Karakalpak Halk Masalları

Karakalpak Halk Masalları
Anonim


Karakalpak Halk Masalları

HAYALÎ MASALLAR

ABAT BATIR
Evvel zamanda dört arkadaş varmış. Birincisinin yedi yıllık ölüye can verebilme, ikincisinin bir gecede bir şehri inşa etme, üçüncüsünün bir şehri ikinci bir şehre taşıyabilme yeteneği varmış. Dördüncüsü de korkusuz bir yiğitmiş. Bu yiğidin adı Abat’mış. Dört arkadaş ormanda birlikte giderken yerde yatan kemikleri görmüşler. Abat Batır, ölüye can verene:
– Hani, yedi yıllık ölüye can veririm diyordun, şu yerdeki kemiğe can ver, demiş.
– Hayır, burada kerametimi sınayıp ne yapacaksın, lazım olduğunda gösteririm, demiş. Abat Batır onun sözünü dinlemeyip, eline kılıcını alıp öldürürüm diye korkutmuş ve o kemiği diriltmeye mecbur etmiş. Yanındaki iki arkadaşı zikir çekip ölüyü dirilten dua okumuşlar. Biraz zaman geçtikten sonra kemiğe bir hayvanın silüeti gelmiş. Duayı bırakıp:
– Tamam mı, diye sormuş.
– Hayır! Bu nasıl bir hayvandır, yüzünü göster, demiş Abat Batır. O hayvan kaplanmış.
– Şimdi oldu, gidelim, demiş can veren adam, O zaman Abat Batır:
– Hayır! Yüzünü gösterdikten sonra canlandırman da lazım, demiş. Tekrar zikir çekip dua okumaya başlamış. Biraz sonra kaplan canlanarak kükreyince hepsi sağa sola kaçışmış. Bir ara Abat Batır toparlanarak arkadaşlarımı bulayım diye geri geldiğinde arkadaşları da kaplan da ortalıkta yokmuş. Bağırarak aramış ama hiçbir yerden ses gelmemiş. Sonra Abat Batır rastgele yoluna devam etmiş. Günlerce yol gidip aç bitap kalıp silahları sırtında, ölesiye yorulmuşken önüne bir şehir çıkmış. Kendi kendine “Bu şehir de nereden çıktı?” diyerek şehre girmiş. Fakat şehirde kimse yokmuş. Her yer yıkık dökük, viraneymiş. Şehri dolaşırken şehrin kenarında bir kara ev görmüş. Kapısının önünde bir kara tay bağlı duruyormuş. Bu evde kim yaşıyor acaba diye merak eden Abat Batır evi uzaktan gözetlemiş. Bir kızın eve girip çıktığını görmüş. Evin önündeki ata yem veren kız tek başına o evde yaşıyormuş. Abat Batır üç gün kızı takip etmiş. Evin etrafında hiç erkek görünmüyormuş. Abat Batır “Evde niye tek başına yaşıyor, bunun bir sebebi olmalı?” diyerek gece yarısı evin önüne varmış. Kapıyı açıp baktığında, iki çıra yakıp divanın üstünde uyuyan kızı görmüş. Sağ tarafta duvarda asılı duran erkek elbisesi ile kızın başucunda duran büyük bir ayna varmış. Abat Batır elindeki kılıcı kınına koyup, eve girmiş. Etrafta canlı kimse yokmuş. Abat Batır uyuyan kızın elinden tutmuş ve kız korkuyla uyanarak üç kez:
– Bırak, diye bağırmış. Abat Batır bırakmamış. Sonra kız:
– Bedenim senin olsun demiş. Bunu duyan Abat Batır kızı bırakmış. Kız kendisinden başka ilk kez bir insan görüyormuş, kız Abat Batır’a bakarak:
– Aynada gördüklerim doğruymuş demek ki, demiş. Abat Batır duvarda asılı duran erkek elbisesini göstererek:
– Bu kimin elbisesi, diye sormuş. Kız:
– Dinle, başımdan geçenleri anlatayım demiş. Eskiden bu şehre düşman saldırmış. O zaman ben iki üç yaşlarındaymışım. İki üç yaşlarımda düşmanın saldırdığını anlayıp korkumdan tandırın içine saklanmışım. Düşman bu şehirdeki insanların çoğunu öldürmüş, kalanları da buradan göç ettirmişler. Düşmanın işine yaramayan bu uyuz kara tay burada kalmış. Düşman gittikten sonra ocaktan çıktım. Sonra tayla arkadaş olduk. Geride kalan tohumları yetiştirerek bugüne kadar geldik. Büyüdükten sonra bu evi yaptım. Bu erkek elbisesini ve şu aynayı buldum. Bu erkek elbisesini giyip aynaya baktığımda, “Demek, erkek böyle oluyormuş.” dedim. O aynada gördüğüm erkek tam senin gibiydi, onun için şaşırdım, demiş. Kız hemen divandan inerek erkek elbisesini giymiş ve Abat ile beraber aynaya bakmışlar. İşte o sırada ikisi anlaşıp karı koca olmuşlar. Kız kara tayı Abat Batır’a vermiş. Bir gün Abat Batır:
– Yoldaşım, artık çalışalım, diyerek şehri dolaşmaya çıkmışlar. Dolaşırken eyer ve koşum bulmuşlar. Kara taya eyer ile koşumu takıp hayvan avlamaya başlamışlar. Böylece günler geçip gitmiş. Günlerden bir gün eşi Abat Batır’a:
– Dostların var mı, diye sormuş. Abat Batır:
– Var hem de nasıl, dostlarım var, demiş.
– O dostlarının ne gibi yeteneği var, diye sormuş eşi.
– Birisi yedi yıllık ölüye can veriyor, birisi bir şehri başka bir şehre taşıyor, birisi de bir gecede bir şehir inşa ediyor, demiş.
– Pekiyi senin ne tür yeteneğin var, diye sormuş, eşi.
– Çelik zırhım, çam saplı mızrağım, kara atım olsa, bir padişahın askerlerine karşı duracak gücüm var, diye cevap vermiş Abat Batır.
– Eşi, pekiyi o dostlarından nasıl ayrıldın, diye sormuş. Abat Batır başından geçen olayları baştan sona anlatmış. Eşi de bu dinlediklerini hafızasına kaydetmiş.
Şehrin yanından bir nehir geçiyormuş. Kız her gün o nehirden su alıyormuş. Bir gün kız nehirde yıkanmak istemiş ve bir dalıp çıkayım diyerek soyunup suya girmiş. Suda yüzerken akıntıyla gelen bir ağacın dalı kızın saçının bir örgüsünün üçte birini alıp götürmüş. Kız sudan çıkınca kendi kendine “Dal suyla akıp gidip de Kısırav padişaha denk gelmez, inşallah. Padişah saçımı görüp de bana âşık olursa o zaman kötü şeyler olabilir. Nehri bulup kocamın başına iş açabilir.” diye düşünmüş. Çünkü kızın saçı mücevher gibi güneş ışığıyla parıldarmış. Nehrin sonunda yurduna saldıran Kısırav padişahın ülkesi varmış. Padişah nehirde ne görürse sopayla kontrol edermiş.
Gerçekten de kızın düşündüğü gibi olmuş. Dal akıp gidip Kısırav padişahın köprüsüne takılmış. Cellâtlar güneşte parıldayan bir şey görmüşler. Alıp baktıklarında dala takılı duran şeyin insan saçı olduğunu anlamışlar. Saçı padişaha götürmüşler. Padişah da saçın sahibine âşık olmuş.
O ülkede bir cadı varmış. Yedi milletin dilini bilirmiş. Sihir ile hangi sarayda neler olduğunu da anlarmış. Padişah cellâtlarına cadıyı getirmelerini emretmiş. Cellâtlar cadıyı getirmişler. Padişah cadının önüne kızın saçını koyup:
– Bu saç nedir, kimindir, bunu bilebilir misin, diye sormuş. Cadı önüne saç koyulur koyulmaz:
– Bu o kızın saçı, ama o kız seni kabul etmez, demiş.
– Padişah kırk bin askerim var, nasıl teslim olmaz bana? Onun nerede olduğunu söyle demiş. Cadı:
– Eskiden saldırdığın bir şehirde üç yaşlarında bir kız ve bir uyuz kötü tay kalmıştı. O kız bu yıl kemale ermiş, uyuz tay da olgunlaşıp küheylan olmuş. Altı ay önce o kıza yolunu kaybeden Abat Batır diye biri rast gelmiş. Kız o kahramana bedenini teslim etmiş. Kız sıcaktan bunalıp nehirde yıkanırken saçı dala takılmış ve saçın bir parçası sana kadar gelmiş. Sen bu kızı zorla alamazsın. Abat Batır seksen bin askerini de yok eder. Onu ancak hileyle alabilirsin, demiş.
– O zaman sen kızı bana getirebilir misin, diye sormuş padişah.
– Cadı, yedi tepsi altın verirsen Abat Batır’ı öldürüp kızı önüne getiririm, diye cevap vermiş. Hazineden yedi tepsi altın verilmiş. Daha sonra cadı:
– Ayrıca bana beş yüz asker, hızlı bir gemi ile içer içmez insanı öldüren zehir vereceksin, demiş. Padişah hepsini hazırlatmış. Cadı ve askerler gemiye binip yola çıkmışlar. Günlerce yol gidip şehre varmışlar. Bir ormanın içine gemiyi çekip askerlerle beklemişler. Güneş battıktan sonra cadı beş yüz askerle şehre girmiş. Sonra da askerleri geminin yanına göndermiş. Cadı tan atana kadar orada durmuş. Tan attıktan sonra kumdan bir mezar yapıp çengel ile çevreleyip başına sopa sokup eline çubuk alıp oturmuş. Tan attıktan sonra Abat Batır her zamanki gibi ava çıkmış. Ava çıkarken şehrin batı tarafında kalabalık asker izi dikkatini çekmiş. Abat Batır izleri takip etmiş. Takibin sonunda elinde çubuk olan yaşlı bir kadının mezar başında ağlayarak dövündüğünü görmüş. Yaşlı kadına selam verip halini hatrını sormuş. Yaşlı kadın:
– Benim halkım buralardan göçtü. Yerdeki izler göçenlerin izi. Tek çocuğum vardı ve hastaydı. Sonra kader onu benden aldı. Onun kemiklerini bırakıp gidemedim, demiş.
– Anladım, sana çok yazık olmuş. Bizim evimiz buralarda. Benim ninem olur musun? Her gün gelip çocuğunu görürsün. Evede gelinin var. Ona da yoldaş olursun, demiş.
– Ah yavrum, sana nine olayım, diye cevap vermiş. Abat Batır cadıyı alıp evine götürmüş. Karısına:
– Sana arkadaşlık edecek bir nine buldum, demiş. Kız yaşlı kadının yüzüne bakar bakmaz cadı olduğunu anlamış:
– Bulmuşsun cadını, diye söylemiş. Bunun üzerine yaşlı kadın yüksek sesle ağlamaya başlamış.
– Bende cadılık, sahtekârlık ne gezer, tek çocuğunu kaybetmiş bir garibanım, diyerek yalandan ağlamış. Bunu gören Abat Batır:
– Ne diyorsun sen, yaşlı bir kadın ne yapabilir? İkimiz oturacağımıza üçümüz oturalım, demiş. Yaşlı kadını evde bırakıp kendisi ava gitmiş. Yaşlı kadın evde kalmış. Yaşlı kadın kızın gönlünü hoş edip öz ninesi gibi yakın olmuş. Kızın güvenini kazanmış. Abat’ın karısı güvenip bütün tenceresini, tabağını kendiliğinden yaşlı kadına teslim etmiş. Artık biri oğlu biri de kızı gibi olmuş.
Bir gün Abat Batır ava çıkmamış. Biraz rahatsızmış. Dinlenmek için evde kalmış. Cadı:
– Ah yavrum, üşütmüşsündür sen. Acılı bir yemek yapayım sana, terleyip iyileşirsin, demiş ve yaşlı kadın yemek hazırlayıp getirmiş.
– İçine acı biber kattım, demiş. Ama Abat Batır’ın tabağına zehir atmış. Abat Batır yemekten bir kaşık yemiş:
– Nine, yemek çok acı, demiş.
– Yavrum, acı biberi çok kattım. Gözünü yum da ye demiş. Abat yemeğini yedikten biraz sonra kendinden geçip uykusu gelmeye başlamış.
– Uykum geldi, nine, demiş.
– Uykun geldiyse uyu. Acı hastalığını iyileştiriyor onun etkisi demiş. Abat Batır horuldayarak uykuya dalmış. Bir süre sonra horultuları azalmış. Daha sonra da sesi kesilmiş. Abat Batır’ın sesi kesilince cadı içinden “kesin öldü” demiş.
– Yiğidin derin uyuyor yavrum. O uyurken suya gidip gelelim. Akarsuyu görmek iyi gelir. Gönlün de zihnin de açılır. Dolaşıp hava alalım, demiş cadı Abat Batır’ın eşine.
– Tamam, olur, ana demiş o da. İkisi beraber suya gitmişler.
– Cadı, yavrum, ikimiz sırayla suya girelim, demiş. Kız tamam deyip girmiş.
– Madem suya girdik, oyun oynayalım, sudan dışarı çıkma demiş cadı. Cadı hemen padişahın askerlerini çağırmış. Askerler kızı suyun içinden yakalayıp giyindirmişler. Hemen gemiye bindirip Kısırav padişaha götürmek üzere yola çıkmışlar. Kız yiğidinin geleceğini ümit ederek ağlayıp sızlamış. Kendi kendine, “Kara küheylan uçan kuş gibiydi. Şimdiye kadar arkamızdan yetişmiş olmalıydı. Cadı az önceki yemeğe bir şey kattı galiba.” demiş. Günlerce yol gittikten sonra Kısırav padişahın ülkesine varmışlar. Kızı padişaha götürmüşler. Kızı gören padişah görür görmez ölesiye âşık olmuş ve kıza:
– Benim olacaksın, demiş.
– Padişahım, bir şartım var. O şartımı yerine getirirseniz sizin olurum, demiş.
– Şartını söyle! Hallederiz, demiş padişah.
– Şehrin doğu tarafına insanoğlunun aklının almayacağı bir şehir inşa ettir. Bunu bir gecede bitirt. Sonra şehri yapan kişi, beni getiren nine ve üç kızınla bir gün birlikte eğleneceğiz. Eğleneceğimiz gün, güneş battıktan sonra sarayda çıra yakılmayacak. Hiç kimse dışarı çıkmayacak. İçmek için alkol gibi ihtiyaçlarımızı karşılayacaksın. Eğlenceden sonra nikâh kıydırıp sizin olacağım, demiş. Padişah:
– Tamam, demiş. “Bir gecede şehir inşa edebilecek kim varsa padişahın huzuruna gelsin, şehir inşa edecek olan kişiye padişah istediğini verecektir.” diye ilan verilmiş. Abat Batır’ın üç dostu da bu şehirdeymiş. İlanı duyan üç dostu padişahın huzuruna çıkmışlar:
– Bir gecede şehir inşa edebiliriz. Ancak bir şartmız var. Güneş battıktan sonra şehirde parlayan bir ateş ve insan olmasın, o zaman şehir inşa edebiliriz, demişler. Padişah da “Şehirde parlayan bir ateş ve insan olmasın. Kim bu emre uymazsa öldürülür ve malı padişahlığın olur!” diye ilan verdirmiş. Abat Batır’ın dostları o akşam şehri kurmaya başlamışlar. Abat Batır’ın eşinin gözüne uyku girmemiş. Abat Batır’ın üç dostunun şehri inşa etmek için padişahın huzurna çıkmalarını dileyip beklemiş. Pencereden baktığında binlerce insanın olduğunu kalabalığın yere göğe sığmadığını görmüş. Abat Batır’ın dostlarının da aralarında olduğunu anlamış. Sabaha kadar şehri inşa etmişler. Böyle olunca da kızın padişahtan istediği gibi şehri inşa eden üç kişi, padişahın üç kızı ve cadı bir gece birlikte eğlenmişler. Eğlence sırasında kız cadıyı ve padişahın kızlarnı sarhoş edip Abat Batır’ın üç dostuyla tanışmış:
– Abat Batır adlı kahramanı tanıyor musunuz, diye sormuş.
– Tanıyoruz.
– Ben Abat Batır’ın karısıyım. Bu cadı Abat’ı zehirleyerek öldürdü. Beni de buraya getirdi, demiş. Sonra kız bir şehri başka bir şehre taşıyana:
– Benim şehrimi buraya getir demiş. O da dışarı çıkmış. Az sonra sert bir fırtına başlamış. Fırtına şehri kaldırmış. Bir süre sonra fırtına durmuş.
– Getirdim şehri, demiş şehri taşıma yeteneği olan. Kız Abat Batır’ın üç dostu ile dışarı çıktığında şehrin tam evin yanına taşındığını görmüş. Kara tay da orada duruyormuş. Dördü beraber eve girdiklerinde, Abat Batır yarı çıplak halde yatıyormuş. Yedi yıllık ölüye can verme yeteneği olana:
– Oku, demiş. İkisi zikir çekmiş, ölüyü canlandıran da dua etmiş. Biraz zaman geçtikten sonra Abat Batır canlanarak:
– Çok uyumuşum diyerek yerinden fırlamış. Gözünü açtığında üç dostunu görmüş. Kucaklaşıp ağlaşmışlar:
– Siz nereden çıktınız, diye sormuş Abat Batır. Onlar olan bitenleri tek tek anlatmışlar. O zaman Abat Batır ölüp dirildiğini öğrenmiş.
Abat Batır dışarı çıkmış ve hayalinin yetmeyeceği benzersiz güzellikte olan bu şehri görmüş. Abat Batır’ı cadının uyuduğu odanın önüne götürmüşler. Karısı içeriye girip cadıyı uyandırmış ve dışarıya çıkarmış. Cadı dışarı çıktığında, Abat Batır’ı canlı, kara küheylanın da bağlı olarak durduğunu görmüş. Cadı çok korkmuş. Onlar hemen orada cadıyı kılıçtan geçirmişler.
Sonra Abat Batır padişahın üç kızını dostlarıyla nikâhlamış.
Kısırav padişah sabah kalkıp baktığında şehir ve şehre dair hiçbir şey yokmuş. Kızları da cadı da evlenmek isetiği kişi de yokmuş. Sağa sola bakmış ki şehir inşa eden üç kişinin de olmadığını görmüş. Bu başına gelen belanın o üç kişinin başının altından çıktığını şehri onların götürdüğünü anlamış ve kırk bin askerini alıp Abat Batır’la savaşmak üzere yola çıkmış. Günlerce yol gittikten sonra Abat Batır’ın şehrine gelip onunla savaşmış. Bu savaşta kırk bin askerin hepsi ölmüş. Abat Batır Kısırav padişahı yakalayarak kılıçla öldürmüş. O şehrin insanları ülkelerine tekrar kavuşmuşlar. Böylelikle Abat Batır padişah olmuş ve hepsi muradına ermiş.

