Ömür Tektir

Ömür Tektir
Dinis Bülekov

Dinis Bülekov
Ömür Tektir


Dinis Bülekov (1944-1995)


SUNUŞ

Düsen KASEİNOV
TÜRKSOY Genel Sekreteri

Değerli Okurlar,
Türkiye’de 1990’lı yıllarda Türk dünyası ile ilgili çalışmalar artmaya başlamıştır. Bu çalışmaların artışında Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY)’nın önemli bir yeri vardır. Türk dilini konuşan halkların tarihinin, kültürünün, sanatının, dil ve edebiyatının bir bütün hâlinde ele alınmasına katkıda bulunmayı amaçlarından biri olarak kabul eden, bu zamana kadar da bu amaçta önemli çalışmalara imza atan Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), şimdi de 20. yüzyıl Başkurt edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Dinis Bülekov’un iki romanını sizlerle buluşturmaktadır.
Dinis Bülekov, yazdığı eserlerle Başkurt Türkçesi yazı dilinin ve edebiyatının gelişmesine hizmet etmiş; eserlerinde ele aldığı tema ve sorunlarla da devrinin olaylarına ışık tutmuş başarılı bir yazardır. Başkurdistan Yazarlar Birliği başkanlığı ve milletvekilliği de yapmış olan Dinis Bülekov’un Türkiye Türkçesine ‘Yabancı’ ve ‘Ömür Tektir’ olarak aktarılmış olan iki romanının yayımlanması, Türk dünyası edebiyatının karşılıklı tanıtımı konusunda önemli bir adımdır. Teşkilatımız daha önce Başkurt edebiyatından Salavat Yulayev’in, Miftahettin Akmulla’nın, Mecit Gafuri’nin şiirlerini de yayımlamıştır. Başkurt edebiyatından Türkiye Türkçesine aktarılan ilk romanlar olan ‘Yabancı’ ve ‘Ömür Tektir’de Başkurdistan’ın 1980-1990 yılları arasında yaşadığı değişimler ve sorunlar ele alınmaktadır. Başkurdistan’daki bu değişimler ve sorunlar, yayımladığımız eserler vasıtasıyla Türkiye Türkçesiyle de okura sunulmuş olacaktır.
‘Yabancı” ve ‘Ömür Tektir” adlarıyla yayımlanan bu eserler, Etimesgut Belediyesinin katkılarıyla Bengü yayınlarından çıkmıştır. TÜRKSOY’un yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğinin önemli örneklerinden biri olan bu eserlerin okurla buluşmasında desteklerini esirgemeyen Etimesgut Belediye Başkanı Sayın Enver Demirel’e, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Deliömeroğlu’na, romanları Başkurt Türkçesinden Türkiye Türkçesine kazandıran Nigâr Kalkan’a, bu çalışmanın ortaya çıkmasında emeği geçenlere Türk dünyası edebiyatının ve kültürünün tanıtımına katkılarından dolayı teşekkür eder; siz değerli okurlarımıza da saygı ve sevgilerimi sunarım.


Enver DEMİREL
Etimesgut Belediye Başkanı

Saygıdeğer Okurlar,
Etimesgut Belediyesi olarak misyonumuz; görev alanımıza giren; imar, temizlik, ulaşım, çevre, bayındırlık, eğitim, sağlık, kültür, güvenlik ve yönetim konularında yasalarla belirlenen tüm kamu hizmetlerini, katılımcılık, etkinlik, saydamlık, hesap verebilirlik ilkeleri çerçevesinde yürütmek; halkımızın yaşam kalitesini ve ilçemizin refah düzeyini yükseltmektir. Bu misyonu gerçekleştirmek için büyük bir şevkle ve istekle çalışmaktayız. Kültür ve sanat çalışmalarını desteklemek de belediyemizin faaliyetleri arasında yer almaktadır.
Bugün doğuda Çin Halk Cumhuriyeti içinde yer alan Doğu Türkistan’dan batıda Litvanya ve Polonya’ya, Karadeniz’in kuzeyinden Tanrı Dağları’na, Güney Sibirya’ya kadar uzanan bir coğrafyada konuşulan, yazı dili olarak kullanılan Türkçemizin Başkurt Türkçesiyle ses bulan eserlerinden ikisini sizlere ulaştırmak, yaptığımız bu çalışmalar arasında önemli bir yere sahiptir.
Atatürk’ün “Kendiniz için değil, millet için el birliğiyle çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur.” düşüncesi temelinde gerçekleştirdiğimiz çalışmalarımız arasında TÜRKSOY işbirliğiyle yayımlanmasına katkıda bulunduğumuz “Yabancı” ve “Ömür Tektir” adlı romanlarda da Atatürk’ün bu sözlerinin Türk dünyasının güzel yurtlarından biri olan Başkurdistan’daki seslerini Dinis Bülekov’dan dinleyeceksiniz.
TÜRKSOY ile yürüttüğümüz çalışmalardan biri olarak yayımlanmasına destek verdiğimiz bu eserler Türkiye Türkçesiyle okuyucusuna ulaşacaktır. Eserleri Başkurt Türkçesinden Türkiye Türkçesine çeviren Nigâr Kalkan’a ve Başkurdistan’ın en önemli ödüllerinden biri olan “Salavat Yulayev Ödülü”nü alan ‘Ömür Tektir” romanı ile yazıldığı topraklarda büyük ilgi gören ‘Yabancı’ romanlarının sizlerle buluşmasında katkısı olanlara teşekkür ediyorum.

DİNİS BÜLEKOV’UN HAYATI ve EDEBÎ KİŞİLİĞİ

Hayatı
Dinis Müzerisoğlu Bülekov, 8 Mayıs 1944’te Başkurdistan’ın Meleviz ilçesi, Arıslan köyünde çiftçi bir ailede dünyaya gelir. İlkokulu, doğduğu köy olan Arıslan’da ve Meleviz’de okur; Smak köyünde altıncı sınıfı tamamladıktan sonra ilçenin Voskresen Ortaokuluna okumaya gider.[1 - İrik Kinyebulatov, Dinis Büläkov 50 Yäş, Başqŭrtŭstan Resbublikahı Yaźıwsılar Soyuzu, Başqŭrtŭstan, 1994, s. 3.] Daha sonra kendi köylerinde[2 - M. Geynullin, Ğ. Höseyinov, Sovyet Başqŭrtŭstan Yaźıwsıları, Ǚfǚ, 1988, s. 83.] “Nögöş” adlı kolhozda makineli tarım uzmanı olarak çalışır. 1960-1964 yıllarında Belebey’de, Ziraati Mekanikleştirme ve Elektriklendirme Teknik Okulunu tamamlar. Belebey ilçesine mühendis olarak atanır[3 - Kinyebulatov, age., s. 3.]. 1964-1965 yıllarında[4 - Geynullin, vd., age., s. 83.], Belebey, Bişbülek, Yermekey ilçeleri için çıkarılan “Yinǐw Bayrağı” gazetesi ziraat bölümüne işe çağırılır. Rusça, Tatarca ve Çuvaşça çıkan gazetede, edebî çalışmalar yürütür. 1965 yılında askere gider. Askerde radyotelgrafçılığı ve telgrafçılığı öğrenir ve bu alanda orduda önemli hizmetler yerine getirir[5 - Kinyebulatov, age., s. 3.]. Üç yıl Sovyet Ordusunda hizmet ettikten sonra tekrar gazetecilikle uğraşır[6 - Geynullin, vd., age., s. 83.]. Askerden döndüğü yıl Moskova’daki A. M. Gorki Edebiyat Enstitüsüne öğrenci olarak kabul edilir. Ancak, ailevi sebeplerle okulu dışarıdan tamamlar. 1968-1974 yıllarında “Sovyet Başkurdistanı” gazetesinde bölüm müdürü olarak çalışır. “Ağizil (Ak İdil)” dergisinde de dört yıla yakın, röportaj, politika ve ekonomi yazıları bölümüne müdürlük yapar. 1977-1986 yılları arasında da “Piyoner” dergisinin başmuharriri görevini üstlenerek Başkurt çocuk edebiyatının gelişmesine katkıda bulunur.
Dinis Bülekov, 1986 yılı Ağustosunda Başkurt ASSR’nin Radyo ve Televizyon Devlet Komitesi başkanı ve hükümet vekili olarak görevlendirilir. Bir süre sonra Başkurdistan gazetecileri, Bülekov’u Gazeteciler Birliğine yönetici olarak seçer. Bu yıllarda Bülekov iyi bir idareci, büyük bir yazar olarak tanınır; ülkenin televizyon ve radyo ağını genişletmek, basını geliştirmek, edebiyatı yaymak için çok çaba sarf eder.
1988 yılında Dinis Bülekov, ülke edebiyatçılarının seçimiyle Başkurdistan Yazarlar Birliğinin 10. Dönem Başkanı olur. 1993 yılı Ekiminde, Yazarlar Birliğinin 11. Dönem başkanlık seçiminde de yazarlar, Bülekov’a güven göstererek tekrar başkan seçerler[7 - Kinyebulatov, age. s. 4.].
Ğ. Selem Gençler Ödülü ve Ğümǐr Bǐr Gǐnä” (Ömür Tektir) romanıyla Salavat Yulayev Devlet Ödülü alan, Başkurdistan’ın 11. Dönem Yüksek Şûra halk milletvekili[8 - Kinyebulatov, age. s. 4.] de olan Bülekov, 14 Mart 1995 tarihinde Ufa’da vefat eder[9 - Küzbekov, age., s. 216.]. Vefatından sonra, adına doğduğu köyde bir müze kurulmuştur.

Edebî Kişiliği
Dinis Bülekov, edebiyatla gençlik yıllarında ilgilenmeye başlar. İlkokulda ve teknik okulda okurken bazı eserleri farklı süreli yayınlarda okurla buluşur. Bülekov’un “Maqtansıq Zarif” (Övünen Zarif) adlı ilk hikâyesi 1959 yılında “Başkurdistan Piyoneri” gazetesinde basılır. “Qŭyaş Yarsığı” (Güneş Işığı) adı altında hikâyelerinin toplandığı ilk kitabı, 1971 yılında neşredilir. “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ” (Köyümün Ak Evleri), “Harı Handuğas Balahı” (Sarı Bülbül Yavrusu), “Aqbuź Alışqa Sığa” (Akboz Dövüşe Çıkıyor), “Qıŋğıraw Säskä” (Çan Çiçeği) kitaplarında yer alan povest[10 - Konuyu, romana göre daha kısa ve sade anlatan edebî tür.]
ve hikâyeleri yazarın edebî ustalığının gelişme gösterdiğini belgeleyen eserlerdir. Yazar epik hikâye üslubunu başarılı bir şekilde uygular ve ilgi çekici karakterler ortaya çıkarır[11 - Kinyebulatov, age. s. 4.]. 1988 yılında “Ağizil” dergisinde yayımlanan “Kilmǐşäk” (Yabancı) romanı[12 - Bulat Rafikov, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994, s. 7.], ve “Ğümǐr Bǐr Gǐnä” adlı roman Bülekov’un yeni edebî ürünleridir. Bu eserler yazarın, insanların kaderleri ve zamanın keskin dönemeçleri hakkında daha da derinleşen düşüncelerinin özetidir. Ğümǐr Bǐr Gǐnä romanıyla Salavat Yulayev Devlet Ödülünü alan yazarın son eseri, “Tuźźırılğan Tamuq” (Dağıtılan Cehennem) adlı romandır[13 - Kinyebulatov, age., s. 4.]. Ayrıca Bülekov, “Tǚngǚ Ǔjmax” (Geceki Cennet) adlı bir tiyatro oyunu da yazmıştır.
Dinis Bülekov’un eserlerindeki özelliklerin, kahramanların, konuların yazarın doğduğu yer ve kişiliği ile yakından ilgili olduğunu, yazar ve gazeteci Bulat Rafikov, şu cümlelerle açıklar:

“Başkurt edebiyatına Dinis Bülekov’u veren Meleviz rayonunun Arıslan köyü Başkurt halkının tarihinden ayırıp alınacak bir bölümü. Ona ünlü Arıslan batır temel olmuştur. Onun oğlu Kinye Arıslanov, bizde Emelyan Pugaçev’in en yakın ve en seçkin yandaşlarından biri olarak kabul edildi. Burada tarih, ak balçıkla hayatı temizleyip ruhî bir kâmilliğe çağırmakta. Yaşamı her hâlükârda süslemeyi başarabilen bir halk buradaki. Bunları söylememin sebebi, Dinis Bülekov’un hangi muhitte eğitim gördüğünü, kimlerden ders alarak yetiştiğini göstermek içindi sadece. Şuna çok inanıyorum. Nerede yaşarsan yaşa, ne kadar hünerli olursan ol, beraber doğduğun neslin çocuğu olarak kalacaksın. Yazarların hayatında bu bilhassa açık bir şekilde görünmektedir. O, dünyaya hemşehrilerinin gözleri ile bakar; kahramanları, onların sesi ile konuşur, onların karakterini ve hareketlerini tekrarlar. Hemşehrileri ile kitap kahramanları arasındaki bu benzerlik de kardeşlikten daha yakındır ve edebiyat için bu iyidir.”[14 - Rafikov, agm, s. 5.]
Rafikov’un yukarıdaki değerlendirmelerine yakın bir diğer değerlendirme de Vitaliy Smirnov’a aittir. Simirnov; “Kahramanlar, yazarın “yakın arkadaşları”, onların sıkıntıları onun sıkıntılarıdır. Hikâye edenin kendisi gibi insan olmayı başarabilen ve bunu koruyan kişilerdir. Kahramanlar, gündelik yaşamın içinden seçilmiştir.”[15 - Kinyebulatov, age., s. 10.] yorumunu yapmış; Bülekov’un kişiliği ile eserlerinde yer alan kahramanların öne çıkan özellikleri özdeşleştirilmiştir.
Ayrıca, “II. Dünya Savaşı bittiği yıl, bir yaşına gelmiş olan Dinis babasını hiçbir zaman görmemiş, sadece fotoğraflarından tanımıştır.”[16 - www. bashkortostan450.ru/celebrities/writers/bulyakovbashedu.ru. (Erişim tarihi 13.8.2010)] Bu durum, yetim olarak büyüyen Bülekov’un eserlerinde, savaş ve savaşın insanlar üzerindeki tahribatı, ahlaki problemler gibi konuların geniş yer tutmasının sebebi kabul edilmiştir.
Yazarın yaşamı ve eserlerindeki kahramanlar arasında bağ kuran Bulat Rafikov ve Vitaliy Smirnov gibi, Bülekov’un eserlerinde farklı karakterler yer alsa da genelde kahramanların yalnızlığının ve üzücü kaderlerinin vurgulandığını belirten filoloji profesörü Zinnur Nurğelin[17 - Zinnur Nurğelin, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 83.] de, “Yäşǐn Atqan İmän” (Yıldırım Düşen Meşe) hikâyesindeki Zebir’in yalnızlığında, yazarın yalnızlığının önemli bir payı olduğunu öne sürer.
Yazarın eserlerinde yer alan kahramanlardan pek çoğunun güçlü bir ruha sahip, iyi kalpli ve dramatik bir kadere sahip olduklarını ifade eden; bu dramatik kadere sahip olanların pek çoğunun da kadın olmasını ilginç bulan Robert Bayımov[18 - Robert Bayımov, “İlhamlı Ğümǐr”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 175.], Bülekov’un eserlerinden “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ” hikâyesinde cepheden dönen Geyzulla’yı, “Qıyırsıq Ay” (Bir Parçacık Ay) povestinden Sıntimir’i; hikâyelerinden “Qǔyǔp Yawa Yamğır”’ (Şiddetli Yağıyor Yağmur)’dan Eklime’yi, “Ğümǐrkäyźär Tǚş Kǐwǐk” (Ömürler Rüya Gibi)’ten Merfuğa’yı; povestlerinden, “Qıŋğıraw Säskä”den Reyse’yi, “Qıştıŋ Täwgǐ Kǚnǚ” (Kışın İlk Günü)’nden İşbike’yi, romanlarında belirgin karakterler olarak “Kilmǐşäk”te Bibinur ve Nefise’yi, “Ğümǐr Bǐr Gǐnä”de ise Kemeriye, Sibeğetullina ve Roza’yı örnek olarak göstermektedir.
Fenil Küzbekov’un düşünceleri de Bayımov’un görüşlerine yakındır. Küzbekov, Dinis Bülekov’un eserlerinin genelinde gençlerin hayatını şekillendirecek düşüncelerin yer aldığını ve eserlerin merkezinde ideal sayılabilecek kişilerin yer almasının tesadüf olmadığını vurgular. Bülekov’un ilk eseri “Qŭyaş Yarsığı” ve yazarın son eseri olan 1995’te yayımlanan “Tıqrıq Başı – Bǐźźǐŋ Bilämä” (Çıkmaz Sokağın Başı Bizim Malımız) adlı eserlerini örnek olarak göstererek yazarın eserlerinde yer alan kişiler için şöyle bir değerlendirme yapar: “Onlar, her zaman yükseğe, yıldızlı göğe kanat çırpan, gururlu, sadece dış değil iç güzelliğe de sahip olan kişilerdir.”[19 - Fenil Küzbekov, “Ğümǐrkäyźär Bǐr Gǐnä …”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 208.]
Eleştirmen Fenil Küzbekov, Bülekov’un eserlerinde karşılaşılan kahramanların genelde, mücadeleden kazanan rolüyle çıktığını belirterek, “hayatın güneşli” tarafında yaşayan kahramanların bu özelliklerini yazarın eserlerinden şu örnekleri vererek açıklar:

“Hemit (Upqın Sitǐndä Bǐyǐw) ile Akbulat (Tıqrıq Başı – Bǐźźǐŋ Bilämä), savaşta kaderi belirlenen Geyzulla (Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ), genç sevdiğini endişelendirmemek için yağmur çamur demeden onun yanına gitmek için acele eden Gefür (İŋ Ŭźǔn Tǚn), hazinenin mallarını korumayı namus borcu bilen Meselim (Bǐr Tǔq Bǔyźay) (Bir Çuval Buğday) gibi karakterler, hikâyelerde felaketle karşılaştıkları anlarda iyimserlik üstün gelir. Savaşçı Azamat sevdiğinin ölmüş bedenini faşist tankının ezmesine izin vermez (Şarlawıq). Ressam Sınbulat Karağurov, kalp krizi geçirdiği hâlde büyüleyici bir tablo ortaya çıkarmak için kendinde güç bulur (Şäfäk Miźgǐlǐndä). İlk aşkını ömrünün sonuna kadar unutmayan doktor Zeynep, annesinin terk ettiği bir sabinin ölümünü kolay kolay kabul etmez (Harı Handuğas Balahı).”[20 - Küzbekov, agm., s. 208.]
Bülekov’un eserlerinde geçen yer adlarında da yazarın doğduğu yer olan Meleviz ilçesine bağlı Arıslan köyünün özelliklerinin görülebileceğini belirten Ravil Bikbayev bu görüşünü şu cümlelerle ifade etmektedir:

“…Dinis Bülekov, Meleviz ilçesinin Arıslan köyünde, sokaklarına Kinye kahramanın izlerinin oyulduğu bir yerde, herkesi ilk görüşte kendine âşık edebilecek kadar güzel olan Nögöş boylarında doğmuş ve büyümüştür. Burada Nögöş, Ural Dağları’nın yüksekliğine, Başkurt bozkırlarının genişliğine ve güzelliğine katılır. Onlar, yazarın gönlünde ilahî bir ışık olarak açılmıştır. Bunun için de onun nesrini tabiatın dışında düşünmek imkânsızdır, çünkü tabiat onun eserlerinde asıl kahramanlardan birisidir. Eserlerindeki yer, su isimlerine dikkat ediniz: Kǐyäw qaşı (Damat Kaşı), Aqtübä (Aktepe), Käläş küźǐ (Sözlü Gözü), Balşişmä (Balpınar), Yǚźşişmä (Yüzpınar) Köyü, Yämbirgän (Güzellik Veren) Köyü, vb.[21 - Ravil Bikbayev, “Yaqtı Dǔnyalarźan Kitmäyäsäk…”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 11.]
Bayımov, yazarın ilk hikâyelerinin özelliğini, hikâyelerin adlarından da anlaşılabileceğini belirterek “Xıyal mǐnän Ŭsraşıw” (Hayalle Karşılaşma), “Täwgǐ Hǚyǚw, Täwgǐ Yaratıw” (İlk Sevgi, İlk Aşk), “Hulımaś Säskälär” (Solmaz Çiçekler) örneklerini verir ve bu hikâyelerin kahramanlarının da romantik ruhlu, temiz kalpli, dünyaya âşık hayaller olduğunu ancak, bunun Bülekov’un eserlerinde asıl tema olmadığını yazar. Bu konuları, Bülekov’un henüz yazarlığın başında olmasına bağlar[22 - Bayımov, agm., s. 174.].
Bayımov, Dinis Bülekov’un hikâyeleri, povestleri ve romanlarının konularına göre tasnif edildiğinde ikiye ayrılabileceğini belirtir. Bayımov’a göre yazarın eserlerinde temelde iki konu ele alınmıştır. Konulara göre de bu tasnifin bir tarafında “Yäşǐn Atqan Kǚn” (Yıldırım Düştüğü Gün), “İŋ Ŭźǔn Tǚn”, “Ğümǐrkäyźär Tǚş Kǐwǐk”, “Qıştıŋ Täwgǐ Kǚnǚ” gibi hikâye ve povestleri ve “Kilmǐşäk” romanı bulunmaktadır. Bu eserlerin merkezinde genelde güçlü bir ruha sahip, gururlu, “ideal” karakterlerin yer aldığını söyler. Tasnifin diğer tarafında ise “Qıyırsıq Ay”, “Qıŋğıraw Säskä”, “Diŋgǐz Mǔŋǔ” (Deniz Sesi), gibi povest, hikâyeler ve “Ğümǐr Bǐr Gǐnä” romanı vardır. Bunlarda da asıl karakterler, dramatik kadere sahip kişilerdir. Eserlerdeki çatışmalar da daha çok kadın erkek ilişkileri, “aşk üçgeni”, insanların mutluluklarını vaatlerle bozmaya, samimi duyguları kötülemeye çalışanlarla mücadele temelindedir.[23 - Bayımov, agvm., s. 176.]
Eserlerindeki konuları ve bu konuları anlatmak üzere seçtiği kahramanları gündelik yaşamın içinden seçen Bülekov’un, Başkurt edebiyatındaki yerini belirlemek adına Bayımov, Rus edebiyatı ile ilgili Tolstoy’un görüşünü de yazarak, şu değerlendirmeleri yapmıştır:

“19. yüzyılda Rus edebiyatının yenileşme döneminde meşhur Tolstoy, “Bizde gündelik yaşam hakkında yazmıyorlar. Edebiyatta insanların yaşamını tasvir eden yazarlar olmalı.” demiştir. Rus edebiyatında her dönemde gündelik yaşamı anlatan eserler merkezî olmuştur. Çehov, Turgenov gibi, Sovyetler zamanında da Lipatov, Solovhin gibi. Elbette bu isimlerin üslubu tek bir kalıba sığmaz.
Başkurt edebiyatında da bu özellik, birkaç eser hesaba katılmazsa, maalesef çok gelişmemiştir. Buna, Sovyet zamanında, edebiyatın, bütün iç dünyanın ve ahlakın siyasetlendirilmesi, çok uzun bir süre tahrif eden sosyalizm kanunlarının hüküm sürmesi de sebep olmuş olabilir. Dinis Bülekov’un nesrinin teması ve değişik özellikleri, yazarın icat muhiti ve anlatma tekniği edebiyattaki yeni başlangıçlar olarak adlandırılmaz mı? Her hâlükârda, Bülekov’un eserlerinde bizim yaşadığımız hayat, günümüzdeki ilişkiler, sevgiler, aldanmalar, kutsallıklar ve kötülükler pek çok açıdan anlatılır. Bülekov’un öykülemedeki doğallığına galiba yazarın yaşamı, içtimai ve şahsi tecrübeleri yardım ediyor. Eserlerinde tasvir edilen olaylar ve karakterler düşünüldüğünde, yaşanmış, görülmüş etkisi bırakıyor. Bu da ustalık belirtisidir.”[24 - Bayımov, agm., s. 178.]
Bülekov ve eserlerinin özellikleriyle ilgili, filoloji profesörü ve Başkurdistan Yazarlar Birliği Başkanı olan Ravil Bikbayev de “Okuyuculara kendi sözünü söylemek için, hayatın hızlı ve acımasız akışında her zaman merkezde olmaya çalıştı, zamanın değiştiğini hissederek eserlerinde de bunu gösterdi. Eserlerini zamanın dışında düşünmemek gerekir. Dinis zaman yolculuğu hakkında düşünerek, olayların soğumasını bekleyen yazarlardan değildir. O, hayatın sıcak izlerinden, gürültülü patırtılı yollarından yürümeyi sevmiştir.”[25 - Kinyebulatov, age., s. 5.] yorumunu yapar. Bikbayev’in bu yorumu Başkurt edebiyatındaki başlangıçlar için Bayımov’un sorduğu soruya verilebilecek bir cevap niteliğindedir.
Dinis Bülekov’un edebî kişiliği ile ilgili Robert Bayımov’un bir başka değerlendirmesi şöyledir:

“Dinis Bülekov, onlarca povest ve hikâye kitabı, üç roman, tiyatrolaştırılan bir piyes, el yazması masada kalan hacimli bir epik eser yazarı. Onun tasvirleri, tarihî temeller, sadece bir içerik değildir. Kişiler, onlar arasındaki münasebet, aile, aşk… Yaşadığımız evin, ülkenin, hayatın sakin olması, dünyaya bakan pencerelerinin aydınlık olması içindir, hep mücadele etmek gerektiğini anlatan yazardır.[26 - R. Bayımov, vd, Yǐgǐrmǐnsǐ Bıwat Başqŭrt Äźäbiyätǐ, Ǚfǚ, 2003, s. 547-548.]
Bir röportajında, yazarların görevini, “Yazarın mücadele meydanındaki yeri, mitinglerdeki konuşmalar ile değerlendirilemez, yazardan söz bekler halk.” diyerek açıklayan Bülekov, aynı röportajında, “Halk menfaati için kaygılanan yazarlardan, iktidar sahiplerinin olumsuz işlerine rağmen parti teşkilatları elbette boşuna korkmuyor.”[27 - Esret Mirzahitov, “Kiläsäk Xätǐrźä Tamırlana”, Ağiźǐl, 1994, s. 5-6.] sözleriyle de yazarların toplum yaşamında önemli bir rol üstlendiğinin altını çizmiştir. Bülekov, eserlerinde halkın beklediği sözleri, siyasi sistemdeki çarpıklıkları bazen eleştirel bir dille, bazen de kahramanların cesur davranışlarıyla açık bir dille ifade etmiştir.
Bülekov’un eserleri, Başkurt Türkçesinde, Rusça ve Tatar Türkçesinde yayımlanmıştır. Dinis Bülekov’un kitap olarak basılan eserleri şunlardır:
Başkurt Türkçesinde neşredilen eserleri:
Qŭyaş Yarsığı (Güneş Işığı). Hikâyeler, Ufa, 1971.
Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ (Köyümün Ak Evleri). Hikâyeler, Ufa, 1973.
Harı Handuğas Balahı (Sarı Bülbül Yavrusu). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1975.
Aqbuź Alışqa Sığa (Akboz Dövüşe Çıkıyor). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1977.
Qıŋğıraw Säskä (Çan Çiçeği). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1979.
Upqın Sitǐndä Bǐyǐw (Uçurumun Kenarında Dans). Povest ve Hikâyeler. Ufa, 1981.
Qıyırsıq Ay (Bir Parçacık Ay). Povest ve Hikâyeler. Ufa, 1983.
Sağan Yapraq Yaŋırta (Akçaağaç Yaprak Çıkarıyor). Povestler. Ufa, 1985.
Şarlawıq (Çağlayan). Povestler ve Hikâyeler. Ufa, 1987.
Kilmǐşäk (Yabancı) Roman. Ufa, 1989.
Ğümǐr Bǐr Gǐnä (Ömür Tektir). Romanlar, Povest. Ufa, 1994.
Ğümǐr Bǐr Gǐnä. Roman, Ufa, 2011.
Rusça basılan eserleri:
Samaya Dolgaya Noç’ (En Uzun Gece). Povest, Hikâyeler.
Moskova, 1979.
Tanets Nad Propastyu (Uçurum Kenarında Dans). Povest.
Moskova, 1985.
Perekatı (Şırıltı). Povest, Hikâyeler. Moskova, 1988.
Dogoni Dal’ Golubuyu (Mavi Uzaklara Gidiyor). Povest.
Ufa, 1992.
Şerbatıy Mesyats (Ay Parçası). Povest. Roman. Moskova, 1994.
Jizn Dayetsya Odnajdı (Ömür Bir Defa Veriliyor). Ufa, 1996.
Tatar Türkçesinde basılan eseri:
Şäfaq Mizgǐlǐndä (Şafak Vakti). Povest. Roman. Kazan, 1992.

ROMANIN TANITIMI
1992 yılında Ağizil dergisinde basılan ve 1993 yılında Başkurdistan’ın en önemli ödülü olan Salavat Yulayev Devlet Ödülü’nü alan Ömür Tektir (Ğümǐr Bǐr Gǐnä) adlı roman, 1994 yılında da kitap olarak yayımlanmıştır. Romanla aynı adı taşıyan kitapta, Ömür Tektir romanı dışında Yabancı (Kilmǐşäk) adlı roman ve Açık Kapı (Asıq İşǐk) adlı povest bulunmaktadır.
Bülekov’un 1994 yılında yayımlanan bu romanı, 1996’da “Jizn Dayetsya Odnajdı” (Ömür Bir Defa Veriliyor) adıyla Rusça olarak Ufa’da G. Şafikova’nın çevirisiyle yayımlanmıştır. 2005 yılında da Belskiye Prostori (Akidil Ovaları) dergisinde Rusça olarak tefrika edilmiştir. Başkurdistan’da orta öğretim programı kapsamında 11. sınıfta okutulduğu için “Mäktäp Kitapxanahı Seriyahı (Okul Kütüphanesi Serisi)”[28 - Dinis Bülekov, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Zeynep Biişeva İsǐmǐndägǐ Kitap Näşriyätǐ, Ǚfǚ, 2011, s.2.] içinde, Ufa’da 2011’de tekrar yayımlanmıştır.
Ömür Tektir romanının başında, romanda anlatılan konu ile ilgili yazarın “Eserde olaylar uzun sürmüyor ancak, bu arada söylenebilenler de baştan aşkın.” açıklaması yer alırken romanın sonunda, eserin Peredilkino, Akmanay, Peredilkino’da 1990’da yazıldığı notu bulunmaktadır.
Eser, otuz bir bölümden oluşmaktadır. Bölüm sayısını gösteren açıklamanın altında “yäğni (yani)” denerek o bölümde anlatılan konu hakkında ipucu olabilecek bir cümle yazılmıştır.
Romanla ilgili bazı değerlendirmeler yapılmıştır. Ömür Tektir romanına ad olan “Ömür Tektir.” felsefi düşüncesinin yazarın pek çok eserinde işlendiğini belirten Fenil Küzbekov[29 - Küzbekov, agm., s. 207.] yazarın diğer eserlerinden örnekler vererek romanda “Ömür Tektir”in bir leitmotiv olduğunu ve kahramanlar arasındaki çatışmanın, hayatın kendisini, yaşamın anlamını farklı şekillerde anlatmak için işlendiğini belirtir. Gölfire Gereyeva[30 - Gereyeva, agm., s. 192-194.] da Ömür Tektir’de halkın, ülkenin, toprağın ve suyun kaderi, milletin geleceği hakkındaki düşüncelerin; cesur bir mücadele ruhunun bulunduğunu belirtmektedir. Romanda Bülekov’un Dağıtılan Cehennem (Tuźźırılğan Tamuq) adlı eserinde olduğu gibi macera ve gizemin yer aldığını ve “Ömür Tektir”deki İlğuca ile Gülşan’ı, Tuźźırılğan Tamuq’taki Enver ile Leysen’i esere kattıkları romantik bir ruhtan dolayı eşleştirirken, yaşadıkları kötü kaderlerle de “Çan Çiçeği” povestindeki Reyse’yi, “Ömür Tektir”deki Kemeriye ve “Dağıtılan Cehennem”deki Naza ile eşleştirir. Tabiat olaylarına diğer eserlerinde de farklı fikirler yükleyen yazarın, bu eserin sonunda Arğınbayev’in şiddetli yağan yağmurda gururlu bir şekilde, sağlam adımlarla yürümesini, tabiattan güç alarak gelecek mücadelelere doğru yürüyüş olarak değerlendiren Gereyeva, eserde siyasi, ekonomik, içtimai problemlerden daha ziyade medeniyete, dile, tabiata bağlı sorunların çok cesur bir şekilde anlatıldığını vurgular.
Ömür Tektir romanını, Dinis Bülekov’un eserlerinin yeni bir basamağı olarak değerlendiren Ehyer Hekim[31 - Ehyer Hekim, “Yäşäw Yämǐn Raślavsı Äśär”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994. s. 620.], romanda yer alan olayların asıl konu dışında geliştiği kanısının oluşmasına rağmen konuların ustalıkla tek bir merkezde toplandığını ve “Ömür Tektir.” düşüncesiyle romandaki asıl çatışmanın anlatıldığını belirtir.
Ehyer Hekim, Bülekov’un konuyu anlatma biçimi ve eserde kullandığı dille ilgili olarak da “Romanda olayların dinamikliğine, karakterlere dikkat etmemek mümkün değil. Dinis Bülekov’un bir başarısını daha görüyorum. Akıcı bir şekilde, halk diliyle yazdığı için eser kolay okunuyor; sürükleyici olan eserde kahramanlara katılıp bazen yazar endişeleniyor, bazen seviniyor, bazen de ironiye yer veriyor. Burada rahatsız edici bir akıl vermenin, okuyucuya ahlak kurallarını öğretmeye çalışmanın eseri bile yok. Sıcak hikâyeler, ibret verici dersler olayların akışında, karakterlerin zihnini kaplayan pişmanlıklarda tabii olarak ortaya çıkıyor.” değerlendirmesini yaparken eserde roman kahramanlarından biri olan Kaznabayev’in milletvekilliğine seçilmemesini “Hacimli eserin ucu ucuna denk gelmemiş yerleri de var.” diyerek eleştirmektedir. Bu eleştirisini de Bülekov’un gerçek yaşamında katıldığı milletvekilliği seçimlerinde, olayların böyle sonuçlanmamış olmasına dayandırmaktadır. Ayrıca olayların anlatımında ve tasvirlerde Kaznabayev’e göre Arınbasarov’un daha az anlatılmış olmasını da eleştiren Ehyer Hekim, bu eleştirilerin; “saflığı, adaleti koruyan, yaşamın güzelliğini onaylayan roman”ın olumlu taraflarına zarar vermeyeceğini belirtir.
Ravil Bikbayev[32 - Bikbayev, agm., s. 10-11.] 1992’de Ağizil dergisinde basılan romanın “Ömür Tektir” başlığının altında “Zamanın Olayları” yazıldığını ve bu sözlerin de Bülekov’un nesrinin asıl özelliğinin toplu ifadesi olduğunu söyler. Ayrıca Bikbayev, Remi Garipov’un “Ne anlamı var doğru söz söylemenin, doğru söz eğer gecikirse?” sözünü örnek göstererek “Dinis Bülekov’un ‘Ömür Tektir’ romanındaki sözlerin vaktinde söylenmesi, Remi Garipov’un acıklı sorusuna cevap gibidir. Evet, ömür de kader de namus da tektir. İşte bunun için bu roman herkese bunu hatırlatan ilahî bir eser ve paroladır.” değerlendirmesini yapar eserle ilgili olarak.

ÖMÜR TEKTİR
Roman
Eserde olaylar uzun sürmüyor, ancak bu arada söylenebilenler de baştan aşkın
    Yazar

İlk bölüm, yani aylı gece aysızından nesiyle ayrılıyor
Boş şehir sokağından, bir yerlere geciken yalnız tramvay etrafı gürültüye boğup, canhıraş bir hâlde koşarak geçti gitti; sanki onu arkasından kovalıyorlar, hatta aceleciliği yüzünden yanan trafik ışıklarına, duraklara da dikkat etmedi. O gidince, biraz vakit geçtikten sonra, kabir sessizliği yerleşir gibi oldu. Arada sırada ayakları kaldırım taşlarına değerse değen, değmezse aşağıya doğru hızla hamle yaparak geçip giden yalnızları da hesaplamazsan büyük taş şehrin, zor bir çalışma gününden sonra bitkin bir şekilde derin bir uykuya daldığına inanmayacak hâlin yok ya. Yaz gecesi, akıl almaz sıcak, hava leylak kokusuyla kaplanmış; bunun için mi acaba, her çalıdan, her ağaçtan, çiçekten demet demet ışık saçılıyor gibi…
Gökyüzünde dolunay yüzüyor. O kendisinin bugünkü kaderinden, payına düşen gümüşünden memnun; yavaşça, sadece ona verilen ay işlerini yaparak, yukarıdan gizemli bir şekilde aşağıya bakıyor; yerde neler olduğunu, neler yapıldığını sabırla gözden geçiriyor. Belki onun da işleri iyi değildir, böyle çiçek kokusu sinen sessiz bir akşam olmasına rağmen bazen yüzünü kırıştırıyor gibi, böyle anlarda da ıvır zıvır bulutlar çabucak onu kaplayabiliyor; her şeyi de görme, yerde neler yapılmaz; ayrıca, sen yüksektesin, alçalma! Hayır, ay bunlara razı değil, burnunun ucunda hareket eden ıvır zıvırları köpük üfler gibi tozutarak gönderiyor ve yine bakışlarını aşağı yöneltiyor. O bundan fazlasını yapamıyordur, onu biz insanoğulları da anlayamıyoruzdur. Belki bunu anlamak için bizim de bazen ay gibi yukarıdan aşağıya bakabilmemiz gerekiyordur.
…Aslında, şehrin büyük taş sokakları ilk bakışta böyle sakin görünmüş. İşte, nadiren olsa da yeşil gözlerini parlatarak geniş bir caddeden çalışkan taksiler geçiyor; bu kez de, üç sarı tanker takarak süt taşıyan araba bir ara sokağa girip kayboldu. “Ambulans” da “polis” de geçiyormuş. Ancak, bunlar bize, şehirde yaşayanlara, görünmüyor; sanki, bu patırtılara alışmışız, onları duymuyoruz da görmüyoruz da. Şimdiki beşer, dokuzar katlı hatta bunlardan daha yüksek binaların önlerinde yetişen leylak, kuş kirazı, iğ ağacı çalılarının çiçek kokularından başımız dönünce, bazen bunların arasındaki cıvıldayan bir iki kuşun sesine de şaşırıyor, kendimizi çoktan Ağizil ya da en azından Dim boyunun bülbüllü tuğaylıklarında[33 - Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.] hissediyoruz galiba. Bu bizim şansımız mı yoksa tam tersi…
Hayır, duyuyor musunuz, Ağizil ormanları ardında gök gürler gibi oldu? Yoksa yanıldık mı? Yok, işte, gök yüzünü ortadan bölerek yine düzensiz bir şekilde şimşek çaktı. Daha önce de şehrin güneyinde ağarmış görünen ufuk hangi arada böyle endişeli bir karanlığa gömülebildi ki?
Uzaktaki gök gürültüsü daha da dehşetli yankılandı, bu davranışından onun sabırsız oluşu seziliyordu, yoksa yıldırım kamçısını, şehrin yarısının gökyüzüne yetecek kadar vurmazdı. Böyle kötü davranmaya çalışması iyi mi yoksa?
Baş ucumuzdaki ay ablamız da çabucak yerinden hareket etti, güleç yüzünü kaşmir şalıyla kaplamak için acele etti. Mayıs ayında hiç olmadığı kadar, bir yarıktan serin, gönülsüz bir rüzgâr da esmeyi unutmadı. Bunun için birden bu defa da uyanan çeşit çeşit kuşlar öfkelendiklerini bildirmek için ağlayıp zırlar gibi gürültü yaparak cıvıldaştılar ve gizli bir yer bulup dikkat kesilerek sustular. Kuş kirazlarının, leylakların hoş kokuları da ağaçlarından dışarı gitmeden (onlar da rüzgârın onları koparmasından korktu galiba) yere yapıştı ya da çiçeklerin çiçeklerine hareket etmeden sarıldı. Gürleme, şu anda yaklaştıkça yaklaştı, o her durduğunda daha da inanılmaz bir şekilde elindeki kamçısını oynatıp durdu. Bunları kaşmir şalının kenarını sallayarak sabırlı sabırlı yukarıdan gözetleyen ay ablamız, öfkelenmekten ziyade utandı galiba; burada bana yer kalmadı der gibi, gözlerinden yaş dökerek hızlı hızlı yürüyüp gök kubbeden çekip gitti.
Vay, ev önlerinde de kimsesiz bir yer yokmuş ki. İşte, budaklı bir kavak ağacına dayanan delikanlı ile kız aniden aydınlığa çekildi, birisi saatine baktı, diğeri (yiğit parçası) acele acele yakındaki leylak dallarını toplamaya başladı.
– Yeter, ya görecekler! – diye usulca seslendi kız, gömleğini ara sıra çekiştirerek.
– Görseler ne… – cesur yiğit, olmadık yere kubardı.
Çok geçmeden, leylaklı kapıdan iki sarhoş çıktı. Bu ikisinden yeller esmişti. Erkekler göğe bakar bakmaz rahatlayıp gerindiler ve biri diğerinden istedi, sigara yaktılar. Leylak dallarının birisini iki tarafından da bir seferde keyifle ısladıktan sonra, el sıkıştılar ve her ikisi de ayrı bir tarafa gidip yok oldu.
Bir yerlerden başka sesler işitildi, birisi koşup geçti, birisi nefes nefese kaldı, yeniden rüzgâr estiğinde ta nerelerdeki bir balkondan büyük bir tencere kapağı düştü ve kaldırımda şangır şungur ses çıkararak uzun süre yuvarlandı; hatta o yuvarlanıp düşünce de bu hünerini bırakmadı; tıkır tıkır gelmeye çalıştı.
Kaçmak isteyen kişiler kaçana, başını öne eğip gitmek isteyenler gidene kadar sabreden serin rüzgâr şifer[34 - Bir tür çatı kaplaması.]leri titretip, demir kaplamaları takırdatıp omuzlarını gererek şöyle bir gayretlenmeye çalıştı ama durdu. Ondan sonra da tek tük iri yağmur damlaları tıpırdamaya başladı. Birden baş ucunda şimdiye dek olmadığı kadar çok şimşek çaktı, yerde iğne olsa, muhtemelen, o anda görünürdü. Ardından da şak diye yıldırım düştü; “Ya, gördünüz mü ağabeyinizi!” diyene kadar oldu bu. Ondan sonra da çok uzun bir sessizlik oluştu.
Şu andaki beş katlı bina, ilk bakışta tek gibi görünen, sadece biri dokuz diğerleri on dört katlı olan süslü binaların olduğu yerde. Giriş kapıları biraz yamulmuş, delinmiş, yer yer tahta ya da tenekeyle kaplanmış olduğuna da bakıldığında, onun çok eski ve çok önceleri yapıldığını anlamak mümkün. Ama bu beş katlının diğerlerine göre dikkat çekici bir özelliği var, bina büyük bir avlunun baş köşesinde, dipte, sakin bir yerde.
Yüksek binalar övünseler bile, muhtemelen, bu kısaya kıskanarak bakıyorlardır. Çünkü o her taraftan irili ufaklı kavaklar, kapı önlerinde leylaklar, kuş kirazları, kuşburnu, kartopu ve pek çok çiçeği olan sarmaşık dalları, oluklar ile kuşatılmış. Evet, karşısında bir akağaçlık arasında tek direkte yalnız fener sapsarı aydınlığını veriyor, ancak bu cimri aydınlık da pek çok yere ulaşamıyor galiba. Ulaşmasın, ona öfkelenmek mümkün mü? Buna rağmen, bahar, yaz geldiğinde bütün gençler akşamları bu kısa binanın etrafındaki kavakların altında. Onları, gündüz yakın civarlardan toplanıp gelen ebeler, dedeler, yaşlılar, çoluk çocuk değiştiriyor. Buraya araba sesi gelmiyor, şu anda gayretlenerek övünen rüzgârın esintisinin de burada gücü tükenerek ibiği düşüyor. Çoğu zaman, belki, yağmur da değmez ya, ama yağmur gökten düşüyor. Genel olarak söylendiğinde, işte böyle sessiz bir yerde bulunan eski, düzenli bina bu; pek göze ilişmez o, ama orada yaşayan kişilerden ağzından dairesini kötüleyen, yakınan bir kişiyle bile karşılaşmazsın. Halk dilinde onun kendisi gibi sade bir ismi de var: “Şakmakyurt (Kare bina)”. Genelde de şöyle konuşmaları işitmek mümkün.
– Arkadaş, merhaba, nerede yaşıyorsunuz siz?
– Nerede demek de ne, haydi, gir, çay içip çıkarsın, şu bizim kare binada işte.
Arkadaş diyen orada çay içmek için içeri girmeye hemen razı olur.
– E, e kare binada mı yani? – deyip gözlerini açıyor. – Biliyorum kare binayı nasıl bilmem.
Niye “kare bina” diyorlar ki? Öncelikle o, panelden yapılmış, kendiliğinden karelere bölünmüş. İkinci olarak da, hangi sebeptense, o kareler farklı renklere boyanmış; kahverengi, sarı, yeşil veya başkalarına. Boyaların renkleri de solmuş artık ama halk, diline bir dolayınca unutulmuyor. Kare bina, bu şekilde, altmışlı yıllarda yapılan ilk panel binalardan birisi, hatıra gibi, duruyor. Onu bu günlerde sadece görmeye gelenler de çok oldu, ama onu tamamen ilim adamlarına tahsis edince, orada yaşayanlar hakkında çeşitli dedikodular çıkmış. Güya, zenginlerin binası oldu bu diye, ancak ömür geçiyor kare bina da eskidi, binaların da çok iyileri yapıldı, e fikir değişmedi. Kare binada şu anda ilim akademisinden birkaç aile kalmış olmalı.
Daha yeni dinen azgın rüzgâr birden akağaç kıvrımlarının küpelerini yoldu, kavakların yeni çıkmaya başlayan yassı, taze yapraklarını kopartmaya çalışıp çatır çutur ettirdi ama onlar genç olduklarından yenilmedi. Yeryüzüne, rüzgârın ardından, tek tek saçılan damlalar serpildi…
O anda, sonunda, akağaçların arasından iki kişinin boyu peyda oldu. Gökyüzünü yararak parlayan şimşeğin aydınlığında bunlardan birinin beyaz bluz, siyah etek giyen bir kız, diğerinin kızcağızdan biraz daha uzun bir delikanlı olduğu açık bir şekilde göründü. Onlar kare binanın önce giriş kapısı tarafına doğru yöneldiler ve ayrılmadan tekrar durdular. Rüzgâra, yağmura bile itibar etmiyorlar yahu. Gençken, âşıkken böyle işte, birbirinden başkasını görmüyorsun. Bu ikisi de ellerini ellerinden ayırmadan sadece birbirlerine narin bir şekilde bakıp durdular, ondan sonra dayanamadılar, birbirlerine sarıldılar. Rüzgâr yukarıda sertleşiyor, Akağaçların demet demet salkımlarını eğiyor. İşte bir an onların, gençlerin dikildiği civarı ayırarak geçti, fener ışığı hızlıca delikanlıyla kızın yüzlerini aydınlattı. Bu arada da kızın en fazla on sekiz – yirmi yaşlarında olduğunun, gecenin parlaklığını kendinde saklayan kuş kirazı gözlü, çizilmiş incecik kaşlı, genel olarak, çok sevimli, yuvarlak yüzlü, çok zarifçe kısaltılmış sık saçlı olduğunun fark edilmesine izin verdi. Yiğit, tam tersine, geniş yüzlü, kalın kaşlı ve burnunun altında çizilip giden siyah bıyıklı biriydi. O da en fazla yirmi bir – yirmi iki yaşlarındadır, çok geçmedi, fener sallandı ve onların etrafı yeniden karanlığa gömüldü.
– İlğuca, ben seni özleyeceğim, – diyen kızın sıcak fısıltısı duyuldu gecenin yüzünde. Diğeri donuk, kalın bir sesle sakinleştirmeye gayret etti.
– Ben cumartesi geleceğim tamam mı, bekle! Benim Gülşan’ım!… deyip heyecanlandı.
– İlğuca’m!– dedi diğeri.
– E, sen benim Gülşan’ımsın! Benim gülüm, senin adın bir tane… bütün dünyada bir tane!
– Bir tane değildir. Biliyor musun, annem söylüyor, adın diyor kızım, gül bahçesini anlatıyor, diyor. Kızım bir tane olunca, haydi, bütün çiçeklerin bütün güzel özellikleri de benim kızıma geçsin diye düşündüm diyor.
– Güzel ad, Gül-şa-an! Gerçekten de senin adın güzel, tek, Gülşan!
– E… ya kendim? – Kızcağız sırlı bir şekilde kendi kendine güldü galiba, avcuyla delikanlının ağzını kapattı. Diğeri sabredemedi:
– Sen şey… – ne söyleyeceğini bilemeyip şaşırınca, birden hayallere daldı. – daha da tek. Evet, tek, sadece bir tane benim Gülşan’ım. İster misin, şimdi bu fırtınada bağırayım?
– E, ne diyerek?
– Ben Gülşan’ı seviyorum diyerek.
– Nasıl?
– İşte böyle… – İlğuca birden kızı kendine çekti, bağrına yaslayıp sımsıkı kucakladı ve gecenin aydınlığında uzun uzun Gülşan’ın gözlerine baktı. Ondan sonra da öpmek için kızın dudaklarına yöneldi. Ama o anda çalıların arasında bir çıtırtı duyulur gibi oldu. Delikanlıyla kız irkildi, bu, gerçekten de boşuna değildi, birden kapılar açılıp kapandı ve sokağa beyaz gecelikli bir kadın geldi.
– Kuruyasıca, bin bir zahmetle yıkamıştım, kökü kazınasıca! – diyerek o, yumruğunu göğe salladı, topuğuna kadar uzanan geniş bir gecelik giyen, hâlâ uykusundan uyanamamış, eşinin gelmesini beklerken de her zamanki gibi göğüslerini bir sağa bir sola sallaya sallaya, bir elinde naylon bir tas tutarak delikanlıyla kıza neredeyse dokunacak gibi, hızlıca geçip gitti.
– Niye aptallaştın kaldın, haydi girsene, – diyen sert sesi yankılandı ardından. Ama erkek olan düzgün yürümedi, omuzlarını öne eğerek olduğu yerde kaldı.
Geniş gövdeli akağaç ardına gizlenen Gülşan, İlğuca’nın kulağına uzandı:
– Bizim komşuların görmemeleri daha iyi… – dedi. Ondan sonra yine ekledi. – Seğize Abla’ya yemek verme, tek dedikodu yapmasını söyle.
Çok geçmedi, büyük bir tas tutarak kadın geri döndü. Olduğu yerde kalan kocasını görüp, acımadan kenara itti.
– Git, rezil, seni götürmek neye yarar…
Kocası uyandı, sonra, şaka yaptı.
– Belki, şeydir, karım gençliğimi aklıma getirmiştir, hi-hi!..
– Sana öyle gelmiştir. Git, en azından, çamaşır iplerini al eve götür. Yarına kadar ya kalır ya kaybolur. Buradaki serseriler…
– Niye durmasın, sığır boynuzuna mı takılmış yani! Rüzgâr esince kadının eteği havalandı ve sallanıp duran fener ışığında onun çırılçıplak, geniş baldırları kocasının gözüne takıldı. O, arka tarafa geçip koltuk altından tutmayı bırakıp birden kadının yumuşak yerinden tuttu.
– Haydi, karıcığım gidelim.
– Diğeri iki dirseğini de sallayıp çekip gitti ama, sesindeki kızma belirtilerini kesip, hatta biraz da nazlanarak konuştu.
– Senin yani o…
– Rüzgâr var, karıcığım, girelim serin, – diye mırıldanarak karısının arkasından çekiştirdi adam.
Arkalarından kapının kapanmasıyla, bütün bu şeyleri gören, izleyen Gülşan sevgilisinin bağrına yüzünü gizledi.
– Hay, şu Meğefür Ağabey, utanmaz ya, her şey için hep çene çalar durur, – dedi.
İlğuca konuşmadı. O anda olup biten görüntüden onların ikisi de rahatsızdı. Sadece sarılarak dikildiler. Az sonra bu olay unutuldu galiba, onlar birbirlerine eridi, delikanlı arzuyla tutup öptü.
– Ben gireyim artık, annem merak etmiştir, – diye duyulur duyulmaz yankılandı kızın sesi. Delikanlı ona karşı konuştu:
– Biraz daha kalalım da…
Onlar arzuyla öpüştü. Gülşan endişelendi.
– İlğuca nasıl döneceksin ki?
– Giderim, bana ne ki bu! – diyerek cesaret göstermek istedi diğeri.
– Ya bize girelim mi? Annem yanlış anlamaz. Ancak burada…
– Yok, Gülşan, Feyrüze Abla hasta. Başka bir zaman belki…
Bu duruma ikisi de içten bir şekilde sessizce güldü. Gülşan yönelip kare binanın pencerelerine baktı.
– Herkes de uyumuş, hiçbir pencerede ışık kalmadı, – diye belirtti o.
Yağmur damlaları güçlendi. Şimşek hiç aralıksız çakmaya başladı. O esnada, hiç beklenmedik bir şekilde çok şiddetli bir şimşek çaktı, sanki onların sığındıkları akağaca vuruldu.
– An-neciğim!! – diye çöküverip, İlğuca’nın bileklerine yapıştı o korkusundan, ama diğeri arka arka çalılık arasına girip duruyor. Şaşıran Gülşan birden ona seslendi.
– İlğuca niye ıslak ağaçların arasına giriyorsun?
O anda, Gülşan’ın aklını çıkartarak, birisi kızı tuttu ve delikanlıyı da arkasından itti.
– Yürü, küçük hanım, yürü, yiğidin varsa sen niye korkacaksın! – ses kaba, istihzalı idi. – Islak çalılık ileride şimdi! Hemen gideriz. Şimdi biraz sabret! Senin gibi kokmamış taze sazan işe yarayacaktır…
– Sizi utanmazlar! Kimsiniz siz? – Lakin azman gibi bir delikanlı debelenen kızın omuzlarına parmaklarını batırdı. Ya acıdan ya da aklı çıktığından Gülşan bağırmak isteyerek ağzını açtı, ancak güçlü bir el onun ağzını kapattı ve bileklerinden sıkıca tutup öne doğru çekiştirdi. Ter sinen pis avuçtan ne kadar kötü bir koku geliyordu. Canını kurtarmaya çalışıyor ama kaçılacak gibi değil. Delikanlılar iki kişiydi. İki taraftan da sıkıca tutmuşlardı. İşte, Gülşan’ın nefesi kesiliyor, boğuluyor ama ağzını iyice kapatan kötü kokulu avuçtan da kurtulurum deme.
– Debelenme, sazan, gidince yere yatıp birlikte debeleniriz!… – Bu tamamen başka bir ses. – Kimin utanmaz olduğunu o zaman öğrenirsin.
Yok, daha deminki ilk ses de uzak değilmiş:
– Çok güzel görünüyorsun, tutacak yerin de var… – Bu sözler ile bu rezil, Gülşan’ın göğsüne yöneldi, bir anda kurtularak kızcağız, diğer yiğidin elini ısırdı. Tabi, kendininki kıymetli, “ah!” dedi.
– Bırakın bizi, kimsiniz siz? – diye bağırdı ama onun sesi bu geceki mahşerde çok uzağa gitmedi. Aklına şöyle bir fikir geldi: “İlğuca’yı nereye koydular, yoksa… yoksa bırakıp kaçtı mı?” Ama ikinci bir iç ses karşı çıktı: “Yok, bu mümkün değil, değil!…”
Eli ısırılan yiğit, ağzından içki kokusu saçarak birden sinirlenip, Gülşan’ı arkadaşından çekti aldı.
– Versene, ben seni, dişlerini ağzına dökerim, kancık!…
Kızcağız bir süre şuurunu kaybetti, o hiçbir şey işitmez oldu. İlk delikanlının söyledikleri zar zor kulağına çalındı.
– Değme, Vadik, bırak, işi bozuyorsun!
– Neyini bozuyormuşum onun? – zehir saçıyor o.
Önceki ses yine karşı çıkıyor:
– Sadece bugünle yaşama moruk, işi bozuyorsun. Kendi aralarında tartışıyorlar. Her hâlde sana düşecek, korkma!
– Korkulacak bir şey kalmadı artık…
Kendine geldiğince Gülşan ile İlğuca yan yana duruyorlardı. Metruk bir demir garajdı. Yukarıdan şıpır şıpır su akıyor, burası bir barınak gibi. Bir de baş ucundaki demir tıkırdayıp duruyor. Bir yerden sallana sallana aydınlık giriyor. Pencere gibi olan şeyler bir delik sadece, ayrıca rüzgâr da esiyor. Gülşan üşüdü, gayriihtiyari İlğuca’ya yaklaştı. Diğeri de ona sarılmaya çalıştı…
– Bırakın bizi, yiğitler, – İlğuca’nın sesi duyuldu. – Bizim ne suçumuz var?
Gülşan’a, aklı yeniden döndü. Acınacak hâlini anlasa da, içinden “Aferin, gitmemiş İlğuca, sesi de ağlamaklı çıkmıyor” – diye belirtti. İlğuca’yı yanında hissetmek Gülşan’a biraz olsa da rahatlık veriyordu. “Bunlar kim?” diye bir düşünce geçti aklından, ondan sonra bu kötü adamların ne yapmaya niyetlendiklerini anlayınca, korkusundan birden dizlerinin bağı çözüldü. İlğuca’ya doğru eğilmeye başladı. Ama niye tutmuyor o Gülşan’ı? Kırık pencereden şimşek çakıyor, duruyor duruyor da gök tepe insanın aklını çıkartacak gibi yarılıyor. Bu kızcağıza güç veriyor. Gözlerini açıp baksa, onları dört azman kuşatmış.
– İlğuca… – diye yavaşça sesleniyor kız. Bu kez diğeri de duydu, başını çevirdi.
– Gül-şa-an… – diye acıyla çıktı sesi. Ama bunu duyar duymaz “tak” diye vurdular. İlğuca külte gibi arkaya doğru gitti, ondan sonra yine sürüklediler. Vay, ne görsün: “İlğuca’yı iple sıkıca bağlamışlar. Kımıldaması mümkün değil zavallının. Birden Gülşan’ın aklına bir fikir geldi: “Çamaşır ipi Seğize Abla’nın bıraktığı çamaşır ipi.” Kendisi bile fark etmeden:
– Niye, adamın ipini aldınız? – demez mi? Delikanlılar kah kah güldüler. Gülşan onların birini bile tanımıyor, daha doğrusu, onların yüzü görünmüyor. İşte aralarında “r” harfini tam söyleyemeyen peltek deminden beri kaldırıp şişe ağzını emen arkadaşına yöneldi:
– Ve-sene, Vadik, içkiyi biy sen lıkı-datıyo-sun, bu adil değil.
İşte peltek içince dile geldi:
– Ya, yiğitçik, çamaşıy ipini tanıyınca, sazan yetişti demek.
Ağzından kan tüküren İlğuca hâlâ onlara sesleniyor.
– Yiğitler, sizin için şu an iyi ama, hesap verme zamanı da gelecek. – Onun sesi soğuk ve sert yankılandı. İlğuca devam etti. – Ben, öğrenciyim, bütün tıp fakültesinin yiğitlerini toplayacağım, amma sizi bulacağız. O zaman, peltek, “ha” deyinceye kadar senin ensene çökeriz.
Bu konuşma yiğitleri ayıltır gibi oldu. Ancak onlar kötülüklerine devam etti. Vadik denileni bir yerden bıçak getirip çıkardı ve bağlı olan İlğuca’nın çenesine dayadı:
– Sen, sefil, bizim ensemize nasıl çökeceksin ki? – diyerek imalı bir şekilde gülüp içki kokusunu üfledi İlğuca’ya. Biz şimdi öbür dünyaya senin ardından gitmeye hazırlanmıyoruz. Ha-ha! – Ondan sonra yine vurmak için elini kaldırdı ama bu kez, İlğuca yana çekildi.
– Bağlı birini dövmek erkeklik değil! – dedi o.
Yiğitlerden diğer ikisi bir iki adım kenarda sessizce duruyor, onlar söze katılmıyor. İşi peltek azdırıyor:
– Biliyo musun, sefil, biz senin küçük hanımı gözünün önünde soyup, bu-ada şimdi sı-adan geçi-i-iz! Bu biy, ikinci ola-ak dilini tutmazsan, ikinizi de asa-ız.
Bu ana kadar afallayıp kalmış olan Gülşan birden ağlamaya başladı.
– Bırakın bizi, lütfen!… Bizim ne suçumuz var? Biz birbirimizi seviyoruz. Evet seviyoruz… – diye yalvardı kızcağız çırpınarak. İlğuca da biraz duygulandı ama boğazında düğümlenen şeyi güçlükle yuttu ve:
– Onlara yalvarma Gülşan, – dedi. Tamamen sakinleşti: – Onlar hayvan, sadist.
Peltek, imalı güldü.
– Hey, ne diye hayvanlay, sadistley diyo-sun? Demek öyle… – O birden gelip Gülşan’ın bluzunu çekip indirdi. – Vadik bu sazan daha önce senin elini ısı-mıştı, haydi başla, sen bi-incisin. Sana büyük hürmet! Tatlı ıyızık!…
İlğuca ipten kurtulmaya çalışıyor ama çok sıkı sarmışlar. Ancak, garajın köşesinde uygun bir demir görünüyor. O, Gülşan’a yaklaşmaya çalışıyor ama doğrulup bakmaya çekiniyor, onun Gülşan’ı iki eliyle yırtık bluzunun uçlarını birbirine tutuşturup göğüslerini kapatmaya çalışıyor.
– Gülşan, Gülşan – diyerek acımaktan başka bir şey yapamadı yiğit.
E, bu, göz açıp kapayana kadar oldu: Onun Gülşan’ını peltek aniden çamurlu yere yatırdı. Kız debeleniyor, ama kaçmasına imkân yok. Görüyor İlğuca: Vadik denileni, sarhoşluktan sallana sallana, pantolonunun kemerini çözüyor. Ya yer yarıldı ya da göğe yükseldi onu İlğuca hatırlamıyor, bu ana kadar hiç olmadığı kadar öfkeli bir sesle bağırdı:
– Dokunmayın ona!! Dokunmayın!… Beni asın, beni öldürün, gerekirse beni kesin, tek ona dokunmayın! – İlğuca ya ağlıyor ya da bağırıyor, kendisi bile onu anlayabilecek hâlde değildi. Bağlı olsa da, sarhoş Vadik’in yoluna boylu boyunca düştü, diğeri bunu beklemiyordu, sonra, birden itti, düşen İlğuca’yı Gülşan belinden kucaklayabildi, tekmelense de o, sevdiğine o kadar sıkıca yapışmıştı ki, vinçle bile çekip alınabilecek gibi değildi. İlğuca kurtulmak için bir yol aradı. – Ben size ne isterseniz veririm, – diye bağırdı gitgide kısılan bir sesle. – Sadece bizi bırakın! Dokunmayın bize, biz birbirimizi seviyoruz! Anlıyor musunuz? Seviyoruz! Bize birbirimizden başka dünya yok. Dünya yok!… – Bu kadar yalvardığına kendisi bile şaşırdı çok üzülen delikanlı. Ondan sonra ne kadar gücü varsa o kadar güçlü bir şekilde üstlerine doğru gelen pelteğe bağırdı.
– Gi-it, yaklaş-ma, gel-me gel-me-e!!. Ha-şe-re-ler. Öl-dürü-rüüm!!!
Aslında nasıl öldürecek ki, bağlı. İşte bu çaresizlikten söylenen endişeli sözden gök kubbe mi çalkalandı yoksa kare bina tarafına bir arabanın gitmesinden mi şüphelendiler, Gülşan ile İlğuca’yı ayağa kaldırdılar.
Bu ana kadar konuşmadan sadece kenarda duran iki kişiden birisi, güvercin sesi çıkararak hastalanmış gibi bir sesle konuştu:
– Hey, centilmenler olmuyor ki böyle, bunun gibi bir kızı çamurda yatırmak olmaz. Pamuk döşekler bitti mi ya? Olmaz, olmaz!… Haydi kavalyenin ellerini çözün!
Peltek bu emri “ha” diyene kadar yerine getirdi. Hatta Vadik denileni Gülşan’ın eteğini de çırpmayı düşündü, eli çözülen İlğuca ona vurmaya yeltenip bağırdı:
– Yaklaşma diyorum! – O, şu anda kendisini kontrol edemiyordu.
– Sakin, sakin davranın centilmenler! Birbirimize hürmet etmemiz gerek!… – deyip memnun bir şekilde kahkaha attı güvercin sesli. – Kavalye doğru söylüyor, yaklaşma, onun mülkiyeti yani. Bir kez daha kulağına sok; kim, yiğit doğru bir laf etti. Ne istiyorsanız, onu veririz, dedi. Doğru mu, gençler, yanılmıyorsam? Kavalye, sen de doğrula şimdi!
İlğuca’ya baş sallamaktan başka çare kalmadı.
Uygun bir zaman bulup, üstündeki kısa kollu gömleğini çıkardı ve tir tir titreyen Gülşan’a hemen giydirdi. Diğerleri seslenmedi, bundan faydalanarak İlğuca, Gülşan’ı omuzlarından tutup, yavaşça kendine çekiverdi. Bunların pençelerinden nasıl kurtulmak gerek. Oraya şimdi…
O anda peltek kenarda duran güvercin sesliden sigarasını yaktı.
– Evet, doğyu tahmin ediyo-sun şef! – diyerek geri döndü.
– Evet, aferin! Bu kavalyeyi ben çok beğeniyorum. Haydi onları ışığa alıp çıkın!
Hâlâ yağmur çiseliyor, ancak metruk garajdan aydınlığa çıkınca, İlğuca da Gülşan da birazcık nefes aldı. Ne de olsa, buradan kaldırımın arası yakın. İlğuca içinden düşünüyor: “Ne yapacaklar ki şimdi? Boş yere göndermezler. Gülşan’ı nasıl kurtarmak gerek. Kendim neyse…”
Telefon kulübelerinin sıralandığı tarafa çıkınca, o dört kişiden ikisi arkada kaldı. Durup konuşuyorlar, bir kurul kurmaya başladılar. Birisinin bile yüzü görünmüyor. Buradan kalkıp koşsalar da olurdu… İlğuca dikkatlice arkasına dönüp baktı. Hayır, peltek çok yakında duruyormuş. Eline de bir sopa ya da bir demir parçası almış.
Ses duyuldu:
– Kavalye, bozukluğunuz var mı?
– Yok, İlğuca özellikle cebini uzun uzun yokladı. Gerçekten de, para bulunmadı. Diğerlerinden birisi onlara bozukluklar fırlattı. İlğuca onların parlayarak ayaklarının dibine düştüğünü fark etti ve bir plan kurdu. “Polise telefon etsek? Yok, fark edecekler… Yeni bir tuzak kuruyor bunlar…”
Gülşan’ın gözlerinden hâlâ yaş akıyordu. Yoksa saçlarından düşen yağmur damlaları mı?
– Dayan biraz… – dedi İlğuca, ona bitmez bir sevgiyle bakarak. Onun deminki görüntüsünü gözlerinin önüne getirince içi ürperdi. Kızcağız sakinleşir gibi oldu.
Güvercin ses, yeniden homurdandı.
– Kavalye sen dürüst birine benziyorsun. Bütün güven de sende. – O biraz düşündü ve devam etti. – Tabi senin bize, kavalye, ihtiyacın yok böyle. Görünüyor, öğrencisin. Ağzını açınca öfken fışkırarak tören yapıyor. Sen leşini çıkarttırmak istiyorsun. Ama ağabeylerine leş lazım değil. Onlar buna alışmamış. Anladın mı kavalye!
İlğuca, Gülşan’ın tir tir titrediğini hissediyor. Ya sağ tarafa, ya da kaldırım boyunca, el ele tutuşarak kaçsalar mı? Belki de Gülşan’a kaçmasını söyleyip kendisi de bu haşerelere karşı mı gelmeli yoksa? Ama göz ucuyla görüyor: Onlar duvar dibine kıstırılmışlar. Yakında, silahlanan peltek, sağ tarafta Vadim dedikleri. İşte sol tarafa da bu zamana kadar tek bir söz bile söylemeyen dördüncü yiğit gitti. Ancak, çok da geçmedi, bir yerden beyaz “Ciguli” gelip durdu, içinden çıkmadan, arabasını homurdatarak beklemeye başladı. “Gitmeyi mi düşünüyorlar?” Bu düşünce İlğuca’nın içini ısıttı, ama güvercin sesli arabanın içinden şapkasını alıp giydi ve yaklaştı. Yüzünü sakal bıyık basmış, bunun için o tanınacak gibi değil. Sadece Gülşan onun bir hareketine dikkat etmiş.
– Baksana, – diye fısıldıyor o, biraz sakinleşmiş gibi yaparak, bunun zaman zaman başı bir tarafa kayıyor.
İlğuca da buna dikkat etti.
– Muhtemelen başlarıdır.
– Yoksa bağırsak mı? – deyip ikilemde kalıyor Gülşan, İlğuca’nın gözlerine bakarak.
– Bağırdığında ne olacak. Bizi kim duyacak ki… – Delikanlı tereddüt ediyor. – Belki giderler…
O anda peltek dile geldi.
– Hey, büyükley konuştuğunda dinlemek geyek ya. Dikkat etmiyoysunuz. Olmuyoy.
Başları, sözüne devam etti.
– … Yanılmıyorsam, kavalye bize güzel bir haber söylemişti. Öyle mi?
İlğuca söze katıldı.
– Neyi kastediyorsunuz ki?
– Neyi demek de ne, genç adam, senin titreyen ağzından çıkmıştı ya. Ne gerekiyorsa onu veririz, dedin. E, biz de bunu beğendik. Bizi ilgilendiren bu küçük hanım, ünlü cerrahın, profesörün kızı. Ünlüymüş, demek ki zengin de o.
Gülşan dayanamadı
– Ne, ünlüymüş, yoksa profesörler altın çıkarıyor diye mi düşünüyorsunuz, rezil!
Bu kez Vadim denileni birden yaklaştı.
– Tek dur, küçük hanım, sana söz verilmedi! Bizim şef böyle aksilikleri sevmez. Yoksa o garaja tekrar alıp götürmek gerekecek seni. Kolay kurtuldum diye övünme. Ben biraz ıslansam da her zaman hazırım.
– Sen faşistsin! – Gülşan sabredemiyordu. Bu kez söze peltek katıldı.
– Vadik muhabbetiniz daha sonya. Elinin üstünde bu küçük hanımın beyaz dişleyinin güzel izi duruyoy, bunu da unutma!
Başları, iki yandaşını engelledi.
– Ya centilmenler, yağmur altında böyle söz yarıştırmayalım. Galiba, küçük hanım böyle yaparak kıymetini düşürmek istiyor. Haydi önce önemli söze devam edip konuyu bitirelim ve onunla bugünü sonlandıralım. Anlaştık mı?
“Centilmenler” hemen başlarını salladılar ve iki tarafını kuşattılar. “Şef” sözüne devam etti.
– Kavalye, sen şimdiden gidebilirsin elbette.
İlğuca birden çok şaşırıp heyecanlandı.
– Nasıl yani… ben… gidebilirim?
Başları düzeltti.
– Tabi, doğru söylüyorsun, sen gitme! Eğri ayaklar daha şimdiden arkamızdan gelirler yoksa. Küçük hanım, biz seni çoktandır izliyoruz. Nihayet seni yakaladık. Artık boşuna serbest bırakmayız seni. Baban altın ocağında altın yıkamasa da, sıkça altın dişli kişileri ameliyat ediyor. Demek ki, zengin! Bu delikanlılar, – o üç tarafı işaret etti – çok istemiyor, hepsi on beş bin. Baban bize, on beş bin hum[35 - Burada paranın değeri 90’lı yıllara göredir. (Yazarın notu)][36 - Başkurdistan’ın para birimi.], e biz ona, sevdiği biricik kızını… Anlaşılmıştır diye düşünüyorum.
Şu ana kadar korkarak dikilen Gülşan’ı birden sıcak su döküp yaktılar mı ne, bileğinden tutan İlğuca’nın elinden fırlayıp, göz açıp kapayıncaya kadar gidip “şefin” yakasına yapıştı.
– Sen ne yani, hayvan, benim başımı parayla mı ölçüyorsun? On beş bin mi? Al, sana, al!… – O sağlı sollu başlarını tokatlamaya başladı. Çok öfkelenmiş olan kızı, peltek ile Vadim zorla ayırdı. Bu anda İlğuca da, kendi bile anlamadan, yiğitlerin üstüne atıldı. Gözü hiçbir şey görmedi, ortaya çıkıp yumruklarını salladı.
– Gülşan kaç!… – diye bağırdı bir anda. – Koş, ben onları bırakmam… İlğuca orduda komando olarak hizmet etmiş bir delikanlı, onların ikisine de yenilecek değildi, ilk önce birisini, sonra ikincisini uçurdu. Başları, bu işe dâhil olmadı, sessizce arabanın ön tarafına girip yerleşti.
Direksiyon arkasında oturan yiğit gelince, iş çabuk halledildi. Onlardan birisi İlğuca’nın başına sert bir şeyle vurdu. O esnada da, bu hengâmede kavga eden, ısıran Gülşan’ı arabaya doğru sürüklüyorlardı. Sersemlemiş bir hâlde yerde yatan İlğuca yüzü boyunca akan sıcak kanı avucuyla sildi, aklını kaçırtacak bir düşünce ona beklenmedik bir güç verdi. Gülşan’ı bağırtarak arabanın içine tıkıyorlar. Eşkıyalar acele ediyor. Bir anda da Gülşan’ın:
– Canım!! Kurtar!… – diye yürek parçalayan sesi kulağına çalındı. İlğuca eline geçen ilk taşı alıp, kudurmuş gibi bağırarak, hareket etmeye başlayan “Ciguli”nin kapısını çekiştirdi. Ondan sonra kapı açılmayınca dayanamadı, bir penceresine vurarak onu paramparça edip kırdı ve arabanın önüne dikildi. Görünüyor, arabanın içinde bir mücadele oluyor. Onun Gülşan’ını, biriciğini, alıp gitmek üzereler, maskara etmeye!
İlğuca çok düşünmedi, kaputun üstüne atladı. Bu anda, araba birden geri geri gitti ve bir dakika durup, öne fırladı.
İlğuca’nın bedeni arka tekere takılıp, biraz sürüklendikten sonra, su birikintisinin içinde devrilmiş bir hâlde yattı kaldı.
Bir yerlerden, dumanların arasından, Gülşan’ının sesi yankılanıyor:
– Canım!… Kurtar!..
Çok geçmeden hepsi de bu dumanda eriyip söndü. Ama dehşetli gök gürültüsü çok şiddetli bir şekilde yeri de göğü de titretir gibi oldu.

İkinci bölüm, yani profesör Arınbasarov, görevi bitmeden, Moskova’dan dönüyor
Profesör Arınbasarov çok yorgun bir hâlde Moskova’dan döndü. Gece boyunca uyumadı. Hâlâ görevi bitmemişti, klinikten acil bir telgraf çekmişler. “Sayın Arıslan Rehmetulloviç, çok acil bir iş çıktı. Ufa’ya dönmenizi rica ediyoruz. Topluluk” İşte bu kadar kısa bir haber, anlarsan anla, anlamazsan, yok. Ne olmuş olabilir? ÇP? Açıkça da yazmamışlar ki, yahu. Sempozyumu bırakıp döndü. Mikrocerrahiyle ilgili tecrübelerini paylaşıyorlardı. Bütün ülkelerden, Avrupa’nın en ünlü adamları toplanmıştı. Arıslan Rehmetulloviç, şimdi havaalanından taksiye binmiş dönüyor, onun yüzü asık. Çok sinirlendiği için, arabasını bile çağırtmadı; ya, döndüğünü bilmesinler. Karısını da iyice tembihledi. Önemli bir ameliyat falan olursa da başka cerrah mı kalmadı. Enstitüde mi bir şey oldu? Parti Teşkilatı seçim toplantısı desen, o da geçti. Burada “topluluk” demişler. Arınbasarov’un, kısacası, ortak bir fikre gelmeye nedense aklı yetmedi. Ancak bir şey içini ısıtıyor: İyi ki, konuşmasını daha önce yaptı. E, diğer çalışmaları o her ne olursa olsun görecek. Sempozyumun raporunu istetip aldırır.
İşte bu düşüncelerle dairesinin kapısına geldiğinde, şafak sökmeye başlamıştı. Komşusu Meğefür sokaktan bir çamaşır ipi tutarak girdi.
– Çok erkencisin, – dedi o.
– Tam tersi, geciktim, gece boyunca yolculuk yaptım.
– E, e… Biz de işte, sen dönüyorsun diye gece boyunca yağmur yağdırdık. Şimşekler çaktırarak. Bu kadarını da gören yoktu yani.
– İşte bu yağmur yüzünden uçak kalkmadı ya, komşu.
– Acele etme, Arıslan, iş işte, kurt değil, ormana kaçmaz. – Ondan sonra çamura bulanan çamaşır ipini gösterdi. – Ya, karım başımın etini yiyince çıkıp alayım desem, yerinde yok. Ta oradaki metruk garajın içinde buldum, – dedi. O yine ekledi: – İyi ki, sağlam kalmış, ya. – Ondan sonra komşusuna laf dokundurmak için acele etti. – Senden bir Fransız parfümü kokusu geliyor, Rus kızlar uğurlamış gibi. Tamam, korkma. Feyrüze’ye söylemem. Otelden bahsedersen elbette.
Sivri dilli Meğefür ile onlar yirmi yıllık komşular, bunun için de onun davranışlarına alışmış Arınbasarov. Suratı asık bir şekilde taksiden inen adamın içi bir kez daha rahatladı. Cebinden çıkarıp sigara tuttu ve göz kırptı.
– Ben yani, ben Meğefür. Benim uçak biletim var. Ama işte sen… çamaşır ipini bahane edip nerelerde dolaşıp geliyorsundur. Muhtemelen, Seğize’yi uyutup, kaçmışsındır.
İkisi de memnun memnun güldü. Tütünleri yakmaya başladılar. Meğefür’le karşılaşmalarına çok sevindi Arınbasarov, çünkü, Feyrüze’sinin yanına asık suratla girmek istemiyordu. Nereye giderse gitsin, her zaman özlemle bekler Feyrüze’si, yüzünde bulut eseri bile görmezsin.
Böyle diye tam düşünemedi bile, kapı kendiliğinden açıldı. Koridorda Feyrüze’si dikiliyordu. Kapı açıldığında onu hep, uzun mavi sabahlığıyla görmeye alıştığından bu kez şaşırdı kaldı Arınbasarov: Karısı elbiseli, omzunda çiçekli bir örtü.
– Vay, karıcığım, selam, – o, birden saatine baktı, – işe gitmek için erken değil mi ya? Daha yedi yeni oluyor.
Feyrüze heyecanlandığını belli etmemeye çalıştı. Arınbasarov, yağmurluğunu çıkarıp, karısına uzattığında gayriihtiyari onun gözlerine dikkat etti, vücudu bir yandı, bir soğudu. Hemen arkasındaki kapıyı kapattı ve Feyrüze’sini kucakladı. Beynini bir düşünce yaktı. Kendi bile fark etmeden:
– Şey, annem mi yoksa?… – diye korkarak, nefesini bir defada dışarıya üfledi; ayaklarının bağı çözülerek, o, duvara yaslandı. Annesi çoktandır hastaydı, ama köyü bırakmak istemediğinden hâlâ, köyde kardeşinde kalıyordu. Yaşlı yani artık.
Nasıl bir hata yaptığını Feyrüze’si de anladı ve acele edip başını salladı.
– Yok, Arıslan, kayınvalidem iyi, – o, kocasının göğsüne başını koydu. Dün köyden aradılar, bu yıl habantuy[37 - İlkbaharda kutlanan geleneksel bir bayram.]a çağırdılar.
Arınbasarov, karısının beyaz telleri görünen yumuşak kahverengi saçlarını okşadı, kıvırcık saçlarının bembeyaz nefis boynuna değer değmez titremesine büyülenerek baktı ve nedense hisleri taşıp gitti, gençliğinde olduğu gibi, sıkıca, göğsüne yasladı:
Diğeri daha sıkı bir şekilde yaslandı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
– Sus, kızımızı uyandıracaksın, – dedi Arıslan, ama karısını göğsünden ayırmaya kıyamadı. Çok eski, yılların ta diplerinde kalan önemli bir gün geldi aklına birden. O zamanlarda Arıslan, enstitüyü bitirmişti, Moskova’ya asistan olarak gitmesi gerekiyordu. Feyrüze, üçüncü sınıfı yeni tamamlamıştı. İlk ayrılışları idi. Sevgileri çok güçlü olsa da öğrenememişlerdi daha. Havaalanına uğurlamaya gelince, uçağın havalanmasına az bir vakit kaldığını akıllarında tutarak, yakındaki akağaçlığa gittiler. Bavullar verilmişti. İşte o zaman, tam bugünkü gibi, onun göğsüne başını yaslayıp ağlamaya başlamasın mı? Engelleyebilirim deme. Öyle yapıyor Arıslan böyle, yok, durduramıyor. Sanki cepheye gidiyor. Hatta o da duygulanmış, gözünün kenarından damlalar çıkmıştı.
Uçağa geç kaldılar. Bavul gitti. Ama, ağlamaya da öpüşmeye de doydular, sonra yeni sefere bilet alamayınca da Feyrüze gişenin karşısında ağladı. Üzülüp, Moskova’ya bir bilet bulup vermişlerdi.
Arınbasarov gülümseyerek, memnun bir hâlde dikiliyordu. Karısı bunu, başını kaldırıp bakmasa da sezdi.
– Niye gülümsüyorsun? – dedi, kendi vücudu yay gibi sertti.
– Havaalanını hatırladım, – dedi Arınbasarov, karısının başını göğsünden ayırıp. – Niye yoksa dönmeme sevinmiyor musun? Baksana, bak, gözlerin kızarmış. Sana ağlamak yakışmıyor karıcığım.
– Ben sadece böyle… böyle… Şimdi biter, – Feyrüze acele ederek örtünün ucuyla gözyaşlarını sildi. – Zamanın değilse de, dönse keşke diye dilemiştim.
Onlar salona geçti. Feyrüze hemen çay yaptı. Kocası tıraş olurken:
– Özledin de mi yani? – diye şaka yaptı. Mutfaktan bakan Feyrüze’si şakayı kabul etmedi.
– İşten telgraf göndermişler– diyerek konuya başladı Arınbasarov, diplomat çantasını boşaltırken. Bu sana, Fransızların çıkardığı markalı bir parfüm! E, bu da Gülşan kızıma… Gül-şan’ıma… – O, karısına doğru baktı. – Onu uyandırmayalım mı yani? – Ondan sonra kendisi cevap verdi.– Tamam, sınavları başlayacak, biraz uyusun, dinlensin. Onun için ayakkabılar… İşte! Hindistan’dan getirmişler. Artık bizim ülkeler arasında da alışveriş iyileşiyor. Sempozyumun yapıldığı yerde sattılar. – Bu sözlerle o, masaya parlak, süsleri olan beyaz ayakkabıları koydu. Daha çok da ayakkabının üzerindeki küçücük mavi çiçekler cezbedip kendine çekiyordu. Feyrüze de deminki hislerini unutup tamamen çocuklara benzeyip ayakkabıları eline aldı.
– Çok güzel yapıyorlar şimdi! – diyerek büyülendi, dayanamadı, birisini giyip bakmak istedi, ama onu kocası engelledi.
– Bıraksana ya, topuklarını kırarsın… Senin ayağın daha büyük.
Divanda ayakkabının tekini tutarak biraz düşündükten sonra Feyrüze konuştu.
– Arıslan kızma tamam mı! – dedi, o yine kedere battı. Arınbasarov dikkat kesildi.
– Ya ne oldu? Deminden beri ben seni anlamıyorum, karıcığım!
– Olmadı da o…
– Sonra, niye böyle sulu gözlü oldun?
– Kızmamaya söz veriyor musun?
Arınbasarov sinirlendi.
– Veriyorum veriyorum, çabuk söyle. Çünkü benim kliniğe gitmem gerek sekize kadar. İşte, telgraf çekmişler… Mavi kâğıt Feyrüze’nin elinden yere düştü. O, onu uzanıp almadı. Kocası bu sessizlikten faydalanarak kliniğin garajına telefon etti. Alo! Alo, merhaba! Evet, ben, teşekkürler, nereden tanıyorsunuz. Şey, yoksa telefon görüntülü mü? Olur olur, o zamana kadar geliriz. Evet, anladım, haber vermemiştim de. Tamam, bir ambulans gönderiniz!…
Arınbasarov ahizeyi bıraktı ve yavaşça kalkıp, Gülşan’ın odasına yöneldi. Bunu gören Feyrüze, kâğıt gibi bembeyaz olup fırladı, hatta kocasına birden bağırdı:
– Arıslan!… Şey yani… Kızımız… dönmedi… Feyrüze tekrar ağlamaklı oldu ama bu sefer dayandı. Dün o İlğuca’sı ile sinemaya gitmişlerdi. Gece boyunca bekledim, gözümü kırpmadım. Gece boyunca şimşek çaktı, gök gürledi… Yıldırım düştüğü zamanlar da oldu… Korkuyorum. Dönerken, yoksa… yıldırım falan mı çarptı ki? Arkadaşlarına telefon etmeye de çekindim. Adı çıkmasın, dedim. Böyle bir alışkanlığı olmayınca yani… Ondan sonra ümitlenerek konuştu. Belki, buraya şimdi dönüp gelir… Çok yağdı yağmur, kovalarca…
Arınbasarov ne yapacağını bilemedi, bir uçtan bir uca yürüdü. Karısını nasıl avutacağını da bilemedi. Pencerenin önünde biraz düşündükten sonra sordu:
– Ya, telefon kiminle ortak? Telefon etmedi mi?
Mutfakta, çay hazırlamakta olduğu yerden gelen Feyrüze, kocasından gözlerini kaçırdı, sanki, bu durumdan o suçlu.
– Telefon etmedi ki.
– İşte gördün mü, karıcığım, – Arıslan’ın yüzünde bir sertlik oluştu. – Hep söylüyorum sana, fazla şımartma diye. Yok… – Ondan sonra ayakkabıları kutusuna koyup masanın üstüne bıraktı ve şöyle dedi:
– O delikanlıyı biliyorum, benim öğrencim. Onunla olsa, daha ne istersin.
Feyrüze o anda, son samana tutunmaya çalışan boğulan biri gibi bir nefeste:
– Biri, iki kez telefon etti, – dedi.– Ama sesi duyulmuyordu…
Bu haberden sonra Arınbasarov sakinleşir gibi oldu:
– Onlar bozuk bir telefon kulübesinden aramışlardır. – Kapının önünde, kısa bir araba kornası duyuldu. Arınbasarov acele ederek masaya çay içmeye oturdu. – Tamam karıcığım, iyiye yoralım. Sen şimdi işe gitme, telefon edip konuş da… Dönmesini bekle… E, kalanını da akşam konuşuruz.
Çok geçmeden, profesör Arınbasarov arabada hastanesine gidiyordu.

