Yabancı

Yabancı
Dinis Bülekov

Dinis Bülekov
Yabancı


Dinis Bülekov (1944-1995)


SUNUŞ

Düsen KASEİNOV
TÜRKSOY Genel Sekreteri

Değerli Okurlar,
Türkiye’de 1990’lı yıllarda Türk dünyası ile ilgili çalışmalar artmaya başlamıştır. Bu çalışmaların artışında Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY)’nın önemli bir yeri vardır. Türk dilini konuşan halkların tarihinin, kültürünün, sanatının, dil ve edebiyatının bir bütün hâlinde ele alınmasına katkıda bulunmayı amaçlarından biri olarak kabul eden, bu zamana kadar da bu amaçta önemli çalışmalara imza atan Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), şimdi de 20. yüzyıl Başkurt edebiyatının önemli temsilcilerinden biri olan Dinis Bülekov’un iki romanını sizlerle buluşturmaktadır.
Dinis Bülekov, yazdığı eserlerle Başkurt Türkçesi yazı dilinin ve edebiyatının gelişmesine hizmet etmiş; eserlerinde ele aldığı tema ve sorunlarla da devrinin olaylarına ışık tutmuş başarılı bir yazardır. Başkurdistan Yazarlar Birliği başkanlığı ve milletvekilliği de yapmış olan Dinis Bülekov’un Türkiye Türkçesine ‘Yabancı’ ve ‘Ömür Tektir’ olarak aktarılmış olan iki romanının yayımlanması, Türk dünyası edebiyatının karşılıklı tanıtımı konusunda önemli bir adımdır. Teşkilatımız daha önce Başkurt edebiyatından Salavat Yulayev’in, Miftahettin Akmulla’nın, Mecit Gafuri’nin şiirlerini de yayımlamıştır. Başkurt edebiyatından Türkiye Türkçesine aktarılan ilk romanlar olan ‘Yabancı’ ve ‘Ömür Tektir’de Başkurdistan’ın 1980-1990 yılları arasında yaşadığı değişimler ve sorunlar ele alınmaktadır. Başkurdistan’daki bu değişimler ve sorunlar, yayımladığımız eserler vasıtasıyla Türkiye Türkçesiyle de okura sunulmuş olacaktır.
‘Yabancı” ve ‘Ömür Tektir” adlarıyla yayımlanan bu eserler, Etimesgut Belediyesinin katkılarıyla Bengü yayınlarından çıkmıştır. TÜRKSOY’un yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğinin önemli örneklerinden biri olan bu eserlerin okurla buluşmasında desteklerini esirgemeyen Etimesgut Belediye Başkanı Sayın Enver Demirel’e, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Deliömeroğlu’na, romanları Başkurt Türkçesinden Türkiye Türkçesine kazandıran Nigâr Kalkan’a, bu çalışmanın ortaya çıkmasında emeği geçenlere Türk dünyası edebiyatının ve kültürünün tanıtımına katkılarından dolayı teşekkür eder; siz değerli okurlarımıza da saygı ve sevgilerimi sunarım.


Enver DEMİREL
Etimesgut Belediye Başkanı

Saygıdeğer Okurlar,
Etimesgut Belediyesi olarak misyonumuz; görev alanımıza giren; imar, temizlik, ulaşım, çevre, bayındırlık, eğitim, sağlık, kültür, güvenlik ve yönetim konularında yasalarla belirlenen tüm kamu hizmetlerini, katılımcılık, etkinlik, saydamlık, hesap verebilirlik ilkeleri çerçevesinde yürütmek; halkımızın yaşam kalitesini ve ilçemizin refah düzeyini yükseltmektir. Bu misyonu gerçekleştirmek için büyük bir şevkle ve istekle çalışmaktayız. Kültür ve sanat çalışmalarını desteklemek de belediyemizin faaliyetleri arasında yer almaktadır.
Bugün doğuda Çin Halk Cumhuriyeti içinde yer alan Doğu Türkistan’dan batıda Litvanya ve Polonya’ya, Karadeniz’in kuzeyinden Tanrı Dağları’na, Güney Sibirya’ya kadar uzanan bir coğrafyada konuşulan, yazı dili olarak kullanılan Türkçemizin Başkurt Türkçesiyle ses bulan eserlerinden ikisini sizlere ulaştırmak, yaptığımız bu çalışmalar arasında önemli bir yere sahiptir.
Atatürk’ün “Kendiniz için değil, millet için el birliğiyle çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur.” düşüncesi temelinde gerçekleştirdiğimiz çalışmalarımız arasında TÜRKSOY işbirliğiyle yayımlanmasına katkıda bulunduğumuz “Yabancı” ve “Ömür Tektir” adlı romanlarda da Atatürk’ün bu sözlerinin Türk dünyasının güzel yurtlarından biri olan Başkurdistan’daki seslerini Dinis Bülekov’dan dinleyeceksiniz.
TÜRKSOY ile yürüttüğümüz çalışmalardan biri olarak yayımlanmasına destek verdiğimiz bu eserler Türkiye Türkçesiyle okuyucusuna ulaşacaktır. Eserleri Başkurt Türkçesinden Türkiye Türkçesine çeviren Nigâr Kalkan’a ve Başkurdistan’ın en önemli ödüllerinden biri olan “Salavat Yulayev Ödülü”nü alan ‘Ömür Tektir” romanı ile yazıldığı topraklarda büyük ilgi gören ‘Yabancı’ romanlarının sizlerle buluşmasında katkısı olanlara teşekkür ediyorum.

DİNİS BÜLEKOV’UN HAYATI ve EDEBÎ KİŞİLİĞİ

Hayatı
Dinis Müzerisoğlu Bülekov, 8 Mayıs 1944’te Başkurdistan’ın Meleviz ilçesi, Arıslan köyünde çiftçi bir ailede dünyaya gelir. İlkokulu, doğduğu köy olan Arıslan’da ve Meleviz’de okur; Smak köyünde altıncı sınıfı tamamladıktan sonra ilçenin Voskresen Ortaokuluna okumaya gider.[1 - İrik Kinyebulatov, Dinis Büläkov 50 Yäş, Başqŭrtŭstan Resbublikahı Yaźıwsılar Soyuzu, Başqŭrtŭstan, 1994, s. 3.] Daha sonra kendi köylerinde[2 - M. Geynullin, Ğ. Höseyinov, Sovyet Başqŭrtŭstan Yaźıwsıları, Ǚfǚ, 1988, s. 83.] “Nögöş” adlı kolhozda makineli tarım uzmanı olarak çalışır. 1960-1964 yıllarında Belebey’de, Ziraati Mekanikleştirme ve Elektriklendirme Teknik Okulunu tamamlar. Belebey ilçesine mühendis olarak atanır[3 - Kinyebulatov, age., s. 3.]. 1964-1965 yıllarında[4 - Geynullin, vd., age., s. 83.], Belebey, Bişbülek, Yermekey ilçeleri için çıkarılan “Yinǐw Bayrağı” gazetesi ziraat bölümüne işe çağırılır. Rusça, Tatarca ve Çuvaşça çıkan gazetede, edebî çalışmalar yürütür. 1965 yılında askere gider. Askerde radyotelgrafçılığı ve telgrafçılığı öğrenir ve bu alanda orduda önemli hizmetler yerine getirir[5 - Kinyebulatov, age., s. 3.]. Üç yıl Sovyet Ordusunda hizmet ettikten sonra tekrar gazetecilikle uğraşır[6 - Geynullin, vd., age., s. 83.]. Askerden döndüğü yıl Moskova’daki A. M. Gorki Edebiyat Enstitüsüne öğrenci olarak kabul edilir. Ancak, ailevi sebeplerle okulu dışarıdan tamamlar. 1968-1974 yıllarında “Sovyet Başkurdistanı” gazetesinde bölüm müdürü olarak çalışır. “Ağizil (Ak İdil)” dergisinde de dört yıla yakın, röportaj, politika ve ekonomi yazıları bölümüne müdürlük yapar. 1977-1986 yılları arasında da “Piyoner” dergisinin başmuharriri görevini üstlenerek Başkurt çocuk edebiyatının gelişmesine katkıda bulunur.
Dinis Bülekov, 1986 yılı Ağustosunda Başkurt ASSR’nin Radyo ve Televizyon Devlet Komitesi başkanı ve hükümet vekili olarak görevlendirilir. Bir süre sonra Başkurdistan gazetecileri, Bülekov’u Gazeteciler Birliğine yönetici olarak seçer. Bu yıllarda Bülekov iyi bir idareci, büyük bir yazar olarak tanınır; ülkenin televizyon ve radyo ağını genişletmek, basını geliştirmek, edebiyatı yaymak için çok çaba sarf eder.
1988 yılında Dinis Bülekov, ülke edebiyatçılarının seçimiyle Başkurdistan Yazarlar Birliğinin 10. Dönem Başkanı olur. 1993 yılı Ekiminde, Yazarlar Birliğinin 11. Dönem başkanlık seçiminde de yazarlar, Bülekov’a güven göstererek tekrar başkan seçerler[7 - Kinyebulatov, age. s. 4.].
Ğ. Selem Gençler Ödülü ve Ğümǐr Bǐr Gǐnä” (Ömür Tektir) romanıyla Salavat Yulayev Devlet Ödülü alan, Başkurdistan’ın 11. Dönem Yüksek Şûra halk milletvekili[8 - Kinyebulatov, age. s. 4.] de olan Bülekov, 14 Mart 1995 tarihinde Ufa’da vefat eder[9 - Küzbekov, age., s. 216.]. Vefatından sonra, adına doğduğu köyde bir müze kurulmuştur.

Edebî Kişiliği
Dinis Bülekov, edebiyatla gençlik yıllarında ilgilenmeye başlar. İlkokulda ve teknik okulda okurken bazı eserleri farklı süreli yayınlarda okurla buluşur. Bülekov’un “Maqtansıq Zarif” (Övünen Zarif) adlı ilk hikâyesi 1959 yılında “Başkurdistan Piyoneri” gazetesinde basılır. “Qŭyaş Yarsığı” (Güneş Işığı) adı altında hikâyelerinin toplandığı ilk kitabı, 1971 yılında neşredilir. “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ” (Köyümün Ak Evleri), “Harı Handuğas Balahı” (Sarı Bülbül Yavrusu), “Aqbuź Alışqa Sığa” (Akboz Dövüşe Çıkıyor), “Qıŋğıraw Säskä” (Çan Çiçeği) kitaplarında yer alan povest[10 - Konuyu, romana göre daha kısa ve sade anlatan edebî tür.]
ve hikâyeleri yazarın edebî ustalığının gelişme gösterdiğini belgeleyen eserlerdir. Yazar epik hikâye üslubunu başarılı bir şekilde uygular ve ilgi çekici karakterler ortaya çıkarır[11 - Kinyebulatov, age. s. 4.]. 1988 yılında “Ağizil” dergisinde yayımlanan “Kilmǐşäk” (Yabancı) romanı[12 - Bulat Rafikov, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994, s. 7.], ve “Ğümǐr Bǐr Gǐnä” adlı roman Bülekov’un yeni edebî ürünleridir. Bu eserler yazarın, insanların kaderleri ve zamanın keskin dönemeçleri hakkında daha da derinleşen düşüncelerinin özetidir. Ğümǐr Bǐr Gǐnä romanıyla Salavat Yulayev Devlet Ödülünü alan yazarın son eseri, “Tuźźırılğan Tamuq” (Dağıtılan Cehennem) adlı romandır[13 - Kinyebulatov, age., s. 4.]. Ayrıca Bülekov, “Tǚngǚ Ǔjmax” (Geceki Cennet) adlı bir tiyatro oyunu da yazmıştır.
Dinis Bülekov’un eserlerindeki özelliklerin, kahramanların, konuların yazarın doğduğu yer ve kişiliği ile yakından ilgili olduğunu, yazar ve gazeteci Bulat Rafikov, şu cümlelerle açıklar:

“Başkurt edebiyatına Dinis Bülekov’u veren Meleviz rayonunun Arıslan köyü Başkurt halkının tarihinden ayırıp alınacak bir bölümü. Ona ünlü Arıslan batır temel olmuştur. Onun oğlu Kinye Arıslanov, bizde Emelyan Pugaçev’in en yakın ve en seçkin yandaşlarından biri olarak kabul edildi. Burada tarih, ak balçıkla hayatı temizleyip ruhî bir kâmilliğe çağırmakta. Yaşamı her hâlükârda süslemeyi başarabilen bir halk buradaki. Bunları söylememin sebebi, Dinis Bülekov’un hangi muhitte eğitim gördüğünü, kimlerden ders alarak yetiştiğini göstermek içindi sadece. Şuna çok inanıyorum. Nerede yaşarsan yaşa, ne kadar hünerli olursan ol, beraber doğduğun neslin çocuğu olarak kalacaksın. Yazarların hayatında bu bilhassa açık bir şekilde görünmektedir. O, dünyaya hemşehrilerinin gözleri ile bakar; kahramanları, onların sesi ile konuşur, onların karakterini ve hareketlerini tekrarlar. Hemşehrileri ile kitap kahramanları arasındaki bu benzerlik de kardeşlikten daha yakındır ve edebiyat için bu iyidir.”[14 - Rafikov, agm, s. 5.]
Rafikov’un yukarıdaki değerlendirmelerine yakın bir diğer değerlendirme de Vitaliy Smirnov’a aittir. Simirnov; “Kahramanlar, yazarın “yakın arkadaşları”, onların sıkıntıları onun sıkıntılarıdır. Hikâye edenin kendisi gibi insan olmayı başarabilen ve bunu koruyan kişilerdir. Kahramanlar, gündelik yaşamın içinden seçilmiştir.”[15 - Kinyebulatov, age., s. 10.] yorumunu yapmış; Bülekov’un kişiliği ile eserlerinde yer alan kahramanların öne çıkan özellikleri özdeşleştirilmiştir.
Ayrıca, “II. Dünya Savaşı bittiği yıl, bir yaşına gelmiş olan Dinis babasını hiçbir zaman görmemiş, sadece fotoğraflarından tanımıştır.”[16 - www. bashkortostan450.ru/celebrities/writers/bulyakovbashedu.ru. (Erişim tarihi 13.8.2010)] Bu durum, yetim olarak büyüyen Bülekov’un eserlerinde, savaş ve savaşın insanlar üzerindeki tahribatı, ahlaki problemler gibi konuların geniş yer tutmasının sebebi kabul edilmiştir.
Yazarın yaşamı ve eserlerindeki kahramanlar arasında bağ kuran Bulat Rafikov ve Vitaliy Smirnov gibi, Bülekov’un eserlerinde farklı karakterler yer alsa da genelde kahramanların yalnızlığının ve üzücü kaderlerinin vurgulandığını belirten filoloji profesörü Zinnur Nurğelin[17 - Zinnur Nurğelin, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 83.] de, “Yäşǐn Atqan İmän” (Yıldırım Düşen Meşe) hikâyesindeki Zebir’in yalnızlığında, yazarın yalnızlığının önemli bir payı olduğunu öne sürer.
Yazarın eserlerinde yer alan kahramanlardan pek çoğunun güçlü bir ruha sahip, iyi kalpli ve dramatik bir kadere sahip olduklarını ifade eden; bu dramatik kadere sahip olanların pek çoğunun da kadın olmasını ilginç bulan Robert Bayımov[18 - Robert Bayımov, “İlhamlı Ğümǐr”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 175.], Bülekov’un eserlerinden “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ” hikâyesinde cepheden dönen Geyzulla’yı, “Qıyırsıq Ay” (Bir Parçacık Ay) povestinden Sıntimir’i; hikâyelerinden “Qǔyǔp Yawa Yamğır”’ (Şiddetli Yağıyor Yağmur)’dan Eklime’yi, “Ğümǐrkäyźär Tǚş Kǐwǐk” (Ömürler Rüya Gibi)’ten Merfuğa’yı; povestlerinden, “Qıŋğıraw Säskä”den Reyse’yi, “Qıştıŋ Täwgǐ Kǚnǚ” (Kışın İlk Günü)’nden İşbike’yi, romanlarında belirgin karakterler olarak “Kilmǐşäk”te Bibinur ve Nefise’yi, “Ğümǐr Bǐr Gǐnä”de ise Kemeriye, Sibeğetullina ve Roza’yı örnek olarak göstermektedir.
Fenil Küzbekov’un düşünceleri de Bayımov’un görüşlerine yakındır. Küzbekov, Dinis Bülekov’un eserlerinin genelinde gençlerin hayatını şekillendirecek düşüncelerin yer aldığını ve eserlerin merkezinde ideal sayılabilecek kişilerin yer almasının tesadüf olmadığını vurgular. Bülekov’un ilk eseri “Qŭyaş Yarsığı” ve yazarın son eseri olan 1995’te yayımlanan “Tıqrıq Başı – Bǐźźǐŋ Bilämä” (Çıkmaz Sokağın Başı Bizim Malımız) adlı eserlerini örnek olarak göstererek yazarın eserlerinde yer alan kişiler için şöyle bir değerlendirme yapar: “Onlar, her zaman yükseğe, yıldızlı göğe kanat çırpan, gururlu, sadece dış değil iç güzelliğe de sahip olan kişilerdir.”[19 - Fenil Küzbekov, “Ğümǐrkäyźär Bǐr Gǐnä …”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 208.]
Eleştirmen Fenil Küzbekov, Bülekov’un eserlerinde karşılaşılan kahramanların genelde, mücadeleden kazanan rolüyle çıktığını belirterek, “hayatın güneşli” tarafında yaşayan kahramanların bu özelliklerini yazarın eserlerinden şu örnekleri vererek açıklar:

“Hemit (Upqın Sitǐndä Bǐyǐw) ile Akbulat (Tıqrıq Başı – Bǐźźǐŋ Bilämä), savaşta kaderi belirlenen Geyzulla (Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ), genç sevdiğini endişelendirmemek için yağmur çamur demeden onun yanına gitmek için acele eden Gefür (İŋ Ŭźǔn Tǚn), hazinenin mallarını korumayı namus borcu bilen Meselim (Bǐr Tǔq Bǔyźay) (Bir Çuval Buğday) gibi karakterler, hikâyelerde felaketle karşılaştıkları anlarda iyimserlik üstün gelir. Savaşçı Azamat sevdiğinin ölmüş bedenini faşist tankının ezmesine izin vermez (Şarlawıq). Ressam Sınbulat Karağurov, kalp krizi geçirdiği hâlde büyüleyici bir tablo ortaya çıkarmak için kendinde güç bulur (Şäfäk Miźgǐlǐndä). İlk aşkını ömrünün sonuna kadar unutmayan doktor Zeynep, annesinin terk ettiği bir sabinin ölümünü kolay kolay kabul etmez (Harı Handuğas Balahı).”[20 - Küzbekov, agm., s. 208.]
Bülekov’un eserlerinde geçen yer adlarında da yazarın doğduğu yer olan Meleviz ilçesine bağlı Arıslan köyünün özelliklerinin görülebileceğini belirten Ravil Bikbayev bu görüşünü şu cümlelerle ifade etmektedir:

“…Dinis Bülekov, Meleviz ilçesinin Arıslan köyünde, sokaklarına Kinye kahramanın izlerinin oyulduğu bir yerde, herkesi ilk görüşte kendine âşık edebilecek kadar güzel olan Nögöş boylarında doğmuş ve büyümüştür. Burada Nögöş, Ural Dağları’nın yüksekliğine, Başkurt bozkırlarının genişliğine ve güzelliğine katılır. Onlar, yazarın gönlünde ilahî bir ışık olarak açılmıştır. Bunun için de onun nesrini tabiatın dışında düşünmek imkânsızdır, çünkü tabiat onun eserlerinde asıl kahramanlardan birisidir. Eserlerindeki yer, su isimlerine dikkat ediniz: Kǐyäw qaşı (Damat Kaşı), Aqtübä (Aktepe), Käläş küźǐ (Sözlü Gözü), Balşişmä (Balpınar), Yǚźşişmä (Yüzpınar) Köyü, Yämbirgän (Güzellik Veren) Köyü, vb.[21 - Ravil Bikbayev, “Yaqtı Dǔnyalarźan Kitmäyäsäk…”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 11.]
Bayımov, yazarın ilk hikâyelerinin özelliğini, hikâyelerin adlarından da anlaşılabileceğini belirterek “Xıyal mǐnän Ŭsraşıw” (Hayalle Karşılaşma), “Täwgǐ Hǚyǚw, Täwgǐ Yaratıw” (İlk Sevgi, İlk Aşk), “Hulımaś Säskälär” (Solmaz Çiçekler) örneklerini verir ve bu hikâyelerin kahramanlarının da romantik ruhlu, temiz kalpli, dünyaya âşık hayaller olduğunu ancak, bunun Bülekov’un eserlerinde asıl tema olmadığını yazar. Bu konuları, Bülekov’un henüz yazarlığın başında olmasına bağlar[22 - Bayımov, agm., s. 174.].
Bayımov, Dinis Bülekov’un hikâyeleri, povestleri ve romanlarının konularına göre tasnif edildiğinde ikiye ayrılabileceğini belirtir. Bayımov’a göre yazarın eserlerinde temelde iki konu ele alınmıştır. Konulara göre de bu tasnifin bir tarafında “Yäşǐn Atqan Kǚn” (Yıldırım Düştüğü Gün), “İŋ Ŭźǔn Tǚn”, “Ğümǐrkäyźär Tǚş Kǐwǐk”, “Qıştıŋ Täwgǐ Kǚnǚ” gibi hikâye ve povestleri ve “Kilmǐşäk” romanı bulunmaktadır. Bu eserlerin merkezinde genelde güçlü bir ruha sahip, gururlu, “ideal” karakterlerin yer aldığını söyler. Tasnifin diğer tarafında ise “Qıyırsıq Ay”, “Qıŋğıraw Säskä”, “Diŋgǐz Mǔŋǔ” (Deniz Sesi), gibi povest, hikâyeler ve “Ğümǐr Bǐr Gǐnä” romanı vardır. Bunlarda da asıl karakterler, dramatik kadere sahip kişilerdir. Eserlerdeki çatışmalar da daha çok kadın erkek ilişkileri, “aşk üçgeni”, insanların mutluluklarını vaatlerle bozmaya, samimi duyguları kötülemeye çalışanlarla mücadele temelindedir.[23 - Bayımov, agvm., s. 176.]
Eserlerindeki konuları ve bu konuları anlatmak üzere seçtiği kahramanları gündelik yaşamın içinden seçen Bülekov’un, Başkurt edebiyatındaki yerini belirlemek adına Bayımov, Rus edebiyatı ile ilgili Tolstoy’un görüşünü de yazarak, şu değerlendirmeleri yapmıştır:

“19. yüzyılda Rus edebiyatının yenileşme döneminde meşhur Tolstoy, “Bizde gündelik yaşam hakkında yazmıyorlar. Edebiyatta insanların yaşamını tasvir eden yazarlar olmalı.” demiştir. Rus edebiyatında her dönemde gündelik yaşamı anlatan eserler merkezî olmuştur. Çehov, Turgenov gibi, Sovyetler zamanında da Lipatov, Solovhin gibi. Elbette bu isimlerin üslubu tek bir kalıba sığmaz.
Başkurt edebiyatında da bu özellik, birkaç eser hesaba katılmazsa, maalesef çok gelişmemiştir. Buna, Sovyet zamanında, edebiyatın, bütün iç dünyanın ve ahlakın siyasetlendirilmesi, çok uzun bir süre tahrif eden sosyalizm kanunlarının hüküm sürmesi de sebep olmuş olabilir. Dinis Bülekov’un nesrinin teması ve değişik özellikleri, yazarın icat muhiti ve anlatma tekniği edebiyattaki yeni başlangıçlar olarak adlandırılmaz mı? Her hâlükârda, Bülekov’un eserlerinde bizim yaşadığımız hayat, günümüzdeki ilişkiler, sevgiler, aldanmalar, kutsallıklar ve kötülükler pek çok açıdan anlatılır. Bülekov’un öykülemedeki doğallığına galiba yazarın yaşamı, içtimai ve şahsi tecrübeleri yardım ediyor. Eserlerinde tasvir edilen olaylar ve karakterler düşünüldüğünde, yaşanmış, görülmüş etkisi bırakıyor. Bu da ustalık belirtisidir.”[24 - Bayımov, agm., s. 178.]
Bülekov ve eserlerinin özellikleriyle ilgili, filoloji profesörü ve Başkurdistan Yazarlar Birliği Başkanı olan Ravil Bikbayev de “Okuyuculara kendi sözünü söylemek için, hayatın hızlı ve acımasız akışında her zaman merkezde olmaya çalıştı, zamanın değiştiğini hissederek eserlerinde de bunu gösterdi. Eserlerini zamanın dışında düşünmemek gerekir. Dinis zaman yolculuğu hakkında düşünerek, olayların soğumasını bekleyen yazarlardan değildir. O, hayatın sıcak izlerinden, gürültülü patırtılı yollarından yürümeyi sevmiştir.”[25 - Kinyebulatov, age., s. 5.] yorumunu yapar. Bikbayev’in bu yorumu Başkurt edebiyatındaki başlangıçlar için Bayımov’un sorduğu soruya verilebilecek bir cevap niteliğindedir.
Dinis Bülekov’un edebî kişiliği ile ilgili Robert Bayımov’un bir başka değerlendirmesi şöyledir:

“Dinis Bülekov, onlarca povest ve hikâye kitabı, üç roman, tiyatrolaştırılan bir piyes, el yazması masada kalan hacimli bir epik eser yazarı. Onun tasvirleri, tarihî temeller, sadece bir içerik değildir. Kişiler, onlar arasındaki münasebet, aile, aşk… Yaşadığımız evin, ülkenin, hayatın sakin olması, dünyaya bakan pencerelerinin aydınlık olması içindir, hep mücadele etmek gerektiğini anlatan yazardır.[26 - R. Bayımov, vd, Yǐgǐrmǐnsǐ Bıwat Başqŭrt Äźäbiyätǐ, Ǚfǚ, 2003, s. 547-548.]
Bir röportajında, yazarların görevini, “Yazarın mücadele meydanındaki yeri, mitinglerdeki konuşmalar ile değerlendirilemez, yazardan söz bekler halk.” diyerek açıklayan Bülekov, aynı röportajında, “Halk menfaati için kaygılanan yazarlardan, iktidar sahiplerinin olumsuz işlerine rağmen parti teşkilatları elbette boşuna korkmuyor.”[27 - Esret Mirzahitov, “Kiläsäk Xätǐrźä Tamırlana”, Ağiźǐl, 1994, s. 5-6.] sözleriyle de yazarların toplum yaşamında önemli bir rol üstlendiğinin altını çizmiştir. Bülekov, eserlerinde halkın beklediği sözleri, siyasi sistemdeki çarpıklıkları bazen eleştirel bir dille, bazen de kahramanların cesur davranışlarıyla açık bir dille ifade etmiştir.
Bülekov’un eserleri, Başkurt Türkçesinde, Rusça ve Tatar Türkçesinde yayımlanmıştır. Dinis Bülekov’un kitap olarak basılan eserleri şunlardır:
Başkurt Türkçesinde neşredilen eserleri:
Qŭyaş Yarsığı (Güneş Işığı). Hikâyeler, Ufa, 1971.
Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ (Köyümün Ak Evleri). Hikâyeler, Ufa, 1973.
Harı Handuğas Balahı (Sarı Bülbül Yavrusu). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1975.
Aqbuź Alışqa Sığa (Akboz Dövüşe Çıkıyor). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1977.
Qıŋğıraw Säskä (Çan Çiçeği). Povest ve Hikâyeler, Ufa 1979.
Upqın Sitǐndä Bǐyǐw (Uçurumun Kenarında Dans). Povest ve Hikâyeler. Ufa, 1981.
Qıyırsıq Ay (Bir Parçacık Ay). Povest ve Hikâyeler. Ufa, 1983.
Sağan Yapraq Yaŋırta (Akçaağaç Yaprak Çıkarıyor). Povestler. Ufa, 1985.
Şarlawıq (Çağlayan). Povestler ve Hikâyeler. Ufa, 1987.
Kilmǐşäk (Yabancı) Roman. Ufa, 1989.
Ğümǐr Bǐr Gǐnä (Ömür Tektir). Romanlar, Povest. Ufa, 1994.
Ğümǐr Bǐr Gǐnä. Roman, Ufa, 2011.
Rusça basılan eserleri:
Samaya Dolgaya Noç’ (En Uzun Gece). Povest, Hikâyeler.
Moskova, 1979.
Tanets Nad Propastyu (Uçurum Kenarında Dans). Povest.
Moskova, 1985.
Perekatı (Şırıltı). Povest, Hikâyeler. Moskova, 1988.
Dogoni Dal’ Golubuyu (Mavi Uzaklara Gidiyor). Povest.
Ufa, 1992.
Şerbatıy Mesyats (Ay Parçası). Povest. Roman. Moskova, 1994.
Jizn Dayetsya Odnajdı (Ömür Bir Defa Veriliyor). Ufa, 1996.
Tatar Türkçesinde basılan eseri:
Şäfaq Mizgǐlǐndä (Şafak Vakti). Povest. Roman. Kazan, 1992.

ROMANIN TANITIMI
Yabancı (Kilmǐşäk), 1988 yılında Ağizil dergisinde tefrika edilmiş[28 - Rafikov, agm., s. 7.]; 1994’te de kitap olarak basılmıştır. 1994 yılında Ömür Tektir (Ğümǐr Bǐr Gǐnä) adıyla yayımlanan kitapta Yabancı romanı dışında bir roman ve bir povest yer almaktadır.
Romanın ilk yayımlanma tarihi 1988 olsa da 1994’te yayımlanan kitapta, romanın sonuna yazar tarafından düşülen notta, bu eserin 1984-1987 yılları arasında Pitsunda, Dubıltı ve Akmanay’da yazıldığı belirtilmiştir.
Yabancı romanı, otuz yedi bölümden oluşmaktadır. Her bölümün başına başka bir alt başlık olmaksızın bölüm sayısı yazılmıştır.
Romanla ilgili değerlendirmelerde, Dinis Bülekov’un diğer eserlerinde de ele alınan sosyal problemlerin Yabancı’da daha geniş ve daha başarılı anlatıldığı vurgulanmaktadır.
Yabancı romanında oldukça önemli ahlaki sorunların ele alındığını belirten Gilimdar Ramazanev, “Yabancı romanı yazılana dek biz Sovyet insanının ahlaki kurallarını benimseyerek, “İnsan insana dost ve kardeştir.” kaidesini tekrarlamaya alışmıştık. Evet, hayalde bu böyle. Ama hayat şartlarında böyle olmuyor. Genelde insanlar arasında kıskançlık, düşmanlık, birbirine duydukları haset, her adımda karşılaşılan şeylerdir. Hatta bazen iki kardeş bile birbirine düşman olabiliyormuş. Dinis Bülekov’un romanı da işte böyle iki kardeşin anlaşmazlığı ve düşünce düşmanlığı hakkındadır.[29 - “Dinis Büläkovtıŋ Romandarında Zaman Problemaları”, (yayın yeri ve yılı yok),s. 14.]” cümleleriyle değerlendirir romanı. Bu değerlendirme, eserde zaman zaman sorgulanan komünizm ve Sovyet insanının romanda ele alınış biçimini açıklamaktadır.
Robert Bayımov[30 - Bayımov, agm., s. 177.], Yabancı’da, Başkurt edebiyatında 1970-1980 yılları arasında “proizvodstvo (üretim) romanları” olarak adlandırılan eserlerde işlenen ve oldukça yankı bulan bir konu yani, toprak sahipleri ve yabancılar arasındaki çatışmalar, üzerine kurulduğunu; romanın, kolhoz başkanı olan Gilman Nurihanov ile “Yabancı” (Yabancı) diye adlandırılan tarım uzmanı Heyrulla Yavbasarov arasındaki mücadele ve psikolojik farklılıkların anlatımına dayalı olduğunu vurgular. Bayımov, bu özelliklerinden dolayı da romanın kendine özgü bir eser olduğunu ifade eder. Eserde basit olaylardan, ilişkilerden derin anlatımlar ortaya çıktığını belirten Bayımov, Nurihanov’un sekreteri Nefise’nin arada sırada “Nu, pryam. (Hadi ya)” demesini örnek göstererek, farklı detayların Bülekov’un eserlerinde önemli olduğu söyler.
Dinis Bülekov’un Yabancı romanını, “kendine özgü” bir eser olarak niteleyen Bayımov gibi Bulat Rafikov da yazarın hemen hemen her eserinin, tema, kuruluş karakter sistemi ve konu yeniliği bakımından diğer eserlerden farklılıklar gösterdiğini belirtir. Bunun da yazarın edebî şablonlardan kaçmasından kaynaklandığını söyler. Bülekov’un eserlerinden “Köyümün Ak Evleri (Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ)” hikâyesini “Çan Çiçeği (Qıngıraw Säskä)” povestini delil olarak gösterir. Rafikov’un delillerinden biri de “Yabancı“ romanıdır. Yabancı romanı ile ilgili olarak “Yabancı, eserin adından da anlaşılan problemin çözümü ile itibarı hak eden, halkta yaşayan kuralların bozulduğunu ispatlayan ilk eserlerden birisi oldu. Umumiyetle Dinis Bülekov’un eserlerinde cemiyet önünde zamanın getirdiği pek çok sorunun cevabını takip etmesi, gün yüzündeki ilginç meseleleri korkmadan çözmeye çalışması vatandaşlık bilincindendir.”[31 - Rafikov, agm., s. 7.] değerlendirmesini yapmıştır.
Dinis Bülekov’un bu eserindeki kahramanların özelliklerinin ortaya konma şekli ve konunun anlatımı ile ilgili bazı eleştiriler de yapılmıştır. Gölfire Gereyeva, Rafikov’un yukarıdaki düşüncelerini onaylayacak değerlendirmeler yapsa da eserin bazı özelliklerini eleştirenlerden biridir. Gereyeva’nın eserde anlatılan konu, kahramanlarla ilgili değerlendirmeleri ve eleştirileri şöyledir:

“Bu romanda, toplumu değiştirme ihtiyacını ortaya çıkaran içtimai ve sosyal konular anlatılmıştır. Hayattaki çatışmalar esasında gelişen olaylara bağlı olarak insanların ve doğanın kaderi aydınlatılıyor. Yazar, toplumun her bölümüne giren açıklık, demokratikleşme prensiplerinin ücra bir ilçeye, kolhoza ve insanların psikolojisine tesirini, ziraat ve yöneticilikte eskiyen usullerin zamana uygun bir şekilde değiştirilmesi gerektiğini anlatır. Eserde kahramanların anlatımı, tabiatı korumakla sıkı sıkıya bağlıdır. Romanda köyün sosyal ve ekonomik büyümesine yeni bir bakış, köye yöneticilik etmeyi değiştirme problemleri, karışık içtimai meseleler anlatılsa da en sonunda, olayların gelişimi Atbatkan’ı kurutma işlerini durdurmaya döndüğü için, mücadele meydanı da problemler de çoğalır. Asıl problemden dışarıya çıkılarak, ikinci plandaki düşüncelerin ve estetik ehemmiyeti pek önemli olmayan olayları anlatmaya geçişler de görülür. Nurihanov ve Yavbasarov arasındaki çatışma ve olayların sonuçları doğrudan anlatılmamaktadır. Romanda tek bir bölümde Nurihanov ile Yavbasarov’un konuşmaları yer almaktadır. Ayrıca, Yavbasarov’un fen doktoru, tarımla uğraşması, bilim adamı psikolojisi ortaya konmuyor. Bu çok önemli bir sorun olmasa da asıl kahramanlardan birisi olarak düşünüldüğü, onun bilim adamı olması da özellikle vurgulandığı için bunlara ayrıca değinmek gerekirdi. Yavbasarov’un Bibinur’u kurtarayım derken Baygildi’nin arabasının altında kalması da sosyal, ahlaki bir karmaşanın birbirini takip eden mantıklı bir çözülüşü olarak kabul edilmemektedir. Nurihanov’un eserin sonuna doğru, kötü, kurnaz, öç almak isteyen bir kişiye dönmesi de romanda güçlü olarak anlatılan bir karakteri yalanlıyor.”[32 - Gereyeva, agm., s. 190-192.]

YABANCI

Birinci Bölüm
Mevsile fırfırlı dikilen, parlak kumaştan elbisesini biraz kaldırarak yuvarlak, bembeyaz çıplak dizlerini güneş ışığında parlatmak için açtı ve pınarın etrafında kadife kilim gibi döşenerek yetişmiş olan kaz çayırlarına, dizlerinin üzerinde oturdu. Önce, alnının üstünde sarp bir duvar gibi yükselen taş kayaya dikkat etti. Bak sen ona, ne kadar çok çizgi, ne çok akan ter var! On sekizini yeni dolduran, bundan dolayı civardaki tüm dünya, ona sihirli bir temaşa gibi görünen Mevsile, büyük bir şaşkınlıkla, bu taraflarda söylendiği gibi, kayanın taş yüzünü, onun çizgilerini tek tek gözden geçirdi. “Baksana, ben ninemin şalına sarılıp geldiğimde de oradaki çizgileri vardı, hâlâ onlar sapasağlam, diye düşündü o. – E, ben çok uzun zamandır yaşıyorum… Okulu tamamlayalı da bir yıl oldu. Şimdi sekiz ay kolhoz[33 - Rusça kollektivnoye hozyaystvo (müşterek ekonomi) tabirinin kısaltılmış şekli; zirai işlerin yapılması adına sosyalist esaslar çerçevesinde kurulan devlet çiftlikleri.]da inek sağıcı olarak çalışmaya da yetiştim. O taş kayanın çizgileri hiç değişmiyor… Burada bu kaya gibi ebediyen yaşasan. Yok, insanlar kendilerine verilenden fazlasını yaşayamaz, çok büyük bir teessüf…”
“Kayayı, köy halkı Kiyevkaşı (Damat kaşı), diye adlandırıyor. Gerçekten de o dışarıdan baksan çizilmiş bir kaşa benzer. Çıplak taş duvarı sağ taraftaki ufka kadar uzanıyor. Eskilerin anlattığına göre düşmanlarına karşı savaşmaya giderken bir yiğit anlaştığı sözlüsüne şöyle söyler:
– Ben savaşırken evde otur, bu dünyada kuzgunlar çok, senin koruyanın yok.
– Sadece pınara suya gideceğim, canım, sensiz hiçbir yere gitmem, demiş sözlüsü de.
– Öyle de ol… Kazaya, belaya uğramamandır isteğim. Ben uzakta olacağım.
– Canım, pınar suyu içtiğin için benim yüzüm ak. Düşmanları yenip döndüğünde yüzümün akıyla karşılamak istiyorum.
– Öyleyse ben razıyım. Bekle!… – demiş yiğit. Ancak yurdundan çıkıp giderken ikide bir dönüp bakıyormuş; sağ gözünün üstündeki kaşını düzeltip köyle pınar arasındaki yola atmış.
“Düşman ordusuna karşı, atla hücum ederken, sağ gözümü sağ kaşım çöpten korumuştu. Askerin gözü varsa, canı da var. Haydi, göz nurum gibi gördüğüm sözlüm, sağ kaşım onu şimdi kazalardan belalardan korusun…”
Böyle düşünür bahadır. Gerçekten de, onların çadırlarının toplandığı tepeden o pınara kadar devam eden dar yolda, boydan boya kıraç bir kaya hasıl olmuş. Patikadan yürüyen kişiyi, kaya yabancıların gözünden korurmuş.
Sözlüsü, bahadırı her gün bu patikadan sağ salim gelerek pınarın yanında beklemiş. Sadece bahadır dönmemiş. Düşmanla savaşırken ona düşman süngü saplamış. Bahadır, sağ kaşı olmadığı için at üzerinde rüzgâr gibi koştururken gözüne sinek girdiğinden düşmanının süngüsünü fark etmemiş.
Sözlüsü, bahadırı ömrünün sonuna kadar burada beklemiş. Göz nurları burada aktıkça akmış; guguk kuşu gibi ötüp, vadesi yeten ömrünü tüketip kederden helak olmuş. Bunun için de bu pınarın suyu safmış, nurlanarak akarmış. Onun suyunu içen biri âşık olurmuş… İşte, çok eskiden beridir halk, kılıç gibi uzanan taş kaya dizisini Kiyevkaşı ve coskuyla duran karşısındaki bu pınarı da Keleşküzi (Sözlü gözü) diye adlandırıyormuş. Yeryüzünde sevgi bitmediği için, Keleşküzi pınarı da hiç kurumuyor; sandık gibi büyük kahverengi taşların altından sakince, hatta, cıva gibi mavimsi saf suyunu dalgalandırmadan, çoğalarak akıyor.
Şimdi Mevsile işte bu taş kaya yüzüne daha çok dikkat ediyor. Ama, o düşünüyor. Onların köylerinin diğer tarafında Keleşküzi gibi temiz sulu pınarlar da pek çok. Savaştan dönmeyen erler, yiğitler de zamanında çok olmuştur belki de. Onları ağlayarak bekleyen, seven yârlerinin gözleri olarak, bu sayısız pınarlar, dağlar arasına saçılmış. Her yanda bir pınar; küçükleri de büyükleri de var. Tabi, düşmana giden bahadırlar da o günlerde farklı yaşlarda savaşa gitmiş. Mevsile’nin düşüncesine göre, işte bunun için pınarlar da irili ufaklı; yârlerini, erlerini bekleyenler de çeşitli yaşlarda olmuşlar. Bu hiç şüphesiz böyledir. Çünkü aşk yaşa bakmaz, derler. Mevsile’nin bunun hakkında daha önce işittikleri de var. Bu duygu, günah endişesi, ne kadar beklese de hiç gelmiyor. Yanlışlıkla onun yanından geçip gitmesinden korkuyor kız. Artık Mevsile de kendi pınarını bulmalı. Onu hiç şüphesiz bulacak o. Geçen yıl çileğe gittiğinde böyle bir yer gördü. Böyle bir kaya altı. Kayası bembeyaz. Kaya denilse de o bir dağ. Halk onu Aktübe (Aktepe) diye adlandırıyor, oraya gidip hâlâ kireç kazıyorlar. Önceleri bütün köylerin evlerin içerisini de dışarısını da bu kayadan alınan kireç ile badanalamışlar. Evet, ilginç, şimdi yukarıdan yani uçaktan bakıldığında onların yaşadığı yer muhtemelen ışıl ışıldır. Çünkü dağ, taş, orman, güneşte ışıldayan ırmaklar, göller, yıldız gibi parlayan sayısız pınarlar, bunlar arasında yüksek yüksek dağlar, bulutlara uzanan taş kayalarla çevrelenen, kendisi bir nur olan, evleri beyaza boyanan köyler serpilmiş. Birileri, ama sizin köylerde yaşamak zor, hava gelmiyor, kuyudakiler gibi sıkıntı içinde yaşıyorsunuz, diyor. Bunu, genelde, bozkır tarafından ara sıra gelenler söylüyor. Onlar nereden anlayacak bunları? Bu güzellikler yabancı. Mevsile, bu memleketinden ayrılırsa sararıp ölür. Ufa’ya enstitüye pek çok kez davet etseler de gitmedi. Daha doğrusu, yola çıktı, gitti, geldi ve köyünden tekrar dışarı çıkmamaya kendi kendine söz verdi. Nasihat veren annesine de şakayla şöyle dedi:
– Orada biliyor musun, herkes göz önünde çalışıyor anne. Öyle geniş ki. Örtüyü değiştirip kapatmak için çalı çırpı bile yok. Şehir dedikleri yerde cadde ortasında herkesi ağızlarına baktırarak morojnıy[34 - Dondurma. (Rusça)] dedikleri şeyi yiyorlar, su içiyorlar. Güzel görünen hanımlar da, anne, ağızlarını ayırıp caddeleri kaplarcasına gülüyorlar. Bırak, ısrar etme…
– Tamam öyleyse kızım, – Serbiyamal Abla olumlu biri, ona bunlar yetti. Daha çok da Mevsile’nin söylediklerini beğenmedi.
Mevsile burada, kendi doğup büyüdüğü yerde, ömrünü geçirecek. Burada onun kemikleri yatacak. İnsan ölünce toprağa dönecekmiş, yani balçığa. Bunun hakkında onun okudukları da var. Ondan çömlek yaparlar, tabak, tas… Mevsile öldükten sonra herhangi birinin elinde tabak olup, içkici kötü bir adama değersiz kap olarak hizmet etmek de istemiyor. Haydi, dağlı taşlı memleketinden onu kaderi ayırmasın. Bütün hayali bu. İşte bu his, şüphesiz Aktübe yanındaki pınarına ismini verecek. Bir düşünürsen, o kimden, hangi yârden eksik? Sevdiği gelmezse, kendisi arayıp bulur. Bir kitapta okudu o. İnsan doğduğunda yarım aşklı olarak yaratılırmış. Sonra o, kendisinin ikinci yarısını arayıp kavuşurmuş diye. Alın yazısı Mevsile’ye de gelir. Geleceği, gün gibi açık.
Genelde Mevsile kendilerinin yılan gibi kıvrılarak kâh asker kayışı gibi olan yoldaki taş kayaları belinden sararak, kâh az olan ovalara çıkar çıkmaz ok gibi öne atılarak, bazen şırıldayan bazen hüzünlenen ya da olmasa gün yüzüne çıkmaktan usanmış gibi aniden ağaçlığı yarıp, sık kara ormanlar arasına atılan, ondan sonra da uzun zaman görünmediği için özür diliyor gibi, sanki hiçbir günah işlemedim der gibi, beklenmedik bir yerde, aydınlığa zıplayarak çıkan Aknögöş’ünü, memleket ışığını işte böyle düşüncelerle gözünün önüne getirdi. İlk olarak Aknögöş, kıvrıla kıvrıla onların ilçelerindeki bütün köylere de girip çıkıyor denilebilir. Bir başka deyişle, Aknögöş’e onların tarafındaki bütün pınarlar da kendi suyunu ulaştırıyor. Birileri sadece damlayarak, ikincileri avuçlayarak, artık üçüncüleri de çift avuçla… Tabi Aknögöş kendisi de onlardan hasıl oluyor. Dağlardan ayrılıp, ovalara ulaşınca da o yayılıp, rahat rahat akmaya başlıyor. Aknögöş’e kendi gücü nisbetinde suyunu veren pınarlar, yürek derecelerine bakarak aşklarını canından koparan bizim tarafın hanımları demekse, Aknögöş de çok heyecanlı bir sevgiyi ulaştıran kutsal bir ırmak oluyor değil mi?
Tam böyle. Mevsile, büyükannesinin bir şarkısını da çok iyi hatırlıyor. Şöyle diyerek şarkı söylemeye başladı o.
Aknögöşüm denilen su nerede
Aknögöşüm akıyor tuğayda[35 - Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.]
Aknögöşümün suyunu içtiysen,
Cana rahat, vücuda büyük fayda…
“Cana rahat” ırmak olunca, Aknögöş’ü onların, işte bu dağlı taşlı yörede yaşayanların duygularını başkalarına ulaştıran bir elçi oluyor değil mi? Sevgi elçisi! Aknögöş gide gide Ağizil’e (Ak İdil) katılıyor, Ağizil’den sonra denizlere ulaşmak istiyor…
Pınar yanındaki kadife çimende dizlerinin üzerinde oturan kız kısacık vakitte işte ne kadar çok şey düşündü. Tabi ona yeme içme gerekmez, hayal etmek için imkân ister o. Tam divane. Mevsile namaz kılmaya hazırlanan biri gibi, avuçlarıyla pınar suyunu aldı ve doldurup parmak aralarından süzüp billur damlalar akıtarak, soğukluğu dişine geçen Keleşküzi şerbetini sıcaktan buruşan bir ahududuya benzeyen dudaklarına yaklaştırdı. Kızın dudakları, sanki, bu ihtişamlı nemi arzuyla bekleyen, üzerine çiy düşmüş bir kiraza benzeyerek, mayıs güneşinde parlamaya başladı.
Avucundan düşen damlalarla birlikte Mevsile kendisi de tatlı tatlı güldü. Bundan sonra yaramaz gözlerini oynatıp etrafa göz attıktan sonra dikkatlice gömleğinin üstteki iki düğmesini çözdü. Göğsü açılınca, hoş kokulu, yeni hazırlanmış yuvarlak yağ gibi toplanan sıkı kız göğüsleri, kendi beyazlığında güneş ışıkları ile yarışır gibi utangaçça özgürlüğe yeltendi. Mevsile hızlıca avuçlarıyla yeniden su alıp onları parmak aralarından akıtıp bitirir bitirmez göğüslerinin orman böğürtlenlerine benzeyen pembeliğini ıslattı ve kalan damlaları, ilahî güzellik belgelerini, yüzüne doğru kaldırarak, pınarın akıp gittiği tarafa serpti. Hemen, bir de onun hislerini, onun muhabbetini, duygularını bu su büyük yurda alıp gitsin diye. Belki, onun ikinci yarısı, Aknögöş’ten su içtiğinde onun varlığını hisseder.
O, aceleyle gömleğinin düğmelerini ilikledi.
Daha yeni buradan bir düğün alayı geçti. Kiyevkaşını çevreleyip dar patikadan geldiler. Mevsile iki genç yüreğe sevgiyle baktı. Kenardan baktı, elbette, gizlenerek. Şimdi o diz çöküp, aniden kolları ile taşa dayanıp, su dibine göz attı. Orada parlayan güvey paraları duruyordu. Gelenek şöyle: Paraları ilk kim görürse o bahtlı olur. Hem de o alır. Kız önce paralara merakla baktı. Ondan sonra eliyle almaya yeltendi. Ama büyükannesinin söylediklerini hatırlayınca durdu. Onu ağzı ile alan kişi daha bahtlı olurmuş. Güvey ile gelinin hissettiği mutluluklardan ona da pay çıkarmış. Mevsile çok düşünmedi, dişleri takırdatan suya eğildi ve yanan iki yüzünü batırıp dudakları ile parayı kaptı. Birisini aldı, ancak paralar iki taneydi. İkincisini öyle elle bile almak mümkün değil. Pınarın çukur bir yerinde paralar duruyordu. Ne olursa olsun dedi ve onu, eli ile aldı. Ancak sonra o üzüldü. Tüh, niye böyle yaptım diye. Su dibinde dursaydı daha iyi olurdu.
Mevsile, pınar suyu akıp yeniden temizlensin diye bekledi ve kovalarını eğip su aldı. Annesi de buraya gelmeye alışmış. Suyu semaver için iyi diyor. Kireçlenmiyor.
Artık dönmem gerek deyip kovalarını köyente[36 - Her iki tarafına kova takarak suyu omuzda taşımak için kullanılan ağaç.]sine iliştirdi, Kiyevkaşı’nın yamacında araba sesi işitildi. Çok geçmeden fren sesi yankılandı. Mevsile, dikkatlice, Keleşküzi pınarının diğer tarafına köye doğru giden dar patikanın başına ulaştı. Kimmiş?
Çok geçmeden elinde araba lastiğinden yapıştırılarak yapılmış kovayı tutan, başına samandan bir şapkayı aceleyle yapıştırmış, kareli gömleğinin kollarını sıvamış, ayağına çizme giymiş biri hızlıca pınara doğru inmeye başladı. Tanıdık birine benzemiyordu. Meraklanıp bir söğüt çalılığı arkasına gizlendi. Bir taraftan gitmeyi düşündü ama bir merak onu beklemeye mecbur etti.
Yabancı kişi ilk önce yatarak doyana kadar su içti. Ondan sonra beraberinde getirdiği lastik kovasını pınara batıracaktı. Mevsile o anda bağırmak istedi, lakin şapkalı da akıllı çıktı. Mazotlu kovasını suya batırmadı. E, yakında duran cam kavanozu gördü ve bununla su doldurmak için olduğu yerden kalktı. İşte tam o anda Mevsile yabancı kişinin şeklini şemalini gördü: Sevimli, geniş yüzlü, koyu kara kaşlı, biraz sivri burnu altında seyrek bıyıklı genç bir delikanlıydı. Gözleri ne kara, ne kahve, çenesi biraz öne çıkık, dudakları da hiç kapanmıyor galiba. Yoksa koşup geldiği için mi otuz iki beyaz dişi de parlayarak görünüyor.
Yiğit de kızı fark etti.
– Nasılsın bacım! – diyerek samimiyetle selamladı o Mevsile’yi. – Yoksa korkuttum mu?
Mevsile öyle pek korkmadı, yiğidin kendini alçakgönüllü, sade göstermesi de ona aslında hoş göründü.
– Korkmasına korkmadım da, mazotlu lastik kovasını bu adam pınara sokmasın diye bakıyorum.
Şapkalı etrafı çınlatarak kahkahayla güldü. Sesi de gövdesi de sağlamdı.
– Demek ki köyentenden pay alacaktım.
– Öyle öyle.
Onların ikisi, aynı anda gülmeye başladı.
– Öyleyse, kovalarını vermez misin? Bu demir araba. – O çenesi ile Kiyevkaşı tarafını işaret etti, – çünkü, öksürüp tıksırmaya başladı. Gün sıcak. Çok kızdırıyor.
– Senin gibi terbiyeli birinden kova esirgenmez ki… – Mevsile iki kovasını yere bıraktı. Köyentesini kolundan çıkarmadı. Bunu beklemiş gibi, yiğit iki adımda kızın yanına geldi. Kovadaki suyu bir hamlede, sanki oyuncakmış gibi, lastik kovaya boşalttı da yeniden su alıp Mevsile’ye tutturdu.
– Sağol bacım!…
Şoför yiğidin alnı ter damlaları ile kaplanmıştı. Boynunun arkası da terlemiş, gömleği tenine yapışmıştı, siyah bir çizgi oluşmuştu. Yakından yiğit daha da hoş göründü. Başka bir yiğit olsa, hiç şüphesiz yabancı kızı konuşturmaya gayret ederdi. Mevsile kendine başka yiğitlerin bakacağını iyi biliyordu. Ancak şapkalı itibar bile etmedi, lastik kovasını doldurup arabasını bıraktı, yamaca koştu. Tam gözden kayboldu derken durup yine arkasına döndü. Mevsile’ye el salladı:
– Sağol bacım!…
Mevsile de cevaben el salladı. Çok geçmeden arabanın hareket sesi duyuldu. Kızın aklına ilk gelen soru, bu yiğit kimdi? Ne işle uğraştığını sorabilirdi en azından. Hiç de havai bir yiğide benzemiyordu, işi çoktu galiba, acele ediyordu. Buna Mevsile biraz üzüldü. Onların köyü yanına bataklıkları kurutacak olan, makineli bir grup gelecekmiş diyorlardı. Galiba bu onlardandı. “Bizde ne kadar bataklık var ki, – diye düşündü Mevsile, kendi orada Atbatkan yaylasını göz önüne getirdi. – Orayı kurutmaya çalışıyorlarmış. Bilmiyorum, at batacak kadar olunca, işin üstesinden gelebilecek mi acaba PMK dedikleri…”
Mevsile PMK denilen sözün ne anlattığını da bilmiyordu. Doğrusu onun ne için kullanıldığını anlıyor, büyük araba falandır diye gözünde canlandırıyordu. Fazlası onun için ilginç de değildi. O iki taraftan da bele kadar olan çiçeklerle, çimenlerle donanmış olan pınar yolunu boylayıp, pır pır uçan türlü kelebeklere büyülenerek baka baka, ağır kovalar altında ince belini sallaya sallaya köy tarafına yürüdü.

İkinci Bölüm
Kolhoz başkanı Nurihanov odasından keyifsiz çıktı. Biraz önce de bağırarak ilçeyle konuştuğunu bu kabul odasında da işittiler. Bundan dolayı da başkanla görüşmek için bekleyenlerden birkaçı, Nurihanov’un kızara bozara parti komitesi sekreterinin odasına girmesini beklerken, el kaldırıp yerlerinden kalktılar.
– Böyle olunca bu boğa gözlünün gözüne görünme şimdi.
– Rengi de kaçmış.
– Ne oldu ki?
– E, patronun kaygısı biter mi? O, bir kişi, e, biz çok.
– Doğru söylüyorsun kardeş, moral gerek şimdi moral.
– Babası yaşlı Semirhan da çok sinirli biriydi.
Ondan sonra arada duran bir düzenbaz bakışlı, yerinden kalkıp, şaplatarak ceplerine vurdu ve hiç kimseye de bakmadan:
– Ya başını ağrıtıyorlardır, eş dost, hiç kimse olmasa bile Nurbike’si bu gece yaklaşmasına izin vermemiştir, boşverin, boşuna kafanızı yormayın, – dedi ve kocaman kocaman adımlarla kapıya geldi. Kapı koluna tam uzandım dediğinde yine döndü. – Niye oturup kaldınız, zaten hiçbirinizi kabul etmeyecek, – diyerek çıkıp gitti.
Onun ardından başkaları hareketlendi. Kabul odasındaki sekreter Nefise’ye seslendiler:
– Kardeş, Nurihanov bu kâğıtları imzalar mı?
Nefise sarı saçlı, mavi gözlü, yavaş hareketli, kibirli bir kız. Havalı havalı bekleyenlerin her birinin kâğıdına, onları eline almadan, göz gezdirdi ve boyalı kalın dudaklarını açar açmaz:
– Bu şeylerinizle cuma gelmeniz gerek, cuma! – diyerek başkanın kapısındaki yazıyı gösterdi.
– Gilman Semirhanoviç düzeni seviyor… – Bundan sonra sizinle benim işim bitti der demez de boyalı tırnaklarını törpülemeye girişti.
– Senin, kardeş, şey… insanlarla daha ihtiyatlı konuşmayı öğrenmen gereken zaman şimdi, – dedi bir babalık öfkelenerek.
– Evet, onu Nurihanov şahsen şehirde yazdırıp getirdi. Bu işin eğitimini almış dedi.
Bekleyen adamlar gülüşe gülüşe, kabul odasından çıkıp gittiler.
– Ne işe yarıyor yani, belirsiz!… – diyen sesi işitildi birisinin.
Nefise kalçalarını sallayarak gelip kapıyı tamamıyla kapattı, yüzünde memnuniyetsizlik, hatta öfke belirtileriyle kendi kendine konuştu.
– Yer böcekleri!
Nefise’nin bu ana kadar genelde sade görünen yüzü daha da güzelleşti. Parti komitesi sekreterinden çıkan Nurihanov, Nefise’ye hayranlıkla baktı. Sert davrandığında nasıl da güzelleşiyor diye düşündü o. Lakin hep sert davranarak da yaşanmaz ki. Bir öğrense… Tabi, genç kız ele geçti artık. Onun için aynı. Köpek sahibinin istediğinden başka bir iş yapamaz ki. Dinlemeden harekete geçerse, sahibi böyle köpeği çabuk kendine getirir. Kemik atmaz önüne. Bu, sadece onun devası. Yani, biraz karnı yapışınca bir et parçası göstersen, o zaman ondan daha sadık bir can olmaz. Bu sarıbaşı işte bu yönü ile beğeniyordu Nurihanov. Sadık olduğunu göstermeye hazır, sadece söyle. İnsanları da geçirmiyor. Aferin!… Ona bir et parçası gösterdiğinde de kötü olmaz yani… Böyle sonuçlandırdı başkan fikrini.
Biraz önce azalan keyfi, parti komitesi sekreteri Kutlubayev’le biraz konuşunca yerine gelmek üzereydi yani. Artık o tamamen sakinleşti.
Bu anda onu gören Nefise yerinden hoplayıp kalktı. Yüzü çabucak gevşedi. “Gülümsediğinde de güzelleşiyormuş, diye belirtti bir de Nurihanov. Bunu ya gülümseterek ya da kızdırarak tutmak gerek galiba…”
– Otur, otur, Nefisciğim… – diyerek Gilman kızın güzel omzundan tutup tekrar oturttu. Farklı bir hisse kapılıp, onun sarı saçlarını da okşamayı unutmadı. – Saçların da yumuşacık, Nefiseciğim…
Sekreter kız birden tutuşup yandı. Yüzleri de al al oldu. Böyle, o eski sevimliliğini kaybediyormuş. Ona Gilman:
– Sakin ol, niye böylesin şimdi… – diye nazikçe söyledi.
– Siz, Gilman Semirhanoviç, niye mübalağa ediyorsunuz, yat öl yani pryam… – Nefise çabucak kalkık göğüsleri üstündeki hırkayı çekiştirdi. Belli etmeden, “at kuyruğu” diye adlandırılan saçlarını düzeltti.
– Sen şehir kızısın değil mi? – Bu kez Gilman “Nefiseciğim” demedi, biraz düşününce, yersiz olacağına inandı galiba.
– Evet, Gilman Semirhanoviç! Yani, pryam, konuşuyorsunuz, şaşırtıyorsunuz, siz arabanızla gelip aldınız ya şimdi evden. Böyle doğmuşum, İşimbay’da. Babam uzun bir süre, önce şehirde çalışmış, sonra çingene hayatına başlamış…
– E, evet hatırlıyorum bunları. Unutmadım Nefiseciğim, telaşlanma. Ben tamamen farklı bir şey hakkında sormak istiyordum.
– Lütfen, Gilman Semirhanoviç.
Başkan, kızı sınadı ve dolaylı bir yoldan söze başladı:
– Şimdi ilçe merkezinde yaşam koşulları ağırlaştı, sen biliyorsun. Bal, yağ, et gibi şeyleri kastediyorum yani ben. Seninkilerden ne haber?
Nefise canlandı. Bunu elbette, Nurihanov görmezden gelmedi.
– Ya, herkes gibi, yaşıyoruz yani, Gilman Semirhanoviç. Hayat bu, farklı çağları oluyor. Bitip gitmiş…
Bu yerde Gilman, kızı bekletti.
– Evet, evet bitip gitmesin bu! Yemek yemeden yaşanmaz. Gelecek hafta ilçe merkezine yolumuz düşecek gibi. Projeyi onaylatmak için gitmemiz gerekecek. İstersen, haydi arabam boş. Aynı gün görüp gelirsin. E şimdi… diğer özelliklere gelince, bu değerli şeyleri kastediyorum ben, mal müdürüne söylerim. Dairene getirip verirler…
Nefise ne diyeceğini bilemedi. Büyük mavi gözlerini açıp avuçlarını birbirine vurup, omuzlarını biraz kaldırıp Gilman’ın gözlerine baktı.
– Ya, ne diyeceğimi bilmiyorum, doğrusu.
Bakışları direktti kızcağızın. En çok bunu beğendi başkan. Ancak “et parçası” sözünü aklına getirip, şunu eklemeyi de unutmadı:
– Senin hakkında da düşünürüz. Sen kütüphanecilik bölümünü bitirmiştin değil mi? E, çok sıkıcı bir iş bu. Gün boyu köstebek gibi, bu kitap rafları arasında yürü de yürü. İş için endişelenme. Buna özen gösteririz. Onun için buradayız biz. O manalıca Nefise’nin gözlerine doğru baktı. O kızarmıştı. Daha sonra bir tatil yerine gidişini de düşünürüz…
Bu sırada kendi odasından Kutlubayev çıktı. Parti komitesi sekreterinin görünmesiyle bunların konuşması kesildi.
– Haydi, buraya gelsene, Keşfi Gellemoviç! Biraz daha görüşelim. – Nurihanov, Parti Komitesi sekreteri önünde kıza sertçe seslenmeyi uygun gördü: – İşte böyle kardeşim!… –O, Kutlubayev’in görmediği bir anda ona göz kırptı. Nefise onu çok iyi anladı, memnun bir şekilde gülümsedi.
“Güzelmiş, gavur kızı, nereden buldun onu. Şimdiki arkadaşlar yani… Arkadaşlar varken yaşamak mümkün. Babası mühim biri kolhoz için, babası. Tabi kendisi de sevimli, cana yakın… Et parçası meselesini çabuk anladı, zeki, zeki…” – diye düşüne düşüne Kutlubayev’i alarak odasına girdi Nurihanov.

Üçüncü Bölüm
Yüzşişme (Yüzpınar) köyü buralarda en büyük köylerden sayılır. O, üç yüze yakın evi barkı Aknögöş suyu boyuna toplamış. Bunun için tek başlarına bir kolhoz olarak göğüslerini gere gere yaşıyorlar. Tabi, Tavlıkay ilçesinde böyle büyük başka bir köy de yok gibi. Eskiden beri Yüzşişme, ilçenin gururu sayılır. Çünkü ilçe esasen ormancılık, arıcılık ve hayvancılık ile uğraşıyor. Sadece Yüzşişme köyü, yani Nurihanov ismindeki kolhoz, bir de tek elin parmaklarını geçmeyecek kadar çiftlik tarımla geçiniyor. İlçeyi onlar doyuruyor desen de doğru. Burada ilk sıralarda yer alan bir orman işletme çiftliği de kurulmuş. Bundan dolayı diğer köyler otuz kırk evden oluşan mezraları hatırlatıyor.
İlçenin Tavlıkay olarak adlandırılması da boşuna değil. Bu tarafta yayılmış ovaları, tarlaları görmezsin. Dağlı, taşlı, yer yer de üstüne ağır kayalar düşecek gibi görünen bir yöredir burası. Ama Tavlıkay ilçesi cumhuriyette kendi tabiatının güzelliği, göllerinin, ırmaklarının, pınarlarının çokluğuyla bilinir. Nereye baksan orada su, şırıldayıp akan bir pınar. Onların içinde de daha çok bu Nurihanov ismindeki kolhoz zengin. Bu köy Yüzşişme olarak adlandırılmış. Birisinin gözünü bağlayıp, birkaç adım atmasını söylesen hiç şüphesiz o, bir pınar gözüne basacak. İşte böyle bir taraf Tavlıkay.
İlçenin isminin cismine uygun olması elbette onun yaşayışını da belirliyor. Burada yığın yığın ot yetişiyor. Bunun için hayvan yetiştirmek kolay. İlçe çoğunlukla et, süt temin ediyor, hayvancılıkla ilgili tüm ürünlerin planını gerçekleştiriyor. Ormancılıkta ise şöyle: Kış boyu orman işletme çiftliğinde ağaç kesiyorlar. Yazın Aknögöş’ten Ağizil’e kütükler akıtıyor. E, ağaçlardan, artık gemiler için yelken direkleri yapılacak ağaçlar bile yetişiyor: Kibrit gibi çamlar, kara çamlar. Gerekirse meşesi de akçaağacı da yetişir. Akağaçlık bakımından da zengin Tavlıkay ilçesi meyvelerden de. Burada yaşayan halk reçine kaynatmakla, ot yığmakla, eczaneler için pek çok çilek ve ilaç bitkileri hazırlamakla uğraşıyor. Avcılıkla da tabi. Ama ilçenin diğer bir geçim kaynağı da arıcılık. Ihlamur ile ilçenin üçte ikisi kaplanmış. Bunlar çiçek açmaya başlasa cennet gerekmiyor. Hoş kokulu havayla sarhoş oluyorsun. Bu zamanlarda kovanlar altına denk olan ıhlamur balıyla doluyor.
Tavlıkaylıları bir tek şey yoruyor. Bu da yolsuzluk. Ufa’ya gidip dönmek gerekse, bu bir dert. Başkente götüren tek bir havaalanı var, oraya da asfalt atılmamış. Çoğunlukla da hava şartları bozulunca boş duruyor. İnsanlar bu havaalanı dedikleri yerin küçücük evinde iki üç gün boşu boşuna ömür geçiriyorlar. Böyle zamanlarda, kendi söyledikleri gibi, Ufa’sına da uçağına tükürüp geri köylerine dönüp geliyorlar. Özet olarak söylediğimizde, ilçeden çıkmak yabancı bir ülkeye yolculuğa çıkmakla aynı. Meşakkatli. Üniversiteye giren gençler de şaşkın şaşkın durmuyor. Birisinin atına, arabasına binip ilçeyle sınırdaş bölgelere çıkıyorlar ve bozkır tarafından geri giderek trene biniyor ve Moskova’ya Paris üzerinden gider gibi dolaşa dolaşa cumhuriyetin tamamen başka bir yerinden Ufa’ya gidiyorlar.
Tavlıkaylılar yolun olmamasını dert etmiyorlar. Evde kendi köylerinde durup yaşıyorlar sadece. Ataları da böyle yaşamış. Çoğunluğu işleriyle uğraşıp, hastalanmadan doksana yüze kadar yaşayıp dünyadan göçmüşler. Onun için, hükümet şimdi gayretli, zengin. İlçe merkezine İşembay tarafından çok güzel bir yol yapacaklar diye bir haber çıkmış, eğer doğruysa. Böyle şose yoldan uvazik marka arabalarıyla Sterle’ye hatta Ufa’ya gidip dönüyor, bir ıh da demiyor.
İlçe merkezi Tavlıkay’a yakın yüksek bir dağ başında, havaalanının tam yanında denilebilecek bir yere, bir televizyon vericisi kurdular. Bu, savaştan sonraki yılların en büyük olayı oldu desek hata olmaz. Ancak burada mavi ekranlar her evde çalışmadı. Mesela, Yüzşişme köyünde pek çok evde. İşte bu zamanlarda türlü yollardan alınan televizyonlar hiç kullanılmadan toz içinde kalıyor sadece. Yüzşişme köyü bu yüzden mutsuz hâle geldi.
Nurihanov adındaki kolhoz da ayrı bir dünya. Onun dört tarafını da yüksek yüksek dağlar çevirmiş, onların sırtında da ip gibi dizilen mağrur kayalar, rüzgâr yağmur geçirmeden duruyor. Ufa’dan gelen âlimlerin açıkladığına göre bu dağlar, televizyon dalgalarını geçirmiyormuş Yüzşişme’ye.
Bu tam bir bela oldu. Hatta birkaç kişi köyden televizyonun gösterdiği diğer tarafa tamamen göçüp gitti. Şimdi Yüzşişme’de, kolhoz başkanının söylediği gibi sadece kendi insanları kaldı. Yani gerçek vatanseverler. Onlarla dağı taşı aktarmak mümkün…
Nurihanov ismindeki kolhozun başkanı Nurihanov Gilman Semirhanoviç, şu anda yeşil uvazik arabasında ilçe merkezine, öncü çalışanlar toplantısına giderken nedense bunları hatırladı. Tüm özellikleri daima övülen Gilman’ın içine işledi bu televizyon meselesi, hatta çok da utandı galiba. Yüzşişme köyü yamacına tekrar bir verici koyalım diye ilçe yolunu çok katetti. Hatta Ufa’ya da gidip döndü birkaç kez. Televizyon ve radyo için devlet komitesine de gitmişti önce. Fakat bu işle, cumhuriyetin işletme teknik başkanlığı ilgileniyormuş. Orada da Nurihanov’un hevesini kırdılar.
– Bu mümkün değil, – deyip sakince anlattı idare başkanı gülümseyerek, – biz her köye verici takamıyoruz. Hâlâ Ufa televizyonunun programlarından mahrum olan ilçeler var. Buna misal, cumhuriyetin kuzeydoğusu.
– Onları bilmiyorum, ama Yüzşişme tamamen farklı bir köy, diye inandırmaya gayret etti, kendi sözlerinin doğruluğuna tam inanan genç başkan. Bu köyden ilçenin gururu olan Vatan Savaşı kahramanı çıkmış! Kahraman!… Nurihanov’un doğduğu köy…
– Öyleyse öyledir de o teçhizat çok kıymetli. Başkurdistan’da Sovyetler Birliği kahramanlarının doğduğu köyler pek çok. Onlara bizim hürmetimiz fazladır. – İdare müdürü anlayış göstererek anlattı. – Yüceltmek için başka yollar düşünüp bulmak gerek. Mesela heykel dikmek, okula ismini vermek… Onun gibi yani, efendim, milyon hum[37 - Para birimi.]lar gerek. Ondan sonra Devlet Planlama Teşkilatının incelemesi lazım…
Kısacası Nurihanov’un morali bozuldu. Hayalinin boş olduğuna kendi de inanmıştı o zaman. İlçe idarecileri önünde ne kadar nüfuzu olursa olsun kesinlikle bu meseleyi halletmek mümkün değil. Kim sana bir köy için yeni televizyon vericisi yapsın? Yani, Tavlıkay sırtındakiler de işte böyle güç bir hâlde on yıl yaşadılar. Bu düşünceden tamamen vazgeçti Nurihanov. Onun için, ikinci bir şey de kolhoz başkanını rahat bırakmıyor; iyiyken, çiftliğin direksiyonu kendi elindeyken, hiç şüphesiz cephede kalan kahraman ataya Yüzşişme’de bir heykel dikmek.
Bu düşünceden memnun kalıp arabasının sık sık zıplamasını da önemsemeden yumuşak koltuğa kaykılarak uzandı ve onu sınamak için şoförüne laf attı.
– Zöfer, Yüzşişme’de heykel diksek, sen nasıl değerlendirirsin? –Gilman yeni bir iş öncesi hep böyle yapar. Çünkü Zöfer, tanıdık, burnu çilli, dinamik bir yiğit, köyde çok dolaşıyor, halktan haberdar olup onları da eksiksiz patronuna ulaştırabilen yiğit. İkna oldu o, şoföründen pek ikna oldu. Aslında, biraz densiz, terslikleri de yok değil. Onun için, hile yaptığında onun önüne çıkayım deme. İşte, şimdi Gilman istemiş oldu, Zöfer bu haberi yarın halk arasında yayıp sezdirmeden bilgi toplayacak ve başkana iletecek.
Bu sefer düşünüp durmadı.
– Çok iyi olur, – dedi kahverengi kirpi saçını her zamanki gibi düzeltip, zaten kısık olan gözlerini iyice kısarak süzmeye başladı. – Gilman Ağabey, sizin için değildir ya?
“Ne kurnaz, ne kurnaz bu Zöfer, – diye düşündü Nurihanov. – Ta nerden işin aslını seziyor. Memnunum, memnunum şoförümden. Pek çok sakıncalı iş onun önünde işleniyor, şoförden gizlemek olmaz şimdi, ama dışarıya çıkarmıyor…”
– Kendim için de olur… – Nurihanov şoförüne katılarak, kahkahayla güldü. Bunların ikisi için de rahattı tabi. – Ancak şimdiki, Sovyetler Birliği Kahramanına idi…
– Sizin yaşlı babanıza değil mi? – Zöfer araştırmanın tam sırası olduğunu düşündü.
– Evet. Sadece bana baba olduğu için değil, kahramanlığı için. İşte Ufa’da pek çok böyle taş heykeller duruyor. Ebedî onlar. Bizim Yüzşişme köyünün nesi eksik? Yani? – O yine güldü, keyiflenip Zöfer’e döndü. – Bilmek istersen, kardeşim, ben çoktan babanın yaşını geçtim.
– O kadar oldu mu ki?
– Oldu işte diyorum, on yaş da geçti. O otuz yaşında kahramanlık gösterip ölmüş. E, ben bu yıl kırk. Evet, çok geçmiş ömür. Akan su gibi, akıyor da akıyor…
Zöfer epeyce dik olan bir dağın ardına çıkana kadar ses çıkarmadan direksiyonu çevirdi ve ovaya çıkınca hızlıca patronuna baktı.
– Gilman Ağabey size şimdi kırk yaşında denmez.
Diğeri ses çıkarmadı. Araba içindeki aynaya gayriihtiyari baktı. Aynadan ona koyu kara kaşlı, keskin bakışlı, düz burunlu mülayim bir er baktı. Arkaya taranan sert kara saçları arasında seyrek meyrek ak saçlar da görünüyordu. Böyle bir yüzün, kıyafetinin kadınların kızların dikkatini çekeceğini iyi biliyor o. Şimdi güzel düşüncelere dalıp, gözünün önüne sekreter Nefise geldi. “Nu pryam (hadi ya)…” diyen sesi kulağı dibinde yankılandı. Sarı saçlı, mavi gözlü, havalı ama bir o kadar da genç bir kızı, yuvarlak kalçalarını sallattırarak, gönlünde canlandırdı. Hatta gözlerini de yumdu büyük bir keyifle.
– Tatlı… – diye seslice söylediğini kendi de fark etmedi. Zöfer ona bakıp gülümsedi.
– Ne tatlı, Gilman Ağabey?
– Hava, haziran havası…
– Şaka yapıyorsunuz…
Nurihanov şakayla Zöfer’e parmak salladı.
– Çok bilirsen çabuk yaşlanırsın… – Ondan sonra hemen sordu. – Kardeşim ne zaman evlenmeyi düşünüyorsun? Uzun saç bulamıyor musun yoksa?
Yiğidin yanakları biraz kızardı.
– Vakit yok ki, Gilman Ağabey, – deyip elini salladı. –Ayrıca daha vakit erken… Askerden döneli de iki yıl…
Gilman şoförünün tersliğini ve dediğim dedik olduğunu bildiği için onun bir gün küçük bir şeye kızarak şehre çıkıp gitmesinden de korkuyordu. Bundan dolayı da bütün dileği onu çabucak baş göz etmek.
– Gelin almak çalışmaya engel olmuyor.
– Dediğiniz gibidir de. Şey, iyi kız göze görünmez, merkezden gelen bize bakmaz… – Bu sözün Nefise’yi işaret ettiğini anladı Gilman; Gilman’a da dokundurmaya çalışıyor yiğit. Ancak, bilmesi daha iyi, ağzını açmaz.
Yiğit kurnazca baktı başkana, sınayarak bakması, patronunun ağzının içindeki baklayı çıkarmaya gayret göstermesinden elbette. Tamam, bu da kötü değil. Nefise’ye göz kulak olur. Ne desen genç kız şimdi, gönlünde ne yattığını kim bilir. Bir hayale kapılır da… Şoförü ona sadık, öldürsen de, onun yaptıklarına bundan sonra karşı çıkmayacak, başkalarına da engelletmeyecek. Buna, kendine inanır gibi inanıyor Nurihanov.
– Damga vurulmayanlar da var… – Onlar birbirlerini iyi anladılar. Görmek için alındaki gözler de gerek.
– Öyle de, Gilman Ağabey, bu arabadan inip, bir adım dışarı yürüdüğüm yok ki hiç. Kızlar çevresini söylüyorum…
– Orası öyle. Benim sensiz kolum kanadım kırık yani. Bunu hallederiz. Ya nasıl? O heykelle ilgili? – Nurihanov yiğide düşünmek için geniş bir vakit vermişti. Şimdi ilk önce onun düşüncesini öğrenmek istedi. Şimdiye dek bu düşüncesini de hiç kimseye açmış değil. Önce ilçe öncüleri toplantısında, yani bugün söylemeyi düşünüyor o.
– Heykel bize çok gerekli, Gilman Ağabey, – dedi Zöfer. – O halkı eğitmek için gerek. Başka da… şey… sizin makamınızı yüceltmek için… Kolhoz Nurihanov ismini taşıyor, çiftliğin başkanı da Nurihanov. Kim bilir, şimdilik köyde bir heykel olur sonra da…. – Şoför söyleyeceklerini bitirmedi, lakin Gilman’a yiğidin başka bir sözü gerekmiyordu. Gelecek meselesinde de doğru düşünüyor Zöfer. Bu sözler, köy halkının da ona hürmet ettiğini gösteriyor.
Şoförü aniden, onun düşüncesini böldü:
– Niye, Gilman Ağabey, başka kişilerden fazlası olan biri hizmet kahramanı mı oluyor yani? Bizim kolhoz, ilçede en önde geleni. İdare edebiliyorsunuz. Kahramanlar sülalesi demek bu.
Haber Nurihanov’un gönlüne kaymak gibi sürüldü. Bunlar adaptan olsa da.
– Sen beni, kardeşim daha da büyütmektesin – diyerek sallandı, dışarıya, pencereden ufuktaki sıra dağlara göz gezdirdi. Biraz düşününce Zöfer’e söyledi. Benim bir erkek kardeşim de varmış… Kaybolmuşuz.
Şoför yiğit, şaşkınlığından arabasının hızını azalttı.
– Gerçekten mi Gilman Ağabey?
– Evet, gerçekten, azıcık hatırlıyorum kendisini. Savaşın son ağır yılı idi. Açlık, fakirlik çağları. Annem yolda öldü, ya hastalıktan ya açlıktan… Her bulduğunu bize vermiş demek ki merhume…
– E, küçük erkek kardeşiniz kaç yaşındaydı?
– Ben dört beş yaşındaysam, o daha küçük. Belki ikisi dolmuştur, belki üçü… Yürüdüğünü kesin hatırlıyorum. İşte ismini de unutmuşum. Geynulla idi galiba.
– Yani Gilman Ağabey, kardeşiniz yaşıyor mudur acaba? Şimdi nerdeymiş, bilinseydi?
– Araştırdım, ipucu bulamadım… Nurihanov isteksizce ofladı. Yol üstünde, annemin cenazesi yanında geceyi geçirdik. Kimse yok. Aklımda hâlâ… Sonra sabah olunca birileri geldi atla. Bizi alıp gittiler. Annemi gömdük müydü ki, onu da hatırlamıyorum…
– Acı, çok acı bir durum, Gilman Ağabey. İşte bu kardeşiniz bulunsa ne kadar sevinirdiniz, öyle değil mi?
– Elbette. Bu dünyada en azından iki olurduk. Yalnız, akrabasız yaşamak çok ağır kardeşim. Sen bunları anlamazsın… Hayır, tamam, ne kadar can sıkıcı düşüncelere dalıp gitmişiz…
Araba çok uzun bir yokuşu geçti. Buradan Tavlıkay kasabası da avuç içindeki gibi görünüyor. Çok geçmeden onlar ilçe merkezine ulaşacaklar. Toplantının başlamasına da çok az kaldı. Galiba, bu sefer de başkanlık masasında baş köşeye çağırıp oturturlar.
Gilman biraz daha dik oturdu, çantasından çıkarıp boynuna kravatını taktı.
– Bu şeyi takmazsan olmaz sanki – dedi kendisini savunarak Zöfer’e.
– Herkes takınca, bu da gerek şimdi dedi Zöfer bildik bir tavırla. Ne de olsa, siz Nurihanov ismindeki kolhozun başkanısınız!…
Bu sözlerden sonra Gilman omuzlarını silkip daha da kubararak oturdu.
“İlk önce ona söz verirler muhtemelen.” diye bir fikir geldi aklına. Kâğıda dökülmüş konuşmasını düşünerek geldi. Ama heykel hakkındakiler diline gelince, hafızasına inanmadı, çantasından Nefise’nin hatalı daktilo ettiği kâğıtlarını çekip çıkardı. Kendi sekreterciğini kötülememek için, içinden de “öğrenir” dedi.

Dördüncü Bölüm
Kaldırma vincinde çalışan yiğit çok yavaş çalışıyor gibi geldi Taştimir’e. Az gayret gösteriyor, şimdiye kadar makinesindeki dört beton kütlenin sadece ikisini yere indirdi. Sonra o sabredemedi.
– Niye yavaşladın, kaynanana misafirliğe mi geldin yoksa? – diye bağırdı şapkasını başına takarak.
Vinççi aldırış etmedi:
– Acele etme, dostum, yavaş giden insan çok gider, – o, Taştimir’e göz kırpmaya da yetişti. – Bilmek istersen, bu Yüzşişme köyünde kaynanalı olma imkânını bulamadın sen.
Güler yüzlü yiğidi, Taştimir önce beğenir gibi oldu, fakat çok geçmedi, onun bu düşünceleri paramparça oldu. O beton kütlelerin demir bağlarına çelik halat bağlanan kancaları indiren genç yiğide kaba bir şekilde söve söve, bağırmaya başladı.
– Sen niye, çişini tutamayan biri gibi, gözünü açmış duruyorsun? Çapraz bağlamışsın halatları falan! Değiştir yerlerini!…
Taştimir birden kızan vinççiye şaşkınlıkla baktı. Biraz önce ona gülümsüyor, onunla güler yüzle konuşuyordu iki yüzlü.
– Hey, delikanlı, senin adın ne? – Taştimir’i niye sorduğunu kendi de tam olarak bilmiyordu. O çabuk bozaran yüzünü çevirdi, öfkesi daha yatışmamıştı.
– Saman şapka! – diye istihzalı gülümsedi onu kastederek. Ama yük arabasının şoförüyle dalga geçilmeyeceğini çabuk anladı. Onun bugün yoluna taş yağsa da, Tavlıkay’a gitmesi gerekti. E, başkanın verdiği iş de hâlâ tamamlanmamış. Bunun için bu şapkalı övüngecin de bir sefer yapması gerek ilçe merkezindeki beton fabrikasına. Ya nerden irtibat kurdular bu kolhozla. Betondan sebze deposu inşa edilmesi gerekiyormuş. Tabi başkanlar daha iyi bilir, onlar daha önceden görüyor. Aman yapsınlar. Bu başkanları cömert davranıyor… Böyle düşündü vinççi delikanlı da, çabucak yüzünü değiştirip:
– Niye, benim adımı sanımı bilmezsen, üzülecek misin, – diye şakaya çevirmeye çalıştı. Taştimir seslenmedi. – Baygildi, Baygildi diye kızmayı seviyor amirler…– diyerek hızlıca laf soktu araya.
Taştimir bu düşüncesiz, dar kafalı, dalkavuk delikanlıya daha önce bir iki kez rastlamıştı sanki arazide, ama bir insanı nereden tam olarak bilebilirsin ki. Bunun için de yine sinirlendi.
– Baksana Baygildi, bu yardımcı delikanlıyı öyle kötüleme! İşe kendi yanına aldıysan, güzelce, sakin sakin öğretmek gerek. Adın Baygildi olsa da buraya zengin olarak gelmemişsindir herhâlde?
Yaklaştığını gören yardımcı, Taştimir’e saygıyla baktı, ama başını eğip çalışmasına devam etti. Baygildi kızacak gibi oldu.
– Hey sen, dönüşlerde dikkatli ol, – dedi o tehdit ederek. – Ne söylesen tamam, benim yardımcım… O vincin üstte olan bölümünden zıplayıp indi, avuçlarını birbirine vurup, makinesinin kapısını açtı. Bir beze elini sildi ve bir sigara alıp yaktı ve kabinin kapısını şak diye kapattı. Renksiz gözlerini çevirip baktı ve yavaşça makinenin pedalına basıp onları gözetleyen Taştimir’e yakınlaştı. Vücudu heybetliydi yiğidin, yumrukları da suyın[38 - Dökme demirden yapılan kap.] gibi iri görünüyor. Bunun dışında Taştimir’den daha uzun. Kısacası pek çok şeyi görmüş olmalı bu dünyada Baygildi. Sigara içmekten sararmış iri dişler, balta ile dikkatsizce yontularak yapılmış gibi alık bir yüz, yayvan bir dudak… En acayibi… onun su rengini andıran gözleri. Onlara bakıp bu yaşı otuza yaklaşan delikanlının ne düşündüğünü sezmek mümkün değil. Dudakları gülümsese de gözleri soğuk kalıyordu.
Baygildi’nin yaklaştığını sezip, Taştimir de yere zıpladı. Çok genç olmasına rağmen, gayretli de görünüyordu o, vinci yanında. Omuzları geniş, gövdesi de habantoy[39 - İlkbaharda ekim işleri tamamlandıktan sonra yapılan millî bayram.]da güreşen kişininkine benziyor.
– Sen ne yani, küçük bıyıklı; ağabeyine mi öğretmeye çalışıyorsun? – Çok cesur davranıp kubararak yaklaşan Baygildi’nin hevesi kaçsa da, düşündüğü sözü söylemesi gerektiğini hissetti.
Taştimir, her zamanki gibi, gülümsüyordu. Bak sen ona, bıyığına da takılıyor bu vinççi yiğit.
– Ağabeyler biraz bağdan kurtulduğunda düzeltilmesi zor değil, – dedi Taştimir, burnu altındaki bıyığını düzeltmeyi de unutmadı.
İkisi de birbirine sınayarak baktı. Sonra galiba, Baygildi şoför delikanlı ile işi ilerilere götürmemesinin hayırlı olacağını anladı. Bundan sonra:
– Niçin acele ettirdin? – dedi, kaba davranmaya çalışarak.
Taştimir onun gözlerine bakarak konuştu:
– Çok tembellik yapıyorsun, ben şimdi arabayı kontrol ettirmeliyim.
– Buraya bak. Kiminle ortak bu yer?
– Ortaklığa ortak değil de. Benim bir pınarın yanında radyatörün contalarını söküp değiştirmem gerek.
Tavlıkay’a gitmek için acele eden Baygildi birden öfkelendi.
– Bekle, bekle niye şimdi radyatörü sökeceksin? Şimdi yine bir sefer yapman gerek. Niye ben seni bekleyip de yarına kadar yatayım mı yani bu cehennemde?
Taştimir onun kendisini de rahatsız eden yerini fark edebildiğine sevindi. Bunun için dalga geçmek istedi.
– Sen, daha kaynanalı olmaya da yetişiriz, dedin!… – Vinç-çinin dişlenen, biraz da kabuklanmış dudaklarını görüp ekledi. – Şey, kaynanan ile öpüşmemişsin galiba? Ha-haa…!…
Baygildi kastı anladı. Yumruk salladı.
– Çok söylenme!
– Sen söylediğin için söylüyorum.
– Yani, dil bu… Tabi olsa da olur. Birazdan, bizim ekibi oraya taşımak gerek. Yukarıda şöyle bir haber dolaşıyor. İşletme başkanı söyleyip durdu diye, şef dün söyledi.
– Burada neyi kurutacak, pınarları mı yani? – Taştimir dayanamadı, kaşlarını çatıp, kahkahayla güldü. Baygildi bunu beğenmedi. Genç yaşında etrafını sarsıyor bir de.
– Niye ağzını ayırıyorsun?
Taştimir de gülmeyi kesti.
– Kendin söyledin ya şimdi, – o gülümsüyordu hâlâ.
– Sen bizde çoktandır mı çalışıyorsun? – Baygildi, ona doğru bir iki adım attı.
– Çoktandır. Önce daha büyük bir şirkette çalıştım. Şimdi burada makineli seyyar bölümde çalışıyorum. Yakında bir yıl olacak.
– Yıl? Ha-ha!… Çokmuş bu… Öyleyse neden ben seni daha önce görmedim?
– Ben seni görmüştüm.
– Dalga geçmek istiyorsun, sümüklü burun!
– Ya, söyle hadi, bizim PMK’nın merkezi nerede?
– İşimbay’da; dostum. Şubesi Tavlıkay’da.
– Biliyormuşsun! E, sen bu taraflardan mısın?
– Ne bu, sorguya mı çekiyorsun?
– Yok dostça; merak ediyorum.
– Öyleyse söylüyorum: Ben de bu İşimbay’danım.
Baygildi biraz sessiz durdu. Ondan sonra dile geldi.
– Hadi gerçekten mi, ismin ne?
– Taştimir.
– Gerçekten de Taştimir arkadaş, şimdi sen söyleyince düşündüm de bu dağ taş arasında niçin bataklığı kurutmamız gerekiyor ki? Yüzşişme etrafını ben iyi biliyorum, çok dolaştım. Pınarları sayısız elbette söylemeye gerek yok.
– Şey, gerçek bir haber mi veriyorsun yoksa?
Onlar sakin bir şekilde konuşmaya başladı..
– Şey yani, işyerinde böyle bir haber dolaşıyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz mı diyorlardı?
– Orası öyle. Sadece ben işitmedim. Bu ilçede işi yoluna koyup, dönmem gerekiyor çabucak. PMK’nın Tavlıkay’a şubeyi taşıması da bu ilçe merkezi yanındaki bataklığı kurutmak içindi tam olarak. Etrafta dağlar, işçi sitesini de büyütmek gerek. Ayrıca burası ilçe merkezinin yanında da işte niye bu büyük meydandan faydalanılmıyor? Üstüne üstlük masa üzeri gibi dümdüz o yer.
– Ha-hay, boşuna konuşuyorsun, – Baygildi çok görmüş kişiler gibi elini salladı. Merkezdeki işletmeden koparınca, hangi ilçe başkanlığı seni PMK yerindeki iş bitmeden geri gönderecek ki şimdi? Görmüyor musun, kolhoza pek çok faydamız dokunuyor: Çok güzel, sebze deposu inşa ediyoruz. Kendimiz kazıyoruz, kendimiz taşıyoruz parçalarını… Teknik yeterli, iş yapan eller de çok. Hangi aptal bu iş gücünden vazgeçsin.
Taştimir ciddileşti.
– Ancak bu hiç doğru değil. Bizim cumhuriyetimizde PMK yardımına muhtaç pek çok ilçe var. Tarım arazilerini su basan kolhozlar çok. E, biz ise burada sebze deposu yapıyoruz.
– Kızma yaşlı moruk. Baygildi şimdi dostane bir sese geçti. Sen doğru söylüyorsun elbette. Ama bu da kötü değil ki bizim için. İş yürüyor, çalışma listesi kapanıyor, para geliyor. Hatta çok geliyor. Çok geçmeden kolhozlarda yem çukuru da kazmaya başlayacağız. O zaman harika olacak!…
Taştimir sinirlenip ayağının altındaki tuğla keseğini tepip uçurdu.
– Adil değil bu!
– Adaleti gökte ara dostum! – Baygildi aniden yaklaştı ve Taştimir’in omzuna dokundu: – Baksana, sen de acele ediyorsun, ben de, dediğim gibi. Haydi, hızlıca boşaltalım öyleyse. Sen, pınar boyunda radyatörünle daha fazla uğraşma şimdi. Ben de bugün Tavlıkay’a, – Baygildi avucunun kemikleri ile boynunu kesip gösterdi. – Benim kesinlikle dönüp gitmem gerek. Ne yani… – O sesini alçalttı. Sen iyi bir yiğit gibi görünüyorsun, gizlemek olmaz şimdi. Bir başı örtülü bülbül ele geçirmeye çabalıyor. Konuşulmuştu. Bir yerden içki bulayım da… Güzel, gavur kızı!…
Baygildi şoförün cevabını beklemedi. Vinç kabinine girdi ve arabasının motorunu bağırta bağırta, işe koyuldu. Taştimir ona bir süre şaşkın şaşkın baktı, başını salladı: böyle kötü sözlü adama da bülbül düşüyormuş…
Yük boşaltımının bitmesiyle, Taştimir acele edip kabine oturdu. Ardından Baygildi bağırdı:
– Dostum, Taşti-mi-ir, geç kalmaa!…
Vinççi yiğidin haberi Taştimir’i endişelendirse de çok geçmeden konuşma unutuldu. İşimbay’a dönmek istiyordu o. Belki enstitüye girme işini de araştırırdı. Doğrusu hâlâ askere gitmemişti, oradan gelmeden hiçbir üniversiteye şimdi almıyorlar değil mi ya? Belki bırakırlar. Askerde şoförler bitmemiştir… Böyle düşündü o. Ama içten içe bu Tavlıkay taraflarına çekiliyor, buralara daha çok alışıyordu. Nedense, insanları güzel, güleç bu tarafların. Bu birinci sebep ise, ikincisi, İşimbay’da Taştimir’i kim bekliyor ki? Babası ta o çocukken bırakıp Sibirya tarafına çalışmaya gitmiş, annesi de yakında vefat etmiş. Dönse ablasının bir odalı dairesine gözünü dikecek. Ablasının iki çocuğu, eniştesi…
Taştimir can sıkıcı düşünceleri aklından atmak istedi. Niye bu dünyada beceriksiz biri oldu şimdi o. Kaderi onu güldürmedi. Malı mülkü olan akrabası yok, kendine hayatta bir yol açması lâzım.
Yük arabası, toz kaldırarak bu taraftaki Kiyevkaşı denilen sırtı dolaşıp, tek kişilik dar yoldan hızla gidiyordu. Yüzşişme köyü yakındı ona. Güzel köy. Pınar sularını içmek doyumsuz. Kış günlerinde tabiatı kötü görünse de, yazları burası cennet.
Taştimir her zaman durup, su içtiği Keleşküzi pınarı çevresine ulaşınca, hemen frene bastı. Burada arabasına bakacak o. Kenardaki gölge yere gidip bekledi ve arabanın iki kapısını iki tarafa açtı. Böyle daha serin idi.
İçinden şarkı söyleyip, aletlerin konulduğu bezi otların üzerine serdi. Arabasının kaputunu açtı. Motoru toz kaplamış, yaklaşılmayacak kadar tozlu. “Pınara inip, su getirip serpmek gerek, çabucak soğur, diye düşündü o. Hem de susamıştı.
Taştimir ağaçların arasında cıvıldaşan yüz çeşit kuşun sesine kulak vere vere pınar tarafına yöneldi. Lakin ırmak kenarına gitmedi, rahat rahat zıpladı zıpladı, ayağındaki ağır çizmelerini çıkarıp attı. Yumuşak kadife çimene basınca tabanları gıdıklanıp, rahatladı.
– Bunları niçin giyiyorum, – diye söylene söylene, çizmeleriyle dalga geçerek çizmelerini attı, ertesi gün ayağına hafif bir ayakkabı giymeye kendi kendine söz verip, lastik kovasını sallaya sallaya, dar patikanın sonuna koştu. Tam geldim dediğinde, birden:
– An-ne!… – diye beklenmedik bir ses işitip, alnını bir direğe çarpmış gibi aniden durdu. Gözleri kocaman açıldı, şangır şungur sesler çıkararak taşların üstüne kovalar düştü. Biri de tangır tungur geldi ve suya düştü.
Yiğit karşısında korkmuş bir kızın durduğunu fark etti ve hiç düşünmeden lastik kovasını bıraktı ve kovanın ardından koştu. Buradan Aknögöş’e doğru akıp gitmeyi çok sormaz kova. Su hızlı akıyor. Taştimir dikkatsizce sivri bir taşa bastı ve ayağı kayınca kendi de düştü. Ama kovayı da yakaladı. Pınar suyu soğuk, bacakları dondu. Yiğit kenara çıktığında şaşkındı. Şimdi de rengi kaçan kız kahkahayla gülüyordu.
– Ha-ha!… Ağabeyciğim neredeyse kaybolacaktınız.
Kızın sesi Aknögöş boyuna, dağlar üstüne, çalılıklara dağılarak çın çın çınlayıp geri dönüyor. O gülmesini durdursa da dağlar, gülüşü devam ettiriyordu. Bu görüntüyü acayip bulup, Taştimir de gülmeye başladı.
– Ha-ha-ha!!… Ben şimdi birisinin yüreği yarıldı da öldü demiştim, – dedi.
O anda Taştimir bu genç kızı tanıdı. Geçen gün kovasını ona veren kızdı işte! Diğeri de tanıdı delikanlıyı, bunun için korkusu çabuk geçti.
– Yüreğim ağzıma geldi, dedi o gülümseyip. E, e siz arabada değil misiniz? Saman şapkanız da yok…
Taştimir yalın ayak, ayrıca, suya düşmüş tavuk görüntüsüyle çok komik görünüyordu. Çekinerek kıza kovayı verdi.
– İyi misin, bacım! – dedi o. Ayağı ağrıyordu, oradaki çimene oturdu. O, kızın sorusuna cevap vermediğini hatırlayıp, konuşmaya başladı: E… Siz araba sesini işitmediniz mi ki?
– Yok…
Kız çok sevimliydi. Yuvarlakça, toplu, buğday benizli, güvenerek bakan iri kara gözleri ve yay gibi kaşları olan, dolgun dudaklı, küçücük ağızlı biri. Gülümsediğinde ya da güldüğünde yanakları çukurlaşıyor. Saçları uzun onun, tek örgülü, beline kadar da geliyor. Uzun boylu, bilekleri ve bacakları güneşte yanmış. Pırıl pırıl görünen dişleri Taştimir çok beğendi.
Kendi sırasında kız da delikanlıyı iyice gözden geçirdi. Bunu sezdirmeden yapmaya gayret etti o, ama onun çok ilgilendiğini sayısız kıvılcımlarla parlayan kara gözleri belli ediyordu.
– Çizme giyip gezince, içinde ayaklar pişti, – dedi Taştimir, kızın bakışlarını fark edip. Burada dinlenmek için yalın ayak geziyordum.
– Bir kez suya girip çıktınız da… – Güzel kız yine bir kez daha kahkahayla güldü. O artık tamamen alıştı delikanlıya, kendine yakın bulup, kendinden bahsetmeye başladı: – Ağılda inek sağmada çalışıyorum. Bizim öğle sağımından sonra vaktimiz boş. Akşama kadar. Anneme yardım olsun diye suya gelmiştim. Bu Keleşküzi’nin suyunu bir başka seviyor. Diğer pınardan getirip semavere koyduğumda, o zaman hemen, Keleşküzi’nin suyu değil bu çocuğum diyor. E, benim için hepsi aynı.
– Büyükler biliyor işte… Taştimir de söze karıştı. O anda o da her zamanki gibi dudaklarını yayıyordu.
İkisi de çoktan tanışıyorlarmış gibi, konuşmaya devam ettiler.
– Benim annem, ağabey, öyle yaşlı değil – dedi kız, yavaşça ayaklarını büküp, pınara yakın büyük beyaz bir taşa oturdu. Tam bir mermer heykel gibi şu anda o. Öyle geldi Taştimir’e.
– Suya gelemiyor mu?
– Onun beli ağrıyor, soğuk geçmiş, ağabey.
Delikanlı sınayarak bakıp:
– E, ben senin ağabeyin miyim ki? – dedi. Öbürü merakını yenemedi.
– Kaç yaşındasın ki?
– Yaş dediğin ne… Orta okulu tamamlayalı daha bir yıl oldu. Mektepte ehliyet sınavına girmiştim. Çalışıp duruyorum işte.
– Hım, öyleyse şey, – kız canlandı. Yüzünün uçları çukurlaştı, – ağabey demem yersiz oldu. Ben de okulu yeni bitirdim. – Kızın söyleyecek sözleri vardı. Taştimir bunu sezdi.
– Öyleyse bu yıl mı tamamladın? – Taştimir ‘sen’e geçtiğinin farkında değildi.
Diğeri utandı ve:
– Onuncu sınıfı tamamlayınca, geçen yıl işe başladım, – dedi, – anneme yardım etmek gerekti. Tabi bütün insanların okumuş olması gerekmiyor.
Taştimir konuşmadı. Düşünüp sessizce oturarak:
– Biz yaşıtmışız ya, dedi. – E… şimdi bacım demek olmaz, ne diye sesleneyim?
– Mevsile, Mevsile benim adım, diye güldü kız.
– E, ben Taştimir.
Onlar birbirine bakıp gülümsedi.
Taştimir, Mevsile yerinden kalkar kalkmaz onun kovalarını aldı, yardım edip su doldurup verdi. Kız kovalarını köyentesine taktı, köy tarafına bir iki adım attı ve yiğide döndü.
– Taştimir…e… sen… Mevsile hızlıca baktı ve “siz”e geçti. – Siz bizim köyde mi çalışıyorsunuz? İlçe merkezinden gelip sebze deposu inşa ediyorlar diyorlardı.
– Evet, oraya inşaat malzemesi taşıyorum. Ama şey, bana “sen” diye hitap et!
Mevsile bir şeyler sormaya yeltendi ama cesaret edemedi.
– Öyleyse hoşça kal, ağabey, şey Taştimir!… – El salladı. Delikanlı da ona uzun zaman baktı ve:
– Hoşça kal Mevsile… – dedi.
Birden bu kızın gitmesiyle etraf boş gibi göründü. Pek hüzünlü kaldı pınar boyu. Nedense üzülüverdi. Ne zaman geleceğini de sormadı Mevsile’nin. Bunu düşününce yüreği hızlıca çarptı. Bu çekici kız Taştimir’in gözünün önüne geldi kaldı, geldi kaldı. Bitmez tükenmez sırlar saklayan bir gece gibi kara gözleri, yiğidin gönlünün altını üstüne getirdi.
O anda Taştimir gülümsedi. – Mevsile’nin annesi başka pınarın suyunu içmiyor, yani Mevsile bu vakitlerde ağıl işinden çıkıyor, demek ki onunla yine burada, Keleşküzi yanında, yeniden karşılaşmak mümkün.
İşte vinççi Baygildi’nin sözleri, kulağının dibinde yankılandı:
“…Yüzşişme köyünde kaynanalı olmaya da gelmişsin sen…”
“Ahmak Baygildi”, diye düşündü Taştimir, ancak içi rahat idi bu sözlerinden. Şimdi o Mevsile’yi tekrar tekrar görmeyi hayal ediyordu. Biraz önce onu Yüzşişme’ye göndermeyi düşünen PMK grubunun şeflerine kızıyordu, şimdi ise, birden bunları hatırlayınca memnun oldu Taştimir.
Dünya ilginç.
O pınarın biraz aşağısında dönerek su toplanan çukurdan lastik kovasına su doldurdu ve yukarı gitmeye başladı.
Baş ucunda güneş çok nazlı parlıyor, ışık saçıyordu.

Beşinci Bölüm
Nurihanov öncüler toplantısından nişan takarak çıktı. Nişanın da hangisi: Kızıl Bayrak Hizmet Nişanı! Kolhoz başkanları arasından tek ona verildi. Diğerleri ise hayvan bakıcıları, sağıcılar, ondan sonra biçerdöverciler, traktörcüler.
Genelde, böyle bir olay olduğunda, başkente çağırıp orada verirlerdi. Gilman bir sene, kendisi almasa da, birkaç sağıcısını götürmüştü, rahat rahat Ufa’yı görüp, serbestçe şehirde gezip, doya doya misafir olup, tiyatrolarına gidip, gönülleri rahatlayarak dönmüşlerdi. Bu yıl böyle organize etmemişler. Galiba, yol yürümenin ağır olduğunu düşündüler, ondan daha ziyade sağıcıları ağıldan ayırmak istemediler, partinin il komitesi sekreteri Hürmet Safiç Batırşin kendisi gelmiş. Mütevazi bir kişiymiş. Elini sıkarken:
– Yoldaş Nurihanov, bu üst hükümet nişanının sizin hayatınızda ve hizmet yolunuzda son olmayacağına inanıyoruz, dedi. Gelecekte Lenin Nişanı sahibi olmak da kısmet olsun size!
Bu sözlerden sonra ilçe komitesinin birinci sekreteri Ayıtkulov İlğuca Giniyetoviç, genelde gaddar, itici biridir; o bile alkışlamaya başladı. İl komite sekreteri de pek çok kez alkışlayıp durdu. E şimdi, bunu gören salondaki halk coştu, coştu. Belki, tam öyle olmamıştır da. Ama Nurihanov’a öyle geldi. Tabi böyle olmuş olsa da tuhaf değil. İlçede onun gibi kolhoz yöneticileri her yerde yok.
Bu durumda, Gilman’ın övünerek söyleyeceği sözler de var.
– E, nasıl, ben doyuruyorum ilçeyi. Ben doyuruyorum! Ekmeksiz yaşa da bak… – Gerçi, bu sözleri o bağırarak söylemedi, ama yerine gidip oturunca, içinden olsa da tekrarladı.
Tavlıkay ilçesinin kaderi ilginç. Bütün cumhuriyet, devlete terleyerek buğday teslim ederken, Tavlıkaylılar sessizce kendi bildiklerine göre yaşıyor. Ülke gazetesinde basılan tabloda da onların ilçesinin karşısında hep bir çizgi oluyor; yani ekin teslim etmeleri öngörülmedi demek bu. Tavlıkay ilçesinin vazifesi kendi halkını doyurup yaşatmak dışarıdan yardım almadan. Bundan da memnun başkentteki idareciler. Tabi, dağ taş üzerinde ne yetiştirsinler ki? Taştan ıhlamur kabuğu mu soysunlar yani? E, işte daha çok da… Böyle olunca da hayvan yemlerini bazen dışarıdan getirmek gerekiyor. Onun için; et, süt arttırma planını fazlasıyla gerçekleştiriyor Tavlıkay ilçesi.
Nurihanov, ilçede en çok ekin yetiştiren kolhoz başkanı olarak kendi değerini biliyor. Tabiatın verdiği şanstan ona da pay çıkıyor. Dahası onun soyadı kolhoza verilmiş. Atasının şanı yaşıyor. Buna şimdi de oğlununki eklenmeye başlanmalı. İlçe gazetesinde, bu durumu işaret eden bir yazı da çıkardılar. Ancak, ülke gazetesinden muhabirler seyrek gelir bu tarafa. Elbette, yolun kötülüğünden.
Maalesef, Nurihanov’un öncüler toplantısında konuşurken heykel meselesini açmaya fısatı olmadı. Onun kâğıtlarına göz atan İlğuca Giniyetoviç, bu yerleri kırmızı kalem ile çizdi. “Daha sonra.” diye işaret etti Gilman’a. Hatta kendinden bir iki söz eklemeyi de unutmadı: “Bugünkü yüksek hükümet nişanına cevaben şunu söyleyebilirim: Nurihanov adlı kolhozu tarımda daha da öne çıkarmanın bütün imkânları var. Gayret edip çalışacağız. Biz ilçe halkını doyurmakta da sıkıntı yaşamadan, yakın gelecekte dışarıdan yem ve karma yem almayı da bitirmeye söz veriyoruz…”
İşte daha çok böyle bir konuşma yapmak zorunda kaldı kolhoz idarecisi. Böyle önceden düşünülmüş olan işler hakkında konuştu. Tarımı öne çıkarma hakkındaki planlarının bazılarını İlğuca Giniyetoviç de biliyor. İşte bunları bildiği için üstüne yazdı ya.
Maalesef, ülke komite sekreteri Hürmet Safiç’in önünde, heykel meselesini açamadı. Çok yerinde ve kolay olacaktı…
Nurihanov, kolhozun parti komitesi sekreteri Kutlubayev ile birlikte çıktı.
Kutluyorum yüksek nişan için Gilman! – diyerek elini sıktı Keşfi Gellemoviç.
– Teşekkürler Keşfi! İçten sözlerin için sağ ol… – Gilman da ona içtenlikle cevap verdi.
Gilman şimdi kolhozda on iki yıldır başkan olarak çalışıyordu. Ziraat enstitüsünü tamamladıktan sonra üç yıla yakın başka bir yerde ziraat mühendisi olarak çalıştı. Ondan sonra terfi ettirerek doğduğu Yüzşişme’ye gönderdiler. Nurihanov adlı kolhozda başkanlar sık değişmiş. Dışarıdan getirmek işe yaramamış, nedense çalışmamışlar. Parti komitesi sekreteri de çok uzun kalamamış bir yerde. Gilman köye başkan olarak dönen, üniversiteli, kendilerinden olan tek kişiydi.
– Yabancılar bitti.
– Kendi yiğitlerimiz dönüyor!
– Şükür, şükür, Yüzşişme’de de düşüp kalanlar yaşamıyor!…
Böyle şeyler konuşulmuş o zamanlarda. Fakat Gilman’ı başkan yapacak olan genel kolhoz toplantısında şüphelenenler bulunmadı değil, bulundu.
– Çok genç, yürütebilir mi?
– Kolhoz büyük…
– Kendi köyümüz olunca, kavga etmek de olmaz tabi. Uygun olmaz… – dedi bazıları. Diğerleri daha farklı sebepler de buldu.
– Kolhozumuz Nurihanov ismini taşıyor. Bu çok önemli. Vatan Savaşı kahramanına bizim itibarımız çoktur. Sadece… Yani kardeşler, başkanımız da Nurihanov olursa saltanat gibi değerlendirmezler mi?
– Evet, evet cemaat, başımızı sıvazlamazlar!
Böyle tartıştı halk.
O yıllarda İlğuca Giniyetoviç partinin Tavlıkay ilçe komitesinde parti işlerinin organizasyon bölümü müdürüydü. Nurihanov adlı kolhozun faaliyet ve seçim toplantısına vekil olarak katılmıştı. Kolhozcular başkan adayları hakkında gürültü etmeye başlayınca söz aldı:
– Yoldaşlar, biz Nurihanov’u, bu Yüzşişme köyünün yiğidini, gençliğine yani daha yeni enstitü tamamlayıp döndüğüne bakmadan, boşu boşuna size başkan olarak takdim etmiyoruz. Onun adaylığı partinin ilçe komitesinde görüşüldü, büroda incelendi. O oy birliğiyle kabul edildi. Biyografisini siz de biliyorsunuz. Hayatın acısını tatlısını görüp büyümüş. Babası savaş kahramanı. Sizin gururunuz. Tabi, niye size bunları söyleyip duruyorum… İdeal aday… – diyerek yerine oturdu.
Kolhoz kültür merkezi yine gürültü yapmaya başladı. Aralarında birkaç da sinirlenen vardı. Onlar karıştırdı halkı. Bir âdet varmış o zamanlar: Kolhozun umumi rapor toplantısı yaklaşınca, her ev önce bal içkisi yapmaya başlıyordu. Her yerde olduğu gibi, Yüzşişme’de de kavga çıkaran, şüpheye düşüren kişiler bulunuyordu. İşte bunlar gibiler ilçe komitesi vekili önünde korkmamak için, bir de, gruplara bölünen kolhozcular öfkelerini eksiksiz söyleyiverme niyetiyle toplantıya içki içerek geliyorlardı. Arada bir, ilçe vekillerinin böyle toplantılara hatta polisle birlikte geldiği zamanlar da oluyordu. Düzeni sağlamak için yani. Yüzşişme halkı diğerlerinden, sinirli olmaları ve cesaretleri ile ayrılıyordu.
Bu kez de kolhozculardan birisi:
– Yoldaş Ayıtkulov, kahraman adını taşıyan çiftliğe onun çocuğunu başkan yapmak olacak iş mi? Şöhrete önem verilen padişahlık zamanları geçti!… – diye bağırdı.
Onun bu ilk çıkışını bekleyip duranlar da var aralarında.
– Doğru, babanın ünü mal değil ki, nesilden nesile geçsin!
– Çok genç, bizim gibi ağılda çalışıp baksın.
– Evet, çok erken daha, çok erken.
Nurihanov başını eğip sadece dinledi. Zordu onun için bu dakikalar. O ikide bir Ayıtkulov’a baktı. Ama diğeri akıl almaz derecede sessiz, gamsız göründü. “E, buna ne, öküz ölse et, araba devrilse odun şimdi.” – diye düşündü acıyla. Nedense Gilman kendi köyünde çalışmak istiyordu. Evet, sıradan bir uzman ya da tarım uzmanı değil, ama sadece başkan, köyün birinci kişisi olmayı hayal ediyordu o. Ona engel olmaya çalışıyorlardı. Konuşanlar, yerinden bağıranların her birinin ismini, söylediği sözleri aklında tuttu. Ayıtkulov’a ilçe komitesi vekiline de kızmaya başlıyordu, yumuşaklığı yüzünden.
Böyle fikir alış verişinin alevlendiği bir zamanda hiç beklenmeyen, hatta Gilman’a annesi tarafından akraba da olan Haris isimli kolhozcu söz istedi:
– Burada siz, yoldaş ilçe komitesi vekili, bizim Gilman’ı övüyorsunuz ama o bizim kolhozda iş yapan biri değil, – diye konuştu. – Biz onu siz beğendiğiniz için de seçemeyiz. Önceki seçilenleri de siz, ilçe komitesi vekilleri getirdiniz. Onları da çok övüp takdim ettiniz. Biz, saf halk da, inandık, pazarda at alındığı gibi ağzını açtırıp dişlerine bakmayı düşünmedik…
– Doğru sözler.
– Doğru! Övmekle iş bitmiyor. Bizim yaşamamız için, onun başkan olduğunda çalışması gerek, – diyerek katıldılar ona.
O anda toplantı başındaki yönetici sürahiye kalemle vurup halkı sakinleştirdi ve:
– Haris Yapparov Ağabey, e, sen başkan olarak kimi teklif ediyorsun? – diye bağırdı. Yanındaki aniden onun giysisinin ucundan çekti. Vekilin yüzü ekşidi. Bunu görünce o çok korktu, hemen oturdu.
Yapparov böyle bir soruyu beklemiyordu, elbette. Çok şaşırdı. Yerinde oturuyordu ama yanındakiler ona izin vermedi.
– Ya, niye gölgeye kaçıyorsun, söyle!
– Ağzına su mu aldın yoksa, Haris?
– Hadi, kimin ismini söyleyeceksen söyle!
– Yok, yok, bizim akrabamız olsun.
Aralarında ona kötü söz söyleyenler de oldu.
– Sen de şimdi, Yapparov, kendi tabağına tükürüyorsun, ne olsa da akraban yani…
İki arada kalan Haris buradan aniden kültür merkezi müdürünün soyadını söyledi.
– Ya, Sadikov’u, belki, kimse olmazsa…
Sadikov dedikleri kadınlarla kızlarla şakalaşmakta, adı çıkan biri idi. Yüksek sesle gülüştüler. Haris dayanamadı, kendi de katılıp gülmeye başladı. Kültür merkezi müdürü, tüm halk arasında kendini rezil etti diye, öfkelenip Yapparov’a yumruk gösterip, çıkıp gitti. Köydekilere de alay etmek için sebep gerek.
– Ya, Sadikov’u horladınız. Yine komşu köye yeni avrat aramaya gidecektir.
– E, bırakın, orada Ruslar yaşıyor, bu da Rusça sadece içki sorabilir. Ha-haa!…
Ayıtkulov, o zaman kendi zamanı olduğunu anladı. Halka katılıp güldü, ayağa kalkıp, herkesin önünde yaşaran gözlerini silip, kurnazca gülümseyerek ayakta durdu. Kolhozcular gülmeye doyduktan sonra yavaşça söz başladı.
– Kim… Yapparov, senin adayın ağlatıncaya kadar güldürdü. Çok rahatladık. Nurihanov’a da karşısın sen. Elbette, daha yakın birisini tavsiye etsen, sana şüpheyle bakmak gerekecekti. Ancak saygı arttı sana. Teşekkürler. Anlatsana, niye karşı çıktın?
Haris’e yeniden sıra geldi.
– Ben ona, gerçekten de karşı değilim. Söyleyeceksem söyleyeyim de, o benim ablamın oğlu. Eniştemden iki oğul kaldı. İkincisi, Geynullası, babası savaştayken doğdu. Ablam ölünce, iki oğlunu iki tarafa alıp götürdüler. Bu kardeşini aratmıyor; var diye de bilmiyor. Tamamen kalpsiz olması gerek yani. Ben tamam cahilim, bu Yüzşişme’den hiç çıkmadım. Ancak Gilman’ı söylüyorum, Ufa’da beş yıl okudu. Bu Geynulla, yedi defa yatıp da bir kez rüyasına girmiş mi ki?
Yapparov son sözlerini üzüntüyle söyledi, elini havaya kaldırıp salladı ve yerine oturdu, başını eğdi.
İlğuca Ayıtkulov sözün başka bir yöne gideceğini tahmin etmiyordu. Ama hayat tabi, bu tarafıyla da insanın kalbini kırıyormuş demek. Hemen bu durumdan çok ustaca faydalanmak istedi. Onun başka çaresi de yoktu. E, Nurihanov’un adaylığını kabul ettirmeden dönerse, parti ilçe komitesinde hiç görünmemesi hayırlı. Çünkü ona da terfi var.
– Doğru sözler, Yapparov. Çok doğru! Böyle kendi kardeşini aramamak, cinayet. İşte ben de bu hayatta yalnızım. Babam gidip aynen böyle bir savaşta ölmüş. Eğer bir kardeşim olduğunu bilsem; – o, bakışını başkanlık masası arkasında oturan Gilman’a çevirdi, – senin gibi Nurihanov, ağzımı açıp, Allah’tan bekleyip oturmazdım. Bütün makamlara ulaşmak gerek böyle bir zamanda! Doğru söyledim mi, millet?
– Doğru!
– Çok da yerinde!… – diyerek yerlerinden bağırdılar. Salondakiler şimdi bütün ilgisini ona yöneltti, Ayıtkulov bundan faydalanmakta acele etti.
– Böyle dünya… – diye devam etti o, asıl konuya geçmeye niyetlenerek, – şimdi siz Nurihanov’u, genç diye başkanlık için göstermekte ikilemde kalıyorsunuz. Siz de bugün aranızda yaşayan Nurihanov’u, üniversiteli tarım bilimcisini yok etmeye çalışıyorsunuz. Yoksa, siz onu, eski kolhozundan isteyerek gönderdiler diye mi düşünüyorsunuz? Şaka yapıyorsunuz kardeşler. Zorla koparıp aldık. Tamam, başka bir yerden birini buluruz. Ama Yüzşişme’ye, – vekil biraz düşündü, ne olduysa da oldu der gibi, sonra devam etti, – dışarıdan birini getirip size zulmetmek mümkün? Böyle yiğitler devrilip de yerde yatmıyor…
O anda salondan bağırdılar:
– Vekil yoldaş, doğ-ru-u? Kahrolsun yabancılar! Bizden biri başkan olsun!…
– Yabancılar gerekmez!…
– Nurihanov’u kendi yiğidimizi seçelim!…
İşte böyle, Nurihanov, kolhoz başkanı oldu o yıllarda. Halkın gurur duygusundan Ayıtkulov çok ustaca faydalandı. Şimdi dışarıdan bir kişi gelip de baksın; hey yabancısın, deyip ellerinin tersiyle iterler…
Gilman artık, on iki yıldır çalıştığı dönem içinde, işini yoluna koydu. Kolhoza parti komitesi sekreteri gerekince, o hiç şüphesiz, ilk çalıştığı yıllarda, okul müdürü olan Kutlubayev’i kendisi teklif etti. Eğitimi de uygun: Pedagoji enstitüsü, bundan önce ziraat yüksek okulunu bitirip, tarım uzmanı olarak çalışan biri. Diğeri, önce istemese de sonra razı oldu. Daha sonra dışarıdan iki yıllık parti okulunu tamamladı. İyi uyum sağlayıp, anlaşıp on yıla yakın birlikte çalıştılar da.
– Başkanları beğendik! – diyorlar şimdi Yüzşişme’de.
Öncüler toplantısında göğsüne nişan takınca Nurihanov bunları hatırladı. O, hatıralardan hâlâ kurtulamadı. Salondan çıkınca da Kutlubayev’in elini avucundan bırakmadan tuttu.
– Kutladığın için teşekkürler, Keşfi, bu nişanda senin de, kolhozcularımızın da payı var. Teşekkürler sana, teşekkürler! – dedi, kıvançla. – Dönünce bence hükümet nişanını kutlamak da gerekir. Eşime telefon edeyim. Kalanını dönerken görüşürüz, Gilman göz kırptı. Keşfi istihzalı gülümsedi.
“Yoksa kıskanıyor mu? Olmaz, ben Keşfi’yi çocukluğundan beri tanıyorum.” diye düşündü o.
– Telefon et, – dedi bir yere acele eden Keşfi, oraya buraya bakıp… – Benim muhasebe bölümünde işim var. Bu sefer, biraz ıslatıp, şarkı söyleyip oturursak midemizi deşmez…
Onlar birbirlerine bakıp gülümsediler. Hâlâ bu dakikalarda Nurihanov, parti komitesi sekreterinden, ümitlerinin boşa çıkacağını bilmiyordu. Tabi aklına da getirmedi. Madalyayı kutlamak için toplanıp, bir araya gelen eş dostlarının övgüsünden, tebriklerinden sarhoş olup, birinin koltuğuna takılarak, koridordan yürüdü. Rahattı Gilman bu anlarda, pek rahat. O kendi bahtının yedinci katına ulaştığını hissetti.
Dostlarından ayrılıp, ilk önce kabul odasına indi. Orada oturan iki kız, Resime ile Selime, ikisi önce kalkıp alkışladı. Gilman’ı burada da kendilerinden kabul edip beğeniyorlar. Resimesi telefona bakıyor, Selimesi de daktiloda çalışıyor. İşlerinde ikisi de eşit çalışıyor.
– Gilman Semirhanoviç, kutluyoruz, içtenlikle kutluyoruz! – dediler kızlar, gözlerini açarak. – Biz sizi dört gözle bekliyoruz…
– Kutlamak için mi yani? Teşekkürler, teşekkürler! Size ikinci gelişimde çok iyi çikolata getireceğim. Üstelik çilek yetişince, benim kolhoza misafirliğe buyurunuz.
Diğerleri, seslerini nazlandırmak isteyip, konuşmaya devam ettiler.
– Gelsek iyi olur Yüzşişme’ye. İşte şey, odada oturup depodaki patates sapı gibi bembeyaz kaldık. Aknögöş’te suya girip güneşlenir dönerdik.
– Sizin sekreteriniz, Nefise’niz de güleç, o kadar güleçtir ki Gilman Semirhanoviç; bir sözü bitirmesen de her şeyi anlıyor. Tatlı sözleriyle insanı kendine çekiyor. Böyle güzel kızları nereden buluyorsunuz…
Gilman bir kat daha yüceldi. O, birinci sekreterin seçilmesini takdir etmeyi, odasında çalışan bu sevimli kızlara kurnazca göz kırpmayı da unutmadı. Onların yardımıyla çok iş çıkarmanın mümkün olduğunu iyi kavramış o.
– Ağabeylerden öğreniyoruz, – dedi Gilman, birinci sekreterin kapısını işaret ederek. –Şu anda odasında mı?
– Ay, unutuyorduk! – Resime avucunu göğsüne koyup, derin bir nefes aldı şaşkınlıkla karışık, kirpiklerini aşağı eğdi. Birinci sekreter şu anda arıyor…
– Yerde aradığımız gökten düştü. Siz gökten düştünüz. Çünkü, şimdi ülke komite sekreterini uğurlamaya gidecek.
“Belki, ayrıca kutlamak isterler.” diye düşündü Gilman, birinci sekreterin kapısının kolunu tam tuttum dediğinde tekrar düşünüp, Resime’ye döndü, şak diye söyledi.
– Benim, Resimeciğim, Yüzşişme ile konuşmam gerekiyordu da. Belli olmaz – o birinci sekreterin kapısını işaret etti, – tutar da misafirliğe geliyorum der. Hazır olmak iyidir, öyle değil mi?
Resime onun düşüncesini sözün yarısında anlamıştı. Telefon ahizesini hemen kaldırdı.
“Kimi arayalım?” Gilman, eşi Nurbike’yi arayıp bildirmek istedi, sonra vazgeçti. Tamam, bu yeniliği ilk önce Nefise bilsin. O dönüp gelene kadar herkes öğrenecek.
– Kime! – Resime numarayı çevirmeye başladı.
– Bu, Nefise’ye, çalışkan kıza! – diye odada yürüdü Nurihanov.
Resime birini hatırlatan sesiyle:
– Vera İvanovna, ben Resime, acil, Nurihanov ismindeki kolhoz lâzım da. Evet, evet hemen şimdi konuşacaklar? Onları şimdilik kesiniz!…
Çok zaman geçmeden, Resime gülümseyip ahizeyi uzattı. Gilman bir kez daha onu takdir ederek kafasını sallayıp ahizeyi aldı.
– Aloo!… Nefis… – Hemen, düzeltiverdi. Nefise, benim… Evet tebrik edebilirsin, evet…Ne duydunuz da mı, ne? Kim, Kutlubayev mi aradı? Aferin, çalışkan bizim parti komitesi sekreteri. – Gilman ahizeden ayrılıp kızlara kurnazca bir bakış attı. – İşte Resime ile Selime senin misafirliğe çağırmanı bekliyorlar. Evet, evet… İyiler onlar… Evet, ikimiz başlasak yaparız. Baksana, orada Nurbike Yenge’nin kulağına da sok… Ziyafet falan meselesini…
Ahizeyi Resime’nin eline verince:
– Böyle çalışıyoruz biz, – deyip kibirlenerek gülümsedi Nurihanov.
Kızlar ona sevgiyle bakarak birinci sekreterin odasına uğurladı.
Ama yarım saat sonra Nurihanov, suratını asarak geri çıktı.
Resime yerinden zıplayarak kalktı hatta.
– Ne oldu, yoksa… fırçaladı mı? – diye çabucak sordu, Nurihanov başını salladı.
– Daha kötüsü.
– İkaz değildir herhâlde? –Selime de telaşlandı – hay, bu dünya. Biraz önce ne kadar mutlu idi.
Gilman’ı koltuğa oturttular. Resime su verdi. Biraz sonra kendine gelince.
– Kutlubayev’i benden çekip alıyorlar, – diyerek başını salladı.
– Hangi Kutlubayev? – Resime sustu. – Parti komitesi sekreterini mi yani?
– Evet.
– Vay, çok kötü, birisi gitse, ikincisi gelir… Kendinizi koruyunuz, Gilman Semirhanoviç.
– Yok, iyi bir insan bu Kutlubayev. Başaracağımız işler çoktu… birlikte…
Burada, biraz önce öncüler toplantısından çıkarken Keşfi’nin istihzalı gülümsemesinin manasını anladı.
Yerinden kalktı. Yanında oturan Resime’nin omuz başına dokundu ve kapıya yürüdü:
– Ne yaparsın, dünya…

Altıncı Bölüm
Ülke komite sekreteri uçakla gelmişti. İlğuca Giniyetoviç, artık ellisini çoktan geçmiş ama görünüşüne bakınca, yaşından çok daha kıvrak hareketli, keskin bakışlı, iticiliği bütün hayatına yansımış adam; arabasına binip, Ufa misafirini havaalanına uğurladı.
Vakit oluşundan faydalanıp, yol üzerinde bir çiftliği de ziyaret ettiler. Hürmet Safiç ülke komitesinde ziraatten sorumluydu. Çok iyi de bir uzmanmış. Ayıtkulov’a çok faydalı tavsiyelerde bulundu.
Havaalanına yaklaşırken, yine tabiatın çok güzel olan bir yerinde durdular. Hürmet Safiç büyülendi, doyamadı.
– Burada nerede o güzellik! Yani havası, havasını solumak bile doyumsuz. Cennette yaşıyorsunuz ya, İlğuca Giniyetoviç.
Ayıtkulov, ülke komite sekreterine eskiden beri hürmet ediyor. İşinde zorluklar çıktığında her zaman ondan yardım istiyor, ona müracaat ediyor. Böyle zamanlarda kızmadan, bıkmadan öğretir, önemli fikirler verir.
Hürmet Safiç kendi de birden ülke komite sekreteri olmamış. İlçede de çalışmış, cumhuriyetin ziraat bakanı da olmuş, hatta hata edip küçük bir fabrika yöneticisinin vazifesini de üstlenmiş.
– Emredince gidiyorsun yani, – diye gülerek hatırlamayı seviyor böyle zamanları. Daha sonra Moskova’da akademiyi tamamlamış. Özetle söylendiğinde saygın bir adam.
Şimdi dağ boyundaki yemyeşil çimenler üstüne uzanıp yatınca, köy çocuklarına has bir mutluluk ile eklemlerini çıtırdatmak için gerildi ve nedense kendine mahsus bir hasretle söyledi:
– Köy özletiyor…
Bu sözleriyle o ne söylemek istedi ki, Ayıtkulov tam anlayamadı.
– Biz şehir diye ağzımızın suyunu akıtıyoruz, – diye düşünmeden söyleyiverdi. Hürmet Safiç aniden kalktı. Uzun süre Ayıtkulov’a sınayarak baktı. Ondan sonra, onu sıçratıp, birden sordu.
– İlğuca Giniyetoviç, bu iş yormadı mı?
Ayıtkulov hemen nasıl cevap vereceğini de bilemedi. Endişelendi. Yoksa başka bir fikirleri mi var ki ülke komitesinin onun hakkında? İşi yürütemiyor desen, ilçe kendine düşen yükü gerçekten de taşıyor gibi. Lakin cevap vermeden susup kalmak olmazdı.
– Nasıl söyleyeyim şimdi… – O bekledi. Birkaç ilçenin birinci sekreterini Ufa’ya tayin ettiklerini, yaşı dolanları da emekli ettiklerini hatırladı. Her zaman, eski parti üyesine isterse bir iş bulunur. Yüreği cız etti. “Daha erken değil mi ki?” diye bir düşünce geçti Ayıtkulov’un aklından.
Batırşin, bu ağır hâlden kurtardı İlğuca Giniyetoviç’i.
– Şimdi sen çalış, ilçe iyi gidiyor, – dedi o, ufuğa bakıp… – Bizim vazifeler heyecanlı, gerektiğinde, dayanıyorsun! Sadece bir şey yorulduğun zamanlarda rahatlık verir gönle: O da halka nasıl olur da faydalı oluruzu hissetmek. İlğuca Giniyetoviç, size de hiç böyle oldu mu?
Ayıtkulov rahat bir nefes aldı. Hatta kendi de fark etmeden gülümseyiverdi.
– Oldu, oldu, Hürmet Safiç. Biz şimdi burada ilçede…
Batırşin konuşmayı böldü, fikrini toplayıp söze başladı. Galiba, kendini rahatsız eden bir şey hakkında konuşmak istiyordu.
– Köyden doğru faydalanamıyoruz, – diyerek başladı ülke komite sekreteri. – Değer vermiyoruz. Biz ona hâlâ üvey olarak bakıyoruz. Bu yıl toprak bir miktar ürün verse de buna razıyız. Ekinini biçip alıyoruz da, vesselam, ekmek veren kara toprağı unutuyoruz. Yeni bir yaza kadar ne olursa olsun çalışıyorsun…
Ayıtkulov, Hürmet Safiç’in bu fikirle derinlere dalıp gitmesinden endişelenip, dikkatlice hatırlatmak gerektiğini fark etti.
– Biz şey, Hürmet Safiç, yayılmış çimenlerimiz olmayınca, o kadarını gözümüzün önüne getiremiyoruz. Her tarafımız, dağ da taş da, orman da.
Batırşin ilçe sekreterinin konuya katılmasını takdir etti.
– Öyleyse öyledir, ama sizin de toprağı bilip ondan faydalanmanız, kadrini kıymetini bilip hürmet göstermeniz, gerektiğinde ona yardım edip daha çok ürün toplamaya özen göstermeniz gerek, – dedi. – Mevcut toprağınızdan bugün 11-13 tsentner[40 - 1 tsentner, 100 kilogram] ürün almak çok az, İlğuca Giniyetoviç, çok az. Düşünüp değerlendiriniz bunu iyice. İlçe sadece kendisi için erzak temin etmelidir. Ekmeği de, hayvanlar için yem, karma yemleri de, sebze, meyve… Biliyor musunuz, yakın bir zamanda siz devlet menfaatlerini de düşünmeye başlamalısınız. Yerden, topraktan nasıl daha iyi faydalanılacağı yönünde ter dökmek gerek bugün. Gerekmeyen fazla yeriniz varsa, işleyiniz onu. Orman işletmesi etrafında da birkaç yıldır ardı ardına boş duran meydanlar göze çarpıyor. Yeniden ağaç dikilmemiş, burada mal güdülmüyor, e, hangi işlere gerek ki?
Ayıtkulov gerçekten derin bir düşünceye daldı. Bu düşünce onun aklına daha önce de gelmişti. Şimdi bu el ulaşmıyor, vakit dar, başlayacak adam yok. Buna razı olduğunu belirtip, kafasını sallayarak oturdu.
Ülke komite sekreteri gülümsedi.
– Size, İlğuca Giniyetoviç, şehirden gelip öğretiyorum, – dedi samimiyetle. – Bunları siz de biliyorsunuz. Ama başka bir konuyu da hatırlatmam gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği üzere sizin topraklarınızda da petrol incelemesi devam ediyor. Birkaç yerden petrol fışkırdığı malum. Sevindirici bir durum bu, elbette, çok da sevindirici. Ülkeye yakıt gerek. Ama biz kaş yapıyoruz deyip göz çıkarıyoruz bazı zamanlar. Şu petrolü döküp, toprağı telef ediyoruz. E, çok miktarda mazot sinen toprak, kendiniz de düşünüp bakınız, nasıl ürün versin? Bu, toprak öldü demektir.
Batırşin düşündü. Ondan sonra yine devam etti.
– Parti Ülke Komitesi buna çok büyük önem veriyor, İlğuca Giniyetoviç. Petrolcülere saygı gösterirken, bunları da unutmamanızı rica ediyorum. Örnek için uzağa gitmeyelim: Cumhuriyetimizin, petrol çıkan kuzeydeki ilçelerinin birisinde, meselâ, yüz hektara yakın yer telef oldu. Bu meydana eğer ekin ekilseydi, çok ürün alınırdı. Öyle değil mi? Yirmişerden hesaplandığında da iki bin tsentner. İşte bunun için böyle havası, dağları, ırmakları, gölleri olan, tarlalarının, ovalarının kadrini bilen adamların ömrünün geçtiği bugünkü köy, gerçekten özletiyor…
Ülke Komite sekreteri saatine baktı.
– Gecikmiyor muyuz? Hikâye anlatıp bekletmeyelim.
Onlar kalktı. Arabaya binince, İlğuca Giniyetoviç:
– Bu bakımdan düşünülmesi gereken yerler bizde de hâlâ çok – dedi. – Rezervler de var. Çalışmak gerek. Elbette, biz bunun için koyulmuşuz.
– O Nurihanov adlı yiğidin iyi görünüyor, – diyerek tamamen başka bir şey söyledi Hürmet Safiç… – Konuşmasını beğendim…
Bu sözler ile Batırşin ne anlatmak istemiştir, belirsiz kaldı. Onlar kadife kilim gibi yeşil ot kaplı havaalanına geldiler. Uçak bulunan dar patika bir yolun başındaki beyaz kanatlı AN– 2 uçağı, başkent misafirini bekliyordu.

Yedinci Bölüm
Tahta çit boyunca dikkatlice yürüyen Baygildi aniden durdu. Gündüz tam onun baktığı büyük kapı dibinde bir ışık göründü. A! Kim ki o?
Baygildi çitlere sarılarak büyümüş olan kuş kirazı çalılığın yanına geldi ve ağaçların arasına gizlendi. Biraz önce yiğitler ile içtiği içkiden hafifçe başı dönüyordu. Ne kadar rahattı, vücudu gevşedi. Ayakları da kendi kendine yürüyor. O bugün çalışıp çok yorulmasına rağmen, vücudunda, bileklerinde bitmez tükenmez bir gayret hissetti. Bu gönlüne mutluluk hissi veriyor. Dayanamadı, eklemlerini çıtırdatarak avuçlarını yumruk yaptı. O, dikkatlice büyük kapı dibini gözetledi. Ah-ha, bu gölge değil. Gölge dediği insan olup çıktı. İnsanlar bir de değil, iki. Demek, demek…
Baygildi’nin aklına bir şey geldi. “Geç kaldı. Demek, burada ikinci bir kişi aranıp yürüyor…” O içinden de Taştimir’e kızdı, köpek yerine koyup küfretti. Gündüz radyatör contalarını değiştireceğim diyerek Keleşküzi pınarına gitti ve battı. Uçtu, gözden kayboldu. Bir sefer daha yapmasına yaptı o fakat, burada geceleyip, geç kaldı. Baygildi nasıl dağlı taşlı yoldan elli kilometre vinci getirsin. Gece devrilebilir de. İyi ki Taştimir bindirdi arabasına, ha diyene kadar Tavlıkay’a dönüp indiler bile. En mühimi de o yetişti! Baygildi rahatladı, mutlulukla, pantolon cebinde şişkin görünen şişeyi değer vererek okşadı.
Ne yapmalı? O ikisi hâlâ duruyor. Ay ışığında kavga ettikleri görünüyor. Yiğidi kimmiş? E, köpeğe kemik bulunmaz mı yani. Gelmiş şimdi ardından. Onların PMK’sından değildir ya? Kime benziyor? Yok, Baygildi kendi bölümünün adamlarını tanıyor. Bu, yabancı birine benziyor. Galiba, Tavlıkay’ın içinden. Kapmış Bibi-nur, dahası, kendi de tartışıyor adamları inandırmak için.
Baygildi içinden de en kötü sözlerle Bibinur’a küfretti. “Kancık!… diye fısıldadı kendi kendine. Kancığın ta kendisi… Onun için nedir ki, sokağa çıkıp, kuyruğunu sallasın sadece, hemen ağzının suyunu akıtanlar bulunur…”
O yumruğunu sıktı. Şimdi kapı dibinde dolaşan insanı ezip atmak istiyor. Öfkesi kabardı, gözlerini kan bürüdü. Artık gizlendiği yerden çıkmak istiyordu, birden zorla olsa da kendini tuttu. Bibinur adamı iyice itti. Bu yaptığı Baygildi’nin hoşuna gitti. Kalbi rahatça çarpmaya başladı. Demek onu beklemiş… Onun geleceğini bilmiş. Söylemişti ya, vaadini tutmuştu.
Baygildi dünkü görüntüyü gözünün önüne getirdi biraz. Yüzşişme’ye gidince iş aldı ve sigarasının bittiğini hatırlayıp, vinç makinesini yemekhane vagonunun karşısında durdurdu. Yemekhanenin küçük bir büfesi var. Bugüne kadar gerekliydi orada, tabi burada yiyip içip geziyorsun. Onların bölgesindeki 40-50 kişiye bu yemekhane ile o tavuk kümesi büyüklüğündeki büfe fazlasıyla yeterli.
Her indiğinde büfeden sigara almadan gitmez. Bu Bibinur çalışıyor orada. Üstelik gezici kütüphane müdiresi de sayılır. Kısacası, iki işte çalışıyor Bibinur. Boyu posu çok güzel çünkü. Gözü başı oynayıp duruyor. Etrafında bir yönetici dolaşıyor dendiğini işitmişti Baygildi. Yöneticilerden de hangisi, usta başı Gendelipov. Böyle orta yaşlı birisi Gendelip; Baygildi hatta onun adını da bilmiyor. Ama onu kızdırmak iyi değil. Bu, cep ile doğrudan doğruya ilişkili. Şef Efletunov çalışma listesi yazıyor, usta başı bu listeleri “kapatıyor” yani imzalayıp doğruluyor. Gendelipov hangi listeleri gönderirse yukarıya, bölge şefi yani o bölgenin amiri, onu değiştirmiyor. Başkan çok saygın, sözü geçer…
İşte bu Gendelipov değil mi ya? Çalılıkta saklanan Baygildi biraz korktu. Başkan aksidir sadece; hem vücudu heybetli hem de görmüş geçirmiş birine benziyor. Baygildi’nin onunla birlikte içki içip oturduğu da oldu. Öyle, ona kötü bakmaz başkan, her karşılaştığında omzuna dostça vurup, ağır elini koyar.
– Nasılsın, ahiret, – diyor öyle zamanlarda. Tuhaf biri Gen-delip. Erkeklere “ahiret” diye seslenir. Ondan, onun ismini unutup “ahiret” diye bahsederler kendisi yokken. Efletunov’un söylediğine göre, “ahiret” bir süre yatıp da çıkmış galiba. Bir keresinde, Aknögöş’te suda yüzmek için anadan doğma soyununca hayran kaldı Baygildi. Onun tenine iğne batırılarak tuhaf bir şeyler yapılmış. Böyle zamanlarda Ahiret’e insan olarak değil, tablo olarak yavaşça bakmak gerekir. E, o ağır hareket eden biri değil, kızgın, sabırsız. Bunun için onların bölgesindeki bütün adamlar, ona saygı gösterir, dinler, verdiği işleri hep yerine getirir. E, bölge amirliği için böyle bir başkan altın gibi kıymetli. İstediğin yerden topladığın yüz babanın çocuğunu sakinleştirmeye çalış bakalım.
İşte bu Gendelip’i, Aknögöş boyunda soyundurup, uzun uzun “tabloyu” gözden geçirme bahtına da ulaştı Baygildi. Onunla beraber daha birkaç kişi de vardı. Elbette, gözleri güzel olduğu için Ahiret onlara poz vermedi, önce Baygildi bir yarımlık alıp döndü.
Akılları çıktı onların bu anda. Ustaca yapılmış “tablo”. Sağ göğsü ile sağ bacağına bütün vücudu çıplak olan bir adamın resmi yapılmış, karşı tarafında da böyle kadınlar kızlar. Birbirlerine sarılarak duruyor gibiler. Garipliği şurada: Ahiret’i kendinden yirmi metre uzağa kov ve sana karşı yürüyüp gelmesini iste. İşte bu an gülmekten için katılır, yıkılırsın yani. Adamla kadın öpüşüyor, o… söyleyip de anlatılacak gibi değil. O zaman rica edip tekrar bakmışlardı da, Gendelip’i sakinleştiremediler. Eğlence tamamlanmıştı. Bu şansa herkesin ulaşamadığını akllarında tutup, razı olup dağıldı Baygildiler.
– Beni işten kovsalar, müzeye numune olarak alacaklar – diye gülmüştü Ahiret. – Sanat eseri…
E, nasıl, nerede, kimin bu “sanat eseri”ni icat ettiğini söylettiremediler.
– Seans uzun sürdü, – diyerek sadece el salladı. – Bahsetmiştik…
Ama, şansa bak, kapı dibinde dolaşan, Gendelip’e benzemiyordu. Tabi, usta başı ile o, bültirik tekesi gibi, kapı tahtasını düzlemeye çalışmaz. Bir yerde ailesi de var diyorlar onun, e, kim bilir.
Bibinur daireye yerleşmişti. Adamlar seyyar vagonlarda yaşıyor, e işte bölgedeki kadınlar kızlar böyle dağılıp bitti. Galiba, ev onlara daha tanıdık.
Şu anda kapı dibinde duranın Gendelip olmadığını anlayınca, Baygildi sevinmeye başladı. Sevinilmeyecek gibi de değil bu: Dün yola çıkmadan önce koşup büfeye indi. Bibinur yerinde yok.
– Kızıl köşede dediler, aşçı kadınlar, dün kitapları bırakıp gitmişler.
– Sigara yok mu…
– Bilmem, kendine sor.
Tavlıkay mağazalarında iyi sigaranın bittiği zamanlar. E, Bibinur Baygildi’yi kendince yakın görüp her gelişinde alttan iyisini alıp veriyor. “Ustanınkinden pay çıkarıyor.” diye düşünmüştü hatta.
Dün böyle düşünmedi, koştu kızıl köşenin bulunduğu vagona. O koşuyor, onun kulağı dibinde şef Efletunov’un sözleri yankılanıyor:
– Ne oldu ki, Gendelip büfeye inmemeye başladı? Uyuma!
Nefes nefese geldiği için, Bibinur şaşırıp kaldı. Galiba onun geldiğini de duymamış. Eteğini bacaklarının sonuna kadar sıyırmıştı ve bir ayağına yeni naylon çorabını giymeye çalışıyordu. Baygildi’nin gözleri dört açıldı. Bu kadar güzel bir kadın ayağını o zamana kadar yaşayıp da görmemiştir. Yiğit dilsiz oldu hatta arkaya doğru biraz geri yürüdü; diğeri, Bibinur, mavi gözlerini kocaman açtı, biraz irkilip, tam o anda dolgun pembe dudaklarıyla gülümseyerek, eteğini indirmeyi de unutup değişmeyen bir ifadeyle ayakta duruyor. O bu dakikada aklı baştan alacak kadar güzeldi. Kıvırcık saçları, bembeyaz boynuna sarılan yumuşak sarı saçları, imrendirici dudakları, nefis çenesi, yarı açık dik göğüsleri delikanlıyı, kendi söylediği gibi, çok görmüş olmasına rağmen esir etmişti. Boyu posu da put gibi idi Bibinur’un.
Ama duygularını sezdirmek istemedi Baygildi. Öyle alışmamıştı. Tersine kaba davrandı.
– Allah’ım ne kadar güzel bir hatun!
“Hatun” sözünü duyunca Bibinur utanmasızca gülümseyip:
– Hatun değil, dedi, geniş baldırlarını gün ışığında parlatıp… Böyle ayaklar hangi hatunda olsun?
Baygildi cevap vermedi:
– Tartışmıyorum. Ama hepinizde de aynı.
– Yanılıyorsun, genç adam! – Bibinur’un bakışları çok nazlandı, sesi de değişti. Onun bu ustalığına hayran kalan delikanlı:
– Yanılmasam, kendimi şanslı sayardım, – dedi ve güzel kızın gözlerine baktı. Diğeri bakışlarını kaçırmadı. Onun gözlerinin dipsiz maviliğinde, gönlü kudurtacak hadsiz hudutsuz kıvılcımlar oynaşıyordu.
– E, sen… – Bibinur eteğini daha yeni indirdi, kenara çekildi. Yani gör, işte benim boyum posum der gibiydi. Yine her heceye vurgu yaparak tekrarladı. – E, sen şans-lı ol!… Sana kim karışır?… – Bu sözler ile o rahatlayıp, başını arkaya atarak yumuşak saç tutamlarını dans ettire ettire daha garip bir sesle kahkaha attı.
“Bana gülüyor, kancık diye düşündü Baygildi. Sırtı yere geldiği hâlde gülüyor. Bakıp göreceğiz…” Baygildi çok heyecanlandığında kendi memleketi Dim boyu konuşmasına geçer:
– Sin ne kadar? – diyerek aniden Bibinur’a doğru yürüdü o. –Tadına baksak çok iyi olur bu çileğin.
– Tadına bakmak istediğinin, senin için değerli olduğunu da aklından çıkarma delikanlı!…
Lakin Baygildi’ye bir şeyler oldu. O sözünü daha söyleyip bitirmeden Bibinur’u sarıp kucakladı ve ona nefes almaya fırsat vermeden, yarı açık ağzından açgözlüce öpmeye başladı. Öptükçe hayret etti delikanlı. Böyle bir hisse hiç kapılmamıştı. Tekrar yeltendi. Ama o ana kadar sadece göstermelik olarak karşılık vermeye çalışan Bibinur, delikanlının dudaklarını acıtacak kadar ısırdı ve gülümseyerek dışarıya iterek gönderdi. O, bir şey demedi, bluzunun düğmelerini geri ilikledi ve iki elini göğüslerinin üstüne kavuşturup, kibirli bir duruşla Baygildi’ye bakmaya başladı.
“Cindir bu diye düşündü yiğit, ısırılan dudaklarını ovup. Ah albastı…” Ama üzülmüyordu. O an kendine geldi. O zamana kadar yaşamış ama böyle bir şaşkınlığın mümkün olabileceğini öğrenmemiş. Özellikle kaba konuştu.
– Tatlı! Gerçekten de tatlı… Böyle dediklerini duymuştum.
Böyle deyince, kulağının dibinden ağır bir kitap vıj diye geçti. Şansından Baygildi’nin alnına değmedi. Sır vermedi delikanlı, o “albastı”ya doğru baktı:
– Ben bu gece gerçekten de şanslı olmak istiyorum, bekle!… – dedi o kaba bir sesle. Ve kapıya gitti. Ama, aşağı inince yine arkasına döndü, Bibinur ilk görüşündeki tüm güzelliğiyle gülümsüyordu. El salladı delikanlı:
– Ben gerçeği söyledim!
O da ona belli belirsiz bir şekilde kirpiklerini kırpar gibi yaptı.
İşte böyle, sigara almayı da unutup çıkıp gitmişti dün bölge arazilerinden.
…Tatlı düşüncelerinden arınıp, Baygildi kapı dibinde kucaklaşan iki kişinin yanına gitti. Bu belirsiz erkeğe karşı delikanlının yüreğinde bitmez tükenmez bir nefret uyanmıştı.
– Vay, albastı!… – diyerek dişlerini gıcırdattı o.
Yakınlarına gelen adamı görünce o ikisi hemen birbirlerinden ayrıldı. “Çelimsizmiş de, deyip düşüncelerini değiştirdi Baygildi… Şimdi görmediğini göstermek gerek… Belki diğerinin de yumuşak yerine vurmak gerekir. Böyle bir zamanda kadınlar kızlar canını çıkarıp verecek gibi olur…
Çelimsiz yiğit yumruğunu sıkıp gelene doğru yürüdü. Lakin onu Baygildi gelir gelmez tutup yakasından çekiştirmişti.
– Niye burada geziniyorsun?
O iyice kaldırıp sarstı kurbanını. Vay bu tam bir yeni yetmeymiş ya.
– Sin kimsin? – diye fısıldadı Baygildi. Genç delikanlı sarsılmıştı. Bundan dolayı da bir şey söylemedi.
“Vay, albastı!… Bulmuş bir adam, çoluğu çocuğu da azdırıyor, kancık…”
Ay bulutların arasından birden çıktı ve kapı dibini aydınlattı. Orada tamamen farklı, saç örükleri beline kadar inen yabancı bir kızcağız bakıyordu. Çok korkmuş o.
– Sin… kime geldin? – Bunu şimdi boşu boşuna sordu Baygildi, yanıldığı için utanarak.
– Elfiye’ye… – diye yavaş yavaş söyleyebildi küçük delikanlı. Bundan sonra, Elfiyesi kendine gelince onların yanına fırladı.
– Niye dokunuyorsunuz ona? Onun ne suçu var? – Genç kız ağlamaya başladı. Üzüldü bu ikisi.
– Affedersiniz, af!… Yanılmışım…
Elfiye hiç beklemedi.
– Siz yanılmışsınız. Onun ne suçu var? Rüstem’i yarın orduya götürüyorlar…
Keyfi kaçtı Baygildi’nin. Dışarıya bakıp dişlerinin arasından küfretti ve nazik olmaya gayret ederek, Rüstem’e seslendi:
– Gerçekten mi, birader?
Rüstem kanat çırpan küçük bir horoz gibi, omuzlarını gerip, giysilerini düzeltti:
– Yarın saat onda gönderiyorlar, ağabey.
Baygildi onu omuzlarından tutup, kendine çekti.
– Sen beni… şey.. Kötü olarak hatırlama yani… Ordu benim de hatırıma geldi. Ayrılmak zor. Ondan sonra sakinleşen Elfiye’ye baktı.
– E, siz… – kızcağız kekeledi. Sessizce güldü. Beni bizim dairede yaşayan Bibinur Abla’yla karıştırdınız, galiba… Öyle mi ağabey? Onun yanına böyle geç gelmiyorlar… Gelseler de arabayla…
Üçü de rahatladı.
– Tamam, bacım, sen bu durumu ablana söyleme şimdi, Baygildi niye geldim diye hayıflanmaya başladı gibi. Cebindeki şişeye şak diye vurdu ve Rüstem’e seslendi: Sen, kardeşim, istediğin kadar yavaş vedalaş!…
Onlar kesik kesik gülüştüler. Baygildi, kendine bir yer bulamamış gibi, durduğu yerde biraz tepindi ve başka yere gitti.

Sekizinci Bölüm
Yüzşişme köyü Aknögöş vadisinde bulunmasına rağmen, onun uzun üç sokağı da birbirleriyle aynı paralelde, uzunlukları da eşit. Ama köy hâlâ büyümeye, genişlemeye devam ediyor. Ayrıca gençler, askerden dönünce, baş göz olduktan sonra, kendine ev yapıp, ana babasından başka bir yere çıkmayı tercih ediyor. Ama yer meselesi gittikçe zorlaşıyor. Üç sokak da artık uzatılacak gibi değil, bir taraftan dik kayaya gidip dayanıyor, diğer uçta da kolhozun at haraları, çiftlik ağılları, kilerleri umumiyetle çiftliğin araç gereçleri duruyor. Köyün demirliği, değirmeni de burada hatta. Bunları kaldırıp, yeni evlerin yapılacak olması büyüklerin hoşuna gitmedi. İşte böyle kendi kendine dördüncü sokak oluştu. Kolhoz Sokağı. Halk isim koymakta usta tabi. En başta idare binası durduğu için, böyle adlandırdılar.
Gerçi, Kolhoz Sokağı diğer üçünden de daha büyük. Oradaki bütün binalar da, aşağıdakilere görünüyor. Kim dönüyor, kim gidiyor, gizlenecek gibi değil. E, Kolhoz Sokağı’ndakilere, tam tersi, aşağıdakiler avuç içinde gibi yayılmış. Kısacası iki taraf da aslında uygun değil.
Kolhoz Sokağı’nda idare binasından başka yeni bir okul da yapıldı, sağlık ocağı, mağaza, köy şûrası da burada. Kısacası alttaki sokaklar, çok olmasına rağmen pek çok işlerini halletmek için bu Kolhoz Sokağı’na çıkıyorlar. Ama onların da gururlanacak şeyleri yok değil. Kolhozun güzel kültür merkezi, kütüphanesi üç sokağın tam ortasında bulunuyor. Geceleri, bayram günleri hatta gündüzleri de halk burada toplanıyor. Aşağıdakilerin ayrıca övünecekleri bir şey daha var, o da, suyunu bütün köyün beğenerek içtiği Keleşküzi pınarı. Pınar aşağıda, Aknögöş’ü boylayıp ters yöne gitmeleri gerek. Kolhoz Sokağı’ndakiler genelde, pınar uzak olduğu için, kuyu suyu içiyorlar. Erinmeyenler yürüyor elbette.
Kolhoz Sokağı’nın en yüksek yerinde, Nurihanov’un evi. O büyük, geniş yapılmış. Ondan sonra şehirdeki okulun müdürü yer almış, parti komitesi sekreteri Kutlubayev’in evi. Ondan sonra mağaza müdürününki. Hatta başkanın şoförü olan delikanlı Zöfer’e de yer ayrılmış. Mağaza müdürünün yanına, traktörle sürükleyerek, ağaç getirip bırakmış. Yontup hazırlamak gerek. İşte bu Zöfer’den başlıyor gençler sokağı. Zöfer’e kadar Kolhoz Sokağı tek taraflı, başkanların karşısında oturan yok. Sonrasında, güzel evler iki taraflı dizilip gidiyor.
Zöfer boş vaktinde işte bu kendine ayrılmış olan yere gelerek arabasını durdurup, içinden de planlar yapıp, ağaçlarına bakıyor. Yerini de enine boyuna kaç kez adımlayıp ölçmüştür. Hatta daha yakına giden biri ev için belirlenen yere kısa direkler çakıldığını da fark eder. Ancak, bu Gilman Ağabey’i yani. Bırakmıyor ki. Haydi, ben çalışırken baş göz edeyim, sen benim öz kardeşim gibisin, diyor.
Zöfer patronunu ilçe merkezinden alıp dönünce onu idare karşısında indirdi ve buraya gelmek için acele etti. Arabası kaldı. Gilman Ağabey’i şuna alışmış: Zöfer gerekli olduğu zaman çıkıyor ve sinyal veriyor. E, şimdi Zöfer böyle bir zamanda ortadan kaybolamaz. Hemen gelip yetişir. Çok dikkatli bir kulak o. Bir gün de şöyle; tekeri değiştirirken anahtar sıkışıp baş parmağını sıyırdı. Sardırayım diye sağlık ocağına girdi. Hemşire kızcağız ilgileniyor; parmağını alkol ile mazottan temizleyip tentürdiyotla silmeye başlamıştı ki, arabanın kornası duyuldu. Bir uzun korna, sonraki çok kısa… Hemşireyi şaşırtarak, onun bantla bağlamasını da beklemeden çıkıp gitti Zöfer.
– Hey, sabırsız, dalkavuk!… – diye haykırdı hemşire. Haydi birileri için o dalkavuk olsun, lakin Gilman Ağabey’i onu işte böyle hızlı, zeki, verilen işi tam yerine getirmeyi bildiği için beğeniyor. Zöfer öğrenmişti. Eğer iş acil olmasa, Gilman Ağabey’i uzun olarak bir kez kornaya basıyor, dizgini daha kısa tutması gerekse iki uzun korna. Bu uzun kornaya kısası eklense – alarm! Göz açıp kapayıncaya kadar gelip yetişmek gerek.
Başkanın huyunu, kabul odasında sadece birkaç aydır çalışmakta olan Nefise de öğrenmişti. Onun zekiliğine pek çok kez Zöfer de hayret ediyor. Galiba, başkanlara sekreter olmak için özel siparişle mi doğmuş ne. Üstü başı, boyu posu, konuşması, gelen kişiyle kendine çekebilmesi! Vay vay, Gilman Ağabey’i bu özellikleri de önceden görebiliyor. Böyle güzele karşı söz de söyleyemiyordur giren kişi. Daha önce başkanlar kapı önüne dana büyüklüğünde it tutmuş. Patronu izin vermezse, o, uzattığı ön ayaklarının üzerine başını koyup odada ne olduğunu gözetleyerek yatar sadece. Onun bütün işi bu yatma. Çünkü herkes, gerektiği anda itin ite dönüşeceğini iyi biliyor. Bunun için itle de, patronuyla da dalaşmayı gereksiz görüyor. Galiba bu moda geçmiş, eskimiş. Zamaneler değişiyor işte. Şimdiki başkanlar kabul odalarında böyle güzel hanımları oturtuyor, hatta bir kötülük düşünüp, değil ağzını açmayı, gözlerini kaldırıp bakmayı bile uygun bulmuyorsun bazen. Patronunu gezdirirken böylelerini ilçe merkezinde de gördü o.
Zöfer işte bu Nefise’ye bakmaya çalışıyor. Kimse görmediğinde şaka yapsa, diğeri:
– Nu pryam, bu Zöfer’i, – diyor, güzelce gülümseyip. – Çok takılırsan Gilman Semirhanoviç’e söyleyiveririm…
Korkuyor Zöfer. Söyleyivermesin de. O anda bitti demektir bu. Gilman Ağabey’inin keyifsiz bir anına rast gelsen, hiç de ucuz kurtulamaz. Öğrenirse kovar, çıkarır işten. E, şimdi onun yerini almaya atılıp duran delikanlılar barajı kapatacak kadar. Gilman Ağabey’inin ilçe çevresindeki saygısı akıl almayacak kadar büyük. Nereye gitseler, onları kucak açıp karşılarlar. Patronun değerli olunca şoförüne de bulaşıyor, yani hürmet dedikleri. Başka başkanların şoförleri ona gıpta ederek bakıyor.
– İşte, Nurihanov’un şoförü…
– Evet, Zöfer mi adı da?
– Arabanın yine iyisini almışlar.
Böyle konuşmaları çok duyuyor Zöfer. Bunun için de arabalarını yenisiyle değiştiriyorlar. Eski UAZ iki yıl bile çalışmadı, onu Kutlubayev’e verdi Gilman Ağabey’i. Kendine de daha iyisini, yenisini aldırdı. Bir zamanlar Zöfer’e bu araba için belgeleri devrederken soru sordular:
– Niye patronun yeniden yeniye geçiyor, nefsi doymuyor?
Zöfer düşünmeden:
– Bizimki çabuk bozuluyor, biz ekin tarlasına, sürülen yere çok gidiyoruz, – diye cevapladı. – Başkaları gibi sadece köyün ucundaki çiftliğe de gitmiyoruz. Bütün ilçeyi doyuruyor Nurihanov…
Bu haber bir gün Gilman Ağabey’ine de ulaşmış. Rahatlayıp sevinip gülmüş o. Elbette Zöfer’in doğruluğundan kıvanç duymuş tabi. Şimdi ev yapsa, tuğlasını da, sacını da, camını da bulup vermeye hazır. Böyle olunca korkma bakalım Nefise’nin sözlerinden. Bunu kız kendisi de iyi biliyor. Bunun için de rahat rahat gülebiliyor o. Çoğu zaman onu türlü işler dolayısıyla gezdirmek de denk geliyor. Böyle zamanlarda kız çok alışıyor, Zöfer’i yakın görüyor. Bu yakınlığın yalnızca dış görünüş olduğunu da iyi biliyor Zöfer. Çünkü onların ikisi de aynı kişiye hizmet ediyor. Sırları ortak, yaptıkları işler, söyledikleri sözler, hatta sevinçleri de… Bir de şöyle; Gilman Ağabey’i, Nefise’yi ilçe merkezine, annesinin, babasının yanına gidip dönmesi için gönderdi onu. Uzun yol onları yakınlaştırır gibi de olmuştu, çünkü Zöfer daha saf, yoksa o mu böyle hissetti. Bir durduklarında imkân bulup şaka yaparak belinden kucaklamıştı, şak – onun yanağına! Sonra özür de dileyemedi. “Nu pryam” diye o kadar sert söyledi ki, onlar geri dönerlerken konuşmadılar. İşte böyle ağzı yandı onun. Bir taraftan iyi de oldu. Yoksa başka şeyler çıkacaktı. Beladan uzak dur.
Gilman Ağabey’i güzel kadınların kızların kıymetini biliyor. Nefise onların arasında, Zöfer’in düşüncesine göre, en ön sırada yer alıyor. Genç o, güzel…
İkisi arasında bu konuya yakın haberler çıkınca Gilman Ağabey’i her zaman tek bir söz söylemeyi seviyor:
– Ostrovskiy ne demiş, kardeşim? Ömür kişiye bir kez verilir, pişman olunmasın değil mi? – Kalanını genelde hatırlayamaz, manalı bir şekilde göz kırpar.
Bugün patronunun keyfi çok iyiydi. Oyun mu yani, nişan kadar nişan takıp dönsün de. Onların ilçesinde başka hangi kolhoz başkanının nişan almışlığı var? Yok ki. Sadece birisi. O ise Nurihanov. Şöhretli kişi şimdi. Babası kahraman; kendisi nişan sahibi.
Bu keyifli anında:
– Kardeşim ürün toplamaya başlayıncaya kadar evini yapalım – dedi. – Ustalarla kendim konuşurum. Para bakımından ne durumdasın ki?
– Daha az. Ana baba da yaşlı.
– Kaygılanma, kredi alırsın. Veririm. Taksitle ödeniyor o. Biraz yardım da ayarlarım. İnşa malzemesini hükümet hakkıyla ayarlamak mümkün. Savaş gazisi diyerek, babana yazdırırız. Gelin bulmak gerek…
Böyle dedi başkan. Zöfer ev yerini yine gözden geçirdi. Arkasından enini boyunu kat kat ölçtü, kısa direkleri taşıyıp, tekrar tekrar baktı. O geziyor, onun kulağının dibinde Gilman Ağabey’inin:
– Gelin bulmak gerek… sözleri yankılanıyor.
Son zamanlarda bunun hakkında çok sık düşünmeye başladı o. Ne desen de ömür geçiyor. Askerden döneli de çok oldu. Ancak hâlâ kız seçtiği yok. Köydeki kızları gözünün önünden geçiriyor ama yine Nefise’ye gelip takılıyor. Bu düşünceden kendi de korkuyor Zöfer. Çabucak düşüncelerini dışarı kovuyor. Dahası şehir kızı. Köy delikanlısını denk görür mü diyorsun yani? Ne yaparsan yap: “Nu pryam…” deyip duruyor. Böyle düşünüyor bu konuda Zöfer.
Aniden onun düşüncelerini bölüp, idare binası tarafından bir uzun bir kısa korna çaldı. Küreğini, baltasını da gizlemeyi unutup, ağaç arasına bıraktı ve arabasının yanına koştu.
Gelse, kurnazca gülümseyerek, onun yerinde Nefise oturuyor.
– Nu pryam… korkuttum!… – deyip sırıtarak gülüyor o.
Zöfer öfkelenecek gibi oldu.
– Niye dalga geçiyorsun? Ben… “senin gibi” demek istemişti ama durdu kaldı. – Dalga geçerek gezmiyorum ki!
Öbürü hiç şaşırmadı.
– Ya Zöfer, böyle bir şeyler söyler!… – diye gözlerini oynatıp gülümsedi, direksiyon çevirerek. Ona her tavır da yakışıyor yani. – Git, bir ayağın burada, ikincisi orada!
Yiğit şaşırdı:
– Niye, bir yere mi koşmam gerek yani?
– Niye koşuyorsun? Arabada… İki bidon alacaksın ve…
– Nasıl… bidona? Niye?
– Nu pryam!… Anlamıyor bu Zöfer. Düğün be, düğün!
Zöfer birden endişelendi. Yani kendi sevincinden Gilman Ağabey’i onu, görüşüp anlaşmadan, eski geleneğe göre evlendirmeye mi çalışıyor? Yine onun: “Gelin bulmak gerek!…” sözleri çınladı kulağının dibinde. Şüphesi yüzüne yansıdı sanki. Ona bakan Nefise yere birden zıplayıp indi.
– E, e… hangi düğün, kiminki? – Zöfer öğrenmek için acele etti. Kız hâlâ gülüyor, ama kahkaha atmıyor, gözleri ile gülüyor:
– Nişanı ıslatmak ya, Zöferciğim, nişanı!… Hizmet düğünü olacak değil mi ya? İş için verdiler ya nişanı. Nefise gitti ve yeniden döndü. Nurbike Yenge’nin işlerine sıra dışı bir görev için yel gibi koş. Ey yiğit kişi!…
Kızın arkasından öfkelenip, yeninin içinden yumruk gösterdi Zöfer.
Gilman Ağabey’inin evinin yanına gittiğinde iki büyük bidon eşikte duruyordu. Telefon olunca rahat, patron adam evine de telefon ediyor. Çok ilginç bir şey şu telefon. Kolhoz Sokağında Zöfer’in kurulmayan evine kadarkilerin hepsinde de var o. Aşağıda telefon hiç yok.
Onun için, Gilman Ağabey’i bir açıldığında şöyle demişti:
– Telefon o, kardeşim, mülkiyet değil, zenginliğe girmez. Ama onu, evini kurar kurmaz, sana da bağlatmak gerekir. Çünkü çok gerektiği bir anda aşağıdaki sokağa, insan at gibi koşmak zorunda kalıyor.
Araba sesini işitince, güneş gibi parlayıp, elindeki tabakları sürte sürte, Nurbike Yenge, eşiğe gelmişti. O, otuz beş yaşında olmasına rağmen, vaktinden önce şişmanladığından daha yavaş yürüyordu. Ama bu yengeyi sevimsiz göstermiyor, tam tersi, erkek gözünün takıldığı yerler, ilk önce dikkat çekiyor, ona kendince bir güzellik katıyordu. Nurbike’nin bakışları samimi, hatta fazla samimi galiba; mülayim, yuvarlak, pembe yüzlü, o sakin biri. Onun yüzüne daha ziyade kaygısızlık katan bir sadelik toplanmış gibi. İkinci çenesinin ortaya çıkmasına rağmen, onun hâlâ gençlik güzelliğinden kalan güzellik belirtileri kaybolup bitmemişti.
– Kardeşim, diye nazikçe seslendi o, Keleşküzi suyu gerek, tatlı su. Çok lazım, alıp da gel hadi! Gilman Ağabey’inin sevinci başından aşmış.
Zöfer de söze karıştı:
– Yenge, Gilman Ağabey bizim için de senin için de aynı, değerli biri yani o. Şimdi bir ayağım burada, ikincisi, orada!…
Gitmeye başlayan Zöfer’i Nurbike tembihlemeyi unutmadı:
– Kardeşim, temizleyip al, kendimiz için!
– Olur, olur, yenge!…
Zöfer, bidonlarını tangır tungur getirerek, aşağı sokağı çıkmaya başlamıştı ki, beklemediği bir anda Aknögöş boyunda uzanan patikaya doğru giden Mevsile’yi gördü. Gördü ve aklı başından gitti. Vay, onların köyünde bir de Mevsile var ya, Serbiyamal Abla’nın kızı. Baksana, nasıl da büyüyüp gitmiş! İnce belini sallayarak nasıl da güzel yürüyor…Büyülendiğinden, ardından gidip kornaya bastığını da fark etmiyor Zöfer.
Kızcağız, iki kovasını köyentesinde tutup dönüp baktı.
– Mevsile!… Mevsile, diyorum, – yiğit el salladı, – haydi, bin!
Ama kızcağız uygun bir şekilde reddetti:
– Sağ ol, Zöfer Ağabey, ben yayan… Su taşıyorum.
Yüzünü de görünce, Zöfer daha da tutuştu. Çok sevimli idi kız. Kurnazlığa sarıldı.
– Mevsile, bacım, ben de pınara… Acele ediyorum. İşte başkan nişan aldı, evine iki bidon su gerekti. Doldurmak için kova almayı unutmuşum.
Mevsile daha çok ikilemde kaldı.
– Vereyim mi yani birisini…
– Yok, sen bin, ben kovanla doldurur, giderim. Çabuk gerek, diyor Nurbike Yenge.
Sonunda kız inandı. Kovalarını, arka kapıyı açıp koydu ve kendi de oraya bindi. Ama yiğit onu öne çağırdı. Kabin kapısını açıp, elini uzattı. Diğeri de ona tutunup çıkarken, yukarıdan açıkçası, Zöfer’in gözlerine kızın göz kamaştıran sıkı göğüsleri ilişti. Vücudu titredi. Kan damarları boyunca birden keyifli bir ılıklık yayıldı. Yiğit güçlükle Mevsile’den bakışlarını ayırdı ve tükrüklerini yuttu.
– Nasılsın, güzel, ortalarda görünmüyorsun da, – diyerek, çabucak ekledi o.
Mevsile kızardı, yiğide dönüp bakmaya yeltendi. Ancak şimşek hızıyla değişti. Kıza bu da yetiyor, galiba.
– Yani, iş işte burada… ağılda.. – dedi.
– Kültür merkezine de gelmiyorsun.
Mevsile güldü:
– Oyuna kaldıran yok, Zöfer Ağabey. Başkan şoförünün vakti yoktur, belki…
Başka da hiç konuşamadılar. Keleşküzi’ne yaklaşmışlardı.
– Zöfer Ağabey, pınarın yanına bırakırsınız kovaları, – diyerek Mevsile pınara ulaşır ulaşmaz indi. Kuşkonmaz toplayayım şimdi…
İşinin acil olduğuna üzüldü Zöfer. Eşikte tabak sürterek dikilen Nurbike Yenge’sini hatırlayıp, acele işe başladı. O, evin yapılması için, gerçekten de, acele edilmesi gerek diye düşündü. Elinde olmadan, Mevsile’nin gittiği tarafa baktı delikanlı.

Dokuzuncu Bölüm
Akşam olmak üzereydi, çok da geçmeden de Yüzşişme’yi karanlık kapladı. Ama Kolhoz Sokağı’ndaki Nurihanov’un evi, bugün sekiz penceresinden de pırıl pırıl ışık saçıyordu. Açık pencereleri aşarak eğlenceli sesler, şarkılar, türküler duyuluyor.
Büyük odanın içi havasız kalmış. Erkekler çoktan ceketlerini çıkarıp koltuk başlarına asmışlar. Bir ikisi hatta gömleklerinin kollarını da sıvamış. Sadece masanın en ucunda taş bebek gibi Nurihanov, hareket etmekten korkarak oturuyor: Siyah kıyafetini çıkarmasına izin vermiyorlar onun, boynunda da kravat. O, şıpır şıpır terleyen alnını mendili ile arada sırada siliyor. Ancak, kıyafetin yakasında; nişan parlıyor.
Gilman’ın sıkıntıyla oturduğunu herkes anlıyor.
– Dayan şimdi dayan Gilmancığım! – diyerek pembeleşen, etli yüzünü daha da yayarak gülümsüyor Nurbike’si… Telefon edeli çok oldu, şimdi gelir…
Kutlubayev, doğduğu köyde son mecliste oturduğunu bildiğine göre, kendini rahat tutuyor bu evde. Kimin için, Gilman için o, en yakın kişilerden birisi. İşte bundan dolayı biraz bunaldı. Oyun mu yani bu, partinin ilçe merkezine ziraat odası müdürü olarak işe alıyorlar. Uzman olarak da değil hatta. Neyse, kimlerin eline düştü şimdi o.
Keşfi; zayıf, çökük yanaklı, cılız kişilere has olan geleneksel yüzü ve bedeni olan, içe kapanık karakterli biri. Gözleri daha çok düşünceli, güldüğünde de önce dudakları açılıyor, ağzı ayrılıyor, zayıf şakakları kırışıyor. Yalnız, en son da gözleri ulaşıyor bu ılıklık ışığına. Bunu, köy halkı Kutlubayev’in akıllılığından geliyor diye değerlendiriyor. Gerçekten de Keşfi Gellemoviç; bir başkan gibi, işi kesip atmadan, düşünüp, ölçüp biçip bakar, sabır da böyle zamanlarda çok gerekli olur. İnsanların fikirlerine de kulak vermeyi sever, bölmeden dinler, görüşür, takdir eder, ama işi kendi bildiğine göre yapar. Böyle biri kolhozun parti komitesi sekreteri. Onun için de sadece Yüzşişme’de değil, ilçe yöneticilerini de hayran bırakan ikinci bir özelliği var Kutlubayev’in. O da, börk gibi kabaran reçine gibi kara saçları. Kendi de çokça:
– İş tarafını bilmiyorum ama saçlara geldiğinde ilçe çevresinde birinci de benim, – der. E, karısı Minzifası da:
– Bu saçı için evlendim ben onunla, – diyerek şaka yapmayı sever. – Başka aklı baştan alacak tarafı yok…
Eğlence kızışmaya başlamıştı ama, tekrar soğudu. Üç sandalye boş idi hâlâ. Okul müdürü Umurzakov, meclisin önceden belirlenen ayakçısı, sık sık pencereye baksa da, kadehlere içki doldurmayı da unutmuyor. Masanın ardında köyün diğer önde gelenleri. Her birisi, ev sahibinin ziyafetinde, kendi mertebesini ve yerini bilerek sakince oturmaya devam ediyor.
Zöfer burada da çok gerekli biri oldu. Kapının en dibine oturtsalar da onu, o Nurbike Yenge’sinin de, Gilman Ağabey’inin de sağ kolu. Dahası, elektrik ışığında körüklerindeki süslü demirleri parlayan bir bayan[41 - Akordeona benzer bir müzik aleti.] tutturmuşlar ona. Misafirlerden birisi:
– Ya hadi, kardeşim, “Taştuğay”ı – deyince, Zöfer başını eğerek çalmaya başlıyor. İyi çalıyor akordeonu Zöfer, söz yok. Gilman ona beğeniyle baktı durdu ve:
– Kardeşim, Keşfi Ağabey’in suratını asmış, oturuyor, onun şerefine bir şarkı… – diyerek göz kırptı.
– Keşfi Ağabey’e mi? Olur tabi… – Başladığı şarkıyı daha tamamlamadan akordeoncu “Ermi”yi (Ordu’yu) çalmaya başladı. Ama başkanın rahatsızlık belirtileri gösteren yüzünü görünce çok şaşırdı. Ama, devam etti, çünkü bir iki kişi katılıp, kısık sesle şarkı söylüyordu.
Canı sıkılarak bunu dinleyen Kutlubayev, ezginin tamamlanmasıyla yerinden kalktı:
– Ben de bu… Askere giderek saç uzatan biri oluyorum artık… diye söylendi. Onun gönlünün sakin olmadığını, doğduğu köyden ayrılmak istemediğini herkes biliyordu. Söze karışıp da bir şey söylemediler.
Pencereye araba farlarının ışığı yansıdı. Kutlubayev, alnını cama dayayıp dışarıya baktı. Ama araba Kolhoz Sokağına çıkmadı. Farlarını yakarak yolu geçti ve aşağıdaki sokağa inip gitti.
– Sigara molası!… Teneffüs… – diye ilan etti Buranşa Umurzakov. Sandalyelerin yerlerinin değiştiği işitildi. Nurbike’nin öfkeli sesi yankılandı:
– Bu Yappar ne yaptığını sanıyor şimdi? Bugün ilk önce onun gelmesi gerekiyordu. Söylenmiş bitmiş. Başkaları gibi, daha fazla konuşmayı mı bekliyormuş yani yaşlı gavur. Bir içince… Nurbike eşine seslendi. Senin kardeşin. Her zaman böyle yapıyor.
Nurihanov karısını sakinleştirdi:
– Tamam, tamam karıcığım, sakin ol! Gelir gelir Haris Ağabey. Böyle yani o, değiştiremeyiz ki onu… – O, Zöfer’e işaret etti, bir şeyler söyledi. Yiğit sözleri daha yarısından anlayıp arkaya geçti ve dinlenmek için kalkan misafirleri çağırdı.
– Hadi, ağabeyler, kardeşler, yengeler!… Hadi yaklaşalım… Hangi şarkıyı?… – diye işitildi sesi.
Bundan faydalanarak Gilman arkadaşının yanına geldi ve ağır elini Keşfi’nin omzuna koydu.
– Nasıl, görünmüyor mu araba? – Kutlubayev’in ne düşündüğünü bilse de hemen ikinci bir soru sordu. Tavlıkay’dan ilçenin RAPO Sovyeti başkanı Arğınbayev Aznağol Hibetoviç misafirliğe çağrılmıştı. O, oturadurun, toplantıdan kurtulur kurtulmaz, ben de geleceğim, diye söz vermişti. O, Gilman’a hanımı tarafından akraba oluyor. Daha sonra onlar bir araya gelmedi, işte son yıllarda Nurihanov ilçe çevresinde göze görünmeye başlayınca, birbirleriyle buluştular.
– Yok ya. – Keşfi başını salladı.
– Büyük yola bak, büyük yola…
– Orada da görünmüyor. Diğer tarafta bir ateş azıcık parlıyor… O, olmasın.
– A, tamam. Orada, idarede onu karşılayan var. Nefise bekliyor.
Kutlubayev anlayıp başını salladı. Bulut gibi köpüren koyu saçlarını düzeltti ve Gilman tarafına döndü.
– İşte bu… Benim için de vedalaşma gecesi oluyor yani bu, – dedi; beraber büyüdüğü, birlikte kızların ardından koştuğu, aynı tabaktan yiyerek yaşadığı arkadaşından ayrılıp, sanki yeni görmüş gibi sınayarak baktı. Bunu sezen Gilman:
– Bırak, Keşfi, bu akıllı bakışını… – diyerek onun başını pencereye daha çok çevirdi. Diğeri gülümsedi. – Misafirliğe gelirsin. Yabancı yere gitmiyorsun ki şimdi.
Keşfi düşünüp durdu.
– Yabancı değil de… Buraya alışmıştık… Senin elinin altında…
Nurihanov onu çok çabuk durdurdu:
– Dalga geçme, Keşfi! Parti teşkilatı Sekreterinin ne zaman çiftlik öncüsünün eli altında çalıştığını gördün?
Keşfi bu kez acı acı güldü.
– Bilmeyen biri gibi davranma! Doğru, partinin Merkez Komitesinden ve ülke komitesinden başlayıp, ilçe komitesine kadar bu, gerçekten de böyle. Orada bütün yerlerde çiftliklere parti teşkilatları öncülük ediyor. E, işte, burada, böyle değil mi? Sen başkansın? – Keşfi, ya yanlış mı söylüyorum der gibi Gilman’a baktı. – Parti Teşkilatı, çiftlik öncülerine yardımcı rolünde çalışıyor.
– Orası öyle yani… – Nurihanov kabul etti, bu arada kendi de düşündü: Yoksa dostunun bir an insiyatifini engelleyerek, o mu yön verdi ki işine? Aman, olduysa da olmuştur.
– Bu politika, bence, çok doğru değil. Burada yaklaşık on yıldır çalışıyorum, yani bu duygu hiçbir zaman aklımdan çıkmadı.
– Demek, sen benden memnun değilsin yani?
– Sadece sen olsan, Gilman, o başka bir durum. Ben sana, gerektiği zamanda dostum demedim. Kanatlarını kestim. Kendin de biliyorsun.
– Ha, ha, ha!… – Gilman, Keşfi’ye şaplatarak vurdu. Şimdi benim kanatlarını keseceğim biri kalmıyor değil mi ya? Tamamen özgür kuş, doğan… Öyle mi? Tabi, yukarıdan kesmek de daha kolay olur.
– Dediğin gibi. Ama benim yerime kim geliyor ki. Belki…
Gilman gülmeyi kesti. Yüzü ciddileşti.
– İşte Keşfi bu sorun beni düşündürüyor. – Sonra hemen canlandı. – Sen nasıl bakıyorsun, işte bu, senin gibi bir okul müdürü parti komitesi sekreteri olarak tayin edilirse? Umurzakov’u? Çünkü, Gilman Semirhanoviç diye göze girmeye çalışıyor. – O masanın arasında kadehleri düzeltmeye çalışan Buranşa Necmiyeviç’i işaret etti. – Dilinin altındakini öğrendim, bence tamamen razı. Senin gidinceye kadar onunla konuşman gerekir.
Bu kez Kutlubayev, Gilman’ın ensesine vurdu:
– Tabi, tabi kolhoz çevresinde Parti Teşkilatı Sekreterinin rolü hakkında konuştuk. Unuttun galiba. Hatırladın mı? Ben gitmemiştim. E, sen kendine yarayacak bir parti komitesi sekreteri arıyorsun. Bu doğru değil mi yani? Onun, birincisi kendi insiyatifi olmayacak. İkincisi de senin emirlerini yapacak, hayata geçirecek biri olacak.
İkisi de ciddi bir konuya geldiklerini fark etmedi bile. Kutlubayev de, Nurihanov da, RAPO Sovyeti başkanını ayık karşılamak için hâlâ çok içki içmemişlerdi. Şimdi RAPO’suz köy yerinde kılını bile kıpırdatmak mümkün değil. Böyle onlar şarap ile hemen sarhoş olan kişiler değil ama bugün bayram yapma sebepleri önemliydi. Ama şimdiye kadar katlandılar.
Yoldaki araba yaklaşıyordu. İkisi de buna baktı biraz.
– Arğınbayev’in arabası bu… diye belirtti Kutlubayev.
Gilman biraz önceki önemli konunun dışına çıkmadı:
– Keşfi, işte elini vicdanına koyup konuş, hadi, Parti Teşkilatı Sekreteri beni dinlese, kötü mü yani? Seninle nasıl anlaşıp çalıştık?
Kutlubayev pencere çerçevesini ovalayarak düşündü, kafasını topladı.
– Bence, anlaşıp çalışmak kötü değil, dedi o. Ama ikinci bir şeyi de dikkatlice gözden geçirelim: İlçe çevresinde partinin birinci sekreteri bütün kolhoz-sovhozları[42 - Sovyetler Birliği’nde ziraat için kurulan büyük çiftlikler.], ilçe merkezindeki teşkilatları, sanayi işletmelerini doğrudan yönetiyor. Yürütme kurulu bu kararı, işaretleri hayata geçirmek için çok yardım ediyor. E, köye gelince, bu niçin değişecek? Gerçekte Köy Sovyetleri müşterek işten uzaklaştı, çoğumuz da onun işlerini yapmaya gayret göstermedik. Onların ikisi bu kez, gayriihtiyari, milletvekillerinin Yüzşişme Köy Sovyeti Başkanı Yeğeferova’ya bir baktı. Meryem Kenzeferovna tek başına boş masanın ardında sıkılarak oturuyordu. Ama yerlerine hâlâ ulaşan yok ki. Kim ilgilenecek ki bununla?
– Sen Keşfi! – diye güldü Gilman anlamlı bir şekilde, o yine yalnız iş yapmaya çalışan Yeğeferova’ya göz attı. Köy Sovyeti Başkanı, eli yüzü düzgün olsa da hiç evlenmemiş yaşlı bir kızdı. İlk önce kolhozun komsomol[43 - Komünist gençlik birliği.] teşkilatı sekreteri oldu, daha sonra da Nurihanov zamanında komsomol ilçe komitesi uzmanlığına yükseldi. Oradan Yüzşişme Köy Sovyetine başkan olarak seçtiler. Nedense erkekler ondan uzaklaştı. Yaptığı görevden mi şüphelendiler, yoksa gönlünü açmaya kendisinin vakti olmadı mı, anlaşılacak gibi değil. Karısını boşayan bir iki kişi istetti galiba, ama o onları hakir gördü.
– Meryem ikinci iş, – diyerek el salladı Kutlubayev. – Üzülüyorum onun için. Kendi ailesini kuramadan kalması da bizden, ayrıca benim kabahatim de var.
Gilman bu kez gerçekten de güldü. Onlara başkaları da bakışlarını yöneltti, hatta Meryem bile kafasını kaldırıp baktı.
– Oturunuz şimdi yiğitler, – dedi o. – Beni yalnız bıraksanız daha iyi…
– Hemen, hemen Meryem! – Gilman ona bakıp gülümsedi. Keşfi’yi oturması için çağırdı. Diğeri tersledi.
– Bekle, konuşmayı tamamlayalım. Arğınbay gelirse o zaman başkaları bir şey söyleyemeyecek.
– Öyle deme…
– Desen de demesen de böyle. İşte dinle: Bölgede parti teşkilatlarının rolünü arttırmak gerek. Sen buna yardım et. Lenin partinin temelini attığında bölgelerdeki ilk teşkilatlar hakkında da bu görüşte olmuşlar. Onun talimatı değişmiyor. Hâlâ esas prensipler öyle. Ama biz Moskova’dan uzakta olanlar, bu dağların taşların arasında yaşıyor, kendimizi aşamıyoruz, bozulmaya yol açıyoruz. Aklımız da yetmiyor… Düzeltecek birileri de yok…
Nurihanov bu kez gerçekten şaşırdı.
– Bak, bak, sen öfkelenip, akıl mı veriyorsun yani?
– Yok, Gilman öfkeyle değil üzülerek gidiyorum. Biliyorum, orada benim üstümde de başkanlar çok. Bu kaygılandırmıyor.
Büyük yoldan gelen araba, iki farını dalgalandırıp Kolhoz Sokağına dönmesiyle, Gilman kapıya atıldı.
– Karşılayayım hemen… – O, Umurzak’a seslendi: – Buranşa, herkesi oturt, çıkıp durmayın! Ben sadece…
Kutlubayev niyeyse yerinde kaldı. Nedense çok ciddi o bugün. Misafirliğe geldiğine de pişman oldu. Ama bunun uygun olmadığını da çok çabuk anladı. Gilman, ne desen de onun dostu yani. Nişan almak oyun değil. Çalışkanlığı, mahareti için verdiler ona. Nitekim çok doğru da oldu. Daha da heyecanla çalışmak için bir neden olarak bakmak gerek. Böyle düşündü Keşfi.
Pencere gerisinden Arğınbayev’i gördü. Arabadan çıkar çıkmaz selamlaştı ve ışığa, eşiğe doğru yürüdü. Gilman arabanın içinden çanta alan Nefise’yi bekledi galiba, kız gelince, karanlıkta onu kucaklayıp bağrına basmayı da unutmadı. Diğeri kucaktan kurtulunca çantayı Gilman Ağabey’ine tutturup, kendisi Arğınbayev’in arkasından koştu.
“Gilman’a hayat kolay veriliyor…” diye serzenişte bulundu Keşfi. Yerine yürüdü.
…Arğınbayev odayı şişman gövdesi ile doldurunca ziyafet tamamlanmış gibi oldu. Meclis devam etti. O anda Aznağol Hibetoviç:
– Kardeşim, kim, Gilman Semirhanoviç, kıyafetini de, nişanını da gördük. Nurbike kıyafetin çok iyisini satın almış. Zevki iyi kardeşimin. Artık çıkartsan da olur, – diye şaka yaparak söze başladı. O, özellikle ısrarla yanına oturtulan Nefise’ye şakacı bakışlarını çevirdi, göz kırptı. Herkes bunu görünce rahat rahat güldü. Arğınbayev şu andaki hâlinden, yerinden, kendini bekleyip karşılayanlardan memnundu. Keyfi yerine geldi. Yağ bürüyen gözleri mutlu parladı. Kalın kaşlarını bir çattı, bir indirdi bir kaldırdı, sarı patatesi hatırlatan büyük burnu, gelmesi şerefine kadeh kaldırılınca terledi. Kalın dudakları, büyük ağzı tek bir dakika bile durmadı. Yemek yediği esnada, hatta çiğnemeyi bırakıp konuşma da yaptı. O, şişman olmasına rağmen hareketli, çevik, çenesi de başını çevirdiğinde ya iki, ya üç katlı oluyordu.
Gilman ona bakıp memnuniyetle gülümsedi. En sevindiği şey, Nefise’yi evine göndermeden, yalnız gelen Arğınbayev’in yanına oturtması oldu. Çünkü, onu niye çağırdığından şüphelenir, Nurbike’si sormaya başlardı. E, böyle iyi, ziyafeti süsleyip oturuversin. Dahası, Arğınbayev onun karısının kardeşi.
Şerefe konuşmaları başladı.
İlk sözü kime vereceğini şaşıran Umurzakov ev sahibine baktı.
– Haydi, beklenen misafire… – Gilman ilçe başkanına işaret etti. Bu anda Aznağol Hibetoviç türlü ilginçlikler anlatarak etrafındakileri güldürmeyi yeni bırakmıştı. Kutlubayev gülümsedi.
– İlçemizin köy çiftlikleri tanrısı Arğınbayev yoldaşın şerefe konuşması yapması için…
Ama misafir bekletmedi, önceden bilmiş gibi ayağa kalktı, dikkatsizce elini salladı.
– Bırakın şimdi, işte ilçe komitesine müdür olarak gidecek olan Kutlubayev’i övün. Konu dağılıyor…
Ama konuşma bölündü. Aniden kapı açıldı ve eşikte Yapparov göründü. Onun arkasından karısının başı göründü. Bütün misafirler de dönüp baktı.
Haris hiç kimseyle selamlaşmadı, elinde kadeh tutup duran kişiye seslendi.
– Merhaba, Aznağol!
– Selam, selam, şey… Haris kardeş! Haydi… – Arğınbayev’in keyfi kaçtı ama.
– Ne, bizim çocuğu mu övüyorsun? – Yapparov’un sesinde bir ima seziliyordu. Çabucak karısı engel oldu:
– Ya şimdi şunu, misafirliğe geldiğini unutma, en azından. Huysuz!
Haris, Zöfer’in yanındaki yere geldi, karısı, soyunup Nurbike’ye yardım etmek istedi, baş köşeye yöneldi. Arğınbayev kadehini yukarı kaldırdı:
– Sana çocuk, bize Gilman Semirhanoviç, – diye boğazını temizledi o. – İşte şimdi övmeye başlıyordum. Öyle mi, bacım? O, ortaya çıkan, beklenmeyen gerilimden kurtulmak için yanındaki Nefise’ye baktı.
– Fazla abartmayın, bozulsa düzeltmek bize düşer… Başkan olsa da…
Misafirlerin hiçbiri de bu iki kişinin kendi aralarındaki münasebetini anlamamıştı. Bunun için bazıları biraz şaşırdı. Haris önemsemedi, önündeki kadehi dibine kadar içti. Ortaya çıkan durumdan kurtulmak için, Gilman’ın tarafındaki yerden kalktı. Özellikle istekli görünmeye gayret edip:
– Benim ağabeyime itibar etmeyiniz, huyu böyle, dedi. İkilemde kaldı ve sadece kendi kahkahayla gülmeye başladı. Bu anda Arğınbayev de geniş, tombul yüzündeki gözleri tamamen kapanırcasına gülümsüyordu.
– Söyle, söyle Gilman Semirhanoviç, bilsinler, – dedi o.
– Gençken Aznağol Hibetoviç benim Haris Ağabey’imin sevgilisini çekip almış…
Herkes kahkaha attı. Hatta bazıları alkışladı da sanki. Halk iyice keyiflendi. Şimşekli yağmur sağ salim atlatıldı.
– Hay, aferin, Aznağol Hibetoviç!
– Ağzını açıp dolaşmıyorlar ya.
– İyi yapmış…
– Arğınbayev Ağabey’i bunun için mi getirmemiş yani yengeyi?
– Üstüne bastın.
– Ha-ha!… Güzel!…
– Sadece güzel mi yani, sinemadaki gibi…
Herkes gülüyor ama sadece Yapparov işitmemiş gibi davranıyor, Zöfer’e bir şey söylemeye çalışıyordu. O an mutfaktan çıkan karısı Merziye şöyle dedi:
– Ya, önemsemeyin artık kalın kafalıyı. Metresini çekerek iyi yapmışsın Aznağol Hibetoviç. Ancak işte ben çok rahat bir şekilde onunla otuz yıldır ömrümü geçiriyorum. Çok teşekkürler bunun için! –Daha sonra da kadehi almaya çalışan kocasının elinden kadehini çekip aldı ve: – Ben bizim kolhozdan hiçbir zaman yardımını esirgemeyen, işinde küçük kayınbiraderimi bir kenara atmayan Aznağol Hibetoviç için içiyorum!… – Böyle dedi Merziye, eşine doğru kaldırdı.
Odada gürültü etmeye başladılar.
Arğınbayev hâlâ ayaktaydı.
– Tamam, Haris kardeş, anlaşalım; gençlikteki gençlikte kalsın, dedi o, sakin bir sesle.
– Ölene kadar kabul etmeyeceğim! – dedi diğeri, dönüp bakmadan.
Umurzakov sürahiye vurdu.
– Ses etmeyin, şerefe konuşmasını dinleyelim şimdi! Buyurun.
– Ben Gilman Semirhanoviç’e şans diliyorum. – Arğınbayev bölmesinler diye acele ederek söyledi bunları. – Nurbike ile ikisine beraber diliyorum şansı, denk bir ömür ve beraber yaşlanmalarını… ıhım, ıhım!… Bizim gibi. Nişanı çalışmayan birine vermiyorlar. Haydi kutluyorum! Bu nişan bütün kolhozculara verildi diye bakmak gerek. O kişi sensin Gilman Semirhanoviç. Merziye Yenge’n doğru söylüyor, sağlıklı sıhhatli olursak gelecekte de yardımsız bırakmayacağız. Şimdi elimizden geliyor… Başka bir dileğim de şu: daha kararlı bir şekilde! Önüne çıkan görevlerden kaçma! – Bu anda Aznağol Hibetoviç farklı bir mana ile başkana bakıp, sessizce durdu. – Anladın mı? O konuşmayı unutmadın değil mi?
– Teşekkürler, ilginiz için, Aznağol Hibetoviç! – Gilman’ın gözleri parladı. Arğınbayev devam etti.
– Baban gibi, şöhrete kavuşuyorsun. Hizmet kahramanı bu! Bu hediyene başkaları da eklensin. Kartal yüksekte uçmayı sever. Yüksek uç! Sen bunun için doğmuşsun!
Gürültüyle alkışladılar. Takdir sözleri yankılandı. Sadece Haris onlara katılmadı. Kutlubayev de fazla hissettirmemeye çalışsa da, sık sık sigara içmeye çıktı.
Meclis gece yarısına kadar devam etti. Misafirler memnun oldu. Bu mecliste herkesi şaşırtacak birkaç olay oldu: Ömründe yuvarlak ortasına çıkmayan Meryem cesaret gösterip kendini göstererek tıkır tıkır dans etti, kadehini dudağına değdirince hatta azıcık da ağladı. Şarkı söylediğini hiç kimsenin duymadığı Haris Yapparov “Birinci Muhabbet”i söyleyip, böyle gözleri yaşararak oturdu. Nefise, meclisin çiçeği, tatlı sözlerle Nurbike Yenge’sini öptü. Kutlubayev’i şüpheden şüpheye salan patron adam Gilman, kekeleyerek övündü.
– Daha… Nur-nurihanov’u bilecekler… Göstereceğiz şimdi, ken- kendimizi!… Gör-gördün mü, Keşfi, ihtiyar be-benim planlarım on-onaylandı…
Ama çok da geçmedi, ev sahibini ayıltacak haberi Arğınbayev söyledi:
– Yüzşişme’nin şansı var! Parti komitesi sekreteri olarak kolhoza Ufa’dan bilim adamı, fen doktoru geliyor.. İlk konuşmaya ben de katıldım.. Ay, eyvah sırrı açtım, ortaya çıktı.
Herkesin yeni habere şaşırdığı sırada, Haris Yapparov karısının dürtmesine rağmen zıplayıp kalktı.
– Yok, yaramazlık yapıyorsun, kardeş! Yabancı gerekmiyor bize! Getirmiyoruz… Gitsin yabancı!… Kızan Haris masaya vurunca eşyalar ses çıkardı. Ağabeyine bu kez Gilman saygıyla baktı.

Onuncu Bölüm
Taştimir birkaç gün içinde Mevsile’yi özledi. İkinci kez pınar boyuna gelişinin ardından o gün tesadüfen ağıldan köye dönerken, tekrar karşılaştılar. Çoktandır tanışıyormuş gibi bir süre konuştular.
O zaman delikanlı şakadan kızın dilinin altındakini öğrenmek için:
– Şimdi yeniden denk geliriz diye düşünmemiştim de, – demişti. Mevsile kendi sırasında denk ak dişlerini parlatıp ortaya çıkarıp güldü ve kızlara has bir şuhluk ile:
– Böyle şans herkese denk gelmez! – diyerek sözlerine kendince bir mana katıp cevap verdi.
Konuşmaları sadece bu oldu. Bu olay Taştimir’in aklından çıkmıyordu ki. Şimdi onlar ikinci sebze saklama deposunu bitirmek üzereler. Bütün isteği, başkanlarının Nurihanov adlı kolhoza hayvan yemi çukuru kazmaya razı olması idi. Ne olursa olsun Yüz-şişme köyünde daha uzun kalmak istiyordu. Yoksa bu kıza âşık mı oldu şimdi? Bunu kendi de şimdilik tam anlamıyor? Sadece gönlü, tanıştığı patikalara, Keleşküzi pınarı yanına atılmak istiyor.
Bugün işlerini daha erken bitirince, o, ağıl yoluna gidip beklemeye niyetlenmişti. Onun bu düşüncesini sezmiş gibi Baygildi şaka yaparak sordu:
– Bak, dostum, benim kehanetim yoksa doğru mu çıkıyor? Ha…ha!… – Onun ısırılan dudağı, kurumuş yerleri dökülüp, düzleşmişti artık. Kaynana meselesini söylüyorum….
Taştimir şimdi Baygildi’ye geçmişteki gibi sert davranmıyor.
– Deşik yırtığa gülüyor! – diye cevapladı.
– Öyleyse kötü değil.
– O gün senin işin yolunda gitmedi galiba?
Baygildi kenara tükürdü:
– O albastıyı tam anlamak mümkün değil! – diyerek elini salladı. O anda gözleri buğulandı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu Taştimir. Galiba gerçekten seviyor birini. Anladığı kadarıyla Baygildi’nin nohudu pişmiyordu galiba.
– Suratını asma, moruk!
Diğeri aniden kızdı ve gitti.
– Sen ne yani, küçücük başınla akıl mı veriyorsun? Burnunun ucunu sürt!…
Taştimir’e sadece bu gerekti. Ancak akşam olurken Tavlıkay’a dön diye sözü bağlamaya başlayacak Baygildi. Akşam coşkuyla dönüyor, sabahleyin baltası suya düşen oduncu gibi kabinde pinekliyor. Şimdi biraz konuşabilseler, Taştimir kurtulacak.
– Tamam, burnunun ucunu sürtmek de mümkün. Ama bil, ben bugünden sonra dönüyorum ilçe merkezine.
Baygildi aldırmadı. Bir şey demedi, yardımcısını çağırıp para verdi.
– Git şimdi, köy mağazasına koş! Bir yarımlık al, meze… Bunu ne kadar sonra alıp döneceğim, diyor. Boşu boşuna durunca…
İçinden Baygildi’ye üzülse de Taştimir arabasına binip gitti. Bugün içip dönerse, demek ki, gece boyunca uyuyamayacak. Kimin yanına gittiğini o söylemiyor. Yine işe uykulu gelecek. Tabi, ona inanırsan elli altmış kilometreye vinci de götürebilir. Bunun için yardımcısına yetişip, gecikmem, diye hatırlattı.
Taştimir tek başına, inek sağan kızların akşam sağımdan döndükleri yola inmişti, şansından, sol taraftaki ön teker patladı. Ama köye çok yakındı şu anda. Mevsile’yle o daha uzak bir yerde karşılaşmayı düşünmüştü. Nasıl onunla konuşur muyum? Yoksa geçenki şakalaşması gerçek değil mi? Böyle sorular usandırdı delikanlıyı.
Şimdi tekeri çıkarmaktan başka çare yok. Ne, yedek de kalmamış. Geri söküp, yeniden lastiğin içini değiştirmek gerekiyor şimdi. Dönmek de gerek tabi. Ayrıca sabahleyin yükü yüklemesi lâzım.
Taştimir, can sıkıcı düşüncelere dalıp, tekeri çıkarmak için krikoyu kurmaya başladı. O, Mevsile’yi diğer kızların arasından ayırarak kendisiyle dolaştırmak istemişti. Ama olmadı.
Kızarak işe girişti. Ancak çok da geçmedi, yanına bir araba gelip durdu. Taştimir başkanın arabasını tanıdı. Onlar hazırlanan sebze deposuna uğrayacaklardı.
“Bu da nereden çıktı?” diye üzülerek düşündü Taştimir, ilk tekerin son contasını çevirip çıkardı.
Ama başkan görünmedi. Sadece şoförü indi arabadan. Bu delikanlı nedense bugün güzel giyinmişti. Bunun için de hayranlıkla baktı.
– Selâm! – O arabasının kaputunun üzerine vurdu.
– İyiyiz şimdilik… Taştimir başkanın şoförü önünde eriyip gitmedi. Onun çabucak buradan gitmesini istedi.
– Patladı mı, ne oldu?
– Patladı…
– Tavlıkay’a giden yolu şaşırmışsın değil mi?
– Levye kinlenmiş gibi, tekerin lastiğinin ortasına girmiyor da girmiyor. Bunun yassı ucuyla kanırtıp jantı çıkarmak gerek.
– Yolu karışmaz onun… – Hâlâ eziyet çekiyordu Taştimir. Çağrılmayan misafir yine üsteledi.
– Yok, sen karıştırmışsın… Tavlıkay’a yol diğer taraftan. Orada arkadaşların da şaşırmış, bekliyorlar.
Böyle bir konuşma oldu ve Taştimir, kızarak, fırlayıp kalktı:
– Niye at sineği gibi yapıştın başkan şoförü. Gitsene kendi yoluna!…
– Giderim gitmem. Orasını ben bilirim. Burası, bizim yer. – O, yaklaşmaya başladı. – Sadece şunu söylüyorum. Sen bizim kızlara ilişme! Daha çok da Mevsile’ye…
Taştimir tam o anda bu “vizit”in sırrını anladı. Gülümsedi.
– Sırıtma, görenler var. Bunun için de ikaz ediyorum… – Ama başkan şoförü, Taştimir’in elindeki levyeyi fark etti ve kendi arabasına doğru yürüdü.
Bunu beklemiş gibi, bir yerlerden, herhâlde yerin altından çıktılar; türlü renklerde çiçekli elbiseler giyen inek sağıcılar, gürültü yaparak gelip, onları kuşattılar. Aralarında daha büyük olanlar da var.
– A, aa kaza!
– E, sen, Zöfercik, niçin zorda kalan birine yardım etmiyorsun? Güzel değil…
– E, o, bugün yeni kıyafet giymiş, kızlar, kirlenirim diye korkuyor.
Kızların çillilerinden biri Taştimir’e baktı ve:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dinis-bulekov/yabanci-69499228/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İrik Kinyebulatov, Dinis Büläkov 50 Yäş, Başqŭrtŭstan Resbublikahı Yaźıwsılar Soyuzu, Başqŭrtŭstan, 1994, s. 3.

2
M. Geynullin, Ğ. Höseyinov, Sovyet Başqŭrtŭstan Yaźıwsıları, Ǚfǚ, 1988, s. 83.

3
Kinyebulatov, age., s. 3.

4
Geynullin, vd., age., s. 83.

5
Kinyebulatov, age., s. 3.

6
Geynullin, vd., age., s. 83.

7
Kinyebulatov, age. s. 4.

8
Kinyebulatov, age. s. 4.

9
Küzbekov, age., s. 216.

10
Konuyu, romana göre daha kısa ve sade anlatan edebî tür.

11
Kinyebulatov, age. s. 4.

12
Bulat Rafikov, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Ğümǐr Bǐr Gǐnä, Ǚfǚ, 1994, s. 7.

13
Kinyebulatov, age., s. 4.

14
Rafikov, agm, s. 5.

15
Kinyebulatov, age., s. 10.

16
www. bashkortostan450.ru/celebrities/writers/bulyakovbashedu.ru. (Erişim tarihi 13.8.2010)

17
Zinnur Nurğelin, “Awılımdıŋ Aq Ǚyźärǐ”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 83.

18
Robert Bayımov, “İlhamlı Ğümǐr”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 175.

19
Fenil Küzbekov, “Ğümǐrkäyźär Bǐr Gǐnä …”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 208.

20
Küzbekov, agm., s. 208.

21
Ravil Bikbayev, “Yaqtı Dǔnyalarźan Kitmäyäsäk…”, Dinis Büläkov Xakında İśtälǐktär, Ǚfǚ, 2007, s. 11.

22
Bayımov, agm., s. 174.

23
Bayımov, agvm., s. 176.

24
Bayımov, agm., s. 178.

25
Kinyebulatov, age., s. 5.

26
R. Bayımov, vd, Yǐgǐrmǐnsǐ Bıwat Başqŭrt Äźäbiyätǐ, Ǚfǚ, 2003, s. 547-548.

27
Esret Mirzahitov, “Kiläsäk Xätǐrźä Tamırlana”, Ağiźǐl, 1994, s. 5-6.

28
Rafikov, agm., s. 7.

29
“Dinis Büläkovtıŋ Romandarında Zaman Problemaları”, (yayın yeri ve yılı yok),s. 14.

30
Bayımov, agm., s. 177.

31
Rafikov, agm., s. 7.

32
Gereyeva, agm., s. 190-192.

33
Rusça kollektivnoye hozyaystvo (müşterek ekonomi) tabirinin kısaltılmış şekli; zirai işlerin yapılması adına sosyalist esaslar çerçevesinde kurulan devlet çiftlikleri.

34
Dondurma. (Rusça)

35
Nehir boyunca olan çalılık, ağaçlık.

36
Her iki tarafına kova takarak suyu omuzda taşımak için kullanılan ağaç.

37
Para birimi.

38
Dökme demirden yapılan kap.

39
İlkbaharda ekim işleri tamamlandıktan sonra yapılan millî bayram.

40
1 tsentner, 100 kilogram

41
Akordeona benzer bir müzik aleti.

42
Sovyetler Birliği’nde ziraat için kurulan büyük çiftlikler.

43
Komünist gençlik birliği.
Yabancı Dinis Bülekov

Dinis Bülekov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yabancı, электронная книга автора Dinis Bülekov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв