Sıcak Taşlar

Sıcak Taşlar
Anonim


Sıcak Taşlar. Bulgaristan Yazarlarından Hikâyeler

ELİNİZDEKİ KİTAP HAKKINDA
Halkları buluşturan, birbirleriyle yakınlaştıran birçok faktörün arasında edebiyat ve sanat da önemli yer tutar. Tarihin farklı dönemlerinde Türk ve Bulgar Edebiyatı temsilcileri halklarımızın kültür değerlerine ilgi göstermiş ve yapıtlarıyla birbirlerini tanımalarına yardımcı olmuşlardır. Tırnovalı büyük şair, yazar, gazeteci, devlet adamı Petko R.Slaveykov ve Nayden Gerov, Stoyan Çilingirov, Mihail Arnaudov, N.Kaufman, Doroteya Dobreva gibi birçok bilim adamı Türk Halkbilimi ve sanatının Bulgar kültür ve sanatıyla karşılıklı ilişkileri üzerinde çok yönlü çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Petko R.Slaveykov’un (1827-1995) iki binin üzerinde Türk atasözü derleyip yayınlamış olması bu hizmetlerin en güzel örneklerindendir.
Elin Pelin’in, Yordan Yovkov’un, Georgi Karaslavov’un hikâyeleri, Dimitır Dimov’un Tütün’ü, Peyu Yavorov, Geo Milev, Elisaveta Bagryana, Blaga Dimitrova, Atanas Dalçev, Radoy Ralin, Damyan Damyanov vb. şairlerin şiirleri ülkemiz okurlarının beğenisini kazanmıştır.
Bulgaristan halkı da Reşat N.Güntekin’in Çalıkuşu, Yeşil Gece, Halide Edip’in Sinekli Bakkal, Yakup K.Karaosmanoğlu’nun Yaban, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Yaşar Kemal’in İnce Memed, Orhan Kemal’in Murtaza, Necati Cumalı’nın Acı Tütün romanlarıyla, Tevfik Fikret, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Cahit S. Tarancı, Fazıl H.Dağlarca ve daha birçok şair ve yazarın eserleri aracılığıyla Türk Edebiyatını, tüm vasıflarıyla Türk insanını, onun sosyal, ekonomik ve kültür hayatı hakkında bigi edinmiştir.
Bu uğurda emek veren her iki ülkenin girişimci kurum ve kuruluşlarını, kültür ve sanat adamlarını takdir etmek borcumuzdur.
Elinizdeki almanağa (derleme) gelince; Avrasya Yazarlar Birliği bu çalışmayı yüzyıllarca birlikte yaşadığımız komşu Bulgaristan halkıyla karşılıklı kültürel ilişkilerimizin gelişip güçlendirilmesine katkıda bulunmak arzusuyla yapmış bulunuyor.
Yazarlar, insanları birbirine kavuşturan yollara köprüler kuranlardır. Onların barış, kardeşlik ve insanca bir yaşam ülküsü insanlığın maneviyatını besleyen pınardır. Birliğimiz adına derlemede adı geçen ve geçmeyen Bulgaristanlı sanatçılara ve eserlerinden örnekleri dilimize aktaran İslâm Beytullah Erdi ve Fevzi Kadıoğlu’na şükranlarımızı sunuyor, çalışmalarında başarılar temenni ediyoruz.

    Ankara, 20.10.2011
    Avrasya Yazarlar Birliği
    Başkanı
    Yakup Deliömeroğlu