KIRAN
Eskiden bir padişah varmış. O padişahın bir oğlu varmış. Bir gün padişah tek çocuğuna özel bir şehir yaptırmış. Yanına kırk yiğit yoldaşı ile zevk-ü sefa sürmesi için şarkıcılar getirtip yaptırdığı şehre bırakmış.
Günlerden bir gün oğlu babasına haber göndermiş. “On yedi yaşıma geldim, gücüm kuvvetim yerinde, ava çıkıp seyran edeyim desem altımda atım yok, belimde kemer, elimde aksungur kuşum yok.” demiş. Padişah, oğluna silahını, bakımlı küheylanını ve padişahlığına yakışır aksungur kuşunu göndermiş. Silahlarını kuşanıp atına binip şehzade ava çıkmış. Avda önünden bir ceylanın kaçtığını görmüş. Ceylanı yakalamak için kuşunu göndermiş ki bir fırtına kopmuş. Yeryüzünü karanlık kaplamış. Padişahın oğlu ceylanın da kuşun da nereye gittiğini anlamayarak şaşıp kalmış. Biraz zaman geçtikten sonra güneş açmış. Güneş açınca padişahın oğlu ceylanın büyük bir çeşmenin yanında durduğunu görmüş. Bu çeşmede atını sularken suya yansıyan bir güzelin siluetiyle karşılaşmış. Etrafına baktığında, etrafta kimse yokmuş. Padişahın oğlu oracıkta o silüete âşık olmuş. Babam bu kızı bana bulmazsa başımı alıp giderim buralardan diye düşünmüş. Aksungur’u bırakıp babasının yaptırdığı şehre geri gelmiş. Şehre geldikten sonra babasına “Suda silüetini gördüğüm kızı bana alsın. Olmazsa ben aramaya çıkacağım.” diye haber göndermiş Babası da “O silüete âşık olmasın boşuna. O silüete bizim dedelerimiz de âşık olmuş ama bulamamışlar. Başka istediği kızı alırım, gidip böyle söyleyin.” diye haber göndermiş. Padişahın oğlu da “O kızı almazsa başımı alıp giderim.” demiş. Padişah çocuğunun gitmekte kararlı olduğunu anlayınca yanına beş yüz asker vermiş. Padişahın oğlu beş yüz askeri yanına alıp dağlardan geçiyorken başka askerlerin bir adamın elini bağlayıp götürdüklerini görmüş. Padişahın oğlu bu adama acıyıp, onu kurtarmak istemiş:
– Bırakın, adamı diye seslenmiş. Söyleyen padişahın oğlu olduğu için adamı serbest bırakmış askerler. Bırakılır bırakılmaz adam hemen gözden kaybolmuş. Bu adamın adı Kıran’mış. O kadar hızlı bir adammış ki altı aylık yolu bir atlamayla gidermiş. Gözden kaybolunca askerler:
– O Kıran adında babanın nefret ettiği bir adam. Şimdi babana ne diyeceğiz, demişler.
– Eyvah, o zaman ben suçluyum. Edepsizlik ettim, artık babamın yüzüne hayatta bakamam, diyerek yanındaki beş yüz askeri geri göndermiş. Ve kendisi dağlara doğru tek başına yol almış. Yolda giderken bir dağın başında ağlayan çok uzun boylu bir adam görmüş. Bu adamdan korkarak oradan kaçmaya başlamış. Adam gür bir sesle bağırmış:
– Sen kaçmakla kurtulamazsın. Ben senin ahiretlik dostunum, korkma beri gel, demiş. Dikkatlice baktığında az önce kurtardığı adam olduğunu anlamış. Yanına çağırıp kucaklaşmışlar.
– Benim adım Kıran. Babanın en büyük düşmanıyım. Beni yakaladılar. Götürüp öldüreceklerdi, sen beni ölümden kurtardın, demiş. Sonra da Kıran, padişahın oğlunu yaşadığı yere götürmüş. Beraber orada yaşamaya başlamışlar. Günlerden bir gün padişahın oğlu yatarken iç çekmiş. Kıran yerinden fırlayıp:
– At kişnese, sürüsünü özler, yiğit iç çekse yurdunu özler, derler. Ne oldu? Tek tek anlat, isteğini yerine getireyim, demiş. Padişahın oğlu da âşık olduğu kızı anlatarak aklında hep o kızın olduğunu söylemiş.
– Kolay, bu gece o kızı buluruz, demiş. Akşama kadar Kıran dağın başına odun toplamış. Güneş batıp karanlık düştükten sonra:
– Ben gidiyorum. Sen buradan ayrılma. Odunları sürekli yakıp otur. Ateş sürekli yanmazsa ben yolumu şaşırırım, demiş ve Kıran yola çıkmış. Padişahın oğlunun âşık olduğu kız peri padişahının küçük kızıymış. Kıran bunu biliyormuş. Kıran, peri padişahının ülkesine doğru yönelmiş. Tan atmak üzereyken padişahın oğlu uykuya dalmış ve ateş sönmüş. Korkuyla uyanan padişahın oğlu telaşla ateşi yakmış. Akşam olunca Kıran gelmiş:
– Padişahın oğlu ey, Kıran ağa kız nerede, diye sormuş.
– Dur kardeşim, bir sabah olsun, kızı getirdim demiş. Ve sonunda sabah olmuş. Kıran cebinden küçük bir anahtar çıkarıp padişahın oğluna vermiş:
– Atına bin, şu yolla git. Karşına bir uçurum çıkacak. Uçurumun kenarına bir sandık getirip koydum. O sandığı aç. İçinde bir boz güvercin var. O güvercin derin uykuda. Ayak bağı var, eline sağlamca bağla. Atının yularını da beline sağlamca bağla. Sonra da gagasına bir vur. Uyanıp gökyüzüne uçmak isteyecek atın da aşağı çekecektir. O sırada ölecek gibi olursan ben getirmedim, Kıran ağa getirdi diye söyle demiş. Padişahın oğlu ata binip yola çıkmış. Kıran’ın söylediği yere varmış. Sandığı açmış ve ayağından sağlamca tutup eline bağlamış. Atın yularını da beline bağlamış. Sonra gagasına vurmuş. Güvercin gökyüzüne uçmak istemiş ki atı yere doğru çekmiş. Ayağı yerden kesilip ölecek gibi olmuş, padişahın oğlu.
– Ben getirmedim, Kıran ağam getirdi, diye bağırmış padişahın oğlu. Sonra güvercin uçmayı bırakmış.
– Kıran ağan beni niçin buraya getirdi, Kıran ağana gidelim demiş güvercin. Güvercin Kıran’ın yanına gelmiş.
– Kıran ağa, niçin beni oraya getirdin, diye sormuş.
– Seni bu kişiyle kader bir araya getirmiş. Onun için getirdim, diye cavap vermiş.
– Öyleyse tırnağıma bir bakayım, demiş güvercin. Tırnağına baktığında, kaderin onları birleştirdiğini görmüş.
– Kıran ağa dediğin doğruymuş. Kabul ettim diyerek don değiştirip padişahın oğlunun önceden gördüğü silüetteki kız olmuş. O günden sonra üçü o dağda yaşamaya başlamış.
Bir gün padişahın oğlu gece yatarken iç çekmiş.
– Sen niye iç çekiyorsun? Yurdunu mu özledin? Anne baban var mı, diye sormuş kız.
– Ben padişahın oğluyum. Anne babam var, demiş.
– O zaman yurduna dönelim, demiş kız.
– Dönelim diyerek yerinden fırlamış. Atını hazırlayıp silahlarını kuşanmış, padişahın oğlu.
– Dur, edepsizlik etme! Tan atsın, Kıran ağaya söyleyelim. Hangi yolla gideceğimizi soralım, demiş kız.
Tan atmış. Kıran’ın yanına gidip, yurduna dönmek için izin istemiş padişahın oğlu. Kıran izin vermiş.
– Haydi, Kıran ağa, yolu tarif et, demiş padişahın oğlu.
– Şu yoldan devam et. Epey bir süre yol gittikten sonra yol iki ayrılacak. İkiye ayrıldığı yerde bir yazı var. Birinde “Kestirme, kestirme de olsa dolambaç.” diye yazılı, diğerinde ise “Dolambaç, dolambaç da olsa kestirme.” diye yazılı. “Dolambaç da olsa kestirme.” yazılı yoldan devam et. “Kestirme de olsa dolambaç.” yazılı yoldan gitme demiş. Kızla beraber padişahın oğlu yola çıkmış. Günlerce yol gittikten sonra yolun ikiye ayrıldığı yere gelmişler. Padişahın oğlu “Kestirme, kestirme de olsa dolambaç.” yazılı yoldan yürümeye karar vermiş. Kız:
– Kıran ağanın söylediği yoldan devam edelim başımıza bir bela gelir, demiş. Kızın sözünü dinlemeyip “Kestirme, kestirme de olsa dolambaç.” yazılı yoldan devam etmiş, padişahın oğlu. Bayağı yol gittikten sonra önlerine bir şehir çıkmış. Şehrin bir tarafı dağ, bir tarafı denizmiş. Sadece kuşlar uçarak geçebilirmiş denizden. Başka bir canlının geçebilmesi mümkün değilmiş.
– Ben söylemiştim. Kıran ağanın dediği çıktı. Atı çevir, geri dönelim, demiş kız.
– Buraya kadar gelmişken dağın içine girip bakayım. Sen atı tutup bekle. Hemen girip çıkacağım, demiş padişahın oğlu. Dağın içine girip gezerken bu dağın içinde devlerin yaşadığını anlamış, padişahın oğlu. Devler bir yere toplanmış, konuşuyorlarmış. Devler içlerinde yaşça küçük olana:
– İçeriye biri girdi galiba. Etrafı kolaçan edip gel, demişler. Dev etrafı dolaşırken padişahın oğlunu görmüş. Atmacanın serçeyi yakaladığı gibi padişahın oğlunu ensesinden yakalayıp devlerin yanına götürmüş. Devlerden biri yerinden kalkıp:
– Göğsünden bir parça alıp ateşte tütsüleyin, demiş. Büyükleri ayağa kalkıp:
– Ateşte tütsülenen adamın ağzı kalır mı, götürüp zindana atın demiş. Padişahın oğlunu götürüp zindana atmışlar. Bir gün padişahın oğlu ne yapacağını düşünürken Kıran’ın belki lazım olur diye, üç tüy verdiği aklına gelmiş. Hemen bir tüyü ateşle yakmış. Padişahın oğlu tüyü yakar yakmaz Kıran hemen gelmiş ve padişahın oğluna:
– Savaşmaya var mısın, diye sormuş
– Varım, demiş, padişahın oğlu. Kıran, padişahın oğlunu zindandan çıkarıp devlerle savaşmışlar. Devlerin hepsini öldürmüşler ve şehre girip şehir padişahın oğlunun olmuş. O sırada padişahın oğlunun aklına dışarıda bekle dediği kız gelmiş.
Dışarıya çıkıp bakasa ki kız orada yokmuş. Kızı bıraktığı yerde göremeyince Kıran’ın yanına gideyim demiş. Kıran’ı da yerinde bulamamış. Kız, kendi kendine “İkisini de kaybettim. Yurdumu bulayım.” diyerek yola çıkmış. Kıran da kızı aramak için gitmiş. Kız yurdunu bulup evine varmış. O sırada Kıran varıp kızı atıyla alıp kaçmış. Kıran kızı şehre getirmiş. Padişahın oğlu çaresiz bekliyormuş. Onları görünce çok sevinmiş. Sonra üçü birlikte o şehirde kalmışlar.
Bir gün Kıran ile padişahın oğlu ava gitmiş. Kız da şehri dolaşmaya çıkmış. Dolaşırken bir yerde iki atın bağlı durduğunu görmüş. Şu hayvanlara yazık, serbest bırakayım diyerek iplerini çözmüş. Atlar silkinmiş ve biri sarı biri de beyaz dev olmuş. Devler hemen kızı alıp kaçmışlar. Kıran ile padişahın oğlu avdan geldiklerinde kızın evde olmadığını görmüşler. Hemen atların bağlı olduğu yere gitmişler. Vardıklarında atların yerinde olmadığını görmüşler ve kızın atların ipini çözdüğünü anlamışlar.
– Eyvah, burada iki dev bağlıydı, onları serbest bırakmış. Aramamız lazım, demişler. Kıran aramaya çıkmış, kızı. Dünyanın yedi köşesini bir gecede dolaşmış fakat hiçbir yerde bulamamış. Başı öne eğik gelmiş:
– Hiçbir yerde izini bulamadım demiş, padişahın oğluna.
– Kıran ağa, biraz daha arasan, belki gitmediğin yerler vardır, demiş, padişahın oğlu.
Kıran düşünerek:
– Şu denizin ortasında bir ada var. Sadece oraya bakmadım. Geri kalan her yere baktım, demiş.
– Kıran ağa, o adaya da baksan, demiş.
Kıran düşünceli bir şekilde:
– Suya karşı çaresizim fakat bir defa riske gireyim demiş. Ertesi gün Kıran adaya gitmiş. Zar zor ulaşıp kızı aramaya başlayan Kıran onun bir barakanın içinde oturduğunu görmüş. Kıza buraya neden geldin diye sormuş. Kız konuşamıyormuş. İşaretle iletişim kurmuş. Çünkü devler kızı konuşamaz hale getirmişler. Kıran kıza:
– Sana bir akıl vereyim. Devler gelince ne yap et, kendi dilimde de sizin dilinizde de konuşabileyim. Çok korktum, bana yoldaş olun. Bir yere giderken de canınızı bırakıp gidin diye söyle demiş. Kız tamam anlamında başını sallamış Kıran o gün gün boyu adanın bir kenarında saklanmış. Devler geldiği zaman:
– Siz gittiğiniz zaman ben tek başıma korkuyorum. Bundan sonra bir yere gidrken yanıma canınızı bırakıp gidin, demiş. Ertesi gün devler canlarını kızın yanına bırakıp gitmişler. Devler gittikten sonra Kıran gelip:
– Canlarını bıraktılar mı, diye sormuş.
– Evet, demiş.
– Nerede diye sormuş.
– İşte, orada diye canı göstermiş.
– Canlarını bana ver, demiş.
– Hayır, veremem. Kimseye verme diye söylediler, demiş.
– Bakıp geri vereceğim, demiş.
– Al, deyip canı vermiş. Canı alınca tırnağını batırmış. Biraz sonra:
– Bizim canımıza eziyet eden de kim, diyerek iki dev gelmiş. Kıran’ı görüp:
– Vay vay! Kıran ağa, sen miydin, demişler.
– Kızı niye buraya getirdiniz, diye sormuş, Kıran.
– Senin tanıdığın olduğunu bilmiyorduk. Ne istersen yaparız ama canımızı bize geri ver, demişler.
– Aldığınız yere götürün, demiş Kıran. Devler kızı hemen aldıkları yere götürüp bırakmışlar. Sonra devler izin istemişler Kıran izin vermemiş.
– Bu şehri yerinden kaldırıp bu delikanlının babasının şehrinin doğu tarafına yerleştireceksiniz, demiş.
– Tamam, deyip şehri olduğu gibi kaldırıp Kıran’ın söylediği yere yerleştirerek canlarını istemişler. Kıran canlarını geri verip devleri göndermiş.
Padişah sabah dışarı çıkıp doğu tarafa doğru baktığında insanın aklının almayacağı güzellikte desenlerle inşa edilmiş şehir görmüş. Nereden çıktı bu şehir deyip ülkesindeki cadıyı o şehre göndermiş. Cadı şehre varıp etrafı dolaşmaya başlamış ama etrafta kimseler yokmuş Bir evi gözüne kestirmiş. Evin kapısından içeri baktığında başköşede uyuyan bir delikanlı ile sağ tarafta dönüp duran Kıran’ı görürmüş. Cadı padişaha varıp gördüklerini anlatmış. Padişah cadıya:
– O dönüp duran adamı yakalayıp getir, demiş.
– Yakalayayım. Ama bana onun için hazinedeki zehirden vermen lazım, demiş. Cadı zehri alıp o şehre gidip eve girmiş.
– Gel, anne, demiş kız.
– Geliyorum yavrum, deyip gireken ayağı takılmış ve elindeki zehir ocağın üstüne dökülmüş. Bir damla zehir de kızın yüzüne sıçramış. Kız ölecek gibi olmuş. Kıran kızın öleceğini anlayınca kızın yüzündeki zehri emmiş. O sırada padişahın oğlu uyanmış:
– Kıran ağa! Sen de çok hevesliymişsin, demiş
– Öyle değil, dostum, yaşlı bir kadın gelip zehir saçtı. Kızın yüzüne damlayan zehri çıkarıyordum, demiş. Padişahın oğlu buna inanmamış.
– O zaman ben gidiyorum diyerek Kıran evden çıkıp gitmiş.
– Kız neden inanmıyorsun, ben de hemen kanadımı kuyruğumu toplayıp uçup giderim, demiş.
O sırada padişahın askerleri toplanarak şehre oklarala saldırmaya başlamışlar. Padişahın oğlu ne yapacağını bilemeyip Kıran’ın verdiği tüylerden ikincisini yakmış ama Kıran gelmemiş. Üçüncüsünü de yakmış. O vakit Kıran:
– Gelmeyecektim ama çok istedin demiş. Padişahın oğlu Kıran’dan özür dilemiş. Kıran da affetmiş. Kıran dışarı çıkıp heybetiyle padişaha:
– Ben Kıran’ım, sinirlenirsem şehrini yerle yeksan ederim diyerek haykırmış. Senin tek çocuğuna suda silüetini gördüğü kızı buldum. Sonra da yeni bir şehir inşa edip, senin yanına getirttim, demiş.
Padişah askerlerine ok atmayı durdurun diye emretmiş. Askerler silahlarını bırakmışlar. Padişah oğluyla gelinini görüp mutlu olmuş. Düğün yapıp oğlunu tahta oturtmuş. Oğlu da Kıran’ı veziri yapmış. Adaletli padişah, adaletli vezir olarak şanları tüm dünyaya yayılmış.

AKKUVBAY PADİŞAH
Akkuvbay padişah Karakuş ile savaşıp üstü başı paramparça olup ölmek üzereyken kuşa dönüşmüş ve uçarak ihtiyar bir karı kocanın evinin çatısına konmuş. İhtiyar kadın:
– Bunu bize Tanrı göndermiştir. Yakalayıp kesip yiyelim, demiş kocasına. O zaman Akkuvbay:
– Beni kesip yerseniz bir kere doyarsınız ama benim yaramı iyileştirirseniz, ben sizin isteklerinizi yerine getiririm, demiş. İhtiyar adam Akkuvbay’ı çatıdan alıp yaralarını iyileştirip birkaç gün evinde bakmış. Akkuvbay yaraları iyileşip kendine geldikten sonra:
– Şimdi beni uçur. Ne zaman ben gözden kaybolursam uçtuğum tarafa doğru beni aramaya çık. Neye ihtiyacın olursa yardımcı olurum, demiş ve Akkuvbay padişah uçup gitmiş.
Akkuvbay gözden kaybolduktan sonra ihtiyar adam eline bastonunu alıp aramaya gitmiş. Ararken bir yerde at sürüsüne rastlamış.
– Bu kimin atı diye sormuş ihtiyar adam, seyise.
– Akkuvbay padişahın atı, diye cevap vermiş adam.
İhtiyar yoluna devam etmiş. Biraz gittikten sonra önüne deve sürüsü çıkmış.
– Bu develer kimin devesi diye sormuş ihtiyar adam.
– Akkuvbay padişahın develeri, demiş deveci. İhtiyar yine yoluna devam etmiş. Bir süre sonra yayılmakta olan koyun sürüsüyle karşılaşmış.
– Kimin koyunları diye sormuş, ihtiyar adam.
– Akkuvbay padişahın koyunları, diye cevap vermiş, çoban. İhtiyar adam Akkuvbay padişahın bu kadar zenginliğini görüp şaşkınlık içinde araya araya padişahın sarayını bulmuş.
Padişah, ihtiyar adamı kabul emiş. Ona çok hürmet etmiş. İhtiyar adam dört beş gün misafir olduktan sonra:
– Karım evde tek başına kaldı, izin verirseniz evime döneyim, diyerek Akkuvbay padişahtan izin istemiş.
– Uzak yerden gelmişken keşke bir iki ay kalsaydınız. Madem öyle beni takip edin, demiş ve ihtiyar adamı hazinenin olduğu yere götürmüş. Altı farklı odanın içinden geçip yedinci odaya girmişler. Padişah büyük bir sandığı açıp içinden küçük bir sandık çıkarmış:
– İster dışarıda yayılan hayvanlarımı al, ister bu sandığı al, kendin bilirsin, demiş.
– Hayvanlara bakacak kimsem yok, alsam sürüp götüremem. Taşıması kolay, bu sandığı alayım, demiş ihtiyar adam. Akkuvbay padişah sandığı vermiş:
– Bu sandığın değeri yayılan hayvanların değeri kadardır. Sakın yolda açma. Evine varınca açarsın, demiş ve helalleşip ihtiyarı yolcu etmiş.
İhtiyar yola çıkıp biraz yol gittikten sonra “O kadar hayvanı verdi almadım da şu küçük sandığı aldım. Bunun içinde ne var acaba, çok da hafif, çok uzaklaşmadan şurada açıp bir bakayım.” diye düşünmüş ve sandığı açmış. İhtiyar sandığı açar açmaz içinden çok sayıda hayvan çıkıp doğru yaylıma gitmiş. İhtiyar şaşkınlıkla bir oraya bir buraya koştursa da hiçbirini yakalayamamış. Bu sırada bir kara kuş uçup gelmiş:
– Ya hayvanlarından ya da çocuğundan vazgeç demiş, ihtiyar adama.
“Bu kadar hayvandan nasıl vazgeçerim, zaten daha yeni mal sahibi oluyorum. En iyisi evladımdan vazgeçtim diyeyim. Evimde sadece ihtiyar karım var, çocuğum yok. Benim neyimi alacak.” diye düşünmüş, ihtiyar adam. Ve:
– Çocuklarımı verdim, demiş kara kuşa. İhtiyar adam öyle der demez az önce sandıktan çıkıp sağa sola dağılan hayvanların hepsi sandığın içine geri girmiş. İhtiyar sandığı sırtlanıp evine varmış.
İhtiyar evine vardığında on yedi yaşında bir çocuk:
Babamın borcunu ödemeye gidiyorum, deyip evden çıkmış. İhtiyar, karısına:
– Bu kimin çocuğu, diye sormuş.
– Vay, başımıza gelenler, sen hâlâ bilmiyor muydun? Sen giderken ben bu çocuğa aşeriyordum. Sen gideli de bayağı yıl oldu. Allah’ın izniyle doğup delikanlı oldu, demiş karısı. İhtiyar koşarak evden çıkıp oğlunun arkasından bağırmış ama çocuk arkasına bakmadan gitmiş. Karı koca mal sahibi olsun. Sonrasını çocuktan dinleyelim.
Çocuk uzun süre gittikten sonra bir nehrin yanına varmış. Nehre ağ atan bir ihtiyara rastlamış. İhtiyara selam vermiş ve babasından dolayı başından geçenleri anlatıp padişahın ülkesini sormuş.
– Evladım, sen daha gençsin. Kendini ölüme atacağına bundan kurtulmanın yolunu söyleyeyim, demiş ihtiyar.
– Söyle bakalım. Ne yaparsam ölümden kurtulurum, diye sormuş çocuk.
– Karakuş padişah ağzı dualı kişidir. Onun üç kızı var. En küçük kızı babasından fazladan bir dua daha biliyor. Sen o küçük kızını bul. Seni ölümden kurtarırsa o kurtarır, diyerek çocuğa Karakuş padişahın ülkesine nasıl gitmesi gerektiğini tarif etmiş. Çocuk Karakuş padişahın küçük kızını bulup niçin geldiğini anlatmış. Padişahın kızı:
– Babamın üç şartı var. Kapısında bağlı duran kara atı var. Gelen adamları o atı sulatmaya gönderiyor, birinci şartı bu. At önden yaklaşanı ısırıyor, arkasından yaklaşanı tepiyor. Gelen adamların hepsi o at yüzünden ölüyorlar. Senden de o atı sulamaya götürmeni isteyecek. O zaman sen evin sağ tarafında duran büyük baltayı alıp git. At ısırmaya kalkarsa, başına vur. Tepecek olursa ayağına vur. Ondan sonra at sakinleşir. O zaman atın üstüne bin, atı sulayıp getirip yerine bağla demiş. Böylelikle babamın birinci şartını yerine getirmiş olursun. İkinci şartını gelince söyleyeceğim, demiş ve çocuğu babasıyla görüştürmek için içeri aldırmış. Çocuk padişahın huzuruna çıkmış:
– Efendim, babam size bir çocuk borçluymuş. Ben onun çocuğuyum, demiş.
– Geldiğin iyi oldu. Ahırda bağlı kara at duruyor. Onu sulayıp getir ve yerine bağlayıp yem ver, demiş. Çocuk kızın söylediği gibi evin sağ tarafında duran baltayı eline alıp atın yanına varmış. At ısırmaya kalktığında, başına balta ile vurmuş, at tepmeye kalktığında ayağına vurmuş. Sonra at sakinleşmiş. Çocuk ata binip sulamaya götürmüş ve sulayıp geri getirmiş. Getirdikten sonra ata yem verip padişahın huzuruna çıkmış:
– Atı sulayıp getirdim ve yerine bağladım, demiş çocuk. Karakuş padişah şaşırmış.
– Şimdi bir gecede nehre köprü yapacaksın. Köprünün hiçbir yerinde kusur olmasın. Bir tarafından yuvarlanan yumurta, diğer tarafına sarsılmadan gidebilsin. Eğer bir yerinde kusur bulunursa ölüm cezasına çarptırılacaksın, demiş padişah çocuğa.
– Çocuk padişahın küçük kızına gelip babasının emrettiği işi söylemiş. Padişahın kızı:
– Sen bu iş için kendini zorlama. Bu iş senin elinden gelmez. Ben dev perileri çağırıp bir gecede köprüyü hazır ettireceğim. Sabah olunca köprünün yanına varıp başında bekle. Sonra babam gelir ve köprüyü beğenir demiş. Çocuk kızın evinde yatarken kız bütün dev perileri çağırmış ve gece boyunca dev periler köprüyü yapmışlar. Çocuk erkenden kalkmış ve köprünün başında padişahı beklemeye koyulmuş. Biraz vakit geçtikten sonra padişah yanında beş altı adamıyla gelmiş. Köprünün bir o tarafına, bir bu tarafına bakmış. Köprünün hiçbir yerinde kusur bulamamış. Yumurta yuvarlatıp denemiş, yumurta köprünün hiçbir yerinde sarsılmadan yuvarlanmış. Karakuş padişah köprüyü beğenmiş. Ancak bu işleri küçük kızının yaptığını anlamış.
Karakuş padişah ertesi gün çocuğu çağırmış:
– Benim üç kızım var. Üçünü güvercin yapıp sana göndereceğim. Küçük kızımı yakalarsan hayatta kalırsın ve o kızımı sana veririm. Eğer büyük kızlarımdan birini yakalarsan ölüm cezasına çarptırılacaksın, demiş. Çocuk padişahın küçük kızının yanına gelmiş, babasının şartını söylemiş.
– Yarın biz güvercin olduğumuzda birbirimizden ayırt etmen zor olacak. Ben diğer iki güvercini gagalayacağım. O zaman beni yakalarsın, demiş. Padişah ertesi gün çocuğu huzuruna çağırmış üç kızını üç güvercine çevirmiş. Ve:
Küçük kızımı yakala demiş. Küçük kızı yanındaki iki güvercini gagalamaya başlamış. Çocuk gagalayan güvercini yakalamış. Padişah sonra üç kızını üç tavuğa çevirmiş. Küçük kızı yanındaki tavukları gagalamaya başlamış. Çocuk gagalayan tavuğu yakalamış. Padişah küçük kızını orada çocuğa vermiş. Kız çocuğa:
– Babamın iki tane çok hızlı giden atı var. Ben onları getireyim. İkimiz iki ata binip senin ülkene kaçalım. Burada kalırsan sana bir zarar gelir, demiş. Çocuk da kabul etmiş.
Bir gece vakti kız babasının iki atını getirmiş. İkisi iki ata binip kaçmışlar. Karakuş padişah onların kaçtıklarını anlayınca, karakuş olup arkalarından kovalamış. Tam yetişeceği sırada ikisi iki güvercin olup kaçmışlar. Karakuş padişah laçin olup kovalamış. Onlar iki ördek olup kaçmışlar. Tam yetiştiğinde ikisi iki eski ev olup orada durmuşlar. Sonra Karakuş padişah:
– Ben gidiyorum diyerek kıble tarafa doğru uçup gitmiş. Onlar da insana dönüşmüş, atlarına binmişler ve çocuğun evine varmışlar. İhtiyar adamla karısı çocuklarının sağ salim gelinle dönmesine sevinip düğün yapmışlar ve muratlarına ermişler.

ZOR BİR HAYAT YAŞAYAN DELİKANLI
İki delikanlı çalışıp para kazanmak için tüccarlarla yola çıkmışlar. Tüccarlarla biraz gittikten sonra birisi oradan ayrılıp başka tarafa gitmiş. Diğeri ise tüccarlarla yoluna devam etmiş. Tek başına giden delikanlı birkaç gün yol gittikten sonra bir köye varmış. Köyde in cin top oynuyormuş. Bütün evler boş, hayvanlar sahipsiz kalmış durumdaymış. Ne olacaksa olsun bir eve gireyim demiş ve büyük bir eve girmiş. Eve girdiğinde, bir kızın başköşede yüklüğün üstünde oturduğunu görüp:
– Orada ne yapıyorsun, diye sormuş.
– Soracağına beni indir. Ondan sonra niye oturduğumu söylerim, demiş. Delikanlı kızı yere indirip niçin oturduğunu sormuş:
– Her zaman ejderha gelip insanları yutuyordu. Ben de o zaman bu yüklüğün üstüne çıkıp kurtuluyordum. Dün halkımızı ejderha yuttu. Ben buraya oturup sağ kaldım. Benim burada oturmamın sebebi bu, demiş kız.
– Öyleyse sen benimle evlenir misin diye sormuş delikanlı.
– Evlenirim diye cevap vermiş, kız. Delikanlı bir dizini müftü, bir dizini de kadı edip nikâhını kıymış. Sonra eşi ayağa kalkıp:
– Senin halkın var mı? Yurdumuzu ejderha yuttu. Tekrar padişahlık yapacak, mala mülke sahip olacak insan lazım. Halkın varsa buraya göçür, demiş.
– Fakir halkım var. Bu çok iyi oldu, göçüreyim, demiş. Delikanlı yanına yuvarlak bir altın alıp halkını göçürmek için yurduna gitmiş. Halkını göçürüp hepsini yeni ülkeye yerleştirmiş. Halk delikanlıyı padişah olarak seçmiş ve delikanlı padişah olmuş.
Sonrasını eski yol arkadaşı olan delikanlıdan dinleyelim. O delikanlı da tüccarlarla beraber bir şehre varmış. Orada ekmek satıp para kazanıp geçinmeye başlamış. Sonra biraz para biriktirmiş. Evlenmiş dükkân açmış ve ünlü bir zengin olmuş.
Bir gün o delikanlının dükkânına bir dilenci gelip dilenmiş. Delikanlı sadaka olsun diye bir şeyler vermiş. Sonra da kendi kendine “Bu dilenci şehir şehir, ülke ülke gezen birisi. Yola beraber çıktığım dostumu sorayım. Belki biliyordur. Bilmiyorsa da bir gün karşılaşabilir.” diye düşünmüş. Delikanlı dilenciye dostunu tarif etmiş. Ancak dilenci öyle birini görmediğini söylemiş. Delikanlı:
– Sen gezen bir adamsın. Bir gün karşılaşırsan ona benim iyi ve çok zengin olduğumu söylersin. Eğer ekonomik durumu kötüyse yanıma gelsin istediği kadar para verebilirim, demiş.
Dilenci bir yerde durur mu, hay hak deyip yoluna devam etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dilenci başka bir ülkeye gitmiş. O ülke padişah olan delikanlının ülkesiymiş. Dilenci, padişahın sarayına gidip yatayım diye düşünmüş. Sonra padişahın sarayına gidip o gün orada misafir olmuş. Akşam laf lafı açmış. Dilenci kendisine dostumu bul diyen delikanlının hikâyesini anlatmış. Padişah kendi kendine “Anlattığı kişi benim dostum. Bununla selam göndereyim. Padişah olduğumu ve ülkeme davet ettiğimi söylesin.” diye düşünmüş ve dilenciye söylemiş.
Aradan günler geçmiş, dilenci dükkân açan delikanlının ülkesine gitmiş. Dostunun haberini ulaştırmış. Maşallah, ben dükkân açıp zengin oldum o ise padişah olmuş ya. Dostumun ülkesini gidip göreyim demiş ve bir gün arkadaşının ülkesine gezmeye gitmiş. İkisi kucaklaşıp öpüşüp, hal hatır sormuşlar. Arkadaşının sarayında bir hafta kaldıktan sonra ülkesine dönmek için izin istemiş. Ayrılırken dostu padişaha şöyle demiş:
– Evinde bir hafta kaldım. Hürmet gösterdin, teşekkürler. Padişahlığında da sınır yok, ama senin sadece bir eksikliğin var, demiş.
– Nedir o, söyle, elimizden gelecek bir şeyse düzeltiriz, demiş padişah.
– Senin karın ejderhaymış. Her zaman şehir dolduğunda yutuyormuş. Karının ejderha olup olmadığını anlamak için akşam olunca keyfim yok, hastayım, gece susadığımda içerim diyerek başucuna bir tabak su koydur. Sonra da uyumuş gibi ses horla. Senin iyice uykuya daldığını düşündüğünde o suyu köpek gibi şapırdatarak içecek. İşte o zaman ejderha olduğunu anlayablirsin. İkinci olarak da yarın ülkenden altmış bir usta topla ve araba yaptır. Karın bunu niye yaptırıyorsun diye soracak. O zaman dün dostum geldiğinde düğününe davet etti. Düğüne ikimiz gideceğiz dersin. O eğlenceyi sever, sevinçten kahkaha da atar. Sonra arabaya oturup yola çıkarsınız. O susuzluğa dayanamaz. Bir yere geldiğinizde susayıp su ister. Az kaldı, işte geldik, işte su diye diye yüksek dağlara kadar varırsın. O zaman fırtına başlar. Arabaya koştuğun atın ipini kesip arabayı devir. Sonra da ata binip kaç. Karın susuzluğa dayanamayıp çatlayıp ölür. Bu şekilde kurtulabilirsin demiş ve padişahın dostu ülkesine dönmüş. Padişah akşam olunca karısına:
– Biraz rahatsızım, yorgunluk var. Bana döşek ser, başucuma bir tabak su koy, gece susarsam içerim, demiş ve yatmış. Gece yarısı karısı tabaktaki suyu köpek gibi şapırdatarak içmiş. Sabah olunca padişah altmış bir usta çağırıp araba yapın diye emretmiş. Padişah emreder de durulur mu, o gün araba hazır edilmiş. Padişah karısını arabaya bindirip atı da koşup yola çıkmışlar. Epey bir yol gittikten sonra yanına aldıkları su bitmiş. Karısı çok susamış ve içecek su istemiş. Padişah az kaldı, işte geldik deyip bir dağın eteğine varmışlar. O sırada fırtına başlamış. Padişah atın iplerini kesip bırakmış. Sonra da ata binip arkasına bakmadan uzaklaşmış. Ejderha kadın oracıkta haykırarak çatlayıp ölmüş. Padişah, karısının sesi kesildikten sonra geri gelmiş ve öldüğünü görmüş. Ejderhanın kayışını kesip beline bağlamış. Artık senden kurtuldum diyerek arkasını dönüp sarayına varmış ve tahtına oturmuş.
Birgün padişah gölün kenarında balık avlayıp geçinen bir ihtiyarın kızı olduğunu duymuş. O kızı istetip almış. Birkaç gün sonra ayı günü gelip, karısı kız doğurmuş. Kız on beş yaşına geldiğinde bir gecede kaybolmuş. Tek evladı kaybolan padişah çok üzülmüş. Her tarafa adam göndermiş. Kızı kimse bulamamış. Padişah bütün vezirlerini çağırıp:
– Gitmediğimiz, bakmadığımı yer nere kaldı, diye sormuş. Birisi:
– Çok uzakta avcılık yaparak geçinen iyi nişan alan bir adam var. Sadece o kaldı. Belki kızınızı o görmüş olabilir, demiş. Padişah bir vezirini gönderip o adamı getirtmiş ve kızını sormuş.
– Efendim, sizin kızınızı görmedim. Ancak gözünle gördüklerini, başından geçenleri anlat derseniz anlatayım, demiş.
Padişah da anlat, demiş. O da anlatmaya başlamış:
– Benim hayatım avcılık ile geçiyor. Bir gün bir yaban atı avladım. Akşam o atı pişirip yerken insan suretinde birisi yanıma gelip oturdu. Yemeğim bitmek üzereyken, geldiği taraftan tekrar ormana girip kayboldu. Tek başıma kalınca korkmaya başladım. Atımın koşumlarını uzunlamasına saksaul ağacının üstüne attım. Üstüne kaftanımı serip bir yere oturup saklandım. Benim oturduğumu görmüş olmalı geri gelecektir diye düşündüm. Gecenin bir vaktinde atım huysuzlanıp kulaklarını dikip durdu. Ben de tüfeğimi elime alıp hazırlandım. Az önce gördüğüm şey geri geldi. Kaftanımı serdiğim saksaul ağacını kucakladı. O zaman iniltili bir ses duyuldu. Tüfeğimle nişan alıp vurdum. Neyse ne sabah olunca görürüm diyerek tüfeğimi başucuma koyup uyudum. Sabah olunca baktığımda tırnakları bir karış bir şey duruyor. Tırnakları saksaul ağacına girmiş. Bu jeztırnak adında bir hayvanmış. Efendim, başımdan böyle bir hadise geçti ama sizin kızınızı hiçbir yerde görmedim. Başka gördüklerini anlat derseniz anlatayım, demiş nişancı. Padişah:
– Anlat, demiş.
– Bir gün hayvan avlayıp akşam bir yerde yiyordum. Boyu bir karış, saçı ayağına kadar uzun bir garip geldi. Oda yemeğini kazana koydu ve ateş yakıp oturdu. Ben oturursam o da oturdu, ben kalksam o da kalktı. Kazanın altına odun atsam o da kazanın altına odun attı. Bir ara kazandaki yemeğim pişti bulamaç yaptım. O da bulamaç yaptı. Kazana bulamaç koydum. O da bulamaç koydu. Yemeğimi tabağa koyup yesem o da yemeğini tabağına koyup yemeye başladı. Ben ne yapsam o da onu yapıyor, iki gözünü benden ayırmıyordu. Ondan önce yemeğimi bitirip onu vurup öldüreyim diye düşündüm. Ondan önce yemeğimi bitirdim ve tüfeğimi elime alıp ateş ettim. Hemen orada can verdi. O insan yiyen “Albastı” denen mahlûkmuş. Efendim, ben böyle belayı gördüm ama sizin kızınızı görmedim. Başka gördüklerini anlat derseniz anlatayım, demiş nişancı. Padişah nişancıya gördüklerini anlatması için yine izin vermiş.
– Bir gün avdan dönerken bir ak yılan ile bir kara yılanın kavga ettiğini gördüm. Kara yılan ak yılanı öldürmek üzereydi. Ak yılanı kurtarıp, kara yılana ateş ettim. Mermim ak yılana değdi, oracıkta can verdi. Kara yılanın sırtına üç saçmam isabet ettiği halde sağ kalıp kaçıp gitti. Yanıma üç adam gelip:
– Sen padişahımıza kötülük ettin. Ak yılan padişahımızın karısıydı. Seni padişaha götüreceğiz diyerek yerin altına doğru götürdüler. Yerin altına girerken tüfeğimi dışarıya bıraktım. Adamlar beni yerin altındaki yılan padişahının huzuruna çıkardılar. Padişah:
– Ak yılanı neden vurdun diye sordu. Ben olan biteni anlattım.
– O kara yılanı görsen tanır mısın diye sordu padişah.
– Tanırım, dedim padişaha. Padişah yerin altındaki ve üstündeki bütün yılanları getirtip tek tek göstermiş. Fakat yılanların arasında kara yılan yokmuş. Nişancı:
– Bunların arasında o yılan yok demiş padişaha. Bunun getirtmediğimiz hangi yılan kaldı, diye sormuş padişah. Birisi kalkıp:
– Uzaktaki adada yedi yılan var. Sadece onlar kaldı, demiş. Padişah, o yedi yılanı da getirtmiş. Nişancı yedi yılandan ilk altısına bakmış:
– Bunlar da değil demiş. Yedinci yılanı gördüğünde:
– Benim vurduğum kara yılan bu. Sırtına isabet eden üç saçmamım izi hâlâ iyileşmemiş, demiş. Padişah hemen kara yılanı yakalatıp boynunu bağlatarak asıp öldürtmüş.
Ondan sonra padişah, nişancıya:
– Senin suçun yokmuş. Suç kara yılandaymış, diyerek eline yuvarlak bir altın vermiş ve yerin altından üstüne çıkartmış. Nişancı yerin üstüne çıktıktan sonra bıraktığı tüfeğii almak istemiş. Baksa ki sadece tüfeğinin iskeleti kalmış. Gerisi yanıp kül olmuş. Ben tüfeksiz nasıl yaşarım, bari elimdeki altınla bir tüfek alayım diye şehre gitmiş, nişancı. Bir adamın elinde tüfek olduğunu görmüş. Adam:
– Kim bir yuvarlak altın verirse ona bu tüfeği vereceğim, diye bağırıyormuş. Nişancı yuvarlak altınımı verip, o tüfeği almış. Tüfeği aldıktan sonra mesleği olan avcılığa devam etmiş.
Nişancı bir gün tüfeğini omzuna atmış giderken bir kaplanın gölde büyük bir oğlak ile çekiştiğini görmüş. Bir ara kaplan oğlağı havaya fırlatmış. Oğlak biraz öteye düşmüş. Nişancı da baltasını eline alıp oğlağı öldürmüş. Orada, kaplan ile beraber oğlağı yiyip yatmışlar. Bir gün sabah kaltığında kaplan ortalıkta yokmuş. Şimdi gelir diye düşünmüş ama o gün kaplan gelmemiş. Ertesi gün nişancı kaplanı aramak için yola çıkmışken kaplanın karşıdan geldiğini görmüş. Kaplanın eskisi gibi keyfi yok ve sırtı yara içindeymiş. Nişancı kaplanın sırtına ilaç sürmüş ve birkaç gün sonra yarası iyileşmiş. Birgün, kaplan yine ortadan kaybolmuş. Nişancı iki günbeklemiş ama kaplan gelmemiş. Başına bir iş gelmiş olmalı diyerek aramaya çıkmış, nişancı. Ararken iki ölü kaplana rastlamış. Birisi nişancının dostu olan kaplanmış. Diğeri ise nişancıyı yemek için arkasından takip eden kaplanmış. Nişancının dostu olan kaplan bunu farkedip diğer kaplana saldırınca ikisi de ölmüş. Nişancı dostu olan kaplanı gömüp üzüntüyle dönerken önüne bir kız çıkmış. Nişancı kendi kendine “Önüme bir şeyler çıkıp duruyor. Bu kız da bana düşmandır.” diye düşünüp kızı yanına yaklaştırmadan ateş etmiş. Kız mermi isabet edince inleyerek ağlamaya başlamış. Nişancı kızın yanına yaklaştığında:
– Ben sana on beş yıldır uzaktan âşığım. Seni aramaya çıkalı günler oldu. Sonunda senin merminle ölüyorum, demiş ve gözlerini yummuş. Nişancı da kızı orada yıkamış Güzelce gömüp üstüne mezar yapmış. Bunları hepsini nişancı padişaha anlatmış. Son olarak da belki o kız sizin kızınızdı, demiş ve susmuş. Padişah bunun üzerine o kızın kendi kızı olduğunu anlamış. Padişah, nişancıyı dünya ahiret damat ilan edip vezir yapmış.

ÇARK-I FELEKLİ ÇOCUK
Eskiden bir padişahın oğlu varmış. Padişahın oğlu bir gün şehre gitmiş. Pazarda bir adamın:
– Çark-ı felek satıyorum diye bağırarak dolaştığını görmüş. Padişahın oğluu hemen o adamı çağırmış:
– Çark-ı feleğin ne özelliği var, diye sormuş.
– Sağ kulağını büksen gökyüzüne uçar ve uçup görmediğin şeyleri gösterir. Sol kulağını büksen yere iner, demiş. Padişahın çocuğu adamın istediğini verip on bin altına çark-ı feleği satın almış. Bir gün evdekilere belli etmeden, kimseye göstermeden çark-ı feleğine binip sağ kulağını bükmüş ve uçmuş. Güneş batarken de bir yere konmuş. Nereye gitsem diye düşünürken kenarda bir evde ateş yandığını görmüş. Çark-ı feleği bir yere bırakıp o eve gitmiş. Gittiği ev yaşlı bir kadının eviymiş. Çocuk yaşlı kadın ile konuşup tanıştıktan sonra yaşlı kadının evde tek başına çarık yaparak geçindiğini öğrenmiş. Yaşlı kadın çocuğa:
– Ne iş yapıyorsun, diye sormuş.
– Kaybolmuş, sahip çıkacak birini arayan biriyim, demiş.
– Ah yavrum, benim oğlum da yok, kızım da yok tek başımayım. Otuz kadar hayvanım var. Onlara baksan, olur yavrum, demiş yaşlı kadın.
– Tamam, anne, deyip kabul etmiş çocuk.
O gün çocuk yemeğini yiyip dışarı çıktığında doğudan ve batıdan iki ayın çıktığını görüp:
– Anne, anne! Bu taraftan bir ay, şu taraftan bir ay çıkmış. Bu nedir, diye sormuş. Yaşlı kadın çocuğa:
– Bu taraftaki bildiğin gökyüzündeki ay. Şu taraftaki insan yüzü görmemiş, tek başına bir yerde oturan padişahın kızının güzelliğidir evladım, demiş.
Çocuk sabah günlük elbiselerini giyip hayvanlara bakmaya gitmiş. Akşam gelip yemek yedikten sonra yatmış. Çocuk yaşlı kadın uyuduktan sonra gece yarısı kalkıp padişahın kızı ile tanışmaya gidip geri eve dönmüş. Sabah olduğunda padişahın kızının yüzünde sivilce çıkmış diye söz yayılmış.
Sabah padişahın kızına bakan hizmetçiler kızın yüzündeki sivilceyi görünce kızın yanına bir erkeğin geldiğini anlamışlar. Bu erkeği bulmak için köyün başından başlayıp aramaya başlamışlar. Ararken sıra yaşlı kadınının evine gelmiş. Yaşlı kadın onlara belli etmeden uçarak hayvanları gütmeye giden padişahın çocuğunun değerli elbiselerini bir sepete koyup tezek toplayan yaşlı bir kadın gibi evinden çıkıp gitmiş. Arama yapan padişahın adamları yaşlı kadını görüp şüphelenmişler. Yaşlı kadını çağırıp üstünü aradıklarında sepetteki değerli elbiseleri görmüşler.
– Bu elbiselerin sahibi nerede, hemen söyle diye çıkışmışlar padişahın adamları yaşlı kadına.
– Bu elbisenin sahibi hayvanları gütmeye gitti, demiş yaşlı kadın. İki adam gidip çocuğu hayvanları güttüğü yerden alıp padişahın yanına götürmüşler. Padişah çocuğa:
– Sen kızıma layık delikanlıymışsın ama sen bize haber vermediğin için suçlusun. Onun için bunu temiz bir yere götürüp kellesini alıp yakın. Külünü kızımın yüzüne serpin, demiş padişah kendi adamlarına.
Padişahın emriyle cellâtlar çocuğun kellesini almak için hazırlanmışlar. O zaman çocuk cellâtlara:
– Ağalar, beyler, beni öldürmeyin. Bu çark-ı feleğimi tamir edeyim, ben öldüğümde mezarımın başına dikersiniz, demiş. Cellâtlar izin verip kenarda konuşurlarken çocuk çark-ı feleğinin sağ kulağını büküp uçarak kaçmış. Bu duruma Cellâtların ağzı açık kalmış. Çocuk akşam gelip padişahın kızını alıp bir ormana götürmüş. O ormanda birkaç yıl yaşamışlar. Delikanlı hayvan avlamış, karısı ağaçlardan meyve toplamış. Bunları yiyerek hayat sürmüşler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra karısı hamile kalmış ve altın perçemli erkek çocuk doğurmuş. Erkek çocuğu altı yaşına geldiğinde gümüş perçemli kız doğurmuş. Oğlu da kızı da akıllı, zekiymiş. Kız üç yaşına geldiğinde altı yaşındaki ağabeyine:
– Abi, bizler buralarda ne yapıyoruz, bizim hısım akrabalarımız yok mu? Anneme sor. Ancak annem söylemezse o zaman “Anne bana kavurga kavur.” de. Kavurga tam kavrulmadan ocaktan alıp vermesini iste. Kavurgayı kaşıkla verirse yeme. Elinle ver de. Eliyle verirken sıcak kavurgayı eline bastırırıp “Yerimiz, yurdumuz neresi?” diye sor, demiş. Çocuk kız kardeşinin dediklerini yapmış. Annesi:
– Yerimiz, yurdumuz var. Ama gidemiyoruz, demiş. Çocuğu:
– Niye gidemiyoruz diye sormuş.
– Yolda üç dev var. Gidersek bizleri öldürür, demiş. O zaman çocuk:
– O devlerden korkma, üç devi bana bırak, üçünü de öldürürüm, demiş.
– Öyleyse akşam babana ve kardeşine söyle, evladım, demiş annesi. Akşam babasına ve kardeşine söylemiş. Azıklarını hazırlayıp memleketlerine doğru gitmeye karar vermişler. Çocuk yolda üç devi öldürmüş. Sonra yurtlarına varmışlar. Padişah kızını, damadını ve torunlarını görünce ağlamış. Padişah tüm halkı toplayıp eğlence tertip etmiş. Böylece muratlarına ermişler.

MURADINA EREN ÂŞIKLAR
Çok eskiden Türkistan adlı bir şehirde Alimbet ve Kalimbet adında iki yoksul kişi varmış.
Onlar zar zor geçinmişler. Bir gün yiyecek bir şey bulsalar bir gün bulamadan yaşarlarmış. Alimbet’in, Jalimbet adında yakışıklı bir erkek çocuğu, Kalimbet’in de ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan Biybisanem adında güzel bir kızı varmış.
Jalimbet ile Biybisanem beraber büyümüşler ve birbirlerini uzaktan seviyorlarmış.
Günlerden bir gün onlar evlerine odun getirmek için ormana gitmişler. Hava çok sıcakmış. Bülbüller etrafta ötüşüyor, adeta şarkılar söylüyormuş. Jalimbet Biybisanem’in ay gibi cemaline baktıkça bakası geliyor, aşkından yüreği çarpıyormuş. İç çekerek kıza ne diyeceğini bilemeyip bir süre lal olmuş. Kendini toparladıktan sonra Biybisanem’in kulağına:
– Ey sevgilim, beni bir kere öpsen kendimi dünyanın en mutlu erkeği olarak görürüm, demiş.
– Sevdiğim, Jalimbet, seni bir kere öpmek değil, senin için hayatımı vermeye hazırım, ama şimdi değil, demiş kız.
– Niye böyle, dilberim, diye sormuş Jalimbet.
– Sen de biliyorsun, bizim buralarda anne babanın izni olmadan sevmek çok ayıp. Adam gönderip beni istet. Ondan sonra her gün sevişsek de hiç kimse bir şey söyleyemez, demiş kız. Odunları toplayıp akşam evlerine dönmüşler. Jalimbet eve geldikten sonra Biybisanem’in evine acaba elçi gönderip göndermesem mi diye düşünmekten başı ağrımış. En sonunda kızın babası başlık parası isterse nereden bulacağım, en iyisi başka şehre gidip çalışayım, para kazanıp gelip kızı isteteyeyim diye karar vermiş. Bu düşüncesini Biybisanem’e de aynen söylemiş. Delikanlı anne babasının iznini alıp vedalaşarak uzun bir yolculuğa çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, bir şehre yaklaşmış. Şehre yakın yerde büyük bir bağa denk gelmiş.
Jalimbet’in evinden aldığı azığı bitmiş, gurbette aç kalmış. Bağdaki kırmızı elmalardan gözü kalmış. Karnı acıkan delikanlı bağın sahibinden izin almadan bağa girmiş ve elmalardan yemeye başlamış. Doyana kadar yedikten sonra yorgunluktan bağın gölgesinde uyuya kalmış. Bu bağ o şehrin padişahının kızının bağıymış. Padişahın kızı haftada bir kere yanına kırk kızı alıp bu bağda gezip dolaşırmış. Kızlar bağda gezerken elma ağacının altında garip, üstü başı yırtık, yalın ayaklı bir delikanlı görmüşler. Padişahın kızı yanındaki kızlara delikanlıyı uyandırmalarını emretmiş. Delikanlı yattığı yerden kalkıp etrafına baktığında, etrafı peri kızlarıyla doluymuş. Bağın sahibinin bunlar olduğunu hemen anlamış. Padişahın kızı ise Jalimbet’in yakışıklılığını, şeklini şemalini görür görmez bu delikanlıda bir şeyler var, bu boş değil. Bununla bir gece devran sürenin başka hayali yoktur diye düşünmüş ve delikanlıya oracıkta âşık olmuş. Delikanlıya bakarak:
– Ey delikanlı, burada niye yatıyorsun, nereden geldin, kimsin diye sormuş.
Jalimbet nereden geldiğini, niçin geldiğini anlatmış. Padişahın kızı bunun üzerine Jalimbet’i alıp bağdaki sarayına götürmüş. Yıkandırıp üstüne güzel elbiseler giydirtmiş. Jalimbet üstüne elbise giyince eskisinden de yakışıklı olmuş. Kız da delikanlıya eskisinden yedi kat daha âşık olmuş. Bir süre sonra Jalimbet padişahın çocuklarından biri gibi olmuş. Onlar bu bağda kalsın, sonrasını padişahtan dinleyelim.
Bu şehrin padişahı başka bir şehrin padişahı ile savaşıyormuş. Savaşta kızın babası yenilip düşmanlara esir olmuş. Kız bağdayken düşmanlar şehri yerle bir etmişler. Bu haber kızın da kulağına gelmiş. Yanındaki kızları silahlandırıp Jalimbet’e savaşa gittiğini haber etmiş. Delikanlı da altına bir at bulup savaş meydanına atlanmış. Çok çetin bir savaş olmuş. Aradan üç gün geçtikten sonra padişahın kızı savaş meydanında ölmüş. Jalimbet de her yeri yara içinde düşmanın eline esir düşmüş. Padişah onu bir zindana kapattırmış. Bu zindanda sevdiği Biybisanem’i düşünüp efkârlı acılı türküler söyleyerek yatmış.
Sonrasını Biybisanem’den dinleyelim. Kız Jalimbet’i bekleyip gözü yollarda kalmış. Sevdiği gelmemiş. Yoldan geçen kervanlara sevgilisinden haber sormadığı gün olmamış. Geçen kervanlara:
– Dur kervan, nerelerden gelirsin, Bizim yârdan ne haber verirsin, Haber versen Jalimbet yârimden, Müjde alıp muradına erersin, demiş.
Aradan bir yıl geçmiş, iki yıl geçmiş ama yâri gelmemiş. O şehrin bir padişahı varmış. Yaşı da 60-70’lerdeymiş. Bir gün o kuş uçururken geçidin ağzında, “Jalimbet yârim.” diye ağlayan kızı görmüş. Padişah bu durumdan etkilenmiş. Biybisanem’in yanına gelip:
– Ne yapıyorsun, evin nere, kimin kızısın, diye sormuş. Biybisanem bu adamın padişah olduğunu anlamamış. Ona kimin kızı olduğunu söylemiş ama niye ağladığını söylememiş.
Padişah oradan ayrılıp sarayına gitmiş. En sevdiği vezirini çağırıp şöyle demiş:
– Şehrin kenarında Kalimbet adında fakir bir kişi yaşıyor. Onun ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan güzel bir kızı var. Ona ölesiye âşık oldum. Yanına iki asker alıp o eve git ve kızı iste. Verirse güzellikle, vermezse zorla çekip getirin, diye emretmiş.
Padişah emreder de vezir durur mu, yanına iki asker alıp kızın evine gitmiş. Kalimbet’e durumu anlatmışlar. Ancak o kızım bilir deyip söz hakkını kızına vermiş. Biybisanem gelen misafirlere:
– Canımı şimdi alsanız da o ihtiyara varmam. Bana padişahlık lazım değil. Padişahın kırk karısının üstüne kuma olmaktansa ölmek yeğdir, diye cevap vermiş Bu sözü duyan vezir yanındaki iki askere:
– Kızı hemen bağlayın, diye emretmiş.
Biybisanem’i bağlayıp saraya götürüp padişaha teslim etmişler. Padişah âşık olduğu kızın ayaklarına gelmiş olmasına sevinip kızı kendisinin gizli odasına kapatmış ve kapıya kilit vurdurmuş.
Biybisanem gizli odanın sağını, solunu incelemiş. Kendisini asmayı düşünmüş. Odada bir bıçak bulmuş. Bıçağı yenine saklayarak oturup beklemeye başlamış. Güneş batıp akşam olunca padişah odaya gelmiş. Kıza elini uzatıp oynamaya başlamış. Biybisanem de bu duruma çok karşı çıkmamış. Padişahın niyeti yavaş yavaş bozulmaya başlamış. Boş bir anda Biybisanem padişahın tam kalbine bıçağı saplamış. Padişah sessizce oracıkta ölmüş. Kız padişahı öldürdükten sonra ne yapacağını bilemeyerek paniklemiş. Eli ayağı dermandan kesilmiş. Odanın kapısını kapatıp düşünmeye başlamış. Erkek elbisesi giyip başka yerlere gitmeye karar vermiş. Hemen padişahın çıkardığı elbiselerini eline alıp bir şeye sarmış. Padişahı da odanın bir tarafına yatırıp herkes yatarken odadan dışarı çıkmış. Odayı da iyice kilitleyip anahtarını cebine koymuş. Bir yolunu bulup saraydan çıkıp şehrin dışına çıkmış. Elindeki padişahın elbiselerini giyip delikanlı kılığına girerek gece karanlığında yola koyulmuş.
Tan atarken Biybisanem uçsuz bucaksız bir ormana denk gelmiş. Ormana girip yürürken bir ateş yanıdığını görmüş. Çekinse de bir bakayım deyip ateşin yanına yaklaşmış. Yaklaşıp bakmış ki altı erkek ortalarına ateş yakmış, oturup sohbet ediyorlarmış. Onlardan biri:
– Şu halıyı kolay bir şekilde padişahın sarayından çaldım. Buna binip yarın falan ülkeye gidelim. Orada padişahın hazinesinde çeşit çeşit değerli eşyalar var gibi, demiş. Diğeri kalkarak:
– Bu halının ne özelliği var, diye sormuş.
– Sorma, arkadaş, bunun üstüne binip nereye götür desen, oraya götürür, demiş. Halıyı çalan yanındakine dönüp:
– Sen ne çaldın, diye sormuş.
– Ben bu taş tabağı çaldım. Bunu önüne koyup ne yemek istediğini söyleyince isteğini hemen yerine getirir, demiş tabak çalan. Sonra diğerlerine dönerek:
– Sizler ne çaldınız diye sormuş.
Onlardan biri:
– Ben iğne çaldım. Eğer bu iğneyi kötü bir insana batırırsak o insan hemen orada hayvana dönüşür. Bu iğnenin özelliği böyle, demiş.
Diğer hırsızlar bir şey bulamayıp elleri boş gelmişler. Biybisanem bir çalının arkasına saklanıp oturmuş ve baştan sona hırsızların bu konuşmalarını dinlemiş.
Biraz zaman geçtikten sonra hırsızlar:
– Gün doğmak üzere, yatalım, deyip her biri oturduğu yerde uzanıp uyumuşlar. Onlar iyice uykuya dalınca Biybisanem yerinden kalkıp onların yattığı yere doğru giderek halıyı ve taş tabağı almış. İğnenin nerede olduğunu ararken hırsızın birinin yakasına ilindirilimiş olduğunu görmüş. İğneyi ve taş tabağı da alıp halının üstüne binmiş ve:
– Beni Jalimbet’in olduğu yere götür, diye söylemiş. Halı bu sözü duyar duymaz gökyüzüne doğru yükselmiş. Göz açıp yumuncaya kadar büyük bir şehrin yanına gelip halı yere inmiş. Halıyı dörde katlayıp taş tabağı önüne koymuş ve – Pilav yemek istiyorum, pilav hazır ol, demiş ve der demez taş tabakta üstünde et dolu pilav hazır olmuş. Pilavı doyuncaya kadar yemiş. Tabak yine de yarıya inmemiş. Bir süre sonra kız artık doydum demiş ki tabaktaki pilav yok olmuş. Biybisanem taş tabağı halıya sarıp koltuğunun altına kıstırmış. İğneyi de yakasına ilip şehre girmiş. İnsanı şaşırtacak kadar büyük bir şehirmiş. O gün de şehrin pazarıymış. Bu şehrin padişahının kızı yanına hizmetçilerini alıp pazarı dolaşıyormuş. Şekli şemali, üstündeki elbisesi o ülkenin adamlarına benzemeyen yakışıklı bir delikanlıyı gören padişahın kızı ona hayran kalmış. Onun yanına giderek:
– Ey delikanlı, hangi ülkeden geldin, bizim ülkenin adamı değilsin galiba, ben padişahın kızıyım. Benim hizmetçim olur musun, diye sormuş.
Biybisanem padişahın kızına sırrını belli etmeden, – Ben Türkistan’dan geldim, talebeyim. Beni hizmetçi olarak yanınıza alırsanız memnuniyet duyarım, diye cevap vermiş. Amacı padişahın kızının hizmetçisi olup sevgilisi Jalimbet’i bu şehirde arayıp bulmakmış.
Biybisanem padişahın kızının hizmetçisi olmuş. Şehirde gitmediği yer kalmamış ama hiçbir yerde Jalimbet’e rastlamamış. Divane olmuş.
Bir gün padişah kızını çağırıp:
– Kızım, zindanda bir yiğit yatıyor. Ganimet olarak almıştım. Hizmetine vereyim mi, diye sormuş. Padişahın kızı babasının teklifini kabul etmiş, delikanlıyı hizmetçi olarak yanına almayı kabul etmiş.
Ertesi gün sabah kızın sarayına o ganimet olan delikanlı getirilmiş. Ayağında kelepçe takılıymış. Biybisanem bu delikanlıyı hemen tanımış. Sevdiğim yârim Jalimbet nasıl bu hale gelmiş, diye yüreği yanmış ve Jalimbet’i bu azaptan kurtarmanın yollarını düşünmüş. Jalimbet Biybisanem’i tanımamış. Kız yakasındaki iğneyi eline alıp önce padişahın kızına batırmış. Padişahın kızı kancık köpeğe dönüşmüş. Jalimbet’in arkasında duran iki asker bunu fark etmemiş. Kız Jalimbet’in yanına gidip askerlerden kelepçeninin anahtarını istemiş. Onlar:
– Anahtar padişahta. Ne yapacaksın diyerek kızı itmişler. Biybisanem elindeki iğneyi askerlere batırdığında biri eşeğe, diğeri köpek dönüşmüş. Bunu gören Jalimbet çok şaşırmış. Biybisanem, ona:
– Sen burada bekle, bir yere ayrılma. Ben padişahın hemen sarayına girip çıkacağım, demiş ve Biybisanem padişahın sarayına doğru koşmuş. Padişahın yanına varıp:
– Efendim, esir delikanlının ayağındaki kelepçenin anahtarını verin o bu haliyle hizmet edemiyor, demiş. Padişah:
– Anahtar cebimde, ama onu sana da başkasına da veremem. O delikanlı azap çekerek ölsün diye cevap vermiş. Biybisanem bu sözü duyunca bir yolunu bulup elindeki iğneyi padişaha ve yanındaki hizmetçilerine batırmış. Sarayın içinde hemen kişneyen at sesi yankılanmış. Biybisanem padişahın cebinden anahtarı almış. Atı yakalayıp üstüne binmiş. Yanına bir at daha alıp Jalimbet’in yanına varmış. Ayağındaki kelepçeyi çıkarmış. Diğer atı Jalimbet’e vermiş. Biybisanem halı ile taş tabağı arkasına yüklemiş, saraydan çıkıp yola koyulmuşlar. Biraz yol gittikten sonra Biybisanem durup atından inmiş. Jalimbet de inip Biybisanem’in yanına oturmuş. O sırada Biybisanem üstündeki erkek elbisesini çıkarıp sevinçten ağlamış.
İki âşık artık birbirine kavuşmuşlar. Başlarından geçen olayları birbirlerine anlatmışlar Kız taş tabağı önüne koymuş ve:
– Et yemek istiyoruz, demiş. Tabak birden etle dolmuş. İkisi yemek yerken şehir tarafından çok sayıda askerin geldiğini görmüşler.
Biybisanem halıyı sermiş, üstüne Jalimbet’i, iki atı ve taş tabağı koymuş, kendisi de bindikten sonra:
– Kendi ülkeme ulaştır, diye emretmiş. Halı yerden havaya yükselmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar ülkelerine ulaşmışlar.
Köylerine geldiklerinde, köyde in cin top oynuyormuş. Sadece yanmış ahırların külleri varmış. Onlar hayretler içinde şehre doğru giderken önlerine bir adam çıkmış:
– Sizler o eski lanetlenmiş yerde ne yapıyorsunuz. Padişahın huzuruna çıkacaksınız, deyip onları zincirlemiş. Onlar da hayretler içinde kalmışlar
– Ne suçumuz var, diye sormuş Biybisanem o adama.
– Siz hâlâ bilmiyor musunuz? Padişahın aradığı adamlar sizmişsiniz. Köy padişahın gazabına uğradı. Kim bu köye girerse öldürülür, malı mülkü padişahlığa teslim edilir. Padişahın emrini duymadınız mı, diye sormuş.
Onlar padişahın sarayına doğru yola çıkmışlar. Padişahın bu zulmüne ikisi de çok sinirlenmiş. Sarayın içine girince Biybisanem bir yolunu bulup elindeki iğneyi padişaha, yanındaki vezirlere ve cellâtlarına batırmış. Padişah inatçı bir eşeğe diğerleri domuza dönüşmüş.
Eşeği sıkıca tutup sokaktaki bir oduncuya teslim etmişler ve oduncuya:
– Bu eşeğe odun yükler, şehirde satıp geçinirsin, demişler. Gariban oduncu da çok mutlu olmuş.
Jalimbet padişah olmuş. İki âşık muratlarına ermişler. Birlikte devran sürmüşler, diye anlatılırmış.

KAHRAMAN ÇOCUK
Çok eskiden, Harezm padişahlığında fakir bir ihtiyar varmış. O ihtiyarın üç çocuğu varmış.
İhtiyar, çocuklarının kazandıklarını toplayıp başlarında dururmuş. Bir gün ihtiyar hastalanmış. Ölüm döşeğinde yatıyormuş. Ölmeden önce ihtiyar üç çocuğunu çağırıp onlara:
– Ben ölüyorum, ölmeden önce sizlere bir nasihatta bulunacağım. Üçünüz de birer rüya görüp yanıma gelin, demiş.
Üç çocuk ihtiyarın emrini yerine getirmek için gece rüya görme ümidiyle yatıp uyumuşlar. Gece boyu uyumuşlar ama küçük çocuktan başkası rüya görmemiş.
Sabah olmuş ve üçü de ihtiyar babalarının yanına varmışlar.
– Rüya gördünüz mü, diye sormuş ihtiyar.
– Gördük, demiş üçü birden. Önce büyük çocuk anlatmaya başlamış:
– Ben rüyamda ala küheylana binip boz ala bulutların arasında yürüyormuşum.
Ortanca oğlu:
– Ben çok zengin olmuşum, O kadar zenginim ki; on yılkı atım, binden fazla sürü hayvanım, ağıllar dolusu koyunlarım varmış, kısacası zenginlikte kimse beni geçemezmiş. Malım mülküm bana fazlasıyla yetermiş, demiş.
Sıra küçük oğluna gelmiş. Küçük oğlu anlatmaya başlamış:
– Baba, ben, bunlar gibi yalan söylemeyeceğim. Benim rüyam gerçek rüyadır. Rüyamda sen sinirli bir halde bana çubukla vuruyormuşsun. Vurduğun çubuğun ucu kırılıp bir parçası senin gözüne değiyormuş. Değince gözün çıkıyormuş, sonrasında da sen ölüyormuşsun, demiş.
Bu sözü duyan ihtiyar çocuğa çok sinirlenmiş. Yanında duran bastonunu eline almış ve bütün gücüyle çocuğa vurmuş. O sırada baston ortadan ikiye ayrılmış ve bir parçasının ucu ihtiyarın gözüne saplanmış. İhtiyar gözünü kaybedip kör olmuş. Çocuk korkuyla evden kaçmış. İhtiyar gözünün kahrına dayanamayıp büyük iki çocuğuna dönerek:
– O akılsızı yakalayıp benim önümde öldürmezseniz sizlere hakkımı helal etmem, demiş.
Çaresizce iki ağabeyi küçük kardeşlerinin peşine düşmüşler. Kovalamışlar ama yetişememişler. Daha sonra bir iki tepeyi aştıktan sonra çocuğu yakalamışlar. Ağabeyleri onu döve döve götürlerken çocuk yalvarmaya başlamış:
– Sizler iki öz ağabeyimsiniz. İhtiyar, zaten ölecek. Ben daha gencim. Sizlere her zaman binecek at, giyecek elbise, satacak mal olurum. Beni serbest bırakın, demiş. Büyük ağabeyi ikna olmamış. Ancak küçük ağabeyi kıyamayıp bırakalım, ihtiyarı kandırırız demiş. Sonunda çocuğu bırakmışlar. Çocuk da başka yere gitmeye karar vermiş. Ağabeyleri bir kenarda dursun, sonrasını küçük kardeşten dinleyelim.
Çocuk günlerce yol gitmiş. Bir gün önüne büyük bir otağ çıkmış. Çocuk o otağa girmiş. İçeride yaşlı bir adam ile yaşlı bir kadın oturuyorlarmış. Onlara selam vermiş ve içtikleri ayrandan istemiş. Yaşlı kadın bir tabağa ayran koymuş önce kendisi biraz içmiş sonra da kalanını çocuğa vermiş. Bunun üzerine çocuk:
– Senin artığını ben mi içeceğim, deyip tabağı yaşlı kadının önüne fırlatarak kapıdan çıkıp gitmiş. İhtiyar adam, “Dik kafalı bir çocukmuş, bizim çocuklarla kavga etmeseydi bari.” diye düşünmüş. Çocuk bir patika yola girip yürümeye başlamış. Biraz yürüdükten sonra yolda sağ elinin orta parmağına atını bağlayıp sırt üstü yatan bir deve rastlamış. Çocuk devin yanına varmış. Dev yeri titretircesine horlayarak uyumaktaymış. Çocuk dev uyansın diye atın ipini çözüp yularını devin ayağına bağlamış ve kendisi de ata binip çekmeye başlamış. O vakit dev uyanmış ve çocuğa bakarak şöyle demiş:
– Sen beni gafil avlayıp öldürme. Özgürken benimle çarpış ve yenersen öldür, demiş.
Çocuk devi serbest bırakmış ve ikisi çarpışmaya başlamışlar. Mücadele yedi gün, yedi gece sürmüş. Dev gücünün yetmeyeceğini anlayınca atını da bırakıp kaçmış. Devin iki kardeşi varmış. Kardeşlerini bulmuş ve onlara buralarda durmayalım kaçalım demiş. Bunlar az önceki yaşlı adam ile yaşlı kadının üç çocuğuymuş. Üçü de güçlü bahadırmış. Ne kadar bahadır olsalar da çocuğu yenemeyince kaçmışlar. Çocuk devin atına binip geyik ve yaban atı avlayarak yoluna devam etmiş. Hülasa aradan birkaç yıl geçmiş. Bir gün çocuk bir dağın yamacında yayılan sürü görmüş. Hayvanların açtığı patika yolu takip ederek yürümüş. Yol onu beyaz bir otağa kadar götürmüş. Atından inip eve girdiğinde yaşlı bir adam ile yaşlı bir kadının oturduğunu görmüş. Onlara selam vermiş.
İhtiyar çocuğu görüp:
– Evladım, kimsin, diye sormuş.
– Baba, oğlu olmayana oğul, kızı olmayana kız olurum, ben öyle bir çocuğum, demiş.
– Evladım, benim oğlum da kızım da yok. Benim çocuğum ol, demiş ihtiyar. Çocuk ihtiyarın çocuğu olmayı kabul etmiş ve orada kalmış. Bir gün ihtiyar çocuğa bir dağı göstererek:
– Evladım, şu dağın öbür tarafına çıkma. Eğer oraya çıkarsan kötü şeyler olur, diye tembihlemiş.
Çocuk her gün hayvanları otlatırmış. Bir gün düşünmüş: “Babam bu dağın öbür tarafına çıkma dedi, ne var acaba? En iyisi, bir gidip göreyim.” demiş ve atına binmiş dağın tepesine çıkmış. Sağına soluna bakarken dağın eteğinde bir beyaz otağ görmüş. Yalnızlıktan canı sıkılan çocuk atını otağa doğru sürmüş. Otağa vardığında içinde bir kızın oturduğunu görmüş. Kızla selamlaşmış. Kız:
– Nereden geldin, diye sormuş.
– Ben şu dağın öbür tarafındaki tek otağdaki ihtiyarın çocuğuyum, diye cevap vermiş.
– Ey, çocuk, o ihtiyarın senin gibi bir çocuğu yoktu, sen nereden çıktın, diye sormuş kız.
– Ben yerimden, yurdumdan ayrıldım buralardan geçerken o ihtiyara rastladım. Ona “Oğlu olmayana oğul, kızı olmayana kız olurum.” dedim. İhtiyar da beni ömür boyu erkek çocuğu olarak kabul etti. O günden beri ihtiyarın çocuğu oldum, demiş. Kız:
– Bir yakınımın bizi arayıp sormak için geleceği gün de varmış, deyip hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Çocuk bu duruma çok şaşırmış.
İhtiyarın üç kızı varmış. O üç kızı çocuktan kaçan üç dev, ihtiyarın rızası olmadan kaçırıp kendilerine eş olarak almışlar. Bu ev o üç kızdan küçük olanının eviymiş. Kız olan biten her şeyi çocuğa anlatmış.
– Abla, dev ne zaman gelir, diye sormuş çocuk.
– Kazanda kaynayan bir dananın etini göstererek “Bu eti onun için pişiriyorum.”. Gelme vakti yaklaştı diye cevap vermiş.
– Bu eti çıkarıp bana ver abla. Önce ben bir doyayım ondan sonra o deve gününü gösteririm, demiş. Kız kazandaki etin hepsini çıkarıp vermiş. Çocuk da eti yemeye başlamış. Dev bir dananın etini bir günde bitiremiyormuş. Çocuk ise bir danayla doymayıp üstüne de iki ekmek yemiş. Kız içinden çok sevinmiş.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra gürleyerek dev gelmiş. O sırada çocuk da evden çıkıyormuş. İkisi birbirlerini görür görmez kapışmaya başlamış. Çocuk devi yere sırt üstü uzatmış ve devin kellesini koparmış. Çocuk, yerden doğrulup kıza:
– İkinci devin evi nerede, diye sormuş. Kız ona:
– Şu dağın öbür tarafında demiş ve yolu tarif etmiş.
Çocuk atına binmiş ve dörtnala koşturarak hemen devin evine varmış. Eve girdiğinde evde bir kızın oturduğunu görmüş. Kıza durumu anlatıp onunla tanışmış. Kız da biraz sonra dev gelecek diye kazanda bir dananın etini haşlıyormuş. Çocuk eti kazanda çıkarıp hepsini tek başına yemiş. Peşinden bir kâse de ayran içmiş. İyice doymuş ve oturup devi beklemeye başlamış. Az sonra dev gelmiş. Dev çocuğun dışarıda bağlı duran atını görmüş ve bağırmaya başlamış. Çocuk devin bağırmalarını duyar da durur mu? Evden koşarak çıkmış ve dev ile kavgaya tutuşmuşlar. Bu devi de bir iki hamlede devirmiş ve kellesini kesmiş.
Sonra çocuk kıza büyük devin evini sormuş. Kız da:
– O, en büyük dev devlerin içinden en güçlüsüdür. Ona gücün yetmez ikisini öldürdün, artık burada bırak, onunla karşılaşma demiş.
– Yok, abla. Ben bu devlerle daha önce de güç yarıştırdım. Onların soyunu kurutmadan durmayacağım, demiş çocuk.
Sonra çocuk büyük devin evine gitmiş. Eve geldiğinde bir kızın bütün bir kısrağın etini haşladığını görmüş. Bu kızla da tanışmış. Kazandaki eti alıp yemiş. Ancak bir parçasını yiyememiş. Bunun üzerine kız:
– Bu et devin dişinin kovuğuna yetmezdi. Sense bitiremedin. Devi yenemezsen mahvolursun, vazgeç, bu işten demiş.
Çocuk buna kulak asmamış. O sırada dev de gelmiş. Kapının önünde bağlı duran çocuğun aldığı atı görüp celallenmiş:
– Benim kan içicim, çık meydana, diye bağırmaya başlamış. Çocuk da hızla dışarı çıkmış ve devle kavgaya tutuşmuş. Birbirlerini yenemeyerek yedi gün, yedi gece mücadele etmişler.
Çocuk gecikince ihtiyarın ortanca kızı yanına bir çuval darı ile bir çuval kül alıp ablasının evine varmış. Gelip görmüş ki ablası hiçbirine destek olmayıp merakla onları izliyormuş.
– Kocana kıyamıyor musun, çocuğa niye yardım etmiyorsun, diye ablasına sitem etmiş ve hemen külü çocuğun, darıyı da devin ayağının altına dökmüş.
Kavga eden dev darıların üstünde ayakta duramayıp düşmüş. Çocuk da devin gövdesine oturup oracıkta başını kesip öldürmüş.
Çocuk üç devi de öldürmüş üçünün mallarını mülklerini develere yükleyerek üç kızla ihtiyarın evine varmış. Kızlarını gören ihtiyar çok sevinmiş. Bu çocuk beni her zaman koruyabilir diyerek çocuğa olan güveni artmış.
– Evladım, bu üç kızımdan istediğin birini al, demiş.
– Ey baba, ben senin evladın isem onlar kızın ise onlarla nasıl evlenirim, diye kızmış.
– O zaman evladım, seni gerçekten çocuğum edeyim, beri gel, demiş ve çocuğu bir ormana götürmüş. Otuz araba odun kesip bir yere yığmış ve üstüne otuz kova yağ dökmüş. Çocuğu da yığının üstüne oturtmuş ve odunu ateşe vererek ihtiyar gitmiş.
Çocuk namertlik etmiş ve odun yığınının tepesinden atlamayayım, zaten yere atlasam da ölürüm diye düşünerek oturmaya devam etmiş. Odun yığını üç gün, üç gece yanmış. İyice yandıktan sonra ihtiyar odun yığınının yanına geldiğinde çocuk külün ortasında köz olmuş duruyormuş. İhtiyar külü bozmadan altın kâseye koymuş, ipek örtünün üstüne sererek dua okumaya başlamış. İhtiyarın ağzı dualıymış. Duayı ilk okumasında kül doğan olmuş. İkinci okumasında kül tuygun olmuş. Üçüncü okumasında ise atmaca olmuş. Bir kez daha okuduğunda çocuk eski haline gelmiş.
– Baba bu ilmi bana öğret, demiş çocuk. Tek erkek çocuğundan esirgememiş ihtiyar. Çocuğu yanına alarak üç gün ilmini öğretmiş. Çocuk bu dua ilmini iyice öğrenmiş. Bir gün arkada kalan iki ağabeyini hatırlamış. Onları gidip görüp geleyim diye düşünmüş ve ihtiyardan izin istemiş.
– Evladım, çabuk gidip gel diyerek hayır dua edip izin vermiş, ihtiyar.
Çocuk akşam namazı vaktinde atmaca donuna girip yurduna doğru uçmuş. Tan atarken eski köyüne varmış. Evine vardığında, ağabeyleri evde yokmuş. Aramaya çıkmış ve onları göl kenarında olta atıp balık tutarken bulmuş. Onların malı olarak bir uyuz tay kalmışmış. Ağabeylerinin kıble tarafında yayılıp duran bir kaz sürüsünü görmüş. Çocuk onları görür görmez bir bir avlamaya başlamış. Atmacaya kaz mı dayanır, ortaya dağ gibi yığmış hepsini. Güneş doğduktan sonra atmaca donundan delikanlı haline geri dönmüş ve ağabeylerinin yanına varmış. Onlar kardeşlerini görünce kucaklaşarak sevinmişler. Ağabeyleri eskiden kardeşlerini öldürmek istemiş olsalar da şimdi sevinçle hasret gidermişler.
Delikanlı ağabeylerini peşine takmış avladığı kazların yanına götürmüş. Ancak sırrını onlara söylememiş. Kazların derisini yüzüp ağabeylerine elbise, taya da koşum yapmış. Etini yiyerek beraber zaman geçirmişler.
Bu şekilde birkaç ay abi kardeş üçü birlikte hasret gidermişler. O sırada çocuğun ülkesinin padişahı Arap padişahına savaş açmış ve asker toplamaya başlamış. Padişah, “Eğer üç kardeş ise üçünden biri, iki kardeş ise ikisinden biri, tek çocuk ise kendisi mutlaka falan gün padişahın sarayına gelmelidir.” diye ferman çıkarmış. Bu fermanı duyan kardeşler düşünüp taşınıp küçük kardeşlerini göndermek üzere anlaşmışlar.
Gün geldiğinde çocuk atına binip padişahın sarayının önüne varmış. Sarayın önünde adamlar toplanmış ve bekliyorlarmış. Çocuğa geldin mi, gidiyor muyuz diyen hiç kimse olmamış. O da askerlerin peşinden yola devam etmiş. Kırk gün yol gitmişler. O gün akşam padişah çelik kılıcını evinde unuttuğunu fark edip askerlere:
– İçinizden kim, kırk günlük mesafede kalan kılıcımı sabaha kadar buraya getirirse onu yönetici yapacağım ve de kızımı vereceğim, demiş. O kadar asker arasından bir kişi bile buna talip olmamış. Çocuk ben onu getiririm diye düşünmüş ve askerlerin uykuya daldığı bir vakit çocuk doğan olup uçmuş. Doğana yol mu dayanır? Kırk günlük yolu iki saatte uçarak varmış. Hanın sarayının önüne inip delikanlı haline dönüşmüş.
Hanın kızı da babasının kılıcının sarayda kaldığını görmüş ve kendi kendine “Babam durumu farkedince bir adam gönderir. Gelen adam gece gelirse korkmasın diye meşale yakıp uyumadan bekleyeyim.” demiş. Delikanlı ışığın olduğu yere doğru vardığında padişahın kızının oturup beklemekte olduğunu görmüş. Onun halini, hatrını sormuş babasının verdiği görevi kıza söylemiş.
Kız delikanlıya hürmet göstermiş. Karnını doyurmuş, delikanlıya kılıcı verecekken kız ona:
– Kılıcı alıp gideceksen bana vereceğin bir nişanın var mı, diye sormuş.
– Benim nişanım bu diyerek delikanlı bir şeyler fısıldamış ve doğana dönüşmüş. O vakit kız doğanın kanadından bir tüy koparıp almış. Delikanlı atmaca olmuş, kız ondan da bir tüy almış. Delikanlı tuygun olmuş, kız ondan da bir tüy almış. En sonunda delikanlı asıl haline geri dönmüş.
– Nişanımı aldım, şimdi yolun açık olsun, demiş ve delikanlıya izin vermiş, kız. Çocuk dışarı çıkınca atmaca olmuş ve kılıcı boynuna asarak uçmuş. Tan atarken padişahın konakladığı yere gelmiş. Askerler hâlâ uyuyorlarmış. Delikanlı da sabah olana kadar uyuyayım demiş ve kılıcı başucuna koyup uyumuş.
Askerlerin arasında azılı bir hırsız varmış. O bu kadar asker arasında padişahın kılıcını biri değilse biri getirmiştir. Kılıcı kim getirirse çalıp padişaha damat olayım diye düşünmüş. Gece boyu uyumamış ve çadır çadır dolaşarak kılıcı aramış. Bir vakit sonra sabah erken saatlerde çocuğun çadırına geldiğinde kılıç çocuğun başucunda duruyor çocuk da uyuyormuş. Hırsız kılıcı çocuğa belli etmeden çalmış ve padişahın huzuruna götürmüş:
– Efendim, emrinizi yerine getirdim, deyip kılıcı padişahın eline vermiş. Padişah, “Hemen hazırlanın!” diye alarm verdirmiş. Çocuk borazancıların bağırışlarıyla uyanmış ve etrafına baktığında kılıcın yerinde yeller esmekteymiş. Çocuk kılıcı çaldırdığını anlamış ve atını terkileyerek askerlerin arasına katılıp yürümeye başlamış. Baksa ki komutanın önceki komutan olmadığını değiştiğini fark etmiş. Çocuk, hemen yeni komutanın getirdiği kılıcı çaldığını anlamış. Bir süre sonra savaşılacak olan şehre yaklaşmışlar. O anda önlerine büyük bir nehir çıkmış. Nehirden nasıl geçeceklerinin yolunu aramışlar ama bir yol bulamayıp orada kalmışlar.
Çocuk orada kalmanın iyi olmayacağını düşünerek akşam namazı vaktinde atmaca donuna girip uçarak nehri geçmiş ve şehre girmiş. Padişahın sarayını bulmuş ve pencerenin önüne konmuş. Sarayın içinde padişah ile karısı konuşuyorlarmış. Çocuk da onların sözlerini dikkatlice dinlemiş
– Ey padişahım, düşman gelip şehri kuşatmak üzere sen ise kaygılanmadan burada oturuyorsun, demiş karısı.
– Dert etme, onlar o nehirden geçecek yer bulamayıp uzun vakit orada kalırlar, demiş padişah.
– Nehirden nasıl geçilmesi gerekiyordu, diye sormuş padişahın karısı.
– Düşmanların durduğu yerin aşağı tarafında nehrin içine devrilmiş bir iğde ağacı var. O iğde ağacının sağ tarafından doğru yürüdüğünde su atın karnına gelmiyor. Eğer o geçidi bulup da gelirlerse ikimiz iki kötü uyuz deve oluruz. Kızın birisini havan, birisini tokmak yaparım. Hazinedeki altınları da kütük, bütün halkımı da kızıl çalıya çeviririm. Ondan sonra o düşmanlar neyi alacaklarsa alsın da görelim, diye cevap vermiş padişah.
Bu sözleri duyan çocuk oradan hemen ayrılmış ve nehirden geçerek delikanlı haline dönmüş. Sabah padişahın huzuruna çıkmış:
– Padişahım, benim peşimden askerlerinizi alıp gelirseniz sizi bu nehirden geçirebilirim. Geçidin nerede olduğunu biliyorum, demiş. O kılıcı çalan ise suçunun ortaya çıkmasından korkmaya başlamış.
Padişah ve askerleri çocuğun peşine takılmışlar. Çocuk padişahın kendi ağzından duyarak öğrendiği yoldan hepsini geçirip şehre getirmiş. Şehirde kimse yokmuş. Sadece yayılıp duran hayvanlar varmış. Herkesin kaçmış olduğunu düşünmüşler. Padişah askerlerine hayvanları alıp şehirde kalan eşyaları toplamalarını emretmiş. Askerler eşyaların iyisini, hayvanların semizini almışlar. Çocuk ise sarayın önünde duran havan ile tokmağı, kızıl çalılardan da beş altısını alıp iki deveye kütükleri ve diğer eşyaları yükleyerek askerlerle birlikte geri dönmüş. Sonra ülkelerine geri dönmek için yola çıkmışlar. Aradan günler geçtikten sonra ülkelerine gelmişler. Delikanlı da evine varmış ve yüklerini indirmiş. Erkek deveyi kesmek için ayaklarını bağlarken deve dile gelmiş:
– İnsanoğlu, beni kesme dur, benim hünerlerim var, sana göstereyim, demiş. Delikanlı da devenin ayaklarını bağlamamış ve deveyi bırakmış. Deve hemen kalkıp silkine silkine, üstünde kaftanı, başında tacı olan bir padişaha dönüşmüş. Delikanlı eğilip padişaha selam verip el sıkışmış.
– Efendim, şimdi de havan, tokmak, dişi deve, kütükler ve kızıl çalıları eski haline dönüştür demiş delikanlı. Padişah çok düşünmeden eline bir sopa alıp:
– Kalkın, diye bağırınca iki kız, yaşlı bir kadın, onlarca adam ve yığınla altın ortaya çıkmış. Orada delikanlı padişahın iki kızını iki ağabeyine almış ve otağ diktirmiş. Padişah ile yaşlı karısını kendi anne babası gibi görüp hürmet etmiş.
Delikanlının ülkesinin padişahı ise sağ salim dönmeleri onuruna eğlence düzenletmiş. Kızını daha önce vermiş olduğu sözden dolayı komutana vermek için kızının rızasını istemiş. Kızı da:
– Benden kılıcı alıp giden bu değil. Başka bir kişiydi, demiş.
– O adamı tanır mısın, nasıl bir nişanı var, diye sormuş padişah.
– Ülkedeki bütün insanları buraya topla tanırım, demiş kız.
Kızının sözü üzerine padişah herkesi toplamış Ancak toplananların arasından kız kılıcı alıp giden delikanlıyı bulamamış. Padişah bu duruma çok şaşırmış. Padişah, cellâtlarına:
– Ülkede buraya gelmeyen kim kaldı acaba, diye sormuş. Cellâtlarından birisi:
– Sefere çıktığımızda nehirden geçmek için yolu bulan delikanlı kaldı, diye cevap vermiş.
Padişah onu da çağırtmış ve delikanlı saraya gelmiş. Kız delikanlıyı görür görmez tanımış ve ona sarılmış. O vakit padişah:
– Haydi, kızım nişanın varsa göster, demiş. Kız daha önce aldığı üç tüyü göstermiş. Delikanlı da bir yandan duasını okuyup doğan donuna girmiş. Kız tüyü yerine takmış atmaca olmuş diğer yolduğu tüyü yerine takmış, sonra delikanlı tuygun olmuş. Kız son tüyü de yerine takmış.
– İşte, benim nişanım bu, delikanlının hünerini de zaten gördünüz, demiş.
Padişah, delikanlı ile kılıcı kendisine teslim eden komutanı yüzleştirmiş. Komutan bütün olan biteni anlatmış ve suçunu kabul etmiş. Padişah hemen orada cellâtlarına onu öldürmelerini emretmiş. Ancak delikanlı buna razı olmamış. Sonra delikanlı padişahın kızıyla evlenmiş ve padişahın yerine geçip halkını adaletle yönetmiş. Üvey babasını ve kızlarını da yanına alarak, muradına ermiş.

GÜLZAMZE
Eskiden fakir bir adam varmış. Onun üç çocuğu varmış. Karısı orta yaştayken ölmüş ve adam üç çocuğunu tek başına yetiştirmiş. Fakir adam yaşlanınca belinde güç, dizlerinde takat kalmamış. Ağır hastalığa yakalanmış. Ölüm döşeğinde çocuklarını yanına çağırarak onlara şöyle demiş:
– Ben iyileşemeyecek gibiyim. Ölmeden önce bütün malımı sizlere pay edeyim, demiş. İki büyük çocuğuna kötü barakasını bırakmış, küçüğüne de elindeki tek oğlağını bırakmış. Biçare ihtiyar dünyadan göçmüş. Çocukları babalarını ağlaşarak defnetmişler. Babaları öldükten sonra beraber yaşayan üç kardeş birbirleriyle anlaşamamış. “Heyt!” diyen baba, “Hey!” diyen ana olmayınca basit şeyler için birbirleriyle kavga eder hale gelmişler.
Çocuklardan ilk ikisi birisinin çiftçiliğine küçükleri ise bir zenginin keçilerine bakıyormuş. İki büyük ağabeyi kardeşlerine kötülük düşünmüşler. Elinden oğlağını alıp kovmayı planlamışlar. Küçük kardeşleri akşam eve geldiğinde ağabeylerinin kötü düşüncelerini anlamış ve onlarla tartışmaya başlamış. Küçük çocuk hem güçsüz, hem de kelmiş. Tartışma çıkarınca iki ağabeyi sinirlenerek dövüp elinden oğlağını almışlar ve kovmuşlar. Küçük çocuk ağabeylerinin yaptığına üzülüp hıçkıra hıçkıra ağlayarak başını alıp gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, yorulup bir ağacın dibinde yatmış ve uykuya dalmış. Çocuk orada uyuya dursun. Sonrasını peri padişahının kızından dinleyelim.
O ülkenin padişahının bir oğlu varmış. Küçüklüğünden beri ava çıkmayı seviyormuş. Bir gün hayvan avlarken yolunu kaybetmiş. Dolaşırken önüne güzel bir peri kızı çıkmış. Padişahın çocuğu peri kızını görünce kendisinin yolunu kaybettiğini de unutmuş. Çocuk bu kızı çok sevmiş. Kız da onu sevmiş gibiymiş. Daha sonra anlaşmışlar. Birisi almayı, birisi varmayı kabul etmiş. Ancak peri kızı:
– Ben babanın sarayına gitmem. Eğer sen beni seviyorsan başka bir ülkeye gidelim, demiş. Padişahın oğlu da bunu kabul etmiş ve gece bir ağacın altında buluşalım diye anlaşmışlar. Buluşmak için anlaştıkları ağaç çobanın yorulup altında uyuya kaldığı ağaçmış. Padişahın çocuğu o gün sarayda düzenlenen büyük bir eğlenceye katılmış. Padişahın verdiği bir ziyafet olunca gece boyu bu eğlence bitmek bilmemiş. Şaraplar içilmiş, çok insan katılmış. Sonunda uykuya yenik düşüp peri kızına verdiği sözü unutan padişahın çocuğu yata dursun. Sonrasını peri kızından dinleyelim.
Peri kızı padişahın çocuğuna verdiği söz üzerine anlaştıkları ağacın altına gelmiş. Karanlıkta hiçbir şey iyi seçilmiyormuş. Ağacın altında birisinin yattığını fark edince onun padişahın çocuğu olduğunu düşünmüş. Peri kızı iki tane atla gelmiş. Uyuyanın padişahın çocuğu olduğu düşüncesiyle:
– Niye uyuyorsun, kalk ata bin, demiş peri kızı. Yatmakta olan çoban sesini çıkarmadan yerinden fırlayıp ata binmiş. Gece karanlığında kim kimi tanıyabilir? Birbirlerini tanımadan ses soluk çıkarmadan atlarına binip yola devam etmişler. Peri kızı padişahın oğlunun konuşmamasına şaşırmış. Ülkesinden, anne babasından ayrıldığı için üzgün olduğundan konuşmuyordur diye düşünmüş Tan ağarınca birbirlerini görmüşler. Peri kızı yanındakine dikkatlice bakınca karşısında anadan doğma kel bir delikanlının durduğunu görmüş. Ne yapacağını bilememiş. Peri kızı çok üzülse de olan oldu demiş ve durumu kabullenmiş. Bir şey demeden yola devam etmişler.
Uzun yollardan, sayısız çöllerden geçip büyük bir şehre gelmişler. Şehrin kenarına geldiklerinde peri kızı:
– Yaşanacak yermiş, demiş. Delikanlı da aynı fikirde olduğunu söylemiş. Peri kızı gücünü kullanarak kanadıyla toprağı sıvazlayınca mermer bir saray ortaya çıkmış. Onlar bu sarayda karı koca mutluluk içinde devran sürmüşler. Peri kızı insanoğlunun bilmediği çeşitli bitkisel ilaçlarla delikanlının başının derdine tez zamanda çare bulmuş. Delikanlı çekici ve yakışıklı bir delikanlı olmuş. Peri karısı ona her gün hayal ile iğnesiz takke ve kaftan dikiyormuş. O da bunları pazarda satıyormuş ve böylece geçinip gidiyorlarmış. Onlar öyle yaşaya dursunlar, sonrasını o ülkenin padişahından dinleyelim.
Padişah, vezirleriyle bir gün ava çıktığında, şehrin kenarındaki mermerden yapılmış olan bir saray görmüş. Sarayın yanına yaklaştığında sarayın kapısının önünde duran bir gelin gözüne ilişmiş. Genç gelinin güzelliğine hayran kalmış ve padişah atından düşmüş. Bu o delikanlının eşi olan peri gelinmiş. Padişah bir süre sonra gözünü açmış ve etrafına baktığında sarayında yattığını görmüş. Kendisinin düştüğü yerden vezirinin getirdiğini hatırlamıyormuş. O genç peri gelini rüyasında görmüş gibiymiş. Ava çıktığını hatırlamış ve celâllenerek vezirlerini çağırmış. Padişah çağırır da durulur mu? Hemen hepsi birden padişahın önünde hazır ol da durmuşlar. Padişah o günkü olanları anlatmış ve o peri gelinle evlenmek istediğini söylemiş. Düşünüp taşınıp padişahın o genç peri gelinle evlenmesi için onun kocasının ölümüne sebep olacak bir iş verilmesine karar vermişler. Akıllı geçinen bir veziri yerinden kalkmış:
– Padişahım, bir teklifim var, demiş.
– Söyle, demiş padişah.
– Ben o delikanlıyı nasıl ölüm cazasına çarptıracağımızı biliyorum, demiş.
– Ona hiç görülmemiş deniz koyunundan dikilmiş şapka bul demek lazım, demiş vezir.
Tamam, demiş padişah.
– Gerçekten öldürmek için iyi bir yol, demiş vezirleri birbirlerine. Padişah cellâtlarını gönderip delikanlıyı çağırtmış. Cellâtlar onu önlerine katıp getirmişler. Padişah ona:
– Bana şimdiye kadar hiç görülmemiş deniz koyununun derisinden dikilmiş şapka bulup getireceksin! Eğer getiremezsen sana ölüm cezası verilecek, malın mülkün de hazineye bağışlanacak, demiş padişah. Delikanlı korkudan padişahın istediği şeyin zor bir şey olduğunu düşünemeden kellesinin yerinde olmasına sevinerek:
– Emredersiniz padişahım, demiş ve başını eğmiş. Ancak dışarı çıkınca ecelin onu beklediğini anlamış. Eve vardığında karısına olan biteni anlatmış. Karısı:
– Dert etme, işin başı zor olursa, sonu iyi olur. Yola çıkıp birkaç gün gittikten sonra bir dağa ulaşırsın. O dağa vardığında önüne bir yol çıkacak. O yoldan dağın iç tarafına gireceksin. Dağ içinde mesken kurmuş, ateş başında oturan bir cadı göreceksin. Selam verip cadıya durumunu anlatacaksın. Hallederse bir o cadı halleder, demiş.
Delikanlı karısı ile vedalaşıp yola koyulmuş. Birkaç gün yol gittikten sonra karısının söylediği dağa gelmiş. Başı gökyüzüne değen kapkara dağa hayretler içinde bakarken dağın iç tarafındaki yolu görmüş. Bu yol mu acaba diyerek yürümeye başlamış. Bir yere geldiğinde uzakta parıldayan ateş görmüş. Hızla yürüyüp yorgun bir halde kıpkızıl ateşin yanına varmış. Ateşin başında oturan gözleri süzgün, kendisi sinirli, şapkası yıpranmış, iki dizi kulağını geçmiş bir cadı oturuyormuş. Delikanlı:
– Selamünaleyküm, ana, diyerek selam verip başını eğmiş.
– Ve aleykümselam deyip cadı selamı almış. Selam verdin, eğer selam vermeseydin bu dünyadan vazgeçmiştin, demiş cadı. Delikanlıya hürmet gösterek misafir etmiş. Güneş batmış, tan atmış, delikanlı yerinden kalkmış. Cadı delikanlıya niçin yollara çıktığını sormuş. Delikanlı nasıl geldiğini, neden geldiğini, cadıya anlatmış. Cadı:
– Ey evladım, bu iş zor bir işmiş. Falan dağda büyük kızımın evi var. O kızımın yanına git. Hallederse bir tek o halleder, demiş. Delikanlı cadıdan izin almış ve o kızın evine gitmiş. O kıza geliş sebebini bir bir anlatmış. Cadının büyük kızı delikanlının eline sarı yay vermiş:
– Şurada dağın başında bir pınar var. O pınara git. O pınara susayan derisi incili koyunlar gelir. Koyunlar o kadar susar ki başlarını çıkarmadan su içerler. O sırada vurabilirsen vurdun, vuramazsan elin boş dönersin, demiş delikanlıya. Delikanlı sarı yayı omzuna asıp kızın söylediği yere gitmiş ve evsin yapıp içine gizlenip beklemeye başlamış. Bir süre sonra dağdan dağa atlayan incili koyunlar pınara gelmiş. Koyunlar etrafta kimse var mı der gibi kulaklarını dikip etraflarına bakmış. Şüpheli bir şey görmeyince susuzluğa dayanamayıp başlarını suya daldırmış.
Evinde yatan delikanlı elindeki sarı yayı sıkıca tutarak “Boynunun altı, kalbinin üstü.” demiş ve birini hedef alıp oku atmış. Atılan okun sesi dağın içinde yankılanmış. İncili koyunlara rahatça su içmek nerede, arkalarına bakmadan her biri bir yana kaçmış. Delikanlı yerinden doğrulup baktığında incili koyunlardan birinin pınarın başında yattığını görmüş. Koşarak yanına gitmiş. Bıçağını eline alıp derisini yüzmüş ve sevinçle cadının büyük kızının evine varmış. Kız delikanlıya gece boyu incili koyunun derisinden hayalinde öyle bir şapka dikmiş ki akılların şaşmaması mümkün değilmiş. Delikanlı sabah kalkmış. İzin almış ve yola revan olmuş. Birkaç gün yol gittikten sonra ayakları yürümekten delik deşik olmuş ve ölesiye yorgun bir şekilde şehrine gelmiş. Karısına gelip başından geçen olayları anlatmış. Padişahın huzuruna çıkmış ve getirdiği şapkayı padişaha sunmuş. Padişah da vezirler de şaşkın şaşkın bakmışlar. Böylelikle padişahın emrini yerine getitmiş.
Padişah ve vezirleri bu sefer kürk getirmesini emretmişler. Delikanlı perilerin de yardımıyla incili koyunun derisinden kürkü de getirmiş.
Bir süre sonra padişah delikanlıyı tekrar çağırtmış. Bu sefe vezirler:
– Gohikap dağının arkasında bir deniz var, o denizde su küheylanı var. Serçe başlı doru at yaraşır padişahımıza, diyerek delikanlıyı o su küheylanını getirmesi için göndermişler.
Delikanlı bunu duyunca iyice çaresiz bir şekilde evine gelmiş. Karısı ona bir akıl vermiş. Delikanlı yola çıkmış. Birkaç gün yol gittikten sonra o cadının ortanca kızının evine varmış. Kıza geliş sebebini anlatmış:
– Bu senin için kolay bir iş değil, demiş ona ortanca kız. Denizin kenarına varacaksın. Vardıktan sonra fırtına kopacak. Ardından yağmur yağacak, denizin atı üstüne gelecek, bulut gibi dalgalar kıyıya vuracak. İşte o an su küheylanını kıyıya çıkar, demiş.
Delikanlı gitmiş. Bir süre sonra denizin altı üstüne çıkıp dalgalar kıyıya vurmaya başlamış. Daha sonra kıyıya vuran dalgalar yavaş yavaş azalmış, deniz sakinleşmiş, sular çekilmiş. Kıyıya yakın bir yerde suların çekilmesiyle su küheylanının arkası görünmüş. Bu at çoğu zaman küçücük başını suya sokup arkasını güneşlendirirmiş. Tam o sırada ilk önce eyerle kayışlarını sıkıca bağlayacaksın. Sonra da kendini kırk kulaç urganla sağlam bir şekilde bağlayacaksın. Bağladıktan sonra üstüne bineceksin. Bunları yapana kadar su çekilmez, su küheylanı da başını sudan çıkarmaz. Bir ara su iyice çekilmeye başlar. O sırada at üstündeki insanı farkeder. Farkettikten sonra ilk önce havaya doğru uçar hemen ardından da suya dalar. Sakın bunlardan korkup üstünden inme. En sonunda atın mecali kalmayıp “Artık senin oldum.” der. Sen de o zaman attan inip yeniden terkile. Böylelikle artık at senin olur. Başka şekilde bu ata sahip olamazsın, demiş peri.
Delikanlı ortanca kızın söylediklerini yerine getirmek üzere harekete geçmiş. Kulak çelikten değil, çok söz baş ağrıtırmış. Delikanlı su küheylanına binip padişahın huzuruna çıkmış. Padişah da, vezirler de çok şaşırmışlar.
Padişah ve vezirleri toplanıp bu nasıl iştir. Bu sefer başka bir iş için gönderelim, demişler. Delikanlıyı çağırıp:
– İncili koyunun derisinden şapkayı da kürkü de serçe başlı doru su küheylanı da getirdin, padişahımıza. Şimdi de Gülhagiyha, Gülzamze kız yaraşır padişahımıza. Atını buldun, kürkünü buldun, şimdi kızını da bul. Eğer bunu bulamazsan soyunu kuruturuz, demişler.
Delikanlı üzgün, düşünceli, bir şekilde karısına gelmiş ve ne yapacağını danışmış. Karısının verdiği akıl onun kaygısını azaltmış.
Delikanlı su küheylanı ile epey yol gitmiş ve karısının söylediği o cadnın küçük kızının evine gelmiş. Ona Gülhagiyha ve Gülzamze’yi sormuş. Kız da:
– Gülhagiyha ve Gülzamze Gohikap’ın arkasındaki denizin ortasındaki bir adada yaşıyorlar. O adaya su küheylanıyla uçacaksın. Adada büyük bir saray var. O saraya vardığında önüne hırıldayan kaplanlar çıkacak. Onlara bu perilerin sözlerini söyleceksin, doğru söylersen sağ salim geçersin. Sarayın kapısına geldiğinde kükreyen bir aslan göreceksin. Bu perilerin sözlerini söyleyeceksin. Doğru söylersen sağ salim geçersin. Kapıdan girdiğinde nefes alan bir ejderha göreceksin. Ona bu perilerin sözlerini söyle. Doğru söylersen sağ salim geçersin. Kapının içinde bir kapı var. O kapının ağzında bir kara yılan tıslayıp duruyor olacak. Ona, bu perinin sözlerini söyle. Doğru söylersen sağ salim geçersin. Perilerin söylediği sözler her hayvanı yerinde uyutacaktır. Eğer sen mekâna sağ salim girebilirsen büyük bir sandık var. Sandığın yanında anahtarı var. O anahtarı eline alınca sandık açılacak. O sandığın içinde küçük bir sandık var. Onu alıp gel. O sandığı alırsan kızları eline geçirirsin, demiş peri.
Delikanlı birkaç gün içinde perilerden hayvanlarla karşılaştığında söyleyeceği sözleri öğrenmiş. Su küheylanına binmiş ve yine yola revan olmuş. Perinin bütün söylediklerini uygulamış. Perilerin sözlerini yanılmadan söylemiş, karşılaştığı hayvanların hepsini uyutmuş. Adadaki mekâna giren delikanlı perinin söylediği sandığı görmüş. Anahtarı eline aldığında sandık açılmış. Büyük sandığın içinde küçük bir sandık varmış. Delikanlı bu sandığı almış ve ayağını yere yavaşça basarak uyuyan hayvanların üstünden korka korka geçerek zar zor atının yanına gelmiş.
Delikanlı o kadar zahmet çektim, bunun içinde ne var acaba, diyerek sandığı açıp baktığında sandıkta biri beyaz, biri kırmızı iki elma varmış. Delikanlının ülkesinde elma nadir yetişirmiş. Her şeyi unutup elmayı yiyecekken bir kız “Enişte!” diyerek delikanlıyı kucaklamış. İkinci elma da kıza dönüşmüş. Bu kızların biri büyük, biri küçükmüş. Onun için elmayken biri beyaz, biri kırmızıymış. Bu kızlar delikanlının peri karısının akrabalarıymış. Delikanlı çekinerek yerlerinize oturun diye söylemiş. Kızlar hemen elmaya dönüşmüşler. Delikanlı onları sandığa koyup atına yüklemiş ve geri dönmüş.
Yaşlı kadının yanına gelmiş. Kızları da oradaymış hepsiyle vedalaşmış ve tam yola çakacakken yaşlı kadın:
– Ey evladım! Kim birisine kötülük ederse, kendisi kötülüğün içinde kalır. Kim birisine kuyu kazarsa en sonunda o kuyuya kendisi düşer. Tüm dileklerin gerçekleşsin oğlum, diyerek dua etmiş.
Delikanlı uzun bir yolculuktan sonra padişahın huzuruna çıkmış ve bunlar kızlar, bu da at deyip teslim etmiş. Sandığı açıp baktığında padişahın gözüne iki elma görünmüş. Padişah elmayı tam ağzına götürürken kızlar padişahın sakalını tutmuş, vezirleri de padişah da perilerin sözleriyle mermere dönüşmüş. Daha sonra halk toplanarak delikanlıyı padişah seçmişler.
Bir gün delikanlı avdan dönerken zamanında kendisini dövüp kovan iki ağabeyinin dilenci olduklarını görmüş. Onlar kardeşlerini tanıyamamış. Ancak kardeşleri onları tanımış ve yanıana alıp saraya getirmiş. Önce güzelce karınlarını doyurtmuş. Sonra güzel elbiseler giydirmiş. Onlara kendisinin yıllar önce kovdukları kardeşi olduğunu söylemiş. Delikanlı yanında ezilen iki ağabeyini Gülhagiyha ve Gülzamze adındaki peri kızlarıyla evlendirmiş. Böylece muradına ermiş.

JANSAP
Çok eskiden padişahın Jansap adında bir oğlu varmış. Jansap on beş yaşına geldiğinde yanına altı yiğit almış gemiyle ava çıkmış. Denizde balık yakalayıp kuş vururken kıble taraftan sert bir fırtına kopmuş ve gemisi altı gün, altı gece fırtınalarla boğuşarak büyük bir dağın dibine kadar gelmiş. Denizin etrafı tamamen dağlarla çevriliymiş. Jansap yanıdakilere:
– Altı gündür açız, yiyecek bir şeyler bulup yemek yapalım demiş. Hep beraber dağa çıkmışlar. Dağın başında yemek pişirip yerlerken etraflarını yarım başlı, tek gözlü, yarım ayaklı kişiler sarmış. Yedi kişiye bu altı yarım kişi güçlerini göstermek istemişler. Yedisi yarım adamlarla kavga edip zar zor kurtulmuşlar. Dağın diğer ucuna doğru kaçmışlar. Bir gün sonra karınları acıkmış ve yiyecek bir şeyler bulmak için yine aynı yere varmışlar. Yemek pişirip tam yiyeceklerken bu sefer tek ayaklı, iki gözlü yedi kişi gelip tabaklarına el uzatmışlar. Yedisi tek ayaklı yedi kişiye de güç yetiremeyip kaçmışlar. Akşam olunca. Yedisi de “Akşam akşam burada kalmayalım, bu adamlar gece gelip bize rahat vermezler.” demişler. Gemilerine binip gece boyu uzaklara doğru gitmişler. Tan attığında önlerine büyük bir şehir çıkmış. Gemiyi kıyıya yanaştırmışlar ve şehre girmişler. Şehirde kimsecikleri görememişler. Ama insan için lazım olan her şey varmış. Şehri dolaşmaya başlamışlar. Bir yere geldiklerinde padişahın sarayı karşılarına çıkmış. Sarayın önünde hazırlanmış güzel bir sofra duruyormuş ama ortada ne padişah ne de başkaları varmış. Pişmiş yemekleri yemişler ve o gün orada yatmışlar. Ertesi sabah kalktıklarında her taraf maymunlarla doluymuş. Otlar, kumlar sayılır ama bu maymunlar saymak mümkün değilmiş. Bazı yaşlı maymunlar bunların yanına oturmuşlar. Hepsi birden maymunlara dik dik bakmaya başlamışlar.
Jansap şaşkınlık içinde ağzı dili lal olup maymunlarla hangi dilde konuşacağını bilememiş. Bir ara yaşlı bir maymun kapıyı işaret etmiş. Jansap yerinden doğrulmuş ve maymunu takip etmiş. Şehrin içinde bir minare varmış. Maymun Jansap’ı oraya götürmüş ve minareyi işaret etmiş. Jansap minarenin yanına varıp “Burada ne var acaba?” diyerek minareye bakmış. Minarenin duvarında bir yazı görmüş. Yazıda “Buraya insanoğlu gelir ve daha sonra doğuya doğru altı ay boyunca yol giderse karşısına karıncalar çıkar. Karıncalar insanı yerler, yoldan geçirmezler. Kıble tarafa doğru giderse altı ay boyunca yılanlardan geçemez. Yılanlar insanı sokup öldürürler. Batıya doğru altı ay yol giderse karşısına deniz çıkar. O denizi görünce nereden nereye gittiğini anlayamaz. Arkasına bakarak giderse “Demir Tırnak” adlı maymunların düşmanı var. İnsanoğlu maymunlara padişah olursa tüm işleri maymunlar halleder. Bundan dolayı peygamber “Buraya gelip gören insanlar bu şehirden gitmesin.” diye şart koymuştur yazıyormuş.
Jansap yazıyı okuyunca:
– Bu şehirden başka yere gitmenin iyi olmayacağı yazıyor. İyi bir rüzgâr çıkarsa o zaman buradan kaçalım. Ülkemize varırız, demiş Jansap yanındaki yiğitlere. Bunun üzerine geminin yanına varmışlar. Geminin yanına geldiklerinde maymunların gemiyi paramparça etmiş olduğunu görmüşler. Şehre geri dönmüşler.
Jansap yiğitlerine:
– Az önceki minaredeki yazıda bu şehre kim padişah olursa her konuda maymunların yardımcı olacağı her sorunu halledecekleri yazıyordu. Bize ne lazım olursa maymunlar bulup getirecektir. Yarın maymunlara at bulun diye emredelim. Sonra da ata binip buradan kaçalım, demiş. Yiğitler de:
– Tamam demişler. Jansap padişah olmuş. Ertesi gün maymunlara at getirin demiş, Jansap. Maymunlar atları getirmişler. Atlara binerek maymunlarla beraber o gece şehrin çıkışına kadar varmışlar.
Jansap maymunların liderine:
– Buradan sonrası neresi acaba, diye sormuş. Lider olan büyük maymun işaret diliyle:
– Buradan sonra karıncalar var, demiş. Şehrin dışına çıktıklarını anlayan Jansap, maymunlar sarhoş olana kadar şarap içirmiş. Maymunlar şarhoş olduktan sonra yedisi beraber atlara binip doğu tarafa doğru kaçmışlar. Maymunlar ayıktıklarında padişahın ve adamlarının yok olduğunu görüp yarı ayık halde peşlerine düşmüşler. Padişah ve adamlarının köpek büyüklüğünde karıncalarla karşılaştıklarını görmüşler. Karıncaların arasına girmeye cesaretleri yetmemiş ve oturup beklemeye başlamışlar, yedisi de.
Köpek büyüklüğündeki karıncalar Jansap’ı ve adamlarını çok uğraştırmışlar. Jansap kırk gün sonra altı yiğidi ve yedi atı köpek büyüklüğündeki karıncalara vererek kurtulmuş. Sonra da küçük karıncaların olduğu tarafa geçmiş. Birkaç gün yol gittikten sonra küçük karıncalardan da kurtulmuş. Önüne büyük bir şehir çıkmış. Şehri görünce şehre geldim, biraz dinleneyim diye düşünmüş ve Jansap uykuya dalmış. Ertesi akşam şehrin girişinde önüne bir nehir çıkmış. Nehrin kıyısındaki minarenin üstünde bir adamın bağırmakta olduğunu görmüş:
– Şimdi nehirden geçersen ölürsün, yarın geçersen sağ kalırsın, demiş. Jansap da nehrin kenarında durmuş ve ertesi günü beklemiş. Tan atıp sabah olduğunda Jansap nehrin çekildiğini görmüş. Jansap nehirden sağ salim geçip şehre girmiş
Bu şehir Jansap’ın önceden gördüğü şehirlere benzemiyormuş. Bu şehirdekiler de daha önce Jansap gibi bir insan görmemiş. Maymun oynatan maymuncu gelmiş gibi insanlar Jansap’ın etrafına toplanmışlar. Jansap çok şaşırmış. Daha sonra etrafındaki insanlar dağılmış. Jansap bir kenarda otururken ihtiyar birinin bağırarak geldiğini görmüş:
– Kırk gün beslerim. Bir gün iş yaptırırım. İş için bin altın veririm, diye bağırıyormuş.
Jansap düşünmeye başlamış. “Kırk gün beslese, taş değil çelik kırdırsa da işimi yapabilirim.” demiş kendi kendine. Ve yaşlı adamın peşinden gitmiş. Yaşlı adamla konuşmuş, yaşlı adam Jansap’ı yanına almış.
Yaşlı adam dediği gibi Jansap’ı kırk gün beslemiş. Bir gün yaşlı adam bir öküz getirmiş. Jansap’a koşturup bir dağa doğru yola koyulmuşlar. Yolda Jansap’ın bin altınını da eline vermiş. Epey bir gittikten sonra önlerine başı gökyüzüne değen bir dağ çıkmış. Dağın bir tarafından büyük bir nehir akıyormuş. Yaşlı adam nehir kenarında öküzü kesmiş ve derisini tulum şeklinde yüzmüş. Tüylü tarafını içine, deri kısmını da dışına çevirmiş ve Jansap’a:
– Bunun içini iyice kontrol et, bir yeri delik olmasın, demiş.
Jansap tulumun içine bakarken yaşlı adam diziyle Jansap’ı tulumun içine itmiş. Yaşlı adam sonra tulumun ağzını bağlamış. Jansap bir iki çabalasa da çıkamayacağını anlamış ve pes etmiş. İhtiyar tulumu yere bırakıp kendisi geri çekilmiş. İhtiyarın geri çekilmesiyle birlikte hemen büyük bir kara kuş gelmiş. Kara kuş tulumu alıp dağın başına konmuş ve deriyi yırtmış. Jansap korkarak ayağa kalkmış. Kuş da uçup az ileriye konmuş. Yaşlı adam:
– Korkma evladım, Dağın üstünde mücevherler var. Sen onları aşağı at. Ben tutacağım, demiş.
– Jansap mücevherleri alıp ihtiyara doğru atmaya başlamış. İhtiyar heybesini, çuvalını doldurup, eşeğine yüklemiş. Jansap’ı orada bırakmış ve arkasına bakmadan evine doğru kaçmış. Jansap dağda tek başına kalmış. Kendi kendine “Burada çok kalırsam kuşlar beni yer, öleceksem de çöllerde adam gibi öleyim.” demiş ve kıble tarafa doğru yola çıkmış.
Jansap bir iki gün kadar yol gittikten sonra kuş, peri ve yılanların padişahı olan Suymurık Padişa’ın şehrine varmış. Güzlibahar kuş, yılan perileri kontrol edip kanatlarına mühür basarak hesap tutuyormuş. Jansap kuşlar padişahı Suymurık Padişah’ı bulup selam vermiş. Suymurık Padişah:
– Ey çocuk, kimsin, diye sormuş.
– Çocuksuz adama çocuk olayım diyen biriyim, demiş Jansap. Suymurık Padişah:
– Ne yaptın da bu hâle düçar oldun, diye sormuş.
Jansap, Suymurık Padişah’a başından geçen olayları bir bir anlatmış. Suymurık Padişah:
– Geldiğin çok iyi oldu. Öyleyse benim çocuğum ol, demiş. Jansap:
– Tamam, olur, baba, deyip onun çocuğu olmuş. Birkaç gün geçtikten sonra Suymurık Padişah:
– Jansap evladım! Artık peri kuş ve yılanların gitme zamanı. Ben gidip bir yere sırık çakacağım. O sırığa kuşlar, yılanlar, periler toplaşıp konacaklar. Onları sayacağım, eksik mi fazla mı bakıp kanatlarına mühür basacağım. Üç gün gelemem demiş. Sen bağları gez dolaş. Bağda bir fıskiye var. Sakın kapısını açma, çocuğum, demiş ve gitmiş.
Jansap, babası gittikten sonra her yeri dolaşmış. Babam fıskiyeye gitme demişti, onu da göreyim. Belki değerli şeyler vardır, demiş. Varıp fıskiyenin kapısını açmış. Tam o sırada fıskiyenin etrafında çiçekler açılmış, bülbüller ötüşüyormuş. Burası ne güzel bir yermiş deyip, çiçeklerin arasında yatmış.
Biraz yattıktan sonra üç güvercin gelip havuzun kenarına konmuş. Güvercinler pırpır ederek silkinmişler ve üçü de ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan birer peri kızına dönüşmüler. En büyüğü:
– Burada insan kokusu var, havuza girmeyelim, demiş.
Küçüğü:
– Girersek ne olacak. Olsa olsa insanoğlu bizleri yakalar, demiş.
Kızlar elbiselerini çıkarıp havuza girmişler. Jansap, en küçük kızı görüp âşık olmuş. Jansap, küçük kızın güvercin elbisesini eline alıp göğsüne basmış. İki kız uçarak kaçmışlar.
– Küçük kız, elimi tuttun. Artık ben seninim, demiş Jansap’a.
– Jansap da iyi o zaman diyerek kızın elini bırakmış. Hemen kız güvercin elbisesini giymiş ve uçmuş. Jansap da eve dönmüş ve kızın âşkıyla göğsünü serin yere dayayıp yatmış. Aradan üç gün geçtikten sonra Suymurık Padişah gelmiş. Oğlunun hasta olduğunu görmüş. Ve:
– Fıskiyeye mi gittin, diye sormuş.
– Evet, gittim, demiş Jansap.
– Kızı yakaladın mı, diye sormuş.
– Evet yakaladım. Ben senin oldum deyince bıraktım.
– Zararı yok. O gördüğün üç kız, güvercin olarak gelecek yıl baharda da gelirler. Acele etme evladım, demiş.
Jansap babasının tesellisiyle yattığı yerden kalkmış. Aradan altı ay geçmiş. Bir gün babası:
– Evladım bundan sonra görürsen kaçırma. Gelip don değiştirdiğinde âşık olduğun kızı yakala ve vallahi billahisine inanma. Süleyman peygamber çarpsın diyene kadar inanma. Yine de elbisesini eline verme, alıp buraya getir, demiş.
– Tamam, baba, demiş. Daha önceki yere varıp yine çiçeklerin arasına yatmış. Biraz sonra üç güvercin de gelmiş. Gelir gelmez:
– Yine insan kokusu var, demiş küçüğü:
– En kötü ihtimal bizi yakalar. Ne diye korkalım, diyerek kızlar suda yıkanmaya başlamışlar. Jansap, kızların güvercin elbiselerini yere bırakmalarıyla birlikte hemen koşmuş ve küçük kızın elbisesini eline alarak göğsüne basmış. İki kız sudan çıkıp uçarak gitmişler.
– Ben senin olacağım söz, elbisemi ver, demiş kız.
– Sana bir şartla elbiseni veririm, demiş Jansap.
– Vallahi billahi dedim ya, demiş kız.
– Hayır! Süleyman peygamber çarpsın, gitmeyeceğim diye söyle, demiş Jansap.
– Süleyman peygamber çarpsın gitmeyeceğim, demiş kız. Bunun üzerine Jansap elbisesini vermiş. Kız giyindikten sonra kızı babasının yanına götürmüş. Babası çok memnun kalmış. Kıza:
– Hem gelinim, hem kızımsın. Jansap’a gönül rızasıyla mı vardın, diye sormuş.
Kız ağlamaya başlamış.
– Kızın ağlaması, razı olması demektir, demiş padişah.
– Benim anam ve babam var. Benden başka çocukları yok. Düğünümü yapıp mürüvvetini görmeyi arzularlardı. Gidip onların rızasını alıp nikâh kıymak istiyorum. Beni evime gönder, demiş Jansap. Suymurık Padişah:
– Evine nikâh kıydırdıktan sonra gitsen olmaz mı, diye sormuş.
– Ben anamı babamı görmeden nikâh kıydırmam, demiş Jansap.
Suymurık Padişah bir devi çağırarak bunları sağ salim Jansap’ın evine götür, demiş.
– Tamam, deyip dev ikisini hemen sırtına bindirmiş ve Jansap’ın ülkesine götürüp bırakmış.
Jansap’ın anne babası çocuklarının geldiğini görüp çoktandır göremedikleri çocuklarını kucaklayarak mutluluktan havalara uçmuşlar.
Babası ile annesi Jansap’a:
– Evladım, bu zamana kadar nerelerdeydin, diye sormuşlar. Jansap başından geçen olayları bir bir anlatmış.
Peri kızıyla evlenmeyi düşünüyorum. Siz ne derseniz söz onu yapacağım, demiş.
Jansap’ın anne babası oğullarından bu sözleri duyunca kırk gün kırk gece düğün yapalım demişler.
Jansap’ın babası, zurnacı çağırmış. Hokkabaz oynatıp ipte cambaz yürütmüş. Pehlivan güreştirip at yarıştırarak düğünü başlatmış.
Jansap her gün karısıyla oyunları izlemişler.
Suymurık Padişah bir ara Jansap’a:
Peri merhametsiz olur. Her zaman perinin elbisesini kucağına basarak yat diye söylemiş. Jansap da Suymurık Padişah’ın söylediğini hergün yapmış. Bir gün Jansap oyunları izlerken yorulmuş ve uykuya dalmış. Uyuya daldığı için karısının elbisesini kucağına basamamış. O sırada peri elbisesini giyip güvercine dönüşmüş ve çatıya konarak:
– Hey Jansap, diye Jansap’ı uyandırmış.
Jansap korkuyla yerinden kalkmış. Karısının güvercin donunda çatıya konmuş olduğunu görmüş. Yârine bakarak:
– Ah sen ne yaptın? Nereye gideceksin? Senin için düğün yapıyoruz. Bu yaptığın nedir, demiş.
Kız bunun üzerine:
– Sen Suymurık Padişah’tan izin alıp anne babanın rızasını aldın. Ben anne babamın rızası olmadan sana nasıl bedenimi teslim edeceğim. Ben gidiyorum. Beni Gavharnigin adlı şehirden bulursun demiş ve uçarak gitmiş. Kız gidince Jansap hastalanıp yatağa düşmüş. Jansap’ın yanındakiler babasına:
– Çocuğunuz hastalandı, diye haber vermişler. Babası ile annesi duyar duymaz koşarak oğullarının yanına gelmişler. Anne babası çocuklarının sararıp solduğunu konuşacak halinin olmadığını görüp üzülmüşler. Annesi de babası da çocuklarını kucaklayıp ağlayarak:
– Jansap yaşıyor musun evladım, diye bağırmışlar. Bir süre sonra kendine gelen Jansap olan biteni bir bir anlatmış. Babası:
Bunun için dertlenme çocuğum. Gavharnigin adlı şehir bulunur, diyerek Jansap’ı teselli etmişler. Çevredekilere Gavharnigin adlı şehri bileniniz var mı, diye sormuşlar. Ancak bilen kimse çıkmamış. Bunun üzerine Jansap periyi aramak için yola çıkmış. Anne babası gözyaşları içinde kalıp eskisinden daha çok üzülmüşler.
Jansap daha önce kendisine iş veren yaşlı adamın şehrine gitmiş. Sokakta otururken yaşlı adam çıkagelmiş:
– Kırk gün beslerim, bir gün iş yaptırırım. Kim tamam derse yanıma gelsin diye bağırarak yoluna devam etmiş. Jansap:
– Yaşlı adamın peşine düşmüş ve ben işini yaparım demiş. Yaşlı adamın evine gidip bir gece yatmış. Sabah kalktığında:
– Beni besleme, işini yaptır, demiş Jansap. Yaşlı adam Jansap’a öküzü tutturup öküze heybe ve çuval yükleyerek:
– Tamam, evladım, şimdi peşimden gel demiş. Daha önce geldikleri dağa gitmişler. Oraya varınca yaşlı adam öküzü kesmeye başlamış. Jansap çok acele ettiğinden:
– Ben de kasabım, demiş ve yaşlı adama öküzü yüzmek için yardım etmiş.
Öküzü yüzüp yaşlı adam derisinden tulum yaptıktan sonra Jansap sessizce:
– Ben tulumun içine bakayım demiş ve içine girmiş. Yaşlı adam hemen tulumun ağzını bağlayıp oradan uzaklaşmış. Dağın başından büyük bir kuş gelmiş ve tulumu alıp uçmuş. Kuş tulumu dağın başına götürüp parçalamış. Jansap tulumdan çıkıp ayağa kalkmış. Kuş insanı görünce kaçmış. Jansap etrafına baktığında yaşlı adamın nehrin kıyısında beklediğini görmüş Yaşlı adam, Jansap’a:
– Korkma evladım, incileri, mercanları, mücevherleri bana doğru at, demiş. Jansap dedeye dönerek:
– Öküzün karnını alıp git. Beni tanımadın mı? Bir ara dağın başında beni tek başıma bırakarak mücevherleri alıp kaçmıştın. Jansap’ım ben, demiş. Jansap sonra kıble tarafa doğru yürümeye başlamış. Biraz gittikten sonra Suymurık Padişah’ın ülkesine varmış. Olan biteni padişaha anlatmış. Padişah da:
– Ey, evladım. Ben sana elbisesini elinden bırakma dedim. Giderken bir şey söyledi mi? diye sormuş.
– Beni Gavharnigin adlı şehirden bulursun diyerek gitti, demiş Jansap.
– Hiç duyulmamış bir şehir. Yarın kuş, peri ve yılanların toplanma günü, onlara soralım. Biri bilmezse biri bilir yavrum. Onu dert etme, demiş.
Ertesi gün çocuğunu yanına alıp kuş, peri ve yılanların toplandığı yere gitmişler. Suymurık Padişah gelip konan peri, kuş ve yılanlara Gavharnigin adlı şehri biliyor musunuz diye tek tek sormuş. Hepsi:
– Bilmiyoruz, diye cevap vermiş. Onların arasında 200-300 arası yaşta olan kuşlar da varmış. Onlar da bilmiyoruz, demişler. Suymurık Padişah çocuğuna:
– Benden de büyük peri, kuş ve yılanların padişahı Nurıkşa adında biri var. Eline bir mektup verip seni ona göndereyim oğlum, demiş. Hemen bir devi çağırmış. Mektup yazıp eline vermiş. Jansap’ı devle beraber Nurıkşa adlı padişahın yanına göndermiş.
Jansap Nurıkşa ile selamlaşıp mektubu vermiş. Nurıkşa mektubu okumuş:
– Sen bizim evladımızsın, dert etme yavrum. 500-700 yaşlarında Süleyman peygamberi görmüş kuşlar var. Onların biri bilmese biri bilir diyerek Jansap’ın sırtını sıvazlamış. Sonra da kuş, peri ve yılanların mekânına götürmüş. Kuşlara:
– Gavharnigin adlı şehri bileniniz var mı, diye sormuş.
– Bilmek şöyle dursun, duymuşluğumuz bile yok, demiş kuşlar. 500-700 yaşlarındaki kuşlar da Gavharnigin adlı şehri duymadık. Onu kandırmışlardır, demişler.
Nurıkşa üzülmüş. Jansap’a bakarak hepimizin büyüğü Nurğı-Parman adında bir ağabeyimiz var. O bütün perilerin, devlerin, kuşların ve yılanların padişahıdır. O sana bulur, demiş. Bir mektup yazarak Jansap’ın eline vermiş. Bir kuşu çağırıp Jansap’ı sırtına bindirmiş:
– Doğru Nurğı-Parman’a ulaştır, demiş.
Kuş Jansap’ı sırtına bindirip göz açıp yumuncaya kadar Nurğı-Parman’a ulaştırmış.
Jansap, Nurğı-Parman ile selamlaşıp Nurıkşa padişahın mektubunu vermiş. Nurğı-Parman mektubu okumuş ve:
– Sen bizim evladımızmışsın, demiş.
– Bizde 100-1500 yaşlarında kuşlar var. Dev, peri ve yılanlar var, biri bilmese biri bilir, demiş ve Jansap’la hav-yanların yanınıa gitmişler. Yılan, peri, dev ve kuşlara tek tek sormuşlar. Bilen çıkmamış. Kuşların en sonunda 1700 yaşında iki kuş oturuyormuş. Bilse bunlar bilir, bunlar da bilemezse yalan söylemiş demektir, demiş ve bu iki ihtiyar kuşa:
– Gavharnigin şehrini biliyor musunuz, diye sormuş. İkinci kuş:
– Tam bilmiyorum, ben yavruyken duymuştum. Bir gün annemiz üç gün ortadan kaybolmuştu. Üç gün aç kalmıştık. Üç gün sonra öğlen vaktinde, annem gelmişti. O zaman, “Anne, üç günden beri neredesin?”, diye sorduğumda, “Avcıya yakalandım yavrum, o beni Gavharnigin adlı şehre götürdü. Sizlerin eceli gelmemiş ki, üç gün sonra kaçıp kurtuldum. Yavrularım buradan kaçalım.” dedi. Sonra kaçıp buraya geldik. Biz göçeli uzun yıllar oldu, demiş.
– Orası nerede, diye sormuş, Nurğı-Parman.
– Göhiykap dağının ardında, yedi günlük yol, demiş, ikinci kuş.
– O zaman Jansap’ı yuvanıza kadar götürün. Kalan yolu kendisi gider, demiş Nurğı-Parman.
Nurğı-Parman’ın dediği gibi yuvalarının olduğu yere kadar götürmüşler, Jansap’ı.
– Arkadaş, buradan sonrasını biz bilmiyoruz, kendiniz gidersiniz, demiş kuş.
– Tamam, öyleyse, anneniz Gavharnigin’den döndüğünde hangi taraftan gelmişti, bana onu söyleyin, demiş Jansap.
– Doğu taraftan geldiydi, demiş kuş.
– Jansap da doğu tarafa doğru yola koyulmuş.
Peri uçup ülkesine gelince peri padişahı olan babasına başından geçenlerin hepsini anlatmış ve Jansap’ın geleceğini bilerek her köşe başına adam koydurmuş. Jansap biraz yol gittikten sonra bir delikanlıyla karşılaşmış. Delikanlı Jansap’a nereden geldiğini sormuş. Jansap da delikanlıya başından geçen olayların hepsini anlatmış. Delikanlı:
– Peri padişahı benim gibi kaç adamı köşe başlarına koydu Ben talihliymişim, sen padişaha götürürsem çok hediye alırım, demiş ve Jansap delikanlıyla yürümeye başlamış. Biraz sonra Gavharnigin adlı şehre gelmişler. Peri padişahın sarayına varmışlar. Jansap, dışarıda kalmış, delikanlı padişahın huzuruna çıkmış:
– Aradığınız adamı bulup getirdim, demiş.
– Nerede, diye sormuş peri padişahı.
– Dışarıda bekliyor, diye cevap vermiş, delikanlı.
– Çok güzel, deyip padişah delikanlıya hediyeler vermiş. Yanındaki vezirlerine de:
– Damadı kendisi için özel hazırlanmış otağa alın, demiş. Padişah düğün hazırlıklarına başlamış. Peri padişahının kızları yengeleri ile Jansap’ın yanına gelmişler. Jansap ile sohbet etmişler. Padişah birkaç gün düğün yapıp kızını Jansap’a vermiş. Düğünden sonra padişah Jansap’ı yanına çağırıp:
– Sen de birilerinin tek evladısın. Anne baban arkanda gözyaşları döküyordur. Bir kadın için çok çektin. Şimdi anne babanın yanına gidip onlara haber ver. Sonra geri gelirsin, evladım demiş.
– Çok iyi olur. Size minnettarım baba, demiş Jansap. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Jansap padişaha:
– Babamın ülkesine gitmek için hazırım eğer izin verirseniz, demiş. Padişah bir iki dev çağırıp:
– Sizler Jansap’ın emrindesiniz. Önce Jansap’ı babasının ülkesine götürün. Sonra nereye götür derse oraya götürürsünüz, demiş. Hediyeler hazırlayıp kızını da Jansap ile kocasının ülkesine göndermiş. Devler çok kısa sürede Jansap ile eşini ülkesine götürmüş. Babasının hizmetkârlarından birisi Jansap’ın geldiğini görmüş ve padişaha giderek:
– Jansap, gelininizi getirdi, demiş.
Padişah şaşıp kalmış. Uzun süre kendine gelememiş. Bir süre sonra toparlanıp yerinden kalkmış. Oğulunu ve gelinini kucaklayıp sağ salim iki evlatlarına kavuştuğu için Allah’a dua etmiş. İnsanoğlu bir sevindiğinde, bir de korktuğunda ağlarmış.
Padişah halkını toplayıp üç ay düğün yapmış, üç ay sonra düğün bitmiş.
Jansap ile karısı bazen peri padişahının ülkesine, bazen de Jansap’ın babasının ülkesine gidip gelerek mutlu bir hayat sürmüşler.

KUDABAY NİŞANCI
Çok eskiden Kudabay adında bir nişancı varmış. Kudabay bir gün hayvan avlarken ağlayan bir ihtiyara rastlamış. Kudabay ihtiyara:
– Dede niye ağlıyorsun, diye sormuş.
– Ey evladım, nesini sorarsın, ben bu ülkenin padişahının hizmetçisiydim. Her gün padişaha tavşan götürürdüm. Bugün şansıma bir şey bulamadım, padişah ölüm cezası vereceği için ağlıyorum, demiş ihtiyar.
– Sana tavşan lazımsa ben vereyim, deyip Kudabay avlamış olduğu tavşanlardan bir tanesini vermiş. İhtiyar da çok dua etmiş ve sevinerek yoluna devam etmiş.
Kudabay ertesi gün yine ava çıkmış. Ormanda dolaşırken önüne kaçmakta olan bir ejderha çıkmış. Ejderha Kudabay’a dönerek:
– Ey, insanoğlu ben bir yangından kaçıyorum. Beni bu yangından sağ salim kurtarırsan dört çeşit besi hayvanımın yarısısı sana veririm diye yalvarmış. Kudabay ejderhaya çok acımış. Sırtına bindirip ejderhayı evinebırakmış. Eve varınca ejderha:
– Sen şimdi evde dinlen, sana vereceğim hayvanları getireyim, demiş. Kudabay:
– Benim şimdi hayvan sürüp götürecek halim yok. Yarın gelip götürürüm, demiş ve evine dönmüş. Kudabay evine gelince başından geçenleri yaşlı annesine ve babasına anlatmış. Anne babası çok sayıda hayvanları olacağı için sevinmişler. Sevinçle gece boyu gözlerine uyku girmemiş.
Kudabay ertesi gün erken kalkıp ejderhanın vereceği hayvanları getirmek için yola çıkmış. Yolda giderken koyun otlatan bir çobana rastlamış. Bu çoban ejderhanın koyunlarının çobanıdır diye düşünerek:
– Ey, çoban arkadaş, senin otlattığın koyunlar kimin koyunları? Burada oturan ejderha bana dört çeşit besi hayvanının yarısını vereceğim diye söz vermişti, demiş.
– Sen deli misin, onun dört çeşit besi hayvanı bir yana, bir hayvanı bile yok. Mal adına sadece bir sandığı var. Başka da bir şeyi yok, demiş çoban. Kudabay yine de gidip ejderhayı göreyim demiş ve yoluna devam etmiş. Önüne yine bir koyun otlatan çoban çıkmış. Kudabay ona da sormuş. O da:
– Ejderhanın malı olarak bir şeyi yok. Sadece bir sandığı var, demiş.
Kudabay artık ejderhanın malının olmadığını anlamış ve kendi kendine “Pekiyi şimdi varınca bana ne diyecek bu?” demiş ve ejderhanın evine gelmiş. Kudabay ejderhaya dün vermiş olduğu sözü hatırlatmış. Ejderha Kudabay’a:
– Benim önüne katacak hayvanlarım yok. Mal olarak sadece bir sandığım var. Benim dört çeşit besi hayvanım bu, demiş ve sandığı vermiş. Kudabay da razı olup sandığı almış. Evine doğru yola çıkmış. Eve geldikten sonra sandığı açıp baktığında içinde ay gibi ağzı, güneş gibi gözü olan güzel bir kızın olduğunu görmüş. Kız Kudabay’ı, Kudabay da kızı sevmiş. Kudabay o kızla evlenip muradına ermiş.

TARTIŞMA
Bir gün bir ağaç ustası, sarraf ve molla birlikte uzun bir sefere çıkmışlar. Issız yerlerde, günlerce yol gitmişler. Her akşam birisi ateş yakarak nöbet tutuyor, diğer ikisi uyuyormuş. Ağaç ustası nöbet tutarken canı sıkılmış ve vakit geçirmek için ağaçları yontarak bir kukla yapmış. Sabah uyandıklarında molla ile sarraf kuklaya hayran kalmışlar. Kuklayı da yanlarına alarak yollarına devam etmişler. O gün akşam sarrafın nöbet sırasıymış. O da ateşin başında otururken kuklayı yontup üstüne değerli elbiseler giydirip kukladan güzel bir kız yapmış. Sabah uyandıklarında molla ile ağaç ustası bunu görüp hayran kalmışlar. Kuklayı yanlarına alıp tekrar yola koyulmuşlar. Akşam nöbet sırası mollanınmış. Molla gece boyu tan atana kadar Tanrı te-alaya kuklaya can vermesi için yalvarmış. Sabah uyandıklarında üç yolcuya bir “güzel” hizmet ediyormuş. Bu eşsiz güzele üçü de âşık olmuş. Önce ağaç ustası söze başlamış:
– Ben bu kızı ağaçtan ben yaptım. Yapmasaydım hiç birinizin aklında yoktu. Sizler yapmak şöyle dursun aklınıza bile getiremezdiniz. Onun için bu kızı benim almam lazım, demiş. Sarraf buna itiraz ederek:
– Bu nasıl olur? Eğer ben giyindirip güzelce yontup süslemeseydim, buna can verilsin diye dua etmezdiniz. Can verilse bile böyle güzel olamazdı. Eski halinde kalsaydı sizler onun için tartışmazdınız. Marifet benim, ben alacağım, demiş. Bunun üzerine molla düşünerek:
– Hey, yavrum hey, sizlerin yaptığı ne ki? Haydi, sen kukla yap, sarraf arkadaş da süslesin görelim. Eğer ben ağaç kuklaya can vermeseydim, ne yapacaktınız? Elinizde taşıyıp taşıyıp sonra bir çocuğa hediye ederdiniz. Ben daha merifetliyim. Onun için benim almam lazım, demiş molla.
İşte böyle. Ateşin başında ağaç ustası, sarraf ve molla hâlâ birbiriyle tartışıyormuş.
Sizce hangisini haklı?

ÜÇ DELİKANLI KARDEŞ
Çok eskiden bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyarın üç oğlu varmış. Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. İhtiyarın çocukları yetişip büluğa ermişler. Bir gün ihtiyar adam çocuklarını etrafına toplamış:
– Çocuklarım, bu zamana kadar ben sizlere baktım. Besleyip büyüttüm. Artık ben yaşlandım. Ölüm günüm yaklaştı. Bundan sonra sizler kazanıp bana bakın. Ben bir gün öleceğim. Babadan kalan mal çocuğuna mülk olmaz. Çalışıp kendi alın terlerinizle kazanın, demiş. Çocuklar da babalarının dediğini yapmak için bir gece vakti başka bir yere gidip iş bulup çalışmayı düşünmüşler. Sabah tan atarken atlarına binip silahlarını kuşanıp yola revan olmuşlar. Çocuklar gün boyu yol gitmişler. Akşam olup güneş batarken yolları büyük bir ormana çıkmış. Ormana geldiklerinde güneş de batmış. Çocuklardan en büyüğü:
– Kardeşlerim, artık akşam oldu. Hava kararmaya başladı. Gece burada yatıp sabah yolumuza devam ederiz, demiş. Kardeşleri de uygun görmüş. Atlarından inip yerleşmeye başlamışlar. Bir yandan da: “Bu orman tehlikeli bir yere benziyor. Yırtıcı hayvanların sesleri geliyor. Bu nedenle güvenliğimiz için üçümüz sırayla nöbet tutalım.” demişler. İlk nöbeti en büyük ağabeyleri tutmaya başlamış. İki kardeşi yatar yatmaz uykuya dalmışlar. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ormanın batı tarafından büyük bir kaplan kükreyerek dosdoğru onların yanına doğru gelmeye başlamış. Nöbet tutan ağabeyleri kaplanı görünce “Kardeşlerim uyanıp kaplanı görürlerse korkarlar. En iyisi kaplanı peşime takıp uzaklaşayım. Kaplan bana yetiştiğinde kılıçla başını kesip öldürürüm.” diye düşünerek kaçmaya başlamış. Kaplan da hışımla arkasından kovalamış. Kaplan tam yaklaşırken kılıçla kaplanı ikiye ayırmış. Kaplan yere yığılmış. Kaplanın öldüğünü görünce işaret olsun diye kaplanın arka tarafından bir parça deri kesip karnına bağlamış. Kardeşlerinin yanına gelmiş ve nöbet sırası gelen ortanca kardeşini uyandırmış. Kendisi de uyumuş. Aradan çok vakit geçmeden ormanın doğu tarafından büyük bir ejderha tıslayarak gelmeye başlamış. Nöbetteki ortanca kardeşleri, “Eğer ben burada beklersem ejderha üçümüzü de yutar. En iyisi ona doğru koşayım.” diye düşünmüş ve koşmaya başlamış. Bunu gören ejderha bütün gücüyle havayı içine çekmiş ve çocuğu yutacakken o sırada ortanca kardeş bütün gücüyle nefesini içine çeken ejderhayı kılıç darbesiyle ortadan ikiye ayırmış. Delikanlı da işaret olsun diye ejderhanın derisinden bir parça kesmiş. Belli olmayacak şekilde karnına bağlamış ve kardeşlerinin yanına geri gelmiş. Nöbet tutması için küçük kardeşini uyandırıp kendisi derin bir uykuya dalmış. O da bir süre nöbet tutup tan atmak üzereyken esen nisan rüzgârıyla kımıldayan otlara bakarak düşünüyormuş. O sırada gece boyu yanıp duran ateş sönmüş. Ateşi tekrar yakmak istese de ateş bir türlü yanmamış. “En iyisi etrafa bir göz atayım. Yakınlarda yanan bir ateş bulursam tezek yakıp getireyim.” diye düşünmüş. Ata binip etrafı kolaçan etmiş. Derken uzaklarda parıldayan ateşe benzer bir şey görmüş. O ateşe doğru atını koşturtup yanına vardığında büyük bir mağarada sohbet eden kırk yiğit görmüş. Hemen attan inip atını bağlamış. Kılıcını yanına alarak onların yanına gidip selam vermiş. Yiğitlerin bir anda korkudan yürekleri ağızlarına gelmiş. Sonra ona yer göstermişler. İçlerinde yaşça büyük olanı niçin geldiğini sormuş:
– Sizleri duyalı bir hayli zaman oldu. Eğer bulabilirsem atlarına bakıp hizmet ederim diye sizleri aramaya koyuldum Beş altı günden beri de arıyorum Şimdi burada buldum, demiş. Aralarında yaşça büyük olanı:
– En iyisi bu delikanlıya zarar vermeyelim, yanımıza alalım, diyerek diğerlerine bakmış. Hepsi uygun görmüş ve ateş almaya gelen delikanlıyı aralarına katmışlar. Kırk yiğit daha sonra sohbete kaldıkları yerden devam etmişler. Aralarından birisi:
– Ah delikanlı, bir çaresini bulup bu bölgedeki Tıs-mat adlı zengin adamın mallarını alamaz mıyız? Hiçbirimiz bunun bir yolunu bulamadık, demiş. Delikanlı, bunun üzerine:
– Ben onun yolunu biliyorum. Sizler şimdi atlarınıza binip beni takip edin. Ben sizi doğru onun sarayına götürüp hepinizi tek tek içeri sokacağım, demiş. Hepsini peşine takıp zengin adamın sarayına gelmişler. Delikanlı o saraya girecek bir delik biliyormuş. O delikten içeri girdikten az sonra:
– Ben sarayın her yerini dolaştım, herkes derin uykuda. Haydi, tek tek içeri girin, demiş delikanlı. Kılıcını da eline alıp beklemeye başlamış. Çocuğun gözünü hırs bürümüş. Her şeyden habersiz olan devler teker teker içeri girdikçe delikanlı, kellelerini kılıçla koparmış gövdelerini kimseye göstermeden bir kenara toplamış. Kırk haydutun kırkını da öldürmüş ve kendisi sarayın içinde dolaşmaya başlamış. Delikanlı dolaşırken yüzleri ay gibi parlayan bakmaya doyulmayan tüyden tapaılmış yatakların üstünde yatan zengin adamın üç kızını görmüş. Delikanlı, ilk önce en büyüğünün küpesini alıp sen büyük ağabeyimin olacaksın, ortancasının kolyesini alıp sen ortanca ağabeyimin olacaksın, en küçüğünün yanına gidip parmağındaki altın yüzüğünü alıp sen benim olacaksın, demiş ve sonra ağabeylerinin yanına gitmiş. Sabah onları uykularından uyandırmış ve bu üç kızın ülkesine doğru yola çıkmışlar.
Sonrasını kızların babasından dinleyelim. Zengin adam sabah erken kalkıp sarayına geldiğinde yerde kelleleri ve üst üste yığılmış gövdeleri görünce korkudan ödü kopmuş. Soruşturduğunda bunların ülkeyi soyup soğana çeviren kırk haydut olduğunu öğrenmiş. Bunları hangi kahraman öldürdü acaba diyerek sevinçle evine koşarak gelmiş. Durumu halka haber etmek için “Haydutları öldüren ortaya çıkarsa onun her dileğini yerine getireceğim.” diye ilan verdirmiş. O sırada üç kardeş zengin adamın evinin yanındaki bir evde oturup geçen gece başlarından geçen olayları birbirlerine anlatmışlar. İşaret olsun diye yanlarına aldıklarını da birbirlerine göstermişler. Sohbet eden kardeşlerin konuştuklarını zenginin adamın hizmetçileri duymuşlar. Hemen zengin adamın yanına gidip durumu anlatarak müjde istemişler. Zengin adam hemen üç kardeşin yanına varmış. Onlara:
– Sizler gerçek kahramanlarsınız. Ne dilerseniz her dileğinizi yerine getireceğim, demiş ve onları evine götürmüş. Yiğitlerin dileği üzerine üç kızını bu üç delikanlıya vermiş. Onlara mal mülk ve değerli hediyeler vererek ülkelerine göndermiş. Üç kardeş ülkelerine gidip düğün yapmışlar ve muratlarına ermişler.

ASAN GENJE
Çok eskiden bir padişah varmış. Bu padişahın üç oğlu varmış. Büyüğünün adı Esen, ortancasının adı Üsen, en küçüğünün adı da Asan Genje’ymiş. Padişahın çocukları büyümüşler büluğa ermişler. Padişah, çocuklarının yanına adm vererek büyüğünü kuş avlamaya, ortancasını halktan vergi toplamaya, küçüğünü de hayvanları gütmeye gönderiyormuş. Padişah kendi kendine “Çocuklarım büyüdü, artık bunları evlendirsem. Üç kızı olan bir padişahla dünür olsam.” diyormuş. Padişah bir gün yanına vezirini alarak başka ülkelerdeki padişahların kızlarına bakmaya gitmiş. Padişahın arzuladığı gibi olmamış. Bazı padişahların iki kızı varmış, bazılarının üç kızı varmış ama biri ölmüş. Her gittiği yerde durum aynıymış. İstediğini bulamayan padişah üzüntüyle dönerken önüne yaşlı bir kadın çıkmış:
– Evladım, bizim eve buyurup bir şeyler yiyin, demiş. Padişah çok şaşırmış. Yoldan geçen tanımadığı inasanları niçin evine davet ediyor acaba diye düşünmüş.
– Haydi, gidelim, demiş padişah. Yaşlı kadının evine gelmişler. Yaşlı kadının evi padişahların sarayından da ihtişamlıymış. Yaşlı kadın vezirle padişahın önlerine yemek getirmiş. Onlar otururlarken yaşlı kadın yine yoldan geçen başka bir padişahı vezirleri ve askerleriyle birlikte evine davet etmiş. Padişahları çok güzel ağırlamış. Tan atıp sabah olunca padişahlar gitmek için yaşlı kadından izin istemişler.
Son gelen padişah yaşlı kadına:
– Benden ne dilersin, demiş. Yaşlı kadın:
– Hiçbir dileğim yok. Sizlerin hayır dualarınızı almak istedim, demiş.
Padişah dua etmiş ve yaşlı kadına bir tepsi altın vermiş.
İlk gelen padişah Harezm padişahıymış. Yaşlı kadına:
– Ne dilersen dile vereceğim, demiş. Yaşlı kadın ona:
– Sizin üç çocuğunuz var. Benim ise hiç çocuğum yok. Bana iki büyük çocuğunu veya küçük çocuğunu ver. Benim sizden dileğim budur, demiş.
Padişah düşünmüş taşınmış, kendi kendine, “Çocuklarımı vermeyeyim desem, ne dilersen dile vereceğim diye söz verdim. Verdiğim sözü tutmamazlık etmeyeyim. En iyisi iki çocuğu vermek yerine küçük Asan’ı vereyim.” diye düşünmüş.
– Tamam, küçük oğlumu sana verdim, senin olsun. Size onu göndereceğim, diye söz vermiş.
İki padişah yolun bir kısmını beraber gitmişler. Yolda giderlerken birbirlerine ülkelerinden niçin çıktıklarını sormuşlar. Üç kızı olan padişah da üç oğlu olan bir padişah bulup onunla dünür olmak için yola çıkmış. Onlar yolda ekmek bölüp dünür olmuşlar ve ülkelerine dönmüşler.
Harezm padişahı ülkesine geldikten sonra çocuklarını çağırtmış. Büyük çocuğu Esen ve ortancası Üsen çağrıya uyup gelmişler. Küçük oğlu Asan Genje ise babasının gönderdiği adama:
– Gelmeyeceğim, demiş ve adamı geri göndermiş.
Padişah sinirlenmiş ve bu sefer en yakın gördüğü vezirini göndermiş. Asan Genje bu vezirin söylediklerine de kulak asmamış. Padişah daha da çok sinirlenmiş. Sonunda kendisi Asan Genje’nin yanına gitmiş. Padişah vardığında Asan Genje yanındaki yiğitleri ile yaşlı kadının evine gitmeye hazırlanıyormuş. Padişah gelir gelmez:
– Çağırdığım halde gelmediğin için sana ölüm cezası verdim, demiş ve kılıcını alarak oğlunun üzerine doğru koşmuş. Bunun üzerine Asan Genje:
– Durun, benim birkaç sözüm var. Ondan sonra öldürseniz de razıyım, demiş. Padişah kılıcıyla hazır bekliyormuş:
– Ne söyleyeceksen çabuk söyle, demiş.
– Artık hem senin çocuğun hem de bu padişahlığa tabi değilim. Çünkü sen beni başka ülkedeki yaşlı bir kadına çocuk olarak verdin. Onun için çağırdığında gelmedim, demiş.
Padişah “vah!” deyip küçük oğlunun haklı olduğunu anlamış ve pişman olmuş. Çocuğuna olan biten her şeyi anlatıp:
– Hayırlı yolculuklar, evladım diyerek Asan Genje’yi yaşlı kadının evine göndermiş.
Asan Genje yanına kimseyi almadan tek başına yaşlı kadının evine doğru yola çıkmış. Beş altı gün yol gittikten sonra yaşlı kadının evine varmış. Yaşlı kadın da Asan Genje ne zaman gelecek diye yolunu gözlüyormuş. Asan Genje atından inmeden yaşlı kadına:
– Haydi, ne iş buyuruyorsunuz söyleyin. Ben bir emek vermeden sizin çocuğunuz olamam, demiş Yaşlı kadın yalvarsa da Asan Genje atından inmemiş. Yaşlı kadının başka çaresi kalmayınca Asan Genje’ye:
– Rum padişahının Miskal Peri adında kızı var. Onu bana getireceksin, demiş. Asan Genje yaşlı kadın ile vedalaşmış ve Rum padişahının ülkesine doğru yola çıkmış. Zorlukları aşa aşa yoluna devam etmiş. Yolda başına çeşitli olaylar gelmiş.
Bir gün yolun sağ tarafında bir farenin yuvasına giremediğini görmüş. Yuvasına girmeye kalksa kedi fareyi takip ediyormuş. Eğer fare hata yaparsa kedi fareyi yakalayacak eğer kedi hata yaparsa fare kaçıp yuvasına girecekmiş. Bunu gören Asan Genje fareye acıyıp kediyi kovalamış. Fareye iyilik yapmış. O sırada farenin yuvasından bir ses:
– Ey, Asan Genje, sen bana iyilik yaptın. Ben farelerin padişahıyım. Dile benden ne dilersen. Sen ne dilersen ben yerine getireceğim, demiş.
– İstediğiniz bir şeyi verin, demiş Asan Genje. Fare bıyıklarından bir kıl koparıp vermiş. Bunu kaybetme, ne zaman başın sıkışırsa bu kılı yak ben hemen yetişirim. Senin için ne gerekiyorsa yaparım, demiş ve fare ile Asan Genje vedalaşmışlar.
Asan Genje yoluna devam ederken çok sesli bir şekilde bağıran bir kaplan çıkmış. O kaplanın yanında başka bir kaplan da sesli bir şekilde ağlıyormuş. Asan Genje bunlara ne oldu acaba demiş ve kaplanların yanına gitmiş. Kaplanın ayağına diken batmış ve kaplan da onun acısına dayanamayarak bağırıyormuş. Yanındaki kaplan ise o dikeni çıkarmakta zorlanıyormuş. Asan Genje atından inmiş ve kaplanın ayağındaki dikeni çıkararak ona iyilik yapmış. Kaplan da Asan Genje’ye:
– Ne zaman başın sıkışırsa biz sana yardım etmeye hazırız, diyerek bir kılını koparıp vermiş.
Oradan ayrılmış ve Asan Genje bir bozkırda giderken yolun kenarında, karıncaların yuvalarına giremediklerini görmüş. Asan Genje karıncaların yuvasının ağzını kapatan taşı alarak karıncalara bir iyilik yapmış. İçerideki karıncalar dışarıya, dışarıdaki karıncalar da içeriye girerek sevinmişler. Sonra karıncalar da Asan Genje’ye bir işaret vererek vedalaşmışlar.
Aradan üç ay geçmiş. Asan Genje’nin yol için aldığı azık bitmiş ve atını kesip yemiş. Atın eyerini sırtına almış ve yaya olarak bir ay daha yol gitmiş. Sonra yolun sağ tarafında büyük bir şehir görmüş. Asan Genje, bu şehre nasıl girerim, üstüm başım berbat, insana benzer yanım kalmadı diye düşünmüş. Sonra en iyisi dışarıda öleceğime bu şehirde öleyim demiş. Asan Genje, bu arada padişahın kızını getirmek için yola çıktığını unutmuş. Şehir büyük ve kalabalıkmış. Asan Genje’nin durumuyla aynı olan çok insan varmış.
Asan Genje şehre girip oğlu olmayana oğul, kızı olmayana kız olurum diye düşünmüş. Biraz şehri dolaşmış. Akşam olmak üzereyken Asan Genje ekmek satan yaşlı bir kadına yaklaşarak:
– Oğlu olmayana oğul olurum, demiş. Yaşlı kadın Asan Genje’nin yakışıklılığına bakarak:
– Benim oğlum da kızım da yok. Benim oğlum olur musun, diye sormuş.
– Olurum, demiş Asan Genje. Bunun üzerine yaşlı kadın Asan Genje’yi yanına alarak evine götürmüş. Asan Genje yaşlı kadının öz çocuğu gibi ona hizmet etmiş.
Günlerden bir gün yaşlı kadın sabah kalktığında Asan Genje’nin yastığının yanında birkaç altın görmüş. Yaşlı kadın uyuyan Asan Genje’ye farkettirmeden altınları almış. Asan Genje’nin perçeminden her zaman altın damlarmış. Bunu kendisi de bilmezmiş. Yaşlı kadın bu şekilde yavaş yavaş zengin olmuş. Asan Genje’ye de ayrı bir otağ kurmuş.
Asan Genje bir gün erkenden uyanıp dışarı baktığında doğudan bir güneş, batıdan da bir güneş çıktığını görmüş. Hayretler içinde koşarak yaşlı kadının yanına gelmiş ve:
– Doğudan doğan bildiğimiz güneş, pekiyi batıdan doğan güneş, neyin nesidir, diye sormuş. Yaşlı kadın uzun bir süre cevap vermemiş. Asan Genje tekrar tekrar sorunca:
– Batıdan doğan güneş, padişahımızın Miskal Peri adında bir kızı var. Padişah onu saraya kapatmış ve kapısına nöbetçiler koymuş. Miskal Peri her sabah bir kere dışarıya çıkarılıyor. Onun güzelliği güneşe yansıyıp batı taraftan da güneş doğuyormuş diye cevap vermiş, yaşlı kadın. Asan Genje bunu duyunca ülkesinden niçin çıktığını hatırlamış. Miskal Peri’ye ulaşıp konuşmanın yollarını düşünmüş. O gün akşam olmuş ve şehirdeki tüm insanlar uyumuş. Sokaklarda ara sıra havlayan köpeklerden başka hiçbir şey yokmuş. Asan Genje oturup düşünürken yolda farelerin padişahının verdiği kıl aklına gelmiş. Hemen kılı yakmış. O an farelerin padişahı Asan Genje’nin yanında hazır olmuş:
– Dostum, başın niye sıkıştı, diye sormuş, farelerin padişahı. Asan Genje olan biteni anlatmış ve:
– Siz, benim evimden başlayarak Miskal Peri’nin yattığı yere kadar yerin altından tünel kazın. Kimse farketmesin. Çıkan toprağı da şehrin dışına dökün. Kazdığınız tünelin tepesine insanın başı değmesin. Eğer dostumsan bu işi iki saatte bitirirsin demiş Asan Genje. Farelerin padişahı bütün farelere yarın bu vakitte burayda olmalarını emretmiş.
Ertesi gün iki saat içinde Asan Genje’nin isteğini fareler yerine getirmiş. Asan Genje yeraltındaki tünelle Miskal Peri’nin kaldığı yere doğru gitmiş. Fareler tünelin ucuna Miskal Peri’nin yattığı odanın köşesinden bir delik açmışlar. Asan Genje bu delikten odaya girmiş. Odanın içi gündüz gibi aydınlıkmış. Hiçbir yerde yanan bir ateş olmamasına rağmen kızın güzelliği odayı gündüz gibi aydınlatıyormuş. Miskal Peri yüzüne tülbent kapatmış uyuyormuş. Asan Genje tülbenti açmış ve kızın yüzüne bakınca Miskal Peri’nin güzelliğinden kendinden geçip bayılmış. Bir süre sonra Miskal Peri uyanmış. Uyandığında bir delikanlının yerde yatmakta olduğunu görmüş. Delikanlının yüzüne bakıp ona âşık olmuş ve kız da bayılmış.
Bir süre sonra, Asan Genje kendine gelmiş. Yerde baygın halde yatan kıza hiçbir şey söylemeden geldiği yolla evine geri dönmüş.
Padişah her sabah Miskal Peri’yi kontrol ediyormuş. Bu kız doğduğundan beri ağırlığı bir miskal olsun artmazmış. Eğer kızın yüzünü bir erkek görürse ağırlığı bir miskal kadar artarmış.
Her sabah olduğu gibi padişah Miskal Peri’nin kilosunu kontrol etmiş. Kızın eskisinden daha ağır olduğunu gören padişah bu duruma sinirlenmiş. Kızın korumalığını yapan kırk nöbetçiyi darağacında astırmış. Ertesi gün kızın kapısına güvendiği kişilerden yüz adamını nöbetçi olarak koymuş. O gece Asan Genje kızın kaldığı yere tekrar gelmiş. O gün Miskal Peri uyumamış ve eline bir hançer almış bekliyormuş. Odaya giren Asan Genje’yi görünce Miskal Peri yine bayılmış. Asan Genje de bayılmış. Çok geçmeden ikisi de kendine gelmiş. Miskal Peri delikanlıyı hançerle öldürmeye çalışmış. O an Asan Genje:
– Size bir şey söyleyeceğim. Ondan sonra beni öldürseniz de razıyım, demiş.
– Söyle öyleyse, demiş kız biraz sakinleşerek. Asan Genje niçin buralara geldiğini, yolda nasıl zorluklar çektiğini, buraya nasıl geldiğini eksiksiz bir şekilde anlatmış. Miskal Peri hançerini geri çekerek:
– Sen bana âşıksan, ben de sana aşığım ama babamın, üç kötü şartı var. O şartları yerine getiremeyen nice kahramanlar, nice şehzadeler, ölüyor. Sen de boş yere ölme. O şartları yerine getirmen imkânsız. Bundan sonra buraya gelme, seni bir kere ölümden kurtardım, demiş. Ancak Asan Genje:
– Babanın her türlü şartını yerine getiririm. Benim başım senin yolunda kurban olsun, deyince Miskal Peri elindeki altın yüzüğü Asan Genje’ye vermiş:
– Sen yarın adam gönderip beni istet. Babam onlara üç şartını söyleyecektir. O üç şarttan birincisi: Meydanda iki çukur var. O çukurları sana gösterip çukurun birinde altın, birinde ise gümüş kaynatmanı ister babam. Çukurlarda altın ve gümüşü kaynatabilmen için sana yüzük vereceğim. Orada küçük bir delik var. O yüzüğü kimseye farkettirmeden deliğin içine at. O zaman altın ile gümüş kaynayamaya başlar. Kaynadıktan sonra kıble tarafa dönüp delikten yüzüğü al ve çık. Bçylelikle birinci şartı yerine getitmiş olacaksın. Dediklerimi unutma. İkinci ve üçüncü şartı da babam sana söyler. Onları yerine getirmek senin elinde. Şartları yerine getirmeni diliyorum, demiş ve Miskal Peri Asan Genje ile vedalaşmış.
Sabah Asan Genje yaşlı kadına padişaha gidip kızını istemesini söylemiş. Ancak yaşlı kadın:
– Evladım padişahın üç şartı var. O şartları yerine getiremedikleri için çok adam öldü. Sen o kızı istetmekten vazgeç, demiş. Asan Genje rica etmiş, yalvarmış. Sonunda oğlunun bu işten vazgeçmeyeceğini anlayan yaşlı kadın padişahın huzuruna çıkmış:
– Padişahım, söylecek sözüm var, demiş.
– Söyle, demiş padişah.
– Benim bir oğlum var. Artık delikanlı oldu. Kızınızı almak için şartlarınızı yerine getireceğim diye ısrar ediyor. Onun için geldim, demiş.
– Öyleyse oğlunu gönder, demiş padişah. Yaşlı kadın evine dönmüş. Padişahın söylediklerini Asan Genje’ye anlatmış. Ertesi gün Asan Genje padişahın huzuruna çıkmış ve niçin geldiğini söylemiş.
– Sen daha çok gençsin, senden de babayiğit nice yiğitler şartları yerine getiremeyip öldü. Sen nasıl yerine getireceksin, diye sormuş padişah.
– Şartları yerine getireceğim. Ölüme de razıyım bana şartlarınızı söyleyin, demiş Asan Genje.
– Tamam, demiş padişah. Sonra da Asan Genje’ye Birinci şartını anlatmış. Sonra da yarın gelip birinci şartı yerine getirmesi gerektiğini söylemiş.
Ertesi gün şartı yerine getirmek için Asan Genje söylenen yere gelmiş. Meydan çok kalabalıkmış. Asan Genje’nin tek başına o kadar insanın arasındaymış. Padişah:
– Haydi, şartı yerine getir, demiş. Asan Genje Miskal Peri’nin söylediği gibi yapmış. Böylelikle birinci şartı yerine getirmiş. İkinci şartı üç gün sonra yerine getirmesi gerekiyormuş. Ancak, Asan Genje padişaha:
– İkinci şartı söyleyin. Yarın yerine getireceğim, demiş. Padişah:
– Şehrin dışında bomboş bir yere bir batman darı saçtıracağım. Darının sayısı belli, o darıları akşamleyin başlayıp sabaha kadar toplayacaksın. Bir batmandan bir tane bile eksik çıkarsa ölümle cezalandırılacaksın. Eğer bunu başarabilirsen, ikinci şartı yerine getirmiş olacaksın, demiş. Asan Genje evine gelmiş. Düşünürken karıncaların verdiği işareti hatırlamış. Sonra Miskal Peri’nin yanına gitmiş. İkisi oturup uzun uzun konuşmuşlar. Tan atıp sabah olduğunda Asan Genje padişahın şartını yerine getirmek için padişahın söylediği yere gitmiş.
Söylenen yere darı getirilmiş. Asan Genje’nin gözünün önünde ölçülmüş ve sayılmış. Sonra boş bir yere darıyı saçmışlar. Padişah ve adamları gitmiş. Gün batıp karanlık çökmüş. Asan Genje karıncanın işaret için verdiği şeyi yakmış. Bir anda her yer karıncayla dolmuş. Karıncaların padişahına yapmaları gerekeni anlatıp iki saatte karıncaların şartı yerine getirsin, demiş.
Karıncaların padişahı şartı yerine getirmeleri için karıncalara emir vermiş. Karıncalar aradan bir saat geçmeden darıları toplamışlar. Darıları tartmışlar ve saymışlar. Saydıklarında bir darı eksik çıkmış. Bütün karıncalar o bir darıyı aramışlar ama bulamamışlar. Karıncaların padişahı karıncaların hepsini toplamış. Bir karınca ortada yokmuş. O karıncayı aramaya başlamışlar. Kayıp karıncayı bulmuşlar. O karıncanın ayağına taş düşmüş, ayağı aksadığı için darısı ağzında geç kalmış.
Böylelikle darıların kilosu da sayısı da tamalanmış. Asan Genje karıncalara izin verip göndermiş ve darılara yaslanarak uyumuş.
Sabah padişah adamlarıyla geldiğinde Asan Genje uyuyormuş. Onu uyandırıp topladığı darıları saymışlar, tam çıkmış. Teraziye koyup tartmışlar yine tam gelmiş. Böylece ikinci şartı da yerine getirmiş, Asan Genje.
Padişah üçüncü şartını şöylemiş:
– Şehrin dışındaki bir dağda bir ejderha var. O ejderha şehri yutmaya hazırlanıyor. Onu öldürüp halkı beladan kurtaracaksın, demiş.
Asan Genje bu şartı yerine getirmek için hemen o gün yola çıkmış. Dağa varıp kaplanın verdiği kılı yakmış. Kaplanlar hemen gelmişler. Asan Genje padişahın şartını onlara söylemiş ve kendisi dağın bir bir kenarında beklemeye başlamış. İki kaplan ejderhanın iki tarafına geçmiş. Birincisi ejderhayı alıp ikincisine doğru fırlatmış. İkincisi de eline alıp birincisine fırlatmış. Sonunda ejderhayı öldürmüşler. Asan Genje ejderhayı iki kaplanın üstüne yükleyip kendisi de en üste oturup şehre gelmiş. Şehir halkı görünce “Ejderha şehri yutmaya geliyor.” diye çığlıklar atılmış ve herkes bulduğu deliğe saklanmış. O sırada padişah bayılmış. Asan Genje ejderhayı padişahın sarayının önüne bırakmış. Sonra Asan Genje padişahın huzuruna çıkmış. Padişah da o sırada daha yeni ayılmıştır. Asan Genje:
– Şartı yerine getirdim, demiş.
Padişah Miskal Peri’yi Asan Genje’ye vermiş. Padişah kırk gün, kırk gün gece düğün yapmış. Asan Genje padişahın has damadı olmuş. Asan Genje ile Miskal Peri evlendikten sonra yedi yıl bu padişahın ülkesinde yaşamışlar. Bir tane de çocukları olmuş.
Bir gün Asan Genje’nin aklına anne babası, kardeşleri, akrabaları ve yaşlı kadına verdiği söz gelmiş. Asan Genjei Miskal Peri’ye:
– Artık yurduma dönmek istiyorum. Gidelim, arada geliriz demiş. Miskal Peri bunu kabul etmiş. Sonra padişahtan izin isteyip çocuklarını da yanlarına alarak yola çıkmışlar. Padişahın askerleri ülkenin sınırına kadar onlara eşlik etmişler.
Asan Genje çok yorulmuş. Sınırı geçtikten sonra bir kenara çadır kurarak dinlenmişler. Sonra da derin uykuya dalmışlar.
Miskal Peri’nin ülkesinde üç haydut varmış. Onlar Miskal Peri’ye ölesiye âşıkmış. Ancak kızı almanın bir yolunu bulamamışlar. Bu üç haydut onları takip ederek Miskal Peri’yi kaçırmak için bir fırsat gözlüyorlarmış.
Asan Genje ile Miskal Peri uyurlarken haydutlar Asan Genje’yi bağlayıp Miskal Peri ile çocuğu atlarına bindirip kaçırmışlar. Aradan üç gün geçtikten sonra Asan Genje uykusundan uyanmış. Sağına soluna baktığında karısı ile çocuğu yanında yokmuş. Atlar da yokmuş. Elleri de bağlıymış. Kötü bir şeylerin olduğunu anlamış. Sonra yaya olarak dilenci kılığında Miskal Peri’yi aramaya çıkmış. Aradan bir ay geçtikten sonra babasının şehrine varmış. Şehirde padişah ölmüş ve padişahın yerine başka bir padişah seçmek için devlet kuşu uçuruyorlarmış. Devlet kuşu gelip Asan Genje’nin başına konmuş. Padişahın vezirleri bir dilencinin başına kondu deyip kabul etmeyerek kuşu tekrar uçurmuşlar. Kuş yine Asan Genje’nin başına konmuş. Sonunda halk Asan Genje’yi padişah olarak seçmiş.
Asan Genje padişah olduktan sonra “Kim haydut olduğunu ve yaptığı haydutlukları söylerse hazineden altın vereceğim.” diye ilan verdirmiş. Bunu duyan haydutlar işledikleri suçları anlatarak padişahtan altın almışlar. Haydut olmayanlar da yalan söyleyerek altın almışlar. Ülkedeki bütün haydutlar gelmiş ama Miskal Peri’yi kaçıran haydutlardan haber yokmuş. Padişah cellâtlarını toplayıp:
– Ülkede başka haydut var mı, diye sormuş. Cellâtlardan biri:
– Dağın eteğinde üç haydut var. Onlardan başka bütün haydutlar geldi, demiş. Sonra o üç hayduta adam gönderip getirtmiş. Haydutlar geldikten sonra padişah:
– Anlatın, ne haydutluklar yaptınız, demiş.
– Hayatımız boyunca yaptığımız haydutluklar o kadar çok ki bunların hepsini mi anlatalım yoksa hepsinden büyük bir haydutluğumuz var, onu mu anlatalım diye sormuşlar.
– Sonuncusunu anlatın, demiş padişah.
– Bizler bu ülkenin senden önceki padişahının kızı olan Miskal Peri’yi kaçırdık. Kocası uyuyordu orada bıraktık. Miskal Peri’yi getirdikten sonra üçümüz de almak için birbirimizle tartıştık ama o hiçbirimize varmayacağını söyledi. Şimdi bacımız oldu, demiş haydutlar.
Asan Genje hemen haydutları zindana attırmış. Cellâtlarına da Miskal Peri’yi getirmelerini emretmiş. Cellâtlar Miskal Peri’yi getirmişler. Miskal Peri Asan Genje’yi tanıyamamış. Asan Genje onu ıssız bir yere götürüp yüzündeki perdeyi açmış ve Miskal Peri Asan Genje’yi tanımış. Çok mutlu olmuşlar. Padişahlığı vezire bırakarak gece yarısı kimseye belli etmeden çocuklarını da alıp yaşlı kadına doğru yola çıkmışlar. Birkaç gün yol gittikten sonra yaşlı kadının evine yaklaşmışlar. Yaşlı kadın aslında cadıymış. Miskal Peri Asan Genje’ye:
– Ben burada kalayım, sen cadının evine var. Cadı damın tepesinde oturmuş ikimizin yolunu gözlüyor. Damın başına çıkılan merdivende bir güvercin var. O güvercini cadıdan önce yakalayıp başını kopar. Sonra atı yola dayanamayıp Miskal Peri yolda kaldı diye seslen. Bunu duyan cadı üzülerek güvercini unutacak. Güvercinin başını koparırsan cadı ölecektir. Bizler ancak o zaman bir araya gelebiliriz. Eğer böyle yapmazsan o eninde sonunda beni de seni de canlı canlı yer. Çünkü cadının üç dev çocuğu vardı. Onlar şartları yerine getiremedikleri için benim yolumda can verdi. Onun için benden öç almak için seni bana gönderdi, demiş. Asan Genje karısının söylediklerini aynen yapmış. Kuşun başını koparmış. Cadı hemen oraya yığılmış ve ölmüş.
Asan Genje cadıyı öldürdükten sonra Miskal Peri ile birlikte kendi ülkesine gelmiş. Annesi, babası ve ağabeyleriyle hasret gidermiş. Muratlarına ermişler.

ALTIN TAVUK
Çok eskiden malı mülkü, bağı bahçesi, dört çeşit besi hayvanı olup hiçbir eksiği olmayan zengin bir adam varmış. Zengin adamın iki karısı varmış. Zenginin ilk karısından Asen ve Üsen adlarında iki oğlu, ikinci karısından Esen adında bir oğlu varmış. Üç çocuk her şeyden habersiz sabahtan akşama kadar oyun oynar eğlenirlermiş.
Bir gün zengin adam bahçesinde geziyormuş. Keyifle dolaşıyorken üzüm asmalarından yarısının olmadığı görmüş. Etrafı kolaçan etmiş ama bir şey bulamamış ve evine dönmüş. Üç çocuğunu çağırmış:
– Bugün üzüm bağına girdiniz mi diye sormuş. Onlar da:
– Girmedik, diye vevap vermişler. Zengin adam onlara inanmamış. Çocuklarını üzüm bağına götürmüş ve arayın demiş. Çocuklar bağın her yerine dağılarak her yeri aramışlar ama bir insan ya da başka bir şey bulamamışlar. Sonunda zengin adam çocuklarına dönerek:
– Bana düşmanlık eden kim acaba bir bildiği varmış gibi bunu biri kasten yapıyor olmalı, demiş. Çocuklar da babalarının bu sözünün üstüne üçü sırayla üzüm bağında nöbet tutmak için izin istemişler. Zengin adam da nöbet tutmanın doğru olacağını düşünmüş ve onlara izin vermiş.
– Bu gece hanginiz bağda nöbet tutacaksınız, diye sormuş. Büyük çocuğu Asen:
– Baba, ilk nöbeti ben tutayım, demiş.
– Babası da tamam demiş.
Asen nöbet tutmak için gitmiş. Ggece yarısına kadar beklemiş, sabaha doğru uykuya dalmış. Bir ara uykusundan uyanıp etrafına baktığında havanın aydınlandığını görmüş. Hemen bağın her yerini kontrol etmiş. Üzümlerin koparıldığını görmüş.
Asen üzümleri kimin kopardığını ya da neyin yediğini bilememiş. Öğlen babasının yanına gitmiş ve olan biteni açık bir şekilde anlatmış. Zengin adam büyük oğluna sinirlenmiş ve ortancı oğlu Üsen’i çağırmış:
– Evladım, üzüm bağında bugün sen nöbet tutacaksın, demiş.
Çocuk eline bir kova su alarak üzüm bağına gelmiş. O da gece boyu nöbet tutmuş ama bir ara uykuya dalmış. Her gün aynı vakitte gelen bir kuş yine gelmiş ve üzümleri yiyip gitmiş. O gün de üzümlere ne olduğunu anlaşmamışlar. Çocuk üzülerek olan biteni gizlemeden babasına anlatmış. Zengin adam ne yapacağını bilemeyip çocuklarına kızarken bu durumu gören en küçük oğlu Esen koşarak babasının yanına gelmiş. Babasına:
– Sorumluluğu bana verin. Bu gece de ben nöbet tutayım, demiş. Zengin adam:
– Seni cin çarpar, korkarsın diyerek Esen’e izin vermek istememiş. Çocuk yaşça küçük olmasına rağmen babasından ısrarla izin istemesi üzerine babası ona:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/karakalpak-halk-masallari-69499771/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Karakalpak Halk Masalları Анонимный автор
Karakalpak Halk Masalları

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Karakalpak Halk Masalları, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре сказки

  • Добавить отзыв