Üçüncü bölüm, yani hayale doğru bir adım
Cerrahi bölümü ülkenin en büyük kliniklerinden sayılıyor. E, bu en büyük kliniğin başhekimi kim? Kaznabayev, ilim doktoru. Profesör, Başkurdistan’ın ünlü doktoru… Çalışma odasındaki aynanın önünde kravatını düzeltirken Geyniyar Geynulloviç bunları aklından geçirdi. Düşüncelerinden memnundu o, gayriihtiyari gülümsedi. E, niye gülmesin, Kaznabayev bir yerlerde devrilmiş duran biri değil. İşte böyle. Kaznabayev’i artık, Yüksek Şurâ yöneticilerinden başlayıp ücra köylerdeki sıradan bir kolhozcuya[38 - Zirai işlerin yapılması adına sosyalist esaslar çerçevesinde kurulan devlet çiftliklerinde yaşayan kişi.] kadar herkes biliyor. Hatta geçenlerde siyasi eğitim binasında yapılan cumhuriyet etkinliğinde Bakanlar Kurulu Başkanının birinci vekili elini sıkıp gitti.
– Gerekirse, Geyniyar Geynulloviç, gelin, biz yabancı değiliz, – dedi.
Tabi, Kaznabayev hiç şüphesiz gidecek. Boşuna mı o, birinci vekilin kız kardeşini, yok yerden kadro açarak, işe aldı. Evet, evet… E, işte birinci vekilin yanındaki kimdi ki? Niyeyse birden aklından çıktı gitti. Kalın kaşlı, mülayim yüzlü bir Rus’tu. E, evet, yanılmıyorsa sendikalarının İl Sovyetinin yeni başkanı idi. Evet, evet o! Burada onunla arayı sıkı tutmak gerek… Bütün izin belgeleri, diğer kolaylıklar onun elinde. Geçenlerde bir adam müsveddesini işten çıkarmak istediğinde ne kadar sıkıntı çekti. Sendika karşı çıkıyor… Kanun onların lehinde…
Kaznabayev memnun bir hâlde, parlayan simsiyah saçlarını arkaya taradı. Artık o, kırk sekiz yaşında. Onun için hayat yeni başlıyor. Mevki sahibi, yakışıklı, dört dörtlük.
Gerçekten de Kaznabayev’in dış görünüşü çok erkeksi, her kadını âşık edebilecek kadardı. Birleşerek yükselen kara kaşlar, düz sivri bir burun, toparlak dudaklı bir ağız, biraz kibir belirtisi ortaya çıkaran kare bir çene ve keskin bakışlar… Bunlara onun insanın içine işleyen yumuşak konuşmasını, sohbet edişini, sevgi göstererek güvenilir ağır yürüyüşünü de eklersen, Kaznabayev’in doğuştan insanlarla çalışmak için, yönetici olmak için yaratıldığına inanmaktan başka bir çaren de yok. Ağzı altın diş dolu. Öğrencilik yıllarının hatası işte. Birinin dolaştığı bir kızı almak istemişti ama kızın sevgilisi boksör çıktı. “Eh, yakışıklı delikanlı, al sana!” deyip altı dişini vurup kırdı. O düşüncesizce davrandı. Bu zamana kadar hep kızlar onun önünde “ah” ettiği için şimdi de öyle olur diye niyetlenmişti. Küçük bir öğrenci kutlaması idi galiba… Şimdi unutulmaya başladı. Birinin bir odalı dairesi vardı. Mutfağa çıktı ve güzel kızı görür görmez kucakladı. Sanki, onların evlenme çağları gelmiş…
Kaznabayev şimdi bunları hatırlayıp, mahzun mahzun gülümsedi. Bırak artık, olanlar unutulmuş. Ona göre, altın dişler işte onun sahip olduğu bu mevkiye güzellik katıyordu.
Başhekim, özenli siyah takımın üstüne kar gibi beyaz bir önlük giydi ve odasının kapısının açıldığını duyunca, çalışma odasından çıkmak için acele etti. Sekreteri Roza olsa gerek. Genelde kendisi görünmüyorsa, kimseyi geçirmez. Şimdi de tam böyle oldu. Odanın kapısını yarı açıp onun çıkmasını bekleyen Roza, o görününce içi eriyerek gülümsedi.
– Geyniyar Geynulloviç, size Arınbasarov gelmişti, – dedi. Zarif yüzlü, boyu posu güzel, gerektiği zaman sert de olabilen Roza, böyle anlarda yarım adım içeriye yürür ve arkasından kapıyı kapatır, ondan sonra daha kısık bir sese geçip konuya devam eder. – Onu, anladığım kadarıyla, telgraf çekip çağırtmışlar. Keyfi yok. – Böyle anlarda yan tarafı ile kapıya dayanır, sanki, birisi gelip açacak; kesinlikle, bu yarı ciddi yarı güvenilir tonu başhekimin beğendiğini iyi biliyor kız, bunun için, çok sadık bir köpek gibi, günler boyunca siyah suni deri ile kaplanan, iki parçadan oluşan yüksek kapıları göz bebeği gibi koruyor. Onun hakkında hastanede şöyle bir haber dolaşıyor. “Kaznabayev’in kara kapılarını alıp git, o zaman Roza da onlara takılıp gidecek.”
Şu anda, başhekim, sekreterinin yüzünü, üstünü başını detaylı olarak gözden geçirdi ve onun güzelliğine, özenine denilecek bir laf olmadığına inandığından (e, bunu kızın kendisi de fark ediyor), yumuşak bir sesle sordu.
– Akıllım, e… profesör Arınbasarov’un Moskova’da sempozyumda olması gerekmiyor muydu? Çok gitmek istediği için göndermiştim galiba, yanılmıyorsam…
– Evet, Geyniyar Geynulloviç. Onun daha bir haftalık izni vardı. Ama… dönmüş.
– Tuhaf, akıllım, tuhaf… Çok tuhaf… – O aklından bir şeyler hesapladı ama, o hesapladıkları ucu ucuna denk gelmeyince, sanki, suratı asıldı.
– Keyfi yok diyorsun, ha?
– Evet, yok, – Roza bu kez kapıya daha sağlam yaslandı. Bir telgraf çıkarıp gösteriyor, çıkarıp gösteriyor, ama okumak için de vermiyor. Niye, ben olmayınca dünya mı yıkılıyor, diyor, bir uçtan bir uca yürüyor. İznimi böldürüp çağırtmasaydınız, diyor. Sizi… – Bu anda Roza önemli bir haber verdiğini anlayıp sustu, ince sarı kaşlarını çattı, böyle özenli, zarifçe arkaya toplanmış altın sarısı saçlarını, beyaz, nefis yumuşak parmak uçları ile düzeltti ve büyük mavi gözlerini pencereye çevirdi. Biraz yanlışlık yaptı. Bunun için de hayıflandı. Artık geç. Öfkelenirse ya da onun bir şeyini beğenmezse, Geyniyar Geynulloviç ona “akıllım”ı eklemeden seslenecek. Klinikte Roza’yı herkes adıyla değil de, işte bu başhekimin taktığı “akıllım” lakabıyla dolaştırıyor. Bunu kız kendisi de duyuyor, ama kızmıyor. Hem de kim, Kaznabayev’in kendisi, böyle adlandırınca kötü değil tabi.
Şimdi başhekim masanın ardında düşündü, düşündü ve başındaki kalpağını çıkarıp attı. Bembeyaz önlüğün üstünde kapkara saç, Roza’ya bu ilginç geldi.
– Keyfi yok diyorsun yani?
Biraz önceki hatasını nasıl düzelteceğini bilmeyen sekreter durumu biraz yumuşatmak istedi.
– Geyniyar Geynulloviç, o kadar da değil… Uçak kalkmamış, Ufa’da gök gürültülü yağmur yağdığından, havaalanı kapalıymış. Yeni dönmüş. Uyumadan yani.
– E, niye uyumadan dolaşıyormuş ki?
Roza başhekime ne cevap vereceğini bilemedi, böyle anlarda kullanılabilecek bir çare aklına getirip:
– Onu sormadım ki, Geyniyar Geynulloviç, – diyerek başhekimin gözlerine dolu dolu bakarak gülümsedi; dik, yuvarlak göğüslerinin daha da güzel görünmesi için yan durdu. Bunu kendince değerlendiren Kaznabayev:
– E… benim hakkımda ne diyor ki? – diye sordu ve sekreterinden memnun, elini salladı: Tamam, akıllım, işi varsa, şimdi gidip yapsın, benim biraz işim çıktı. Daha sonra kabul ederim.
– Öyle söylerim, Geyniyar Geynulloviç! – Roza’nın içi rahatladı. – Başka emirleriniz var mı?
– E…evet, çok, çok… Diğer toplantı ne zaman olacak?
– Gündüz üç olarak belirlenmiş.
– Üçte, üçte… İyi. Öyleyse akıllım, sen bana on beş dakika sonra STK Başkanı Yamanharov’u çağırtırsın. Üçte demek. Akıllım, Parti Komitesi sekreteri ile Sendika Komitesi Başkanı da yerinde olsun. Küçük bir görüşme yapabiliriz. Tamam, akıllım!…
Roza, bir yerden çıkardığı küçük bir bloknota başhekimin söylediklerinin hepsini yazdı ve kara kapıyı bağrına basıp kucaklıyor gibi değer vererek açıp, sessizce çıkıp gitti.
Bugünlerde, cumhuriyette, Yüksek Şûra’ya, halk milletvekilliğine aday gösterme kampanyası başlatıldı. Büyük her topluluk bir kişi gösterebilir. Bugün saat üçte bu toplantının yapılacağını iyi biliyor Kaznabayev. Sadece bilmiyor, kendisi saatini de söylettirdi. Bu toplantıda kendini aday olarak göstertmekti niyeti. Elbette, her seçim bölgesinde de bu kolay olmayacak. Her biri için de alternatif adaylar var. Yeni, zamana göre seçim böyle galiba. Daha önce, mesela, o iyi zamanlarda, bütün iktidarı ülke komitesi kendisi paylaştırıyordu. Kaç kez ümitle bekledi Kaznabayev, olmadı. Hep onu atladılar. Bakanların göğsüne taktılar, o kudretli küçük bayrağı, ülke komitesinin bölüm müdürlerine, birinci sekreterlerin hepsine paylaştırdılar… Aralarında göstermelik olsa da – belki bir hesap için gerekmiştir – öncü olarak kabul edilen işçilere verdiler. Yüksek Şûra’ya hiçbir faydası olmayan, hatta onun anlamını bilmeyen pancar yetiştirenlere, sağıcılara kadar bu mevkiye sahip oldular. Elbette hepsi değil. Onların içinde “birinci”nin beğendikleri. Bir şey yapmadan, tek kelime bile konuşmadan, el kaldırıp toplantılardan dönen o kişiler neye gerek ki? Ortalama bir şekilde çalışanları da milletvekilliğine geçince, toplu güçle lider oldular. Kaznabayev biliyor milletvekillerinin nasıl davrandıklarını. Böyle bir bakana gittiği bir günde gördüklerini hiç unutmuyor. Kabul odası insanlarla dolu. Herkes sırasını bekliyor. Kaznabayev de sıraya yazıldı. Öğleye kadar girebilirse iyi. Dahası, ilçelerden, şehirlerden gelenler de çok; herkes kendi sıkıntısını söylemeyi, işini halletmeyi hayal ediyor. Onlarla aynı yerde cumhuriyetin tek büyük hastanesinin biricik başhekimi de bekliyor. İş mi yani bu? Bir saat geçti, iki… Giremiyor, sıra gelmiyor. Bu beklediği sürede iki üç kişi, onların kim olduğunu Kaznabayev anladı, doğrudan girip, işlerini halledip çıkıp gittiler. E, nasıl davranıyor onlar! Gülümseyerek gelip giriyorlar kabul odasına. Elindeki dosyayı bir o tarafa bir bu tarafa geçirip tutarak, nezaketle, herkesle gülümseyerek selamlaşıyor. Göğsündeki rozeti herkes görünce, sabırsızlık göstererek sekretere sesleniyor:
– Yerinde mi?
Yerinde elbette. Ondan sonra o, ağabeyinin evine misafirliğe çağrılmış sanki, göğsünü gererek geçip gidiyor. Hiç kimse bir şey söyleyemiyor… İşte böyle aşağılandığı anlar çok oldu Kaznabayev’in. E, o profesör başıyla duruyor kapının önünde…
Geyniyar Geynulloviç bu ana kadar halk milletvekillerinin Şehir Sovyeti milletvekili oldu. Ama şimdi imkân oluşunca, niye kendisini Yüksek Şûra’ya aday göstertmesin ki? Zamanın şu anda kendine göre olan kuralları da iyi: Kim isterse o kendisini göstertir. Demokrasi…
Kaznabayev hayallere dalıp, pencerenin önünde dikildi. Bilim bakımından şimdi o hiçbir şey yapamaz. Geçmişteki tezler rüyasına girdiğinde de, soğuk terlere batıp uyanıyor o. Zahmetini çok çekti o. Ne yapsın, Kaznabayev yönetici olarak doğmuş. Onun yeteneği de bu. E, işte bu makama yükselmek için çok kan dökmesi gerek; şimdi ileride olacakları kim biliyor… İşte, ilimle onun elinin altındaki Arınbasarovlar uğraşsın. O mikrocerrahi diyor, ağzında tükürük kalmıyor, tartışıp sempozyuma da gitti. O, enstitüde konferanslar veriyor, o gece gündüz ameliyat yapıyor, ayrıca, sesleri kısılana dek konuşuyor, üstelik ilmi ilerletiyorlar.
Kaznabayev böyle şeylere alışmamış, alışamaz da. Ömür tektir, bu hayat iki kez gelmiyor. Güzelleştirip, tadını çıkarıp, sefasını sürüp yaşamak gerek. İşte, onun başhekim olduğu beş yıllık süre içinde kaç profesör öteki dünyaya gitti. Birisi kalp krizi, ikincisinin… söylenecek gibi değil yani. Akıllıca yaşamayı bilmek gerek. Seni herkes önemsesin. Sağlı sollu kavga ederek, düşman olarak yaşamak iyi değil. Kısacası, yaşamak için de yetenek gerek. İşte böyle düşünüyor Kaznabayev hayat hakkında. Şimdi, o, Arınbasarovları yerse de onların değerini iyi biliyor. Çünkü kliniğe şöhreti onlar getiriyor. E, ünlü kliniğin başında…
Kaznabayev, kol saatine baktı ve koltuğuna gelip oturdu. Masasının başka bir çekmecesinden Cumhuriyet gazetesinin seçim hakkındaki durumunun basıldığı sayıyı çıkardı. Yamanharov gelene kadar bunu gözden geçirmek istedi.
…Selektör başhekimi hayal dünyasından çıkardı. Roza’ymış, yumuşak sesi yankılandı:
– Geldi, Geyniyar Geynulloviç.
– Kim? – Başhekim önce şaşırdı, ondan sonra hatırlayıp, soğuk bir şekilde seslendi. – Girsin!
Yamanharov, zayıf, uzun boylu, kamburumsu, kalın camlı gözlüklerinden ne düşündüğü hiç anlaşılmayan, ince burunlu, dar alınlı, kırk kırk beş yaşlarında biri. Hastane koridorunda ya da sokakta o kimseyle selamlaşmaz, bunu da gözlerinin iyi görmemesine yordular. O, hep şikâyet eder, hiçbir işten de memnun değil, toplantılarda ilk sıralarda yer alıp tenkit ederek konuşmalar yapar, buna rağmen, nedense hastanede onu Hizmet Topluluğu Birliğine başkan olarak seçtiler. Yöneticilere alternatif bir teşkilat oluyor yani. O doçent olsa da, bulaşmadığı iş yok. Enstitüde konferanslar veriyor. Ama artık öğrenciler eskisi gibi değil; sertleştiler. Geçenlerde bütün tıp fakültesi Yamanharov’un derslerinden vazgeçince, Kaznabayev’in de işe karışması gerekti. Rektör Fehriyev’e telefon etti. Göz göre göre iyi birini nasıl devre dışı bırakıyorsunuz? Ondan sonra, iyi mi kötü mü, Yamanharov başhekim Kaznabayev’in asistanı oldu. O artık kendisine yakın bulduğunu gizlemiyor, zamanı geldiğinde, teşekkürlerini bildirmeye hazır duruyor. Zor ameliyatları kendi üzerine almıyor, ama STK’nin işini çok iyi yapıyor. Onun her zaman tüm kâğıtları da önceki düzenindedir.
– Haydi geç, otur, Samat. – Başhekim özellikle “Safaroviç” demedi. İki elini uzattı. – Burada senin görüşün gerekti. Sen de biliyorsun, ben her zaman senin yardımına muhtacım.
Bu sözlerden sonra Yamanharov rahatlayıp gülümsedi, hatta uzun ellerini nereye koyacağını bilemedi.
– Teşekkürler, Geyniyar Geynulloviç, böyle değer verip çağırdığınız için, – dedi sekreterin getirdiği kahveyi içerek. – Siz benim ömür boyu öğretmenimsiniz.
– Unutmadığın için aferin. Sen iyi birisin. Biliyor musun niye çağırdım?
Yamanharov dikkat kesildi.
– Şu ana kadar hayır. – Ancak, masada duran gazetenin seçimle ilgili durumunun basıldığı sayfanın açık olduğunu da fark etti. Gözlüğünü sildi, bir kez daha göz gezdirdi. Bunu fark eden başhekim özellikle ona engel olmadı, kaykılarak oturdu. Dinleniyor sanki. Ondan sonra birden sordu:
– Sana ailenle iki odalı bir dairede yaşamak yeter artık. Sen ne düşünüyorsun?
Samat Safaroviç kızardı, gözlüğünü çıkarıp, uzağı görmeyen gözleri ile başhekime doğru baktı.
– Siz ne derseniz öyle olsun, Geyniyar Geynulloviç. Ben şey…
– Öyleyse, anlaşıldı. – Kaznabayev, bu iş bitti demeyi anlatmak için avucu ile şap diye cilalı, siyah masaya vurdu. Gazeteyi de özellikle kenara koydu.
– Ha, bir de, bu toplantı ne zaman olacak? Burada, seçim durumunu öğrendim…
– Bugün, Geyniyar Geynulloviç, saat üçte. İşte, halkı toplamak gerek. – Samat Safaroviç, gitmeye hazırlanan biri gibi, acele ederek gözlüğünü taktı.
Kaznabayev öfkelenir gibi oldu.
– Hm-m… hm…m… İnsanlar ta nerelerden Moskovalardan duyup dönüyor. E, biz ne, işle uğraşıp, bilmiyoruz bile. Söyleyen danışan biri de yok…
Yamanharov bu sözlerden sonra birden parladı.
– Yok, Geyniyar Geynulloviç, niçin söylemiyor diyorsunuz. Akıllım… e – e… Roza biliyor, o, dün size söyledim, dedi. Ben ona hemen sorayım. Öyle halledilecek bir iş değil. Olmaz ama. Biz burada çoluk çocuk da değiliz. Yamanharov hareket etmeye başlayınca, başhekim onu sakinleştirdi.
– Ya, tamam, yorulma! Gerçekten de, söylemişti galiba. Bu işte başın ağrır. Öyle mi? – Düşündükten sonra yine konuştu. E, e… kimi aday olarak göstermeyi düşünüyorsunuz? Sadece STK değil, ben de bileyim.
Bu kez Yamanharov memnun bir hâlde gülümsedi.
– Geyniyar Geynulloviç, bizim adayımız tektir. İşte, durumu da iyice öğrenin. Sizin için de gerekli olacak…
Bir süre sonra bu iki kişi birbirlerini konuşmadan anlayarak büyük bir memnuniyetle gülümsediler.
– Öyleyse, – dedi Kaznabayev, sözü yuvarlar gibi yaparak, – size, sizin isteklerinize karşı gelmek olmaz ki. Siz halksınız, topluluksunuz… Sadece şey, Samat, senin, kendi başına, Parti Komitesi sekreteri ile ilişkileri açıklaman gerekir mi? Çok partili bir sistem olsa da, bizde Komünistler Partisi yani. Hesaplaşmadan olmaz. Öyle işte. Ama sendika?…
Yamanharov arı sokmuş gibi fırladı.
– Yok, yok, Geyniyar Geynulloviç, insiyatif sadece onlarda ve bende. Gerekmez! Bu da bizim küçük sırrımız. Saat üçte buyurunuz. Yamanharov geri geri kapıya doğru yürüdü. Başhekim elini sallarken, diğeri de kara kapının ardında kayboldu.
Kaznabayev rahatlayıp, koltuğunda bir süre oturduktan sonra Roza’yı çağırdı.
– Akıllım, diğer toplantılar olmayacak, saat üçte toplantı yapılacakmış, – dedi. Ondan sonra birden aklına geldi. Arınbasarov gelsin!
Sekreter avuçlarını iki yana açtı:
– O… gitti… Beklemedi….
– Üzücü, çok üzücü, akıllım. Ya, tamam kendisi bilir.
Roza hâlâ çıkmamıştı.
– Ya, ya akıllım başka ne var?
– Ben Arınbasarov’a gönderilen telgrafa göz atabildim. Orada “topluluk” diye yazılmış, acil gelmesini rica etmişler. Soruşturup baktım kimin çektiğine, hiç kimse bilmiyor.
Kaznabayev memnundu.
– Tamam, akıllım, git. Sağ ol, – deyip oturdu kaldı.

Dördüncü bölüm, yani, ne ölü ne diri olan İlğuca profesörü istiyor
İlğuca hastanede gözünü açtı. Önce hiçbir şey anlamadı. Beyaz döşemeler, beyaz duvarlar… Nerde yatıyor ki o? Başı sıkıca, beyaz bir sargı ile sarılmış, sağ kolunu da hareket ettirebilecek gibi değil. Bütün vücuduna nedense belirsiz bir sızı yayılmış, kıpırdayamıyor bile. Ne olmuş ona?
Yanına beyaz önlüklü bir kadın gelince, kendisinin hastanede olduğunu anladı. E, niçin yatıyor burada? Onun enstitüde derste olması gerek. Çok geçmeden de imtihanları başlayacak.
– Uyandın mı, delikanlı? Böyle olunca bizim işler zor değil.
Ne kadar yumuşak bir ses. İlğuca uzun bir süre bu mülayim kadına doğru baktı. Ondan sonra birden sordu.
– E, ben burada niçin yatıyorum? – Sesi inleyerek çıktı. Doktor onun kalbini dinledi, tansiyonunu ölçtü, ondan sonra da çarşafla örttü.
– Ne ölü ne diriydin kardeşim, artık korku geride kaldı.
– Nasıl yani, ne ölü ne diri?..
– Onu da artık kendine sormalısın.
O anda omzuna bir önlük örtmüş olan polis kıyafetli bir erkek geldi. Önlüğünü çekip düzeltirken onun apoletlerini gördü: Yüzbaşı.
Sandalye alıp, İlğuca’nın yanına yaklaşarak geçip oturdu. Doktor çıkmak üzereydi, işaret ederek, yüzbaşı onun kalmasını rica etti. Çantasından kalem ve bloknot çıkardı.
– Adınız? – Sesi sert idi.
İlğuca yine bir şey anlamıyor. Niçin şu anda o burada ve niye onu sorguya çekiyorlar? Siniri geldi geçti. Ancak, cevap vermeye hâli kalmadığından gözlerini yumdu. Yüzbaşı kendi hatasını anladı, galiba.
– Delikanlı, sen, lütfen, vazgeçme; çünkü bizim için her dakika kıymetli.
İşte, bu önemli. İlğuca yeniden gözlerini açtı ve yüzbaşıya değil, doktora yöneldi. Doktor onun alnındaki sargıyı düzeltti.
– Kardeşim, bu, tahkikat için gerekli.
Biraz baktıktan sonra, hasta dile geldi:
– İl-ğuca…
– Evet… e, soyadın?
İlğuca sonra da konuşmak istiyor, ama dili dönmüyor. Bu niçin soruyor ki?
– Bil-mi-yorum…
Yüzbaşının yüzü asıldı, doktor kadına dönüp baktı.
– Daha yeni kendine geldi, – dedi o, savunur gibi yapıp. Bence biraz dinlensin. Biz ona pansuman yapıyoruz. Kafası birkaç yerden yarılmış… Nasıl sağ kaldıysa o.
Yüzbaşı bloknotunu çıtırdatarak yazıyordu. Boş dönmek istemiyor gibi.
Doktor devam etti:
– Boynunda ipin izi kalmış…
Yüzbaşı birden yazmayı bıraktı.
– İp izi mi kalmış diyorsunuz? – O, bu anda kalkıp bakmak istedi ama doktor izin vermedi.
– Hayır, hayır, lütfen, onun bel kemiği kırılmış, iki kaburgası çatlamış, şu anda geçici olarak sardık. Bir cerraha göstermek gerek…
İlğuca bunların sesini duyuyor. Çok uzaktan, bir küpün içinden yankılanıyor gibi. Kulak verince, cerrah sözünden titredi. Ama, bu ikisini dinlemeye devam etti.
– Asmaya mı niyetlenmişler yani? – Bu yüzbaşının sesi. Ona doktor cevap veriyor:
– Söylemesi zor. Onu kaldırımda su birikintisinde bulmuşlar. İp falan da yok.
– Belki, onu asmaya çalışmışlardır. Serseriler çok. Geçenlerde burada… Yüzbaşı bir şeyler söyleyecekti ama doktor onu böldü.
– Gece boyunca çok güçlü bir yağmur yağdı. Korkutucu bir biçimde gök gürledi, şimşek çaktı. Böyle zamanlarda insanlar bazı duygulara kapılır. Tabi bilinmez yine de. Ama buna şahit oldum: Tabiatın böyle fırtınalı günlerinde bizim hastaneye hastalar daha çok gelir. Kendi hastalığı için değil, ama işte… ya dövülüyor ya da bir yerlerden düşüyor…
Yüzbaşı yine çıtırdatarak bloknotuna yazdı.
– Düşme dediğinizde, yukarıdan, balkondan atlandığında da bu travmaların olması mümkün mü? – O, yataktaki yiğidi işaret etti.
– Elbette, mümkün. Sadece… Böyle zamanlarda genelde köprücük kemiği zarar görür, ayak kırılır. Ama bizim hastanın ayakları sağlam.
– İyi kontrol ettiniz mi? – Yüzbaşı şüphesini belirti.
– Kontrol ettik. Kolu kırılmış. Yani düşmediği belli. – Doktor kadın, kendisi de meraklandı galiba; bir şeyleri hatırlayıp birden yerinden kalktı.
– Hatırladım!
– Neyi? – Yüzbaşı da canlanarak hemen bloknota yapıştı.–Evet, evet…
– O… iç çamaşırlıymış… Bir evin önündeki kaldırımda su birikintisinde yatıyormuş. Çok ıslanmış. Gardan gelen birisi “ambulans”a telefon etmiş.
– Bunları biz de biliyoruz. Yani, o bir kapıdan çıkmışa benziyor. Bizimkiler yakın çevredeki daireleri dolaştılar ama şu ana kadar şüpheli bir şey bulamadılar. Tuhaf…
– Tuhaf değil, üzücü. Doktor İlğuca’nın elini kontrol ederek tuttu ve yeni bir konu başladı. Yani yüzbaşı yoldaş, cinayet arttıkça artıyor bugünlerde.
Bu söz onu suçlar gibiydi. Doktor, İlğuca’ya baktı ve onun uyumuş olduğuna inanınca, tekrar devam etti. – Biz hayatı hafife alıyoruz, demokrasi, glasnost[39 - Sovyetler Birliği’nin son döneminde ülkede bilhassa ekomomik sorunlara son vermek amacıyla uygulanmış politika; açıklık politikası.] diyoruz ama düzen yok. Siz öfkelenmeyiniz, o sadece bizde değil tüm ülke içinde böyle. Bugünlerde karaborsacılar için biz bütün şartları oluşturduk. İşte, Ufa’nın merkez pazarına yaklaşılacak gibi değil. Önce altmış yetmiş hum olan çizmeler, parlak bir ek işlendikten sonra pazarda iki yüz hum ya da üç yüz oluyor, hatta daha fazla. O, kooperatif dedikleri şeyi de düzene sokacak mısınız yoksa yok mu? Mağazadan alınacak hiçbir şey kalmadı. Kooperatif olunca, onlar kendileri üretmeli değil mi yani?
– Ya… kooperatifler bize ait değil. Ben o işler ile uğraşmıyorum, demek istiyorum. Evet, problemler var.
– Sadece var denemez, çok! Arttıkça da artıyor. Ayıp. Biz hukuk devleti kuruyoruz diye övünüyoruz, ama biz gözümüzü biraz daha açıp baktığımızda bir tane bile hukuk kuralımız yok. E, niye cinayet artıyor?
Yüzbaşı, hastane odasında böyle bir tartışma olabilir diye düşünmemişti galiba, şaşırdı. Ama kendi kurumunu da savunmaya çalıştı:
– Bizim gücümüz yetmiyor ki. Halk da yardım etmiyor…
Doktor o anda sözü kaptı.
– Nasıl yardım etmiyor? Doğru değil bu… İşte geçen cumartesi, pazarın kurulduğunda tramvaya binmeye geliyordum. Ne göreyim: Restoranın önünde, beş delikanlı birbirlerini kana bulayarak dövüşüyordu, ama cop tutan iki adamınız onlara gülümseyerek baktı ve gitti. Dayanamadım, gidip kollarından çektim. Ben konuşuyorum, ver şu sopanı, şimdi gidip omuzlarına vurayım, diyorum. Utanmıyor diğeri. Dövüşsünler abla, artık demokrasi var, bu onların şahsi işi, diyerek birisi de ağzını ayırıyor. İyi ki, oradaki erkekler gidip aralarına girdi. Bir yerleri acısa bize getiriyorlar yani. Yok, polis çalışmıyor.
– Adam yetmiyor ki. Maaş az.
– E niye, bizimki çok mu? İşte böyle bir mahluku ayağa kaldır bakalım. Gece gündüz yanlarından ayrılamıyoruz. Doktor, İlğuca’yı işaret etti, yiğit bütün söylenenleri dinleyip duyuyor. Yavaş yavaş hafızası yerine gelir gibi oldu. Yüzbaşı kalkıp gitmeye hazırlanıyordu galiba.
– Bu delikanlı ne zaman kendine gelir acaba? – diye yorgun bir sesle sordu.
– Önce bir cerraha göstermek gerek. Buraya yarım saate kadar gelecek. Ben de onun için bekliyorum. Zavallı delikanlı genç de. Doktor kadın hâlâ deminki konudan ayrılamıyordu galiba, sesini azaltsa da devam etti. Polis için şu anda bütün olanaklar yaratılıyor. Sizin de şikâyet etmeniz değil, çalışmanız gerek. İşte cinayetler arttıkça bizim meşakkatimiz de artıyor. Bilmek isterseniz, o bizim alay ettiğimiz durgunluk devri zamanında çok çok azdı cinayet, olduğunda da çözüp sonlandırıyordunuz. Artık pek çoğu serbestçe dolaşıyor serserilerin, avarelerin. Çoğu genç, hiçbir yerde çalışmıyor, ana babalarının sırtından geçinip, keyif çatıyorlar! Yaralananlar şimdi iki kat daha fazla geliyor bize. Bilmiyorum, tek maaş yetmiyor diye oturduğumuz da yok. Yani tutup tecavüz mü etsinler, ya…İşte ne yani? Haraç çeteleri mi? Onlar ne ki? Soyguncular…
– Ağrıyan yere dokundunuz… – diye hayıflandı yüzbaşı, bu kadının eline nasıl düştüğüne üzülüyordu galiba.
İlğuca’nın birden “şak” diye aklına geceki eski garaj, dört serseri delikanlı geldi. Beyni güçlükle çalışmaya başladı. Yağmur. Şimşek çakması, kesintisiz gök gürültüsü… Eski garaj… Tekmelemeler… Aniden İlğuca’nın beynine sıcak kan geldi. Bir şeyler onun göz kapaklarını yakıp geçti. O kendisini fark ettirtmeden hareket etmeye çalıştı ama gücü yetmedi; bu, bütün vücuduna akıl almaz bir sızı yaydı. Doktor da yüzbaşı da birden kalkmıştı.
– Niye ağlıyorsun, kardeşim? – diyerek, doktor hemen pamukla onun sıcak gözyaşlarını sildi; İlğuca hafızasını zorladı, dişlerini gıcırdattı, biraz nefes aldı, yavaş ve güçsüz bir sesle dünyadaki en kıymetli ismi söyledi.
– Gül-şan…
Yüzbaşı sanki bunu beklemiş dersin, hafif olan çantasından şak diye o bloknotunu yeniden çekti çıkardı.
– Ne, ne, kardeşim kimin adını söyledin? Evet, evet!…
Ama azap ateşinde yanan İlğuca bu dakikada doktoru da, yüzbaşıyı da duymuyordu. Bütün vücuduyla titremeye başladı. Doktor sürahiden su doldurup, çabucak İlğuca’nın kurumuş, yanmış olan dudaklarına dayadı. Bir yerlerden hemşireler peyda oldu. Hastanın sarılmış olan başını güçlükle kaldırdılar. İlğuca bir iki damla su yuttu ve yastığa geri yığıldı.
– Kardeşim, şimdi cerrah gelecek. Bir baksın… – Doktor kadın, hemşirelerine pek çok emir verdi, onların her biri bir tarafa dağıldı.
– Bana şimdi… profesör Arınbasarov’u… çağırın!..
Hastanın yanında dikilen doktor da, yeniden gelen hemşireler de, hatta polis yüzbaşı da yanlış duymadık değil mi, – diye şaşırdı. Hemşireler fısıl fısıl kendi aralarında konuştular:
– Bu delikanlı, Arıslan Rehmetulloviç’i istiyor, değil mi?
– Evet, onu istiyor.
– Bir yönetici çocuğudur?
– Oo, yönetici çocuğu olsa, çoktan arayıp ortalığı ayağa kaldırırlardı.
– Orası öyle yani.
– Niye, bizim cerrah da iyidir, düşüp kalanlardan değildir.
– Öyle de, profesörün de iyisini istediğine göre bir şey vardır.
– Aa, bitti mi yani dünyada eş dost falan.
– Yok, arkadaşım, Arıslan Rehmetulloviç öyle biri değil. Günahını alma. Onu bütün cerrahi bölümünde ölesiye seviyorlar…
– Evet, profesörün elleri altın.
– Elleri mi diyorsun sadece, yüreği de altın onun, yüreği!
– Elbette, çok bilim adamı yetiştirdi. O, mikrocerrahi okulu kurdu bize. Ta neredeki ülkelerden tecrübelerini paylaşmaya geliyorlar bize.
– Ay, Allah’ım, benim arkadaşım anlattı, bir sabiyi getirmişler, diyor. Annesi pancar çapalıyormuş, çocuğu da mısırların arasında oynuyormuş. Biçerdöver de çalışıyormuş. Biçerdöveri görmemiş. Sabi, iyi ki biçerdöverin bıçaklarının arasına girmemiş. Durdurabilmiş diyor biçerdöveri. Kolunun dirsekten aşağısı kopmuş. Bu sabiyi helikopter ile gidip almış, ameliyat yapmışlar. Kopan kolu, soğutucu bir kutuya koyup dönmüşler, diyor.
– Öyle ameliyatlar uzun mu sürüyor?
– On mu, on bir saat mi demişlerdi o zaman. Profesör kendisi yaptı, diyor. Bütün öğrencileri bakmış. Ameliyattan dinlenmeye de yemek yemeye de çıkmadı diyor. Biliyor musun, canım, şimdi o sabinin eli çalışıyor, diyor. Dikilen elinde iz bile kalmayacakmış.
– Git, ya?
– Evet, çok geçmeden alıp gidecekmiş annesi babası.
– Ha, Arıslan Rehmetulloviç’i öğrencileri de seviyor. Onun derslerinin kendisi bir zenginliktir, diyorlar.
– Ah, bize yetişmedi ki… – Hemşireler üzüldü ama birbirlerini sakinleştirmek için acele ettiler:
– Tamam, arkadaş, güze iyice hazırlanarak, okumak için enstitüye kesin gireriz ve rahatça profesörün derslerini dinleriz.
İlğuca’nın baş ucunda duran doktor kadın, hastanın sakinleştiğini görüp yeniden sordu:
– E… bizim cerrah olmaz mı yani?… O da çok iyi bir bilim adamı…
İlğuca şu anda dünyaya, tamamen zihni açık bir şekilde bakıyordu:
– Abla, lütfen, bana profesör Arınbasarov’u çağırınız…
Odada duran herkes birbirlerine şaşırmış bir hâlde baktı.

Beşinci bölüm, yani profesör güven gösterdikleri için bağışlamalarını rica ediyor
Saat üçü on dakika geçmişti ama toplantı hâlâ başlamadı. Halk şaşkınlıktan uğuldamaya başladı. Toplantı salonu dopdolu, bu zamana kadar böyle bir şey olmamıştı galiba.
Arıslan Rehmetulloviç, suratı asık bir şekilde, en arka sırada oturuyor. Niye çağrıldığını daha önceden bilseydi, ayağının tekini bile basmazdı. Milletvekilliğine aday gösterme toplantısıymış, katılımın yeterli olması gerekiyormuş. Nesine gerek ki şimdi bu milletvekilliği Arınbasarov’un. Halka böyle de hizmet ediyor, bütün ömrü bunun için kurulmuş desek de hata olmaz. Şu anda Moskova’daki sempozyumda bulunması da bu kişiler içindi. E, birine, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman, herhangi bir kuruma, kolhoza veya sovhoza[40 - Sovyetler Birliği’nde ziraat için kurulan büyük çiftlikler.] gaz vermek için boru ya da pilorama[41 - Kereste kesmekte kullanılan bir alet.] bulup vermek için mi, hiç olmazsa bir okul ya da mağaza yapmak için mi; ama bunların hepsini herkes yapabilir. Arınbasarov böyle ufak tefek şeyler için kendini harcamayacak. Şu anda o, şöyle bir karara vardı: Toplantıda duracak ama akşam uçağıyla Moskova’ya yeniden uçacak. Bu karara, o ta sabahleyin varmıştı. Kaznabayev’i, başhekimi, görmeden gitse hoş olmaz diye düşündü. Uğrayıp bu kararı söyleyip gitmekti niyeti. Şansından, kabul etmeye vakti olmadı. Sonra, Arıslan Rehmetulloviç sevindi, çünkü telgrafı çeken kişi bulunmadı. Anladığı kadarıyla, gençler karıştırmış galiba. Bir taşla iki kuş; toplantılarını görüp, konuşma yapanları dinleyip, biraz da dinlenip gider. Ama niye hâlâ toplantıya başlamıyorlar?
Hastanenin Parti Teşkilatı Sekreteri Sibeğetullina bir saate bakıyor, bir kapıya, yerinde oturup sabredemiyor. Kimi bekliyorlar ki? İşte ateşe basan kedi gibi, Yamanharov yürüyor. Arıslan Rehmetulloviç o anda anladı: Başhekim Kaznabayev gecikmiş. Baksana ne kadar zaman geçti, bir kişiyi beş yüz kişi bekliyor. Arınbasarov, birilerinin elini sıkarken bu yüzden başını salladı.
Profesör, yine sahnedeki Sibeğetullina’ya dikkat etti. O, ne yapacağını bilemiyor, zavallı. Kâh kâğıtlarını karıştırıyor, kâh bir iş bulmuş gibi sahne arkasına çıkıp dönüyor, birileri ona sorular yağdırıyor, bunlara cevap vermeye çalışıyor. Arıslan Rehmetulloviç düşünceleriyle Sibeğetullina’nın öğrencilik yıllarına döndü. Son sınıfta okuduğundaydı galiba, onu atmışlardı. Suçu neydi ki? Güya, rektörün izni dışında, köylü bir delikanlıyı sevmiş, hamile kalmış…Evet zamaneler… Evlenemiyorlar da, delikanlı şoför olarak çalışıyor, yanlışlıkla bir kişiye çarpıyor ve onu beş yıla mahkum ediyorlar. O zamanlar Arınbasarov doçentti, ama Sibeğetullina’yı kurtarmak için, daha doğrusu, okumaya devam ettirmek için, çok uğraştı. Burada şimdi onun adını aklına getiremiyor. Kimdi ya? Hayır, hepsi de aynı değil mi yani… En önemlisi, bu yetenekli öğrencinin beladan kurtulmasına yardım etti. O şoför parçası da beş yıl yerine, aftan faydalanıp, sadece iki yıl yatıp çıkmış diye duyuldu. Düğünlerine gidemedi Arıslan Rehmetulloviç, tekrar tekrar çağırsalar da. Şimdi kocası, bu hastanede “Ambulans”ta çalışıyor galiba. Sibeğetullina yetenekli bir doktor… Eh, böyle olanların hepsine de zamanında yardım eli uzatmak mümkün değil ki. Şu anda bile bakarken sinirlendi.
– Sibeğetullina! – diye seslendi o, salonu aşarak; o elbette duymadı, ama ünlü profesörün haberini ulaştırmaz olurlar mı hiç? Birisi gidip söyledi. Salon boyunca aramaya başlayınca, profesör ona işaret etti.
– Elfiye Rehimovna, bu tarafta! – Yardımcı da bulundu. Arınbasarov’u görünce, yanına gitsem mi gitmesem mi diye biraz tereddüt etti. Ondan sonra profesörün sözünü kırmanın uygun olmayacağını düşünerek sahneden indi. Yaşı otuza yeni ulaşan Sibeğetullina, kız gibi güzeldi. Uzun topuklu ayakkabılarıyla boyunu posunu alımlı gösterip, kalçalarını bir oraya bir buraya sallayarak yürüyor… Arıslan Rehmetulloviç onun gençliğine büyülenerek bakıyordu. Bembeyaz yüzlü, kocaman kara gözleri olan, nefis çeneli bu kadının en büyük zenginliği, konuştuğunda pırıl pırıl görünen mercan dişleri olduğunu hatırlıyor profesör. Kalın, siyah saç tutamlarını yüksekte toplayıp tepesinde bağlamış. Siyah takımlı. Göğsünde İlçe Sovyeti milletvekilliği rozeti. Bunlar onun yüzüne, görünüşüne bir sertlik hatta kibir vermiş gibi.
Gelip Arıslan Rehmetulloviç’in elini sıkarken, Elfiye’nin yüzünde samimi bir gülümseme oluştu, ama nedense o, suç üstünde yakalanmış bir çocuk gibi kıpkırmızı oldu.
– Merhaba, Sibeğetullina! – diye gülümsedi profesör, yanındaki boş yeri gösterdi. Haydi, benim yanımda otur biraz!
– Nasılsınız, Arıslan Rehmetulloviç! – Elfiye önce dikilerek durmak istedi, uygun olmayacağını düşünerek, yanına çökmeye mecbur oldu. Herkes onlara dikkat ediyor, bunu Elfiye de fark ediyor. Öncelikle, ünlü birinin yanında, kendisi çağırdığına göre, biraz olsa da oturmanın kötü olmadığını iyi biliyor o. Pek çok kişi şu anda ona kıskanarak bakıyor. Arınbasarov sert biri, herkesle böyle konuşmaz. İkinci olarak da, şu dakikada Elfiye çekiniyordu. Sebeplerini kendisi biliyor sadece. Ne dersen de, bu meşhur profesör onu zamanında beladan kurtardı… Ama, kendi çekincelerini yenip:
– A, bu Arıslan Rehmetulloviç, ömür boyu benim adımı aklında tutamadı… – dedi, şakadan. Bunu başkaları da dinliyor. – Elfiye ismi kopkolay… Elfiye Rehimovna…
Profesör ona hayranlıkla baktı.
– Ya, bu kolay olduğu için aklımda kalmadı ama – dedi o, sözlerine derin bir mana vererek.
– Biz çoğuz, Arıslan Rehmetulloviç…
– Evet, çoksunuz ama çok azsınız!
– Bunu nasıl anlamalıyız?
– Direkt olarak. Bir makama sahip olanlar çok ama iş yapan az. Sen çok iyi bir anestezistsin. Bu herkese nasip olmaz, tabiatın verdiği bir yetenek sayıyorum ben. – Etraftakilerin kulak kabartmasından rahatsız oldu Elfiye Rehimovna, ama ters bir şey de söylemedi. Tabi ona ne şüphe, profesörün neyi kastettiğini çok iyi biliyor o. Ama:
– Kaderden kaçan yok ki, – dedi.
Profesör bu sözlerden sonra birden arkasına yaslandı, yüzüne memnuniyetsizlik belirtileri çıktı.
– Yanılıyorsun, Elfiye… Kimden bahsediyorsun?
– Rehim…
– Evet, çok yanılıyorsun, Elfiye Rahimovna. Kaçılabilir. Herkes kendi bahtını kendi kurar. Sen doktorsun! Anlıyor musun, doktor. İnsanların sağlığı ile ilgili çalışan birisin. Ama sen, kendi değerini kendin kaybedip, kâğıt konmuş olan deri bir dosya taşıyarak dolaşıyorsun. Parti için çalışanlar öyle ya da böyle bulunur. Onun önünde diz çökenler, baraj yapacak kadar çok.
Sibeğetulluna’ya, herkesin önünde söylenen bu sözler çok ağır geldi, hatta aşağılanma gibi yankılandı. Kalkıp gitmek istedi ama yapamadı. Baksana, bu Arınbasarov, onu hâlâ öğrenci olarak görüyor, sonra, ne kadar aşağılıyor, yetti artık, Elfiye de akı karadan ayırabilir. Onu bütün kliniğe Parti Teşkilatı Sekreteri olarak boşuna seçmediler ya. Elfiye yerinden kalktı, tam o anda salona, ağır ağır gelen başhekim Kaznabayev girmişti. O kendi makamını bildiğinden önceden ayrılan koltuğuna acele etmeden gidip oturdu.
– Arıslan Rehmetulloviç, beni azarlamak için çağırmışsınız, teşekkürler! – deyip öfkesini gizlemedi Sibeğetullina; şu andaki toplantıdan önce bunun böyle olmasına biraz sevindi. O, hızlı hızlı yürüyerek sahneye yöneldi. Ardından:
– Tamam, bizim konuşmamız daha sonra!… – diyen bir ses yankılandı.
Elfiye, elbette, çok utandı. Dosya taşıyarak dolaşıyorsun imiş. Birisi de bu işi yapmalı. Herkese ünlü profesör denilemez.
Parti Teşkilatı Sekreteri sahneye çıktı. Salon sessizleşti. Bu ilk bakışta böyleydi. Ama gerçekte ise, farklı yerlerde topluluklar toplanmış. Herkes yavaş yavaş fikir alıyor. Sibeğetullina seziyor, şu andaki sessizlik fırtına öncesi olan sessizliği anlatıyor. Ama kim Arınbasarov’u telgraf çekip çağırmış ki? Elbette, onu seviyor, pek çok kişi seviyor. Ama işte şu anda partibürosunun gerçekleştirdiği bir politika var. Ondan sonra birden kendisi de titredi: partibüronun gerçekleştirdiği politika mı? İçinde bir şüphe var, bunu kendisi de biliyor, sadece onu tanımak istemiyor. Bu kendi kendini aldatmak değil mi? Sibeğetullina bakışları ile başhekim Kaznabayev’i arayıp buldu. Yanına STK Başkanı Yamanharov oturmuş, diğer tarafında Sendika Teşkilatının Başkanı. Azameti yüzüne yansımış Kaznabayev’in. Burada o, her zamanki gibi kapkara saçlarını arkaya doğru şöyle bir düzeltti ve Sibeğetullina’ya başlayalım demek için bir işaret yaptı.
Parti Teşkilatı Sekreteri kalktı.
– İlk önce, yoldaşlar, sizi biraz beklettiğimiz için özür diliyoruz, bir sorun çıktı, – dedi o, ama bir yerlerden, arka sıralardan, sinirli bir ses yankılandı.
– Kaznabayev’in kahve içerek oturması da mı meşakkat olarak kabul ediliyor artık!
Sibeğetullina, hatta başhekimin kendisi de bunu duymamış gibi yaptı, sadece Yamanharov dönüp kalkarak, kendisinin üç metre uzakta olan bir şeyi görmemesine rağmen, salonu gözden geçirmeye çalıştı. Bağırmayın, kesinlikle biz biliyoruz sizi ayrıca. Elfiye şimdi iki yol ayrımına geldiğini anladı. Salon demek ki ikiye ayrılacak. Bu, gün gibi açık. Ama hangi tarafa gitmeli Parti Teşkilatı Sekreteri? Ortada duracak değil ya. Ya sol tarafa, ya da sağ tarafa gitmek gerek. Ama, niye az önce profesör Arınbasarov “Bizim konuşmamız daha sonra.” dedi? Bilmece, hepsi bilmece.
Sibeğetullina etraflıca, toplantının gündemini anlattı.
– Yoldaşlar, bu bizim Parti Teşkilatımızın toplantısı değil, kollektif toplantısı. – Burada o birden Arınbasarov’a baktı. – Bana söylendi. Gündemde tek bir mesele var. Ülkede seçim öncesi kampanyası başladı. Şimdi milletvekilliğine alternatif olacak birkaç aday seçilecek. Burada bugün, bizim topluluğumuz da bir kişi göstermeli. Seçim barajı var…
Salon biraz uğuldadı, Sibeğetullina yine düşüncelerinde bir soruya geri döndü. Hangi yoldan gitmeli? Burada mücadele iki kişi arasında olacak: Birisi başhekim Kaznabayev, ikincisi, elbette, profesör Arınbasarov… Yanılmıyorsa… E, kim çağırdı Arınbasarov’u? Gelmiş oturmuş işte. Elfiye bu toplantıyı özellikle bu güne erteledi. İçindeki bir his, toplantıyı Arınbasarov evde yokken yapmak daha hayırlı olurdu fikrini güçlendirdi. “Deri dosyayı taşıyarak” sözleri yankılanır gibi oldu. Bu, Sibeğetullina’nın tereddütlerini yenmesine yardım etti. O, sol kenarda, Kaznabayev’in tarafında yer alması gerektiğini çok açık bir şekilde anladı şimdi. Bu hatta ona bir rahatlık de getirir gibi oldu.
– Yoldaşlar artık, haydi, adayları gösterelim!…
İlk olarak Yamanharov fırladı.
– Ben söz isteyebilir miyim?
– Lütfen buyurun, Samat Safaroviç! Söz, Hizmet Topluluğu Sovyeti Başkanı Yamanharov yoldaşta.
Samat Safaroviç hızlı hızlı yürüyüp kürsüye çıktı ve konuşmaya başladı.
– Yoldaşlar, burada uzun uzun nutuk atmanın bir faydası yok diye düşünüyorum. Biz bununla ilgili toplantıda fikir alışverişinde bulunmuştuk; partibüronun fikri de bana göre belli… – O birden Sibeğetullina’ya baktı.
– Bizim aramızda halk milletvekilliği adaylığına layık tek kişi var, onu da hepimiz tanıyoruz. Kim diye düşünüyorsunuz?
Ön sıralardan bağırdılar:
– Kim demek de ne, bizim başhekim Kaznabayev!
Yamanharov’un ağzı yayıldı.
– Doğru, millet, gece gündüz bizim için kaygılanan, bizim haklarımıza özen gösterip, kliniğin ününü koruyan bu Kaznabayev Geyniyar Geynulloviç’tir. Bugün biz ona güven duyduğumuz için horlanmayız diye düşünüyorum. Bence – o, arkasına döndü, – Elfiye Rehimovna, oylamaya sunmak gerek. Yani, niye uzatalım ki, herkesin işi var, sorunu çok…
Yamanharov kürsüden inmedi, beklemeye başladı. Elfiye Rehimovna ayağa kalktı. Bütün gözler, bu ne söyleyecek der gibi ona yönelmişti. Çıt bile çıkmıyor. Parti Teşkilatı Sekreteri meselenin böyle kolay halledilmesine inanamıyordu, hatta biraz da üzüldü. O, derin bir nefes aldı ve:
– Yoldaşlar, başka adaylar yoksa… – diye çabucak söyledikten sonra oylamaya sundu. Kim…
Ama Sibeğetullina aceleden yanıldığını anlamadı. Çok sessiz olan salonda bir yerden, bu kez ona yakın bir el yukarı kalktı.
– Başka fikirler var mı? – dedi o, şaşırarak. Ondan sonra Yamanharov’a oturmasını işaret etti. Farklı sesler duyuldu.
– Niçin demokrasiyi kısıtlıyorsunuz?
– Doğru değil ki bu!…
– Müzakere etmek lazım.
– Bizde yalakalık yapmaya alışmışlar…
– Dalkavuklar!
Git gide çeşitli atışmalar duyuldu. Sonunda, konuşmak isteyenlere söz vermekten başka bir çare kalmadı. Sakallı, genç bir delikanlı hemen kürsüye çıktı.
– Adaletsizlik ömür boyu hüküm sürdü ve sürecek, – diye başladı o, konuşmasına.
– Soyadınızı söylemeniz gerek, – diye böldü onu Elfiye Rehimovna.
– Hepsi aynı değil mi? – diye işitildi arkadan.
– Nasirov! – dedi sakallı. Birisi gece gündüz halka hizmet ediyor, ilim için çalışıyor, onu gören yok, diğerleri hazır olan şöhreti bölüşüyor, boynuna defne çelengi takıp dolaşıyor. Nerede burada hakikat? Niçin biz göremiyoruz? Sonra, hepimiz öncelikle, görevinde namuslu insanlar değil miyiz?
– Açık konuş! – diye ses verdi Yamanharov. Kaznabayev yavaşça onun elinden tuttu, bir otur ya.
– Açık mı? – Sakallı, Yamanharov’a uzun uzun baktı, diğeri hatta sandalyesinde döndü. – Açıkça söylemek gerekirse, profesör Arınbasarov’u teklif ediyorum. Burada onun kim olduğunu söylemek gereksiz…
Bundan sonra toplantı iyice kızıştı.
Biraz zaman geçtikten sonra, Elfiye Rehimovna’ya sahnenin arkasından bir not getirdiler. Orada şöyle yazıyordu: “Üçüncü Şehir Hastanesine çok acil olarak profesör Arınbasarov’u çağırıyorlar. Genç bir delikanlı ağır bir travmadan sonra ölmek üzere, onu istiyor…” Bu tuhaf notu ne yapacağını bilemeyerek bir süre bekleyen Sibeğetullina, toplantıyı durdurup, onu yüksek sesle okudu. Salon sustu.
Bu haberi işiten Arıslan Rehmetulloviç rahat bir nefes aldı. Çıkıp gitmeden önce, öne geçmeden:
– Yoldaşlar, sizin pek çoğunuzun heyecanını ben anlıyorum. Güven duyduğunuz için teşekkürler! Ama biliyor musunuz, milletvekili olmak Geyniyar Geynulloviç’in işi. Makama göre de böyle emredilmiş. Benim böyle şeylere vaktim yok. Affediniz!… – dedi ve çıkıp gitti.

Altıncı bölüm, yani gizemli bir telefon
Feyrüze Hesenovna, kocası gidince, yine bunaldı. Kendini nereye koyacağını bilemedi. Tabak çanak yıkamaya çalışıyordu, fincanı düşürüp kırdı. Kırıkları toplamıştı, masayı sileyim derken şişedeki sütü döktü. Sinirlendiği için ağlamaya başlayıp, pencerenin önündeki güllere su dökmeye başlamıştı ama yeni çiçek açmaya başlayan gülün dalını kırdı. Ondan sonra da “pat” diye oturuverdi. İçine bir şüphe düştü, yüreğini endişe kapladı. Daha çok da gül dalı endişelendirdi. Bu pembeleşip çiçek açan gülüne bakınca hep bir çilek gibi olgunlaşan kızını gözünün önüne getirmeye alışmıştı. Şimdi onun dalı kırıldı. Hayır, hayır kırıldı demek doğru olmaz. Feyrüze kendisi dikkatsiz davranınca büküp düşürdü. Akşam, yağmurlu akşamda, o biricik Gülşan’ını çabuk dönmesi için bile uyarmadan serbestçe gönderdi. O da, telefon çalınca “hop” diye fırladı. Babası da evde olmayınca temkinsiz davranmıştı o. Gece gündüz kitap üstünde yorulmuştur diye üzüldü. Arıslan’ı evdeyken böyle bir olay ortaya çıkmazdı. O katıdır. Ama işte, Feyrüze’nin elinden gelmiyor. Gülşan’ına bakıyor ve kendi gençliğini aklına getiriyor.
Bir düşününce, Feyrüze çok şanslı biri. Sevdiği kişiyle evlendi. Çok iyi bir çocuk yetiştiriyorlar. Varlıklı bir hayat sürüyorlar. Her şeyleri var. O, işinden de memnun. Sağlık Meslek Yüksekokulunda öğretmen. Oraya işe gireli artık çok zaman geçmiş. Şimdi de Feyrüze gençliğindeki güzel bir olayı aklına getirdi.
… Yaz tatili idi. Arıslan’ı Moskova’dan dönmüyor da dönmüyor. Feyrüze köyde, annesinin babasının yanında. Ama onun içi rahat değil. Yani, niçin çoktandır bir mektup gelmiyor Arıslan’ından. Şaşırmaktan yoruldu. Bahçeye çıkıp, gizlenerek gözyaşı döktüğü zamanlar da oldu. Bir de içine bir şüphe düşüyor. Kulağından, aynı sınıfta olduğu bir arkadaşının sözü gitmiyor: “Bak ona, dikkatli ol, Moskova’da Rus kızları kötü diyorlar, senin Arıslan’ın gibi esmer delikanlılara asılırlar, diyor…” Şakayla söylese de arkadaşı, Feyrüze’ye yetti. Düğme kadar olan şüphesi büyüdükçe büyüdü, gittikçe bir deveye döndü…
Ama bir gün, bir iş bulup sessizce komşu kadına gitti. O, Feyrüze’nin kulağına: “Orada çok düzgün, yakışıklı bir delikanlı seni bekliyor, kızım. Birlikte okumuştuk, diyor…”
Feyrüze’in yüreği “hop!” etti. Koşup gitmek istedi ama gücü yetmedi. Onların köyünün karşı tarafında bir dağ uzanmıştı. Halk, niyeyse ona Behittav (Şans Dağı) diyor. Onun eteğindeki çukurlukta neler yetişmiyor ki. Açlık yıllarında rızkı oradan sağlamışlar galiba. O baltırğan[42 - Bir tür bitki.], o köpşe[43 - Bir tür bitki.], o çilek, o kartopu…
Behittav’ın köye çok yakın olan bir taş çukurunun dibinden fışkırarak bir pınar çıkıyor. Adı da çok güzel, Yırşişme (Şarkı Pınarı)! Ona gün boyunca farklı taraflardan güneş vurur, suyu ne zaman gelirsen gel, ışıldar, mavileşir. İçmeye doyum olmaz, soğukluğu dişini donduracak kadar. Ama en akılda kalanı, o, gece gündüz, bileği taşlarının üstünden zıplaya zıplaya çınlayan şarkısını yayar. Yanına yatıp dinlemeye başlarsan mı!… Aklın başından gider… O pınarın suyunu getirip semavere koydun mu, çayı da çok lezzetli olur. Artık pınara gitmiyorlar. Her evin önüne denilebilecek kadar tulumba koydular. Uzaklık da var tabi. Böyle olmasına rağmen, Feyrüze kovaları aldı ve omuzlarının başına köyente[44 - Her iki tarafına kova takarak suyu omuzda taşımak için kullanılan ağaç.] alıp Yırşişmeye gitti. Bunu gören komşu dedenin sesi duyuldu.
– Hey, bu Feyrüze çalışkan ya, yine Yırşişme’ye suya gitti. Kendin gibi çalışkan bir adamla evlen!…
Feyrüze, sokağın köşesinde duran Arıslan’ı görünce yüreği, kafesinden uçup çıkmaya hazırlanan bir kuş gibi, tak tak atmaya başladı. Mutluluktan gözünün önü perdelendi sanki, hiçbir şey görmez oldu. O, tam ters yöne yürüyor, dönüp bakmaya korkuyordu. Birisi fark etmesin de. Ne yapsa da, Yırşişme yanındaki fındık çalılığına ulaşsaydı. Sabrı tükendi kızcağızın. Arıslan’ı onun düşüncesini anlayıp, ardından gelse tamamdı.
Önce çok hızlı yürüdü. Pınara yaklaşırken, adımlarını yavaşlattı. Yüreği seziyor, Arıslan’ı dolaşması gerekse de gelecek.
Yırşişme’ye gelip fındık çalılığına girince ne görsün: Diğer taraftan onun Arıslan’ı kocaman kocaman adım atarak koşuyor ve ona gelmek için acele ediyor. Artık Feyrüze’nin dayanacak gücü kalmamıştı, iki kovasını birden attı ve ona doğru koştu. Ah, o tatlı dakikalar!…
Feyrüze Hesenovna, bundan uzun yıllar öncesinde olan bu anı kendinden geçerek, gözlerini yumup hatırlıyor, bitmez tükenmez bir mutluluk duyuyordu. Galiba, insan, kırka kadar hayaller ve ümitlerle yaşıyor, sonra da bu hatıralarda sevinç buluyor.
…Onlar böyle Yırşişme boyunda ne kadar kucaklaşarak durdular, şimdi aklında değil. Ama o gün Feyrüze pınardan su taşıdı. Arıslan’ı, köydekilere görünmemek için, kavağın dibinde yatıyor, ama Feyrüze her geldiğinde ya krep ya da börek taşıyor. Annesi fark etmez olur mu hiç, kızının mutluluk dolu gözlerine bakıp anlamıştır, muhtemelen. Sonra kendisi yardım etmeye başladı.
– Ben seni götürmeye geldim! – dedi Arıslan, kendinden geçerek Feyrüze’nin kara gözlerine baktıktan sonra. Kız, yakındaki pınarın sesini çıkararak, kikir kikir güldü.
– Git, deli, – dedi, yanındayken hep sıkıca yiğidine yaslandı. – Biraz sabret. Anneme, bahçedeki işlerine yardım edeyim…
İkisi de rahatlayıp gülümsedi. Arıslan görüp konuştuktan sonra gitmek istemişti, Feyrüze onu bırakmadı. İlk defa bir gece onlarındı. Kavağın dibindeki yeşil çimen onlara döşek oldu, yıldızlı gecenin boz havası pamuk yorgan… Bu gece Feyrüze Hesenovna kadın oldu. Gülşan’larının bu hayata yolu, o Yırşişme’de başladı. Çok geçmeden de düğün yaptılar…
…Birden telefon çaldı. Feyrüze “tak” diye kaldı, hayallerin, anıların ipleri koptu. Uzun süre hatıralara dalmak istiyordu. Kim ki? Gülşan’ı mı? Zaman çok uzadı sanki.
– Alo! Ben dinliyorum…
Ahizede, bir şey duyulmuyor. Birinin nefes alışı fark ediliyor. Feyrüze şaşkın bir hâlde konuştu:
– Kızım, Gülşan, sen misin? Niye böyle şaka yapıyorlar şimdi, – diye içinden kızdı o. Ama cevap yerine ahizeden şarkı duyuldu:
Sokağınızı geçeriz,
Çitlerinizi sökeriz.
Güzel kızlarınız varsa
Çalıp gideriz…
Bir erkek sesiydi bu. Vay utanmaz. Feyrüze sinirinden ağlamaya başladı. Niye şimdi ona şaka yapıyorlar? Yoksa şimdikilerin şakaları böyle mi oluyor?
– Kimsiniz? – diye bağırdı ahizeye Feyrüze, ama onunla konuşan olmadı. Delikanlı donuk bir şekilde esrarengiz güldü ve kapattı.
Feyrüze Hesenovna, sersemletilmiş balık gibi sendeleyip, pencere önünde kaldı. Ne düşüneceğini de bilmiyor. Çalıp giderizmiş. Neyi kastediyor ki bu yabancı ses? Ne yazık ki, Arıslan’ı da evde yok. Ne yapsa, telefonla arasa mı? Şimdi o bulunmaz da. Toplantı var diyorlardı. Kendine bir yer bulamadı Feyrüze Hesenovna. Ne kadar tuhaf bir telefondu bu? Onun yüreğini gittikçe endişe kapladı. İçinden, sadece kocasının çabucak dönmesini diledi. Yoksa, bir arkadaşını mı arayıp sorsa? Polise söylese mi? Adı çıkarsa? Dahası, Arıslan onaylar mı bu işi? Tek başına, yüz soru. Feyrüze Hesenovna sadece oturmamak gerektiğini, bir şeyler yapmasının gerekli olduğunu iyi biliyor. Ne olursa olsun diyerek o telefona yöneldi ama yine telefon çaldı. Korkarak ahizeyi kaldırdı ev sahibi.
– Evet, Arınbasarovlar dinliyor.
Telefonun diğer ucunda heyecanlı bir erkek sesi:
– Merhaba, Feyrüze Hesenovna! – diye bağırdı. – Kutluyoruz, canı gönülden! Zaferle. Şimdilik küçük zaferle, büyüğü, daha sonra.
– Ne zaferi, niçin kutluyorsunuz? – Feyrüze Hesenovna hiçbir şey anlamadı. Çok geçmeden de, erkekten ahizeyi bir kadın çekip aldı. Öncekinden de telaşlı bir sesle devam etti bu:
– Merhaba, yenge siz misiniz? Mücadele edip yendik, yenge! Biz de düşenlerden değiliz yani.
– Yendiniz mi, ne? – diye sordu ev sahibi, şaşkın bir hâlde. Diğeri daha da heyecanlı konuştu.
– Yenmemek de ne, aksi mümkün değildi. Geri çekilmeye yer yok, arkada Moskova. Parti Komitesi de onu savunuyor, o STK Başkanı, adam müsveddesi, zıplayıp duruyor, sendikaya ne ki? Hepsini de yendik.
– Neyi yendiniz? Kimi?
– Başhekimin yandaşlarını. E… Arıslan Rehmetulloviç evde mi?
– Yok, o, hastaneye diye gitmişti sabah…
– A, toplantıdan çıkalı çok oldu da. Onu Üçüncü Şehir Hastanesine çağırtmışlardı. Bir şey mi oldu ki? – Ondan sonra sorusunun cevabını beklemedi kadın, haberini bitirmek için acele etti. – Biz Arıslan Rehmetulloviç’i çok seviyoruz, bizim öğretmenimizdir o! Onun gibi insanlar klinikte yok. İşte bunun için Arıslan Rehmetulloviç’i çoğunluğun oyu ile Yüksek Şûra’ya halk milletvekilliğine aday olarak gösterdik. Kazandı. Bizim tebriklerimizi ulaştırınız. Kadın nazikçe vedalaştı ve ahizeyi kapattı.
Bu yenilik Feyrüze Hesenovna’yı şaşkına çevirdi. Onun Arıslan’ı mı, şimdi halk milletvekili olacak yani, tam bir bilim adamı, tiyatroya bile gitmek için vaktine acır o. Konferanslar, ameliyatlar, deneyler… Onun evde olduğu da nadirdir. Ama şimdi, halk milletvekilliğine aday. Nedense bu yenilik Feyrüze Hesenovna’nın içine sığmadı. Ayrıca, kocası için duyduğu gurur gönlünün bir tarafını ısıttı.
Daha sonra ne yapacağını bilemeden Feyrüze Hesenovna dairesini toparlamaya başladı. Salondaki iri çiçekli kilimi elektrik süpürgesi ile temizledi, pencereleri sildi. Saat dört oldu, dördü geçti, Gülşan yok. Arıslan da yok. Böyle zor bir durumda o tek başına hiç kalmamıştı. Arkadaşlarında kalıp enstitüye derse gitse bile şimdiye çoktan geri dönmesi gerekti. Boşuna değil bu. Gülşan’a bir şey oldu. Yok böyle oturmak olmaz. Arıslan’ı bulmak gerek. Yetti, yalnız başına kahrolmalar.
Emin adımlarla telefona geldi, ama bu kez kapının zili çaldı. Rahat bir nefes aldı, koşarak açtı. Ama orada dokuz on yaşlarında saçlarını iyice kazıtmış olan, tanımadığı bir çocuk görünce şaşırdı.
– Kimi arıyorsun, oğlum? – dedi Feyrüze Hesenovna. Çocuk cevap yerine, garip bir şekilde gülümseyip, zarf uzattı ve dondurmasını ağzını şapırdatarak yalaya yalaya merdivenden inip gitti. Feyrüze zarfın dışındaki kargacık burgacık harfleri görünce, onun ardından çıktı.
– Hey, çocuk, lütfen dur, kim verdi bu mektubu?
Kel durdu, korkmadan:
– Veren kişi hileli oldu, uçtu gözden kayboldu! – diye nükteli konuştu, o, dilini uzunca çıkarıp dondurmasını yaladı.
– Niye dondurma için para mı verdi yani? – diye sordu Feyrüze Hesenovna.
– Verdi.
– Çok mu verdi?
Çocuk göğsündeki cebi açıp içine göz attı.
– Şimdi iki dondurma daha alabilirim.
– Zengin olmuşsun ya. Kimin oğlusun?
– Annemin.
– Adı yok mu yani?
– İşte şimdi unuttum.
Kel, iş bununla bitti der gibi, paytak paytak yürümeye başladı.
– Oğlum, mektubu bir erkek mi verdi? Batarken samana tutunmaya çalışan biri gibi, acele ederek, endişeyle sordu. Bu kez çocuk, ablaya üzüldü galiba.
– Bir delikanlı verdi zarfı, yüzünü hatırlamıyorum, dedi.
– Yanında bir kız yok muydu?
– Yok. “Ciguli” de oturan da erkekti. Gittiler.
Feyrüze Hesenovna acele ederek dairesine çıktı ve titreyen elleri ile zarfı yırtıp açtı. Ortası bükülmüş bir defter sayfasında, sol tarafa toplanmış bir şekilde yazılan iki üç cümleydi: “Kızınız değerli ise on beş bin hazırlayınız. Onun bize nasıl verileceğini akşama doğru arayıp söyleriz. Centilmen gibi davranırsanız, kızınızın saçının tek bir teline bile dokunmayız. Baykuş.” Yazıyı okuyunca, Feyrüze Hesenovna’nın birden gözünün önü karardı. Gücü tükendi, havasız kalır gibi oldu. Ama yüreği sezmişti, işte doğru çıktı. Sağ salim olsun da yavrucağı, ay ay, görenler var mı ki bu başı!… Baykuşmuş.
Feyrüze Hesenovna, duvara tutunarak, telefonun yanındaki koltuğa oturdu ve Üçüncü Hastanenin numarasını çevirmeye başladı. Arıslan’ı oraya gitti, demişlerdi.

Yedinci bölüm, yani tutsaklığa götüren yol
Gülşan’ı, şehir boyunca uzun uzun dolaştırdılar. Önce çok tartıştı, tırmaladı, gücü yetmedi, ağladı, ondan sonra yalvarmaya geçti.
Ama iki tarafında da oturan azman gibi adamlar onun hareket etmesine izin vermedi. Onun gözlerinin önünden bir dakika bile yerde yatan İlğuca’sı gitmedi. Ne oldu ki? Tekerlerin altında kaldı galiba… Allah’ım sağlıklıysa tamamdı… E.. öldüyse? Onun tüm vücudu bir yandı bir soğudu. Ağlamaklı oldu, durdu durdu. Gözlerinden gayriihtiyari yaş aktı. Bunu gören Vadik ile peltek, birbirlerine bakıp gülümsedi.
– Ne yani, madonna, delikanlını mı özledin de ağlıyorsun? – diye sırıttı Vadik denileni. Bak, hayvan, bir de “madonna” diye isim takıyor. Onun yüzüne bakılmaz, iğrenç, ağzından bira fıçısından geliyor gibi, haşerat bir koku yayıyor. Saçları bahçedeki korkuluk gibi dağılıp alnına yapışmış. Gülşan sadece bir saniye bakışlarını ona yöneltti ve onun yüzünde uzun bir yara izi olduğunu fark etti. Dudağını öne çıkartıp yalanıyor, haşerat! Bu adama Gülşan’ın sağ tarafında oturan peltek de katıldı:
– Böyle iyi delikanlılay a-asında üzülüp otu-mak kızla-a yakışan biy iş değil!
Kırık pencereden rüzgâr esiyor, bazen kıza yağmur damlaları da gelip değiyor. Peltek, o pencereye ceket gibi bir şey kapıyor.
– Alçak, pencereyi kırdı… – diyor Vadik, dostunun hâlini anlamaya çalışarak.
O da sadece bunu beklemiş, çabucak onun tarafına döndü:
– Vadik, cebinde kalan yakıyı ve-sene. Ü-şüt-tüü.
Vadik yeni aklına gelmiş gibi, koynundan şişeyi çıkarıp, lıkırdatatak içti. Ondan sonra biraz tereddüt etti, gülümser gibi yaparak:
– Madonna, sen de içer misin? – dedi. – Görüyoruz, tir tir titriyorsun, hatta delikanlının gömleği de ısıtmıyor.
Gülşan konuşmadı. Artık ağlamanın, yalvarmanın fayda getirmeyeceğini anladı o. Nedense yüreği taş gibi sert.
– Yoksa kucaklayıp mı oturayım? Cennetin bile gerekmez… Hi-hi!..
Peltek sabredemedi, yoldaşının elindeki şişeyi çekip aldı.
– Geveze! Kendi ısınınca, dostla-ını unuttu. Haydi, ye-le-i değişti-elim!
– Yok benim için madonnanın sağ tarafında sallanarak gelmek çok iyi. Sonra zamanı gelince, böyle kucaklaşıp uyuruz, tamam mı, güzelim! – O, birden kocaman ıslak elini Gülşan’ın gömleğinin kenarından soktu, ikincisiyle de dizinden tuttu. Kızcağızı elektrik akımı çarptı sanki, kendi bile anlamadan, acı acı bağırdı ve göz açıp kapayana dek Vadik’in boynunu sıktı. Hırıldamaya başlayan dostunu peltek kurtardı.
– Vadik sen hâlâ kadın kız meselesinde çok safsın. – O şişedeki sıvıyı içip bitirdi ve şişeyi de camdan attı. Şişe çat diye kırıldı. – Onlar nazlanmayı çok severler.
Gülşan konuşmaya başladı:
– Siz, katiller, en aşağılık hayvanlar! Sizin, bu yaptıklarınız için kesinlikle hesap vereceğiniz zaman da gelecek. Bilin bunu.
Yeni sakinleşen Vadik, Gülşan’ı kenara çekip, pencereyi açıp dışarıya tükürdü.
– Kancık, vay kancık… – Onun başka bir sözü olmadı. Galiba, Gülşan onun boyununa uzun tırnaklarını yarana kadar batırabilmişti.
Bu zamana kadar önde oturan şef, şapkalı adam, hiçbir şey söylemedi: “Ciguli” sahibi de onları duymuyor. Onlar için arkadaki, ne var ne yok. Ama, Gülşan’ın sözlerinden sonra dönüp bakmadan konuştu.
– Centilmenler, kızlara kötü muamele etmek iyi değildir. Sabredin… O herhangi birinin kızı değil, profesörünki… Onların çevrelerinde başka türlü konuşurlar, başka türlü severler. E, siz? Sokak serserileri gibi davranıyorsunuz. İçmeyi de bırakın! Duydunuz mu? İş başlıyor artık… E, kim çalışmazsa o, yemek yiyemez.
İki yiğit birden hareketlenmeye başladı.
– Oldu şef, senin sözünden çıkmayız.
Araba şehrin sokaklarında sağa sola dönerek gitti gitti ve Ağizil köprüsüne götüren yola indi.
– Durdurun! – dedi Gülşan, “şef”in şapkasını yolarak alıp. İndirin beni!..
Böyle bir yüreklilik beklemeyen “şef” dönüp bakmadan, biraz da keyfi kaçarak, başını çevirmeden konuştu:
– Her şeyin bir ölçüsü vardır güzelim! Yoksa…
– Ne “yoksa”? – Gülşan’ın iki elinden de iki yiğit sıkıca tutmuştu, kımıldamak mümkün değil.
– Yoksa mı? İşte bu iki aslana, – o, arkadaki Vadik ile pelteği işaret etti, – evet, iki aslana yoldurmak için veririm. Burada şimdi arabayı durdururuz da… biz şoför ağabeyin ile çıkarız. Anladın mı? İyiliğe iyilikle cevap verirler, güzelim! – Şefin başına şapkasını taktılar, o, şapkasını düzelterek taktı. Yarım saniye bile dönüp bakmadı. Demek, Gülşan’dan çekiniyor, tanınmamaya çalışıyor. E, çekiniyorsa, korkuyordur. Kız onun demin söylediği sözlerden çok korksa da, ama bunlardan her şey beklenir, kurnazlık yaparak, konuşmaya başladı.
– E, sizi ağabey, ben bir yerlerde görmüş gibiyim… – Gülşan nefes almadan cevap bekledi. Ne yapabilir ki bu densiz adam? Bu dakikada onun iki tarafında oturan iki yiğit ellerini biraz bırakır gibi oldu. Gülşan daha da hareketlendi. Gözünü bile kırpmadan kandırma zamanı geldi şimdi onu.
– Gerçekten, nerede gördüm ki sizi? – Arabada sessizlik oldu. Sabredemedi şapkalı, birden dönüp baktı. Onun yüzünü bu karanlıkta aklında tutamasa da, bitişmiş koyu kara kaşları işte gözünün önünde duruyor. Biraz önce şapkasını çekip indirdiğinde başının kel olduğu da anlaşılmıştı. Bunlardan yararlanarak değerlendirmeye çalıştı kız.
– Güzelim, sen beni değil bir vakitte, hiçbir zaman görmemişsindir. Anladın mı? Bunu aklına iyice sok. Yoksa, senin için kötü olacak. Şaka yapma!..
Ateşle oynadığını anlıyor Gülşan. Bunun iyi olmadığını da biliyor. Ama bir ümit işte, belki bırakırlar…
– Şaka yapmıyorum, – dedi Gülşan, saf bir şekilde. – Şu anda tanıdık geldiğiniz için sadece… Yani, bir mecliste mi, misafirlikte mi, burada öldürün aklıma getiremiyorum.
– Evet, akıllı olduğun belli oluyor.
– Ağabey, haydi gerçekleri konuşalım artık. Niye beni burada şimdi bırakmıyorsunuz? Benim orada arkadaşım yattı kaldı. Siz onu arabayla çiğnediniz. Bilin, şu anda sizi polis arıyor. – Bu kez şoför, bu ana kadar hiç kımıldamayan yiğit, vitesi yanlış takıp, arabasını tarıldatıp gürültü çıkardı.
– O, çiğnenmedi, dedi şapkalı sakin bir şekilde.
Gülşan’ın gönlünde bu sözlerden sonra bir inanç uyandı. Şu anda cehennem deliğine giden o değil sanki, İlğuca’yı düşünüyordu. Ama bu şapkalı gerçekten de tanıdık gibi geldi. Ama nerede gördü? Muhtemelen, ona öyle geldi sadece.
– Siz beni nereye götürüyorsunuz? Size ne gerek ki, niye açık açık konuşmuyorsunuz? – Kızın sesi acı çekerek çıktı. O, bu dakikalarda, perişan bir hâlde gece uyumadan, kapının yanında oturan annesini gözünün önüne getirdi. Yine ağlamak üzereydi ama, zayıf görünmemeye kendi kendine söz verdi. Bu haşereler korkak, onları sadece sertlikle yenebileceğini anladı o.
Şapkalı, sesini yine güvercin sesine benzeterek, şöyle dedi:
– Güzelim, biz seni bırakamayız. Niye mi? Sen bizim için çok kıymetli bir malsın!
– Niye, ben size şimdi bir mal olarak mı görünüyorum yani? Ne kadar aşağılayıcı.
– Sen kızma, dinle; böyle bakıldığında, sen bir mal değilsin, bir kaşık suya koyup yutulacak kadar güzel bir kızsın. Anladın mı? Senin bütün zenginliğin işte böyle bir kız oluşunda. Biz seni çaldık. Ama çaldığın bir şeyi bizde boşuna geri gönderme âdeti yoktur…
– Para gerek yani? – Gülşan istihzalı bir şekilde ima etti.
– Doğru, güzelim, bize para gerek. Bu yüzden de, şimdi sen bizim elimize geçen bir malsın, anladın mı?
– Anlamayan nerde, elbette, anladım. On beş bin mi gerek?
– Tam tamına on beş bin hum. Ondan sonra sen bizi kendi polisinle Ufa’da gündüz mum yakıp arasan bile bulamazsın.
– Şimdikiler bulur…
– Bulurlar, ama onlar biz değiliz. Yani, sen ilk ve son kaçırdığımız kız değilsin. Geçenlerde de bir mağazada çalışan bir kadını kaçırmıştık. Boşuna oldu. – O, sessizce güldü. Nedense bu kez peltek kenara döndü.
– Şef onu aklıma geti-meyin şimdi!
Şapkalı keyiflenip güldü; o, çaldığı “mal”la böyle sakin bir şekilde sohbet etmeyi seviyordu. Sakinliğin ona güven verdiğini de anlamak zor değil, ama sinirlenmesi de çok sürmez.
– Satıcı kadın içkici çıktı, – diye devam etti konuya şapkalı, – işte bu aslanla, – o, pelteği işaret edip gösterdi, – gece boyu aşk tazeleyip birlikte yattılar. Kocasına telefon etmiştik, o da sevindi. “Ne parası size, kurtardığınız için teşekkürler, uzun tutun.” dedi. Öyle biri bize değil, bıçağıma gerek. Yoksa… Senin baban da böyle vazgeçer mi ha?
Gülşan konuşmadı.
– Yook, sen farklı bir malsın, güzelsin! Sen iyi davarsın. Senin için profesör baban parasını esirgemeyecek. Biz de ahmak değiliz, ardından bir hafta takip ettik. Şansımıza yağmur yağdı, şansımıza kendin avlandın. Bu sadece. İşte, güzelim, her şeyi açık açık söyleyiverdim. Baban bize on beş bin, biz ona kızını. Kız olarak geri göndeririz.
Düşünen Gülşan:
– Ama benim babam evde yok, – deyiverdi. Şapkalı şaşırmadı:
– Evde yoksa da döner. Mal da beslendiği yere döner. Bizim için annen de olur. Elinde para yoksa bile birisinden borç alır. Alışverişe yarından itibaren başlıyoruz. Eğer her şey doğru, centilmence yapılırsa, her şey olur okey!
Gülşan korkarak sordu:
– E, e… para vermezlerse…
– Vermezlerse mi, – şapkalının sesi birden soğuk, üşütücü yankılandı. Vermezlerse de kaygılanmak gerekmiyor. Senin gibi güzelleri yatırıp keyfine bakarsın, masrafını çıkarırsın. Ufa büyük, Ufa’da kızlar bitmedi. Sen ilki de sonuncusu da değilsin. Eli titreyen ana baba bulunur, güzelim! İşte geldik… Gülşan’ın son sözlerden sonra vücudu bir sıcak bir soğuk oldu. Bu adam oldukça yumuşak konuşmaya çalışıyor. İçi dolu kurt. Hepsi katil. Hareket ediyorlar sadece. Kızcağız diğer tarafa dönüp bakmak istedi ama ona fırsat vermediler. Arabanın tepesini takırdatarak hâlâ yağmur yağıyor. Kırık pencereden yaprak kokusu yayıldı. Demek ki, onlar bir orman yoluna geldiler. Burada onun gözünü bir çaput ile bağlamaya çalıştılar, yapamayınca, başına naylon bir poşet geçirdiler. Elini de bağlamak istediler, ip bulamadılar.
– Madonna, uyarıyoruz, rezidansa geldik. Eğer direnirsen…
Kendi aralarında bir şeyler konuştular, peltek ile Vadik, Gülşan’ı iki tarafından tutarak, dar, toprak bir yoldan sürüklediler. Onların arkasından şapkalı gelmedi, çok geçmedi, araba fazla ses çıkarmadan hareket edip gitti. Demek, bu ormanın içinde onların üçü kaldı. Bu iki haşereden sakınmak gerek. Merhametleri yok. Gülşan’ın bütün vücudu korkudan titriyordu. İlişmeye çalışırlar mı ki?
Biraz yürüdükten sonra, yavaşça, ses çıkararak küçük bir kapı açıldı. Şimdi onu, birinin yazlığına ya da bağ evine getirdiklerini anladı kız. Buradan nasıl kaçmalı? Ama o, tam düşünürken, peltek sessizce gidip kapıyı açtı. O girince, onun başından naylonu çıkardılar. O, duvara tutunarak, içeriye girmeye mecbur oldu. İri keresteden yapılan sağlam bir evdi bu. İçi kuru, sıcak, tozlu; eski kumaş kokusu duyuluyor.
İki delikanlı kendi aralarında sessizce konuşuyor:
– Vadim, sen burada akşam bir içki buldun değil mi?
Diğeri samimiyetle cevap veriyor:
– Korkma, moruk, reçelden mayalanan bir şişe bal[45 - Bir tür içki.] gözüme çarpmıştı. Şimdi bunu indiririz ve içeriz.
Gülşan birden başını vurdu. Gözüne ateş görünmüş gibi oldu. Şak diye orada yanındaki seki gibi bir şeye çöktü.
– Ne oldu? – diye sordu Vadim.
– Başımı vurdum… Of!… – O, yine ağlamaya başladı. Peltek kibrit çıkardı, kibriti yanınca, mutfak gibi küçük bir odada oturduklarını anladı Gülşan. O anda, yakında olan uzun saplı bir bıçak gözüne ilişir gibi oldu.
– Yakma, gizli bir faaliyet!… – diye fısıldadı Vadim yoldaşına. – Başını çarptıysa, biraz daha terbiyeli olur madonna. – Hâlâ ısırılan eli için hesap sormak istiyordu. O, bir şeyleri çatır çutur düşürerek yaklaşıyordu, peltek önüne geçti:
– Acele etme, önce o şişeyi bulalım şimdi!
Gülşan ağlamayı hemen kesti. Bunlardan merhamet beklenmez. O, dikkatlice yoklayarak önce uzun saplı bıçağı eline geçirdi. Az olsa da gönlüne bir sıcaklık gelir gibi oldu. Lahana kesmek için bıçak çıktı. Ağır, uzunluğu yarım metre kadar vardır.
Vadim, sonunda, onu karanlıkta sol elinden yakaladı ve kendine çekti. Ne yapsa da bıçağı fark ettirmese, kız sabretmeye başladı.
– Şimdi, güzel, madonna, biz seni çatı katına götürürüz. Böyle daha kolay olur. Yoksa, burada sen bizim şarap içmemize engel olursun.
Peltek biraz güldü.
– Vadim, belki onun da içesi geliyordur?..
– Hey, moruk, hepsini de o satıcıyla bir tutma. Hi-hi!… Ya, sizin aşkınız vahim oldu! Kaç gece uyutmadınız, ha-ha-ha!..
– Tamam, öyle ağzını ayı-masana. Çok tatlı bir kadındı o.
– O zamanlar, zor kurtardın kendini. Bir deri bir kemik kalmıştın…
Vadim deneni karanlıkta yine Gülşan’ın göğsünü yokladı, kız sessizce o haşerenin elini kenara itti, bunu kendince anlayan yiğit, memnun olup, Gülşan’ı merdivenlerden yukarı çıkardı. O, hâlâ onun kalçasını, baldırlarını okşuyordu, bu sefer de dişlerini sıkıp sabretti kızcağız. Ne olursa olsun bıçağı kendisiyle alıp girmesi gerek. Kader ne kadar acımasız, yani ne kadar çok sınava mecbur etti, haşereler dünyasına denk geldi. Gözlerinin önüne yine kaldırımda yatan İlğuca’sı geldi.
Sıcak odaya girince, kapının yanında sessizce durup biraz sakinleşti. Diğerleri yokken çabucak üstündeki gömleğini çıkarıp sıktı. Ondan sonra yeniden giymeden önce, uzun uzun onu kokladı. İlğuca’sının ter kokusu sinmişti gömleğe.

Sekizinci bölüm, yani olaylar derinleştikçe derinleşiyor
Arıslan Rehmetulloviç yorulup dönmüştü, yüzü beyazlamıştı. Keyfi yok. Ayrıca kalın kaşları da aşağı düşmüş. Perişan bir hâlde onu bekleyen Feyrüze’si konuşmamayı daha hayırlı buldu. Onun Arıslan’ına böyle bir durum seyrek olur. Herhâlde, Feyrüze Hesenovna şöyle tahmin ediyor: Bir asistanı doktora tezini sunduğunda haksızlığa uğrayıp, çeşitli eksiklikler bulup geçirmezlerse ya da “reddederlerse” veya ameliyat sırasında elinde birisi ölürse ya da hastayı kurtaramazsa, tabi hayat çok merhametsiz, pek çok şey oluyor. Arınbasarov böyle anlarda durumu çok ağır geçiriyor. O, depresyona giriyor: Konuşmuyor, yemek yemiyor, içmiyor, hatta insanlarla bir arada olmaktan kaçıyor. Sigara içmeye başlıyor. Eli işe varmıyor. Ne yapacaksın, çok namuslu, hassas biri bu Arıslan Rehmetulloviç.
Şimdi de o, yüzü asık bir hâlde salona geçti. Ceketini çıkarıp, sandalyenin arkasına taktı. Karısına dönüp bakmaya gücü yetmeyince, çantasını açtı ve tomar tomar paraları masaya fırlatmaya başladı. Ondan sonra da divana gidip yattı.
Her şeyi anlayan, ona bakıp duran Feyrüze ağlamaya başladı. Demek o biliyor. Arayıp bulmuşlar alçaklar.
– Affet beni, Arıslan bağışla!… Kızımıza akşam çıkması için izin vermiştim. Sinemaya gitmek için sözleşmişler de.
Neye, neye, Arınbasarov karısının ağlamasına dayanamıyor. Genellikle, kadınların kızların gözlerinde yaş görse gevşiyor. Şimdi de yattığı yerden kalktı ve Feyrüze’sinin omuzlarına sarıldı.
– Bağışla beni, Feyrüze… Belki, sen de suçlu değilsindir. O çocuk; kafeste yaşayan bir kuş değil. Bugün olmasa, bu durum yarın olurdu. Ben, ben suçluyum. Profesör, ünlü biri, parası da çok olmalı. Hadi onun kızını kaçıralım… öyle mi?
– Sağ salim olsun da çocuğumuz…
Ondan sonra Arıslan Rehmetulloviç Üçüncü Şehir Hastanesine gidişiyle ilgili konuşmaya başladı.
– …Delikanlıyı, kötü çiğnemişler, – dedi o, acı acı iç çekerek. Gözlerinde derin bir nefret parlıyordu. – Serseriler, ele geçecek onlar nasıl olsa. Ben polise de gittim. Bakanla da konuştum. Yardım ederiz dediler. E, o delikanlı, İlğuca, ben onu biliyorum, bizim öğrenci, çok iyi bir delikanlı, iyi de okuyor, konferansları dikkatle dinliyor. Her şeyi eksiksiz anlattı. Gülşan’ı kurtarayım derken arabanın altında kalmış.
Feyrüze biraz sakinleşti.
– O paraları… verecek miyiz yani?
Arınbasarov elini salladı:
– İş parada değil, karıcığım, kızımız sağ salim olsun. Ya, sen o tomarları naylon torbaya koysana. Tam on beş bin! Bizim mahalle çevrildi, tam gözetim altında olacak. Telefon da dinlenecek. Bütün polis noktalarına söylendi. Tek işte… Sadece bir şey… – Profesör elini salladı.
– Ne, Arıslan söyle. O yiğidin işi çok mu kötü yoksa?
– İlğuca yaşayacak, başını üç yerinden diktim. Kolunu alçıya aldık. Genç beden üstesinden gelecek. Orada, şimdi delikanlının yanından ayrılmıyorlar, herkesi de tembihledim. Zavallı sabi, beni görünce gerçek gözyaşları ile ağlamaya başladı. Yetiştirme yurdunda büyümüş bir delikanlı o, uzakta olan ağabeyinden başka kimsesi de yok. Ben de duygulandım. Çamaşır ipiyle sıkıca bağlamışlar delikanlıyı… O serserileri biraz hatırlıyor. Sadece işte…
– Ne? – Karısı birden dikkat kesildi, bunu gören Arınbasarov konuyu başka bir şekilde sonlandırdı.
– Okulu kalıyor işte…
Kocasına bu kez şaşırarak hatta biraz da öfkelenerek bakan Feyrüze birden dönüp mutfağa gitti ve kendi davranışını uygun bulmadığı için hemen tekrar göründü. Gözleri endişe doluydu.
– Niye ki… ama bu?
Arınbasarov Feyrüze’sine üzüldü. Gülümsemeye çalıştı ama olmadı, yine de karısının omzuna hafifçe dokunmayı unutmadı.
– Haber bütün hastaneye yayılmış. Hatta… – Söylesem mi söylemesem mi der gibi, profesör tutulup kaldı. Karısı sabırsızlandığını belli etti.
– Niye… hatta? Bugün ben seni anlamıyorum ki, yoksa…
Arınbasarov karısını böyle bir günde hiç incitmek istemiyordu, bunun için daha sakin olmaya çalışarak cevapladı.
– Telefonda bulup, hem de kim, Kaznabayev, hiç beklenmedik bir şekilde hâlimi sordu. Sesi nasıl peki… Kutluyorum, deyip kapattı ahizeyi… Ahmak! Üzüntü için kutlamak…
– Eyvah! – Feyrüze heyecanlandı. – Kaznabayev kutladıysa, seni halk milletvekilliğine aday olarak seçtiklerindendir… Kendisi geçememiş ya.
Arınbasarov birden şaşırdı kaldı:
– Kimi? Beni mi göstermişler yani?
– Sen duymadın mı?
– Yok. Ben ameliyattan çıktım ve bankaya koştum.
– Hemen hemen bütün salon sana oy vermiş. Parti Komitesi ve STK da başhekimi desteklemeye çalışmış. Ama olmamış. Eve telefon edip söylediler hepsini eksiksiz olarak.
Arınbasarov başını iki elinin arasına alıp, şaşkın şaşkın salonun ortasında durdu kaldı.
– Ya, bu benim neme gerek? Söyledim hepsine de… Ben miymişim yani şimdi halk milletvekili olacak kişi! Adam maskarası. Bir bu kalmıştı. Başka kaygılar bitmişti. Bir toplantılarında oturup çıkana kadar kaç kişiyi kurtarırım…
Feyrüze Hesenovna, önlüğünün eteğine elini silip, mutfaktan çıktı.
– Niye, yoksa boynuzlu biri milletvekili olur mu diyorsun yani? Bir nüfuzun var, seni seviyorlar, senin gibi profesörler yerde devrilmiş yatmıyor, Arıslan. Parlamentoda artık ne kadar çok mesele ortaya çıkıyor.
– Niye sen de mi böyle düşünüyorsun?
– Demek istediğim kim isterse olsun.
– Yani, işte Kaznabayev her gün milletvekilliğini rüyasında görüyor. Niye ona vermiyorlar? Belki ondan daha yetenekli bir milletvekili de yoktur. Doğru söylüyorum ben.
– Ama Arıslan, galiba, arkadaşlarınız farklı düşünüyor. Şimdi demokrasi var, herkes bu haktan faydalanarak, namuslu, çalışkan, yetenekli, nüfuzlu birini seçmeye çalışıyor. Bu alışıldık bir durum. Sadece şu, Kaznabayev yüzünden bir düşmanın daha oluyor.
– O bakımdan rahat ol. Biz önceleri de başhekimle kucaklaşıp durmuyorduk. Vazgeçerim, boşuna endişelenmesin Kaznabayev.
– Nasıl vazgececeksin? Topluluğuna hakaret etmek olur o! Düşün sen bir kere!…
Telefon çaldı. Konu kapandı. Arıslan Rehmetulloviç derin bir nefes aldı ve telefona geldi.
– O serseriler ise, parayı gelip şimdi alın, diyeceğim. Ama nasıl vermek gerekir ki? Bu sözlerle… o, ahizeyi kaldırdı, ama telefonun diğer tarafındaki içişleri bakanıydı.
– İyi günler… Evet, burada eşimle tir tir titreyerek oturuyoruz. Evet çocuk, o serserilerden her şey beklenir. Sağ salim olsun da… Parayı mı? Aldım. Burada poşete koyup hazırladık. Sorma; beklenmedik bir anda belaya rastladı. Hım… evet, teşekkürler. Tamam…
Arınbasarov ahizeyi kapatınca, uzun bir süre düşünerek dikildi.
– Televizyondan kameraman çağırttık, diyor. Uzaktan çekim yapabilecek bir kamera ile. Şaşırma karşılaşırsan, diyor.
…Karanlık olana kadar, “Baykuş” lakaplı serseri telefon etmedi. Yoksa korktular mı? Polis memurunu görüp şüphelendiler mi acaba? Öyle desen, ama hepsinin sivil giysi giymeleri gerekiyordu. Profesyoneldir onlar.
Çekinerek kapıyı çaldılar.
– Niye, ışık yok mu yoksa? –diyerek Arınbasarov elektrik düğmesine bastı, lamba yanınca, şaşırarak kapıya yöneldi. Zil çalışmıyor mu ne?
– Çalışıyorsa…
Kapıda bu kez bir kadın duruyordu.
– Size bu mektubu vermemizi rica ettiler. Biz utanıyoruz, diyorlar. Kızınız var mı? – Tanıdık olmayan kadın şaşkınlıkla başını salladı.
– Delikanlılar da korkak artık. Ayrıca üç hum verdiler. Bu sözlerle o inip gitti.
Zarfın dışına, gündüzki yazı vardı. Yazıyı aceleyle çekip çıkardı Arınbasarov. “Evinizin önüne yakın olan metruk garaja hemen paranızı getirin. Orada köşede, bir kutu olacak, onun arkasına koyun. Operasyon sağ salim geçerse, iki saate kadar kızınız evde olur. Ama eğri ayakları gönderirseniz, kızınızı bundan sonra hiçbir zaman göremezsiniz. Baykuş.”
İkilemde kalan Arınbasarov ne yapacağını bilemedi.
– Hilekârlar, – demekten öteye gidemedi. Bu anda Feyrüze’si de giyinmeye başladı.
– Sen nereye?
– Seni tek başına göndermem!
– Çıkar, karıcığım, ben şimdi döner gelirim.
– Hayır, ben de çıkıyorum. Kenardan da olsa bakarım…
– Yani, ne yazdıklarını okudun. Şahit gerekmiyor demişler ya.
Arınbasarov poşete konulmuş olan parayı gazeteye sardı ve onu koltuğunun altına kıstırıp çıktı. Ondan sonra girdi.
– Karıcığım, sen burada bu telefonla ara ve yazıyı oku hemen. İşi bozmasınlar.
…Feyrüze Hesenovna, perişan bir hâlde, dakikaları saydı. Kocası dönmüyor da dönmüyor. Yarım saat geçti. İşte telefon çaldı. Feyrüze Hesenovna acele ederek ahizeyi kaldırdı.
– Arıslan, neden uzun süredir gelmiyorsun? İyi misin?
Ancak, ahizede gülen yabancı bir ses duyup, sıçradı.
– Baykuş ben, hayırlı akşamlar hanım! Kocanıza söyleyin, gerçek bir centilmenmiş! Parayı aldık. Şu anda biz uzaktayız artık. İki saate kadar göz nurunuz kapınızı çalar. Bu sözlerden sonra ahizede ses gitti. Dıt-dıt-dıt…
Feyrüze Hesenovna sabredemeyip kapıyı açsa ne görsün, kocası komşuları Meğefür ile sigara içiyormuş. İçi rahatladı.
– Şimdi geliyorum karıcığım, – dedi Arıslan, heyecanlı olduğunu belli etmemeye çalışarak. Burada Meğefür bir anekdot anlatıyor. İç katılırcasına gülünecek…
– Kimde neyin kaygısı… – bu kez Feyrüze kocasına öfkesini saklamadı, hemen dönüp, salona girdi.

Dokuzuncu bölüm, yani başhekimin aklında iyi bir düşünce doğuyor
Hastanedeki genel toplantıdan sonra başhekim Kaznabayev, moralsiz bir hâlde odasına girdi. Dışardan belli etmemeye çalıştı. Ama içinde bir ateş yanıyordu. Sadece yanıyor mu, gürüldüyor.
– Akıllım, ben hiç kimseyi kabul etmeyeceğim, – dedi Roza’ya ve kaplanmış kara kapının ardına girip yok oldu. İlk önce sürahiden su koyup içti. Sakinleşemeyince odada bir baştan öbür başa kadar yürümeye başladı. Baksana topluluk onu değil, yöneticiliğe hiç katkısı olmayan Arınbasarov’u halk milletvekilliğine aday olarak gösterdi. Diğeri de kuyruk sallıyor. Güya, biri çağırtmışmış. Kalkıp, bütün halkın önünde vazgeçiyor bir de. Göz boyaması da başka bir olay. Hepsi oyun. Görünüyor işte, önceden konuşup söz birliği etmişler. İşte Nasirov dedikleri nasıl da şakıyor. Güya, Arıslan Rehmetulloviç gibi namuslu, nüfuzlu başka biri yokmuş. Beceriksiz, ona az mı yardım etti, isteyince, yarım maaşlık ek bir iş de buluverdi. Ömür boyu paraya doymaz, mahluk. Her şeye atlıyor da atlıyor. Tamam, pişman olacağı günler ileride! Kim halk milletvekilliğine geçecek, onu da bakıp görecekler. Arınbasarov’un da Allah olmadığını iyi biliyor Kaznabayev. Bundan bir ay önce ameliyat masasında kim ölmüştü ya? Şey, şey… Geyniyar Geynulloviç aklına bir türlü getiremedi. O, hızlı hızlı yürüyüp zile bastı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dinis-bulekov/omur-tektir-69499780/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İrik Kinyebulatov, Dinis Büläkov 50 Yäş, Başqŭrtŭstan Resbublikahı Yaźıwsılar Soyuzu, Başqŭrtŭstan, 1994, s. 3.

2
M. Geynullin, Ğ. Höseyinov, Sovyet Başqŭrtŭstan Yaźıwsıları, Ǚfǚ, 1988, s. 83.

3
Kinyebulatov, age., s. 3.

4
Geynullin, vd., age., s. 83.

5
Kinyebulatov, age., s. 3.

6
Geynullin, vd., age., s. 83.

7
Kinyebulatov, age. s. 4.

8
Kinyebulatov, age. s. 4.

9
Küzbekov, age., s. 216.

10
Konuyu, romana göre daha kısa ve sade anlatan edebî tür.

11
Kinyebulatov, age. s. 4.

12
Bulat Rafikov, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994, s. 7.

13
Kinyebulatov, age., s. 4.

14
Rafikov, agm, s. 5.

15
Kinyebulatov, age., s. 10.

16
www. bashkortostan450.ru/celebrities/writers/bulyakovbashedu.ru. (Erişim tarihi 13.8.2010)

17
Zinnur Nurğelin, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 83.

18
Robert Bayımov, “İlhamlı Ğümǐr”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 175.

19
Fenil Küzbekov, “Ğümǐrkäyźär Bǐr Gǐnä …”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 208.

20
Küzbekov, agm., s. 208.

21
Ravil Bikbayev, “Yaqtı Dǔnyalarźan Kitmäyäsäk…”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 11.

22
Bayımov, agm., s. 174.

23
Bayımov, agvm., s. 176.

24
Bayımov, agm., s. 178.

25
Kinyebulatov, age., s. 5.

26
R. Bayımov, vd, Yǐgǐrmǐnsǐ Bıwat Başqŭrt Äźäbiyätǐ, Ǚfǚ, 2003, s. 547-548.

27
Esret Mirzahitov, “Kiläsäk Xätǐrźä Tamırlana”, Ağiźǐl, 1994, s. 5-6.

28
Dinis Bülekov, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Zeynep Biişeva İsǐmǐndägǐ Kitap Näşriyätǐ, Ǚfǚ, 2011, s.2.

29
Küzbekov, agm., s. 207.

30
Gereyeva, agm., s. 192-194.

31
Ehyer Hekim, “Yäşäw Yämǐn Raślavsı Äśär”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994. s. 620.

32
Bikbayev, agm., s. 10-11.

33
Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.

34
Bir tür çatı kaplaması.

35
Burada paranın değeri 90’lı yıllara göredir. (Yazarın notu)

36
Başkurdistan’ın para birimi.

37
İlkbaharda kutlanan geleneksel bir bayram.

38
Zirai işlerin yapılması adına sosyalist esaslar çerçevesinde kurulan devlet çiftliklerinde yaşayan kişi.

39
Sovyetler Birliği’nin son döneminde ülkede bilhassa ekomomik sorunlara son vermek amacıyla uygulanmış politika; açıklık politikası.

40
Sovyetler Birliği’nde ziraat için kurulan büyük çiftlikler.

41
Kereste kesmekte kullanılan bir alet.

42
Bir tür bitki.

43
Bir tür bitki.

44
Her iki tarafına kova takarak suyu omuzda taşımak için kullanılan ağaç.

45
Bir tür içki.
Ömür Tektir Dinis Bülekov
Ömür Tektir

Dinis Bülekov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömür Tektir, электронная книга автора Dinis Bülekov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв