Gün Geceye Düştü
Ataman Kalebozan
Ataman Kalebozan
Gün Geceye Düştü
TAKDİM
Elinizdeki eser ülkemizde, edebiyat tarihinde bizce çok önemli bir yere sahiptir.
Elinizdeki eser, ülkemiz edebiyatında bir ilktir.
Elinizdeki eser, ülkemizde ilk defa bir yazarlık eğitimi veren program sonunda edebiyatımıza kazandırılmış ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Aslında üç kitap bu özelliği birlikte taşıyorlar. Ataman Kalebozan’ın “Gün Geceye Düştü”, Ethem Göktürk’ün “İnsan Türkenince” isimli eserleri hikâye alanında, Emel Şakacı’nın “Fesleğen Senin Kokundur” adlı kitabı şiir alanında aynı özelliği taşıyorlar.
Edebiyat dünyasına ilk kitapları ile adım atan ve gelecekte yazacakları hikâye ve şiirlerle Türk edebiyatında kalıcı isimler olacağına inandığımız yazarlarımızı tebrik etmek istiyorum. Elbette her değerli kitabın arkasında büyük bir emek ve özverili çalışmalar vardır. Bu kitapların ardındaki emek ve özverinin bizler de şahitleriyiz.
Avrasya Yazarlar Birliği tarafından açılan “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesinin” iki yıl süren çalışmalarını aksatmadan takip ettiler. Yazdıklarını hocaları ile birlikte değerlendirdiler, bıkmadan usanmadan yazdılar.
Gerek Ataman Kalebozan ve Ethem Göktürk’ün hikâyeleri gerekse Emel Şakacı’nın şiirleri değerlendirildiğinde okuyucu, bu eserlerdeki kendine has üslubun ve estetik anlayışın yüksekliğini hemen fark edecektir.
Dünyanın pek çok ülkesinde “Yazar Okulu”, “Yaratıcı Yazarlık” gibi değişik adlarla faaliyet gösteren yazarlık programları, değişik kurum ve kuruluşların bünyesinde ülkemizde de uzun yıllardır boy göstermektedirler.
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi tarafından üç yıldır çalışmalarını sürdüren “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” de bu alanda kendine has yöntemlerle yazarlık eğitimi veren bir faaliyettir.
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” 2010 yılında katılımcılarının eserlerini Kardeş Kalemler başta olmak üzere değişik edebiyat dergilerinde yayınlayan ve faaliyet dönemi sonunda bir ortak kitapla okuyucunun karşısına çıkan ilk yazarlık programı olmuştu.
Bu yıl da “Kardeş Sesler 2011” adıyla yayınlanan kitap 2010-2011 döneminde Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi programına devam eden yazarlarımızın şiir, hikâye ve denemelerinden oluşmaktadır. Aynur Turan, Berrin M. Alpay, Hıdır Düzkaya, Melik Çağrı Küçükyıldız, Nüvit Karaoğlu, Oğuz Atahan Başaran, Seda Artuç ve Şevki Pekünlü’nün çalışmalarını bu eserde bir arada bulacaksınız. Ataman Kalebozan, Ethem Göktürk ve Emel Şakacı’dan seçilen birkaç örnek de aynı kitapta yer almaktadır.
Böylelikle Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” bu çalışma tarzını gelecekte de sürdürme gayretinde olacaktır. Atölye çalışmalarının ilk yılına katılanların eserleri “Kardeş Sesler” ortak kitabında, ikinci yıl devam edenler içinse müstakil kitaplarla eserleri okuyucuya ve kamuoyuna takdim edilecektir.
Avrasya Yazarlar Birliği, kurulduğu günden itibaren her biri kendi alanında ilk olan önemli faaliyetlere imza attı: Türk Dünyasında ikinci bir örneği olmayan ve Avrasya coğrafyasının dört bir yanından yazar ve şairleri buluşturan Kardeş Kalemler dergisi, Türkçe ile ilgili bilimsel araştırmaların yayınlandığı ve uluslararası saygınlığa sahip Dil Araştırmaları dergisi, yayınladığı kitaplarla okuyucuları Türk edebiyatları ile buluşturan ve sayısı her geçen gün artan Bengü Yayınları, kendi alanında yine bir ilk ve tek olan Bengü Telif Ajansı, Türk Lehçeleri arası Çeviri Meseleleri Sempozyumu ve Atölyesi, Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi bu faaliyetlerden bazılarıdır.
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” tüm çalışmaların içerisinde en önem verdiğimiz faaliyetimizdir ve Atölyemiz çalışmalarının verim ve bereketiyle daha şimdiden ülkemizdeki yazarlık programlarının tarihindeki onurlu yerini almıştır ve yetiştirdiği yazarların edebiyatımıza yapacakları katkılarla ümit ediyoruz ki Türk edebiyatında adından bahsettirecek bir ekol olacaktır.
Bu önemli çalışmayı, edebiyatımıza ve kültürümüze yaptıkları katkının şuuru ve bir ibadet vecdiyle, edebiyatımıza yeni katılacak yazarla birlikte yürümenin o eşsiz hazzının dışında bir karşılık beklemeden sürdüren Türkçe’mizin değerli kalemleri Osman Çeviksoy, Ali Akbaş ve Hüseyin Özbay’a Avrasya Yazarlar Birliği, atölye katılımcıları ve kültürümüz adına şükranlarımızı sunuyorum.
Şükranlarımız kültürümüz adına ve neslimiz adınadır. “Dün dünde kaldı, yeni sözler gerek sevda üstüne” diyordu ya Mevlana Celalettin, yeni kalem sahipleri de yeni sözler bulacaklardır, sevda üstüne.
Onların kalemlerinden dökülecek sevda sözleri, kültürümüzün sesi, neslimizin rengi olacak ümit ediyoruz ki, sevdamız,“her dem yeniden doğacaktır”.
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” bu yıl çalışmalarını, Ankara’mızın müstesna kültür merkezlerinden bir olan Milli Kütüphane Başkanlığının nezih salonlarında sürdürdü. Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kütüphane Başkanlığı’mızın işbirliği ile yürütülen “Şiir-Hikâye ve Deneme Atölyesi” çalışmalarına verdiği destek için Milli Kütüphane Başkanımız Sayın Tuncel Acar başta olmak üzere tüm Milli Kütüphane çalışanlarına teşekkürü bir borç biliyorum.
Yakup Deliömeroğlu
Avrasya Yazarlar Birliği
Genel Başkanı
İLK BÜYÜK ADIMLAR
Hızla değişen ve değiştikçe onuru törpülenen bir dünyada yaşıyoruz. Teknoloji şu veya bu oranda hepimizi tutsak etmiş. İnsanî değerlerimiz yerle bir… Savaşlar, katliamlar, kan, gözyaşı, kuraklık, açlık, ölümler, ölümler… Her şeyi özellikle de ölümleri kanıksamış gibiyiz. Her geçen gün biraz daha bencilleşiyoruz. Afrika’da açlıktan ölenler, Ortadoğu’da, Balkanlarda kardeş kanına girenler, silah ve uyuşturucu tüccarlarının doymazlıkları her geçen gün biraz daha az ilgilendiriyor bizi. Çılgın tüketiciler olmuşuz. Son aşamada hiçbir şey üretmeden her şeyi tüketmeye başlamışız. Tükettikçe mutlu olacağımıza inanmışız.
İşte böyle bir dünyada, bütün olumsuzluklara rağmen biz “Üretelim!” dedik. Korkmadan, yılmadan, çalışarak yeni dünyalar kurabileceğine inanan, kararlı insanlarla gücümüzün yettiğince “Üretelim!” dedik. Üretim, işyerlerinde, atölyelerde yapılırdı. Biz de kelime işçiliğine dayalı atölyelerimizi açtık, başladık çalışmaya.
Üç dönem geride kaldı. Seviyeli hikâyeler, şiirler, denemeler ürettik. Teknolojiyi de kullanarak ürettiklerimizi herkesle paylaştık. Bir de Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler adıyla ortak kitap çıkardık. Bu dönem ürettiğimiz şiir, hikâye ve denemelerden oluşan ortak kitabımıza Kardeş Sesler 2011 adını verdik. Ortak kitapta eserleriyle yer alan tüm arkadaşlarımı kutluyor, onları şimdiden geleceğin şair ve yazarları olarak görüyorum. Kardeş Sesler’in 2012, 2013… diye sürüp gideceğini umuyorum.
Son iki dönemdir atölye çalışmalarına devam eden arkadaşlarımızdan Ataman Kalebozan ve Ethem Göktürk’ün hikâyeleri kitaplık hacmi çoktan geçmişti. Bu dönem sonunda Ataman Kalebozan Gün Geceye Düştü adıyla, Ethem Göktürk İnsan Tükenince adıyla ilk hikâye kitaplarını çıkarmış oluyorlar. Emel Şakacı’nın beğeniyle okunan şiirleri de Fesleğen Senin Kokundur adıyla kitaplaşıyor.
Edebiyat dünyamıza ilk kitaplarıyla ilk büyük adımlarını atmış olan bu değerli arkadaşlarımıza “Kitaplarınız hayırlı olsun, hayırlara vesile olsun!” diyor, Türk edebiyatına daha nice eserler kazandırmalarını diliyorum.
Osman Çeviksoy
ATAMAN KALEBOZAN
atamankalebozan@hotmail.com
Ankara doğumlu Ataman KALEBOZAN, aslen Çamlıdere Bökeler Köyündendir. İlköğretim, lise ve üniversiteyi Ankara’da okudu. Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü’nü bitirdikten sonra Pedagojik Formasyon eğitimini de aynı üniversitede aldı ve sınıf öğretmenliğine atandı. Halen Ankara’da bir devlet okulunda sınıf öğretmenliği yapmaktadır.
Evli ve ilköğretime devam eden iki oğlu vardır. Yüksek ziraat mühendisi olan eşi kendi işyerinde gıda üretimi ve satışı yapmaktadır.
Hikâye ve şiirleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanmıştır.
KIRMIZI BİZİM ORALAR
«Yedi kişiyiz» dedi babam, kasketi elinde, önündeki kâğıda bir şeyler yazan adama bakarak. «Hepimiz de iş görür vaziyetteyiz. Benle beraber altı da horanta.» Bizi gösteren eli sesiyle birlikte havada asılı kaldı. Sonra da yazı yazan adamın önünde toprağa bakarak beklemeye başladı. Yorganımız, döşeğimiz, babam, biz, pazen entarim hep beraber ses etmeden beklemeye devam ettik.
Başımı kaldırmadan siyah lâstik ayakkabılarımın üzerindeki tozları incelemeye başladım. Lastiğimin karalığını hiç beğenmedim yine. Yazın yakar, kışın dondururdu ayağımı bu kara lastikler. Babam şehirden alıp bana getirdiğinde de beğenmemiştim hiç ama ses de etmemiştim. Bizim oralarda babaya ses edilmezdi. Anam öyle diyordu bana ve ablalarıma. Kendi de hiç ses ediyor muydu babama. Yok, etmiyordu, öyleyse ben de etmemeliydim. Başka kızlar da seslerini örtmeliydi. Usulca ayağımdaki lâstiği toprağa sürttüm, yere eğilmeye çekinerek iplerine baktım. Karalığını bir parça örtsün diye ablamın çeyiz ipliklerinden kırmızı ile mor menekşeyi birbirine katıştırıp ayakkabımın bir köşesine ipliklerden süsler yapmıştım. Diğer kara lastikler gibi dursun istemiyordum. On üç yaşımın iç şenliği idi bu. Annem kızacak, babam fark edecek diye de korkup hep arkalarından yürüyordum ve hiç ses etmiyordum. Okuldan alınıp tarlaya götürülürken de ses etmemiştim. Son dersimde defterimin kenarına kırmızı çizgilere tutturulmuş mor menekşelerden kenar süsleri çizmiştim. Zil çaldığında, bir daha bu sıralarda oturamayacağımı bildiğimden hiç istemeyerek çıkmıştım okulumdan ve içim yanarak eve dönmüştüm. Kaç defa dönüp dönüp okuluma bakmıştım.
Kırmızı, bizim buralar,
Mor menekşe bendim.
Mor menekşe öğretmenimin sesiydi. Diğer kadınlar bir olup:
«Kadın başıyla ne işi var buralarda?» diye konuşurlarken, ben öğretmenimin tatlı sesini çoktan sevmiştim. O, bizim buralardan değildi. Üzerimde ablamın artık ona küçük gelen pazen entarisi, başımda arkadaşım Hatça’nın evlendirilirken çocukluğunun çeyizinden çıkarıp bana verdiği sarı tülbendi vardı. Kırklarımız birbirine karışmış, birlikte büyümüştük. O, babası yaşındaki adamın koynuna, erkek çocuk doğurmak üzere verilirken, ben defterlerimden kitaplarımdan koparılıp pamuk tarlalarına sürülmüştüm. Sarı, uçuk benizli çocukluğunu bohçasına koyup Hatça, kuma olmuştu bir başka kadına. Ses etmemişti on üç yaşındaki çocuk bedeninin, babası yaşındaki adam tarafından öldürülmesine. Ses etmiyordum pamuk tarlalarına ama ben mor menekşeyi kırmızıya katıp bir de saç ipi yapmıştım saçlarımın örgüsüne.
Benden iki yaş büyük ablam, her sene pamuğa sürülür, yaz bitimi eve dönerdi babamlarla. Ben hep sorardım:
«Abla, oralar nasıl az anlatsana.» Ablam anlatırdı:
«Henüz hava aydınlanmadan gideriz beyaz pamukları toplamaya. Bembeyaz yumuşacıktır pamuk. Hiç hissetmezsin ağırlığını. Tek tek toplar hafif beyazları belindeki torbaya koyarsın. Sonra torbayı boşaltır. Yeni baştan toplamaya koyulursun. Hava kararınca da dönersin çadırlara.»
Ben dinler, ablama tekrar sorardım:
«Abla oraların yolları da kırmızı mı bizim buralar gibi? Güneş ne renk? Gök mavi mi? Sular nasıl akar?» Ablam anlatırdı:
«Pamuğu ne kadar hızlı toplarsan o kadar çok çuvalın olur. O zaman babam memnun kalır ve dönüş yolunda çarşıdan sana bir tülbent alır. Döner gelirsin köyümüze.” Hayal edemezdim bembeyaz pamuk tarlalarını. Ablam o yıl Hatça’nın ardından karşı köye gelin gitmişti. Kına gecesi anam, ablamın boynuna sarılıp ağlamıştı. Sonra:
«Kızım!» demişti; «Artık kocan senin her şeyin. Anan da atan da o. Ne derse yap. Sözünden çıkma. Ak yüzümüzü kara eyleme.» Ablam bana hep beyaza düşen gün karasını anlatmıştı, annem yüz karasını. Amcamın kızının yüz karasını, amcam oğlunun ormanda tek kurşunla temizlemesini anlatmıştı hep.
Kırmızı, bizim buralar.
Mor menekşe bendim.
Mor menekşe amcamın kızıydı.
Hatça’ydı… Ablamdı…
Babam buraya gelirken anlattı: Ablamın başlık parasına pamuktan kazanacağı parayı da katıp tarla alacakmış. Bir dahaki yıl gelmeyecekmişiz buralara. Artık kendi tarlamız olacakmış. Çalışmayacakmışız başkasının işinde. Kendi tarlamızı sürüp ağalar gibi yaşayacakmışız. Beni de iyi bir başlık parasına verirlerse…
Babamla anam bunları konuşurken, ben öğretmenimin anlattığı büyük şehirleri düşünüyordum. Evin içindeki çeşmelerden akan suları içip, eşiyle kitap okuyan kadını hayal ediyordum. Sessizce hayal ederdim. Şehrin yollarına çizilen çizgiler beyazmış. Bizim buraların yolları kırmızıya bulanırdı hep. Okuldan alınırken de babama korkudan itiraz edememiştim. Kim bilir azıcık bağırsam babam beni dinler miydi, yoksa amcamın oğlu beni de götürür müydü ormana bağırdım diye? Belki de acırdı bana. Kim bilir?
İlk kez düşmüştü yolum pamuğa. Babam, havada kalan eliyle ezilmişliğini toplayıp cebine koydu usulca. Yazan adam başını kaldırmadan:
«Şu yana geçin, sayacam!» dedi.
«Adın ne senin?»
«Cabbar Eğilmez, altı da horanta.»
«Geçin şöyle. Oyalanmayın. De haydin sayılacak daha çok işçi var. Bir, iki, üç…»
Adam bizi saydı. Sayıldım. Bana üç dedi. Şöyle bir çaktırmadan omuzlarımı dikleştirdim. Anam böğrümü çimdikledi sessizce. Çimdik canımı acıttı, omuzlarımı tekrar düşürdüm. Üçtüm işte. Üç ama çimdik yeri de kırmızı idi. Hepimizi diğer işçilerin çadırlarının yanına götürdüler. Çadırlara hayretle baktım. Babam:
«Hadin, oyalanmayın. Yerleşin. Erkence yatacağız. Yarın işbaşı var.» dedi. Annem hızlı hızlı yere döşekleri serdi. Bir köşeye de kabı kacağı yığdı. Yardım ettim.
Uykumun derinliğinden omzumu sarsan anamın eliyle uyandım:
«Kalk» dedi «Babana su dök. Yemeğinizi yiyip gideceksiniz.» elime havluyla ibriği tutuşturdu. Yarı sersem bir şekilde uyandım günün karasına. Kara lâstiklerimi ayağıma geçirip beyazlara doğru yola çıktık. Babam önde biz arkada çabuk çabuk yürüdük. Renkli iplerim saç örgülerimde uçuştu durdu. Tarlalara geldiğimizde şaştım kaldım alacalanan tan yerindeki pamukların beyazlığının uçsuzluğuna. Belime diğerleri gibi bir torba bağladım. Başladım toplamaya beyazları.
Beyazdı pamuk. Yumuşaktı. Pamukların yumuşaklığı ellerimi hiç acıtmadı ama belimi ağrıttı. Bezden eve döndüğümüzde gün karaydı yine. Yemek bile yiyemeden, yorgunluktan bitmiş bir halde attım kendimi döşeğin bir kenarına. Ama uyumadım. önce babamın yatmasını bekledim gözlerimden akan uyku ile birlikte. Bir köşeye atılmış kendimle ne sıcağı ne de sivrisineklerin sokmalarını bilmeden ertesi güne uyanmak üzere uyudum. Yakınmadan, sızlanmadan uyudum. Rüyamda türkü söylüyordum tarlaların beyazına, sesim ne güzeldi. Yanıktı da üstelik. Çocuk türküleriydi seslediğim. Sesim dal dal olup da gökyüzünün maviliğine erişiyor, oradan topladığı tüm bulutları beyaza boyayıp bana veriyordu. Hepsini alıp elime üzerlerine mor menekşeler tutuşturup tekrar göğe salıveriyordum. Sesim menekşelerin moru oluyordu. Salına salına göğe varıyordu. Çocuk türküleri bulutlara ne güzel yakışıyordu. Sonra bembeyaz bulutları toplamaya çalışıyordum. Rüzgâr eserek onları oradan oraya savuruyor, ben kan ter içinde peşlerinden koşuyordum. Yakaladığımı belimdeki torbaya dolduruyordum. Torba gittikçe ağırlaşıyor belim buna dayanamıyordu. Biraz ses etsem, kızsam bulutların ağırlığına belimin ağrısı azıcık geçer miydi? Kim bilir, geçerdi belki. Bulut bana acırdı ve hiç ağrıtmazdı belimi. Kim bilir? Rüyamın burasında anam beni sarsarak uyandırıyor, yine babama ibrikten su döküyorum. Eline havluyu veriyorum ve onun ardından tarlalara gidiyorum.
Sonra pamuklara da, erken kalkmaya da alıştım. Ellerimin beyaz beyaz çatlamasına da… Pamuk, pamuk gibiydi ama ellerim pamuk gibi değildi hiç. Güneşten kavrulmuş iyice esmerleşmişti. Her yerini sivrisinekler ısırmış, yer yer çatlamıştı.
Sonra sıcağı fark ettim. İzin günü dediler bir gün. Babama ve diğer babalara para verdiler. Babam ve diğer babalar ve baba adayları bir yerlere gittiler. Biz kadınlarla dere kıyısına indik. Çamaşır yıkayacaktık. Su berraktı. Su akıcıydı. Soğuktu. Temizdi. Beni içine çekiyordu. Diğer kadınların beni göremeyeceği bir yere gidip çamaşırları yıkadım. Çalılara astım. Ayaklarımı suya soktum önce. Sonra sivrisineklerin talan ettiği kollarımı bacaklarımı kirden görünmeyen tenimi suya soktum. Temizlik ne güzeldi. Üzerimde benden bir yaş büyük ablamın artık ona küçülen entarisi vardı. Toprak sıcaktı. Sırt üstü uzanıp rüyamdaki çocuk türkülerimi dinlemeye başladım. Hava sıcaktı. Toprak yumuşacık bir döşekti. Su, tüm kirleri alıp benden uzaklaştırmakla meşguldü. Gözlerim kapandı usulca, ben istemedim ama kapandı. Elimde örgülerini açtığım saçlarımın ipi vardı.
Sonra nefes alamadım. Çırpındım biraz ama üzerimdeki ağırlıktan kalkamadım. Pis bir kokunun anlamlandıramadığım karabasanı çalındı ağzıma. Ağzım kapandı. Gözlerim sarı leş gibi sarımsak kokan bir ağza çarptı. Ne oluyordu? Karabasan mıydı? İki ufak gözün kapkara bir suratla beraber üzerime eğildiğini gördüm. Kaba saba, nasırlı bir el ağzımı kapamış, bana: «Sus!» diyordu. «Ses etme!» diğer eli ile tuttuğu bıçağı boğazıma dayıyordu. Ben bir şey yapmadım, demek istedim ama sesim çıkmadı. Sadece türkü söylüyordum. Çocuk türküleri. Çok mu bağırdım? Bırak beni ne olur demek istiyordum ama içim söylüyordu bunları, sesim bir türlü çıkmıyordu. Korkudan her yerim kaskatı kesilmiştim.
Çırpınmaya çalıştım ama adam o kadar güçlüydü ki kımıldayamadım. Bir bıçağın ucu boynumdan entarimi kesmeye çalıştı. Çıkaramadığım sesimin hafifliği bıçağın ucu ile kanatıldı. Ağırlık çocuk bedenimi ezdi. Güneş sarılarak entarimin mor menekşelerine boğup boğup onları sıcağı ile pamukların beyazına attı. Beyaza düşen morlar kırmızıya çalınıyordu. Çok değil azıcık ses etsem. Duyar mıydı az ötede görünmeyen gülüşlerin sahipleri beni?
Çok değil, azıcık.
Bizim oralarda kızlar ses etmezdi.
BEKLEYİŞ
Yattığım yerden perdenin desenlerine baktım. Desenler bu sabah bana biraz farklı geldi. Sanki renkleri solmuş gibi. Bu gün mutlu değilim. Sanırım bu yüzden her şey bana renksiz, tatsız tuzsuz geliyor. Yedi aydır çok zorunlu olmadıkça kalkmadan yatıyorum. İnsan yatmaktan yorulur mu hiç? Ben yoruldum. Canım çarşıda vitrinlere bakmak istiyor, bir çift ayakkabı için pazarlık etmek istiyor, kuaföre gitmek istiyorum. Çayla simit yemek istiyorum, ama nafile. Ne kadar istersem isteyeyim bunları bir müddet daha yapamayacağım.
Ben dalmış düşünürken odaya eşim girdi. Gülümseyerek:
“Günaydın canım.” dedi. Yanıma oturup nasıl olduğumu sordu. Zaten darmadağınık olan saçlarımı eliyle karıştırıp iyice dağıttı. Yatmak zorunda kaldığımdan beri beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyor. Belli etmese de endişeli olduğunu hissediyorum. Ben de endişeliyim. Korkuyorum. Beklediğim o gün için dua ediyorum. O günü beklerken sağa sola çatmaktan kendimi alamıyorum. Daraldım yatmaktan. Sırtım ağrıyor. Hızlı hareket etmeden yön değiştirmeye çalışıyorum ama zorlanıyorum. Kendimi kötü hissediyorum. Gözümü açtığım an karşımda ilk gördüğümle kavga etmek geliyor içimden. Her şey bunaltıcı. Yataktan fırlayıp aynanın tozunu almak istiyorum, ya da hafifçe eğilmiş düğün fotoğrafımızı düzeltmek istiyorum. Pencereyi açıp temizlik yapmak geliyor içimden, oysa yedi aydır tek yaptığım iş örgü örmek. Renk renk örgüler.
Galiba ben gittikçe huysuz biri oluyorum.
Eşim, iki ay sonra bu sıkıntıları hiç yaşamamış gibi olacağımı söylüyor. Hatta bu yan gelip yattığım günlerimi özleyecekmişim. Özleyeceğimi hiç sanmıyorum. Onun bu söylediklerine gülümsüyorum ve akşama gelirken bu sefer mor renkli bir örgü ipi getirmesini istiyorum.
***
Sabaha karşı bir ağrı ile uyandım. Yattığım yerde kıvrılarak ağrının üzerine elimi koydum. Bu pek hayra alamet değil. Ağrılar için henüz erken. Çok erken. Korkuyorum. Hemen yanı başımda yatan eşimi uyandırıyorum. Eşim gözlerini aralayıp bana bakar bakmaz ne olduğunu fark ediyor. Bir yandan beni sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da telaşla kalkıp giyiniyor.
Örgülerimi evde bir başına bırakıp hastaneye doğru yola çıkıyoruz.
***
Ağrı odasındayım. Doktor beni muayene edip yaramazın erken geleceğini söylüyor. Korkudan mı ağrıdan mı, muayene sedyesinin soğukluğundan mı neden olduğunu bilmediğim sebeplerden üşümeye başlıyorum. Çok üşüyorum. Titriyorum. Eşim yanına ailemizi de çağırıp dışarıda beklemeye başlıyor. Bulunduğum yere kimseyi almıyorlar. Doktor ile hemşire yanıma gelip gidiyorlar. Koluma serum takıyorlar. Doktor ağrıları hızlandırmak için suni sancı vereceğini söylüyor. Zaten çok ağrım var. Karnım tarifi güç sancılarla kasılıyor. Nasıl nefes alıp vereceğimi anlatıyorlar. Aklım da duygularım da karmakarışık. Artık hiçbir şey düşünemiyorum. Tek istediğim bir an evvel bu dayanılmaz ağrıların sona ermesi. Ağlamaya başlıyorum. Bağırmaktan utandığım için dudaklarımı ısırıyorum. Gayret etmemi söylüyorlar. Bebeğimin hayata gelmesi için daha erken. Ya bir şey olursa? Sıkın dişinizi az kaldı diyorlar. Evet, az kaldı patiklerin sahibiyle tanışmaya.
***
Pencere önüne bıraktığım yemleri yiyen güvercinleri seyrediyorum. İtişe kakışa pencere pervazına doluştular. Alt kattaki komşum etrafı kirletiyorlar diye kızacak biliyorum ama bu soğukta zavallılar aç mı kalsınlar. Yüreğim iyice yufkalaştı. Vara yoğa ağlıyorum. Bütün bunlar çok normalmiş. Öyle diyorlar. Ben güvercinlere dalmışken içerden ağlama sesi geliyor. Koşarak yanına gidiyorum. Mor patiklerini ayağına giydiriyorum.
Gülümsüyorum.
Bu günlerde perdelerimi daha çok seviyorum.
DÜNYAYI DOLDURAN ÇAĞLA
Burnumu cama dayayıp dışarıyı seyre koyuldum. Dağlara yağmur yağıyor yine. Bu bahar, bizim buralara çok yağmur yağdı.
“Rahmet berekettir.” diyor babam. Ekinler tez elden boy atarmış. Fiğ daneleri rahmeti yiyince iri iri olurmuş. Babam da onları satar çok para kazanırmış. Çok parası olunca da bana spor ayakkabıyla naylon top alacakmış.
Yağmur hâlâ dinmedi. Camda burnumun izini bırakarak “anne” diye sesleniyorum ama beni duymuyor. Durmadan yufka açıyor. Oklavayla hamuru çabucak inceltiyor. Pişiriyor. Soğumaları için bir köşeye bırakıyor. İşine öyle dalmış ki etrafa saçtığı undan, yanı başındaki varlığımdan habersiz.
Tekrar:
“Anne…” diye sesleniyorum.
“Hıı… Efendim oğlum!” diyerek başını kaldırıyor.
“Hani geçen gün dizi yırtılan pantolonum vardı ya, ondan bana yine top yapar mısın?” diye soruyorum.
Annem, bu kaçıncı top, dercesine bakıyor yüzüme. Çünkü annemin şimdiye değin yaptığı tüm topları Rüstem Dede’nin bahçesine kaçırdım. Yüzüme en mahzun hâlini vererek annemin yanına sokuluyorum, yalvarıyorum. Annem yorgun elini alnına götürüyor, alnı una bulanıyor. Bakışlarını bana düşürüyor, bakışları sevgiye buğulanıyor.
“Az bekle. İşim bitince yaparım.” diyor.
Sedire çıkıp az evvel camda bıraktığım izine burnumu tekrar dayıyorum. Yağmur dinmiş. Komşumuz Rüstem Dede, üzerine yün hırkasını geçirip bahçeye çıkmış. Etrafını seyrediyor. Rüstem Dede’nin hiç çocuğu olmamış. Geçen yıl da eşini sele kaptırmış. Yeryüzünde yapayalnız kala kalmış. Yüzü gülmüyor. Suratının asıklığına inat, bahçesi çok güzel. Kaysı ağaçları meyveye durmak üzere. Hatta bazıları çağla haline gelerek yeşillenmiş. Gözüm kalıyor hep Rüstem Dede’nin çağlalarında. Çağlalar kaysılaşmadan ağaca tırmanıp ceplerimi doldurmak, elimi bulutlara dokundurmak geçiyor içimden hep. Sonra da ağacın dibinde oturup çağlaları tuza batırarak yemek istiyorum. Hayali bile ağzımı tatlı tatlı sulandırıyor. Birden Rüstem Dede’nin bana doğru baktığını görüyorum. Yoksa bahçesinden çağla aşıracağımı mı anladı diye korkuyorum. Telaşla pencere önünden ayrılıp odama kaçıyorum. Bir müddet oyalandıktan sonra, somyanın altından sepeti çekip içindeki dizi yırtık pantolonumu alıyorum. Annemin dikiş makinesinin gözünden de makası alıp yufkaların başına dikiliyorum.
Annem önce pantolonun yan dikişlerini sökerek açıyor. Sonra makasla iki parmak kalınlığında şeritler kesiyor. Kesme işi bitince kumaş şeritleri birbirine ekleyerek düğüm atıyor ve sarmaya başlıyor. Yumağa şeritleri usul usul doluyor. Eşinin alın terini, gençliğinin hüzünlerini, çocuklarının sevgisini, çağlanın acısını doluyor usul usul ve yorulsa da hiç ses etmiyor. Kumaş, koca bir yumak haline gelince de ucunu sıkıca yumağa dikiyor açılmasın diye. Sevgisini de katarak, çaputtan topumu bana uzatıyor:
“Al bakalım” diyor. “İstediğin gibi oldu mu?”
Havada kapıyorum bir zamanlar pantolonum olan çaputtan topumu. Oynamak için çamurun kurumasını beklemem gerek. Bir de Rüstem Dede’nin ağır ama aksamayan adımlarıyla köy kahvesine gitmesini beklemem gerek. Güneş çıkmış mı diye tekrar camdan dışarıya bakıyorum. Bahar yağmurları ne güzel! Hemencecik gelip hemencecik kaçıyor dağlar ardına. Rüstem Dede de bahçede yok, demek ki gitmiş diyorum içimden. O ara okuldan dönen ablam odaya giriyor. Elimdeki topu görünce her zamanki gibi oynamak istiyor. Vermiyorum. Çünkü kızgınım ona. Hep benimle uğraşıyor. Bana sataşmazsa sanki işi rast gitmeyecek. Ablamın ısrarlı bakışları karşısında daha bir sıkı sarılıyorum çaputtan topuma:
“Hiç boşuna bakma, vermem!” diye de efeleniyorum.
Bozuluyor ablam bana. Zaten ben doğunca da çok bozulmuş. Arada bir, senin yüzünden pabucum dama atıldı diyor. O da izin vermeseymiş pabucunun dama atılmasına. Çıkıp damdan gerisin geriye alsaymış. Allah Allah, zaten onun gözünde ne yapsam suçluyum. Bu sefer de beni anneme şikâyet ediyor.
“Anne, şu oğluna bir şey de. Topu bana atsın. Yoksa topunu alır kaşla göz arası Rüstem Dede’nin bahçesine fırlatıveririm.“ diyor.
Annem yan gözle sus işareti yapıyor ama anlayan kim? Bana sataşmaya devam ediyor.
“Hem de öyle bir atarım ki ta en karanlık köşesine yollarım. Sen de almaya gidemezsin. Gitsen de Rüstem Dede seni yakalar. Yakaladığı çocuklara ne yaptığını biliyor musun? Hemen karanlık bir odaya kapatıyormuş. Sonra onları aç bırakıp bir deri bir kemiğe dönüştürüp; kemik niyetine Çomar’ın önüne atıyormuş.”
Korkudan annemin yeleğinin altına saklanıyorum. Annem kızarak susturuyor ablamı. Ablam çantasını alıp, bana olan hıncıyla yüzünü asıp içeriye gidiyor istemeye istemeye. Ben de topumu alıp bahçeye çıkıyorum. Güneş çoktan ortalığı ısıtmış. Çocukluğumun tüm oyun heveslerini yükleyip ayağıma, topun peşine düşüyorum. Topumu bir vuruşta havaya dikmeye çalışıyorum ama nafile kumaş çok ağır geliyor.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ataman-kalebozan/gun-geceye-dustu-69499840/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.