Önce Hürriyet

Önce Hürriyet
Hasan Kallimci

Hasan Kallimci
Önce Hürriyet(KARAÇAY TÜRKLERİNİN GÖÇ HİKÂYESİ)

Töre-Devlet Yayınevi
Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı -1978-


ÖNSÖZ
1970-1971 ders yılında, o zamanlar Afyon’un merkez ilçe köylerinden biri olan, şimdilerde Eskişehir’e bağlı bulunan; Kafkasya’dan 1900’lü yılların başlarında göç etmiş Karaçay Türklerinin yaşadığı Gökçeyayla’da öğretmenlik yaptım. O ders yılı içinde yaptığım derlemeler, “Karaçay Türklerinin Köyü Gökçeyayla” adı ile Bengü Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı.
O derlemeyi yaparken göç etmelerinin hikâyesini de Kafkasya’yı çocukluğunda yaşamış ve 1905 yılında göçe katılmış bir kişi olan, (Bilingotlar sülâlesinden, 1313 Teberdi doğumlu) Yahya Evren’den dinlemiş ve notlarımın arasına koymuştum. Bu bilgileri, derlediğim folklorik bilgilerle harmanlayıp “Hürriyet İçin” adıyla romanlaştırdım. Eser; 1978 yılında, Töre-Devlet Yayınevi’nin açtığı yarışmada, “Dündar Taşer Roman Teşvik Armağanı” ile ödüllendirilmişti fakat o yıllarda kitaplaşması mümkün olmadı. Sonraki yıllarda adını “Önce Hürriyet” olarak değiştirdiğim bu çalışmam, 2006 yılında, Hikmet Neşriyat tarafından yayımlandı. Şimdi de “ÖNCE HÜRRİYET (Karaçay Türklerinin Göç Hikâyesi)” adıyla, Avrasya Yazarlar Birliği’nin kuruluşu olan Bengü Yayıncılık vasıtasıyla tekrar okurları ile buluşuyor.
Önce Hürriyet; Karaçay Türklerinin roman tarzında ürettiği eserlerin sayısı göz önüne alınırsa, bu alanda bir boşluğu dolduracaktır diye düşünebiliriz. Eser, aynı zamanda Karaçay Türklerinin tanıtılmasında da bir araç olacaktır.
Karaçay Türklerinin yaşadıkları acılar, ciltlerle kitapları dolduracak ve çok sayıda filme senaryo olacak kadar çoktur. Yetişecek Karaçay Türk’ü ediplerin, acıların yanısıra nice sevdaları ve mutlulukları da işleyecekleri eserleri görmenin ümidiyle o kalem erbaplarını “bugünden” hürmetle selamlıyorum.
Göç ve sürgün günlerini hatırlatacak fotoğrafları göndererek, eseri görsellik açısından zenginleştiren Karaçay Türkleri Ufuk Tavkul ve Ufuk Tuzman kardeşlerime de teşekkür ediyorum.

1
-Baydımat!…
Yorgun dudakların, yorgun bir kelimesiydi bu; yavaş söylenmişti; hasta dudakların fısıltısıydı ve tek kelimeden ibaretti fakat çok şey anlatıyordu. Yatağında her an ölüme biraz daha yaklaşan adam, bu kelimeyle çok şey söylüyor, söylemek istiyordu. Sevgi yüklüydü bu söz; duygu ve temennilerin, hislerin en güzelleriyle yüklüydü.
Baydımat, her an bu kelimeyi duymaya hazır, sedirin üzerinde yarı uyur, yarı uyanık bekliyordu. Ocaktaki ateşin fersiz aydınlatmasıyla loşlaşmış odada, üzgün fakat çevik hareketlerle kocasının yanına gitti; oturdu, elini tuttu. Hayat arkadaşının son günlerini yaşadığını bilmenin burukluğuyla doyasıya bakmaya ve diyeceklerini dinlemeye hazır bir vaziyette beklemeye başladı.
Çarlık Rusya’sının baskılarının yanısıra şu birkaç yıl içinde yaşadığı fakirlik de bir çembere almış; sıkmış da sıkmış; dayanılmaz moral çöküntüleri yaşatmıştı İsmail’e. Ömür boyu çalışıp kazandığı malını, merhamet ve itimadın verdiği gafletle bir serseriye kaptırmış; bu sarsıntı sonucu yaşadığı üzüntüyle vereme yakalanmıştı. Yüzü, yarı aydınlıkta daha sarı, bakışları daha da fersizdi. Kesik cümlelerle yine fısıltıyla, ağır ağır konuştu.
–Baydımat!… Ölüm bana çok yakın… Anamı, atamı, çocukları çağır. Helâlleşmek istiyorum. Son defa konuşmak…
Kadının gözleri doldu, boğazına hıçkırıklar düğümlendi; düğümler üst üste birikti, birikti; öyleyken kendini tuttu. Kayın atasının, kayın anasının yanında ağlaması, dövünmesi ayıp olurdu. Kalktı, ayaklarını güçlükle sürüyerek bitişik odaların kapılarına doğru yürüdü. Küçük tıklamaların ardından, yavaş çağrılar duyuldu.
–Ata, ana! Oğlunuz…
–Arslanbek! Kardeşlerini uyandır. Atanızın yanına gelin.
Baydımat odaya döndü, kocasının yanına çöktü. Fısıltı hafifliğinde seslenmeler, açılıp kapanan kapıların gıcırtıları duyuldu. Daha sonra da oda kapısı açıldı. Kayın atası Osman, eşikte görününce hemen ayağa kalktı. Atası Osman’a, onun ardından giren anası Ayşa’ya yer verdi. Onlar oturdular, Baydımat da oturdu. Daha sonra çocukların en büyüğü Arslanbek, üç kız kardeşiyle birlikte geldiler.
İsmail, güçlükle aralayabildiği göz kapaklarının arasından, donuk bakışlarla odadakileri süzüyordu. Anasının işaretiyle kalkan küçük kız, ateşi kuvvetlendirmek için ocağa birkaç odun daha koydu. Alevler yeni bırakılan odunları da sarınca büyüdü, oda daha da aydınlandı. Şimdi hastayı daha iyi görebiliyorlardı. İsmail’in dudakları kıpırdamaya; sevgi, hüzün ve ayrılık yüklü kelimeler dinleyenlerin kulaklarına, gönüllerine dolmaya başladı.
–Atam, anam! Çocuklarım!… Sizlerle helâlleşmek istedim. Sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ölüme çok yakın oluşum. Sizler için, milletimizin hürriyeti için çok çalıştım. Rus pençesi kuvvetli geldi. Fakirlik sarstı. Hastalık, hepsinin üstüne bağdaş kurup oturdu. Sizleri, hür topraklarda büyütmek, evlendirmek isterdim. Olmadı, olmadı!… Kaderimiz buymuş…
Durdu, soluklandı ve devam etti.
–Gidin!… Burada tutsak yaşamayın. Padişaha başvurun. O, sizleri alır. Konya mı olur, Şam mı?… Nereyi uygun görürse oraya yerleştirir. Gidin, buralarda kalmayın…
Yine durdu, yine soluklandı. Odadakiler hastanın artık konuşamayacağını anlamışlardı. Helâlleşme zamanı gelmişti.
Osman kalktı ilkin. Dudakların belli belirsiz kıpırdanışlarında helâlleştiler. Sonra Ayşa görevini yaptı, sonra da çocuklar… Son nefeslerini kelime-i şahadet getirmek için harcayan İsmail’in bir elinden anası, diğer elinden de Baydımat tutuyordu. Osman, Yasin Suresi’ni ağır ağır okumaya başladı. Odadakiler, küçük kızın hıçkırıklarının tesirinde, çaresizliğin boşluğundaydılar. Büyüklerin gözleri dolmuştu; kızlar sessiz ağlıyorlardı. O anda, Ullu Karaçay köyünün imamı da sabah ezanını okumaya başlamıştı.
***
Sabah namazından sonra uzun uzun verilen salâ, Osman oğlu İsmail’in ölümünü Ullu Karaçay köyüne duyurmuştu. Acı haber, diğer Karaçay köylerine de ulaştırıldı. İsmail sevilen, sayılan, eşi dostu çok bir insandı. İkindi vaktine kadar ev doldu doldu boşaldı. Cenazeyi altı erkek yıkayıp defnetmek için hazırladılar.
Arslanbek üzgün, ne yaptığını bilmez bir şuursuzluk içindeydi. Ullu Karaçay’dan, komşu köylerden gelenler vardı. O, konukları karşılıyor; ihtiyarların ellerini sıkıyor; tokalaştığı gençlerle dört defa kucaklaşıyordu. Soranlara babasının hastalığı ve ölüm anı ile ilgili bilgiler vermeye çalışıyordu. Zihninde yalnız atası vardı. Onun yokluğunun gerçeği, içine, şimdiden katlanılması zor bir acı olarak çökmüştü. İşte yine yaşlı bir konuğun elini sıkmıştı. Konuk, Teberdi köyünden kaygı söz aytmağa[1 - Kaygı söz aytmak: Baş sağlığı dilemek.] gelmişti. Başını kaldırıp da göz göze geldikleri an, kalbinde sıcacık duyguların kaynamaya başladığını hissetti. Bu gözler… Bu gözler… Adam, akranlarının yanına gittiği hâlde Arslanbek, hâlâ yaşlı misafirin gözlerini düşünüyordu. Konuğun gözleri, ne kadar da o gözlere benziyordu. Düşündü, düşündü ve sonunda buldu; bu konuk, o gözlerin sahibinin babasıydı. Çok dalgındı, çok… En iyi tanıyacağı kişiyi hemen tanıyamamıştı.
Aklı bir yıl öncesine gitti. Köy gençleri olarak Teberdi’deki bir toya katılmış ve orada, Şahmelek’le tanışmıştı. Onunla söyleştiği, toyda tepsediği[2 - Tepsemek: Oynamak.] o gecede, Şahmelek’in kestane bakışlarını iyice beynine sindirmişti. Bir daha hiç unutmamış, unutamamıştı. O günden bu yana da kızı görmek için Teberdi’ye, gitmek istemişse de bir türlü fırsat bulup gidememişti.
Arslanbek utandı, kendine kızdı. Bu acının arasında böylesi düşüncelerin yeri olmamalıydı. Düşüncelerini, düşüncelerindeki Şahmelek’i anlayacaklar diye sağına soluna çekinerek baktı. Az ötedeki emmisi Yakup’u gördü. Yakup, orman bölge şefiydi. Görevi icabı köyden ayrı yaşıyordu, acı haber üzerine koşup gelmişti; o da kardeşinin cenaze töreninde, üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışıyordu. Yakup, Arslanbek’in baktığı o anda, küçük not defterine bir şeyler yazıyordu. Emmisinin yanından geçer gibi yaparak göz ucuyla bakarak okumaya çalıştı; okudu. Emmisi, şairdi; duygularını mısra mısra deftere geçiriyordu:
“İnsanları koynuna neden alırsın toprak?
Alırsın, alırsın da neden doymazsın toprak?”
Ullu Karaçay imamı, ikindi ezanını okumaya başlamıştı. Arslanbek, ezan sesinin verdiği ulvî duygularla, o ortama hakim olan ölüm acısının içine yeniden girdi.
***
Osman oğlu İsmail toprağa verilmişti. Hava kararmaya, Ullu Karaçay, İsmail’siz bir gece geçirmeye hazırlanıyordu. Akşam namazından çıkanlar, cenaze evine gittiler. Komşuların getirdiği yemekler yendi. Arslanbek, üzerine düşen görevleri yapmaya çalışırken, imam, Mülk Suresi’ni okudu. Daha sonra köyde “Hoca” diye anılan bir ihtiyar, bir ilâhi okumaya başladı. Arslanbek, gözünde atasının hasta yatağındaki hayali olduğu hâlde, kapıya en yakın yerde oturarak dinliyordu. Başı eğikti. Gözleri kilimin desenlerinde geziniyordu.
“Bismillah dep başlayalım,
Salât selâm söyleyelim.
Adet edip günde yetmiş defa
Tövbe edelim.”
Ne güzel bir kelime idi Bismillâh! Ne sağlam cankurtaran simidiydi tövbe! Hoca davudî sesiyle, ilâhinin mısraları içinde ilâhi öğütler veriyordu. Neler demiyordu ki: Her işin başında besmele çekilmesini, aksi hâlde şeytanın dost olacağını, kişinin arkasından konuşulmamasını, Kur’an okuyup kabre onun yoldaşlığında gidilmesini, kimseye zarar verilmemesini, oruçların tutulmasını, helâl ile haramın ayrılmasını… Arslanbek, mısralara kendini iyice vererek düşünüyordu. Aniden, düşüncelerinin arasına bir çift göz girdi, Teberdi’den bir çift göz… Şahmelek, aklına takıldı kaldı. Başı eğik, gözleri kilimin desenlerinde, öylece ne kadar kaldı bilmiyordu. Hocanın sesi ile irkildi. İlahi bitmek üzereydi.
“Gece olduğunda Ulu Allah’a şükür edip yatınız,
Sevgili kulu Peygamber’e salât selam söyleyiniz.”
Dudaklar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e salâvat getirmek için kıpırdadılar. İmam, uzun bir dua okudu. Ardından “Fatiha!” diyerek duaları toparladı. Eller, Allah’a açıldı. Osman oğlu İsmail’den, kimsesizlerin ruhlarına kadar her bir ölü, her bir Türk şehidi için dualar edilmişti. Her bir el, odayı dolduran “Âmin!” sesleri arasında, yüzlerde ve sakallarda gezindi.

2
Hava kararmak üzereydi. Arslanbek, Ullu Karaçay köyünü arkasına almış at koşturmakta, yayla evlerine doğru yol almaktaydı. İlerde görünen bir yayla evine ulaşmak ve orada gecelemek istiyor, bu sebeple acele ediyordu.
Evin yanına varır varmaz atından indi, hayvanı ahıra bırakıp bakımını yaptı. Çalı çırpı toplayıp ocağa yığdı, ateşledi; yamçısını, ocağın hemen yanındaki otların üzerine serdi. Eyeri yastık ederek kendini dinlenmeye bıraktı. Eylül başlarında olunmasına rağmen tesirli bir soğuk vardı. Arslanbek, bir taraftan yorgunluğunu atmaya çalışırken diğer taraftan da uyumamaya gayret ediyordu. Dağ başıydı, buralar tekin olmazdı. Ateş, cızırtılarla, tatlı bir sıcaklık vererek yanıyor; bedeninde, uykuya geçişi hissettiren tatlı bir gevşeme duyuyordu. Rüzgâr, kapıyı biraz aralamıştı. Aralıktan dışarıya doğru baktı; zifiri karanlıktan başka bir şey görünmüyordu. Aklına Şahmelek’i ve gözlerini taktı. Yarı uyur, yarı uyanık vaziyetteydi. Şahmelek bazen düşlerinde, bazen de düşüncelerinde beliriyordu.
Bir çift kor, kapı aralığında parladı. Arslanbek, bir ateşe, bir de kapı aralığına baktı. Ateş ocakta yandığına göre aralıkta görünenler ateş olamazdı. Bir çift gözdü bu; ancak bir kurda ait olabilirdi. Bu arada atı, huzursuz bir şekilde kişnemeye başlamıştı. Eli, kendiliğinden gümüş kamasına doğru kaydı. Yattığı yerden kurdun gözlerini takip etti. Kapı aralığındaki bakışlar, Arslanbek’in eyer üzerindeki başı ile ocaktaki ateş arasında geziniyordu; daha sonra kayboldu.
Arslanbek, kurdun bir keşif yaptığını, tekrar geleceğini tahmin ediyordu. Hemen yatış şeklini değiştirdi; şimdi, eyerin üzerinde ayakları vardı. Kurt, ilk hamlede, eyerin üzerinde diye tespit ettiği başının üzerine atlayacak ve gırtlağı parçalayacaktı; hep böyle avlanırdı. Dışardan su şıpırtıları duyuluyordu. “Galiba, su birikintisinde beleniyor.” diye düşündü. Yaklaşan kararlı ayak seslerini dinledi. Bir çift göz, kapıda yeniden göründü ve bu sefer beklemeden ocağa doğru koştu ve ateşin üzerine doğru silkindi. Tüylerindeki suyun serpintisiyle alevler can çekişmeye başlamıştı. Ateşi kendisi için zararsız bir hâle getirdiğine inanan kurt, eyerin üzerine doğru hamle yaptı. Arslanbek, o anı bekliyordu; kurdun üzerine atıldı. Gümüş kamasını hayvanın vücuduna birkaç defa batırıp çıkardı. Kurt, cansız yere serildi.
Arslanbek, kurdun leşini dışarıya taşırken aklına atı geldi. O, ahırda olmalıydı. Oraya kurtların girmesinin imkânı yoktu. Yine de bir kontrol etti; anormal durum yoktu. Döndü, kapıyı sıkıca kapadı; açılmaması için ardına taşlar koydu. Ateşi tazeleyip yamçıdan yatağına uzandı. Bu defa uyku tutmuyordu. Aklına, Kazavat Cır[3 - Kazavat Cır: Savaş türküsü] gelmişti. Türküyü, hafif hafif mırıldanmaya başladı:
Kalksana Ebubekir, sevgili arkadaşım;
Gelsene böyle yanıma.
Atlanalım uzak yola,
Binsene doru atına.
Arkadaşlar binip atlarına
Uzak yola giderler,
Selâm verip kartlarına
Din savaşı ederler.
Ay yanıp çıkmış idi,
Yıldızlar parlıyordu.
“Sav göreyim balam!” dedi,
Kart anam titriyordu.
Türkü söylemeyi kesti. Düşündü… Ne kadar da güzeldi türküler! Ne kadar da vatan, din, millet sevgisi doluydu. Kendini savaşa giderken anasına veda eden askerin yerine koydu. Türkünün geri kalan kısmını yine mırıltılarla söylemeye devam etti.
Anam, canım, sen ağlama;
Sil gözyaşlarını.
Din savaşına gidiyorum
Arama kabirimi.
Benim kabirim olacak
Geniş düzlerde, dağlarda.
Korkma anam, kalmaz kanım
Bir damla da düşmana
Arslanbek, türküyü, her bir kelimesinin üzerinde durarak, verdiği his ve heyecanı yudum yudum içerek söylüyordu. O an, kendi ninnisini söyleyen bir bebek gibiydi; türküler mırıldanırken uykuya daldı.
Gün doğmadan uyandı. Öğleye kadar at sürdü. Mingi Tav’daki[4 - Mingi Tav: Kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Malkar ülkesinde, Karaçay Türkleri ile özdeşleşmiş dağ; Karaçay-Malkar Türklerinin sembolüdür.] bir mağaranın önüne geldiğinde arkadaşının beklemekte olduğunu gördü. Kucaklaştılar. Bu, Ocukoğlu Musa idi. Arslanbek’in akranıydı, silâh arkadaşıydı. Birlikte sırt sırta vererek Rus askerlerine karşı savaşıyorlardı. Mingi Tav, Rus askerlerine mezar oluyordu. Birlikte tuzaklar kuruyorlar, birlikte vuruşarak ölüm çizgisi üzerinde ölüme meydan okuyorlardı. Ruslar, bütün uğraşmalarına rağmen Mingi Tav’a hakim olamamışlardı. Daha kötüsü, meydan muharebesi yapmışçasına asker kaybetmiş, iki Türk’ün hakkından gelememişlerdi.
Bu iki Türk’ten birini öğrenmişlerdi; biri Ocukoğlu Musa idi fakat diğerini, Arslanbek’i bir türlü tespit edememişlerdi. Rusların Karaçay köylerine soktukları casuslar bile bilgi edinememişlerdi. Ne Ocukoğlu’nun yerini ne de arkadaşının kimliğini öğrenmişlerdi. Ruslar bütün Kuzey Kafkasya köylerinde ilân ediyorlardı: Her kim olursa olsun, Ocukoğlu Musa’yı görünce haber verecekti. Görüp de haber vermeyen, onu barındıran ve saklayanı bilip de ihbar etmeyen ölümlerden ölüm beğenecekti.
Ocukoğlu gencecikti. Rusların Türk topraklarında at oynatmalarını hazmedemiyordu. Sivil veya asker, Türk’ün işine burnunu sokmaya heveslenen her bir Rus’u temizliyordu; daha doğrusu Arslanbek ile birlikte öldürüyorlardı. Üç bir yanda, beş bir tarafta, bulduklarını vuruyorlardı. Böylece öldürülen Rus sayısı gün geçtikçe artıyor, Rusların öfkesi de kabardıkça kabarıyordu.
İşte bugün bir daha bir araya gelmişlerdi. Arslanbek Ocukoğlu’nun işaretini alır almaz hemen yola koyulmuş ve buluşma yerine gelmişti. Atları yakınlarında otlarken kendileri çam dibine uzandılar.
–Anlat Musa! Mingi Tav’da ne var ne yok? Yeni avlar var mı?
–Bugün nasibimiz bol arkadaş. Bu civarda, tam yüz kişi olduğunu tahmin ettiğim bir süvari birliği var; bizi arıyorlar.
–Ölümü arıyorlar!
–Doğru…
Bu arada ikisi de düşündü. Yüz kâfirin daha kılıçtan geçirilmesi zevkiyle hayal kurdular. Bu sefer sayı pek fazlaydı, işleri de o nispette zor olacaktı. Sessizliği Arslanbek bozdu.
–Onları öyle bir dar yerde kıstırmalıyız ki… Öyle doğramalıyız ki içlerinden hiçbiri kurtulmamalı. Böyle bir yer…
İkisinin de dudaklarından aynı kelime çıktı:
–Geçit Yeri…
Durulmazdı artık. Hemen ayağa kalktılar. Kucaklaşıp helâlleştiler. Atlarına binerken ikisinin de dudaklarında besmele vardı. Atlarını sürdüler, sürdüler… Geçit Yeri’ne vardıklarında Ruslar ters yönde gidiyorlardı.
–Kalabalık gelmişler! dedi Ocukoğlu.
–Anlaşılan korkuyorlar, canları pek tatlı, diye karşılık verdi Arslanbek.
Hemen orada, çarpışmanın planlamasını yaptılar. Rusların Geçit Yeri’ne doğru gelmelerini ve oradan geçmelerini sağlayacaklardı. Musa, geçidin girişindeki çamların arkasına, görünmeyecek bir şekilde gizlendi. Arslanbek, bir tepeye çıkarak iyice görünecek bir şekilde durdu, tüfeğini havaya sıktı. Mingi Tav’ın yamaçları, tüfek sesi ve Arslanbek’in narasıyla yankılandı:
–Topraklarımızdan defolun!
Ruslar durakladılar. Önce silâh sesinin ve naranın nereden geldiğini tahmin etmeye çalıştılar ve sonunda buldular. Karşı tepede, tek başına bir kişi, tüfeğini kendilerine doğru sallıyordu. Yüz kişilik birliğe karşı tek kişinin karşı koyması anlaşılacak gibi değildi. Bu Türklerde akıl yoktu… Eceline susamış bu Karaçaylıya karşı at sürdüler. Yine de ihtiyatlı davranıyor, çevreyi kontrol ediyorlardı. Arslanbek, Ruslar yaklaşınca geçide girdi ve kaçıyormuş gibi at sürmeye başladı. Onu takip eden Ruslar da geçide daldılar; az sonra, ancak tek atlının yol alabileceği eğri büğrü geçitte tespih tanesi gibi dizilmişlerdi. Uçuruma yuvarlanmamak için dikkatli fakat Arslanbek’e yetişebilmek için de olabildiğince hızlı gitmeye çalışıyorlardı.
Son Rus atlısı da tuzağa girince Ocukoğlu, gizlendiği yerden çıktı, atını hızlandırdı, yetişti. Kılıcıyla birini hakladı, sonra birini, birini daha… Ocukoğlu’nun kılıcı biçim sizyerde, zorlu bir zamanda yakalamıştı Rusları. Hiç aman vermiyor, hasımlarını birer birer haklıyordu. Rus askerlerinden bazıları dönerek karşılık vermek istedilerse de o daracık yol, o kadarcık manevra için bile yeterli değildi. Dönerek Ocukoğlu’na saldırmak isteyen birkaç Rus, atıyla birlikte uçuruma yuvarlandı. At kişnemeleri ve Rusların feryatları birbirine karışıyordu. Bazı Ruslar, tüfeklerini kullanmak isteseler de kimisi arkadaşını vurma ihtimali karşısında tetiğe basamıyordu; kimisi de silahını kullansa da ya kendi arkadaşını vuruyor ya da attığı boşa gidiyordu. Eğri büğrü ve daracık yolda, yolun içine kadar girmiş ağaçlar, yolculuğu olduğu kadar nişan almayı da zorlaştırıyordu.
Kaçıyor gibi görüntü vererek gitmekte olan Arslanbek, Rusların tuzağa düştüğünü görünce durdu. Üzerine teker teker gelmekten başka yapacak bir şeyi olmayan Ruslara karşı kılıç sallamaya başladı. Yüz yüze geldiği Rus askerlerinden bazılarının üzerine sinmiş bulunan ölüm korkusunu bakışlarından okuyordu. O an, “Karşımdaki de bir insan!” düşüncesiyle beliren acıma duygusunu hemen bastırıyor; en ufak bir gevşekliğin kendi canına mal olacağının şuurunda, karşısındakilerinin cansız bedenlerini uçuruma yuvarlamaya devam ediyordu. Bir taraftan da söyleniyordu: “Neden topraklarımızı işgal ve bizi tutsak ettiniz? İnsanlarımıza neden zulmediyorsunuz? Kendi topraklarınızda, evinizde huzur içinde yaşasaydınız…” Arslanbek’in kılıcından kurtulmak isteyen ve ölüm korkusuyla kaçmayı düşünen pek çok Rus askeri, geriye dönmek istese de başaramıyor; arkasındakine çarpıyor ve birlikte, atlarıyla uçuruma yuvarlanıyorlardı. O gün, o saatlerde geçit yeri ve çevresi kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, Rus feryat ve inlemelerine şahit oluyordu.
Ocukoğlu ile Arslanbek’in arasında üç Rus askeri kalmıştı. Ruslar, bulundukları yerde, korkudan fırlayacak kadar büyümüş gözleriyle aşağı yukarı bakındılar. Ne yukarıya, dik yamaca at sürmek mümkündü ne de aşağıya, uçuruma; kaçıp kurtulmaları mümkün değildi. Onların akıbeti de diğerleri gibi oldu. Mingi Tav’ın Geçit Yeri, yüz civarında Rus atlısına mezar olmuştu. Muzaffer iki yiğit kucaklaştılar.
–Ellerin dert görmesin, dedi Arslanbek.
–Türk milleti sağ olsun, dedi Musa.
Yorgun fakat mutluydular. Oradan hemen uzaklaşmaları gerekiyordu. Birlikte uzunca bir süre yol aldılar. Uzakta, bir yayla evi görünmüştü, evin önünde de birisi vardı ancak kim olduğu anlaşılmıyordu. Arslanbek, atının dizginini çekti.
–Orada bir Karaçaylı var. Beni görüp tanımaması gerek, dedi. Gitmeliyim…
Kucaklaşıp ayrıldılar. Arslanbek, yayla evinin önündeki kişinin görüş mesafesinden çıkıncaya kadar, köyü Ullu Karaçay’ın aksi yönünde at sürdü; daha sonra yönünü köyüne çevirdi. Tanınmaması, bilinmemesi için böyle davranması gerekiyordu.
Ocukoğlu, yayla evine doğru at sürdü. Tahmin ettikleri gibi ev, Karaçaylı bir hacınındı. Hacı, Ocukoğlu’nu karşıladı.
–Hoş geldin yiğit, dedi. Kimsin, kimin nesisin?
Musa, atından inmeden, bir çocuk mahcupluğunda kendini tanıttı.
–Bana Ocukoğlu Musa derler.
Hacı şaşırdı.
–Yaa… Sen hangi cesaretle böyle ortalıkta geziyorsun? Seni görüp de haber vermeyen kurşunlanacak.
–Korkuyorsan giderim.
–İn atından Ocukoğlu, dedi hacı öfkelenerek. Rus kâfirinden korkmam. “Hacı, konuğuna bakmadı.” dedirtmem. Ölsem de seni barındırırım. Sen gibi bir yiğit için canım da malım da feda olsun.
–Sağ ol…
Ocukoğlu atından gülümseyerek indi.

3
Teberdi köyü muhtarı Kaçğan, evinin önündeydi; konuşurken her zaman yaptığı gibi ellerini arkasına bağlamış, börkünü biraz geriye itmişti; karşısındaki gençlere bir şeyler anlatıyordu. Emir veren bir subay görünüşündeydi. Gençler de bir elleri hemen yanı başlarında duran atlarının dizginlerinde, süvari askerleri gibiydiler. İyi cins atlar, yolculuğa çıkacaklarını hissetmişliğin kıpırdanışlarında; yerlerinde duramıyor, hafif hafif kişniyorlardı.
–Tarihinde Türk milletine dur durak olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Asya’nın ortalarından buralara göç eden atalarımız, Kafkasya’yı bize yurt edinmişler. Kaderimiz mi desem, sahip olamamamız mı desem, işte bu sebeplerden dolayı Rus milleti topraklarımızı işgal etti. İnsanımız tutsaklığa, başka milletin buyruğunda yaşamaya tahammül edemiyor. Son zamanlarda Karaçaylar arasında bir göç lâfı aldı yürüdü. Her yerde göç konuşuluyor. Ben de Teberdi köyü muhtarı olarak, artık bu topraklarda yaşanmayacağı görüşündeyim. Yaşasak da bu şartlar altında Rus bizi ezer, bitirir. Dilimizi, dinimizi, töremizi unutturur; sonunda Türk, Rus’a köle olur. Gönül ister ki Osmanlının bayrağı altına göçelim; oradaki kardeşlerimizle el ele yaşayalım. Allah nasip eder de kısmet olursa Rus’a kafa tutabilecek bir güce kavuşursak tekrar bu güzel toprakları alırız. Burada, düşmana köle olup körlenip gitmektense varıp Osmanlı ordusunda saf tutmak iyidir.
Atlar daha da huysuzlandılar. Gençler teskin etmek için onları okşarken Kaçğan devam etti:
–İşte biz böyle düşünürüz. Fakat bizim gibi düşünmeyenler de olabilir. Onun için her biriniz Karaçaylı köylerine gidecek ve muhtarlarını göreceksiniz. Bayrım Kün[5 - Bayrım Kün: Cuma günü] köyümüzde toplantı yapılacağını, köylerinin ileri gelenleri ile buyurup gelmelerini söyleyeceksiniz. Onlara selâmlarımı götürün.
Gençler, “Aleykümselâm!” diye mırıldandılar. Kaçğan elini uzattı. Gençlere sırayla işaret ederek ve her birine ayrı ayrı hitap ederek konuşmasını bitirdi.
–İsmail, sen Duvut’a; Seyitbiy, sen Sıntı’ya gideceksin. Az-ret, sen Ullu Karaçay’a; Kurban, sen Töben[6 - Töben: Aşağı] Karaçay’a git. Tavbiy, sen de Taşköprü’ye git. Haydi, sağlıcakla gidin. Yolunuz açık olsun.
Altı genç, yerlerinde zor tuttukları atlarına bindiler. Verilen emre uyarak ayrı ayrı yönlere gittiler. Altı gençten biri olan Azret, Ullu Karaçay köyüne gittikten ve muhtara, Kaçğan’ın selâmını ve diyeceklerini ilettikten sonra gençlerin arasına katıldı. Akşam yemeğini, konuğu olduğu muhtarın evinde yedi. Yemek sonrasında köyün genç kız ve erkekleri, evin hayatında toplanmaya başladılar. Ev sahipliğini, muhtarın oğlu ve kızı yapıyorlardı. Konuk şerefine toy tertiplenmişti; bir köyden diğerine konuk gelince toy tertiplemek adettendi.
Sırtını duvara dayamış bir genç akordeonda Kafkas oyun havalarını çalıyordu. Genç kız ve erkekler, bu güzel müziğin etkisinde neşeliydiler. İlgi, daha çok Azret’e idi. Ata tarafından yedi göbek, ana tarafından beş göbek dışarıda kalan; akrabalıkları bulunmayan kız ve erkekler dil şakalarına başlamışlardı. Gençlerin, evlilik öncesinde birbirlerini tanımalarını sağlayan, edep sınırlarını aşmayan şakalardı bunlar. Gençlerden Ali, Azret’le konuşan Kasım’ı yerinden kaldırdı.
–Kırk yılda bir köyümüze gelen konuk hep seninle mi söyleşecek? Git bak, Ayşa seni bekliyor.
Kasım, bu sözleri işiten ve gülümseyerek bakmakta olan Ayşa’nın yanına giderken Ali, Azret’e de takıldı.
–Azret! Söyleşecek Kasım’dan güzelini bulamadın mı? Hele bak, senin de söyleşmeye can attığın biri vardır, diyerek Ullu Karaçay kızlarını gösterdi.
–Sağ ol Ali, dedi Azret.
Azret, bakışlarını kızlara, onların içinde akrabası olmayan Zehra’ya yöneltti.
–Buraya gel Zehra, dedi. Karaçayların Anadolu’ya göçünde seni de beraberimde götüreceğim. Gel de söyleşelim, anlaşalım.
Zehra, terbiyeli tavırlarla gitti. Azret’e yakın oturdu. Her kelimesi orada kalacak, yakınlarında bulunanların da işittikleri sohbete başladılar. Bu arada, hayatın merdivenlerinde Arslanbek, kız kardeşleriyle göründü. Oradaki kızlar ve erkekler ayağa kalkarak onları karşıladılar. Arslanbek, Azret’in yanına geldi, kucaklaştılar.
–Cuvuk bol![7 - Cuvuk bol: Hoş geldin.]
–Sav bol.
Arslanbek’in kız kardeşleri de Azret’in elini, “Cuvuk bol!” diyerek sıktılar. Kısaca hâl-hatır sorulduktan sonra Arslanbek kendisine gösterilen yere oturdu; ayağa kalkmış olanlar da oturdular.
Söyleşme yeniden başladı. Arslanbek, düşünceli, toyla ilgisiz oturuyordu. Ali’nin o hiç durmayan çenesi onu da yakaladı.
–Hey Arslanbek! Ne düşünüyorsun? Rusların, “Bilen söylesin, tanıyan vursun!” dediği Ocukoğlu Musa’nın arkadaşı sen değilsin ya, kara kara düşünesin…
Arslanbek irkildi. “Bu geveze, bilerek mi söylüyor acaba?” diye düşündü içinden. Bakışlar tümüyle kendisine çevrilmişti. Bu düşünceyi dağıtması gerekiyordu. Hemen cevap vermek gerektiğini düşündü.
–Hey gidi Ali, hey! dedi. Biz burada kızlarla söyleşerek vakit geçiririz. Ocukoğlu ile arkadaşı dağlarda ölümü bekler. Nerede bizde onlar gibi kol, onlar gibi köl?[8 - Köl: Cesaret.]
Toyda bir Ocukoğlu Musa sözü aldı yürüdü. Bilhassa yüz Rus atlısının öldürülmesi konuşuluyordu. Ocukoğlu ile arkadaşı hakkında övücü sözler söyleniyor, Musa’nın arkadaşının kimliği merak konusu ediliyordu.
–Helâl olsun Ocukoğlu ile arkadaşına! Mingi Tav’ı Ruslara mezar ettiler.
–Geçit Yeri, Rus ölüleriyle dolmuş.
–Ruslar yine, “Ocukoğlu ile arkadaşının kimliğini ve yerini söyleyene ödül verilecek!” diye ilânlara başlarlar.
–Ocukoğlu’nun arkadaşını, Karaçaylı bir Hacı uzaktan görmüş. Ocukoğlu’ndan ayrıldıktan sonra Mingi Tav’a doğru at sürüp gitmiş.
Konuşmalar aynı konuda bir süre daha devam etti, sonra yeniden dil şakaları ve söyleşmelere dönüldü. Daha sonra gençlerden bazıları Kafkas Türklüğünün millî oyunlarını oynamak üzere ayağa kalktılar. Bir ara susmuş olan mızıka,[9 - Mızıka: Akerdeonun Karaçay Türklerindeki adı] yeniden oyun havalarını çalmaya başladı. Bir genç, hars vurmak[10 - Hars vurmak: Tempo tutmak.] için hazırlanmış düz tahta parçalarını gençlere dağıttı. Oyun havalarının eşliğinde tahta vuruşlarından çıkan, müziğe uygun bir kısa, bir uzun sesler ve figürler geceyi neşeyle doldurdu.
Arslanbek, akrabası Zehra’yı göstererek Azret’e takıldı.
–Bana bak Azret! Teberdi’den Şahmelek’i bana vermezsen, sana da Zehra yok! Bunu böyle bilesin.
Azret’le Zehra gülümseyerek bakıştılar. Azret, -Şahmelek’i sana kendi ellerimle getireceğim, diye cevap verdi.
–Şahmelek’e selâmımı söyle…
Mızıka, Tüz Tepsev[11 - Tüz Tepsev: Düz oyun] çalıyordu. İki kız, iki erkek karşılıklı gidip gelerek birbirlerini tarayıp geçerek, figürlere tam anlamıyla kendilerini vererek oynuyorlardı. Tahtalar tempo tutuyor, vuruşlar gittikçe sıklaşıyordu. Oynayanlar, uçuyor gibiydiler.
Mızıka çalan kişinin etrafına biriken birkaç genç, müziğe uyarak türkü söylüyorlardı.
Çıktım çeşme başına da
Yazı yazdım taşına.
Sevda nedir bilmezdim de
O da geldi başıma.

4
Teberdi köyü, bambaşka bir cuma günü yaşıyordu. Cuma namazında Karaçaylar, bir başka huşu içinde, Allah’a daha yakın buluyorlardı kendilerini. Allah’ın her günü mübarekti, mübarek olmasına fakat cumanın, hele bugünkü cumanın ayrı bir yeri vardı onlar için. Karaçay Türklerinden bir kısmının kaderini tayin edecek toplantı bugün yapılacak, bugün onlara yol çizilecekti. Bütün Karaçay köylerinden ileri gelenler beşer-onar kişilik gruplar hâlinde Teberdi’de toplanmışlardı. Misafirler köy halkı tarafından karşılanmış, ihtiyaç ve istirahatları temin edilmişti. Birlikte Cuma namazına gidildi. Namazdan sonra Kaçğan, ön tarafa çıktı.
–Bismillahirrahmanirrahim… Konuşmamız, Karaçay Türklerinin, Türk milletinin ve bütün İslâm âleminin selâmeti için hayırlar getirsin.
“Amin!” seslerinin kesilmesinden sonra Kaçğan devam etti:
–Karaçay Türklerinin ileri gelenleri! Köylerinize gönderdiğim haberci gençler, toplantımızın sebebini sizlere söylediler. Biliyorsunuz; Ruslar 1828 yılında topraklarımızı işgal ettiler. O yıldan bu yana devamlı mücadele hâlindeyiz. 1850’de, bir kısım kardeşimiz Anadolu’ya göçtü. 1854’te, Kadı Muhammed Hubin başkanlığında isyan ettik; kanlı bir şekilde bastırdılar. 1859’da, Şeyh Şamil esir düşünce ümidimiz iyice kırıldı. 1885 yılında, Karaçaylardan bir kısmı daha Anadolu’ya göçtü. Sizlere burada, bugün Karaçayların yarını hakkında karar verecek sizlere derim ki esaret altında milletimizi ezdirmeyelim. Görüyorsunuz, mektepler açarak zorla Rusça öğretiyorlar. İslâm terbiyesini, Türklük şuurunu köreltmek için zorbalık yapıyorlar. Karaçayların; Kumuklar, Çeçenler, Çerkezler, Osetinler ve diğer halkların kurmaya çalıştıkları birliği kırmaya, bizi zayıflatmaya, parçalayıp bölmeye çalışıyorlar. Ruslar, bu yolda ellerinden gelen her kötülüğü yapıyorlar. Burada böyle kaldığımız sürece, Rusların önünde lokma, işlerinde köle oluruz; eririz, tükeniriz. Vakit geçirmeden tükenişe, yok oluşa karşı bir çare bulmamız gerekiyor. Benim fikrim şudur: Hür Türk topraklarında, Türk bayrağı altında yaşamak için göç kararı almalıyız. Bu kararı Çar’a bildirip Padişah Abdülhamit’ten de yer istemeliyiz. Göçmeliyiz.... Sizler ne dersiniz?
Kaçğan sustu. Onu dinleyenler de uzun süre düşündüler. Sonunda Sıntı’dan bir ihtiyar konuştu:
–Topraklarımızın terk edilmesine karşıyım. Kafkasya’da kalalım. Alnımıza yazılan ne ise o olur. Bir tek Karaçay dahi kalsak, dilimizi, dinimizi, kültürümüzü yaşatmaya devam etmeliyiz. Vatan terk edilmez. Rus’un arzusu zaten bu, bizi göçe zorlayıp bu topraklardaki Türk nüfusunu azaltmak… Göçlerle nüfus azalırsa buralara daha kolay hakim olurlar. Kalmalıyız, üremeliyiz, topraklarımızı terk etmemeliyiz.
Ullu Karaçay muhtarı, dizinin üstüne doğrularak konuştu:
–Vatan elbette terk edilmez. Fakat şartlar da Karaçay Türklerini imhaya, yok etmeye götürüyor. Milletimizi imha ettirmemeliyiz. Milletin sağ olması demek, her Karaçay’ın töreleri bilmesi, Müslümanlığı unutmaması demektir. Millet sağ olunca vatan bulunur.
Duvut’tan bir ihtiyar, ihtiyarlığının yanında heyecanını da ele veren bir sesle fikrini söylemeye başladı.
–Hiçbir Karaçay Türk’ünü zorla yurdundan edemeyiz. İsteyen gider, isteyen kalır. Gidenler Karaçay kültürünü korur, yaşatırlar. Kalanlar, bu toprakları müdafaa ederler. Her Karaçay köyünde, ileri gelenler göçecek olanları tespit etsinler. Göç dilekçeleri tek elde toplansın. Gidecek olanların malları altına ve paraya çevrilsin. Karaçayların malı yine Karaçaylarda kalsın; Rus’a ev, tarla satılmasın.
Konuşmalar uzadı, uzadı. Sonunda Duvut’lu yaşlının dediği yere gelindi. Göçmek isteyenlerin dilekçeleri muhtarların elinde toplanacak, birlikte Çar’a müracaat edilecekti. Göç edeceklerin mallarının satımı işiyle de ilgilenilecekti. Bu arada Abdülhamit’e de haber salınarak yerleşmek için toprak istenecekti. Karar böyle alındı.
Camiden birlikte çıkıldı. Bahçede bekleştiler. En son imam da çıktıktan sonra yüzler köyün mezarlığına çevrildi. Geçmişlerinin ve şehitlerinin ruhlarına üç İhlâs ve Fatiha hediye ettiler; mekânlarının Cennet olması için dualar okudular. İkindi namazını da birlikte kıldıktan sonra köylerine dönmek üzere Teberdi’den ayrıldılar.
Camiden çıkanlarla birlikte göç kararı önce Teberdi’ye, oradan da diğer köylere yayıldı. Osmanlı İmparatorluğu içinde adını en çok duydukları Şam, varılmak istenen yer olarak belirlenmişti. Karaçayların dudaklarında üç kelime dolaştı o günden sonra; göç, Abdülhamit ve Şam…

5
Arslanbek, ocağın kenarında, odadaki yalnızlığından aldığı rahatlıkla uzanmış yatıyordu. Gözlerinin kapalı oluşunu gören kişi onun uyuduğunu zannederdi. Aslında o, görünüşünün aksine bir sevinç ve sabırsızlık içinde vaktini geçirmeye çalışıyordu. Bu arada, içindeki duyguların aksine davranışları, evdekilere karşıydı, kasıtlıydı. Şahmelek’e olan sevgisinin evdekiler tarafından anlaşılmasından korkuyordu. Bugün sessiz ve sakin yatışı, bu sevdayı gizlemeye çalışmasındandı.
Ullu Karaçay’ın gençleri, köy yollarında oynaşarak, şakalaşarak bekleşiyorlardı. Hepsinin gözü, köye gelen çevre yollarındaydı; sabırsızlıkları hâllerinden belliydi. Ullu Karaçaylı Ham-zat’ın toyu vardı. Yakın köylerden de toya katılmak üzere gelenler olacaktı. Gelenlerin arasında kızlar da bulunacaktı; gençlerin sabırsızlığı işte bu sebeptendi. Sevdikleri kızların gelmesi onlar için büyük mutluluktu. Toy öncesi, gündüz gezmelerinde kızlarla söyleşirler; misafir gençlerle güreşir, koşu ve taş atma yarışları yaparlardı. Gece toyda oynamak ise bambaşka bir zevkti.
Arslanbek de Ullu Karaçay gençlerine katılarak gözü Teberdi yolunda sevdiğini beklemeyi çok istiyordu. Ancak bir huyu vardı ki yapacağı işin önceden belli olmasını ve kimse tarafından bilinmesini istemezdi. Gönlü, “Kalk, sevdiğini karşıla!” diyorsa da, bir başka ses; “Otur, oturduğun yerde!” diye emrediyordu. Oturmak ne kelime, uzanmıştı bile.
Oda kapısı hafifçe gıcırdadı. Tavana bakan gözlerinin kısık aralığından gözbebeklerini kaydırarak baktı. Küçük kardeşiydi. Çocuk, kapıdan baktı ve çekildi.
–Arslanbek uyuyor ana!
–Bırak uyusun kızım, uyandırma!
Dışardan mırıltılar, yapılan işlerin çıkardığı sesler duyuluyordu. Arslanbek, kapanan kapının ardından gülümsedi. Yalnızlığa ve düşünceleriyle baş başa kalmaya o kadar alışmıştı ki… Aslında kendisiyle baş başa kalmak da sayılmazdı bu. Düşünüyor, düşündüğü de bir çift göz oluyor; o bir çift göz, odayı düşüncelerini, gönlünü, dünyasını dolduruyordu. Bir buçuk yıl… Onu bir buçuk yıl önce, toyda tanımıştı. Fidan boylu kızın güzelliği kadar gözlerinin tesirine kendisini iyice kaptırmıştı.
Her şeyini o kahverengi gözlerin gözbebeklerine teslim etmiş gibiydi. Gün olmuş, Şahmelek’in bakışları ona sevgi yüklü gelmiş; gün olmuş, kızın bir görüşte kendisine sevdalanacağı düşüncesini saçma olarak nitelemişti. Bir türlü kesin neticeye varamıyordu. Bir buçuk yıl sonra bugün, bir daha Şahmelek’in gözbebeklerinde eriyecekti. O mutlu dakikalara kendisini hazırlıyordu. İlk görüşmesinde, delice bakmaktan başka bir şey yapamamanın acısını, bugün söyleşerek çıkarmak istiyordu. Bol bol söyleşebileceği fırsatları nasıl hazırlayacağının planlarını yapıyordu. Bu arada, Şahmelek’e söyleyeceği güzel sözleri de zihninde sıraya dizmeye çalışıyordu.
Kapı tekrar açıldı. Bakışlarını belli belirsiz o tarafa kaydırdığında, gelenin anası olduğunu gördü. Bir iki kımıldadı.
–Caş![12 - Caş: Oğul, genç, delikanlı.]
Baydımat’ın gelişinde, Arslanbek’i uyandırmaya kararlı bir hâl vardı. Bunu anlayınca henüz uyanıyormuş gibi tavırlarla doğruldu, gözlerini ovuşturdu.
–Uyuyor muydun Arslanbek?
–Biraz canım geçmiş ana.
–Gençlerin arasına katılmadan akşama kadar burada yatıp duracak mısın?
–Hiç katılmaz olur muyum? Daha erken… Diğer köylerden ancak gelirler.
–Sen gelirler diye yatadur. Teberdi’liler geleli çok oldu.
Teberdi sözünü duyunca neredeyse “Ne, Teberdi’liler geldi mi?” diyerek fırlayıp kalkacaktı. Kendini tuttu, uyku sonrasının uyuşukluğunu yaşıyormuş gibi davranmaya devam ederek ayağa kalktı.
–Sağ ol ana! Uyandırdığın iyi oldu. Sen gelmesen, ocağın kenarında akşamı ederdim. Konuklara karşı ayıp olur. Varıp, hoş geldiniz diyeyim.
–De ya oğlum! Töremizde misafir gençleri karşılamamak, onlarla ilgilenmemek yakışmaz. Hemen yanlarına git, üzerine düşeni yap!
Arslanbek, elini-yüzünü yıkamak için odadan avluya doğru çıkarken, anası oğlunun kalkmasından memnun, insan içine karışmaya gidişinden hoşlanan bir sesle söyleniyordu:
–Git oğul, git! Genç dediğin toyda, söyleşmede yakışır. Genç kısmı, ocak başında kedi gibi kıvrılmakla vakit geçirmez.
Arslanbek, elini yüzünü yıkarken de, sokaklarda yürürken de sevinçliydi. Beyninin içinde bir mızıka, en hareketli oyun havalarını çalıyor; ayakları parmaklarına doğru yükleniyor, sokak ortasında oynamaya can atıyordu. Neredeyse, toy evindeymiş gibi, “Hey ha!” diye naralar savuracaktı.
Hamzat’ın toy evine vardığında, konuklardan çoğu içerdeydi. İlkin Azret’i gördü, kucaklaştılar.
–Cuvuk bol!
–Sav bol!
Sonra Nürçük de geldi yanlarına. Arslanbek’le, bahçede bulunan diğer Teberdi’li gençlerle kucaklaştı. Bir ara, Nürçük ve Azret’le birlikte kalktılar. Azret, Arslanbek’e takıldı.
–Biz Ullu Karaçay’a geleli bir yıl oldu. Nerelerdesin? Sen gelmesen, biz yanına geliyorduk.
–Erken geleceğinizi tahmin etmemiştim. Evde uzanmıştım, uyuyup kalmışım. Anam uyandırdı da yüzümü görebildiniz.
–Vah vah vah! Karaçaylara yeni töreler mi kazandırıyorsun? Köye konukların geleceği gün uyunur mu?
–Bana bak Azret! Sen de, Nürçük de konuk sayılmazsınız.
Nürçük güldü. Kelimeleri de gülüyor gibiydi.
–Biz konuk sayılmasak bile konuk sayılacak kişiler de var. Bir konuğun var ki… Bize, Ullu Karaçay kızlarından birer tane söyleşmek için hazırlamazsan, o konuk sana gösterilmeyecek.
Arslanbek anlamazlıktan geldi.
–Toy Hamzat’ın, konuklar da Hamzat’ın olur. İster gösterin, ister göstermeyin. Giderim eve, ocağın başına kıvrılır yatarım.
Arslanbek sözlerini henüz bitirmişti ki evden üç kız çıktı. Üç genç, gözleri kızlarda sustular. Kızların gelişi kendilerinden yanaydı. Arslanbek baktı, baktı. Ortadaki kıza takılıp kaldı bakışları. O idi… Şahmelek’ti… Boyu biraz daha uzamış, biraz daha etlenmiş gibiydi. Bakışları, tek değişmeyen bakışlarıydı; adeta bir ok, bir ateş, tatlı bir sıcaklık oluyor, ta gönlüne akıyordu. Arkadaşlarına döndü; Azret’le Nürçük gülümsüyorlardı. Önce Şah-melek’in ellerini sıktı sonra sağ taraftakinin. Üçüncü kızın elini sıkacaktı ki akrabası Zehra olduğunu o zaman fark etti. Ullu Karaçaylı Zehra’ya da hoş geldin demek tam bir mahcupluk olacaktı. Yine de elini çekmedi. Zehra ile tokalaşırken söylendi.
–Cuvuk bolun kızlar. Sen de cuvuk bol Zehra, sen de sıradan kalma.
Konuşmayı Azret’in üzerine yıkmak, rahatlamak için Zehra’ya çıkıştı.
–Neredesin Zehra? Bu Azret denen, sabahtan beri etimi tüyümü yedi, Zehra Zehra diye…
Azret ondan da kurnaz davrandı.
–Bu Arslanbek denen de ille de Şahmelek’i isterim diye tutturdu. Biz de bu çocuğu avutmaya çalışıyorduk. İyi ki geldiniz. Al Arslanbek, işte Şahmelek!
Arslanbek, bakışlarını Şahmelek’e çevirdi. Göz bebeklerinin çakıştığı an sarsıldığını hissetti. O bakışlar da kendininkiler gibiydi. O gözler de sarsılıyor, bir sevdanın içinde yanıyordu.
–Bilmem ki… diyebildi Arslanbek. Ben, Şahmelek’i bir buçuk yıl önce gördüm, hiç unutmadım. Şahmelek belki unutmuştur. Böyle güzellerin arkasında dolaşan kim bilir kaç delikanlı vardır. Unutulmuşumdur…
–İnsan sevdiğini nasıl unutabilir?
Kelimeler, kızın ağzından ne kadar da rahat çıkmıştı! Arslanbek rahatladı. Nürçük, konuyu deşmeye çalıştı.
–Şahmelek’e aferin! Sevdiğini unutmamış. Fakat ya Arslanbek’e ne demeli? Bilir misin seni nasıl beklemiş? Ocak başında kedi gibi uyuklarken… Anası uyandırmasa buraya gelmeyecekmiş. Şahmelek, gel kardeşim, vazgeç bu sevdadan! Arslanbek seni sevmiş olsaydı, Teberdi yoluna halı döşerdi.
Şahmelek aynı rahatlıkla konuşmasını sürdürdü.
–Ben Arslanbek için dikenli yollardan da gelirim.
Arslanbek rahattı, sevinçliydi artık.
–Siz Şahmelek’i temelli getirecek olun, geçeceğiniz yollarına Kafkasya’nın en kıymetli halılarını döşerim. Böyle geçici getirirseniz, karşılanmanız da bu kadar olur. Toy biter, siz gidersiniz; ben arkanızdan bakar kalırım. Belki bir buçuk sene sonra bir daha karşılaşırız.
–Ben her zaman gelmeye hazırım Arslanbek.
Ne güzel kelimelerdi bunlar! Şaka mıydı, ciddi miydi? Ah bir ayırabilseydi. Söyleşme şakası da olsa, ciddi söylenmemiş bile olsa Arslanbek için dünyalara değerdi.
–Bana kalsa Teberdi’ye hiç göndermek istemezdim seni.
Arslanbek’in bu sözüne güldüler. Yemekten önce ve sonra da söyleşmeler devam etti. Bu arada diğer köylerden gelen konukları da karşıladılar. Azret, Zehra, Arslanbek, Şahmelek, Nürçük ve Safiye toy boyunca aralarında bir söyleşme grubu kurmuşlardı. Konuşmalar, Azret’in Zehra ile, Arslanbek’in Şahmelek’le, Nürçük’ün de Safiye ile olan sevgileri üzerine idi. Şakalaşmalar, toy boyunca uzayıp gitti.
Mızıkanın oyuna davet eden sesi duyulunca kızlar kenara, hepsi de ayakta olmak üzere sıralandılar. Erkekler de ortada oyun için yeterli bir yer bırakarak açıldılar. Oyunlar oynanmaya başlandı. Mızıkanın, gençlerin kanını kaynatan sesi, tahtalarla tutulan tempo, oyunların coşkusunda atılan “Hey ha!” naraları birbirine karıştı.
Arslanbek, gecenin coşkunluğunda gönlünün arzularına teslim etmişti kendini. Gözlerini Şahmelek’in gözlerine takmış, bir buçuk yıllık hasreti gidermeye çalışıyordu. Belli olmazdı gelecek günlerin nasıl geçeceği! Belki bir buçuk yıl daha, belki daha uzun bir zaman görmeyebilirdi bu gözleri.
Birlikte oyuna kalktılar. Sağında Azret, solunda Nürçük olduğu halde; her biri sevdiği kızı karşısına aldı. Gözleri yine o bakışlara teslim, ayakları Tüz Tepsev’in figürlerindeydi. Oyun gereği, Şahmelek’in yaklaştığı anda, sevdiğinin bakışları içinde mutluluktan eriyeceğini sanıyordu. Yine oyun gereği uzaklaştıklarında kıza daha yakın olma arzusuyla yanıyordu.
Hamzat’ın toyu, Arslanbek’in hasretini gideren buluşmayı hazırlamıştı. Arslanbek, fırsatı elinden geldiği kadar değerlendirmeye çalışıyordu; oynadı, söyleşti, bakıştı…
Toydan birkaç gün sonraydı. Arslanbek, tüfeğini omuzladı. Atını damdan çıkardı ve Mingi Tav’ın yamaçlarına doğru sürdü. Neşe içinde bir hafta geçirmişti. Ocukoğlu ile işaretleştikleri yere giderken, son günlerin tatlı hatıralarını düşünüyor, Şahmelek’in –şimdiden özlediği- bakışlarının hayaliyle arkadaşlık yapıyordu.
Günlerdir Musa’yı aramamış, bir haber var mı-yok mu diye yoklamamıştı. Ocukoğlu, dağ başlarında, yalnızlığın ve ölümle burun buruna yaşamanın sıkıntısı içindeyken, kendisi Şahmelek’le gönül eğlendirmişti. Kız kararlı bir tavırla “Geliyorum!” dese ne yapacaktı? Ocukoğlu’na verdiği yemin ne olacaktı o zaman? Bir tercih yapmalı ve ona göre davranmalıydı. Önce vatan gerekti Türk milletine. Vatan sağ oldukça o topraklarda nice Şahmelekler, nice güzel kızlar büyür, yetişirdi. Ancak aklı, mantığı ne kadar “Vatan!” dese, gönlü de o kadar “Şahmelek!” diyordu.
Musa ile işaretleştikleri çam ağacının yanına yaklaşırken gören olabilir düşüncesiyle etrafa iyice baktı; kimseler görünmüyordu. Ağacın yanındaki küçük çukura yerleştirilmiş taşı kaldırdı. Orada küçük bir kozalak vardı. “Yazıklar olsun bana!” dedi. “Ben toylarda söyleşip oynarken çağrılmışım da haberim olmamış! Ya arkadaşımın başına bir iş geldiyse!” diye söylendi. Atına atladığı gibi hızlıca yol almaya başladı.
Musa’yı kendisini bekler buldu. Kucaklaştılar. Arslanbek, nefes nefese sordu.
–Ne var Musa?
–Telaşlanma, dedi arkadaşı. Bir şey yok fakat yapacağımız bir iş var.
–Hamzat’ın toyunda eğlenceye dalınca seni arayamadım; beni bağışla! Köyden ancak bugün çıkabildim.
–Hamzat’ın toyu olduğunu ben de biliyordum. Elbette oynayacaksın, söyleşeceksin, eğleneceksin. Orada görünmesen senden şüphelenirlerdi. Söyle bakalım, toy nasıl geçti?
–Çok güzeldi… Çevre köylerden gelenler oldu. Peki, görüşmediğimiz günler içinde sen ne yaptın? Kozalağı ne zaman bırakmıştın?
–Toyun bitmesini bekledim. Dün koymuştum. Bugün veya yarın geleceğini umuyordum.
Arslanbek yapacakları işi merak ediyordu, sordu:
–Ne yapacağız Ocukoğlu? Bu sefer kaç Rus’un eceli geldi?
–Sen şimdilik onu düşünme, dedi arkadaşı. Önce karnımızı doyuralım. Biliyorsun savaşa çıkacak ordu önce karnını doyurur.
Atlarını bir yayla evine doğru sürdüler. Arslanbek’in barındığı birkaç yayla evinden biriydi bu. Evler, Rus tehditlerine rağmen eşyaları ile birlikte, Ocukoğlu’nun emrindeydi. O, baskı ve kontrollerin arttığı günlerde yayla evlerinde kalmaz, sadece kendisinin bildiği birkaç mağarada saklanırdı. Tavşan etleri ile karınlarını doyurdular. Musa, karın tokluğunun verdiği gevşeme içinde, yarı uzanarak oturduğu yerde anlatmaya başladı.
–Peşinski karakolundaki Ruslar, gelen haberlere göre iyice şımarmışlar. Çevredeki Türklere olmadık hakaret ve zulüm yapıyorlarmış. İki sözlerinden birisi; “Bir Şamil’iniz vardı, o da gitti. Ocukoğlu’nuz ise bizim için bir hiçtir.” oluyormuş. Ben de; “Bir gün karakolunuzu başınıza yıkacağım!” diye haber gönderdim. Senin anlayacağın, bugün işimiz karakol basmak. Hava biraz daha kararsın, o zaman yola çıkarız.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-kallimci/once-hurriyet-69499741/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kaygı söz aytmak: Baş sağlığı dilemek.

2
Tepsemek: Oynamak.

3
Kazavat Cır: Savaş türküsü

4
Mingi Tav: Kuzey Kafkasya’da, Karaçay-Malkar ülkesinde, Karaçay Türkleri ile özdeşleşmiş dağ; Karaçay-Malkar Türklerinin sembolüdür.

5
Bayrım Kün: Cuma günü

6
Töben: Aşağı

7
Cuvuk bol: Hoş geldin.

8
Köl: Cesaret.

9
Mızıka: Akerdeonun Karaçay Türklerindeki adı

10
Hars vurmak: Tempo tutmak.

11
Tüz Tepsev: Düz oyun

12
Caş: Oğul, genç, delikanlı.
Önce Hürriyet Hasan Kallimci
Önce Hürriyet

Hasan Kallimci

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Önce Hürriyet, электронная книга автора Hasan Kallimci на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв