Biz Babasız Büyüdük

Biz Babasız Büyüdük
Asım Cakıpbekov

Asım Cakıpbekov
Biz Babasız Büyüdük

ÖNSÖZ – I
Şunu hemen belirteyim ki elinizdeki bu kitap, ortak bir çalışmanın ürünüdür. Kemal Göz ile bir araya geldiğimizde Türk dünyası edebiyatlarının yakınlaşması için neler yapabileceğimizi düşündük. Daha hayatta iken Prof. Dr. Salican Cigitov’un da tecrübelerinden istifade edelim, dedik. Hoca zaten Kemal’e yüksek lisans tezi olarak Aşım Cakıpbekov’un hikâyelerini vermişti. Vefatından sonra ise tez danışmanlığını ben üstlendim. İyi bir çalışma oldu, Kemal başarıyla savundu. Şimdi bu çalışmayı kitaplaştırmayı kararlaştırdık. Zira Kırgız edebiyatından yalnızca Cengiz Aytmatov’u tanıyan Türk okuyucusunun onu da tanıması gerekiyordu. Ayrıca Cakıpbekov’un en önemli özelliklerinden birisi, Aytmatov’un eserlerini Rusça’dan Kırgızca’ya tercüme eden kişi olmasıydı. Cakıpbekov, hem tercümeleriyle hem de hikâyeleriyle başarıya ulaştı.
Cakıpbekov’un ulaştığı bu başarı, çok okumasından, özellikle Rus edebiyatının dünya klâsikleri arasına giren eserlerini sıradan bir okuyucu gibi değil, son derece titiz bir gözle, eleştirel bir bakış açısının süzgecinden geçirmek suretiyle özümleyerek okumasından kaynaklanmaktadır. Kendi yazdığı eserleri dünya klâsikleri ile karşılaştırarak edindiği tecrübeleri kaleme almış olduğu hikâyelere yansıtan yazar, Kırgız nesrinde neredeyse yeni bir akımın yolunu açmıştır. Kırgızcayı kullanmaktaki hünerini özellikle eserlerinde yapmış olduğu tasvirlerle kanıtlayan Cakıpbekov’un bu özelliğini Kırgızistan’ın en büyük edebiyat eleştirmenlerinden Salican Cigitov da hatıralarında “Şimdilerde Kırgızcayı onun kadar ustaca kullanan yazar maalesef edebiyatımızda yok” diyerek belirtmiştir. Her eserinde sanatçı kişiliğini kanıtlamış olan Cakıpbekov, içinden çıktığı halkın örf-âdet ve geleneklerini bütün ayrıntılarıyla, son derece canlı bir şekilde yansıtmıştır.
Netice itibariyle Cakıpbekov’un bütün eserlerinin Türkiye Türkçesine kazandırılmasının; hem kardeş Kırgız edebiyatının mühim kalemlerinden birinin Türk okuru tarafından tanınmasına hem de iki kardeş halk arasındaki kültür etkileşiminin hızlanmasına katkı sağlayacaktır.

    Doç. Dr. Orhan Söylemez
    Bişkek

ÖNSÖZ – II
Bir sonbahar günü merhum Salican Cigitov ile Mira Caddesinde bir yürüyüş yapmıştık. Kendisi uzun uzun bana kardeş edebiyatların birbirlerini tanımaları gerektiğini anlatmış ve bu alanda yapılan çalışmaların sayılı olduğunu söylemişti. Aynı sohbetten benim Aşım Cakıpbekov’un hikâyelerini Türkiye Türkçesine aktarmam gerektiği fikri çıktı. Zira Cakıpbekov unutulmak üzere olan bir yazardı ve Salican Cigitov’a göre onun edebiyattaki yeri ve önemi ona verilen değerden çok daha fazlaydı. Aktarmak üzere üzerinde çalışacağımız hikâyeleri Salican Cigitov seçmişti. Onun seçtiği hikâyeleri aktarma ve kendisine gösterme şansı bulmuştuk, ama kaderin acı bir tecellisi olarak tam hikâyelerin analizleri üzerine çalışmaya başladığımız sırada iki senedir muzdarip olduğu hastalığından dolayı Prof. Dr. Salican Cigitov’u kaybettik. Tezin danışmanlığını ise Çağdaş Edebiyatlar üzerinde yaptığı çalışmalarla tanınan Doç. Dr. Orhan Söylemez üstlendi ve çalışma onların fikirleri ve katkılarıyla bitirildi.
Aşım Cakıpbekov’u konu alan bu çalışma, hem Kırgızistan hem de Türkiye’de onun hakkında yapılan en ayrıntılı çalışma olmakla birlikte birçok eksikliği de barındırmaktadır. Zira daha önce Cakıpbekov’un eserleri üzerine herhangi bir eleştiri kaleme alınmadığı gibi, hayatını konu alan ciddî bir yayın da yapılmamıştı. Bu yüzden Cakıpbekov’un dostları, eşi, çocukları ile konuşulmuş ve hakkında çıkan gazete haberleri derlenmiştir.
Tez üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde yazarın hayatını ve edebî kişiliğini inceledik. İkinci bölümde çalışmaya aldığımız hikâyelerin tahlilini yaptık. Son bölümde ise hikâyelerin Türkiye Türkçesine aktarılmış halini verdik.
Çalışmam sırasında benden yardımlarını esirgemeyen eşim Gülmira’ya teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca Türkiye Türkçesine aktardığımız hikâyelerden bazılarını sabırla okuyarak dilbilgisi hatalarını düzeltme zahmeti gösteren Yrd. Doç. Dr. Kamil Akarsu’ya da teşekkür ederim.

    Kemal GÖZ
    Bişkek

KİTABA DÂİR
Bu kitapta yer alan beş hikâyenin her biri de keyifle okunacak nitelikte çalışmalardır. Kırgız edebiyatını Cengiz Aytmatov ile tanıyan okuyucular, onun eserlerini Kırgızcaya tercüme eden gizli mütercim, gizli yazar Aşım Cakıpbekov’u ve onun eserlerini yakından tanıma fırsatı bulacaklardır. Bu bile bir edebiyatseveri, bir okuyucuyu heyecanlandırmaya yeterli nedendir.
Elinizdeki eser sağlayacağı pek çok açılımın yanında hem Kırgız halkı ve kültürünü bir başka açıdan tanımaya çalışanlar için yeni bir kaynak olacak hem de Aytmatov üzerine inceleme yapanları mukayeseli çalışmalara sevk edecektir.
Salima
Aşım Cakıpbekov’un 1959 yılında Ala-Too dergisinin birinci sayısında yayınlanan bu eseri, onu Sovyetlerin yetiştirdiği tek tip yazar profilinden ayıran en önemli çalışmalarından biridir. Nitekim bu hikâyede ne rejim övülmüş, ne propaganda yapılmış ne de birilerinin hoşuna gidebilmek için gayret içerisine girilmiştir. Hikâyede yazarın küçükken Latipa isimli bir Kırgız kadınla yaşadığı aşk söz konusudur ve bu hikâyeyi okuyanlar Cengiz Aytmatov’un dünyaca meşhur “Cemile” adlı hikâyesinden aşağı kalmadığını göreceklerdir.
Biz Babasız Büyüdük
Aşım Cakıpbekov “Biz Babasız Büyüdük” adlı küçük hikâyeyi edebiyat dünyasına yeni yeni adım atmaya başladığı yıllarda kaleme almıştır.
Hikâye anlatıcının geriye dönerek çocukluk yıllarını hatırlamasıyla başlar. Anlatıcı bir öğretmendir, okulda çocukları soyadları ile çağırır, fakat soyadlarını unuttuğu zamanlarda kimin çocuğu olduklarını sorar. Hemen arkasından aklına hep aynı soru gelir, “Baban var mı?” Nitekim küçüklüğünde kendisine de birçok defalar bu soru sorulmuş ve o hep “Yok!” demiştir.
İkinci Dünya Savaşının Kırgız toplumunda meydana getirdiği derin sarsıntıları işleyen hikâye, cephe gerisinde çekilen sıkıntıları, savaşın toplum yapısında meydana getirdiği değişiklikleri yansıtmaktadır. Nitekim, erkekler savaşa gitmiş, geride sadece yaşlılar, çocuklar ve kadınlar kalmıştır. Cephe gerisinde yokluk içerisinde geçen zor yıllarda çocukların dünyaları ise bambaşkadır.
Gözlerimden Uçan Ak Kayık
Hikâyenin ana fikri, yazarın iç dünyasındaki çalkantılardır.
Bunu bir şekilde dışa vurmak isteyen Cakıpbekov, hikâyenin baş kişisinin beyni ve kalbi arasındaki diyalog yoluyla bu durumu açıkça ortaya koymuştur.
Kısaca, bu hikâyedeki asıl çatışmayı, yazarın kendi kendisiyle olan mücadelesi şeklinde isimlendirmek mümkündür.
Sagın
Aşım Cakıpbekov’un bu hikâyesindeki mesajlar esasında hikâyeyi oluştururken kullanmış olduğu tezatlar arasında gizlidir. Köyde doğup büyümüş olan bir köy çocuğunun şehre gidip üniversitede okuduktan sonra kendi doğasına yabancılaşması ve kendi köyünün insanları ile ortak bir paydada buluşmakta zorlanması hikâyeci tarafından vurgulanmak istenmiştir.
Aygaşka
Yazar bu hikâyesini yazarken ve yazdıktan sonra “Parti”yi öven bir eser yazmak istemediğini, çünkü “Parti”ye ve prensiplerine inanmadığını günlüklerinde anlatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında eseri, Cengiz Aytmatov’un “Gülsarı” adlı povesti (uzun hikâyesi) ile mukayeseli olarak incelemek mümkündür. “Aygaşka”nın diğer eserden on yıl önce yazıldığı hesaba katıldığında ortaya ilginç bir durum çıkmaktadır. Nitekim yazarın “Parti”ye inanmayışı ve bu inançsızlığını eserine yansıtması toplumda ve rejimde karşılığını bulmuş ve eser, yazarın ilk hikâye kitabında yerini alamamış ve siyasî baskılar neticesinde yazar hikâyenin sonunu değiştirmek zorunda kalmıştır.
Sadece bu gerçekler bile hikâyeyi okumaya ve üzerinde düşünmeye değer kılmaktadır.

HAYATI ve EDEBÎ KİŞİLİĞİ
Hayatı
Kırgız edebiyatının önemli isimlerinden Aşım Cakıpbekov 1935 yılında Kırgızistan Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Talas’a bağlı Şeker köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.[1 - B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.] Babasının adı Cakıpbek, annesinin adı Tang Issık’tır. Babası ölünce dört yaşında yetim kaldı. Hayatı sıkıntılar içerisinde geçti. II. Dünya Savaşında ağabeyi Aytalı, Saratov’daki çatışmalarda hayatını kaybetti. Bu ölümler onun karakterini belirleyen etken oldular. Köy muhtarlığında yazıcı olarak çalışan ağabeyi Aytalı’nın evrak çantasını sonraları Şeker köyünde aynı görevde bulunacak olan 15 yaşındaki Cengiz Aytmatov’un kullandığını, hem eşi Kükün Ece’den[2 - “Ece” kelimesi Kırgızcada “abla” manasına gelmekle beraber hitab edilen bayanın yaşına göre saygı unsuru da ifade etmektedir. Bu yazıda “ece” kelimesi kullanılırken “teyze” vb. saygı unsuru kast edilmektedir.] hem de Kırgızstan Madaniyatı gazetesinde Cakıpbekov’un kaleme aldığı hatıralarından öğreniyoruz.[3 - “Ayıldaştın Sözü”, Kırgızstan Madaniyatı, No. 49, 8 Aralık, 1988.] Aslında ilk bakışta önemsiz gibi görünen bu ayrıntı, Cengiz Aytmatov ve Aşım Cakıpbekov’un aynı sosyal çevre içerisinde beraber büyüdüklerini hatırlatması açısından dikkate değerdir. Netice itibariyle kaleme aldıkları eserlerinde Şeker köyünün coğrafî yapısını, işledikleri karakterlerde ise aynı köyün insan tiplerini kullanan bu iki yazarın eserleri arasındaki benzerlikler, sonraları Kırgız edebiyat çevrelerinde yıllarca sürecek polemiklere sebep olmuştur. Bahsedilen tartışmalar, özellikle Aşım Cakıpbekov’un 1960 yılında yayımlanan “Aygaşka” adlı hikâyesi ile Cengiz Aytmatov’un “Gülsarı” adlı eseri etrafında yoğunlaşmaktadır.
İlköğrenimini kendi köyü Şeker’de, yine Kükün Ece’den alınan bilgilere göre Cengiz Aytmatov’un “Birinçi Mugallim” adlı eserinde tarif ettiği Düyşön okulunda (Şeker Okulu) okuyan Cakıpbekov, bu okuldan sonra Ak-Süyök Ortaokuluna devam etmiş, 8. sınıftayken, ünlü drama yazarı Rayhan Şükürbekov’un yardımlarıyla Frunze’de bulunan A. S. Puşkin adındaki 5 No’lu yatılı ortaokula kaydını yaptırmıştır. Aşım Cakıpbekov’la aynı yıl 5 No’lu ortaokula kaydını yaptıran Salican Cigitov’dan[4 - Salican Cigitov hakkında daha fazla bilgi için bkz.: Salican Cigitov ve Dünyası, 272 s., Haz.: Dr. Orhan Söylemez ve Kemal Göz, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek 2006,] alınan bilgilere göre Kırgızistan’ın birçok bölgesinden gelen öğrencilerle birlikte okulun yatılı kısmında kalmış; yemek, elbise, giyecek ve diğer ihtiyaçları okul idaresi tarafından karşılanmıştır. Öğrencilerden edebiyata meraklı olanlar Genç Edebiyatçılar Kulübünü kurmuşlardır. Zamanın ünlü yazarlarını, şairlerini ve eleştirmenlerini okula davet ederek edebiyat sohbetleri yapan ve yazmış oldukları şiirleri birbirlerinin beğenisine sunarak, dönemin çocuklar için neşredilen gazete ve dergilerinde yayımlatma uğraşı içinde bulunan bu kuşak arasından sonraları Kırgız edebiyatının üstat kalemleri arasına girecek olan birçok değerli şahsiyet yetişmiştir.[5 - Prof. Dr. Salican Cigitov’un Aşım Cakıpbekov’u konu alan hatıralarının el yazması metinleri arşivimizde saklı bulunmaktadır. Bundan sonra Salican Cigitov “Hatıralar” şeklinde kullanılacaktır.] Kırgızcayı çok iyi bilen Tatar ve Rus öğretmenlerin derslere girdiği, geometri, kimya, fizik gibi sayısal ağırlıklı derslerin Rusça olarak okutulduğu 5 No’lu ortaokuldaki öğrencilik yıllarında çalışkanlığı ile dikkatleri üzerine çeken Cakıpbekov, Rusçayı çok iyi öğrenmiş, kendisi de şiir yazmasına rağmen bunları yayımlatmak için gazete ve dergilerin yazı işlerine göndermemiştir. Derslerden arta kalan boş vakitlerini çoğunlukla kitap okuyarak değerlendiren ve yine Salican Cigitov’a göre kendi halinde, sakin bir kişiliğe sahip olan yazar, daha o yıllarda Dostoyevski’nin önemli eserlerini okumuş, Kırgızca olarak yazdığı küçük bir hikâyeyi ise bizzat kendisi Rusçaya çevirerek Literaturniy Kırgızstan gazetesinde yayımlatmıştır.
1953 yılında Kırgız Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine kabul edilmiştir. Fakülteye kabul edildiği yıllardan itibaren devletin verdiği az miktardaki burs ile yaşamak mecburiyetinde kalmış, dolayısıyla son derece zor ve sıkıntılı günler geçirmiştir. Bu sırada annesini de kaybetmiştir.
Üniversitede okuduğu yıllarda en yakın arkadaşları Bek-sultan Cakiev ve Ernis Tursunov’un Kırgız edebiyat dünyasında yavaş yavaş tanınmaya başlamaları ve ilk eserlerini zamanın süreli basın-yayın organlarında yayınlatmaları elbette Aşım Cakıpbekov’u da etkilemiştir. Yazmış olduğu şiirleri beğenmeyen ve günlüklerinde de ifade ettiği gibi kendisini nazımdan çok nesirde daha başarılı gören Cakıpbekov’un üslupçu kişiliği ve zor beğenen yapısı eserlerine de yansımıştır. Günlüklerinden anlaşıldığı kadarıyla üniversitede okuduğu yıllarda on beş hikâye yazan, fakat bunların hiçbirini beğenmeyen Cakıpbekov’un bu yıllarda, Ernis Tursunov’la beraber Nazım Hikmet’in “Ferhad ile Şirin” adlı dramasını “Mahabat Bayanı” adıyla Kırgız Türkçesine çevirdiğini, “Namıs”, “Turmuştun Şorduu Oyunçuğu”, “Şeralı” adlı hikâyeleri yazdığı ve “Kedey Han” adlı bir komedinin üzerinde çalıştığı bilinmektedir.[6 - Yapılan araştırmada Cakıpbekov’un Türkiye Türkçesini bilmediği sonucuna ulaştık. Yazar, büyük bir ihtimalle bu eseri Rusçadan çevirmiştir.] Bunlardan başka Kara Kalpakların “40 Kız” ve Rasul Gamzatov’un “Tanya” adlı destanlarını Kırgız Türkçesine çevirmek için üzerinde çalışan Cakıpbekov’un bu çalışmalarının yayımlanıp yayımlanmadığını söylemek, mevcut bilgilerle şimdilik mümkün değildir.[7 - Tölön Nasridinov, “Asılın asılı Aşıkem,” Kırgız Tuusu, 24 Aralık 1996.]
1958 yılında üniversiteden mezun olan Cakıpbekov, aynı yıl zamanın kültür ve edebiyat dergisi Ala-Too’nun yazı işlerinde çalışmaya başlamıştır. 1961 yılına kadar bulunduğu bu görevden sonra doğduğu köy Şeker’e giderek 1964’e kadar ilkokul öğretmenliği yapan yazar, yine 1964’te Kırgız Mambasın yazı işleri bölümünde, 1959-1965 yılları arasında ise Mektep yayınevinin yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur.[8 - B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.]
Üniversiteden mezun olduktan bir yıl sonra Kükü Rıspaeva ile evlenen Cakıpbekov, eleştirmenler ve ilim adamları tarafından Kırgız edebiyatının ölümsüzleri arasında gösterilen “Aygaşka” adlı hikâyesini de bu yıllarda yazmıştır.[9 - Bu konuyla alâkalı Prof. Dr. Keneş Cusupov ve Bişkek Times gazetesi yazı işleri müdürü, şair ve yazar Nuralı Gaparov ile yapmış olduğumuz görüşmelerin bant kayıtları arşivimizde saklıdır.] “Aygaşka” etrafında yapılan polemiklere günlüklerinde şu satırlarla temas etmiştir:
… Çok önceleri çıkması gereken hikâye kitabım yeni çıkmak üzere. Redaktör S. Ömürbaev boş sözler söyleyen korkağın tekiymiş. “Aygaşka”yı direktörüne göstermiş. Edebiyatın ‘e’ sinden anlamayan direktör “Aygaşka”yı okuyup, her tarafını çizmiş ve ‘Bu hikâyede işlenen ideoloji bozuk’ demiş. İşte böyle, “Aygaşka”yı kitaptan çıkarmaya mecbur kaldım. Bu yüzden kitabın basılması gecikti. Aslında “Aygaşka”da işlenen ideoloji, yönetime körü körüne bağlı şakşakçıların gözüyle bakıldığı zaman gerçekten de bozuk. Yazarın ne istediği, hangi konumda olduğu belirsiz. Hikâyede yaşadığımız devir eleştiriliyormuş gibi kokular geliyor. Bu durumu Kambaralı[10 - Aşım Cakıpbekov’un bahsini ettiği eleştirmen muhtemelen ünlü edebiyat araştırmacısı Kambaralı Bobulov’dur.] da kaleme aldığı eleştiri makalesinde belirtmiş. Fakat yazar özgür olarak yazmazsa hangi eser ölümsüz olur? Şayet “Aygaşka”da yansıttığım, “Parti”nin bozuk siyasî işlerine inanacak olsaydım övmek istemesem bile kendiliğinden “Parti”yi öven bir eser çıkardı ortaya. Fakat inanamadığım bir şeyi nasıl överim? Başka halklar bir kenara, Kırgız gibi yüzyıllardır şahsî mal edinmeye alışmış bir halkı malından ayırmanın zamanı mı? Halk buna hazır değil. Bu fikirlerimin ne kadar doğru olduğunu önümüzdeki bir iki yıl içinde göreceğiz. (10 Ağustos 1961)
Bu ifadeler yazarın eseri etrafında meydana gelen polemiklerin ve devrin siyasî yönetiminin edebiyatçılara ve edebiyat eserlerine olan bakış açısının, Aşım Cakıpbekov’un şahsında, bütün Sovyet yazarlarının özgür olarak düşünüp heyecanlandıkları konuları, toplumun ve siyasî yönetimin bozuk taraflarını, dahası edebiyatın ruhunda olması gereken gerçekçiliği eserlerine yansıtmalarını nasıl engellediğini göstermesi açısından dikkate değerdir.
Cakıpbekov’un ilk hikâye kitabı Caraluu Kögüçkön 1961 yılında basılmıştır. Bu kitabın ardından 1966 yılında basılan Kataal Bakıt, 1969 yılında basılan Biz Atasız Öskönbüz ve 1981 yılında basılan Kırgız Cerinin Comoktoru adlı hikâye kitapları ile ismini edebiyat çevrelerinde kabul ettiren Cakıpbekov, Stefan Tsevey’in hikâyelerini çevirip Beytaanış Ayaldın Katı adıyla 1965 yılında yayımlatmış ve yine M. U. Lermentov’un Geroy Naşevo Vremeni adlı romanını Bizdin Zamanın Uulu adıyla Kırgızcaya çevirip bastırmıştır.[11 - B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.] (1970)
1969-1985 yılları arasında Kırgızfilm Sinema Stüdyosunun Senaryo Bölümü Baş Redaktörülüğünde bulunan Cakıpbekov, “Issık-Köldün Apiyimi”, “Aydagı Cezkempir” ve “Ata Curt” adlı filmlerin senaryolarını da yazmıştır.[12 - Talas Ansiklopedisi, “Aşım Cakıpbekov” maddesi, s. 205.] Fakat, onun bu görevde bulunduğu 16 yıl boyunca kayda değer bir eser ortaya çıkaramamasının Cakıpbekov’un hayatında bir dönüm noktası olan 1976 yılının bir sonbahar günüyle yakından ilgisi vardır. Bu konuyu Cakıpbekov’un kendi kaleminden çıkan cümlelerden öğrenmek gerekir:
Galiba 1976 sonbaharıydı, o zamanlar Kırgız Film Stüdyosunda çalışıyordum. 1978 yılında ünlü yazarımız, Kırgızistan Sinemacılar Birliğinin Başkanı Cengiz Aytmatov elli yaşına girecek, bu vesileyle Kırgızistan’da büyük kutlama törenleri düzenlenecekti. “Aytmatov halkımızın bayrağı, bütün dünyadaki gururumuz” diyerek Valeri Vilenski, Konstantin Orozaliev, Lonid Dyduçenko ve ben, aramızda anlaşarak Cengiz Aytmatov’u anlatan bir belgesel film çekme kararı aldık. Bu kararı almakla beraber fikrini almak için hep beraber Cengiz Aytmatov’un yanına gittik. Anlattıklarımızı dikkatle dinleyen Aytmatov, yaptığımız bu teklifi kabul etti. Konuşma bitip de yanından ayrılma zamanı geldiğinde bana ‘Sen biraz bekler misin Aşım?” dedi. Aytmatov’un sözü üzerine başımı ona doğru çevirip bir anda olduğum yerde kaldım. O gün Cengiz ağabeyimin bana söyledikleri bugünkü gibi aklımda: ‘Aşım..” dedi. “..Biliyorsun, zamanım çok az, her işim saatiyle, dakikasıyla. Sen, biraz önce anlattığınız belgesel film işiyle fazla zamanını harcama; benim Rusça yazılan kitaplarımı Kırgızcaya çevir. İsimlerini de sana bırakıyorum, iyice düşün ve kendin koy. Kırgızca yazmak için vaktim yok demedim mi? Eğer vakit bulabilseydim kendim de yapardım ama biliyorsun…” dedi. İşte böylece, Cengiz Aytmatov’la aynı köyün çocukları olmanın verdiği övünç kaynağının üzerine onun eserlerini Kırgızca’ya çevirmek gibi yıllarca düşünsem aklıma gelemeyecek büyük şeref de bana nasip oldu. Büyük bir heyecanla bu görevi kabul ettiğimi hatırlıyorum. Önceleri kendisinin bizzat Kırgızca yazdığı “Cemile”, “Yüz Yüze”, “Birinçi Muallim” ve “Samançının Yolu” vb. adlı eserleri defalarca gece gündüz okudum. Benim için en önemlisi bir şekilde Aytmatov’un üslubunu yakalamaktı. Bu kitapları okurken beni hayretler içerisinde bırakan bir şeyin daha farkına vardım. Her bir kahramanın karakteri bizim Şeker köyündeki ihtiyar neneleri, genç kızları, delikanlıları anlatıyordu. Ben ise üniversitede okuyorum, yüksek tahsilli insan olacağım diye dilimizin kendi yöremize has özelliklerini unuttuğumu fark ettim. Cengiz ağabeyimin eserlerini defalarca okumam, kendi köyümüzdeki halktan duyduğum, küçüklüğümde toz toprak içinde orada burada oynarken ruhumun derinliklerine kadar sinen kelimeleri yeniden hatırlamama neden oldu…
Cengiz ağabeyimin izni ve ricasıyla onun hem hemşerisi hem de kardeşi olarak bir çok önemli eserini Kırgızcaya çevirdim.[13 - Aşım Cakıpbekov, “Ayıldaştın sözü”, Kırgızstan Madaniyatı, 8 Aralık 1988, No 49, s. 6.]
Cakıpbekov, Cengiz Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım,” “Erken Gelen Turnalar,” “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” adlı hikâyelerini ve Gülsarı, Beyaz Gemi, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Dişi Kurdun Rüyaları,[14 - Dişi Kurdun Rüyaları’nın ilk iki bölümünü Aşım Cakıpbekov, III. Bölüm’ünü ise Aman Toktogulov çevirmiştir. “Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.] adlı romanlarını Kırgızcaya çevirmiştir.[15 - “Adabiyatımızın Aygaşkasıday ele”, Kırgız Tuusu, 10 Haziran, 1994, No 39.] Bunlardan başka Kızıl Elma ve Deve Gözü adlı hikâyeleri de Kırgızca’ya çevirmiştir.[16 - “Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.]
Merhumun Kırgızcaya çevirdiği bu eserler çeşitli tarihlerde Ala-Too dergisinde yayımlanmış ve Aşım Cakıpbekov’un ismi, bu eserleri Rusça’dan çeviren sıfatıyla belirtilmiştir. Fakat Cengiz Aytmatov’un eserlerinin Kırgızcalarının bir araya getirilmesi suretiyle oluşturulan üç ciltlik Cengiz Aytmatov külliyatında onun adı Kırgızca’ya çeviren sıfatıyla yazılmamıştır.[17 - C. Aytmatov, Çıgarmalar Cıynagı, Frunze: Adabiyat, 1982.] Aşım Cakıpbekov, bu tartışmalı konuya akademisyen Çolpon Coldoşeva ile yaptığı söyleşide kendisi de açıklık getirmiştir:
Keneşbek Asanaliev adında ünlü bir bilim adamımız, edebiyatçımız, eleştirmenimiz var. Kendisi iyi bir insan. Üç ciltlik Aytmatov külliyatının redaktörleri belirleniyor. Galiba dört beş kişiyiz. Baş redaktör K. Asanaliev oldu. Her cildin başına “eserleri Kırgızcaya çeviren” sıfatıyla benim adım da yazılmıştı. Cengiz Aytmatov’un namını koruyacağım diye telaşa düşen K. Asanaliev benden habersiz matbaaya gidip benim adımı kitaptan çıkarttırmış. Bu olaydan çok sonra haberim oldu. Fakat kitap artık basılmıştı. Aytmatov’a yaranmak için başka birinin emeğini yok saymanın hikâyesi işte böyle oldu.
Oysaki çevirdiğim eserlerin birçoğu Ala-Too’da yayımlandığı yıllarda, benim adım, eserlerin sonuna ‘yazarın izni ile çeviren Aşım Cakıpbekov’ diye yazılmıştı… Bildiğiniz gibi çevirmenliğin de kendine göre bir kalem hakkı var. Bu konuda bazılarınca çıkarılan dedikoduların aksine Cengiz ağabeyime herhangi bir lafım yok. Çünkü benim adımın yazılmadığı üç ciltlik külliyat çıktığı zaman dahi Cengiz ağabey beni yanına çağırıp çevirdiğim eserlerini bir kâğıda not etti ve altına imzasını attı. Bu belge hâlâ yayınevinin arşivinde duruyor. Eğer o belge olmasaydı bana herhangi bir ödeme yapmazlardı.
Şimdiye kadar hep sessiz kaldım. Bunları kimseye söylemedim. Fakat edebiyat tarihine, özellikle Cengiz Aytmatov’un büyük işlerine olan küçük katkım bilinsin istedim, yoksa adaletsizlik olurdu.[18 - “Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.]
Görüldüğü gibi bu üzücü olay Cengiz Aytmatov’un iradesi dışında gerçekleşmiştir. Cengiz Aytmatov’un eserlerini Kırgızcaya çevirmek için hayatının yirmi senesini veren Cakıpbekov’a yapılan bu haksızlık elbette ki üzücüdür. Fakat burada üzerinde durulması gereken asıl mesele, bahsedilen yirmi sene boyunca kalem gücünün tamamını Aytmatov’un eserlerini çevirmek için harcayan Cakıpbekov’un bu süre içerisinde şahsî edebî kabiliyetini kullanarak ortaya yeni eserler çıkarmamış olmasıdır.
Sadık Tural’ın Cengiz Aytmatov’un Dünyası adlı kitap için kaleme almış olduğu “Sunuş” yazısında Aytmatov’un eserlerinin 154 ayrı dünya diline çevrildiğini ifade eden cümlelerindeki 154 rakamına Kırgızcayı da ekleyerek bu sayıyı 155 olarak değiştirmek gerekmektedir.[19 - A. Akmataliev, Cengiz Aytmatov’un Dünyası, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara: 1988, s. 86-87, Akt: Ahmet Güngör.] Ayrıca bu kitapta Aytmatov’un eserlerinin Kırgızca isimleri bizzat Cakıpbekov’un Rusçadan çevirdiği şekilleriyle verilmesine rağmen kitabın tek bir satırında bile Cakıpbekov’un ismine rastlanmamış olması üzerinde durulması gereken başka bir noktadır.
Cakıpbekov’un yaptığı çevirilerin edebî değerini ise Beyşebay Usubaliev Kırgız Ruhu gazetesinde yayımlanan yazısında “Aşım ağabeyim vefat ettikten sonra Elveda Gülsarı’nın hem Rusçasını hem de Aşım Cakıpbekov’un çevirdiği Kırgızcasını yan yana koyup karşılaştırarak okudum. Aşım Cakıpbekov, Aytmatov’u Kırgızca konuşturmuyor, şarkı söyletiyordu sanki…” satırlarıyla ifade etmektedir.[20 - B. Usubaliev, “Aşım Bayke… Aşım Bayke…”, Kırgız Ruhu, 17 Kasım 1995, No 33.]
1985-93 yılları arasında Kırgızistan Madaniyatı gazetesinin yazı işleri müdürü yardımcılığı ve yazı işleri müdürlüğü görevlerinde bulunan Cakıpbekov, Kırgızistan Yazarlar Birliğinden gelen istek üzerine 1985 yılından itibaren Manas Destanı’nı nesir türünde yazmaya başlamıştır.[21 - “Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.] Son derece zor ve bir o kadar da zahmetli olan bu görevi Manas Destanı’na yakışır bir şekilde layıkıyla yerine getirebilmek için iki yıl gibi uzun bir süre hazırlık devresi geçiren ve dünyanın en uzun destanını tam manasıyla özümseyerek son derece başarılı bir şekilde romanlaştıran yazar, Tengri Manas adını taşıyan kitabını 1991-92 yılları arasında bitirmiştir. Kitabı yayımlatabilmek için çalmadığı kapı kalmayan Cakıpbekov, Tengri Manas’ın ilgi görmemesi üzerine derin hayal kırıklıkları yaşamış, ilerleyen yaşı ve hayatı boyunca çektiği sıkıntılar Cakıpbekov’un vücudunu yorgun düşürmüştür. Yüksek tansiyon teşhisi konularak iki defa hastaneye kaldırılan Cakıpbekov’un eşi Kükün Ece’den alınan bilgilere göre bir kaç defa sinirlenerek kitabın el yazması metinlerini Kırgızistan Meclis Binası önünde yakacağını dahi ilan eden talihsiz yazar, çocuğu gibi gördüğü Tengri Manas’ın yayımlandığı günü görememiştir.[22 - Kükün Iraspaeva ile yapmış olduğumuz görüşmenin bant kayıtları arşivimizde saklıdır.]
Arkasında 882 som emekli maaşı, basılmamış bir kitabın el yazması metinlerini ve tozlanmış eski dergi sayfalarında kalan “yazarın izni ile çeviren Aşım Cakıpbekov” yazılarını bırakan Cakıpbekov’un yaşamış olduğu sıkıntılar, takvimler 4 Haziran 1994’ü gösterirken son bulmuştur.[23 - Bu yazının kaleme alındığı tarihte 1 Amerikan Doları 42 Somdu.]
Tarihler 4 Haziran 1994’ü gösterirken Gülsayra Momunova’nın “Cakşı Adam”ı, Beyşabay Usubaliev’in “Aşım Bayke”si, Tölödin Nasirdinov’un “Aşıke”si ve Kırgız edebiyatının “Aygaşka”sı ebediyete intikal etmiştir.[24 - Gülsayra Momunova’nın “Aşımga” adını taşıyan şiirinin nakaratı kast edilmektedir. Buraya şiirin ilk kıtasını almayı uygun bulduk. Canınga turgan şam cagıp, Can boorun eken cakşı adam, Köngülgö turgan gül tagıp, küyörüng eken cakşı adam… (Cakşı Adam: İyi adam, iyi yürekli insan manasına gelmektedir.) M. Gulsayra, “Aşımga”, Kırgız Tuusu, 4 Haziran 1996.]
Böylece Aşım Cakıpbekov’un birinci ömrü bitmiş, ikinci ömrü başlamıştır.
Edebî kişiliği
Aşım Cakıpbekov’un eserlerini tam manasıyla anlayabilmek için yazarın yaşadığı devrin siyasî ve sosyal şartlarını da anlamak zorunluluğu vardır. Çünkü edebiyat ve sosyal hayat hep iç içe geçmiş, birbiri ile bütün halinde olan ayrılmaz parçalardır. Yani sanatçı bir bakıma yaşadığı toplumun aynasıdır. Bu durumu genellemek elbette imkânsızdır. Sanat sanat için midir, toplum için midir? Bu soru yüzyıllardan beri sanatçının kafasını kurcalayan, ona yön veren önemli bir ayrıntıyı da işaret etmektedir. Belki özgür düşüncenin ve demokrasinin hâkim olduğu toplumlarda sanatçı istediği gibi kendisini ifade edebilme serbestliğine sahiptir, ama Sovyetler Birliği gibi sanatı ve edebiyatı propaganda aracı olarak gören totaliter zihniyetin hâkim olduğu yönetim şekillerinde bu böyle değildir. Acaba sanatçı kendisini istediği gibi ifade edebilir mi? Bu soru da kendi içerisinde karmaşık çelişkiler içeren başka bir probleme işaret etmektedir. Sovyetler Birliğinde yukarıda bahsi geçen totaliter rejimin sanat ve edebiyat üzerinde çok sıkı bir baskı uyguladığını biliyoruz. Buna rağmen Cengiz Aytmatov bütün dünyaca tanınan eserlerini kaleme nasıl aldı? Gün Olur Asra Bedel, Beyaz Gemi, Dişi Kurdun Rüyaları gibi Sovyet rejimini üstü kapalı da olsa eleştiren eserler yine bizzat Sovyetlerin sağladığı maddî imkânlarla basılmamış mıydı?
Bu durumu açıklayan iki seçenek vardır: Birincisi, Partinin politikalarının seçilmiş Genel Sekreterin bakış açısına göre değişkenlikler gösterebileceği gerçeği, ikincisi ise Aytmatov gibi yazarların sistem tarafından algılanış biçimi.
Öne sürülen birinci tez aslında kabul edilebilir gerçekleri de içerisinde barındırmaktadır. Stalin’in ölümünden sonra Parti Genel Sekreteri olan Huruşev’in, Stalin zamanındaki baskı politikalarına son vermesi, edebiyatçıları ve sanatçıları gerçekçiliğe çağırması, Stalin zamanında “halk düşmanı” olarak cezalandırılıp haksız yere çalışma kamplarına gönderilen ya da idam edilen aydınların aklanması için gerekli düzenlemeleri yapması toplum yapısında da kökten değişiklikler meydana gelmesine neden olmuştur. Bununla beraber Huruşev’in de bir iç darbe ile yönetimdeki yerini kaybetmesi ile yönetim anlayışındaki gelişmeler de farklı olmuştur. Zira Salican Cigitov’un “Cengiz Nasıl Ortaya Çıktı?” adlı makalesinde konuya dair ileri sürdüğü görüşler son derece dikkate değerdir:
Nitekim Sovyetler Birliğini L. İ. Breciev ve M. A. Suslov’un yönettiği dönemlerde Stalin’in yönetim anlayışı ülkeye yeniden hâkim olmuş, ilmî düşünce, sosyal fikirler, sanat ve edebiyat üzerinde yeni bir baskı kurulmamış mıydı? Başka bir şekilde ifade edecek olursak Partinin XX. Kongresinde alınan radikal kararlarla gözü açılan Sovyet halkına yeniden körleş denilmemiş miydi? Ülkemizin gelişmesini pek istemeyen, Stalinizmin insanlar üzerinde kurduğu baskıya ve ruhî zindanlara yeniden girilmesini dileyen Parti çalışanları, iş sahasındaki yöneticiler, gazeteciler, ilim adamları, edebiyatçılar ve aydın olarak nitelendirilebilecek bir kısım tipler (böyleleri çok rahat bir şekilde bulunabilecek kadar çoktu) bunu fırsat bilip yeniden körleşiverdi. Sıradan insanlar ise her zamanki âdetleri olduğu üzere olan biteni bütün açıklığı ile gördüğü halde yalancıktan görmezlikten gelerek bu durumdan kurtuldu. Tepkisini Stalinizm zamanı ile alâkalı akıllarda kalan gülünç olayları son derece komik fıkralara dönüştürerek gösterdi. Elbette bu durumu, sıradan halk kitlelerinin yeniden kurulmak istenilen otoriter rejime, demokrasinin kısıtlanmasına, siyaset dünyasındaki vurdum duymazlığa şiirsel bir şekilde karşı çıkması olarak yorumlamak mümkündür. Diğer taraftan Stalinizm’in yeniden canlandırılmak istenmesine Sovyetlerin ilim ve sanat dünyasında önemli yerleri olan bazı aydınlar bütün güçleri ile karşı çıktı. Bu aydınların arasında Cengiz Aytmatov da vardı. [25 - Salican Cigitov, “Çıngız kantip çıgıp kaldı”, Keçeekinin Sabaktarı Azırkının Talaptarı, Bişkek: Adabiyat, 1991.]
Demek ki Parti politikaları üzerinde Parti başında bulunan genel sekreterlerin dünya görüşleri de son derece etkili oluyordu. Bu görüş açısı değişikliklerinden edebiyatın etkilenmemesi ise imkânsızdı. Sistem bunları görmezden gelemezdi elbette. Bu tür eserler kabul edilebilir bir şekilde yorumlanmalıydı. Zira bu yoruma göre Aytmatov eserlerinde sistemi eleştirmiyordu, Aytmatov eserlerinde sistemin nasıl ileriye gidebileceğini düşünüyor, gerçek bir vatanperver gibi meydana gelen aksaklıkları dile getirerek, daha iyiye nasıl ulaşılacağı sorusunu soruyordu.
Bu yüzden son derece akıllıca yazdığı eserler demir perdenin diğer tarafında yaşayan kapitalist dünya tarafından çok başka, demir perde içerisindeki komünist dünya tarafından ise çok başka şekillerde anlaşılıyordu. Bu yazıda, alâkasız gibi görünmesine rağmen Aytmatov’u örnek vermek yazarın karşılaştırılabilir bir yapıya sahip olmasından ileri gelmektedir. Zira Kırgız edebiyatında Aytmatov’un yakaladığı başarıyı ve ünü yakalayan başka yazar yoktur. Onun eserleri birçok dile çevrilmiş ve hem içeride hem de dışarıda bir çok bilim adamına tahlil imkânı verecek kadar yankılar uyandırmıştır.
Çalışmanın konusu olan Aşım Cakıpbekov’un yazarlığa adım attığı dönem Stalin’in öldüğü yıllara denk gelir. Koyu bir Stalin hayranı olan genç öğrenci, günlüklerinde Huruşev’in Stalin zamanı baskılarının sona erdiğini ifade eden mektubunu sert bir üslupla eleştirir. Zira çocukluk yıllarını ve ilk gençlik devresini Stalin zamanında geçiren bütün Sovyet gençleri gibi o da Stalin’e hayrandır. Genç bir üniversite öğrencisi, yazar olabilmek için ciddî bir şekilde ön hazırlık yapan bir idealisttir Cakıpbekov ve Stalin’i çok sevmektedir. Fakat aynı Cakıpbekov, Huruşev devri serbestliğinden yararlanarak kaleme aldığı “Aygaşka” adlı eserinde Stalin döneminde hayal bile edilemeyecek kadar sert bir üslupla sistemi eleştirir. Bahsi geçen baskı döneminde kaleme alındığı takdirde kendisini büyük bir ihtimalle bir çalışma kampına göndermeye yetecek kadar içerisinde delil olan bu eserini ondan sonraki dönemde yayınlayabiliyor olması, elbette yukarıda izahına çalışılan göreceli politikalar neticesinde ortaya çıkmış bir çelişkidir.
Cakıpbekov, sadece bir eserinde sistemi eleştirmiştir. Fakat bu eserin basılabilmesi de yine yukarıdaki bakış açısı ile izah edilebilecek bir durum neticesinde mümkün olmuştur. Cakıpbekov’un eseri de hâkim ideoloji tarafından sistemin bozuk yanlarını gösteren, komünist toplumu daha iyiye götürmeyi amaç edinen bir bakış açısı ile kaleme alınmış olarak algılanır. Yani burada sisteme göre bir başkaldırı söz konusu değildir, samimi bir komünist ülkesinin daha ileriye gidebilmesi için gayret sarf etmiş ve bunu kendince dile getirmiştir.
Cakıpbekov hayatın gerçekliğinden yola çıkarak kaleme aldığı eserlerini ideolojik bir bakış açısı ile yazmamıştır. İyi bir gözlemci olan yazar, eserlerinde hayal ürününe fazla yer vermemiştir. Bizzat kendi başından geçenleri olduğu gibi, gözlemlediği olayları da hikâyeleştirmiş ve eserlerini realizmin esasları doğrultusunda kaleme almıştır.
Cakıpbekov’un eserlerinde rastlanılan bir diğer nokta ise, İkinci Dünya Savaşı sırası cephe gerisini, cephe gerisindeki sosyal gerçekliği yansıtmak olmuştur. Nitekim o, savaşta ağabeyini kaybetmiş, küçük bir çocuk olmasına rağmen cephe gerisinde yaşanılan sıkıntıları yakından hissetmiş, savaş sırasında yaşanılan yokluğu kendi gözleri ile görmüş ve tabii olarak bu durumdan etkilenmiştir. Esasında Aşım Cakıpbekov ile aynı yıllarda edebiyat dünyasında boy göstermeye başlayan birçok yazar ve şairin eserlerinde İkinci Dünya Savaşını anlatan epizotlara rastlamak mümkündür. Fakat Cakıpbekov’un eserlerinde cephe gerisinde çekilen sıkıntılar, fakirlik ve Sovyet insanının ülkesini nihaî zafere taşıyabilmek için verdiği mücadeleden çok insan gerçeği ele alınmıştır. Örneğin “Biz Babasız Büyüdük” adlı küçük hikâyesinde bir çocuğun gözüyle cephe gerisini anlatan Cakıpbekov, dikkatini insan olgusu üzerinde yoğunlaştırmış, babası savaşa giden bir çocuğun dünyasına girmeye çalışmıştır.
Cakıpbekov’un hikâye kişileri gerçektir. Onun kahramanları insanüstü güçleri olmayan, olağan üstü özellikler gösteremeyen sıradan, basit kişilerdir. “Aygaşka” adlı hikâyesindeki ihtiyar Kılıçbek bir Kırgızdır. O da hemen her Kırgız gibi atlara âşıktır. Onun için de atının yarışlardan derece alarak çıkması bir gurur kaynağıdır. Esasında Aygaşka gerçekte var olan bir attır. Kılıçbek de Şeker köyünde yaşamış ünlü bir seyistir. Belki şaşırtıcı gibi görünebilir, ama yapılan bütün yorumlar Cengiz Aytmatov’un Gülsarı adlı romanındaki kahramanlar ile “Aygaşka”daki hikâye kişilerinin aynı olduğu yönündedir.[26 - Aygaşka ve Kılıçbek’in gerçekte yaşamış oluğunu Cakıpbekov’un kısa süre önce hayata veda eden eşinden öğrenmiş bulunuyoruz. Kükün Ece’nin anlattığına göre Şeker köyünde bütün merakı at terbiyeciliği olan ünlü bir seyisin namı Kazakistan’a kadar yayılan koşucu bir atı varmış. Bu atın ünü o kadar büyükmüş ki bölgenin kolhoz müdürü atı zorla sahibinin elinden almış ve kendisi binmiş. Salican Cigitov da hayatta iken hararetle Aytmatov’un Gülsarı adlı romanının iskeletini Cakıpbekov’un “Aygaşka” adlı eserinden aldığını savunmuştur.] Aytmatov da “Aygaşka”yı okuduğu zaman kahramanları hemen tanımış ve Cakıpbekov’a bu durumu sözlü olarak ifade etmiştir. Kısacası Cakıpbekov hayat gerçekliğini ideolojiye bulaşmadan son derece ustaca yansıtmakta ve bunu yaparken de gerçek hayat kişilerinden, gözlemlediği olaylardan hatta bizzat kendi yaşadığı hatıralardan yararlanmaktadır. Örneğin günlüklerinden alınan şu satırlar dikkat çekicidir “Bugün “Bul Kanday Sezim ele” adında bir hikâyeye başladım. Küçükken Latipa ile aramızda yaşadığımız aşkı anlatıyor, hikâyem şimdilik çok güzel gidiyor, eğer sonuna kadar bozmadan böyle devam edecek olursam… (1-15, Eylül, 1957). Yazarın burada sözünü ettiği hikâyesi “Salima” adıyla bu kitapta yer alan hikâyesinden başkası değildir. Görüldüğü gibi yazar bizzat kendi yaşadığı çocukluk aşkını hikâyeleştirmiştir. Bunu yaparken de kahramanlarını olabildiğince gerçeğe yakın çizmiş ve ortaya çıkardığı hikâye kişilerinin psikolojilerini son derece ustaca tahlil etmiştir.
Kılıçbek’in atına gösterdiği ihtimam, onu beslemesi, ona şefkatle bakması, bütün baskılara rağmen satılmasına razı olmaması birbirini tamamlayan olay zincirlerdir. Aslında bu aşırı ilgi Aygaşka’ya değildir, onun temsil ettiği semboledir. Kırgız halkının yüzyıllar içerisinde kanına sindirdiği at kültürü ve sevgisinedir. Kısacası Cakıpbekov kahramanlarının psikolojisini çok iyi hesap etmekte, onu yaşından beklendiği gibi hareket ettirmekte ve oluşturduğu kahramanı millî duygularla donatarak kişilikli bir yapı kurmaktadır. Çünkü onun ortaya çıkardığı birçok hikâye kişisi aslında ya kendisi ya da yaşayan gerçek kişilerdir.
Cakıpbekov yüzünü topluma çeviren bir yazardır. Örneğin onun eserlerinde kolhozlarda inek sağan kızlar övülmez, Sovyet insanının kutsal emeğinden söz edilmez veya kapitalist dünya kötülenmez. Cakıpbekov için esas olan kendi duyguları ve toplumdur. Sosyal hayat içerisinden bulup çıkardığı sevinçleri, üzüntüleri, kederleri hikâyeleştirmiştir. Devlet bütün özel mülkleri kolektif çiftliklerin hesabına geçirecektir. Cakıpbekov günlüğüne not ettiği: “Şayet ‘Aygaşka’da yansıttığım, Parti’nin bozuk siyasî işlerine inanacak olsaydım övmek istemesem bile kendiliğinden Parti’yi öven bir eser çıkardı ortaya. Fakat inanamadığım bir şeyi nasıl överim… Başka halklar bir kenara, Kırgız gibi yüzyıllardır şahsî mal edinmeye alışmış bir halkı malından ayırmanın zamanı mı? Halk buna hazır değil. Bu fikirlerimin ne kadar doğru olduğunu önümüzdeki bir iki yıl içinde göreceğiz…” (10 Ağustos 1961) şeklindeki satırlarla bu yanlış politikaya isyan etmekte ve düşüncelerini eserlerine de yansıtmaktadır. Nitekim onun “Aygaşka” hikâyesinde işlediği ana fikir şahsî mülklerin devlet tarafından gasp edilmesini eleştirir niteliktedir. Yazarın bu noktadaki asıl kaygısı at kültürünün yok olması, beraberinde at ile oynanan oyunların da unutulmasıdır.
Cakıpbekov’un Kırgız kültürü ve dili ile alâkalı hassasiyetini en son kaleme aldığı hacimli romanı Tengri Manas’ın konusundan da anlamak mümkündür. Dünyanın en uzun destanını romanlaştıran yazar böylelikle Kırgız kültürünün ortaya çıkardığı en önemli sanat eserlerinden birisini de yeniden işlemiş ve ölümsüzleştirmek istemiştir.
Cakıpbekov’un hikâyelerinde genellikle seçtiği mekânların köylük yerler olması da aslında bundandır. Şehir, devrimin ortaya çıkardığı yeni kültürün sembolüdür. Şehirlerde Rusça konuşulur, Rus kültürü hâkimdir. Köyler ise geleneği temsil eder. Çünkü hâkim ideolojinin kolları köylere kadar uzanamamaktadır. Nitekim köy yerindeki hâkim dil Kırgızcadır, insanlar Kırgızdır, gelenekler Kırgız geleneğidir. Cakıpbekov, kendi toplumuna âşıktır, üst kültür olarak nitelendirilen Rusları ise bilinç altında sevmemektedir. Bu konuyu açıklaması bakımından günlüklerinden yaptığımız şu alıntı manidardır:
Geçen hafta Tölmiş ile Agış’a Ruslar dayak atmışlar. Otobüstelermiş. Onlar iki, Ruslar ise on beş kişiymiş diyorlar. Sarhoş Ruslardan biri, zayıf bir Kırgız’a sataşmış, ‘Koyun, dağlı, dağına git’ demiş. Tölemişler de duyunca dayanamayıp araya girmişler. Onların araya girmesiyle kavga çıkmış. Polisler aklınızı başınıza almazsanız biz getiririz demişler.
Milliyetçilik gittikçe güçleniyor. Büyüklerse kendi başlarının yanacağından korkup her olayda Ruslara boyun eğiyor. Süreli basın, Parti’nin siyasetinden olsa gerek her şeyi açıkça yazamıyor.
Dışardan bakıldığı zaman bizim yaşadığımız hayat, halklar arasındaki dostluk “harika” deyip övünüyoruz, öyle de görünüyor. Fakat içeride intizamsızlık kol geziyor… Nereden çıkıyor bütün bu problemler?
Frunze’de[27 - Frunze: Şimdiki bağımsız Kırgızistan Cumhuriyeti’nin başkenti Bişkek’in Sovyetler Birliği dönemindeki adı.] Kırgız şehrinde, Kırgız’dan çok Rus var. Ruslar haliyle baskın geliyor…
Zavallı Kırgızım, cesaretin olmasına var da, koyun gibi sakinsin. Bütün yiğitliğini, namusunu ayaklar altına alıyorlar. Ya medeniyetin Batı medeniyeti gibi değil… Ya da sayın biraz daha çok olsaydı ya… Bir avuçsun. Hakir görülüyorsun! Tamam, Ruslarla kıyamete kadar dost ol, ya da Rus’a karşı çık, ona da tamam… Fakat hepsi bir. En sonunda bir şekilde seni yutup, yok edecekler…” (18 Temmuz, 1960)
Cakıpbekov’un eserlerine yansıyan bir diğer özelliği ise Kırgızca’yı kullanmaktaki marifetidir. Salican Cigitov’un da “Şimdilerde Kırgızca’yı onun kadar ustaca kullanan yazar maalesef edebiyatımızda yok.”[28 - Salican Cigitov’un konuya dair kaleme almış olduğu el yazması hatıraları arşivimizde saklıdır.] satırlarıyla ifade ettiği gibi Cakıpbekov eserlerinde Kırgızcayı son derece maharetle kullanmıştır.
“Yazara Dönük Eleştiri Kuramı” [29 - Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999. s. 132.] çerçevesi dâhilinde değerlendirdiğimiz takdirde günlüklerinden faydalanarak Cakıpbekov’un eserlerindeki millî hassasiyeti ve neden Kırgız diline önem verdiğini de anlamamız mümkündür:
Özellikle Rus dilinden Kırgız diline çevirme işlerinde, aydınların kendi aralarındaki konuşmalarında, şehirli Kırgızların çocuklarını yetiştirmesinde Rus modası giderek yerleşmeye başladı. Kırgız dilinin zenginliği, kelime varlığı ölüyor. 1. Karşılık gelen kelimeler olsa bile çevirme işlerine yeteri kadar önem verilmiyor 2. Kendi aralarında Rusça konuşuyorlar. 3. Kendi öz çocuklarını küçüklüğünden itibaren Rusça konuşturmaya özendiriyorlar, daha sonra o çocuklar kendi ana dillerini bilmeden yetişiyorlar. Burada benim asıl düşüncem Rus dilini bir kenara atmak değil, Kırgız’ın kendi ana dilini bütün ifade gücüyle öğrenmesi, ana dili bir kenara bırakmaması, ana dilimizi zenginleştirip, geliştirmesidir… (29 Ocak 1955)
Görüldüğü gibi Cakıpbekov 1955 yılında daha genç bir öğrenciyken şimdilerde de tartışma konusu olan millî kimlik ve dil meseleleri üzerinde düşünmüş ve kendince bir sonuca varmıştır. Görüldüğü gibi Cakıpbekov genelde yazılarında kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır.
Netice itibariyle Cakıpbekov’un son derece başarılı bir hikâyeci olduğunu belirtmek gerekir. Onun eserleri merakla okunmuş, özellikle “Aygaşka”, kaleme alındığı dönemin nesli üzerinde derin izler bırakan bir hikâye olmuştur. Fakat zamanının büyük bir kısmını Aytmatov’un eserlerini Kırgızca’ya çevirmek için harcayan Cakıpekov, ustalık dönemi olarak nitelendirilebilecek en olgun dönemlerinde tercüme faaliyetleri ve Tengri Manas adlı romanla meşgul olmuştur. Bu yüzden ortaya çok az eser çıkaran yazar, bu eserlerin büyük bir kısmını 1960–70 yılları arasında kaleme almıştır.
Günümüzde ise Kırgız edebiyatı çevrelerince unutulmak üzere olan yazarın, hikâyelerinin yeni baskıları yapılmamakta ve onun ismi geniş okur kitleleri tarafından tanınmamaktadır.

HİKÂYELER

BİZ BABASIZ BÜYÜDÜK
Bu yıl öğretmenlikteki ilk senem. Hâlâ çocukları birbirinden ayıramıyorum. Özellikle soyadlarını çok karıştırıyorum. Böyle durumlarda “Sen kimin çocuğusun?” demek uygun düşüyor. “Şunun oğluyum, bunun kızıyım.” diyorlar, “Baban var mı?” diye ister istemez ağzımdan çıkıveriyor soru. “Var” diyor çocuk hayretler içerisinde. O zaman içimden kendi kendime kızıyorum. Nedense her zaman bu soru çıkıyor ağzımdan: “Baban var mı?..”
Biz küçükken ihtiyarlar çok sorardı. Biz “Yok.” derdik…
O zamanlar batıda, uzaklarda bir yerlerde savaş var. Oradaydı bizim babalarımız. Biz çocuklar okula gidiyoruz. Okulda öğretmenler soyadlarımızla çağırırlardı. Biz de “baba” diye birşeyin var olduğunu ancak o zaman anlardık. Yoksa, herhangi bir zamanda birbirimizle tartışacak ya da dövüşe duracak olsak, duraksamadan “Seni anneme söyleyeceğim” derdik. Annelerimizin hepsi de güzelliğinin en endamlı günlerindeki gelinler. Sabahtan akşama kadar işteler. Nadiren onları güldürecek bir olay yaşanmayacak olsa hepsinin de asıktı suratları. Issız evde sadece anne ile çocuk. Birbirimize destek olan yine biziz, ayrı düşecek olursak telaşa kapılırdık, rahatımız kaçardı…
Bazı zamanlar akşama doğru oyun oynamak için sokağın başına çıkacak olsak otlattıkları bir iki hayvanın başını, ellerindeki bastonlarına dayanmış düşünceli gözlerle yere bakarak bekleyen ihtiyarları görürdük. “Sizin babalarınız taa uzaklardaki kan kaynayan yerde” derlerdi bizlere güneşin battığı tarafı göstererek. Gösterdikleri tarafa baktığımızda gerçekten de bulutların kırmızı renge boyandığını görürdük. “Artık sizin babalarınızın emanet canını bir defa daha görüp, onların ellerinden mezarımıza toprak görsek, öyle ölsek, Allah’a bin şükür ya” deyip ihtiyarlar yeniden kara toprağa bakmaya başlardı.
Fakat “baba” denilenin nasıl bir şey olduğunu bilmezdik..
Günlerden bir gün sınıf arkadaşım Temir’in babası gelmişti. Uzun boylu, geniş vücutlu birisiymiş. Parıldayan kara çizmeleri kar tutmuyor, her adımda “gıc gıc” ses çıkarıyordu. Vücudu demirden yapılmış gibi dimdikti. Gömleğinin iki yakasına iliklenmiş küçük yıldızcıklar vardı. Biz çocuklar bu adamın yanına yaklaşmaya çekinir, arkasından yürürdük. Temir ise elinden tutmuş, yanında gider, bizi kendine artık denk saymadığından görmezlikten gelirdi.
– Baba… derdi o kolundan tuttuğu adama, bir şeyler söylerdi. Baba, nereye gidiyorsun?
Babası gülümseyerek Temir’in kafasını okşar, -Yürü benimle… derdi.
Bizim gözümüze Temir’in babası çok başka birisi gibi görünürdü. Annem söylemişti:
–Senin baban da erlik gösterseydi, Temir’in babası gibi gelirdi. Bir ay kalıp gitse bile ne kadar iyi olurdu.
–Neden göstermiyor?
–Neyi?
–Hani söyledin ya… erliği.
Annem düşünceli bir halde içini çekmiş, -Ah kurban olduğum, öyle hemen gösterebilmek için elde değil ki bu, demişti.
Fakat ben hiçbir şey anlamamıştım. Anneme bir daha sormak istesem de, yüzünün kederli olduğunu görünce vazgeçmiştim. Varmamıştı dilim bir daha sormaya.
Babası olan çocuğun nasıl olduğunu sonraları daha iyi anladık.
Defter yok, eski kitapların sayfalarına yazıyoruz; kalem ucu yok, kamışların ucunu sivriltip yazıyoruz; mürekkep yok, mısır koçanlarının kara köklerini ya da böğürtlenleri ezip yazıyoruz. Temir’in babası ise ona çok güzel bir defter alıp vermiş. Bakınca gerçekten de yaprakları parıldıyor, mürekkepli kalem denilen şeyi alıp vermiş, ne kadar yazarsan yaz mürekkebi tükenmiyormuş. “Bunların hepsini babam Almanlardan ganimet almış.” diyor Temir, imrenen gözlerimizin içine bakarak. Hadi bunlar neyse de gümüş balığına benzeyen çok güzel bir ağız mızıkası almış babası Temir’e, dudaklarına değdirsen bile hemen ses çıkarıveriyor. Fakat Temir bize vermiyor.
–Versene, bir defalığına biz de üfleyelim, diyerek yalvaran gözlerle bakıyoruz Temir’e.
–Vermem diyor, razı olmuyor Temir, elleriniz kirli, mızıkamı kirletirsiniz.
Biz daha da ister oluyor, imreniyoruz. Peşini bırakmadan arkasından yürüyoruz. Daha düne kadar hemen hepimizden dayak yeyip gezen sulu göz Temir, bizim için ulaşılmaz yüce bir mevkide gibi görünüyor. İçimiz o kadar yanıyor ki Temir’in de mutluluğu biran önce bozulsun istiyoruz. Böyle mutluluğu şimdiye kadar içimizden kim görmüş, “Temir, mutluluktan nasıl oluyor da ölmüyor?” diye hayretler içerisinde kalıyoruz.
Baba denilenin nasıl bir şey olduğunu Temir’in babasını görünce öğrendik.
Köyde ne zaman ufak bir toplantı veya şenliğe benzer bir şeyler yapılacak olsa mutlaka Temir’in babası da çağrılır, her konuk gittiği evde şeref misafiri olarak baş köşeye oturtulurdu. Tabiî ki Temir de babasının dizinin dibinde. Ev sahipleri, gelinler birbirleri ile yarışırcasına cepheden gelen askere bono, yiyecek ikram eder, babasına eli yetmeyenler Temir’i sevindirip türlü yemekleri ağzına tıkıştırırlardı. Biz ise bunlar olurken kendi kendimize küsüp eşiğin önüne toplaşır, kendimizi alamaz, birbirimizin üzerine çıkar, içeride olan bitenleri izlerdik.
Gel zaman git zaman o kadar kötü duruma düşmüştük ki, babası bir an önce yeniden savaşa gitse diye bütün çocuklar aynı şeyi diler olmuştuk.
Bir ay sonra gitti babası Temir’in.
Temir, çaresiz, eskisi gibi yeniden bizim aramıza karışır oldu. Fakat biz onu yanımıza yaklaştırmadık. Temir’e karşı içimizde biriken kinimizi kustuk.
–Git buradan, git babana yap nazını!
–Ee, artık baban gitti, ne yapacaksın bakalım?
–Mızıkanı şimdi de mi vermeyeceksin?
Fakat Temir, bizim ne halde olduğumuzu anlamaz, -Ne olmuş yani sizinle oynamadıysam. Eğer “er” ise sizin de babanız gelsin de görelim! derdi.
Bunları duyunca sesimizi çıkarmadan kendi dünyamıza dalar, sonra hemen hepimiz babalarımızı düşünmeye başlardık: “O da erlik gösterip gelse olmaz mı?.. Eğer Temir’in babasının köyde nasıl karşılandığını bilecek olsa bir değil bin erlik gösterirdi, ama…”
Babalarımız bilmiyordu bunları, üzüntü içinde beklettiler bizi.
O sene kış çok ağır geçmişti.
Köydekiler her ev başına para topladılar. Bu toplananlar cephedekilere gidecekmiş. Büyüklerde bir telaş, kalabalık… Biz çocuklar da onlara bakıp telaş ediyor, arkalarında koşup duruyoruz. Cepheye gönderilecek para makbuzlarının üzerindeki asker resimleri çok ilgimizi çekiyor, hayretle bakıyoruz onlara. Üzerlerinde kurşunî renkli kaputlar var, başlarında demirden şapkalar, tüfeklerini doğrultmuş ileri doğru atılıyorlar. Tankların küçük resimleri de var, onlar daha çok ilgimizi çekiyor, “İçi sıcak olsa gerek, bizi de bindirip oynatsalar” diye düşünüyoruz.
Sonra köy halkı askerlere hediye hazırlamaya başladı. Gelinler bir arada ev ev gezip verilenleri topluyor: Bir evden kısa yünlü gocuk, başkasından deve yününden dokunmuş eldiven, iki kat yün çorap… Köyde böyle giyinen insan görmek çok zor. Bütün bu giysilerin nereden çıktığına kimsenin aklı ermiyor. Yiyecek de topluyorlar: heybe heybe kavut[30 - kavut:], yufka, tere yağı, kavurma. Böyle yiyecekleri dilimizin en son ne zaman tattığını hatırlamıyoruz bile!
Bir mahallenin verdiği hediyeleri bizim eve toplayıp başına benle Temir’i gözcü diktiler. Oturuyoruz. İkimiz de kendi alemimize dalmış, ses çıkarmıyoruz. “Giydikleri, yedikleri eğer bunlarsa, asker olmak iyi bir şeye benziyor.” diyorum ben içimden.
O sırada Temir konuşmaya başlıyor:
–Ağzımın suyu akıyor, ne olduysa?
–Bilmiyorum, benimki de aynı.
Sonra ikimiz de anlaşmış gibi aynı anda heybelerden birinin dikili ağzını biraz açıp kavuttan epey bir tattıktan sonra yufkaların da tadına bakmaya başlıyoruz. İkimiz de çok susamış olacağız ki eşikteki su dolu kovanın içine düşen buzların çıkardığı şangırtılarla soğuktan titreyene kadar su içiyor, cepheye gönderilecek hediyelik elbiselere sarılarak yatıyoruz. Temir titreyerek babasının Almanları nasıl yendiğini anlatıyor. Onun anlattıklarını nereye kadar dinlediğimi hatırlamıyorum, uyuyup kalıyorum.
Savaş girmiş rüyama. Ben de savaştayım. Etrafım toz duman içinde. Gökyüzünde kan rengindeki bulutlar ağır ağır süzülüyor. Üzerimde annemin hazırladığı yün giysiler.. Çantamda kavut var, yufka var. Tüfeğimi ileri doğru uzatmış babamla birlikte yürüyorum. Sağımızda da solumuzda da nedense sesi çıkmayan tanklar yavaş yavaş geçip gidiyor bizi, önümüzde ise şekillerinin nasıl olduğunu tam anlayamadığım vahşi hayvanlar kaçıyor. “Şu önde kaçanlar düşmanlarımız” diyor babam. Düşmandan korkmadığıma, hatta onların benden korkarak kaçtığına çok seviniyor, gururlanıyorum. Sonra karnımın acıktığını hissediyorum. Babamla ikimiz buz gibi suyu olan bir pınarın başına oturuyoruz. Ben çantamdan kavutu alıp yufka ile yemeye başlıyorum. Babama da veriyorum. Babamın yeyip yemediğini hatırlamıyorum, sonra pınarın soğuk suyundan içiyoruz. Biz ayağa kalktığımızda artık görünmüyor düşman.
–Baba artık eve gideriz değil mi? diyorum ben.
–Evet oğlum, diyor babam, Almanlar kaçtı, artık eve gidebiliriz.
Sonra… Sonra nereye gittiğimizi bilmiyorum.
Ertesi sabah uyandığımda kendi odamda, kendi yatağımda buluyorum kendimi. Yanımda hediyeler de Temir de yok. Başımda gömleğimi düzelten annem oturuyor.
–Kalk, diyor annem, kalk güneş doğdu artık. Yatağımın sıcaklığı beni kendine çekiyor, biraz daha uyumak istiyorum. Yorgana sıkıca sarılıp yatağın diğer tarafına doğru sürünüyorum. Adeti olduğu üzere annem ne zaman soğuk ellerini koynuma sokup, beni ürpertecek diye bekliyorum. Fakat annem benimle ilgilenmiyor. Başımı kaldırıp ona baktığım zaman onu biraz önce bıraktığım gibi buluyorum. Gözlerinde iyiden iyiye seçilen bir hüzünle oturuyor. Gözlerinin altı şişmiş, böyle iç çekerek üzüntülü, uzun zamandır oturuyormuş gibi bir hali var.
–Ana, diyorum, birden hatırlayarak, babama kavut göndermiş miydin?
“Babama” derken annem birden başını çevirip bana bakıyor, o an ağlamamak için kendini zor tuttuğunu, biriken damlalardan gözlerinin parladığını görüyorum. Gülümsüyor annem, sallıyor başını hafifçe. Fakat bu gülümsemeden odaya bir hüzün yayılıyor. Hemen yerimden kalkıp boynuna sarılıyorum. Annem de beni sıkıca kucaklıyor ve fısıldayarak kederli bir sesle yavaşça konuşmaya başlıyor:
– Baban, zavallı, zor durumda olsa gerek. Acaba ne haldedir?… Aç mı, tok mu?.. Ne yapsın, bunun adı savaş… Bizim Kök-Say değil ki… Mektupları da kesildi…
Sonra konuşmama kalmadan başımı bağrına sıkıca bastırıp hasretle öpmeye başlıyor.
–Sen ona mıkçıma[31 - Mıkçıma: Sıcak ekmeği ufalamak ve tere yağ ile karıştırarak sıkmak suretiyle yapılan bir çeşit yemek. (Akt)] vermiş miydin? diyorum, daha da sıkı sarılarak.
–Verecek olsam yok ki… Rüyama girdi… diyor annem.
–Ben rüyamda yufka vermiştim, diyorum kafamı kaldırıp, övünç dolu gözlerle anneme bakarak.
–Ahmağım benim, diye konuşuyor annem, başımı okşayarak, babana vermeden kendin yemişsin ya!
–Hiii…
Sonra… geceleyin Temir’le yaptıklarımız aklıma geliyor bir anda, o an dilim tutuluyor.
Gerçekten de düşümde, pınarın başındayken babam benim verdiğim yufkadan yememiş, nedense bana darılmış gibi bakarak oturmuştu. Demek ki köyden gönderilen hediyelerden ona gitmemiş. Başka askerler doyana kadar yemiş, babama ise “Senin payını oğlun yedi” denmiş…
Tüh!..
O günden başlayarak kendimce babama azık toplamaya başladım. Anneme göstermeden biriktirdiğim azığı babama göndereyim, herkesi şöyle bir şaşırtayım, yaptığım ayıbı temizleyeyim, babama bir de mektup yazıp sevindireyim diye düşünüp gayretlendim. Yediğim ekmeklerden, kavuttan artırıp, yüklüğün yanındaki boşluğa saklamaya başladım. Bir gün baktım ki küçük küçük ekmek parçaları ben farkına varmadan epey çoğalmış. Ekmekler kurumuş, bazılarının üzeri küf tutmuş. Kavutun tadına baktım, o da ekşimiş. Anneme gösterip, sırrımı ortaya dökmek istemedim. Ekmekleri ayrı, kavutu ayrı bağladım ve bir de mektup yazdım:
“Babacığım, karnın aç mıydı? Geçenlerde sana gönderdiğimiz azıktan az bir şey yemiştim, bana darılmadın değil mi? İşte, bu ekmekleri sana gönderiyorum. Bana darılma, tamam mı babacığım?.. Bir an önce evimize gel, iyi mi? Temir’in babası gelip gitti. Sen neden gelmiyorsun? Erlik gösterip sen de gel olur mu? Sonra bana Temir’inki gibi mızıka al, defter al, kalem al, öyle gel olur mu babacığım?”
Hemen o gün yazdığım mektubu ekmeklerin arasına sıkıştırıp, ağzını iyice bağladıktan sonra, yükümü alıp postacı dedeye gitmiştim. Postacı dede sallanarak yürüyen atıyla ileriden görünmüş, önüne geçip selamlayarak karşılamıştım onu. Dede, selamımı alıp, uzun kirpiklerini beni nereden tanıdığını hatırlamaya çalışırcasına kırpıştırıp durdurmuştu atını.
–Dedee, bunu babama verir misiniz?
–Bu elindeki ne?
–Azık…
–Azık böyle gönderilir miymiş. Sen kimin oğlusun bakayım?
–Aralbay’ın…
İhtiyarın yüz hatları bir anda gerilmişti.
–Aralbay’ın mı dedin?..
O gün postacı dede “Vay benim başıma gelenler!” diyerek, kamçısıyla giydiği kaftanın eteklerini sert bir hareketle toplamış ve atını sürüp gitmişti. Elimde azık çıkını, tek başıma sokağın ortasında kala-kalmıştım. İhtiyar biraz gittikten ve benim anlayamadığım bir şeyler mırıldadıktan sonra atının yönünü bana çevirip yeniden yanıma gelmişti. Göz göze gelmemeye çalışmıştı benimle.
–Gel, gel yavrum, kurbanın olayım, ver azığını, ver, demiş aceleyle elimden hazırladığım çıkınları alarak yüzüme bile bakmadan ayrılmıştı yanımdan.
Akşamleyin annem işten gelince, “Sırrımı nasıl açsam, annemi nasıl sevindirsem?” diye düşünüyor, neşeyle gülümsüyordum. O sırada kapının önünde ayak sesleri duyuldu. Dışarıdan ihtiyar nineler ve dedeler geldi. İçlerinde postacı dede ve köyün muhtarı da vardı. Nedense korkmuşa benziyordu annem, gelenleri sorgulayan gözlerle süzüp öylece ayakta kaldı. Gelenler de bir an için ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi anneme bakıyorlardı. Sonra kadınlardan biri beni dışarıya çıkardı, cebinden küçük bir ekmek parçası çıkararak tutuşturdu elime, yanağımdan öpmüştü. Yüzüme iki damla ılık su damladı. Tam o sırada içerden annemin acı çığlığı duyuldu…
Sonraları Temir’in annesinin de böyle bağırdığını duymuştum.
Git gide böyle çığlıklar köyün hemen her evinde sıkça duyulur oldu…
İşte!..
“Baban var mı?” diye sorduklarında “Yok!” demeye o günlerde alıştık biz…

SALİMA
… Ben o zamanlar on üç yaşındaydım. Salima da on üçündeydi. İkimiz de aynı sınıfta okumuş, aynı sırada oturmuştuk…
Salimalar da bizim köydendi, ama o şehirde doğmuş. Babası şehirde önemli görevlerde bulunmuş; sonraları gözden düştüğü için mi veya tayini mi çıktı tam olarak bilmiyorum, yeniden köye gelmişlerdi. Onlar geleli bir yıl oluyordu. Babası ilçe merkezinde çalışıyor, karısıyla beraber ilçede yaşıyorlardı. Salima ise köyde, büyük annesinin yanındaydı. Ailesi şehirden geldikten sonra Salima, bir sene de ilçedeki okulda okumuştu. Bizim okula ise bu kış gelmişti.
İkimizin aynı sırada oturmamıza da, yakın arkadaş olmamıza da kendisi sebep oldu.
… Kışın en soğuk günleriydi. Dışarıda esen rüzgarın uğultuları duyuluyor, nefes kesen sert ayaz, ıslık çalar gibi insanın yüzünü yalayıp geçiyordu. Dersleri sabahları görürdük. Okulumuz köyün üstündeki küçük bir tepenin yamacındaydı.
O gün okula gitmek için evden çıktığımızda elimizi ayağımızı donduran ayaza aldırmadan, Kamçıbek’le ikimiz soğuktan donmuş bir inek tezeğine “Kim önce vuracak?” diye itişip kakışarak oynamıştık.
Üzerimde, artık eskimiş, kuzu derisinden yapılma; yakaları, üzerine un serpilmiş gibi ağarmış, sabaha kadar dışarıda kalmış da kırağı düşmüş görüntüsü veren sarı gocuğum vardı. Soğuktan kızarmış yusyuvarlak bir yüz, şişmiş bir burun, içine çökmüş gözler… Kamçıbek’in üzerinde ise babasının eski işçi tulumu… İkimizin de ıslanan kafalarımızdan buhar çıkıyordu. Oyuna dalmış, derse geç kalmışız. Nefes nefese, gürültüler çıkararak sınıfa girdik. Fakat, zamanın kurallarına göre kapıda dimdik durup beklemek lazımdı. Sınıftakiler bizim perişan halimize bakıp uğultuyla güldü.
Arada sırada sınıfa geç kalanların gözünü korkutmak için onları azarlayarak karşılayan öğretmenimiz, bu defa bize sakin davrandı. Fakat kaşlarını çatarak bizi karşılayan öğretmenin ses ifadesindeki değişiklik, beni şüphelendirmişti. Bizim öğretmen genellikle sınıfa müfettiş ya da bakanlıktan birileri geldiği zamanlarda onların gözünde kendisinin sınıfa olan hakimiyetini göstermek için midir ne, her zaman böyle ağır bir ses tonuyla konuşur, ciddî bir tavır takınırdı. Fakat bu halinin normal karakterine uymadığı ve özel olarak böyle davrandığı hemen anlaşılırdı… İşte bundan sonra “Acaba dersi dinlemeye kim geldi?” diye düşünmeye başladım. Arka taraftaki sıraları gizlice gözümün ucuyla süzdüğüm zaman bir çiçeğin üzerine konan beyaz bir kelebek misali tatlı mı tatlı bir hayal gözüme çalındı. Alıcı gözle bakmaya kalmadan Kamçıbek burnunu “şorr” diye çekmesin mi! Sınıftakiler yeniden gülmeye başladı. Öğretmenin de elinde olmadan yüz hatları gerilmiş, yanaklarında tebessüm eden bir ifade belirmişti. Gülümseyerek arka tarafa doğru istemeden bir göz attı. Kafasını bize çevirmesiyle yüzündeki gülümseyen ifadenin kaybolup yeniden ciddileşmesi bir oldu. Bunu gören sınıftakiler de hemen gülmeyi kestiler. Öğretmen, hızlı adımlarla karşımıza gelip dikildi.
–Neden geç kalıyorsunuz?
–Yolda… diye ne söyleyeceğimi şaşırmış, bir an için duraklamıştım ki Kamçıbek:
–Annem… diye birden lafa karıştı. Birbirini tutmayan bahaneler bizi iyiden iyiye maskara etmişti.
Öğretmen tam da beklediğim gibi özenle seçtiği tehdit cümlelerinden oluşan bildik nasihatlerinden birini çekti.
–Oturun, bundan sonra derse geç kalmayın, diyerek nasihatini bitirdi. Fakat bugün sarf ettiği sözler özel bir itina ile seçilmiş, lafı döndürüp dolaştırmış, uzattıkça uzatmıştı. Öyle ya, ihtimal biraz önce gördüğüm tatlı siluet, yukarılarda bir yerlerde oturan büyüklerden birinin kızı olmalıydı.
Öğretmen sözlerini bitirinceye kadar başımı kaldırıp biraz önce anlattığım kelebeğe, bir defa daha bakamamıştım. Fakat sıra oturmaya gelince böyle durumlarda bir türlü peşimi bırakmayan talihsizliğim yine ayağıma sarıldı. O da nesi, kaküllü saçlarına bağladığı bembeyaz kurdelesi tıpkı bir kelebeğin kanadına benzeyen, yüzü de o beyaz kurdele gibi apaydınlık, şirin mi şirin küçük kız benim sıramda oturuyordu. Ben hep yalnız otururdum. O ise benim sırama yerleştiği yetmezmiş gibi, üstelik bir de sıranın her zaman oturduğum tarafına oturmuştu. Üzerimde sallım süllüm duran gocuğumun bağlarını çözüp de kafamı kaldırdığımda, küçük bir ceylan yavrusununki gibi koca koca bir çift gözün önünde ne yapacağımı şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum.
O bir çift göz, derse geç kalmamı, üstümün başımın halini görüp, hepsinden de kötüsü sanki öğretmen hakkında hiç de iyi olmayan düşüncelerimi sezmiş, “Böyle de edepsizlik olur muymuş?” der gibi hayretler içerisinde bana bakıyormuş gibi gelmişti. Yüzünü doğru düzgün süzüp de ona bakamadım; bu yabancı kızın önünde nedense kendimi işe yaramazın biriymiş gibi hissedip mahcup oldum. Sıramın yanına geldiğimde elimde olmadan biraz duraksadım, fakat onunla göz göze gelmekten çekinerek aniden yanından geçiverdim.
Gidip arkadaki sıraya oturdum. Oturdum oturmasına fakat yine de nefes nefeseydim. Belki de çoktan geçmesi gereken bu hal, yabancı kız yüzünden heyecanlanmamdan olsa gerek daha da beter hızlanmışa benziyordu. Nefes alışım büyük kursaklı ineklerinki gibi öyle gürültüyle oluyordu ki hemen önümde oturan kızın duymaması için kendimi sıktıkça sıkıyordum. Bütün bunların üzerine bir de dışarıdan gelip de gocuğumu çıkarmamam –o zamanlar sınıfta üzerimizdekileri çıkarmak nedir bilmezdik- yüzünden beni ter bastı. Sıcağı görünce burnumdan akmaya başlayan ılık su durmuyor. Burnumu çekeyim desem, “Çıkacak ‘şorultu’yu kız duyar mı acaba?” diye nefesimi tutuyor, kendimi sıkıyordum. Fakat ne kadar tutmaya çalışsam da burnumdan dudaklarıma doğru yavaşça süzülen ılıklığı hissediyordum…
Bütün bunlar olurken kendi sıramda oturmadığımı fark eden öğretmen;
–Surançiev, ne oldu sana?… Rüya mı gördün? Kendi yerine otur! diye beni azarlamaz mı?..
İşte bu kadarı fazlaydı. Her yanımı ter basmış, burnum durmuyor… Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu haldeyken yabancı kızın yanına oturmak zorunda kalmak çok ağırıma gitmişti. Ya öğretmenin yabancı kızın gözleri önünde suçum olmadığı halde beni azarlamasına ne demeliydi!.. Rezil olmuştum.
Öğretmen beni azarlarken sınıftakiler arkaya dönüp alaylı gözlerle bana bakmıştı. Fakat bunları önemsemedim. Yabancı kızla bir an göz göze geldik. Onun ise düştüğüm durumla alay etmekten çok bana acıyan gözlerle öyle bir bakışı vardı ki… Keşke yer yarılsa da içine girseydim. Herhangi biri gibi, hatta alaylı gözlerle baksa bile belki de ona bu kadar gücenmeyecektim; fakat ben sanki çok acınacak bir duruma düşmüşüm de onun da içi sızlamış gibi bana böyle bakması, beni zavallı biri olarak gördüğünü gösteriyordu.
O zamanlar inatçının tekiydim, böyle durumlara düştüğümde canım çok sıkılırdı. Sinirlendim. Çok kinlenmiş, hırslanmıştım. Öğretmene içimden söylemediğimi bırakmadım. İki karış suratla ayağa kalktım ve beklemeye başladım.
Fakat, bizim yalaka öğretmen sınıfa yeni gelen kıza;
– Siz… Ön tarafa oturunuz. Evet, evet şuraya, öne gelin lütfen, diyerek, sanki bir suç işlemiş de af diliyormuş gibi kısık bir sesle rica etmeye başladı.
Kendisinden büyük bir kişinin, üstelik öğretmeninin böyle davranmasını yadırgadığı her halinden belli olan kızcağızın yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Ortada, üç garip hâl vardı: Birincisi, sanki amirinin karşısındaymış gibi eğile büküle konuşan öğretmenin durumuydu ve ben onun bu haline hem gülmek istiyor, hem de epey sinirleniyordum; diğer taraftansa zor duruma düşmüş, işin içinden nasıl çıkacağımı bilemezken yeni gelen kızın sıramı boşaltıp ön tarafa oturacak olması, bana rahat bir nefes aldırmıştı. Sonuncusu ise; aslında daha önce hayatında hiç şehir görmeyen küçük bir çocuğun kafasında, şehir ve şehirlilerle alâkalı kurduğu hayallerden olsa gerek çok aptalcaydı. Yabancı kızı gördüğüm andan itibaren kafamda, sanki o benden yüksek seviyede biriymiş gibi bir düşünce belirmişti. Yabancı kızın, öğretmenin sözlerinden sonra kıpkırmızı olan yüzünü görünce “Bu da aynı benim gibi utanıyormuş ya” diyerek, derin bir nefes almış, rahatlamıştım.
Kız, hiç sesini çıkarmadan başını önüne eğip ön taraftaki sıraya gitti ve Kamçıbek’in yanına oturdu. Zilin çalmasıyla öğretmen sınıftan çıktı. Sınıftakiler âdetleri olduğu üzere her zamanki gibi gürültüyle oraya buraya koşmaya, oyun oynamaya başlamışlardı. Kamçıbek de yerinden kalkıp koşanların arasına giderken birden yeni sıra arkadaşına döndü;
–Oo, senin adın ne bakalım? dedi. Kamçıbek’in kaba saba hareketlerinden hoşlanmamış olacak ki yabancı kız hayretler içerisinde Kamçıbek’e bakıp yüzünü buruşturdu ve cevap vermeden kafasını çevirdi.
Eğer Kamçıbek’in yerinde ben olsaydım sanırım pancar gibi kıpkırmızı olurdum. Fakat o, ne kızın cevap vermemesine ne de kendi kabalığına aldırmadı bile, gidip oyun oynayanların arasına karıştı. Fakat Kamçıbek’in bu kabalığı sadece kızın değil, benim de tüylerimi diken diken etti. Yabancı kız hepimizi Kamçıbek gibi yabani zannedecek diye telaşlandım. Kız, oyun oynayanların arasına karışmadan bir kenarda sessizce oturdu ve sonra nasıl oldu, ne oldu tam anlayamadım, bir anda bana bakarak yanıma doğru yürümeye başladı. Ben de oyuna katılmamıştım. Kızın neyi düşünüp ne söylemek istediğini anlamaya çalışıyordum. Karşıma geçip işaret parmağını yanağına dayayarak küçük bebeklerin yüzünde beliren o tatlı tebessüme benzer bir gülüşle gözümün içine bakıp:
–Ben senin yanında otursam olur mu? dedi.
Daha ben ne diyeceğimi düşünemeden birdenbire ağzımdan “Olur” diyen bir sesin çıktığını hatırlıyorum.
“Bu da ne demek oluyor? Benim yanıma gelmese de ön tarafta otursa olmaz mı? Ya da Kamçıbek mi hoşuna gitmedi? Tüh, gafil avlandık, böyle olacağını bilseydim ben de oyuna karışır, bu kızdan uzak dururdum.” diye kendi kendime kızdım. Fakat kendime kızmakla beraber kızın Kamçıbek’i istemeyerek benim yanıma oturması, kalbimde bir yerlerde bir sıcaklığın oluşmasına da neden olmadı değil. Öyle ya, Kamçıbek’in değil, benim yanımda oturacaktı. Hatta birden gururlanıp, epey hoşuma giden bu hali “Bizim çocuklar da görse..” diyerek içten içe heyecanlanmıştım bile.
Yabancı kız kitaplarını alarak yanıma oturdu. Bir müddet ikimiz de konuşmadık. O, çocukların oyununu izliyordu, ben de izliyordum… Arada bir göz ucuyla bana bakıyordu, ben de bakıyordum… Bakışlarımız karşılaşacak olsa, ikimiz de birdenbire gözlerimizi kaçırıp başka taraflara bakıyorduk. Galiba konuşmaya benim başlamamı bekliyordu. Bense nereden başlayacağımı bilemeden sıkıntıyla oturuyordum.
Bir müddet sonra;
–Sen neden oynamıyorsun? dedi.
–Öylesine…
–Senin adın ne?
–Alım.
Biraz daha sessizlik oldu. Fakat benim konuşmama fırsat kalmadan.
–Yanında oturmama kızmıyorsun değil mi?
Yabancı kızın bu sözlerine çok şaşırmıştım.
–Otur…
Biraz daha ses çıkarmadan bir şeyler düşünüyormuş gibi durdu ve sonra sanki çok eskiden tanışmışız gibi gülerek bana dönüp:
–Sen ne kadar da utangaçmışsın! dedi.
Tövbe, hiç beklemediğim bir anda yapılan bu saldırı karşısında, dışarıdan hiçbir şey belli etmesem de beynimden vurulmuşa döndüm. Kimseye belli etmediğim gizli sırrımı nasıl oldu da hemen anladı diye aklıma türlü düşünceler geldi. Her taraftan kuşku çemberi içinde kaldım. Doğru düzgün bir cevap aklıma gelmediğinden sorduğu soruyu duymamış gibi yapıp ona dönerek ;
–Efendim? dedim.
O da şaşırmıştı. Herhalde pot kırdığını anlamış olacak ki hiç sesini çıkarmadı.
Aslında benimle açık konuşmasını anlayabilirdim. Zaten kendi halinde, utangacın tekiydim. Bunları düşününce sinirim yavaş yavaş geçmeye başladı. Fakat nedense eskisinden de beter terlemeye başlamıştım.
“En başından yanına oturtmamalıydım. Acaba nasıl biri? Adı? Adını sormalıyım…”
Galiba durgun halim ilgisini çekmiş olacak ki gözlerini üzerimden ayırmadan bana bakıyordu. Bu bakışlardan olsa gerek iyiden iyiye aptallaşmış, bırak adını sormayı yüzüne bile bakamaz olmuştum. Baktı ki olacak gibi değil, yine kendisi, -Peki sen neden benim adımı sormuyorsun? diyerek, gülümsedi. “Benim adım Salima… bundan sonra ikimiz beraber oturup arkadaş olalım, olur mu? dedi.
Sözlerini bitirmesiyle cevap bekleyen gözlerle bana bakmaya başlaması bir oldu. Konuşma sırasının bende olduğunu biraz sonra ancak idrak edip, aramızda yeni yeni gelişen sohbeti soğutmamak için uygun bir şeyler söylemek için gayretlendim. Fakat aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ben düşünürken o hala cevap bekler gibi bana bakıyordu. Bense ne diyeceğimi bilemez bir halde düşünüp duruyor, aradan biraz vakit geçince “İki çift laf bile edemedik..” diye sinirlenmeye, sinirlendikçe de aklımdakileri unutmaya başlıyordum… “Bu şekilde oturup kendimi Salima’ya salak gibi mi göstereceğim?” diye ödüm koptu. “Bir an önce teneffüs zili çalsa da bu işkenceden kurtulsak!” diye sabırsızlıkla beklemeye başladım. Fakat oyun oynadığımız zamanlarda on saniye gibi geçip giden on dakikalık teneffüs, sanki on ay gibi geçti. Alnım boncuk boncuk ter içinde kalmış, burnuma kadar akıp gelen ter damlaları burnumun ucundan elimin üzerine düşmüştü. Ya Salima’nın bakacak başka yer yokmuş gibi bana baktığı için saniye saniye ter damlasının elime düştüğü anı görmesine ne demeliydi?..
Nihayet teneffüs zilinin çalmasıyla rahat bir nefes almıştım ama, bir taraftan da Salima’ya doğru dürüst cevap veremediğim için kendime çok kızdım. Aslında ona da kızmıştım.
“Ne diye gelip bana yapıştı ki?.. Kamçıbek’in yanında oturmak istemiyorsa gitsin kızların yanında otursun, o da olmadı kendi başına otursun. Arkadaş olalım diye kızlara söylemiyor da gelip bana soruyor, kız başıyla, tövbe!…”
“Fakat çok şirin gülüyor yaa, ne de güzel bakıyor öyle… İyi bir kıza benziyor…”
***
İşte Salima’yla böyle tanıştık. Günler birbirini kovaladı. Artık onunla konuşurken utanmıyordum. Salima’yla beraber oturmaya, ona giderek alışmaya başlamıştım.
Gönlümde daha önceleri hiç hissetmediğim garip duygular duyuyordum. Salima’nın yanındayken kendimi kontrol ediyor, sakin, akıllı, terbiyeli görünmeye çalışıyordum. Fakat neden böyle yaptığımı, aklım bir türlü almıyordu. Bildiğim tek bir şey vardı: “Salima, benim hoşuma gidiyordu..” ve “Eğer o benim hoşuma gidiyorsa, ben de onun hoşuna gidiyorumdur.” diye düşünüyordum.
Kendi içime kapanarak kimseyle muhâtap olmayışımın, başkalarına, kendini beğenmişlik, içi boş bir alçakgönüllülük olarak göründüğünü biliyordum; fakat kendi karakterimi nasıl değiştirebilirdim ki?
Sonraları Salima’yla çok yakın arkadaş olduk. Aramızdaki dostluk pekiştikçe ona karşı olan hislerim daha da sıcaklaştı. Mesela Salima hakkında herhangi birinin kötü söz söylemesini, -kötü söz de laf mı, kötü düşünmesini bile- istemiyor; hayaller kuruyor, kurduğum hayallerde onu her beladan koruyordum. Fakat çocuklardan veya büyüklerden biri onu ağzına dolarsa, ya da ansızın birileri gelip de Salima hakkında duymak istemediğim şeyler söylerse diye daima korku içinde, gün geçtikçe etrafımdaki herkesten uzaklaşıyordum. Sadece Salima değil, onun yakınları hakkında bile birilerinin ağzından dedikoduya benzer bir söz duyacak olsam, o dedikoduyu çıkarana da yayana da içimden düşman oluyordum. Fakat, Salima’nın benim hoşuma gittiğini belki de sevdiğimi kimseye söyleyemiyor, onu kötüleyen veya hakkında konuşan her kimse, açıkça ona karşı çıkamıyor, sessiz kalıyordum. Durum böyle olunca da içim içimi yiyordu.
Salima’yı açıkça savunamamamdan dolayı kendime kızsam da, bazen bu işte suçsuz olduğumu da düşündüğüm olurdu. Çünkü ben böyle konuları açıkça söyleyemeyen, içindeki duyguları sağda solda açıkça anlatmaktan çok kutsal bir hazine gibi görüp içinde tutan tabiatta biriydim. Kamçı-bek çocuklara:
–Salima’nın babası şehirdeyken yükseklerdeymiş, onu koltuğundan indirip buralara sürmüşler, diye kendi babasından duyduklarını anlattığı zamanlarda, bu durum ne kadar zoruma gitse de hiç sesimi çıkarmadan dinlerdim…
***
Sonraları derslere de Salima’yla beraber çalışır olduk. Buna sebep olan da kendisiydi.
Bir gün okul dağılmış herkes evine gidiyordu. Salima beni görünce kız arkadaşlarını bırakıp hemen yanıma geldi ;
–Alım, bize gelsene, ev ödevini beraber yapalım, dedi.
Bu teklifi ilk duyduğumda, ne yalan söyleyeyim, epey sevinmiştim. Düşünmeden “Tamam” dedim.
–Oyalanmadan hemen gel, olur mu? Ödevi bitirelim, sonra top oynarız, benim büyük topum var. Anlaştık mı?
–Anlaştık.
Havanın bozuk olduğu zamanlardı. Salimaların evine gidene kadar eski ayakkabılarım boğazlarına kadar çamur içinde kalmış, yolda bir yerde durup da ayakkabıları temizlemek aklıma gelmemişti (aslında onların evini de kendi evimiz gibi görüyordum). Bizim köyde Rus usulü çatısı olan tek ev Salimalarınkiydi.
Eve gider gitmez, yemek yememiş, hiç oyalanmadan yola düşmüştüm. Galiba fazla acele ettiğimden olacak şaşılacak kadar kısa zamanda Salimaların evinin önünde olduğumu gördüm. Eve girdiğimde Salima masada yemek yiyordu. O zamanlar bizim evde masa filan olmadığı için, Salima’yı masada yemek yerken görünce “Keşke benim de bir masam olsaydı, Salimalar bizden daha iyi yaşıyorlar” diye düşünmüş, kendimi ondan daha aşağı gördüğüm için canım sıkılmıştı. Salima beni görünce çok sevindi. Gülen gözlerle bana bakarken “Çabuk gel!” demiştim, “ama bu kadar da çabuk olacağını bilmiyordum” der gibi bir hali vardı.
Onun gülen yüzünü görünce benim yüzümde de kendiliğinden bir gülümseme belirmişti. Hemen yerinden kalkıp yanıma geldi.
–Gel, gelsene Alım. Bak babaanne, hani sana anlattığım sınıf arkadaşım vardı ya, Alım, benim en iyi arkadaşım.
İçerideki odadan çıkan babaannesi beni baştan aşağıya kadar süzdü ve “Maşallah, çok iyi bir çocuğa benziyor” diyerek başını salladı.
Salima neşeli bir halde elimden tutup;
–Çok çabuk geldin, hadi gidip yemek yiyelim… Ben de daha yeni oturmuştum masaya, dedi.
Evin çok temiz ve düzenli olduğunu görünce kapının önünde kala kalmış, hiç bir yere kıpırdamaya cesaret edememiştim. Salima elimden tutup beni mutfağa doğru çekince çaresiz kalıp ben de arkasına düştüm. Fakat daha bir adım atmıştım ki ayakkabımın tabanına yapışan çamur parçaları eşikteki tahtaya düştü. Korktuğum başıma gelmişti. Babaannesinin önünde “Ayakkabılarımı temizleyeyim, ben sonra gelirim.” de diyemedim. Salima tahtanın üzerindeki çamur parçalarını ilk başta fark etmedi, ben ne kadar direndiysem de elimden tutup çekiverdi. Çamurları görecek, diye ödüm kopuyor; ne yapacağımı bilemez bir halde arkasında yürüyordum… Bu sırada Salima, tahtanın üzerindeki çamurları görmüş olacak ki kıkırdayarak gülmeye başladı.
–Ayy, ne bu ayaklarının hali böyle. Hi.. hi.. hi!… Babaanne, bakar mısın?… Ayak izlerin de sanki kaplumbağa gibiymiş.. hi.. hi.. hi!…
Olduğum yerde dona kalmıştım. Vücudum sanki yanıyormuş gibi ateş içindeydi; alnım boncuk boncuk terlemiş, burnumdan ılık sular akmaya başlamıştı… Yolda gelirken duyduğum sevinç, bütün heyecanım, rüzgarda dağılan sis bulutu gibi yok olup gitmişti. Kırılmıştım.
Yaşlı kadın bana “Sen daha küçük bir çocuksun.” der gibi sevgi dolu gözlerle baktı ve, -Olur, olur, temizleriz, diyerek o sırada iyiden iyiye kahkahalarla gülen Salima’ya döndü ve tebessümle, “Şiişt, yavrum, çocuğu utandırıyorsun!” dedi.
Bir anda yaşlı kadına içim ısındı.
Fakat Salima, gülmeyi keseceği yerde “Biliyor muydun babaanne, Alım çok utangaçtır, baksana yüzü kıpkırmızı oldu.. Hi.. hi.. hi!…” deyip sanki özellikle yapıyormuşçasına daha da kuvvetle gülmeye başladı. Her yanım ter içinde kalmıştı.
Salima’ya karşı içim buz gibi oldu.
Halime bakıp, sabredemeyerek, zaten dolan gözlerimden ağlamak üzere olduğumu anlayan yaşlı kadın torununa sert sert bakıp:
– Yavrum yeter artık, çocukcağıza… Evine misafirin geliyor, sen onu ağırlayacağın yerde gülüyorsun. Otur! Yemeğini ye. Güleceğine misafirine saygı göster, dedi.
Babaannesinin kızar gibi konuşması epey tesirli olmuşa benziyordu. Salima’nın gülmesi bir anda duruverdi. Sevimli yüzü kederlenmiş, yaptıklarına bizden çok kendisi kızıyormuş gibi bir hal almıştı. Benim önümde çok büyük bir suç işlemiş de sanki beni affedin der gibi bir bana bir babaannesine yalvaran gözlerle bakıyordu.
Salima’nın acınası halini görünce kendi halimi unutmuş, içim sızlamıştı. Yaşlı kadının Salima’yı yoktan yere azarladığını, bu kadar sert konuşmasının gereksiz olduğunu düşünüyordum…
Böyle karma karışık duygular içerisindeydim.
Salima’nın yüzünden düşen bin parçaydı. Uzun zaman üzgün hali devam etti. Gömleğinin düğmeleriyle sıkıntılı bir halde oynuyor, kafasını kaldırmadan yere bakıyordu. Sonra üzgün bir halde yanıma geldi ve fısıltıyla:
–Alım… beni affettin mi? Affettin değil mi?.. dedi.
Bunları söylerken başını hafifçe kaldırmış, utanarak yüzüme bakmıştı.
Salima’nın “Affettin değil mi?” derkenki bakışları… O an, benim önümde kendini hiç gereği olmadığı halde küçük duruma düşürdüğünü sezer gibi oldum. Acaba ben onun için önemli miydim? Kafam allak bullak olmuştu.
Bu dünyada bana en yakın kişinin, sadece Salima olduğunu hissetmiş, bu durumu sanki biraz önce öğrenmişim gibi nasıl olduğunu anlayamadığım bir coşkuya kapılmıştım. Biraz önce bana gülmesini, ona sinirlenmemi, benden af dilemesini, ona cevap vermeyi… her şeyi unutmuştum.
–Alım gel, hadi yemek yiyelim. Otur…
Salima’nın çehresi biraz sonra yine o sevimli haline dönecek, gülmeye başlayacaktı. Bense doğru düzgün yemek bile yiyemeyecek, gönlümde yaşadığım garip duygu yoğunluğu ile baş başa, öylece sessiz kalacaktım…
Yemekten sonra ev ödevlerimizi hazırlamaya başladık. Salima dikkatle o günkü ödev konusunu okudu. Fakat hiçbir şey anlamamıştım. O okurken ne kadar dikkatimi vermeye çalışsam da olmuyordu. Gözlerimi güzel yüzünden alamıyor, yavaşça hareket eden yanaklarını izliyordum. Okudukları bir kulağımdan girdi, ötekisinden çıkıverdi. Bir müddet sonra defteri bana verdi. Ben okumaya başladım. Yanı başımda dinliyordu. Sesimin tonunu ayarlayayım, bir yerlerde takılıp da hata yapmayayım diye o kadar telaşlanmıştım ki kendi sesimi duyuyor, fakat hiçbir şey anlamıyordum. Kalbimi, beynimi, bütün vücudumu alt üst eden bu duygu… Salima’nın yanında oturmam beni öyle rahatlatıyordu ki sonsuza kadar orada hiçbir şey yapmadan kalabilirdim. Fakat dersleri anlamadığım gibi bu duyguyu da anlamıyor, nasıl bir şey olduğuna mana veremiyordum.
Ertesi gün dersten iki aldım. Benim iki almam Salima’yı çok şaşırtmıştı. Hatta beni hafiften azarlamıştı bile. Ben hep beş alırdım. Şimdiye kadar sınıfın en iyisi olup da Salima’nın gözleri önünde iki almak çok zoruma gitmişti. “Tamam” dedim kendi kendime “Artık beni işe yaramaz tembelin teki olarak görecek.” Korktum. Onun gözünden düşmeyi asla istemezdim…
O gün de ev ödevlerimizi beraber yaptık. Yine hiçbir şey anlamayacağımdan korkup ilk başta onunla çalışmak istemedim. Fakat “Salima’nın yanında oturacaksın ya” diyen hislerim beni kendiliğinden alıp götürmüş, onlara direnememiştim. Kafamı alt üst edip dersleri anlamama engel olan duygum, artık iki taneydi: Salima’nın yanında oturmak benim için mutluluktu… Salima’nın yanında oturmak benim için sıkıntıydı…
Salima tekrar tekrar,
–Anladın mı? diye soruyor, “Dikkatle dinlesene…” diyor, garip garip yüzüme bakıyordu. Her seferinde “Anladım” der gibi kafamı sallıyordum, ama her “Anladın mı?” demesinde “Burada ne demek istiyor söylesene?” diye ödevin bir yerini tekrar okuyup soracağından korkuyor, tedirginlikten içim içimi yiyordu. Karma karışık duygular içerisinde “Fazla oturmadan bir an önce gideyim” diyordum, fakat bir taraftan da onun kalbini kırmadan müsait bir bahane uyduramadığım için öylece kalıyordum. Aslında şimdilerde düşünüyorum da gitmek de istemiyor, orada biraz daha kalmak, onu izlemek istiyordum.
İşte böyle, sınıfın en iyi öğrencisiyken öğretmenin gözünde tembelin teki olup çıkmam, Salima’yla ders çalışmaya başlamamdan sonra oldu. Ondan ayrıldıktan sonra eve gelip kendi başıma çalışmam da fayda etmiyordu. Her an onu düşünüyordum. Güzel yüzü aklımdan çıkmaz olmuştu. Coşkuyla çalkanan gönlüm bir türlü sakinleşmiyordu.
Sonraları onun evine gitmemeye başladım. Ertesi gün soracak olsa bahaneler uydurup kendimce onu başımdan savıyordum. Gerçek nedeni söyleyememiştim, o benim için kutsal, asla açılmaması gereken bir sırdı.
Bir gün, ben evdeyim. Annem dışarıda çamaşır yıkıyordu. Birden Salima’nın sesi duyuldu.
–Merhaba teyze, Alım evde mi?
–Evde, evde… Sen kimin kızısın bakayım, tattınakayım[32 - tattınakayım:].
–Abdıla’nın… Alım söylememiş miydi?
–Diğer mahalledeki mi?
–Evet
–Gel, durma orada, Alım’ın evde, gir.
Aklımın ucundan bile geçmezdi. Salima’nın sesini duyunca kapana kısılıp da kurtulmak için çırpınan fareler gibi ödüm koptu. Ayakkabılarımı buldum bulmasına, ama giyemeyerek yere tökezledim. Salima’nın beni büyükannesine anlattığını, “İkimiz çok iyi arkadaşız.” dediğini hatırlayıp, benim, onun hakkında anneme tek kelime etmememden olsa gerek, hırsızlık yaparken suç üstü yakalananlar gibi zor duruma düştüm. Aslında bu sırrımı -Salima’nın benim en iyi dostum olduğunu- anneme söyleyemezdim… İki üç defa eve çağırdığı halde “Geleceğim” deyip verdiğim sözde durmamamdan dolayı, Salima’nın önünde kendimi suçlu olarak görüyordum. Salima ise suçumu yüzüme vurup beni utandırmak için gelmiş gibiydi. Kapıdan pencereden fark etmezdi, eğer görünmeden kaçabileceğim bir boşluk bulabilseydim, sesini duyar duymaz evden kaçacaktım.
Fakat bir taraftan da uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımı görmüş gibi sevindim… Annemin “Alım’ın” demesinin beni Salima’ya daha da yakınlaştırdığını hissettim. Ya annemin ona “Tattınakayım” demesi! Kendi kendime fısıltıyla “tattınakayım” diye tekrar edip mutlu oldum ve sonra nedense yeniden utanıverdim.
Evin içini, onların evi ile karşılaştırdığımı hatırlıyorum. Bizim evin duvarları badanası yapılmadığı için kir içindeydi. Üstüne üstlük, annem çamaşır yıkadığı için yüklüğü bozmuş, yatak yorgan ne varsa ortaya dökmüştü. Salima, bu hali görüp, nerede yaşadığımı öğrendiği zaman yüzünü buruşturacak diye nasıl da korkmuştum. Onunla tanıştığımızdan beri hiçbir konuda ondan eksik olmadığımı göstermek için elimden geleni yapar, onunla denkmişim gibi hiç açık vermezdim. Korktuğum başıma gelmişti. Şimdi içimde sakladığım bu gerçeği öğrenecek ve bana küsüp omzunu silkerek gidecekti.
Fakat, öyle bir şey olmadı…
Bizim bahçedeki ağacın gölgesine oturup, derse orada çalıştık. Bense her zamanki gibi çalıştığımız konudan da Salima’nın anlattıklarından da hiçbir şey anlamamıştım…
***
Aslında aramızdaki ilişki sadece arkadaşlıktan ibaretti. Fakat bende arkadaşlığın üstüne, nedense bir türlü ne olduğunu anlayamadığım başka bir duygu vardı. Salima’nın dış görünüşünü tanıyordum, ama içinde neler olduğunu bilmiyordum. Belki de bu yüzden “Onun hakkında nasıl düşünüyorsam, ona karşı ne hissediyorsam, o da bana karşı aynı duygular içindedir.” diye düşünüyor ve bu düşündüklerime inanıyordum.
Sonraları başımızdan geçen bir olay dolayısıyla pek de doğru düşünmediğimi anlayacak ve bu düşüncelerime baştaki kadar körü körüne bağlanmayacaktım…
Kamçıbek, sadece kızlara karşı değil, bize karşı da kaba saba hareketleri olan vurdum duymazın tekiydi. Onun bu karakterine biz alışmıştık, fakat Salima’nın hoşuna gitmezdi. Bu halin hiç bozulmaması için “Daima Kamçıbek’i böyle kötü görsün” diye dua bile etmiştim. Çünkü Kamçıbek’ten korkardım. Salima’ya bir kötülüğü dokunacağından değil, onun gözünde iyi olacak olursa ikimizin arkadaşlığını bozacağından, Salima’yla arkadaş olacağından korkardım.
Bir gün tam da benim korktuğum gibi bir olay oldu. Erkenden okula gelmiştim. Sınıfta hiç kimse yoktu. Ben sınıfta tek başıma otururken Kamçıbek geldi.
–Hey, Alım! dedi, yerine oturup. Ekmek yer misin? Annem kaymakla yoğurup tatlı ekmek pişirdi.
Sınıfa girer girmez neden ağzından ilk çıkan kelimenin “Ekmek” olduğunu hemen anladım. Kamçıbek ev ödevlerini yapmadığı zamanlarda mutlaka birimizden birini böyle şeylerle kandırıp defterini alırdı. Bu âdeti aklıma gelmiş, içimden Kamçıbek’e kızmıştım.
–Yemem.
–Yemez misin?.. Tamam da… Ha, o zaman karnımız acıktığında gider gizlice yeriz olur mu? Eğer öyle yapmayacak olursak, bizimkiler de işe karışır bize ekmek filan kalmaz.
Hiç sesimi çıkarmadım: “…Yemiyoruz dedik ya, sanki ekmek soran varmış gibi, böyle yalanmasa da düzgünce isteyecek olsa vermeyeceğiz sanki defteri?…”
Kamçıbek, sanki çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi yanıma gelip oturdu. Ne söyleyeceği belliydi, defterimi isteyecekti. Sesimi çıkarmadan pencereden dışarıya bakmaya başladım.
–Alım, sen dünkü… Ev ödevini diyecektim… Yaptın mı?..
–Yaptım.
Aslında bu işte hiç de gönlümün olmadığını, oturuşumdan, sesimden, her hareketimden anlaması gerekiyordu. Hatta anlıyordu da, fakat işte, vurdum duymaz olunca, böyle şeylerin tesiri olmaz ki.
–Alım, şey… Biliyorsun, bazen boş vaktim olmuyor…
“Yapamadım, aklım yetmedi.” diyeceği yerde bahane aramasını, hele hele karşımda sırıtmasını görünce kan beynime çıktı. Sabredemeyerek,
–Vermiyorum, defterimi sana vermiyorum, dedim, Kamçıbek’ten yüzümü çevirdim.
Kamçıbek şaşırmıştı.
–Yahu, ne oluyorsun!… Kızma, senden defter isteyen yok, deyip sözü çevirmeye çalıştıysa da uygun bir şeyler bulamadığından olsa gerek homurdanarak yanımdan kalktı.
İkimiz de ses çıkarmadan sınıfta oturuyorduk. Kamçı-bek ne yapacağını şaşırmış bir halde oturduğu yerde duramıyor, sıkıntıyla sağına soluna bakınıyordu. Bu sıkıntılı halini görüp “Defteri versem mi?” diye aklıma gelmedi değil. Fakat adabı ile istemeyip de her zamanki alışkanlığı ile çocuk kandırır gibi davranmasına çok sinirlenmiştim. Yüzünün aldığı acınası hale rağmen yumuşamadım. Diğer çocukların bir an önce gelmesini bekledim.
Ders saati yaklaştıkça sınıf da dolmaya başlamıştı. Kamçıbek’le boş sınıfta yalnız kalmaktan kurtulduğum için rahatlamıştım. O da rahatlamış olacak ki “Acaba kimin defterini istesem?” der gibi bir yüz ifadesiyle etrafına bakınıyordu. Kafasında bir şeyler tasarladığı her halinden belli oluyordu. Arada bir benden tarafa doğru da bakıyor, gözlerini kırpıyordu. Ben ilgilenmiyormuş gibi yaptım. Salima dışarıya çıktığında Kamçıbek’in onun defterini gizlice aldığını gördüm. Salima’ya söylesem mi diye düşünüp sonra vazgeçtim. Nasıl olsa Salima defterinin olmadığını anlayacak, bir şekilde Kamçıbek’in suçu ortaya çıkacaktı. Hem böylelikle Salima ile Kamçıbek’in arası daha da açılacaktı. Bu fikir hoşuma gitmişti.
Fakat olaylar hiç de benim beklediğim gibi gelişmedi.
Kamçıbek ev ödevini kendi defterine geçirmiş, habersizce aldığı defteri Salima’ya fark ettirmeden yerine koymak istemişti. Uzun zaman Salima’yı bekledi. Fakat Salima sıradan bir türlü kalkmıyor, dışarıya çıkmıyordu. Bunun üzerine defterini arkasına saklayıp her zamanki garip yürüyüşle Salima’nın önüne geldi ve sırıtmaya başladı.
–Salima, acaba ben sana bir şey göstersem mi?… Fakat müjdemi isterim. Bana ne vereceksin?
–Anlamadım, nedir o göstereceğin?
–Bir şey işte… Senin.
–Göstersene?.. Salima Kamçıbek’in ne göstermek istediğini, hangi eşyasının kaybolduğunu anlayamamış, merak içinde kalmıştı. –Neyim kayboldu ki acaba?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/asim-cakipbekov/biz-babasiz-buyuduk-69499843/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.

2
“Ece” kelimesi Kırgızcada “abla” manasına gelmekle beraber hitab edilen bayanın yaşına göre saygı unsuru da ifade etmektedir. Bu yazıda “ece” kelimesi kullanılırken “teyze” vb. saygı unsuru kast edilmektedir.

3
“Ayıldaştın Sözü”, Kırgızstan Madaniyatı, No. 49, 8 Aralık, 1988.

4
Salican Cigitov hakkında daha fazla bilgi için bkz.: Salican Cigitov ve Dünyası, 272 s., Haz.: Dr. Orhan Söylemez ve Kemal Göz, Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek 2006,

5
Prof. Dr. Salican Cigitov’un Aşım Cakıpbekov’u konu alan hatıralarının el yazması metinleri arşivimizde saklı bulunmaktadır. Bundan sonra Salican Cigitov “Hatıralar” şeklinde kullanılacaktır.

6
Yapılan araştırmada Cakıpbekov’un Türkiye Türkçesini bilmediği sonucuna ulaştık. Yazar, büyük bir ihtimalle bu eseri Rusçadan çevirmiştir.

7
Tölön Nasridinov, “Asılın asılı Aşıkem,” Kırgız Tuusu, 24 Aralık 1996.

8
B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.

9
Bu konuyla alâkalı Prof. Dr. Keneş Cusupov ve Bişkek Times gazetesi yazı işleri müdürü, şair ve yazar Nuralı Gaparov ile yapmış olduğumuz görüşmelerin bant kayıtları arşivimizde saklıdır.

10
Aşım Cakıpbekov’un bahsini ettiği eleştirmen muhtemelen ünlü edebiyat araştırmacısı Kambaralı Bobulov’dur.

11
B. Rıspayev. vd., Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat, 1989, s. 208.

12
Talas Ansiklopedisi, “Aşım Cakıpbekov” maddesi, s. 205.

13
Aşım Cakıpbekov, “Ayıldaştın sözü”, Kırgızstan Madaniyatı, 8 Aralık 1988, No 49, s. 6.

14
Dişi Kurdun Rüyaları’nın ilk iki bölümünü Aşım Cakıpbekov, III. Bölüm’ünü ise Aman Toktogulov çevirmiştir. “Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.

15
“Adabiyatımızın Aygaşkasıday ele”, Kırgız Tuusu, 10 Haziran, 1994, No 39.

16
“Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.

17
C. Aytmatov, Çıgarmalar Cıynagı, Frunze: Adabiyat, 1982.

18
“Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.

19
A. Akmataliev, Cengiz Aytmatov’un Dünyası, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara: 1988, s. 86-87, Akt: Ahmet Güngör.

20
B. Usubaliev, “Aşım Bayke… Aşım Bayke…”, Kırgız Ruhu, 17 Kasım 1995, No 33.

21
“Adabiy tarıhka akıykat kep kalsın”, Kırgızstan Madaniyatı, 18 Ağustos 1993.

22
Kükün Iraspaeva ile yapmış olduğumuz görüşmenin bant kayıtları arşivimizde saklıdır.

23
Bu yazının kaleme alındığı tarihte 1 Amerikan Doları 42 Somdu.

24
Gülsayra Momunova’nın “Aşımga” adını taşıyan şiirinin nakaratı kast edilmektedir. Buraya şiirin ilk kıtasını almayı uygun bulduk. Canınga turgan şam cagıp, Can boorun eken cakşı adam, Köngülgö turgan gül tagıp, küyörüng eken cakşı adam… (Cakşı Adam: İyi adam, iyi yürekli insan manasına gelmektedir.) M. Gulsayra, “Aşımga”, Kırgız Tuusu, 4 Haziran 1996.

25
Salican Cigitov, “Çıngız kantip çıgıp kaldı”, Keçeekinin Sabaktarı Azırkının Talaptarı, Bişkek: Adabiyat, 1991.

26
Aygaşka ve Kılıçbek’in gerçekte yaşamış oluğunu Cakıpbekov’un kısa süre önce hayata veda eden eşinden öğrenmiş bulunuyoruz. Kükün Ece’nin anlattığına göre Şeker köyünde bütün merakı at terbiyeciliği olan ünlü bir seyisin namı Kazakistan’a kadar yayılan koşucu bir atı varmış. Bu atın ünü o kadar büyükmüş ki bölgenin kolhoz müdürü atı zorla sahibinin elinden almış ve kendisi binmiş. Salican Cigitov da hayatta iken hararetle Aytmatov’un Gülsarı adlı romanının iskeletini Cakıpbekov’un “Aygaşka” adlı eserinden aldığını savunmuştur.

27
Frunze: Şimdiki bağımsız Kırgızistan Cumhuriyeti’nin başkenti Bişkek’in Sovyetler Birliği dönemindeki adı.

28
Salican Cigitov’un konuya dair kaleme almış olduğu el yazması hatıraları arşivimizde saklıdır.

29
Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999. s. 132.

30
kavut:

31
Mıkçıma: Sıcak ekmeği ufalamak ve tere yağ ile karıştırarak sıkmak suretiyle yapılan bir çeşit yemek. (Akt)

32
tattınakayım:
Biz Babasız Büyüdük Asım Cakıpbekov
Biz Babasız Büyüdük

Asım Cakıpbekov

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Biz Babasız Büyüdük, электронная книга автора Asım Cakıpbekov на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв