu, aliterasyonu, ritmi ve iç musîkiyi ön planda tutmuştur.
“Yıldızlar
İri şehlâ gözlerdir
Geceyi gamlı kılan
Uzaktan süzerler bizi
El değmemiş ter ü tâze tenleri
Ölmüş ergen kızlardır
Yıldızlar
Yıldızlar,
Derin, Harran göklerinin
Solmaz çiçekleri, naz çiçekleri
Her gece perişan düşerler suya
Yıldız saya saya varır bebek uykuya
Dökülür yastığa bir mavi rüyâ
Onlar ki en hazin ninniyi söyler
Öper öksüz çocukların alnından
Saz benizli ecemizdir
Yıldızlar
Yıldızlar
Bahtımız, yalnızlığımız
Leylâ demeye gör
Gök yankılanır
Okşar yeryüzünü bir kuş kanadı
Bu en güzel kadın adı
Havvâ’dan beri
Kim bilir nasıldı elleri?..
Hey eski zaman güzelleri
Arzu, Şirin, Züleyhâ,
Dilberler dilberi Meryem
Kem gözlere mahrem
Kızlardır
Yıldızlar”[13 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Harran Gökleri, 9-10]
O; şiirlerini bir Anadolu kilimi gibi bize âit renk, desen ve motiflerle süslemiş, dizeleri Hoca Ahmet Yesevî’nin, Yunus Emre’nin, Mevlânâ’nın bedesteninden alınan ipek ipliklerle örmüş, mısrâlarında çocukluk hâtıralarını, köyünü, memleketinin her hâlini, insanlarını, börtü böceğini, soğuğunu sıcağını, kurdunu kuşunu, sıla hasretini, vatandaki gurbeti, Ay-Yıldız aşkını, gönlünün hudutlarına aslâ sığmayan sevdâsını ve hayatını şekillendiren mukaddes dâvâsını; bâzen bir çocuk edâsıyla, bâzen Korkut Ata nidâsıyla, bâzen hazin bir gariplik, bâzen yüreklere sığmayan bir sevinç içinde ve zarif bir biçimde dile getirmiştir.
O; “Çiçekler ve Kuşlar” şiirinde, medeniyet kültürümüzde her birinin ayrı bir anlamı ve değeri olan “Sümbül, Güvercin, Lâle, Leylek, Gül ve Bülbül” kelimelerinin şiir diliyle târif ederken, çok güçlü bir lirizmle, klasik motiflere yeni bir bakış açısı getirerek sembolize etmiş ve şunları yazmıştır:
“Sümbül
Bir sülüs besmeledir
Ulu mâbetlerde süs
Buram buram Türk kokan
Sultanlar tuğrâsıdır
Sümbül
Güvercin
Hû çeken derviş
Yüce ayvanlarda,
Semâda bir Mevlevî
Hünkârdan el tutmuş
O’ndan gayrı herkes unutmuş
Akıllı kuş,
Güvercin
Lâle
Bir Leyle-i Kadîr’de kandil
Bir yürek kan içinde
Kalmış efgan içinde
Değil piyâle
Lâle
Leylek
Bir gurbet türküsü gagasında
Her yaz gelir gider
Yemen’de kınalar ellerini
Beytullah’a yüz sürer
Kuş değil melek
Leylek
Gül
İslâm’ın fecridir
Ter ü tâze,
Kucak kucak,
Her seher doğacak
Gül
Bülbül
Şadırvan sesi
Selimiye’de, Süleymâniye’de
Kur’ân nağmesi
Tatlı bir elhan
Hâfız ya da mevlithan
Bülbül”[14 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Çiçekler ve Kuşlar, 15-17]
O; sanatı ciddiye alan, estetiği muhtevâ ile birleştiren, güzellikleri irtifa ile buluşturan, gelenekle gelecek arasında bir köprü oluşturan ve eskimeyen yeniye yeni boyutlar kazandıran, medeniyetimizin ruhunu, Bozkır kültürünü, Anadolu insanının hasletlerini, hasretlerini ve mihveri köy olan mekânların güzelliklerini bir masal anlatımıyla ifâde eden; şiir dilimizi ve şiir zevkimizi şâhikalaştırırken; milleti millet yapan; din, dil, tarih, vatan, bayrak, kültür, ülkü, ortak kader ve birlikte yaşama irâdesi gibi mensûbiyet şuuru oluşturan değerlerimizi çok veciz bir biçimde dile getiren, Hilâl çiçeklerinin açması ve Al Bayrağımızın gölgesinin artması için bir ömür vakfeden ak saçlı bir gönül süvârisidir.
O, 1960’lı yıllarda “ekmek dâvâsı” için mâişet gurbetine çıkıp, Avrupa’ya giden Türk işçilerinin trajedisini, üniversite öğrencisiyken kaleme aldığı “Göç” şiiriyle; gurbeti, hasreti, anadan, babadan, yârdan yârandan, eşten dosttan, vatandan ayrılığın acısını bir ağıt hâlinde destanlaştırmış, bu derin yaranın kahır dolu, serzeniş dolu, hüzün dolu hazin hikâyesini; dünkü satvetli akıncı ruhuyla, bugünkü perişân hâlimizi karşılaştırarak yürek burkan şu mükemmel mısralarla dile getirmiştir:
“Su serperler ya
Gidenlerin ardından,
Dün askere,
Hind’e Yemen’e…
Bu gün ekmeğe
Yaban ellere…
Dönmezler de ondan;
Yoksa niye serpsinler…
Sirkeci’den tren gider,
Ona binen verem gider.
. .
Biz hep atla geçtik Tuna’dan,
Böyle geçmedik
Avrat uşak,
Biz hiç böyle geçmedik,
Beyler utansın…
Sirkeci’den tren gider
Varım yoğum törem gider
Tuna bizden utanır
Biz Tuna’dan
Yüzüne kapatır ellerini
Aldırma be Tuna’m
Yiğit çıplak doğar anadan
Sirkeci’den tren gider
Erzurumlu Duran gider
Burada ezan var,
Orada çan;
Uyaan!
Uyan!
Uyan!
Sirkeci’den tren gider,
Bir yaldızlı Kur’ân gider…”[15 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Göç, 82-84]
O, şiirlerinde; doğup büyüdüğü topraklara duyduğu hasreti, çocukluk günlerindeki duygularını, hâtıralarını; mensûbu olmakla iftihâr ettiği Türk milletin asâletini, değer yargılarını, kültürünü ve medeniyet anlayışını, inancını, irfanını şiir diliyle terennüm etmiş, kökleri çok sağlam ve çok güçlü bir şiir geleneğinden beslenerek yepyeni ufuklara yelken açmış ve anamızın ak sütü gibi tertemiz ve berrak bir Türkçeyle şiirler yazmıştır.
“Siz hiç
Kırda bir göze kadar berrak
Ve bir çocuğun gözleri kadar saf ve temiz
Bakabilir misiniz?
Daha kıyamet kopmuyorsa eğer,
Gökler başımıza çökmüyorsa
Onlar sayesindedir.
Onlar
Bize Rabb’in emânetleri
Onlar Bosna’da, Grozni’de
Uganda’da, Somali’de, Bağdat’ta
Fillerin ayakları altında ezilen karıncalar,
Onlar daha açmadan solan goncalardır.
Vakitsiz ölürse çocuklar
Bir yer altı nehri doğar
Anaların toprağa sızan gözyaşlarından
Bir gizli deniz oluşur yavaş yavaş
Ve sonra bir dağ koyağı,
Yâhut bir fay çatlağı bularak
Tekrar çıkarlar apansız
Berrak bir pınar gibi
Köhne dünyamızın herhangi bir yerinden”[16 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Filler ve Karıncalar, 66-67]
O; Ahmet Cevat’a ithâf ettiği meşhur “Göygöl” şiirinde, Göygöl’e dair izlenimlerini tarihi ve kültürel arka plânıyla anlatmış, “Gök mavi, göl mavi, her şey semâvî” diyerek bizleri çok başka âlemlere götürmüş, Türk Dünyası’na dâir duygu, düşünce ve hayâllerini sembolik ifâdeler ve şâheser mısrâlarla dile getirmiş ve bir anlamda en güzel şiirine de imzâ atmıştır:
“Bir seher vaktinde vardık Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle.
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı;
Yavaş yavaş araladı perdeyi
Gönlüm göle düşmüş yaban ördeği
Giyip kuşanmaya erinmiş Göygöl
İpekten tüllere bürünmüş Göygöl.
. .
Gök mavi, göl mavi, her şey semâvi
Arşa çıkar Ateşgâh’ın alevi
Burası Kafdağı tezatlar evi
Çıkar her adımda bir masal devi
Dağlar deve olur bulut güvercin
Bir gümüş sakallı keçi olur cin
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillah demeden yıkanmasınlar
. .
Bir Nevruz sabahı sökerken şafak
Bir şehzâde gelip uyandıracak
Nal sesleri duyacaksın derinden
Öpecek usulca göy gözlerinden
Açma duvağını sır verme ele
Şu fırtına dinsin, yaz gelsin hele
Uyu nâtevanım yaralım uyu
Uyu bahtı kara maralım uyu
. .
Mesnevî okuyup geçtim Gence’den
İçime bir sızı düştü inceden
Elvedâ bağlarda üzüm derenler
Üzümü unutup hüzün derenler
Elvedâ adını unutan şehir
Elvedâ akmayı unutan nehir
Ata yâdigârı Gence elvedâ
Dalında kuruyan gonca elvedâ!”[17 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Göygöl, 40-45]
O; bir kuyumcu titizliğiyle işlediği ve sâde bir Türkçeyle kaleme aldığı şiirlerinde bizlere; insan rûhunu kanatlandıran sesler, Mâverâ’dan menzilli adresler, kârîlerini şark bahçelerinden Kaf Dağı’na götüp onlara tayy-i zaman ve tayy-i mekân yaşatan nefesler, çocukluğumuzdan akseden rengârenk kır çiçeklerinin kokusunu teneffüs ettiren râyihâlar duyurduğu gibi; çöle dönmüş ruhları suya kavuşturan gönül sultanlarından ve tarihî destanlardan levhâlar resmetmiş; samîmiyet dolu sımsıcak tebessümlere mesken olan mısrâlarıyla gönül tellerinizi titretmiş bir büyük sanatkârdır.
O; bu toprakların sahip olduğu medenî ve tarihî müktesebâtı, Anadolu insanın gönlündeki duygu birikimini, inanç değerlerini, kültürel zenginliklerini, köye ve köy hayatına dâir her türlü folklorik özellikleri, siyâsî ve sosyal temaları, geçmişe ve çocukluk dönemine yönelik özlemlerini şiirlerinde çok çarpıcı dizelerle dile getirmiştir. O; “makarr-ı ulemâ” ve “makarr-ı şuâra” olan “Şiirin Başkenti”nde yetişmiş; kelâmı “laf” olmaktan çıkartıp “güzel söz”e dönüştürmüş, duygu ve düşüncelerimizi farklı bir idrâk ve ifâde gücüyle buluşturmuş, kelimelerle hayâl ülkesinin esrârengiz ufuklarını tasvir ederken söz ipliğine mânâ incileri dizmiş ve şiiri; hayâtın teri, hayâtı da şiirin sermâyesi olarak görmüş olan -kelimenin kâmil mânâsıyla- ‘Maraşlı bir güzel adam’dır.
O; şiirlerinde doğup büyüdüğü toprakları, köyünü, Elbistan’ı, Ceyhan’ı, Şar Dağı’nı, Maraş’ı anlatmayı da ihmâl etmemiş ve “Bakıra Övgü” şiirinde güneşin Maraş ufuklarına doğuşunu çok edebî bir üslupla şöyle dile getirmiştir:
“Daha gün doğmadan uyanır Maraş
Uyanır da mor dağlara yaslanır
Ela gözlü bir Selçuk şehzâdesi
Bir kumru hu husu ve ezan sesi
Ökkeş sabah sabah bakır dövüyor
Bir bakır sinide güneş doğuyor
Çekiş sesleriyle, alın teriyle
Küçük dükkânlara rahmet yağıyor.”[18 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Bakıra Övgü, 56]
O; basit gibi görünen, fakat çok güçlü bir şiir nefesini gerektiren, billûr duruluğundaki yalın güzellikleri yakalayıp ifâde edebilen, kudemânın târifiyle “sehl-i mümtenî” denilen ve Yunus Emre’ de ifâdesi bulan bu iddialı yalınlığı ve yumuşaklığı günümüz şâirleri arasında en güzel kullananlardan birisi olup, içindeki hikemî sesin dip dalgalarını muazzam bir biçimde mısrâlaştıran, az ama öz yazan, zarif, nâif şiirlere imzâ atan; düşlerini, hayâllerini, ideâllerini dizelerine yansıtan, aralarına çok güzel mecazlar sıralayan, “Kendi gönül çocuğuna şiirler yazan ve yazdıran”[19 - Dr. Mustafa Tatçı, Ali Akbaş’ın Şiir Dünyasında Çocuk]; “Kutlu Taş”, “Göygöl”, “Kazak Mezarlığı”, “Ana Şehir”, “Öksüz Yurt” gibi pek çok şiiri “gönlümüze dar gelen” hudutların çok ötelerine ulaşan, sesi Türkiye’nin sınırlarını aşıp medeniyet kültürümüzün hükümrân olduğu üç kıtaya yayılan, Turan illerine dâir çok fazla şiir yazan ve “gavim gardaş”ın kanayan her yarasını şiir ile sarmaya çalışan ‘Türk Dünyası Şâiri’dir:
“Kerkük bir öbek kar, çöl ortasında
Ah anamız ağlar el ortasında
Sağır mısın sağır mısın Ankara
Öldük güpegündüz yol ortasında
. .
Deryâda yüzen Kıbrıs
Bağrı kan sızan Kıbrıs
Hangimizin derdi çok
Ben Kerkük’em sen Kıbrıs”[20 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Kerkük Üstüne, 101]
“Tuna altın, Tuna gümüş
Savaşırken yere düşmüş
Bir hanın saat kordonu
Gün vurur da öğle sonu
Baştan ayağa kan akar”[21 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 102]
O; şiir pergelinin merkez ucunu Anadolu’ya koymuş, diğer tarafıyla da Türk Dünyası’nı ve gönül coğrafyamızı kucaklamış; Kırım’dan Kazan’a, Aral’dan Çanakkale’ye, Bağdat’tan Kudüs’e, Türkistan’dan Kerkük’e, Altaylardan Tuna’ya, Göygöl’den Bosna’ya, Hazar’dan Harput’a, Erzurum’dan Maraş’a, Söğüt’ten Elbistan’a kadar kelimeleri göklere uçurarak ses bayrağımızı dalgalandırdığı gibi; Azerbaycan Türkü Ahmed Cevat’tan Bahtiyar Vahapzâde’ye, Özbek Türk’ü Çolpan’dan Tatar Türklerinin millî şâiri Tukay’a, Kazak Türk’ü Kasım Amancolov’dan, Saha Türkü Oyunskiy’e , Şehriyâr’dan Cengiz Dağcı’ya, Necdet Koçak’tan Erol Güngör’e, Serdengeçti’ye kadar turkuaz nakışlı şiirler yazmış ve darası alınmış kelimelerle, cümlesine gönül dolusu selâm göndermiştir:
“Hazar kıyısında bir gönül eri,
Göklere uçurmuş kelimeleri
Kimi laçin olmuş, kimi güvercin
Düşmüşler yolara ürkek tedirgin
Nâmeler bağlamış ayaklarına
Mesajlar yollamış düne, yarına
İçlenmiş, içlenmiş denize dalmış
Denizden bir kucak mavilik almış
Boyamış kuşların kanatlarını
Yazmış üzerine beratlarını
Kartal gibi Kaf Dağı’ndan aşırmış
“Erzurum’un Gediği”ne düşürmüş”[22 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Yankı, 46]
O, güzel sanatların; insan rûhunun tecellilerinin bir tezâhürü olması hasebiyle, evrensel olduğuna inananlardandır. “Allah güzeldir, güzelliği sever”[23 - Müslim, Sahih-i Müslim, Îman, I, 93] hâdis-i şerifi mûcibince, güzel sanatların “Esmâ”dan insana yansıdığına îman edenlerdendir. Güzel sanatların, edebiyatın ve şiirin; Türk kültürü içinde çok önemli bir yeri bulunduğu için; dünya Türklüğünün birlik ve beraberliğini temin edecek olan en önemli unsurlardan birisinin de, güzel sanatların ve edebiyatın ortak paydasında Türk Dünyasının bir araya gelmesi gerektiğini düşünenlerdendir. Bu sebeple şiirlerinde bahar bekleyen düşlerimizi dizelere dökmüş ve “Dilde, fikirde, işte birlik” ülküsünü goncaya durdurmak için mısrâlarıyla zihinlere ve gönüllere rengârenk sevgi çiçekleri fidelemiştir.
O; îmânın derûnî veçhesini oluşturan; takvâda derinleşilmesi, nefsin terbiye edilerek insan-ı kâmil olma istikametinde mesâfe kat edilmesi, kalbin maddî ve mânevî kirlerden arındırılması prensiplerini “bire bir eğitim” temelinde gerçekleştiren ve “İlâhî aşkla yaşanan bir hayat tarzı” olan tasavvufun derûnî iklimini, bu toprakların Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını “Erenler Dîvânında” isimli şiirinde muhteşem dizelerle anlatmıştır. O; Efendi Barutçu’ya ithâf ettiği bu uzun ve mânâ yüklü şiirinde “gökyüzünü çadır, güneşi tuğ” bilerek gönül fethine çıkan, her gittikleri yerde karanlıkları aydınlığa tebdîl etmek için nice mânevî kandiller yakan, yetmiş iki millete aynı gözle bakan, irfan ateşinde şekillenen muhabbet nefesiyle gönüllere giren, Muhammedî bir sevdânın ruh enginliğine erişen, fütüvvet ahlâkını ve irfan geleneğimizin efsunkâr güzelliklerini her gittikleri yerlerde en güzel bir biçimde temsil eden ve “Kolonizatör Türk Dervişleri”[24 - Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, 49; Vakıflar Dergisi’nden Seçmeler – III, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2013.] diye vasfedilen “Yesi Güvercinleri”ni / Horasan Erenlerini; Yunusça hece vezni, Mevlânaca aruz âhengi, Âkifçe konuşma dili kullanarak anlatmış ve bir medeniyet tahlili yaparak cevap vermiştir:
“ …
Gökte ay bedir,
Erenler payı
Bir velveledir,
Tuttu semâyı
Binlerce melek
Geldiler tek tek
Kuruldu dernek
Duyunca nâyı
Başladı sema
İnledi sema
Hep medhü senâ
Yüce Mevlâyı
Yunus huşuyla,
Apak başıyla
Aşk yoldaşıyla
Çeker sevdayı
. .
Hey güzeller
Horasan erleri
Yesi güvercinleri
İki cihan serveri
Muhammed aşkına
Biz sizin dîvâneniz
Aylak tozunuz
Yitirdik nerede iziniz
Bu yurt
Osmancığın yurdu
Sizin yurdunuz
N’olur niyâz edin Hakk’a
Bizim kalmadı yüzümüz’
Secdeye kapandı bir pîr
Dediler Akşemsedin’dir
Bir avuç aldı topraktan
Bilmem ne diledi Hak’tan
Üfleyerek sola sağa
Şöyle söyledi toprağa:
‘Bozkır,
Benim gevrek ekmeğim
Yağsız aşım
Beşiğim, mezarım, seccâdem
Yavuz’un bindiği doru kısrak
Kalk artık şâha
Sûre-i Tâ-Hâ gibi
Uzan Allah’a
Duâlar , âminlerle,
Horonlar sinsinlerle,
Ardında yüz binlerle
Gelsin artık beklenen
Kaf Dağı’nın ardındaki küçük şehzâdem!.. dedi
Âmîn dediler.
. .
El ele perçin oldular
Derilip yüz bin oldular
Uçup güvercin oldular
Göklere kıldılar seyrân
Bir köşede kaldım hayrân
Gördüm ki,
Her şehrin bir sâhibi var
Her sâhibin bir nâibi var
Hacı Bayram,
Hacı Bektaş,
Adım adım,
Taş taş,
Mülkü tapulamışlar!”[25 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 9-15]
O; yüce dîn,miz İslâm’a kâvî bir îmanla bağlı, dilimizin büyülü lîsânı olan Türkçeye kara sevdâlı, medeniyet kültürümüze ve köklü bir tarih şuuruna sâhip; vatana, bayrağa, örf ve âdetlerimize sâdık yorgun bir Türk milliyetçisidir. O, yumuşak görünümlü yapısının ardında çatal yürek taşıyan, yeri ve zamanı geldiğinde ve inanç değerlerine bir saldırı olduğunda gözünü daldan budaktan ve zâlimler karşısında sözünü dudaktan sakınmayan ve aslâ zulme boyun eğmeyen yiğit bir ideâlist ve serdengeçti bir alperendir. Hâl böyle olduğu için 28 Şubat’ın en ayazlı günlerinde korkusuzca şunları haykırmıştır:
“Yemenidir yaşmaktır
Bayraktır başörtüsü
Şimdi öz vatanında
Tutsaktır başörtüsü
Zulümdür gelir geçer
İnanan kalmaz naçar
Kuytu sularda açar
Zambaktır başörtüsü
. .
İdeâller arzular
Yasağa nasıl sığar
Her gün yeniden doğar
Şafaktır başörtüsü
. .
Oyası el örgüsü
Namusun tel örgüsü
Nene Hâtun’un süsü
Ak paktır başörtüsü”[26 - Ali Akbaş, Turnalar Göçü, Başörtüsü, 48-49]
O; “Türküler”, “Armağan”, “Huma Kuşumuz” şiirleriyle türkü nefesli bir şâir olduğunu ortaya koymuş, her türkünün dudağında tüten sözlerin efsunkâr özelliğinden ve ezgilerin gönül tellerimizi titreten güzelliğinden nasiplenmiş; gurbet türkülerinin hasretini, ağıtların hüznünü, uzun havaların derdini, kırık havaların neş’esini, bozlakların sesini, tatyanların nefesini, sürmelilerin güldestesini şiir heybesine doldurmuştur. Erbâbınca mâlum olduğu üzere, türkülerimiz, hem Türk kültürünün ve tarihinin mîrâsı, hem ferdî, hem de içtimâî bakımdan hayâtımızın aynası, sözün ve nağmenin hasıdır. Türkülerimiz, her yanımızı esrarlı bir şafak ışığıyla saran gönül dünyamızın mayasıdır. Türkülerimiz; bizi “Biz” yapan kadim özelliklerimizi hikmet diliyle ve bağlamanın teliyle anlatan Türk kültürünün silinmez tuğrasıdır. Türkülerimiz, Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası’nın dört bir yanını gül bahçelerine çeviren bize âit nağmelerin en içli gülümsemesidir. Türkülerimiz; muhteşem ezgileriyle insanımızı yüreğinden yakalayan ve halkımızın ruh dünyasında coşkun ırmaklar gibi çağlayan bu aziz milletin gönül sesidir. Türkülerimiz, insanımızı; millî kimliğimizle, medenî birikimimizle, irfanî geleneğimizle, insânî hasletlerimizle ve edebî kıymetlerimizle buluşturan hudutsuz bir kültür hazînesidir. Türkülerimiz, şâir bir milletin kendi yüreğine doğru yürümesiyle işittiği âşinâ seslerden ve sevdâ gergefinde doyumsuz bir aşkla dokuduğu ışıklı nağmelerden oluşan bir şehrâyindir. Türkülerimiz; hayâllerimizi, ideâllerimizi, duygu ve düşüncelerimizi, gelenek ve göreneklerimizi dile getiren; daha doğmamışlarla yaşayanların ve Âhiret Yurdu’na göçenlerin gönüllerini aynı sevdâ sofrasında buluşturan, İslâm Medeniyetinin ve Türk kültürünün genetik kodlarını içinde saklayan ve duygu penceresinden ömür rüyâsını seyreden bir hayat destanıdır. O; “Yetik Ozan’ın azîz hâtırasın” ithâf ettiği ve türkülerimizi muhteşem mısralarla anlattığı “Türküler” şiirini ve “Huma Kuşumuz”u okuduğumuzda ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılacaktır:
“Bin yılda yoğurduk her mısraını
Yüzüğe kaş ettik Ağrı Dağı’nı
Dünyaya değişmem bir aksağını
Gönlüme göredir bizim türküler
Türküler bilirim Vanlı, Yemenli,
Yemen’in yolları güllü çemenli
Söylemiş gelinler gözleri nemli,
Künyedir, kuradır bizim türküler
. .
Elif ördek olur, göllerde yüzer
Suyun aynasında saçını çözer
Ceylanlar peşinde avcılar gezer
Bir mîrî meradır bizim türküler
. .
Bin dereden su taşımış elekle,
Bin senedir kavgası var felekle
Tırmanır sırtında ağır şelekle
Ağrı’dır, Hîra’dır bizim türküler
. .
Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir ah’ta
Bozkırda nâradır bizim türküler”[27 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Türküler, 28-33]
“Yine duman almış Palandöken’i
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Türküler bağrımda bir gül dikeni
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Yükseklerde öten huma kuşumuz
Issız gecelerde can yoldaşımız
Sen söylerken göğe değer başımız
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
* * *
İşimiz yok bizim hasetle, kinle
Gam, kasavet dağıt gür nefesinle
Yüce endâmınla yiğit sesinle
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle
Dadaş göğsümüze bir velvele sal
Rûhu coştur, çürük aklı yele sal
Birbirine girsin gerçekle masal
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle”[28 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Huma Kuşumuz, 40]
O; şiirde esas olanın; düşüncenin borazanlığını yapmak değil, imge ve sembollerle duygu ve düşünceyi bir sentez ve bir denge içinde ve latif bir biçimde ifâde etmek olduğuna inananlardandır. Bu sebeple o; nesirle yapılması gereken “tebliğ” yöntemiyle didaktik şiirler yazmamış, nazmın kollarında şekillenen “telkin” usûlüyle fikriyâtını dizelere dökmüştür. O; şiirlerinde fikrî temâyüllerini ve inanç değerlerini edebî sanatlar muvâcehesinde sanatkârane bir biçimde ortaya koymuş, “tebliğ” değil, “telkin” etmek için; estetikle fikri, düşünceyle duyguyu, hayâlle ideâli şiirlerinde mükemmel bir biçimde harmanlamış, fikirlerini çayda eriyen şeker gibi şiirlerinin içine katıp eritmiş, hasılı şiiri fikirleştirmemiş, ancak fikirlerini şiirleştirmiştir.
O; şiirlerinde belli bir şekil endişesi gözetmemiş, yazacağı şiirin hece mi, serbest vezin mi, aruz mu olacağını o anki duygu ve ilham sağanağının belirlediğini söylemiştir. O; zarif buluşlarını ve imge çeşitliliğini şiirlerine yoldaş eylerken, gözden kaçan mahzun güzellikleri de soylu bir romantizm, yalın ancak vurgulu bir tarzda anlatmıştır. O; estetik bir söyleyişle duygularını dile getirmiş, kelime seçiminde çok titiz davranmış, mısralarını aliterasyon ve asonanslarla beslemiş, ses ve ritim armonisinin oluşturduğu müzikâl bir âhenkle dizelerini şekillendirmiş ve gelenekle modern şiir arasında güzel bir terkip meydana getirerek nev’i şahsına münhasır özel bir şiir üslûbu oluşturmuştur. Bu şiir dış estetiğiyle Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Behçet Necatigil formunda görünse de; öz ve muhtevâ olarak Yunus Emre, Yahya Kemal, Necip Fâzıl ve Arif Nihat Asya çizgisindedir.
“Gün kısaldı, virdimiz oldu elfâz-ı güz
Soldurur her çehreyi güller gibi emrâz-ı güz
Gül solar, bülbül susar, efgân olur has bahçede
Yükselir dağdan dağa ah bir hazin âvâz-ı güz
Bir ölüm raksıdır her şey kuş, böcek, yaprak, çiçek
Dem tutar dallarda rüzgâr inledikçe sâz-ı güz
. .
Demledik deryaya karşı erguvan akşamları
Sâyesinde şîr olduk ismi pinhân, râz-ı güz
Sıkletinden kurtul Akbaş, hemdem ol yapraklara
Rûzigâr alsın götürsün başlıyor pervâz-ı güz”[29 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Güz Gazeli, 130-131]
Hâsılı O; îman dolu bir yüreğin sâhibi kâmil bir Müslüman, Hac vazifesini de edâ eden samimi bir mü’min, tarih şuuruyla tebellür etmiş bir münevver, düşünce ufkumuza yeni güzellikler katan bir muallim, millî değerlerimizin savunucusu gerçek bir entelektüel edip, irfanî sevdâyı ve Tûrânî düşünceyi baş tacı eden mümtaz bir ülkücü, “millet, ümmet, beşeriyet” halkalarını içten dışa doğru kucaklayan bir ehl- dil, Türk Dünyasının dertleriyle hemdert olan ve Dünya Türklüğünün hürriyet mücâdelesine en asil duygularla sâhip çıkan çilekeş bir milliyetperver, yüreği sevgi deryâsı olan bir güzel insan, kelimenin kâmil mânâsıyla Türk şiirinin günümüzdeki yüz akı olan bir büyük şâir ve mükemmel bir dil mîmârıdır…
O; “Kevser akan, Gül kokan”[30 - Nurullah Genç, Rüveydâ, Rüveydâ, 65] kutlu bir sevdânın müftehiridir.
O; “Sirkeci’den tren gider / Evim barkım viran gider” diyen “Göç”ün[31 - Ali Akbaş, Eylüle Beste, Göç, 82] şâiridir.
O; “Bin yılda yoğurduk bir mısraını” diye başlayan “Türküler”[32 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Türküler, 28] şiirinin müellifidir.
O; “Bir sırr-ı Hüdâ’dır ölüm”[33 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Şeb-i Yeldâ, 81] diyerek son yolculuğun esrârını târif eden biridir..
O; “Erenler Dîvânında”, “Aşk bir alev, gönül fânus”[34 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 10] diyenlerin sır dolu nefesidir.
O; “Tuna”ya[35 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 102] ve “Aral’a Ağıt”[36 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 80] yakan Türk’ün en içli ve en samîmi sesidir.
O; Türküler gülistanından dost gönüllere deste deste “Armağan”[37 - Ali Akbaş, Turna Göçü, Armağan, 34] verendir.
O; “Eğer mâverâdan gelirse dâvet / Bir ziyâfet gibi gelir şahâdet”[38 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Cepheden Mektup,702] şuuruna erendir.
O; “Türk-İslâm Ülküsü”yle tuğrası çekilmiş kelâm ve kalem erbâbı bir asâlet fermânıdır.
O; “Ben bir deli Türk’üm dilimde türkü”[39 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Kutlu Taş, 53] diyenlerin duygularının tercümânıdır.
O; “Gül” gönüllü bir mü’min ve “Vicdânını kaybeden bir devrin vicdânı”dır.[40 - Cemil Meriç]
O; hatırşinas bir insan, kadirşinas bir ağabey, hudutsuz bir vefâ ve sahilsiz bir sevgi ummânıdır.
O; her şiiri içli bir destan, sevdâsı vatan ve mefkûresi Tûran olan turkuaz bir nakkaştır.
O; Türk Dünyası’nın hissiyâtına nigehbân olan “Ağlayan göz gibi buğulu Göygöl”le[41 - Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Göy Göl, 40 – 43] sırdaştır.
O; şiirlerinin güzelliğinde ve türkü tadında hayırlı, uzun ömürler dilediğimiz ALİ AKBAŞ’tır.

    24 Kasım 2022



ALİ AKBAŞ
Metin ÖZARSLAN

Hayatı
Ali Akbaş, 1942 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Çatova [Maraba] köyünde doğmuştur. Çatova Köyü İlkokulu ve Elbistan Ortaokulunu bitirdikten sonra Kahramanmaraş Lisesine devam etmiş, burada okuduğu yıllarda edebiyata merak salmıştır. Şairin “Engizek” adlı ilk şiiri, 1955 yılında Kahramanmaraş gazetesinde yayımlanmıştır.
Kahramanmaraş Lisesinde öğrenci iken bir şiiri ile birincilik kazanmıştır. Bu şiir, Kahramanmaraş Lisesi Marşı olarak kabul edilmiştir.
Liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yüksek tahsil alan Ali Akbaş, mezuniyetinin ardından 1973-1979 yılları arasında Elbistan, Çayeli ve Adana liselerinde edebiyat öğretmenliği, Gazi Eğitim Enstitüsünde idarecilik yapmış ve Ankara Meslek Yüksek Okulunda çalışmıştır. 1979-1982 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Film, Radyo, Televizyonla Eğitim Merkezinde radyo programcılığı görevinde bulunmuştur. 1983 yılında Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne araştırma görevlisi olarak geçmiş ve 1985 yılında “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” konulu yüksek lisans teziyle bilim uzmanı payesi almıştır.
Ali Akbaş, yüksek lisansını tamamladıktan sonra Bölüm ’den ayrılmış ve Türk Dili Dersleri Koordinatörlüğü bünyesinde Türk Dili Okutmanı olarak görev almıştır. Okutmanlık yaptığı yıllarda da şiir ve ayrıca çocuk edebiyatıyla uğraşmıştır.
Bu yılların meyvesi olarak ortaya çıkan verimleri; şiir alanında “Masal Çağı” ve “Kuş Sofrası”, masal alanında “Gökte Ay Portakaldır”, tiyatro alanında ise “Kız Evi Naz Evi” adlı eserleridir.
Öğrencilik yıllarında çıkardığı Ülküpınarı dergisinden sonra arkadaşları ile birlikte, Divan, Doğuş Edebiyat ve Kanat dergilerini çıkarmıştır.
Hacettepe Üniversitesi bünyesinde 25 yıl okutman olarak çalıştıktan sonra 1996 yılında emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra dışarıdan okutman olarak çeşitli üniversitelerde ders vermiştir.
2000 yılında, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesinde görev yapmıştır.
Evli, 5 çocuk babası ve 6 torun dedesi olan Ali Akbaş, hâlihazırda Avrasya Yazarlar Birliğinin Genel Başkan Yardımcılığı ve Birlik’in yayın organı Kardeş Kalemler dergisinin Genel Yayın Yönetmenliği görevlerini sürdürmektedir.

Edebî Faaliyeti
Herhangi bir edebî akıma bağlı olmadan “klasiklerle beslenmeyen yeninin kalıcı olamayacağı ve ancak geçmişten, yani maziden güç alarak yeniyi kurabileceğimiz” anlayışıyla şiirlerini, çoğunlukla hece vezni ve serbest vezinle az miktarda da aruz vezniyle yazmıştır. Ali Akbaş’ın şiirleri, Ötüken, Türk Kültürü, Türk Edebiyatı, Nilüfer, Erguvan, Doğuş, Türk Yurdu, Hisar ve Hamle gibi dergilerde yayımlanmıştır.
Ali Akbaş’ı çok yakıdan tanıyan Ersin Özarslan’ın ifadesiyle “Ali Akbaş, birinci sınıf bir ‘dilci’dir. Anadolu ağızlarını kullanmada uzman bir kişidir. Kimsenin tercih etmediği konuları işlemiştir eserlerinde. Meftun olduğu bir sanatçı yoktur. Zor yazdığını söyler, ilhamın peşinden koşar. Şiirlerini dostlarıyla paylaşır, kanaatlerini sorar, eserlerini bu şekilde yeniden değerlendirir. Nitelikli dikkatleri, dikkate alan bir tabiatı vardır. Şiir söz konusu olunca tüm değerleri unutur.”.
Ali Akbaş, şiirlerinde geleneksel malzemeye yer vermiş; bu cümleden olarak masal, efsane, destan gibi anlatmalık ve türkü, mâni ve ninni gibi söyle-melik türleri şiirlerinde kullanmış; ancak şiirinde bunlardan beslenmek yerine giderek hayatımızdan çekilen bu özel ve sözel dokuları hatırda tutmamızı ve bunlarla hafızamızı yenilememizi yeğlemiştir. Dolayısıyla Ali Akbaş, şiirini geleneksel malzemeyle besleyen bir şair olmaktan ziyade geleneksel malzemeyi şiirinde dile getirmeye gayret etmiş bir şairdir. Türk Dünyası, Türklük şuuru, vatan ve memleket sevgisi, millî ve manevi değerler, tabiat sevgisi, sosyal meseleler ve hayata, insana, eşyaya tabiata bağlı mücerret-müşahhas hemen her konuda ve insan-toplum-kültür ilişkisi temelinde, samimi bir üslupla, okuyanı sarıp sarmalayan ve onu içine çeken lirik ve dramatik nitelikli ve fakat oldukça sahici şiirler yazmış olan Ali Akbaş, pek az şiirinde de Korkut Akbaş müstearını kullanmıştır.

Ödülleri
Ali Akbaş’ın yaptığı edebî ve kültürel faaliyetler kültür ve sanat çevrelerinde yankı bulmuş ve şaire 1991 yılında Yunus Emre yılı dolayısıyla İstanbul’da gerçekleştirilen XII. Dünya Şairler Toplantısı’nda bir plaket verilmiştir. Aynı yıl “Kuş Sofrası” adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından çocuk edebiyatı dalında Yılın Şairi seçilmiştir.
1993 yılında, Kazakistan’ın o dönemde başkenti olan Almatı’da yapılan II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’ne davet edilmiş ve burada Mağcan Cumabayulı Ödülü’ne layık görülmüştür.
2004 yılında, Kosova’da yayımlanan Türkçem çocuk dergisi tarafından Yılın Şairi Ödülü verilen Ali Akbaş, 2005 yılında İtalya’nın Venedik şehrinde düzenlenen 57. Şiir Bianeli’nde, 2007 yılında 20. Moskova Kitap Fuarı’nda ve 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’yi temsil etmiştir.
2011 yılında Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi tarafından Türk Dünyası’nda Yılın Edebiyat Adamı seçilmiştir. 2018 yılında, Türk Ocakları Ayvaz Gökdemir Edebiyat Armağanı’na layık görülen şaire, 2019 yılında ise TÜRKSOY 25. Yıl Madalyası takdim edilmiştir.

Eserleri
Ali Akbaş, ağırlıklı olarak şiir yazsa da şiir dışında masal ve tiyatro alanında da eser vermiştir. Şiirleri Masal Çağı [Ocak Yayınları, Ankara, 1983], Kuş Sofrası [Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991; Polatlı Belediyesi, Ankara, 1991; Bengü Yayınları, Ankara, 2016; Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara, 2017; Konya Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Konya, 2017], Eylüle Beste [Bengü Yayınları, Ankara, 2011, 2013], Erenler Divanında [Bengü Yayınları, Ankara, 2011, 2013], Turna Göçü (şiir) [Bengü Yayınları, Ankara, 2011, 2013], Bütün Şiirleri [Bengü Yayınları, Ankara, 2015, 2018] adlarıyla yayımlanmıştır. Masal kitabı Gökte Ay Portakaldır [Çocuk Vakfı Yayınları, Ankara 1993] adıyla yayınlanmış; tiyatro eseri ise Kız Evi Naz Evi [1969] adıyla İstanbul Radyosunda radyo programı olarak yayımlanmıştır.
Ali Akbaş’ın şiirleri, faklı dillere çevrilerek ve farklı Türk lehçelerine aktarılarak yurtdışında da yayımlanmıştır. Kuş Sofrası adlı şiir kitabı Mariya Leontiç tarafından Птичја Cофра [Ptičja Sofra] adıyla Makedonca’ya çevrilip yayımlanmıştır. İlk baskısı 2000 yılında Detska Radost Yayınevinde basılan kitabın genişletilmiş, iki dilli, Türkçe-Makedonca ikinci baskısı ise 2008 yılında Toper Yayınevi tarafından yapılmıştır. Kuş Sofrası 2008 yılında [Mir Aziz Azam aktarmasıyla] Özbekistan’da Özbek Türkçesiyle yayımlanmıştır. Seçilmiş Şiirleri, 2008 yılında [Ramiz Asker aktarmasıyla] Azerbaycan’da Azerbaycan Türkçesiyle kitap olarak yayımlanmış; 2016 yılında da [Tahir Kahhar aktarmasıyla] Özbekistan’da Özbek Türkçesiyle kitap olarak yayımlanmıştır. Bazı şiirleri pek çok Türk lehçesine aktarılmış, ayrıca Rusçaya çevrilerek yayımlanmıştır.

Son Söz Yerine
Ali Akbaş, bir sanatkâr bir şair olmanın dışında bir insan olarak da kendine has ve oldukça müşfik ve mütevazı tavrıyla tebarüz eden bir aksakaldır. 30 yıllık bir süre içinde yakınında bulunmuş olma şansına eriştiğim Ali Akbaş’ın sanatkâr yaratıcılığına doğrudan şahit olanlardan biri olarak oldukça kuru bir üslupla yazmaya çalıştığım bu tercüme-i hâl, elbette Ali Akbaş’ı mütemmim bir biçimde anlatmaya yetmeyecektir. Ben onun etrafındaki nice kardeşlerinden biri olarak kendisiyle aynı havayı teneffüs etmekten, ayrıca dört kitabının yayına hazırlanmasına dâhil olmuşluktan bahtiyarım. Kendisine sağlıklı, velut ve uzun bir ömür diliyor, Ali Akbaş Ağabey’i daha iyi tanımanın yolunun, yazdığı şiirlerde saklı olduğunu ifade etmek istiyorum.

ALİ AKBAŞ, ŞİİRİ VE BEN
Mariya LEONTİÇ

Her öğrencim kitabı eline alınca ona hayran oldu.
Bir öğrencim ise şiirleri akşamleyin kızına okurmuş.
Petar adlı yeğenim ise ilköğretimdeyken ben bilmeden
Kuş Sofrası’ndan birkaç şiir ezberlemişti
Dalay Lama’ya göre: “Memnun olma durumu mutluluğun anahtarıdır. Sağlık, varlık ve yoldaşlarla dostlar mutluluğun üç etkenidir.” Sağlık ve yoldaşlar (büyükbaba, büyükanne, baba, anne, eş, çocuklar, akrabalar) en çok kadere bağlı, varlık bizim emeğimize ve hayat görüşümüze, dostlar ise bizim seçeneğimize. Ben Türkiye’de olan dostlarla kendimi çok zengin hissediyorum. Türkiye dediğim zaman ilk önce Türkiye’de yaşayan dostlarım ve onların aileleri aklıma geliyor. Türkiye’de yaşayan dostlarım arasında şairimiz Ali Akbaş ve onun ailesidir. Her dostluk kendisi için ayrı bir masal olduğuna göre şairimiz Ali Akbaş’la da dostluğum ilginç bir masaldır. Şairimizi ilk önce eserleriyle, ondan sonra şahsen tanıdım. Bu sebeple bu güzel dostluk iki aşamada gelişti.

Şairimiz Ali Akbaş’ı Şiir Yoluyla Tanıma
Normal insanlar belki diğer insanları eser aracılığıyla tanımaya mecbur kalmıyorlar fakat biz, çeviriyle uğraşanlar çoğu kez böyle bir durumla karşılaşıyoruz. Türk şairlerinin çoğunu (Nâzım Hikmet, Cahit Külebi, Atilla İlhan, Sezai Karakoç vs.) şahsen tanımadan Makedoncaya çevirdim. Fakat çeviriye başlamadan önce onların şiirlerini defalarca okudum ve hayatları hakkında bilgi edinmeye özen gösterdim. Makedonya’da şairler hakkında sadece temel bilgi edinebildiğim için bu bana şairleri tanımam için yeterli olmuyordu. Böylece ister istemez şairleri şiir yoluyla tanımaya mecbur kalıyordum. Her şiir, şairin kişiliğini, hayat görüşünü, yaşadıklarını, duygularını, hayallerini ve estetik zevkini yansıtır. Şiirlerini çevirdiğim şairlerin hayatı hakkında sonradan yeterli bilgi edindiğimde çoğu kez hayalimde onları doğru “tanıdığımı” anladım. Gözleri görmeyen kişilerin diğer duygularını fazla geliştirmeye mecbur kaldığını biliyoruz. Biz, Türkiye’den ve Türk şairlerinden uzak yaşayan ve çalışan çevirmenler de şairleri tanımadan, görmeden, mısralar arasında okumayı ve hayallerimizi geliştirmeye mecbur kalıyoruz. Doğal olarak onlardan bazılarını tanıma fırsatımız olunca, gerçek şair hayalimizdeki şaire uyuyorsa sevinç büyüktür. Ali Akbaş’ı hem şiir yoluyla hem de onun dostu ve benim öğretmenim ve meslektaşım olan Hüseyin Özbay’ın sohbetlerinden tanıma fırsatım oldu. Bunu Ali Akbaşı’n Kuş Sofrası adlı Türkçe – Makedonca kitabının son sözünde de yazdım: “Eğer Hüseyin Özbay hocam, bir dost ve bir meslektaş olarak hayatıma girmeseydi herhâlde Ali Bey’i ve şiirlerini tanıma fırsatım olmayacaktı…”Hüseyin Özbay, Aziz Kiril ve Metodiy Üniversitesi Blaje Koneski Filoloji Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde çalışıyordu. Derslerinde Türk edebiyatından en güzel örneklerini seçerdi. Bir derste bizlere Ali Akbaş’ın Kuş Sofrası adlı şiir kitabından “Üç Gümüş Tüy” şiirini okudu. Kitaba da şiire de hayran oldum. Bu sebeple şiiri defterime yazdım ve şu kıtaları aylarca okudum:
Mevsim bahar
Hava lodos
Sular sarhoştu
Kıyıyı dövüyordu dalgalar
O gün iki kuş
Bir kumsalda buluştular
Bir martı
Bir kartal
Ak paktı martı
Köpükten yaratılmıştı
Kartal kapkaraydı
Kayalardan kopmuştu
Yalçın kayalardan
Şaşırıp kaldılar
Bir martı
Bir kartal
Maviydi kıyı
Kubbeler semaviydi
Martı güzel,
Kartal yabaniydi
Uçtular
Kubbeler – kemerler arasından
Bir martı
Bir kartal
Ama bir gurup vakti
Alev aldı sular
Kanatları tutuştu kuşların
Kartal dağlara kaçtı
Martı denize daldı
Kumsalda üç tüy kaldı
Üç gümüş tüy
Bu böyle bir masaldı
Bir martı
Bir kartal
(Üç Gümüş Tüy)
Birkaç ay sonra Hüseyin Bey Türkiye’ye gitti ve Ali Akbaş’tan bana Kuş Sofrası adlı şiir kitabını armağan olarak getirdi. Şair şahsen tanımadığı bir genç hanıma çok güzel bir armağan göndermişti. Bu kitabı defalarca okudum ve bir gün şiir çevirisine başladım. Şiirleri tam benim sevdiğim gibi lirikti. Her şiirinden ahenk, renk ve koku yayılıyordu. Aynı yılda, 1998’de, sıcak bir ağustos gününde Hüseyin Bey telefonla seslendi ve Ali Bey’in şiir çevirilerini getirmemi rica etti. O gece Ali Akbaş’la tanışacağımı biliyordum.

Şairimiz Ali Akbaş’ı Şahsen Tanıma
Ali Akbaş’ı şahsen tanıyana kadar onu şiirleriyle tanımalıydım. Onu şahsen tanıdığımda sanki hayat boyu onu tanıyormuşum gibi kendimi hissettim. Evine gittiğimde ise evine ve ailesine sanki yıllarca misafirliğe gidiyormuşum gibi bir duyguya kapıldım. Şiir yoluyla tanıdığım şair ve gerçek şair uyum içindeydi. Bu intibaı kitapta şöyle anlatmışım: “Nedense bazı insanlarla tanıştığınız zaman kendilerini sanki hayatınız boyunca tanımışsınız gibi yakın hissediyorsunuz. Ali Bey ise şiirlerinde olduğu gibi sohbetlerinde de ‘ağzından bal akan’ bir şairdir. Birkaç ay önce gönderdiği kitap da yanımdaydı ve ben imzalamasını rica ettim. Ali Bey, o dört ağustos gecesinde “Kuş Sofrası”nın ilk sayfasına en güzel ithaflardan birisini yazmıştı: “Nesil ve medeniyet farkına rağmen ruh akrabam olan Mariya Hanım kızıma en iyi dileklerimle, teşekkürlerimle.” Fakat nedense onunla konuşurken bu nesil ve medeniyet farkını hiç hissetmiyorsunuz, sanki bir anda ortalıktan kayboluyorlar.” O gece Ali Bey’in şiirleri ve o şiirlerin çevirisi hakkında konuştuk. Ali Bey, Hüseyin Bey’in misafiriydi ve Makedonya’ya ilk defa geliyordu. Bu dönemde şiir çevirisi üzerinde çalışarak onu tanıma ve danışma fırsatım oldu. O, Türkiye’ye döndükten sonra Kuş Sofrası’nda bulunan şiirlerin çevirisine devam ettim. Bir yıl yoğun çalıştıktan sonra şiir çevirilerim tamamlandı. Kitap son hâlini alana kadar Ali Akbaş’la birçok danışma yaptım. Kitap tamamlanınca ben de kendime inanamıyordum. Kitabın her aşaması benim için yoğun, öğreticiydi, farklı anlamı ve önemi vardı. İlk yayın 2000 yılında, ikinci genişletilmiş yayın ise 2008 yılında gerçekleşti. Her öğrencim kitabı eline alınca ona hayran oldu. Bir öğrencim ise şiirleri akşamleyin kızına okurmuş. Petar adlı yeğenim ise ilköğretimdeyken ben bilmeden Kuş Sofrası’ndan birkaç şiir ezberlemişti. Öğrenciler için hazırlanmış olan bu kitabın kaderini artık tahmin etmek zor oluyor fakat dershane dışında küçük çocuklara ulaştığına ve ilgilerini çektiğine sevindim. Zaten hangi çocuk ve anne bu şiire hayran olmaz:
Anneciğim
Düşümde bir kuşmuşum
Kucağından uçmuşum.
Anneciğim
Düşümde bir mektupmuşum
Gideceğim yeri unutmuşum.
Anneciğim
Aç beni, oku beni
Basmadan uyku beni.
Anneciğim
Allah ne kadar yakın
Konuştum duydu beni.
Anneciğim
Yollar beni çağırır
Kuşlar beni
Rüzgâr beni
Uyku beni
Su beni.
(Uykuya Doğru)
Ali Akbaş’ın şiirlerinin ileride de farklı nesilleri bir araya getireceğine eminim. Aslında Kuş Sofrası’nda hem çocukların hem de büyüklerin okuyabilecekleri lirik şiirler vardır. Gönülden diğer eserlerini de bir an önce yayımlanmasını dilerim.
Ali Akbaş’la Üsküp’te ve Ankara’da birçok kez görüşme fırsatım oldu. Ankara’ya gittiğimde, orada oturan bütün öğretmen, yazar ve dostlarımı ararım ve görüşürüm. Bunların arasında şairimiz Ali Akbaş ve ailesi de vardır. Çünkü dostluk göğü süsleyen bir yıldızdır fakat sönmemesi için onu korumak gerek.
1. Lama Dalaj. (2008). Kniga na mudrosta. Magor – Skopje, 28.
2. Akbaş Ali. Акбаш Али. (2008). Kuş Sofrası. Птичја софра. Топер – Скопје, 128.



ALİ AKBAŞ’IN MAL VARLIĞI
Özcan ÜNLÜ
Gül yapraklı ekmekle dolu bereketli Kuş Sofrası
*
Kızların gümüş hâreli çayda –hâlâ- kilim dokuduğu Masal Çağı
*
Dedesinin fukara komşusu Deli Ali’den dinlediği destanlar ve halk hikâyeleri
*
Herkesin ağzına kadar başkası olduğu dünya adasında sadece bir ‘Kızıl
Elma’: Türkümü unutturdun!/ Beni böyle eve köye koymazlar
*
Masal ülkesi köyü Çatova’dan Ankara’ya götürüp biriktirdiği çocukluk hatıraları
*
Uzun kış gecelerinde, tandır başında tatlı dilli Güz Ana’dan dinlediği masallar ve maniler
*
Beynini kaynatan temmuz sıcağında döven sürerken avuçlarına kazınmış nasırlar
*
Kurak tarlalarda çift sürerken okuduğu Kerem ile Aslı ve dahi Karacaoğlan şiirleri
*
Hemen tamamı ıslıkla da çalınabilen ağıtlar ve türküler
Gül ağacı boğum boğum
Gül yaprağın döktü bugün
Kardeşe inkisar eden
Muradına yetti bugün
*
Rüya gibi hatırladığı babasının ardından edindiği çiçeklerle, kuşlarla, gökyüzüyle ve yıldızlarla konuşma ilmi
*
Gizli hazinesinde sakladığı “Manevera” ve “Kemik Gitti” oyunları
*
Herkesin unuttuğu zaman dilimlerinde keş fedip okuduğu Abdullah Kozanoğlu ve Feridun Fazıl Tülbentçi duyarlılığı
*
“Yazıp-çizmede faydası olmuştur” dediği ortaokul Türkçe hocası Ali Arıkan’dan tevarüs ettiği adamlık
*
Türk Dünyası’nın dört bir köşesinde çok biriktirilmiş, hiç ‘kullanılmamış’ dostlar/dostluklar
*
Yaşı kaç olursa olsun kendini Küçük Prens olarak da gören herkes için söylediği nahif çocuk şiirleri
*
Sancak’tan Kaşgar’a, Tuzhurmatı’dan Kazan’a.. dünya coğrafyasına yayılmış Türk acı larına karşı besleyip büyüttüğü yardımseverlik ve merhamet
*
Savaş yüzünden, ekmeksizlik kederinden mülteci olmuş ya da iltica ettirilmiş bütün canlar için yazdığı Göç
Sirkeci’den tren gider
Ona binen verem gider
Bir kampana çalar analar ağlar
Oğul oğul, çocuklar öksüz, gelinler dul
Akşam olur, hüzün çöker
Omuzlarım bir bir düşer
Sirkeci’den tren gider
Gözyaşımı döker gider
Sirkeci’den tren gider
Evim barkım viran gider
*
Bir dağ köyündeki Elif ’e verdiği sözü tutamamanın verdiği sahih mahcubiyet
*
Mavi dumanlı koyda devşirip Hoca Ahmet Yesevi ve Yunus Emre ruhuyla üflediği binlerce yıllık keder
*
Dede Korkut duruluğunda Türkçe söyleyiş
Dün ola, düğün ola
Düşte gördüğüm ola
Ya yaza, ya kışa
Ayrılanlar kavuşa
Dargınlar barışa
Sayrılar sağ ola
Bozkırlar bağ ola
Yaz gele, kış geçe
Kırk gün kırk gece
Bir ulu şenlik ola
Dirlik düzenlik ola
*
Zamana ve zamana olanın tahribine karşı güçlü bir direnç
*
“Sazdaki naz”ı anlayabilme cehdi ve berrak bir türkü duyarlılığı
Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şaha baş eğmiş ne taca tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir ah’ta
Bozkırda naradır bizim türküler
*
Tabiilik, millîlik, yerlilik ve özgünlük: Vay, çekicim Çekoslovak, testerem Alman
*
“Bir ince sanat” olan hayata dağlar, ovalar, ırmaklar, köyler, harmanlar, çocuklar, tarih, mekân ve aşk penceresinden bakabilme kudreti
*
Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, erenler ve alp-erenlerin nefesiyle Erenler Divânında söylediği mısralar
*
Modern dünyanın kafese kapattığı/kapattırdığı çocuklarımıza duymamız gereken suçluluk
Anneleri çaydadır
Partidedir çaydadır
Çözün uçsun bebekler
Çözün kundaklarını
*
Unutulan, unutturulmaya çalışılan, itilip- kakılan Kerkük isyanı:
Ne zaman ki Kerkük gelir aklıma
Boğazlanan bir Türk gelir aklıma
Fuzûli bağını talan edenin
Yüzü için tükrük gelir aklıma
Kerkük bir öbek kar çöl ortasında
Ah anamız ağlar el ortasında
Sağır mısın sağır mısın Ankara
Öldük güpegündüz yol ortasında
*
Elbistan’a, Buhara’ya, Semerkant’a, Altaylar’a, Çanakkale’ye, Ural’a, Hazar’a, Aral’a bitmeyen özlem
Her meyvenin kurdu içinde saklı
Her yeni gün Hakkı müjdeliyor bak
İri bir gül gibi büyülü, sıcak
Güneşimiz hep doğudan doğacak
*
Köklere bağlılık: “Klasiklerle beslenmeyen yeninin kalıcı olamayacağı ve ancak geçmişten, yâni maziden güç alarak yeniyi kurabiliriz.”
*
Ve şiir… Sadece şiir.

SÖNMEZ KOR
Tahir KAHHAR
O kendine özgü şairdir, başkalarından farklı olarak geleneksel yönlerden kaçar ve değişiklik sağlamaya çalışır, şiirlerinde belli bir şekil endişesi gözetmez.

AY ve GÖK
-Türkiyeli şair Ali Akbaş’a-
Çay akarken Ay bakar… Ay ve Gök, göksudadır
Ay – Yiğit Gök göğsünde. Ay ile Gök, sudadır
Yâr benim göğsümdedir. Ben de Yâr göğsündeyim
İkimiz Yer göğsünde, Yer de Gök göğsündedir…
    28. 10. 2011 Ankara
Sonbaharda turna kuşunun göçmesi doğal fenomendir. Dolayısıyla bu olay mevsimin sonlandığını anlatıyor. Oysa onların yaşadıkları güzel hayatın geride kalması çok üzücü bir şeydir aslında. Şair bu çizgiyi şiirlerinde yansıtırken, kendisine çağdaş olan uzak- yakın kişiler gözünün önünden göçmen kuşlar gibi geçer, onların yüzü, ruhu, gönül dertlerini düşünür ve hisseder…
Ali Akbaş tüm güzel şairler gibi vatan, yurt sevdalısı! O bütün Türk milletinin, topraklarının, medeniyetinin, geçmiş tarihi ve fedakâr insanlarının aşığıdır! O yüzden okuyucu Ali Akbaş’ın şiirlerini okurken, Türkiye’nin bugünü ve geçmişi hakkında bilgiye sahip olmakla beraber Türk milletinin tefekkürü ve ruhunu da hissedecektir.
Şairin eserlerinde konu çoğunlukla Türk Dünyası ile ilgilidir. Özellikle Azerbaycan, Tatar, Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız, Saha, Kırım-Tatar, Kerkük vb. ülkelerinin güzel tabiatı ve fedakâr insanları hakkında yazdıkları övgüyü hak ediyor. Şair bu çizgileri okuduğu kitaplardan esinlenerek değil, aksine gezilerinden, gördüklerinden kaynaklanarak kendi şiirlerine “döktü”. Mesela, Özbekistan seyahatinden kaynaklanan Aral ve Çolpan gibi şiirleri Türk Dünyası’nın geçmişi ve bugününü köprü gibi bağlamışsa, Azerbaycan gezileri esnasında yazdığı Göygöl, Şehriyar gibi şiirlerinde vatan ve millet kaygısı öne çıkıyor. Kazan Tatarları ve Yakutistanlı kardeşleri ziyaret ettikten sonra doğan Tokay şiiri, Oyunskiy Sagusu, Kuzey Kıbrıslı ve Fuzuli’yi yetiştiren Bağdat-Kerküklü okuyucularla buluştuktan sonra onların duygularını yansıtan Bağdat Ateş İçinde, Kerkük, Bir Türkmen, Fuzuli gibi şiirleri dünya yüzünü gördü.
Kutlu Taş şiiri okuyucuyu Orhun-Yenisey abideleri, eski Türk yazıları ve medeniyeti beşiği olan kutsal yerlere hayalen götürüyor. Onun, Kırıldı Altın Kalemim şiiri Türk Dünyası’nın büyük yazarı Cengiz Aytmatov hakkındaki duygu ve düşüncelerini ifade ediyor, Bizim şarkılar, Armağan, Serdengeçti adlı şiirlerinde ise okuyucuya çağdaş Türk sanatçıları hakkında söylüyor. Kazak Bozkırlarında şiirini okurken, kalbimizin eski Türkistan sınırları gibi genişlediğini hissetmiş oluruz.
Kısacası, Ali Akbaş şiirleri okuyucunun gözünün önünde Türk Dünyası haritasını, Türk insanının duygularını, ruhunu çizmekle zevk sunar.
Bu özelliğiyle Ali Akbaş’ı iyice takip etmek gerekir: o hem hece hem de serbest hareket edebilen bir şairdir. Gazelleri, tuyuğu da vardır. Öyle bir özelliği taşıyan şiirleri de var ki, şair mısraları ipliğe dizerken hiç bir yerde noktalama işaretleri kullanmıyor. Dolayısıyla bu durum daha derin anlamlar verir, okuyucuyu daha ince düşünmeye davet eder. Ali Akbaş’ı izlerken, aynı şiirde hatta karışık hecelerle de karşılaşırsınız. Yeri gelmişken şunu belirtmek gerekir ki, o kendine özgü şairdir, başkalarından farklı olarak geleneksel yönlerden kaçar ve değişiklik sağlamaya çalışır, şiirlerinde belli bir şekil endişesi gözetmez. Yalnız hangi tarzda yazılmış olursa olsun bu şiirlerin ortak özelliği müzikal ve sade oluşlarıdır.
“Kuş Sofrası” adlı şiir kitabı Makedonyada Mariya Leontiç çevirisiyle 2000 yılında, Özbekistanda Miraziz Azam çevirisiyle 2013 yılında yayınlanmıştır. Ramiz Esker tarafından Azerbaycan Türkçesinde “Seçilmiş şiirler”i 2011 yılında Bakü’de neşredilmiş. III. Türk Dünyası Edebî Dergileri Kurultayında “Yılın Şairi” olarak seçildikten sonra, şiirleri birkaç Türk dilli ülkeler basınlarında yayımlandı. Özbekistan’da yayımlanmakta olan Cihan Edebiyatı ve Gülistan dergilerinde ve birçok gazetelerde okuyuculara armağan edildi.
Yeri geldiğinde Ali Akbaş’ın özellikle Özbek edebiyatının Türk Dünyası’nda ve Türkiye’de tanınmasında hizmet verdiğini söylemek gerekir.
Yetmiş yaşını aşmış, hâlen dünya derdi ile yanıp ateşlenmekte ve hizmet peşinde koşmaktadır. Bence şairin her güzel şiiri, koru sönmez bir ateştir. Şair Ali Akbaş yaratıcılığının ateşi de sönmezdir.

USTALIĞI GİBİ İTİBARI VAR, İTİBARI GİBİ USTALIĞI
Todur ZANET
Onu ilk gördüğünde bir kere bile o bir şair ya da literatür adamı demeyeceksin. O, milyonlarca insan gibi, sıradan bir insan.
Bu dünyaya zaman zaman milyonlarca şair gelir. Onların kimileri, su gibi akıp gider. Kimileri, kuvvete hizmet edip ceplerini altınla doldurup, sonunda dibe batar. Kimileri, durmaksızın “ban! ban!” bağırıp, hep üstte olmaya çalışırlar ama içleri, eserleri boş olduğu için, şamandıra gibi, su üstünde oynarlar, sonunda ise öldüklerinde kaybolurlar. Bu sırayı daha çok uzatabiliriz ama Allah’a şükrederiz ki, o boşların arasında ara sıra dünyaya halis, usta ve millî şairleri de yolluyor. Onların eserleri binlerce yıl insanların aklında, kalbinde, fikirlerinde kalıyor. Öyle şairlerden biri de Ali Akbaş. O bugünkü Türkiye’nin, Türk Dünyası’nın en büyük şairleri arasında bulunuyor.
Bu laflardan hiç korkmuyorum zira onun şiirlerini okudum, biliyorum. Onun şiirleri halkının derin köklerinden, onun çalışkan ellerinden, tarlanın toprak kokusundan, ananın pak ekmeğinden gelir. O sıcaklıktan seni seven yakınlarından, milletinden gelir. Ana sütünden ve ana dilini, millî kültürünü kalbine almaktan, kanına girmekten gelir. Bunların hepsini sen milletinden borç, ödünç alırsın sonra, vakit geldiğinde, uğraşırsın bunları şiirlerinde anlatmaya milletine borcunu ödemeye, ödüncünü geri vermeye. Her seferinde bunu yapmayı başarırsın onları öyle temiz, öyle duygulu, geri çevirirsin, seni Millî Şair olarak tanırlar, öyle kabul ederler.
Bu lafların, cümlelerin hepsi büyük şaire, Ali Akbaş’a, uyar. Onların hepsini zamanla aldı, şiirlerinde halkına geri çevirdi, çeviriyor. Karınca gibi, durmadan çalıştı, ustalığını inceledi, ustalığıyla ağırlaştı, ağırlaştıkça usta oldu, Ali Akbaş bununla Türk halkı, Türk Dünyası tarafından tanındı, millî şair oldu.
Onu ilk gördüğünde, bir kere bile o bir şair ya da literatür adamı demeyeceksin. O, milyonlarca insan gibi, sıradan bir insan, çiftçi de olsun, doktor da, mühendis de. Bunu düşünerek ya da hiç düşünmeyerek, onun yanından habersizce nicesi geçer, bu geçişte o insanla tanışmamak en büyük kayıplardan birisi olacaktır. Ama kısmetinde varsa o insanın sana bir bakışından anlayacaksın ne derinlik var onun gözlerinde, ne keskin akıl sahipliği oradan yayılıyor. En büyük kısmet düşecek o zaman, usta sana laf atacak, onun yavaş, yağ gibi sesinden, tatlı-şıralı hem ince laflarından, anlayacaksın ne geniş ne verimli bir sanat dünyası var onda. Anlayacaksın, ne kadar sonsuz ince onun iç dünyası, insana insanlığı, ne kadar açık canlı, olgun onun duyguları. Zira bunların hepsi tatlı meyveler olmuş, onun şairlik ağacının dallarında.
Bana bu büyük şairle tanışmak kısmet oldu. O meyvelerinden tatmak… Allah’a şükrederim. Avrasya Yazarlar Birliğinde, Ali Akbaş Genel Kurul Başkan yardımcısı olarak bütün Türk Dünyası’yla, “Kardeş Kalemler” dergisi baş redaktörü olarak, literatür tarlasına da hizmet eder.
Can abimin şiirlerini Gagavuz diline çevirirken, daha doğrusu onları Gagavuzcaya uygunlaştırırken dilimize ne kadar yakın olduğuna şaşırdım. Can özünden sızan, duygularımıza uyuyor. Şükür sana, büyük Usta Ali Akbaş!
Bugün kendimin “Ana Sözü” gazetesinin adından can abimin bu güzel 75. doğum gününde sağlık, uzun ömür, yaşamında, yaratmak yolunda, aile sıcaklığında, Allah sana sağlık versin!
Saygılarımla.

BUĞULU GÖYGÖL
Yasin MORTAŞ
Gözyaşımız köz olur uzaklara bakınca.
O, vefa yüzlü şair. Türk-İslam coğrafyasında kanayan yaraları görür de onu durdurmanın rahatsızlığıyla kâğıtlara tutar közlü kalemini.
Kalemi ağrır, kâğıdı ağrır da tarihimizi, kültürümüzü, dilimizi, bayrağımızı, töremizi içli sagularla anlatır.
Onun için cümlemiz sağanak yağmurlarız ve deniz olmalıyız olukları maveraya akan.
Ata ocaklarının tütmesi için kaleminin ucunda çıngılar taşır.
Eyeri hiç soğumayan doludizgin bir neferdir o ve atını dehler Ural Dağları’na.
Şiirinin şavkı vurur ufuklara ve o şavktan ışıklar yontar umutlara.
Bir çınar gölgesinin altına toplar kardeşlerini; ay ve yıldızların altında birliğe, öze dönmeye çağırır.
İçindeki sükûneti deniz yapar ve Van Gölü’nden Isık Gölü kıyılarına aşk yakamozları serper şiirleriyle.
İçinde oluşan buğulu Göygöl’den, kuşlar, ceylanlar su içer.
Yüreğiyle ısıttığı kelimeleri doru bir atın terkisine yükleyip azık yapar ve gittiği “bizden” coğrafyaların yüreğine koyar.
Selçuklu ve Osmanlı motifli minderlere oturup türküler okur kardeşlerine.
Bombalara karşı mısraları ateşli mızraktır onun ve onlarla karşı koyar küffara.
Yeryüzü aynasına baktıkça, hüzne yüzünü kaptıran toprağı ve yüzümüze yansıtan acıyı yazan bir Yemen Türküsü ’dür Ali ağabeyin ruhu.
Şehitlerine Fatihaları ve Yasinleri göğsünde taşıyan bir Osmanlı beyefendisidir.
Yağmura bakarken ıslanan kuşları – kanadı kınalı bir ak güvercini yüreğiyle karşılayan ve içten tebessümüyle onlara uçmayı hatırlatan bir telli turna türküsü söyler:
“Yıldız güzel ay güzel
Elif’le Umay güzel.”
Ve özlemenin tarihini uçurtmalara takıp yağmurlu sokaklarda ruhu üşüyen çocuklara Anadolu sofraları kurar.

Doğa, içinde renklerini bulmuş bir resim gibi durur. Çiğdemle, sümbülle, nergisle konuşur.
Varoluşun -bir oluşun derinliklerini bir derviş edasıyla anlatır.
Bazen Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu olur.
Ve toprak ana onun kavruk, yağmur toplayan yüzüne baktıkça şiir olur. O şiir gelip otağı kurar kalbimizin çöllerine ve çöl mümbit bir ova olur, kişneyen taylar gelip su içer şiir teknelerinden.
O kardeş dünyaların vefa yüzlü şairidir. Ki o kardeşlerinden bulutlarla, kuşlarla, ırmaklarla selam gönderilmesini bekler de elveda kor olmuş bir türkü gibi yakar kalbini.
Ağlayan anaların gözlerinden renk alan güllerin bitimsiz ağıtları bülbüllere yara olur. O bu yaraları Tuna boylarında yıkayıp temizler.
Hüzünleri anaların tülbentlerinden süzer ve acının tortularını kendi yüreğinde saklar.
O, şiirleriyle avutur elleri kınalı gelinleri ve şiirinin aynalarına bakıp taranmaları için mahnılar söyler.
Yüreğindeki masal dağına çağırır o annelerini sayıklayan, yanaklarında dolunay büyüyen ve yaralı ceylan gibi seken çocukları. Ve onlara Anadolu yufkası gibi açılmış günlere, umutları dürüm eder de sunar şiirlerinde.
Onu okurken; hasret yüklü trenler geçer şiirin ortasından ve bir ağıt başlar raylarca uzayan yalnızlıklara ve garlarda ezanlar bekler.
Yalnızlığı yıkayan köy çeşmelerinde abdestler tazeler.
Bir ırmak kenarında seccadesi hep açıktır ve “Maveradan gelen ney sesi şiir” lerle dua eder.
Selam olsun Ali Akbaş Ağabeyime.

GÖÇ ŞAİRİ: ALİ AKBAŞ
Halit YILDIRIM
Sirkeci’den tren gider
Ona binen verem gider

Giriş
Bu coğrafyanın güzelliği dillere destandır. Güzel olunca sevda, sevda olunca hasret, hasretin ardı hicran, hicranın ilacı şiirdir, hoyrattır, destandır. Bu sevdalı gönüllerin şiirleri ile türküleri ile ağıları ile rüzgârlar esmiş, bulutlar bu efkâr ile kararmış ve nihayetinde bu efkârın yağmurları yağmıştır sicim sicim kavruk topraklara, yanık yüreklere… Bu yağmurların ab-ı hayat gibi yeşerttiği gönüller badedenmişçesine ötelerden gelen sesleri yüreklerinde hissetmişler ve duygularını saza söze dökerek bizlerin de duygularına tercüman olmuşlardır. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek, Abdurrahim Karakoç, Bahaettin Karakoç, Vasfi Mahir Kocatürk, Âşık Mahsuni Şerif, Adil Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu gibi…
İşte bu yanık yüreklerden birisi de Ali Akbaş’tır. Belki ilk etapta onu tanımayanlar Ali Akbaş da kimdir diyebilir. Hani bir zamanlar bir şiir dolaşırdı radyolarda, televizyonlarda, sahnelerde… “Sirkeci’den tren gider…” diye İbrahim Sadri’nin gönüllerimize astığı bu şiirin yazarıdır Ali Akbaş…
Ali Akbaş, gerek millî, manevi ve kültürel bütünlüğü yansıttığı şiirleriyle gerek bu birlik ve bütünlüğü korumak adına kurulmuş derneklerde aldığı görevlerle gerekse eğitim kurumlarında ve üniversitelerde gerçekleştirdiği öğretmenlik ve akademisyenliklerle ülkesine büyük katkılar sunmuş önemli bir düşünürdür. (Bulut, 2016: 56)

Hayatı
Şimdilik bu şiiri bir yana bırakıp Ali Akbaş’ı tanıtmaya devam edelim.
Hatta bu işi üstadın kendisine bırakalım. Yalın ve sade olarak hayatının çizgilerini o bize anlatsın. Zira o şiirlerini Makedonca ’ya çeviren Mariya Leontic’in dediği gibi şiirlerinde olduğu gibi sohbetlerinde de “ağzından bal akan” bir şairdir. (Leontic, 2017: 64)
“1942 yılında Elbistan’ın Çatova köyünde doğdum. Sırasıyla, Çatova Köyü İlkokulunu, Elbistan Ortaokulunu, K. Maraş Lisesini ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Çeşitli liselerde, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde ve Ankara Meslek Yüksek Okulunda edebiyat öğretmenliği ve idarecilik yaptım. Film, Radyo Televizyonla Eğitim Merkezinde radyo programcılığı görevinde bulundum. 1983 yılında araştırma görevlisi olarak H. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçtim. Burada da yüksek lisansımı tamamlayarak Türk dili okutmanlığı görevine geçtim. Okutmanlık yanında şiirle ve çocuk edebiyatıyla da uğraşmaktayım. Masal Çağı, Kuş Sofrası, Gökte Ay Portakaldır adlı üç kitabım yayımlandı. Meslek hayatımda yirmi beş yılımı doldurarak emekli oldum.”
İşte bu kadar Ali Akbaş’ın dilinden Ali Akbaş… Geldim bu dünyaya gider oldum asıl yurduma der gibi mütevazı, sade bir anlatım. Sade yaşayanların, şatafatsız, gösterişsiz, sessiz yaşayanların hayatları bu kadardır işte. Ama biz biliyoruz ki Akbaş, bu sessizliğe her bir kelimesi hazineler yüklü, anlamlar yüklü nice mısralar sığdırdı.
Onun eksik bıraktığı birkaç bilgiyi de biz aktaralım. Yazar daha 16 yaşında bir lise öğrencisi iken yazdığı ve köyüne duyduğu özlemi anlatan bir şiiri Engizek adlı mahallî bir dergide yayınlanır. Daha sonra 1964 yılında açılan Maraş Lisesi İçin Marş yazılması konulu şiir yarışmasında birinci gelir ve bu şiir, doğduğu yer olan Kahramanmaraş’taki “Kahramanmaraş Lisesi”nin marşı olarak kabul edilir. (Tatçı, 208: 143)
Ali Akbaş, Yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde “Yapalak ve Ekinözü Ağızları” konulu çalışmasıyla tamamladı. 1999-2000 öğretim yılında Kazakistan’da Ahmet Yesevî Üniversitesinde öğretim elemanlığı da yaptı. (Şahin, 2010: 24)
Onun; Masal Çağı (1983), Kuş Sofrası (1991), Eylüle Beste (2011), Turna Göçü (2011), Erenler Dîvânında (2011) ve Bütün Şiirleri (2018) isimli şiir kitapları yanında Gökte Ay Portakaldır (1992) çocuklar için yazılmış masal ve Kız Evi Naz Evi (1969) adıyla kaleme alınmış bir de tiyatro oyunu bulunmaktadır. Bu eser İstanbul Radyosunda Radyo oyunu olarak seslendirilmiştir.
Doğduğu toprakların derdiyle dertlendi, sevinciyle güldü, hüznüyle ağladı… Bu yüzden 1991 yılında Kuş Sofrası kitabıyla “Türkiye Yazarlar Birliği” şiir ödülünü almış, ayrıca bu kitap 2000 yılında Mariya Leontiç tarafından Makedonca ‘ya ve Miraziz Azam tarafından Özbekçe ’ye çevrilmiştir. Yine 1993 yılında Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen II. Türk Dünyası Şiir Şöleni’nde Mağcan Cumabayulı Ödülünü, 2004 yılında Kosova’da yayınlanan “Türkçem” Çocuk Dergisi tarafından yılın şiir ödülünü almıştır. Başarıları bunlarla da sınırlı kalmayan şair, 2005 yılında İtalya’nın Venedik kentinde düzenlenen 57. Şiir Bienali’nde ve 2007 yılında da 20. Moskova Kitap Fuarında Türkiye’yi temsil etmiştir.
Dr. Aslan Tekin’in tespitlerine göre Akbaş’ın şiirleri, Ötüken Türk Kültürü, Türk Edebiyatı, Erguvan, Doğuş Türk Yurdu, Hisar ve Hamle gibi dergilerde yayımlandı. (Tekin, 2005: 33)
Akbaş’ın edebiyat hayatı boyunca yazdığı dergiler arasında, Ülkü Pınarı, Divan, Yeni Divan, Doğuş, Kanat, Kardaş Edebiyatlar ile hâlen Genel Başkan Yardımcısı olduğu Avrasya Yazarlar Birliğinin yayın organı olan Kardeş Kalemler gibi dergiler bulunmaktadır. Şairin adı geçen dergi ve kitapların dışında şiirlerinin pek çoğu başta Türk Edebiyatı ve Türk Yurdu olmak üzere değişik dergilerde yayınlanmıştır. (Tatcı, 2008;142)

Şiiri ve Sanat Anlayışı
Akbaş, bu coğrafyanın çocuğu olduğunun bilinci ile hep bu coğrafyanın, mensubu olduğu milletin ve ait olduğu medeniyet anlayışının şiirini terennüm etti. Onun şiirlerindeki devasa anlatımın mayasını oluşturan sadelik beslendiği zamanla alakalıdır. Yani o bugünün şiirini yazmıştır. Bugünün sesi ile yarına seslenmiştir. Yine onun şiirindeki bu sağlam yapı ise köklerinin güçlü bir şiir geleneğine bağlı olmasından kaynaklanır. Onun şiiri günümüz şairlerinin yaptığı gibi ne sera şiiridir, ne de saksı şiiri… Onun şiiri doğaldır ve bulunduğu coğrafyanın, teneffüs ettiği havanın, yaşadığı iklimin soğuğu, sıcağı, karı, kışı, yağmuru, dolusuna dayanıklıdır. Bu yüzden de solup gidecek, sönüp gidecek bir zayıflıkta değildir. Yine bu özelliği ile kendi insanının kalbinde karşılık bulur, o yüzden de okunduğunda sevilir. Onu suni gündemlerin belirlediği, birbirini yok etmeye memur felsefi telakkilerin sınırlarını çizdiği edebî akımların hiçbirine hapsedemezsiniz. Onun düşünce planında mensubu olduğu İslam Medeniyeti tefekkürünün pörsümez ve eskimez izleri daha belirgindir. Hatta Yıldıray Bulut’a göre o, Türk – İslam sentezinin önemine inanan ve Yesevi’nin ulvi havasından nasiplenmiş olan önemli şairimizdir. (Bulut, 2016: 58)
Şiirlerinde bu kültürün estetik anlayışı hâkimdir ve geleneğin ana damarları üzerinde bugünün şiirini yarınlara söylemek derdinde bir şair olarak kendini ayrıcalıklı bir yere koyar. O yerli ve millîdir ama yerellikle sınırlandırılmış bir kadüklükten de muaf ve müstağnidir. Bu rahatlık ona şiir tekniği olarak da her türlü imkânı kullanmasına vesile olmuştur. Onu kimi zaman güçlü bir hececi, kimi zaman modern bir serbestçi, kimi zamanda gelenekçi bir aruzcu olarak okumak mümkündür.
Akbaş kendi sanat anlayışı hakkında da şunları söyler:
“Bir tabloyu değerli kılan orada kullanılan malzeme ve konu edinilen manzara değil, o konuya giydirilen kompozisyondur. Sanat, reel tabiat değil, sanatçının prizmasından geçmiş tabiattır. Picasso da, amatör bir ressam da aynı boyayı ve aynı tuvali kullanarak aynı manzarayı resmederler ama ortaya başka tablolar çıkar.” Ona göre “herkesin konuştuğu klasik dil, kullanmasını bilenler elinde sonsuz varyasyonlarla dolu ve bin bir oyuna müsaittir. Yerli yersiz dili eğip bükmek güçsüz sanatçıların işidir, göz boyayıcılıktır. İyi mobilya yapamayan usta hep âletlerine takar kafayı… “Vay, çekicim Çekoslovak, testerem Alman” diye.”
Okumaktan bıkmadığı başucu kitapları arasında, Kur’ân-ı Kerim, Dede Korkut Hikâyeleri, Yunus Emre Divânı, Mevlânâ ve Karacaoğlan’ın şiirleri, klasikler, Ahmet Haşim’in nesirleri, Montaigne, Sait Faik, Bahattin Özkişi ve Cemil Meriç’in eserlerinin olduğunu da ekler. Yine bir diğer mülakatta ise “Kerem ile Aslı’yı, Karacaoğlan’ın şiirlerini okudum köyde döven sürerken. Ondan sonra ortaokul başladı. Ortaokulda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kahramanlık romanları… Cantürk diye bir seri vardı, onlardan çocuk hikâyeleri okurdum.” (Oruç ve Günaha, 2019) diyerek bu isimlere başkalarını da ekler.
Ali Akbaş’ın şiir evreninde, insanın özü ve öze dönme isteği, evrensel değerler, modernleşen dünya karşısında kişinin yalnızlığı, doğaya kaçış ve doğanın mükemmelliği, köy hayatının güzelliği, köye duyulan özlem, Anadolu topraklarının güzelliği, Türk birliği, tarih ve gelenek içerisinde Türkler, dünyadaki Türklük ve Türk kültürü, millî ve manevi değerler tema olarak işlenmiştir. (Çelik, 2018: 1)
Ali Akbaş’ın şiirlerinde Türklük ve İslâmiyet bir sentez halindedir. Burada din daha çok kültürel boyutuyla, Türklüğü niteleyen, zenginleştiren ve derinleştiren yönüyle dile getirilir. Mutlu ve yaşanabilir bir dünya için dünya kardeşliğine giden yolda özellikle bu iki değer önemlidir. (Çelik, 2018: 6)
Şairin sanatçı kimliğinde, çocuk şiirlerinden ve çocuk duyarlığından Türklük bilgisi ve kültürüne uzanan bir süreç ve gelişim çizgisi bulunmaktadır. (Çelik, 2018: 3) Bu yüzden onun şiirlerinde kimi zaman hikemi bir tavırla karşılaşırsınız kimi zaman da içinde ölmeyen bir çocuk sesiyle… Ama o hep kendisidir. Özentisiz, mübalağasız, dolaysız, sade…
Prof. Dr. Ersin Özarslan’a göre Ali Akbaş; birinci sınıf bir ‘dilci’dir. Anadolu ağızlarını kullanmada uzman bir kişidir. Kimsenin tercih etmediği konuları işlemiştir eserlerinde. Meftun olduğu bir sanatçı yoktur. Zor yazdığını söyler, ilhamın peşinden koşar. Şiirlerini dostlarıyla paylaşır, kanaatlerini sorar, eserlerini bu şekilde yeniden değerlendirir. Nitelikli dikkatleri, dikkate alan bir tabiatı vardır. Şiir söz konusu olunca tüm değerleri unutur.
Ali Akbaş’ı çocuklara yönelik yazdığı eserleriyle bir çocuk edebiyatçısı olarak görmek onu dar bir alana sıkıştırmak anlamına gelir. O aslında çocuğa seslenirken büyüklere de mesajını aktarmış, bundan dolayı da yetişkinlerin de severek okuduğu bir şair olmuştur. O bu durumu 1996 yılında ikinci baskısı yapılan Kuş Sofrası isimli kitabına yazdığı önsöz de şu şekilde dile getirmiştir:
“Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki, çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar. Bugün Dede Korkut Hikâyeleri, Don Kişot, Küçük Prens, Kelile ve Dinme, Bin Bir Gece Masalları güzel eserler oldukları için hem çocuklar hem de büyükler okuyabiliyor.”
Akbaş, şairliği dışında resme de ilgi duyan bir sanatçıdır. Resim sanatı gözleme dayalıdır ve tabiattan beslenir. Onun bu yönü şiirine de yansımış ve ustaca pastoral bir söylem ile zuhur etmiştir. Bu pastoral söylem tabiatın birebir yansıması ile değil, yine kadim geleneğin hikemi söyleyişi ile meczedilmiş yeni bir mahiyete bürünmüş şekliyle tezahür etmiştir. Örneğin “Güvercin hû çeken derviş /Yüce ayvalarda/ Semada bir mevlevî” derken bu gözlem ile içindeki inancı buluşturup onu farklı bir söylem ile okuyucuya sunar.
Onun şiirlerinde romantizmin izleri derinden hissedilir. Güçlü bir tabiat duygusu, tarihe ve halk kültürüne yakınlık, duygusal anlatı olarak algılanabilecek unsurlar ile romantizm, şiirlerin atmosferini oluşturur. (Çelik, 208: 4) Ancak Ali Akbaş’ın şiirini tam olarak bir romantizm içine de sığdıramayız. Onun romantizmi edilgen bir nostaljik halden ziyade kayıp bir medeniyete duyulan özlem ile doludur. Evet, o duygulu bir şairdir ama yeri geldiğinde de muhaliftir, zulme boyun eğmeyen bir aksiyonerdir. 28 Şubat’ın en ayazlı günlerinde korkusuzca şunları haykırabilmiştir.
“Yemenidir yaşmaktır
Bayraktır başörtüsü
Şimdi öz vatanında
Tutsaktır başörtüsü”
Benzer biçimde, şehir hayatından kaçış, doğa ve kır hayatına sığınma düşüncesi de romantik bir duyarlıkla açıklanabilir. Görünüşte köyden uzakta kalan bir kişinin doğduğu yerlere duyduğu özlem, şiirin derinliklerinde güçlü bir tabiat duygusu ile bir arada verilir. Bir anda masallara konu olan çoban, onun sürüsü ve köpeği, şiirlerin kişileri olur. Yaylasının göğü, yurt toprağı, yalçın kayaları, denizi, ormanı özellikle anılır. Pastoral bir atmosfer şiir dünyasına girer. (Çelik, 2008: 4)
Bu bağlamda Ali Akbaş, daha önce kitaplaştırdığı ve dergi okurlarıyla paylaştığı şiirlerinin büyük bir bölümünü 2011 yılında Eylüle Beste, Turna Göçü ve Erenler Dîvânında isimleriyle üç ayrı kitapta toplamıştır. Bu tasnifte şiirlerin edalarının nazara alındığı, kitap isimlerinin de içeriklerle tenasüplü olduğu görülmektedir. Eylüle Beste lirik bir duyarlılıkla örülen, Turna Göçü daha ziyade halk şiiri geleneğine yaslanan, Erenler Dîvânında ise epik duruşun hissedildiği şiirlerden müteşekkildir. Akbaş’ın şiirini, küçükken köy odalarında, tandır başlarında dinlediği türküler, maniler ve masallar; insanda bir “O Belde” hissi çağrıştıran, sini içi gibi mor dağlarla çevrili Elbistan coğrafyası ve mensup olunan milletin değerleriyle harmanlanmış şahsi duyuş ve düşünüşler beslemiştir. (Yanardağ & Durmuş, 2018: 96)
Ali Akbaş şiiri, genellikle iyimser bir bakış açısına sahiptir. Bunun tek istisnası şehir olarak karşımıza çıkar. Şehir kötülüklerin, sıkıntıların, mutsuzlukların beşiği olarak anlatılır. Şair, şehir tasvirlerinde şöyle etrafına bir baktığında dikkate değer hiçbir güzellik bulamaz. Apartmanlar, ur gibi büyüyen şehir, trafik, lağımlar, kirli göletler, sarkan elektrik kabloları ile tasvir edilen şehir, insanı mutsuz eden, onu boğan, ona yaşama alanı bırakmayan bir yerdir. O nedenle dünya üzerinde yaşanan kötülükler, savaşın acılığı, bu şehir sahneleri ile birlikte dile getirilir. (Çelik, 2018: 5)
Bu bölümde son bir anekdot olarak onun bazı şiirlerinde Dede Korkut’a olan hayranlığından dolayı Korkut Akbaş imzasını kullandığını da belirtelim.

Hicran Coğrafyasının Şiiri
Onun şiiri ülke sınırları içine sığmayacak bir soluğa ve nefese sahiptir. O tüm ümmet ve millet coğrafyasını kuşatır. Coğrafyanın vatana nasıl dönüştüğü bilincindedir. Ahmet Kabaklı ’ya göre Ali Akbaş’ın bütün şiirleri için dikkat edilecek nokta, millî duygu ve isteklerin yüksek sesle, iddia ve heyecanla verilmeyip, daha ziyade mecazlar aralığından ve sır verir gibi yumuşak söylenmesidir.
Örneğin Aral Gölünün kuruması üzerine:
“Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı
Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.

Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.”
Diyerek elimizden çıkan coğrafyanın, esir oluşunu, Rusların Aral’ı besleyen Amu ve Siri nehirleri üzerine pamuk tarlalarını sulamak için kurdukları barajlar nedeniyle kurumaya terkedilmesini bu mısralarla bugünün gençliğine aktarır ve onlarda bir vatan şuuru oluşturmaya çalışır.
Tarihini, kültürünü, asırlardır süren bir mücadele ve emeğin sonucu oluşan birikimi unutmaz Ali Akbaş. Bakır döven ustalar, bedesten esnafları kanlı-canlı yaşarlar bu şiirlerde. Bu şiirler aynı zamanda yetimlerin yüzüne konan bir tebessüm, öksüzlerin saçlarını okşayan bir el olur. Uçsuz bucaksız bir coğrafyanın haykıran seslerindendir Ali Akbaş. (Ertürk, 2016)

Sirkeci’den Giden Neydi?
Yazımızın giriş kısmında bir nebze bahsettiğimiz ‘Göç’ şiirinde ülkemizden 60’lı-70’li yıllarda Avrupa’ya işçi olarak giden insanımızın çilesini mısralara döken şair aslında bir nevi göçün şiirini yazmıştır. O günkü şartlarda Sirkeci Garı’ndan kalkan trenlerin sadece insanımızı değil tüm değerlerimizi de oralara götürdüğünü en acı şekilde dile getirir ‘Göç’ şiirinde. Ona göre gidenler arasında töremiz vardı, yaldızlı Kur’an’ımız vardı, gözyaşımız, derdimizdir. Biz trene binip böyle avrat, çoluk çocuk Tuna’dan geçerken biz Tuna’dan utanırız Tuna bizden…
Bu seferki gidiş savaş gibi zorunluluk ve hayatiyet taşımaz; şehitlik gibi mukaddes bir keyfiyete değil, sadece “ekmeğe”dir. İşte böyleydi Sirkeci’den giden tren. Binenin verem olduğu, geride çocukların yetim, gelinlerin dul kaldığı bu tren aslında Avrupa’ya karşı yenilgimizin beratını da götürüyordu. Artık ezan sesine hasret kalacaklar için başlarında uyan uyan diye bağıran çanlar çalacaktı.
Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bir neslin bizden koparılışının acı bir feryadıdır. Yabancı bir beldede, yabancı bir kültürle karşılaşacak olan yurdumun garip insanlarının o vahşi medeniyete karşı kendini savunacak bir alt yapısı, fikrî birikimi yoktu. Tıpkı cephenin en ateşli yerine silahsız gönderilen ve ölüme terk edilen askerler gibiydiler. İşte şair bunları da gördüğü için bu şiiri kaleme almıştı.
Şairi de şiir boyunca hayıflandıran/hüzünlendiren temel husus; bir zamanlar dünyaya hükmeden, “nizâm-ı âlem” düşüncesine sahip bir milletin evlatlarının şimdi Avrupa karşısında maddi umutlarla işçiliğe can atar hâle gelmesidir. Geçmişte yapılan seferler Tuna nehri üzerinden olurken şimdiki göçlerde de tren Tuna’dan bir daha geçecektir. Ancak bu, ilkinin ihtişamının aksine Tuna’yı utandıracak bir muhtaçlık taşır. (Kaplan, 2018)
Tuna’dan mazide böyle geçmiş bir milletin torunlarının, şimdi fethe çıkılan diyarlar üzerinden kendisine verilecek ikinci sınıf işlere büyük umutlar bağlayarak hatta bunun için evini, ocağını, yurdunu terk etmeyi göze alır bir hâlde geçişi ve “göç”üşüdür. Artık sefer değil, “göç” vardır ve bu göçte insanın sadece maddesinden değil manasından da çok şeylerin “göç”üşü vardır. (Kaplan, 2018: 126,128)
Sirkeci’den giden insanımızla değerlerimizdi. Bu değerlerimiz maalesef o ellerde dışlandı, horlandı. Yetişen nesiller bir yabancılık yaşadı. Kayıp nesiller oldu.

Dağların Ardında Kalan Köy ve Köyde Bekleyen Elif
İşte ilk göç dalgası böyle başlamıştı. Uzun ve mesafeli dalgalarıyla önüne kattıklarını yaban ellerine atarken, sonraki dalgalar yine yurdum insanlarını yerinden yurdundan söküp atarken bu kez vatanın diğer köşelerine serpiştiriyordu insanımızı… İşte bu son dalgada şairin kendisi de bir şekilde gurbet ellere düşmüştü. Köy onun için hasretin bir diğer adıydı.
O köy ile ilgili duygularını bir mülakatta şöyle anlatır: “Ben, etrafı mor dağlarla çevrili, sini içi gibi dümdüz bir ovada doğdum ve ovayı çevreleyen dağlara bakarak büyüdüm. Bu geniş ovaya serpilmiş, ipliği kopmuş tespih taneleri gibi dağılmış yüzlerce köy vardı. Bizim köyümüz işte bu ovanın tam ortasındaydı. Onun için de adına Çatova demişler. Çocukluğumda benim için dünya, işte bu sini içi gibi ovadan ibaretti. Düğün olduğunda davul sesleri, sabahın dingin saatlerinde köpek havlamaları ve horoz sesleri köyden köye duyulurdu. Uzun kış gecelerinde tandır başlarında tatlı dilli ninelerden masallar, maniler dinledim. Ben, o köyün kırlarında kuzu güttüm, tozlu yollarında yalınayak azık taşıdım, beynimi kaynatan temmuz sıcağında döven sürdüm. Şimdi hasretle yâd ediyorum. Orası benim için bir masal ülkesidir. Ovayı dolduran kağnı gıcırtıları hâlâ kulaklarımda…” (Oruç ve Günaha, 2019)
Onun şiirlerinde köy, var olan bütün güzelliklerin merkezi olarak karşımıza çıkar. Şiirlerde, köyün mekân olarak anlatımından çok çağrıştırdığı değerlerin vurgusu ön plâna çıkartılır. Türk kültürünün yoğun olarak yaşandığı, tüm niteliklerinin görülebileceği, tipik özellikler taşıyan köyün dar bir mekân olması var olan değerleri yoğun bir anlatıma dönüştürür. (Çelik, 2018: 7)
Elif şiirinde de bu son dalganın acılarını terennüm eder şair:
“Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel-yapalak
Köy dağların ardında kaldı
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
Sanırım;
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif”
O bu göçten mustariptir. Gurbette iken sıladan gelen haberlerin yolunu bekler, sılanın kokusunu ciğerlerinde hissetmek ister. Bu duygu ile bir göçmen kuş olan leylekten bile medet umar. “Leylek benim senden bir sualim var Zeynep’ten bir haber getir leylekler” Bu duygu onda o kadar belirgindir ki: “Leylek/Bir gurbet türküsü gagasında/Her yaz gelir gider/Yemen’de kınalar ellerini/ Beytullah’a yüz sürer/ Kuş değil melek” derken bu duygular hâkimdir yüreğinde…

Sonuç
Çeşitli kurumlar tarafından birçok kez “yılın şairi” ve yılın edebiyatçısı” gibi ödüller almış olan Akbaş, millî ve manevi bilinci kendi fikirleri doğrultusunda şekillendirerek bir potada eritmiş ve halk için halkla beraber yaşayarak yazmış bir şairdir.
Gerek eğitmen yönünün gerekse epik/lirik psikolojik dünyasının ona kazandırdığı pozitif kişilik sayesinde okurlarına vermek istediği mesajı doğrudan verebilmiş, onlara onların anlayacağı dil ile seslenmesini bilmiştir. Bu sayede hem kendi dönemindeki şairlere ilham kaynağı olmuş hem de çocuk şiirleri vesilesiyle kendinden sonraki nesillere de örnek teşkil etmiş bir Türk aydınıdır. (Bulut, 2016: 56,64)
Okunması gereken bir şairdir Ali Akbaş… Edebiyatımızın en önemli isimlerinden birisidir. Kendisi için nice uzun yıllar ve nice eserler vermesini diliyoruz.

Kaynaklar
Akbaş, Ali, 1996, Kuş Sofrası, Kültür Bakanlığı Yayınları No: 1320, Ankara, Akbaş, Ali, https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3977
Bulut, Yıldıray, 2016, “Ali Akbaş’ın Biyografik ve Sanatsal Yaşamı ile Şiirlerinde Yer Verdiği Temalar”, International Journal of Cultural and Social Studies (IntJCSS) August 2016: Volume 2 (Special Issue 1)
Ertürk, Yavuz, 2016, “Bizim Hikâyemizi Anlatır Ali Akbaş’ın Her Şiiri”, Dünya Bizim, 14 Nisan 2016.
Kabaklı, Ahmet, 1991, “Ali Akbaş’ın Göygöl Şiiri İncelemesi”, Türk Edebiyatı, Ağustos 1991
Kaplan, Fahri, 2018 “Tuna’dan Geçen Atlar ve Trenler: Ali Akbaş’ın “Göç” Şiiri Üzerine Bir Okuma”, İki İstasyon Arası Tren Yazıları, TDEV Yayınları.
Leontik, Mariya, 2017, “Ali Akbaş, Şiiri ve Ben”, Türk Edebiyatı, S. 529, Kasım 2017.
Oruç, Çiğdem, Gülcihan Günana, 2019, “Ali Akbaş ile Söyleşi”, AÇSHB Sevgi Bir Kuş Dergisi, 2019.
Şahin, Mehmet Ali, 2010, “Akbaş ile Ufuk Mülakatı”, Edebiyat Ufku İnternet Dergisi. S. 24, Haziran. 2010.
Tatcı, Mustafa, 2008, “Ali Akbaş’ın Şiir Dünyasında Çocuk”, Türk Halkları Edebiyatı II, Uluslararası Çocuk Edebiyatı Kongresi, Kafkas Üniversitesi, I. Kitap, Bakü 13-15 Kasım, 2008.
Tekin, Aslan, 2005, Edebiyatımızda İsimler, Elips Yayınları, Ankara.
Yalçın Çelik, S. Dilek, 2018, “Ali Akbaş’ın Kuş Sofrası Adlı Şiir Kitabında Milli Değerlerin Çocuk Duyarlığından Dile Getirilmesi”, Stad Sanal Türkoloji Araştırmaları Dergisi, 3, 1: 11-20.
Yanardağ Mehmet Fetih ve Meleknur Özdoruk Özdurmuş, 2018, “Kültürel Bellekteki Yansımalarıyla Ali Akbaş’ın Çiçekler ve Kuşlar Adlı Şiirini Metinlerarası Bağlamda Bir Okuma Denemesi”, Edebi Eleştiri Dergisi, 2, 1, Nisan 2018.

AKSAÇLI BİR ŞAİR: ALİ AKBAŞ
Mehmet GÖZÜKARA
Süleyman Çelebi, merhum dev eseri Seyahatname ’sinde gezip gördüğü yerleri bütün ayrıntılarıyla ele alıp inceler. Coğrafyasından tarihine, camilerinden medrese ve tekkelerine, konaklarından eğlence ve mesire yerlerine varıncaya dek tatlı tatlı anlatır gittiği yerleri. Kılık-kıyafetleri, örf-âdet ve ananeleri… Kısacası bir toplumu var eden bütün değerleri gelecek nesillere de aktararak tarih, kültür ve geçmişin meraklılarına bitmez tükenmez bir kaynak oluşturmuştur Evliya Çelebimiz. Şehirleri, kasaba ve köylerine varıncaya dek bu kadar güzel anlatan başka biri var mıdır bilemiyorum. Düşünüyorum da Elbistan’ımıza gelseydi neler söylerdi acaba? Pınarbaşı’ndan çıkarken Ceyhan’ı görseydi mesela nasıl anlatırdı, şairlerinin bolluğuna karşı neler söylerdi?
Elbistan, Şardağı’na sırtını vererek oturmuş bir dev gibidir. Geniş ve mümbit ovasını gözler sanki asırlardan beri. Çocukları karıncalar gibi koşuşup dururken eteklerinde, o derin derin geçmişini düşünüyordur belki de. Dört bir yanı dağlarla çevrilidir ovasının, geçit vermez dağları vardır. Binboğaların devamı bütün heybetiyle kuşatmıştır etrafını. Başında karı eksik olmayan dağları bile vardır.
Ahir dağlarının arkasında kalan Kahramanmaraş’ın en büyük ilçesidir Elbistan. Bilinen hiçbir güzergâhın üzerinde yer almadığı için uğrak yeri olmayan kuytu bir yerde Türkiye’nin dördüncü büyük ovasına sahip, içinden nehir geçen kadim bir şehirdir. Aynı zamanda Dulkadiroğlu Beyliği’nin ilk başkenti olan bu şehir, tarihimizin aydınlık yüzü Mükrimin Halil Yinanç, bir gönül insanı olan Rahmi Eray, hikâye ve çevirileriyle edebiyatın yetkin ismi Tahsin Yücel’in yanı sıra, hece şiirine yeniden nefes vererek kendilerine has ekollerini kabul ettiren Abdurrahim ve Bahaettin Karakoç kardeşler ve Ali Akbaş gibi söz sultanlarını bağrından çıkarmış şairler şehridir. Görkemli geçmişine karşılık bir dönem unutulmaya terk edilmiş olan, 1970’li yıllara kadar dağlarında eşkıyaların gezdiği bu Selçuklu şehri bir dönem de beylik merkezi olur ve iki yüzyıla yakın bir süre başkentlik yapar Dulkadirlilere. Bu unutulmuşluğun kırgınlığı şehrin insanlarının derdini, kederini, öfkesini, sevincini, üzüntüsünü şiirle dile getirmeye mecbur bırakmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek ki; şairi ve âşığı oldukça fazladır. Hemen hemen her köyde bir şaire rastlayabilirsiniz. Bu fazlalık kaçınılmaz olarak kim daha iyi çekişmesine kadar uzamış, zaman zaman birbirleriyle karşılaşmalarına ve şiirdeki yetkinliklerini birbiriyle atışarak karşılıklı sınanmayı da beraberinde getirmiştir. İlk başlarda ümmî bir toplumun temsilcileri olarak irticalen söylenilen karşılaşmalar, okuryazarlık seviyesi arttıkça körleşmiş, bu damar yavaş yavaş kurumaya terk edilmiş bir hale gelmiştir. Buna karşın kalem şairliği öne çıkmaya başlamış ve bu boşluğu bir şekilde doldurarak beklentilere cevap vermiştir. Okuryazar olarak karşımıza çıkan; Ahmet Çıtak, Hayati Vasfi Taşyürek, Hafız Rahmi, Kul Hamit, Abdurrahim Karkoç, Derdiçok (Ömer Lütfü Pişkin), Ali Gözükara, Kâmil Bozkurt, H. Hasan Uğur vs. ilkokulu ancak okuyabilmişler hatta birçoğu bu okulu bile dışarıdan bitirmişlerdir. Bu şairlerin örnek aldıkları âşık ve şairlerse büyük ihtimalle ümmî idiler. Yani sözlü edebiyatın geçerli olduğu bu dönemin şairleri irticalen şiir söyleyemezlerse şair sayılmazlardı. Onların yaptığı karşılaşmalar büyük oranda irticalen idi. Bu atışmalar yöremizde yayınlanan Engizek Gazetesi aracılığıyla atışıyorlarsa karşılıklı birbirlerine gönderdikleri müstakil şiirlerden oluşuyordu. Gazetede bu tür atışmaların olmadığı dönem hemen hemen yok gibidir ve toplumun da son derecede ilgi ve alakasını çekerdi. Her hanede en az bir kişinin şiir defterinin olduğu dönemden geçilerek günümüze gelindiği hakikatini göz önünde tutarsak şiir, bu şehirde yaşayan her ferdin kaderi mesabesindedir. Günlük hayatının âdeta bir parçası gibidir.
Günümüz, yazılı edebiyatın baskın olduğu bir dönemdir. Söylediğini yazarak paylaşmanın zaruretinden dolayı, dinleyenden çok okuyana hitap eder olmuşlardır. Hitap etmeyi, muhatap olma anlamında kullanıyorum. Okumayan insan, çevresinden habersiz yaşadığı gibi elbette yazandan da habersiz, okumadığının-bilmediğinin cahilidir.
Ülkemizin önemli şairleri arasında yer alan Ali Akbaş, Dayım (merhum) Hüseyin Sarı ile çok sıkı arkadaş olmaktan öte, can-ciğer iki dost olmasına rağmen “Göç” şiirini okuyana kadar Ali Akbaş’tan haberimin olmadığını üzülerek itiraf ediyorum.
Oysa Ali Akbaş; Elbistan’da doğup Akdeniz’in topraklarını bereketlendiren Ceyhan ırmağı gibi Türk şiirini bereketlendiren, söze şekil verirken bir kuyumcu hassasiyetiyle çalışarak, lisanı, “şiir dili” haline getiren, bu toprağın değerlerini en gür sesle seslendiren aksakallılarındandır. Ali Akbaş’ı tanıdığım ve aynı zaman diliminde yaşadığım için kendimi bahtiyar hissediyorum.
“Göç” şiiriyle ilk karşılaştığımda beni âdeta çarptığını, alt üst ettiğini söylemeliyim. Şiiri üst üste kaç kere okudum bilmiyorum, okurken gözümden süzülen yaşların dökülmesine sebep olan hissiyatıma tercüman olan Ali Akbaş’ın sözleri miydi, yoksa içinden geçilen sürecin bizden alıp götürdükleri miydi bunun farkında da değildim.
“Su serperler ya
Gidenlerin ardından
Dün askere
Hind`e Yemen`e
Bu gün ekmeğe
Yaban ellere
Dönmezler de ondan
Yoksa niye serpsinler
Sirkeci’den tren gider
Ona binen verem gider

Burada ezan var
Orada çan
Uyaaaan
Uyaaaaan
Uyan!’
Sirkeci’den tren gider
Bir yaldızlı Kur’an gider”
Bin dokuz yüz atmışların sonu yetmişli yılların başında başlayan Almanya’ya giden işçi akınıyla birlikte, Sirkeci’den giden sadece tren değildi, giden yaldızlı Kur’an’dı. Bizim öz değerimiz, varlık sebebimizdi giden. Ne müthiş ifade, ne çarpıcı tespitti anlayana! Gidenlerin arkasından dökülen de aslında su değil benim gözyaşlarımdı. O gün dökülen gözyaşlarımız… Gidip dönmeyecekler içindi. Hani Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” isimli kitabında Nayman Ana Destanı’nda Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juanjuanları -Türklerin tarihî düşmanları olarak sembolize ederek- anlatır ya. Onlar savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle “Mankurt”laştırmaktadırlar. Mankurtlaşan kişi kim olduğunu; soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi. O artık kendi öz değerlerine ve mensup olduğu millete düşmandır.
Ali Akbaş’ın “Göç” şiirinde “Varım yoğum törem gider” şeklinde terennüm ettiği şiir dizesi farkında olmadığımız bizim bizden kopuşumuzun bir feveranı, bir çığlığı olarak hâlâ beni çarpmaya devam ediyor. Toplum olarak altımızdan çekip alınmaya çalışılan coğrafyanın şuurunda olan bu ses beni içlendirdi ve karşı karşıya olduğumuz tehlikenin farkına bir kez daha varmamla birlikte aynı feveran ve çığlık bende gözyaşı olarak kendini gösterdi.
Aldığı eğitim ve hayatı tahayyül edişi açısından baktığımızda Ali Akbaş’ın oldukça zarif, hassasiyet açısından abide bir şahsiyet, mensubu olduğu “toplumun vicdanı” vasfedilen, milletinin; tarihini, zaferlerini, ülkülerini, ideallerini, maziyi istikbal bütünlüğü içinde seslendirerek zafer naralarını asırlar ötesine gönderen bir serdengeçtidir.
Orta Asya’nın iki büyük nehri Amu Derya ve Siri Derya, Aral’ı besleyen iki önemli kaynaktır. Ancak Sovyetler Birliği döneminde bu iki nehir pamuk tarlalarının sulanması için kullanılmaya başlandığında bu iki damardan mahrum kalan Aral âdeta küsmüş, yüzde doksanı kuruyup çöle dönüşmüştü. Aral Gölü çevresi beş bin senelik bir devrede Türkler için mühim bir yerleşim merkezi olmuştur. Akbaş, bir zamanlar teknelerin yüzdüğü yerde şimdi çorak toprağın ortasında paslanmış gemi kalıntılarıyla karşılaşınca şair yüreği Aral’a şu ağıtı yakıyor:
“Rüyamda gördüm Aral’ı
Aral derinden yaralı
Mağcan gibi Çolpan gibi
Onun da bahtı karalı
Karada kalan kayıklar
Eski günleri sayıklar
İnci mercan saçan Aral
Nerede o şakayıklar.
Aral’ın suyu kan gibi
Yaralı bir ceylan gibi
Meğer göller de ölürmüş
Kuğu gibi, insan gibi.
Ural’dan inen marallar
Aral’da saçın tararlar
Yıkanacak göl mü kalmış
Bilmem ki neyi ararlar.
Sağım Hazar solum İtil
Benim göbek bağım itil
Hani senin altın çağın
Tükendi yağ, kaldı fitil
Göl değil kımızdı Aral
Bir iffetli kızdı Aral
Kalınca küffar elinde
Yer altına sızdı Aral.
Devran geçmiş, kervan göçmüş
Aral’ı bir evran içmiş
Ah neden sonra anladım
Buraları sevmek suçmuş.”
“Kalınca küffar elinde/ Yer altına sızdı Aral” diyen Akbaş, yaşadığımız coğrafyanın bize ait olma şuurunu bugünkü nesle ulaştırmaya çalışan bir fikir sahibidir, önemli bir davanın temsilcisi olarak haykırmaktadır aynı zamanda. Bizim derdimiz, bizim sesimiz, bizim çığlık ve feryadımızdır Ali Akbaş. Günlük telaşların içinde, içinden çıkıp geldiği topluma karşı sorumluğunu hakkıyla yerine getirememesinin pişmanlığı içerisinde, zaruretin bağıyla bağlandığının iç geçirmesidir Elif’e verilen sözün yerine getirilemeyişi:
“Köy dağların ardında kaldı
Bir gün çıktım yel-yapalak
Köy dağların ardında kaldı
Türküleri unuttum
Gitgide ıradı kağnı sesleri
Bir daha uğramadım
Hâlbuki Elif’e sözüm vardı
Hiç varmadım
Kız dağların ardında kaldı
Sanırım;
Özlemiş, özlemiş alışmış Elif
Artık çoluk çocuğa karışmış Elif
Bilirim ardımdan atıyorlar
‘İnsanoğlu çiğ süt içmiş emmioğlu
Sözü savı mı olur?
Mümkünü yok
Dönmez artık
Dönmez o…”
Millî duruşun yanı sıra, insani olan her kavram Akbaş’ın şiirlerinde kendine yer bulur. Bize bizi hatırlatır.
“Çanakkale bir velvele
Bu velvele gelmez dile
Direndik yedi düvele
Taş üstünde taş kalmadı”
diyerek o dönemi bu döneme taşıyan “şuurun” sese bürünüşüdür. Ali Akbaş, sağ-sol mücadelesinin getirdiği kargaşadan geçmiş, gönül coğrafyasına destanlar yazarak Türk illerine şiir güvercini uçuran ak saçlı Ulu Bey’dir. Yazdığı şiir ve yazılarıyla Türk Dünyası tarafından kabul gören söz süvarisi, söz dünyasından ses ipine dizdiği şiirlerle gönül dünyamıza ışık tutan, bize bizi hissettiren derviş gönüllü bir alperendir. Onun şiirlerini “Türkçe’min ses bayrağı” gibi gönlümde dalgalandırıyorum.
Ali Akbaş Hocam, Elbistan’da doğup, bâd-ı sabâ ile söz deryasının ufuklarına yelken açarak, duygu çiçeklerinin açıldığı “Gönül Coğrafyamızın Ak-saçlı Akbaş”’ıdır.
“Bin yılda yoğurduk her mısraını,
Yüzüğe kaş ettik Ağrı Dağını,
Dünyaya değişmem bir aksağını,
Gönlüme göredir bizim türküler.


Veysel susar, Davut Sularî söyler
Kırımdan gelirken serdarı söyler
Köylüsü-kentlisi, hünkârı söyler
Fermanda tuğradır bizim türküler.


Bağlama dediğin üç tel bir tahta,
Ne şaha baş eğmiş, ne taca tahta,
Tüm dertleri özetlemiş bir ‘ah’ta,
Bozkırda naradır bizim türküler.”
diyen, acıyı-tatlıyı, hüznü-sevinci, elemi-kederi, toyu-düğünü, özlemi, gurbeti, ölümü-hayatı, zulmü-haksızlığı velhasıl bizi biz eden değerlerin formüle edildiği Türkülerimize gösterdiği hassasiyeti hissiyata döken şair, toplumun ortak vicdanıdır.
“Ey şiir kanayan yaramsın benim
Göğsümde taşırım, gören gül sanır.
Feryadım, figanım, naramsın benim
Uzaktan duyanlar, bir bülbül sanır
Söz düşmüş payıma Bezm-i Elest’te
Bir vefasız yâre oldum dilbeste.
Çırpınıp dururum hep bu kafeste
Söylemem derdimi, tahammül sanır.”
Akbaş; ruhunun melâl burcunu mesken tutan hüzünlerini, heyecanlarını, hayâllerini, sevinçlerini ve ima yoluyla en mahrem sırlarını gönül teriyle mayalayarak, gönül dilinin tercümanı diye nitelendirdiğimiz, edebiyat dünyasının hakanı, nazım ve nesir ülkesinin sultanı şiir diye anlamını bulan duygu çiçeklerinin elvan elvan açtığı efsunkâr gülistanda bizlere meramını anlatmaktadır.
Ezcümle; Ali Akbaş, insanı insan eden değerleri şahsında toplamış, büyük bir şairdir.
Daha lise öğrencisiyken katıldığı yarışmada birincilik kazanan şiiri, Maraş Lisesi Marşı olarak kabul edilen Akbaş, 1991 yılında, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Kuş Sofrası” adlı kitabıyla çocuk edebiyatı dalında yılın şairi seçilmiş ve 1993 yılında, Kazakistan’ın başkenti Almatı’da gerçekleştirilen “II. Türk Dünyası Şiir Şöleni”nde “Mağcan Cumabayulı Ödülü”ne lâyık görülmüştür.
Şiirimizin en güçlü seslerinden biri olan Ali Akbaş’a yüce Allah’tan hayırlı ömürler dileriz.



ALİ AKBAŞ’TA MODERNLİK VE GELENEK
Bahtiyar ASLAN

Bu sorumluluk gelenekle, tarihle, geçmişle ilgilidir.
Daha doğrusu geçmişi, geleneği, tarihi şiir formu içinde geleceğe aktarmakla…
Bir tür mücedditliktir onun yapmaya soyunduğu şey.
Ali Akbaş’ın şiir toplamına bakınca ilk elden ve kolaylıkla varılan hüküm onun şiirinin gelenekle ilgili olduğudur. Zygmunt Bauman’ın da dediği gibi eğer gelenek, geçmişin mesajıysa bu hükmü bütün şairler için vermek kaçınılmaz olacaktır. Çünkü şiir için gelenek, şiir türünün icadıyla başlamıştır ve türün içinde gerçekleşen her yeni(!) çıkış artık o büyük gelenek/birikim içinde ifade edilmeye mahkûmdur. Elbette bu tür bir akıl yürütmenin daha çok polemikle ilgisi vardır. Öyleyse bir şairin gelenekle ilgisini belirlemek için başka kıstaslara ihtiyacımız var demektir. Dolayısıyla burada şairin tutumuna göre bir yol ayrımı kaçınılmaz gibi görünüyor. Bunu ve kıstasları şüphesiz “mesaj” kavramına yüklenen anlam belirleyecektir.
Bu yol ayrımının bir yönünü, “mesaj” kavramını geçmişi ve büyük birikimi yok saymamak kaydıyla -söz konusu şiir olduğu için- şiirin, şiir sanatının ve geniş anlamda yaratmanın ilkeleri olarak tercüme edenler; diğer yönünü ise ilkelerden ziyade mesajın şeklini önemseyenler ve yaratmanın, sanatın hep aynı şekil/ler içinde yapılması, yani mesajın hep aynı zarf içinde iletilmesi gerektiğini savunanlar oluşturur. Bir tür zarf-mazruf ilişkisidir bu. Özellikle yol ayrımını gerçekleştiren ikinci kısmın tutumu modern bir durumdur. Modern bir durum fakat modern bir tutum değildir. Şunu söylemeye çalışıyorum tam olarak; aslında geleneğin anlamını tam olarak kavrayamadıkları ve hatta gelenekle sağlıklı ilişkiler kuramadıkları için modernliğe tamamen refleksif bir tepki vermektedirler ve dolayısıyla geleneğin kendini yenileme, güncelleme ilkelerinden uzaklaşmaktadırlar. Oysa gelenek modernle kavgalı bir şey değildir. Köklerle bağını koparmadan yenilenmek, tazelenmek bugünün tabiriyle güncellenmektir. Gelenekle modernin düşman iki kavram gibi görünmesi, birbirinin alternatifi, zıddı gibi anlaşılması; geleneğin, köklerle bağını koparmamak yerine bizzat köklerin kendisiymiş gibi algılanmasından doğan bir durumdur. Aynı şekilde modernliğin de ancak köklerle bağını koparmakla mümkün olabileceğine inanılması aynı sonuca hizmet etmektedir.

Tevarüs ve Temellük Meselesi
Konuyu dağıtmadan Ali Akbaş’ın durduğu yeri belirlemeye çalışacağım. Akbaş’ın doğup büyüdüğü coğrafyanın ve sosyal ortamın gelenekle ilişkisi ne şekildedir ve o bu atmosferden ne/leri temellük etmiştir? Bu sorunun cevabı şüphesiz onun gelenekle ve modernlikle ilişkisini de belirleyecektir. Burada hemen “temellük etmek” ibaresine vurgu yapmak isti- yorum. Temellük etmek, maddi ya da manevi bir varlığı/olguyu “kargo” gibi nesiller arasında taşımak yerine, o varlığın-olgunun ilkelerini benimsemeyi, içselleştirmeyi, taşımayı ve yaşatmayı esas alır. Sağlıklı olan da budur. Ali Akbaş, insanların şiirle hâlleştiği, kavga ettiği; şiirle çift koştuğu, kısacası şiirle yaşadığı, hayatı şiirle güzelleştirdiği bir coğrafyada, Elbistan’ın bir köyünde (Çatoluk) dünyaya gelmiş ve çocukluk yıllarını bu köy hayatının pastoralliği ve lirizmi besleyen duyarlılığı içinde yaşamıştır. Akbaş’ın deyimiyle burada çocuklar manzum dillenmektedir. Bu coğrafyada yaşayan her bireyin mutlaka şiirle bir şekilde ilgisi vardır. Akbaş, böyle bir ortamda bir süre sonra bir şey söylenecekse mutlaka şiirle söylenmelidir gibi bir duyguya kapılır. Bu, çok tabii olarak şartların hazırladığı bir duygudur. Bir tür bilinçsiz temellük. Tam da “miras” kavramına denk gelen bir şey. Mirasta da sonraki kuşağın yani varisin, mirasın mahiyetine müdahalesi söz konusu değildir. Ancak mirası temellük ettikten sonra ve kendinden sonrakine devrederken onun üzerinde bir söz hakkına sahip olacaktır. Gelenek, tam da budur aslında. Akbaş, bilinçsiz demeyelim haydi, edilgen bir şekilde geleneği temellük etmiş ve bunun sonucu bir şey söylenecekse ille de şiirle söylenmelidir duygusuna kapılmıştır. Fakat daha sonra bu miras üzerine düşünmüş, onun üze rinde bilinçli bir tasarruf gerçekleştirmiş ve yazdığı şiirlerle geleceğe onu bir ses olarak, bir mesaj, yenilenmiş bir mesaj olarak devretmenin savaşını vermiştir. Akbaş’ın şiir bütünü böyle bir mesajın metninden ibaret olarak da okunabilir.
Akbaş’ın doğup büyüdüğü bu coğrafya, ninelerin çocuklara maniler, ninniler söylediği; köy odalarında Ahmediye, Muhammediye, Hazreti Ali ve Battal Gazi cenklerinin; Kerem ile Aslı, Âşık Garip ve Karacaoğlan’ın okunduğu bir coğrafyadır. Coğrafya, halk âşıkları ve şairler açısından da son derece zengindir. Mahsuni Şerif, Ahmet Çıtak, Remzi Çıtak, Derdi Çok, Kul Hamit gibi halk şairleri ve başta Bahattin Karakoç olmak üzere onun kardeşi Abdurrahim Karakoç, Hayati Vasfi Taşyürek ve A. Cansız Güllü gibi şairler de bu coğrafyada yaşamıştır. Akbaş’ın özellikle şairlerle ilk gençlik yıllarından itibaren temas hâlinde olduğu bilinmektedir. Burada geleneğin bir yönüne daha işaret etmek istiyorum; gelenek, yeniyi daima denetleme, tenkit etme, yönlendirme gibi bir güce sahiptir. Fakat sanıldığının(!) aksine ille de kendi şekli içinde gelişmesini, kendi kalıbı içinde bir üretimi teşvik etmez. Gelenek, ilkeler üzerinden sürdürür tenkidini.
Akbaş’ın doğup büyüdüğü coğrafyada, cenaze evinden dönen kadınlar yakılan ağıtlarla ilgili tenkitlerini dile getirirler ve “güzel ağladı”, “kaideyi tutturamadı”, “ağlamasını bilmiyor” gibi hükümlere bağlarlar. Bunlar tamamen farklı kavramlarla şiir tenkididir aslında. Öte yandan Akbaş, temas ettiği şairlerin de tenkitlerini dinlemiş, yeri geldiğinde büyük biri- kimi yedeğine alarak tenkitlerde bulunmuştur. Bu kültür atmosferinde tenkit, kendi tabii seyri ve kuralları içinde işlemekte ve miras üzerinde düzeltmeler, değişiklikler yapmaktadır. Gelenek, daima daha iyiye, daha doğruya yönelik olarak işleyen bir mekanizmadır dolayısıyla. Bütün bunlar bir tür güncellemedir. Akbaş, bu atmosferde temellük ettiği geleneği, yeni ve kendine has kalıplar(!) içinde, yeni durumlara uyarlayarak, geçmişe saygısını yitirmeden, bağlarını koparmadan şiirinde terennüm etmiştir. Geleneği temellük etmenin anlamı da tam olarak budur. Onun ilkelerini yeni bedenlerde yaşatmak hatta gerektiğinde başka bir bedende ona yeniden can vermektir. Geleneği, kendi kalıpları içinde yaşatmaya çalışmak onu ölüme mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Aslında çevresindeki şairlerin mesela Bahattin Karakoç ve Abdurrahim Karakoç’un da tutumlarının böyle olması Akbaş için bir avantajdır.

Miras Üzerinde Tasarruf
Akbaş, şüphesiz köy odalarında dinlediği cenklerle aruzun, mesnevi türünün sesine ve dolayısıyla ahengine, edasına bir aşinalık kazanıyordu. Aynı şekilde halk şairlerinden dinlediği türkülerle de halk şiirinin sesine ve edasına… Belki burada dursa, daha doğrusu bununla yetinse geleneği taşıma, yenileme gücüne de sahip olamayacaktı. Bir halk şairi olarak kendi coğrafyasında çalıp söyleyecekti. Üniversite tahsili için İstanbul’a gelmesi, ilk gençlik yıllarında sezdiği şeylerin akademik bir disiplin içinde ele alınması imkânını doğurmuştur. Akbaş’ın üniversite tahsili sırasında divan edebiyatıyla temas etmesi, çocukluğunda dinlediği destanların, Ahmediye ve Muhammediye gibi eserlerin tesirinin canlanması anlamına gelmektedir. Şüphesiz Türk Dili ve Edebiyatı okumak ona çok şey katmıştır. Ama kanaatimce en önemlisi bu gün her biri alanında söz sahibi olan arkadaş çevresinin de katkısıyla –entelektüel sohbetleri kastediyorum- kendisine yüklediği sorumluluktur. Bu sorumluluk gelenekle, tarihle, geçmişle ilgilidir. Daha doğrusu geçmişi, geleneği, tarihi şiir formu içinde geleceğe aktarmakla… Bir tür mücedditliktir onun yapmaya soyunduğu şey. Bunda ne kadar başarılı olup olmadığı ayrı bir yazı ve tartışma meselesidir. Doğrusu böyle uzun bir muhasebeye girmiş değilim. Ancak indi bir hüküm şeklinde de olsa, Akbaş’ın bu yenileme, güncelleme meselesinde hiç değilse geleneğin üzerine eğildiği kısımlarında çok başarılı olduğunu söylemek isterim. Elbette tek bir kişiden, bütün bir geleneği, bütün bir Türk şiir birikimini güncellemesini beklemek insafsızlık olur.
Ali Akbaş, halk şiirinin türlerini (destan, sagu, mani ve ninni gibi) modern şiirin imkânlarıyla geleneğin imkânlarını bir arada kullanarak ve özgün metinler yazarak güncellemiştir. Aynı şeyi divan şiiri geleneği için de söylemek mümkündür. Mesela bir şiirinin adı Varsağı, başka bir şiirinin adı Tuyuğ, bir başkasının Kuş Sagusu’dur. Aynı şekilde o, Güz Gazeli’nin, Mümine Hatuna Gazel’in de şairidir. Nineme Ninni, Dağlara Destan, Erol Güngör’e Ağıt şiirleri de onundur. Daha fazla saymayacağım. Ali Akbaş’ın şiirlerinin adından hareketle de bir yazı yazılabilir elbet. Burada maksadım onun şiir adlandırmalarında geleneksel türlerin nasıl devam ettiğini göstermektir.

Modern Bir Şair Olarak Ali Akbaş?
Peki, Ali Akbaş’ın şiirini modern kılan şey nedir? Burada hemen modernlikle modernistliğin iki ayrı şey olduğu gerçeğine vurgu yaparak meseleye girmek isterim. Modern, yaşadığı çağa ve şartlarına uygun davranan, bunu yaparken de büyük birikimle yani gelenekle bağını koparmayan demektir. Modernistlik ise bir tür ideolojik tutum içinde olmaktır ve durduğu safı, yeri savunmak için modern olmayan her şeyi “öteki” olarak tanımlama temayülü içindedir. İdeolojilerin işleyiş mantığıdır bu zira. Dolayısıyla bir tür bağnazlık hâli söz konusudur. Modernist, kendi çağının dışında kalan her şeyi kısır tanımlamalar içine hapsetme eğilimindedir. “Çağdışı”, “demode”, “ilkel”, “otantik” gibi tanımlamalara sık başvurur ve kendisinden olmayanı bu kavramların içine hapsetmeyi hedefler. Bu kavramların farklı kelimelerle bileşerek sosyal ve siyasi hayatımızda nasıl kullanıldığının örneklerini vermeye gerek duymuyorum. Ötekileştirici kelime ve kavramlardır bunlar.
Modernlikte ise geçmişin güncellenmesi esastır. Bu noktada gelenek ve modernliğin buluştuğunu söylemek kaçınılmaz olmaktadır. Bir akarsu içinde yuvarlanan taş, buna güzel bir örnek olabilir. Bir şekilde suyla buluşmuş olan şekilsiz bir kaya parçası, uzun bir yolculuk ve zaman içinde fazlalıklarından kurtula kurtula kusursuz bir şekle ulaşır. Zaman ve coğrafya (yolculuk) onun üzerinde ameliyesini gerçekleştirmiştir. Modern tutum, kendisine ulaşmış olanın üzerinde yeni ve yaşadığı zamana uygun bir ameliye gerçekleştirmektir. Akbaş’ın yaşadığı çağda geleneğin güncellenmesi zamana uygun olan ameliyeydi. Yahya Kemal’in klasik şiirimiz için yaptığı güncelleme devam etmeliydi. Mesela Attilâ İlhan, serbest gazellerle bunu gerçekleştirmeye çalıştı. Yani bu güncelleme meselesi Yahya Kemal’le son bulmadı. Bunu kasten söylüyorum, zira bazıları bu tür iddialarda bulunmaya devam ediyorlar. Oysa gelenek sürekli güncellemeye ihtiyaç duyan bir şeydir.
Bunun dışında modern olmanın gereklerinden biri de birey olmaktır. Birey olmayı, özgünlük ya da kopukluk olarak iki ayrı şekilde yorumlamak mümkündür. Daha doğrusu modern edebiyat bu tür örneklerle doludur. Mesela Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/ali-akbas-armagani-69499864/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
1980 sonrasında, bu ortak dünyamıza Reşadiyeli üçüncü bir köy çocuğu dâhil oldu: Stajyer avukat Şükrü Karaca… Üçümüz de haksızlık, kötülük ve çirkinlik karşısında buğzetmede anlaşıyorduk ama bunun yeterli olmadığı durumlarda Ali abi ile ben daha çok dil ile mücadeleye önem verirken, o, el ile mücadeleyi tercih etti ve bu tercih onu erkenden siyaset meydanlarına savurdu. Yönü ve şiddeti sürekli değişen siyaset rüzgârlarının yıprattığı bedeni, çocukluğundan beri yakasını bırakmayan müzmin hastalığa yenilerek üç sene önce aramızdan ayrıldı. Mekânı cennet olsun…

2
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi misafir öğretim üyesi, Azerbaycanlı şair, yazar.

3
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Maraş Lisesi Marşı, 98

4
Ali Akbaş, Ocak Yayınları, Ankara, 1983.

5
Ali Akbaş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991; Kuş Sofrası, 2000 yılında Mariya Leontiç tarafından Makedonca’ya çevrilmiştir.

6
Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.

7
Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.

8
Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2011.

9
Ali Akbaş, Bengü Yayınları, Ankara, 2015.

10
Ali Akbaş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.

11
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Şiir Oluyor, 9-10

12
Ali Akbaş, Turna Göçü, Şiir, 9

13
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Harran Gökleri, 9-10

14
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Çiçekler ve Kuşlar, 15-17

15
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Göç, 82-84

16
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Filler ve Karıncalar, 66-67

17
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Göygöl, 40-45

18
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Bakıra Övgü, 56

19
Dr. Mustafa Tatçı, Ali Akbaş’ın Şiir Dünyasında Çocuk

20
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Kerkük Üstüne, 101

21
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 102

22
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Yankı, 46

23
Müslim, Sahih-i Müslim, Îman, I, 93

24
Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, 49; Vakıflar Dergisi’nden Seçmeler – III, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2013.

25
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 9-15

26
Ali Akbaş, Turnalar Göçü, Başörtüsü, 48-49

27
Ali Akbaş, Turna Göçü, Türküler, 28-33

28
Ali Akbaş, Turna Göçü, Huma Kuşumuz, 40

29
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Güz Gazeli, 130-131

30
Nurullah Genç, Rüveydâ, Rüveydâ, 65

31
Ali Akbaş, Eylüle Beste, Göç, 82

32
Ali Akbaş, Turna Göçü, Türküler, 28

33
Ali Akbaş, Turna Göçü, Şeb-i Yeldâ, 81

34
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Erenler Dîvânında, 10

35
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 102

36
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Tuna, 80

37
Ali Akbaş, Turna Göçü, Armağan, 34

38
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Cepheden Mektup,702

39
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Kutlu Taş, 53

40
Cemil Meriç

41
Ali Akbaş, Erenler Dîvânında, Göy Göl, 40 – 43
Ali Akbaş Armağanı Анонимный автор
Ali Akbaş Armağanı

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Сборники

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ali Akbaş Armağanı, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре сборники

  • Добавить отзыв