Bulgaristan Yazarlarından Hikâyeler

ELİN PELİN


Hikâye yazarıdır. 1887’de Sofya’nın Baylovo köyünde doğdu. Rüştiye tahsiliyle birkaç yıl öğretmenlik yaptı. Liseyi bitirince Sofya’ya yerleşti. Burada “Selska Razgovorka” ve “Bulgaran” adlı gazetelerde redaktör olarak çalıştı. Çok okuyarak kendini yetiştirdi. 1904’te “Razkazi” (Hikâyeler) adıyla tüm hikâyelerini kitaplaştırdı. Daha sonra hem nesir hem de nazım alanında değerli eserlere imza attı. Köylülerin hayatını işleyişinde gösterdiği ustalığından dolayı Bulgar edebiyatında kritik realizmin öncüsü olarak üne kavuştu. 1949’da vefat eden yazarın “Geratsite” adlı nuveli, “Andreşko”, “Napast Bojiya” (Allah’tan Gelen Felâket), “Vyatarmata Melnitsa” (Yel Değirmeni), “Proletna İzmama” (İlkbahar İğfali) vb. hikâyeleri hâlâ beğeniyle okunmaktadır.

ÇİFT SÜRERKEN
Öyle bir yağmur yağdı ki, bütün hafta sürdü. Sakin, yavaş yavaş, gece gündüz hiç dinmeden yağdı, yağdı, iyice kandırdı toprağı. Ardından da hafif bir yel esti, gökyüzü açıldı ve sıcak güz güneşi etrafı ısıtmaya başladı. Tarlalar kurudu ve hava tam çift sürecek gibi oldu.
Kenar Bone yine Gökmen’le Akman’ı koşup sabanın arkasından yürüdü. Tarlası güzel, geniş, kuytu bir vadideydi. Toprak kabarmış, şeker gibi ufalanıyordu. Üvendireyi savurarak:
–Deh! Haydi kardeşler! diye bağırdı.
Ve işte çiziler artıyor, iki evlek, üç evlek… Bone’nin gamlı, kederli yüzü açıldı biraz. Yoksulluğunu unutarak ıslık çalmaya başladı. Etrafta kimseler yoktu. Ormanın içinde sonbaharın çıplak ayakları hışırdıyor ve kuru çalılar hafifçe çıtırdıyordu.
–Hadi Gökmen’im haydi kuzum! diye bağırıyordu. Fakat Bone ineğin gittikçe yorulduğunu, takatsiz kaldığını da görüyordu.
–Duur!.. Hadi biraz mola verelim!
Yorgun hayvancağızlar durdu. Bone önlerine geçip alınlarını okşadı.
–Akman, insanlık denen şey yok sende. Çok yordun Gökmen’i. Doğru değil mi Gökmen’im? dedi.
Gökmen’le Akman gamlı gözlerle ona bakıyorlar ve ağır ağır soluyorlardı. Köpük damlıyordu Gökmen’in ağzından. Beyaz arkadaşına baktı ve kederli kederli başını eğdi.
Bone:
–Ne var kuzum? Söyle! Zor mu geliyor sana benim zebunum? Yüreğin ağlıyor kuzum. Bugün de biraz çalışalım, yarın yortu, bütün gün dinleneceksiniz.
Fakat Gökmen başını kaldırmadı. Sahibinin sözleri sanki teselli edememişti onun hasta yüreğini. Hızlı hızlı çarpıyordu küçük böğürleri. Bacakları titriyordu.
–Söyle zayıf Gökmen’im, neyin var? dedi Bone. Sonra sabanın sapından tutup haykırdı:
–Deh, hadi biraz daha gayret!
Akman adımlamaya direndi, Gökmen de geri kalmamaya çalıştı ama olmadı, durdu.
–Deh! Hadi, hadi! diye bağırdı cesaret verici yüksek sesle Bone. Sesinin canlı bir yankısı duyuldu ormandan.
Akman yine ilerledi. Gökmen bir defa daha direndi, ama bacakları titreyerek yere yığıldı. Boyunduruğun üstüne düştü ve acı acı böğürdü. Bone korkarak üvendireyi elinden attı, çabucak Akman’ı boşandırdı ve şaşkın şaşkın Gökmen’in başına dikildi. Gökmen burnunu uzatarak, kaba toprağa sokmuş, gözleri kapalı, hareketsiz yatıyor ve ağır ağır soluyordu.
Bone endişeli bir sesle:
–Kalk, kalk Gökmen’im, kalk! diyor ve boynuzlarından tutup kaldırmaya çalışıyordu.
Gökmen güç halle gözlerini açtı, yalvarır gibi sahibine baktı ve sanki; bırak beni rahat öleyim demek istiyordu ve tekrar gözlerini yumdu.
Bone ah vah etmeye başladı ineğin etrafında, ne yapacağını bilemiyordu. Tarla yarı sürülmüş, yarı sürülmemiş yanıyordu güneşte. Gökyüzünden sadece tek bir güneş bakıyordu ve yavaş yavaş gün ortasını aşarak bayırların ardına sarkıyordu. Kimse yoktu yakında. Orman ıpıssızdı .
–Hadi Gökmen’im, kalk! Bak Akman sana gülüyor… Kalk! Şaka etme Gökmen’im. Kalk bak toprak ne kadar kaba, tam sürülecek gibi!
Ve Bone ineği boynuzlarından tutarak yavaş yavaş kaldırmayı denedi. Hayvan ayaklarını yere dayayarak son bir gayretle kalkmaya çalıştı ama, güç halle kımıldayabildi. Ve tekrar dermansız bir hâlde başını yere, kaba toprağa indirdi ve öncekinden daha ağır solumaya başladı.
–Yapma böyle Gökmen’im! Acı bana! Dinle! Sadece bu tarla kaldı. Sürelim, bitirelim, sonra istediğim kadar dinlen. Hiç koşmayacağım seni ölünceye dek. Senin Galitsa’n büyüyor o yardım edecek Akman’a. Sen bütün gün ahırda yatıp geviş getireceksin. Çocuklar ak bakırla su verecekler, tarayacaklar seni her sabah, yarma verecekler…
Sen düzelir, iyileşirsin, hiçbir zahmetin kalmaz, kavileşirsin değil mi Gökmen’im? O zaman Galitsa ile Akman koşulacaklar sabana, sen tarlanın ayırnağında otlayacaksın, onlara bakıp çalışın çalışın diyerek ferahlayacaksın. Akşamları Galitsa’yı boşandırdım mı, sana sokulup yalanacak, iyi akşamlar koca ana, diyecek… Kalk Gökmen’im, kalk! Hadi!
Fakat Gökmen ne kımıldadı, ne de gözlerini açtı. Sıtmalanmış gibi titriyordu hayvancağız.
Bone kalkıp bir parça ekmek kopardı ve tuzlayıp ağzına uzatarak:
–Al, ye Gökmen’im ye!.. dedi.
Gökmen gözlerini açtı, mülâyim mülâyim sahibine baktı.
Bone dolu gözlerle, sessiz ormana, ayırnakta sakin sakin otlayan Akman’a, yatmaya acele eden güneşe baktı ve gördü ki, yalnız başınaydı bu ovada ve hiçbir yerden imdadına koşan yoktu. Tekrar döndü hasta Gökmen’e:
–Kalk Gökmen’im, kalk! Ayı ormandan gelir yer seni! diye hayvancağızı korkutmaya çalıştı.
Sonra arabadan eski yırtık bir kilim parçası alıp örtündü, ormana girip ayı gibi bağırarak dört ayak olup zavallı ineğe doğru ilerlemeye başladı.
–Bau!.. Au!.. diye diye ona yaklaştı.
Hayvan gözlerini açtı. Acınaklı bakışında müthiş bir korku vardı. Kafasını kaldırıp acı acı böğürdü, ama kalkamadı bir türlü.
Bone çaputu attı, doğruldu ve haç çıkararak başladı ağlamaya.
Gökmen bir kez daha böğürdü, müthiş bir surette açtı gözlerini ve solumayı kesti.

YORDAN YOVKOV


Büyük hikâye ustası Y.Yovkov 1880’de Sliven’in Jeravna köyünde doğdu. Liseyi bitirdikten sonra babasının koyunculuk yaptığı Dobruca’nın Cifutköy (şimdi Yovkovo) köyüne yerleşti. Bir süre yörenin birçok köyünde öğretmenlik yaptı. Astsubay rütbesiyle Balkan ve Müteffiklerarası savaşlara katıldı. 1.Dünya Savaş’ında Voenni İsvestiya (Askerî Haberler) gazetesinde muhabir olarak çalıştı. 1920’den 1928 yılına kadar Bükreş Büyükelçiliğinde Basın Ataşesi görevinde bulundu. 1937’de vefat etti. Eserlerinde insanlar arası ilişkilerde hep güzellikleri aradı. Gönül eri oluşu en çok dikkat çeken özelliğiydi. Bulgar hikâyeciliğinin en büyük ustası olarak gönüllerde taht kurdu.
Eserleri: Kray Mesta (Mesta Irmağı Boyunda), Zemlyatsi (Hemşehriler), Staroplaninski Legendi (Kocabalkan Efsaneleri), Veçeri v Antimovskiya Han (Antimovski Hanında Geceler), Çiftlikıt Kray Granitsata ( Sınır Boyundaki Çiftlik) vb.

SENEBİRLİ KARDEŞLER
Şterü dede, boğucu sıcakta hasta bir kuş gibi kanatlarını salıvermiş yel değirmenin güneyindeki tek başına yükselen iki ağaca bakıyor, Senebirli kardeşleri düşünüyordu. İki ağacın göğe, iki yeşil direk gibi yükseldiği ufuk çizgisinin öte tarafında Senebir köyü bulunuyor, Petır ile Pavli kardeşler burada yaşıyordu.
Onlar, mütevazı, uysal öküz gibi çalışkan, Allah’tan korkuları, insanlara karşı merhametleri olan kişiler değil ki, diye düşünüyordu Şterü dede. İkisi de kış günlerinin en büyük soğuklarında, Tuna ırmağı donduğu zaman beri kıyıya geçen ve Dobruca ovasını dilim dilim dilen gök tüylü bataklık kurtları gibi korkunç ve yırtıcıydılar. Onlar işte böyle çıkıvermişlerdi meydana. Rus muhaberesi sırasında gelmişlerdi Senebir’e; önlerine katıp getirdikleri at, koyun ve sığır sürüleriyle. Ve bunlar, alın teriyle kazanılmış mal olamayıp karışık zamanlarda şuradan buradan yağma edilmişti. Senebir’e, sakırganın canlı ete battığı gibi battılar. Fakir ve çaresizler önlerinde diz çöktü, güçlüler de ya bıçakla saplandı, ya da boğaların boynuzlarıyla ezdiği gibi ezildiler. Yirmi yıl zarfında da iki kardeş bütün köyün sahibi oldu.
Senebir’de yalnız bir varlıklı insan kalmıştı: o da Halil Hocaydı. Onun çardaklı ve şimdi Şterü dedenin uzaktan seyrettiği, önünde iki karaağaçın göğe yükseldiği beyaz konağı da Senebirli kardeşlerin eline geçince, burada hâlâ tutunmaya çalışan bir avuç Türk de yerlerinden sökülerek Anadolu’nun yolunu tuttular.
Bu toprakta doğup büyüdüklerinden ötürü büyük bir kederle ayrılıyorlardı. Hayatlarında ağızlarına bir damla şarap koymadıkları hâlde şimdi adamakıllı içmişlerdi. Dostlarıyla horo oynadılar, türkü söylediler, ağladılar, düne kadar düşmanları olanlarla bile sarmaştılar. Sonunda da bütün Senebirliler onları köyün dışına kadar uğurladılar. Şterü dede de, uğurlayanlar arasındaydı… Yola, sabaha karşı çıkmak niyetindeydiler, işte artık ay doğmuştu. Gök tertemizdi, ova uzanabildiği kadar uzanmıştı, üzerini beyaz bir duman kaplamış, köyün bulunduğu yerde de sönük, karanlık pencereli beyaz evlerin duvarları arasında yan yana iki insan, geçmişin iki hayaleti gibi iki siyah karaağaç yükseliyor, gidenlerin ardından bakıyordu.
Halil Hoca son defa bu iki karaağaca ve arkalarında kalan evine bakıyordu. Erkeklerse delicesine türkü söylüyor, kadınlar ağlaşıyordu. Şterü dedeye dönüp yavaşça:
–Hoşça kal, Şterü çorbacı, dedi. Gidiyorum artık. Uzaklara, denize kadar gideceğim. Orada da buradaki gibi kötülükle karşılaşırsam daha ötelere, denizin öbür tarafına geçeceğim. Bildiğin gibi mülkümü Senebirli kardeşler aldı. Varsın alsınlar. Helâl olsun. Ama, dinle bak sana ne diyeceğim: Şu iki karaağacı görüyor musun? Onları rahmetli babam, ben ve daha sonra kardeşim dünyaya geldikten sonra kendi eliyle dikmiş. Onlara bizim namımız verilmiş, bizim kısmetimiz olmuşlar. Biliyorsun onlar daima yemyeşil ve dalları arasında hiç kuru çırpı bulunmayan şen ağaçlardır. İleride ne olur, bilmem! Ama, Allah’ın birine bahşettiği varlığı, geri alıp başkasına vereceğine de inanmıyorum. Şterü çorbacı sözlerimi iyi belle… dedi.
Ama, insanların kaderi yine de Allah’ın elindedir. Sene-birli kardeşlerden büyüğü Petır, artık yorulmuş, ihtiyarlamıştı, bundan ötürü de çocuklarını terk ederek kendi avlusundaki bal arılarıyla meşgul olmaya başladı. Günün birinde de aniden ölüverdi. Hem de ummadık bir şeyden, bir arı sokmasından. Arı kimi sokmaz ki!.. Ama, onun her yanı şişti ve bir iki günde gidiverdi. Fakat Şterü dede, büyük kardeşin ölümü olayına değil de avluda uçları göklere uzanan karaağaçlardan birinin o günlerde ütülenmiş gibi dallarını kısıvermesine, çok geçmeden de kuruyuvermesine şaştı. Ağaç bundan sonra taze filiz sürmedi, ertesi yıl da onu kestiler. Şterü dede bu olayı çok düşündü. Bazı defa: “Kuraklıktandır” dedi. Gerçekten de o yıl büyük kuraklık olmuştu. Bazen de: “Halil Hoca’nın dedikleri doğru çıktı, keramet bu!” dedi. Ama bunu bir kimseye söylemeye cesaret edemedi, sırrı kendisine sakladı.
Ortada bir ağaç kaldı. Ağacın gövdesi ufkun ötesinde gizli kaldığından ve dalları yukarıda ikiye ayrıldığından bir değil de yine iki ağaçmış gibi görünüyordu. Onu uzaktan seyredenler, iki ağacın yerinde durduğunu sanıyor, Senebirli kardeşlerden her zamanki gibi bahsediyorlardı.
Her şeyin öyle olmadığını yalnız Şterü dede biliyordu. O, ilk kerametten sonra öteki kardeşin, yani Pavli’nin işi daha da tıkırında gitmeye başladı. İlk karısı öldü, genç ve daha güzelini aldı, daha birkaç çocuğu geldi dünyaya. Zenginliği ve gücü daha da arttı. Şterü dede, Halil Hoca’nın dediklerini yine asılsız, masalmış, gibi düşündü.
Ama, bugünlerde öyle bir olay vuku buldu ki tarlalardan demet çeken ve yolculuğa çıkan köylüler, (bu geniş ovanın yolları sanki hep ortasında yükselen o ağaçların etrafında dolanıyordu) Senebir kardeşler hakkında her zamankinden daha fazla bahsetmeye başladılar. Ortada büyük bir havadis dolaşıyordu. Üvey ananın kendisinden nefret ettiği ve öz babası Pavli tarafından azarlandığı ve bundan ötürü de evden kaçtığı delikanlı denebilecek yaştaki oğlu, aylarca ortadan yok olduktan sonra arkadaşlarıyla Senebir dolayında görünmeye ve yol keserek soygunculuk yapmaya başlamıştı. Şimdi herkesin ağzında yalnız: “Senebirli Pavli’nin haydut oğlu!” sözleri dolaşıyordu.
Yalnız Şterü dede: “Şimdi bir şey olacak” diye düşündü. Bir, iki gün, bir hafta ve haftalarca bekledi. Her şey eskisi gibi gidiyordu. Senebirlinin harmanında harman makinesi harıl harıl çalışıyor, ambarlarına altın rengi buğday taneleri doluyordu. Demet yığınları harman kenarına dağlar gibi oturtulmuşlardı. Şterü dede dayanamadı, kalktı Senebir’e yollandı. Karaağaca önden, arkadan, sağdan, soldan, her taraftan baktı; ağaç sapasağlam, yemyeşil, şen şatırdı. Hiçbir yerinde kuru çırpı görünmüyordu.
Su değirmeninin yukarı merdiveninde oturan Şterü dedenin aklından işte böyle düşünceler geçiyordu. Dokurcunların gölgeleri uzadığı, anızlığa yumuşak ve zarif bir aydınlık yayıldığı ve etrafın serinlediği bir sırada yerinden kalkarak kovanlarının yanına gitti. Karşılarına çömelerek arıların ardı ardına dönmelerini ve iri yağmur damlaları gibi tup tup, ağır ağır konmalarını seyrediyordu. “Baldan ağırlaşmış zavallılar!” diye düşünüyor ve buna da içten seviniyordu. Kendinden öyle geçmişti ki, değirmen önünde iri gök beygirli bir arabanın durduğunu ve araba sahibinin elindeki kamçı ile köpeği kovarak ondan yana geldiğini tâ köpek havlamaya başladıktan sonra fark etti. Senebirli Pavli’yi tanımakta güçlük çekmedi.
Ne yaşı, ne de bugünler başına gelen kaygılar onu değiştirebilmişti. Hep öyle dik ve kurumlu, geniş ve çevik adımlarla adımlıyordu. Onu herkes uzun yıllardan beri hep öyle bellemişti: beyaz saçlı, beyaz haydut bıyıklı ve kıpkırmızı bir çehre. Gök aba, gök potur giyiyordu, belindeki kırmızı kuşağının üzerine fişekliği geçirilmişti. Martini arabadaydı. Pavli, silâhsız hiçbir yere çıkmazdı.
Şterü dedeye yaklaşınca kalınca yüksek sesle konuştu. Havadan, bereketten, yakında sona erecek harmandan bahsettiler. Senebirli şen görünmeye çalışıyordu ama, Şterü dede gözlerinde gizlenen kederi fark etmekte gecikmedi. Senebirli kendi de bir ara susarak yere baktı.
– O haymanayı, benim oğlanı görmedin mi? Buralara uğramadı mı? diye değişik bir sesle sordu.
– İvanço’yu mu? Hayır. Buralara hiç uğramadı.
– Uğramadı mı? Bana yalan söylemeyesin?
– E, Pavli sen de, uğramadı diyorum sana.
Senebirli gerçek bir şeyi ifade edermişçesine elindeki kamçıyı savurarak:
– Ben gördüm, hem de… dedi ve bir iki yutkunduktan sonra:
– Ben gördüm İvanço’yu, hem galiba duasını da okudum. İnsanın böyle oğlu olacağına olmaması daha hayırlı! diye ilâve etti.
Senebirli içindeki kederi dışarıya vurmak için acele acele konuştu:
–Geçen akşam Petri’nin hanı yanından geçtim. Geç vakitti. Hana girdiğim zaman Petri bana: “Aman Pavli ağabey, geceleyin, bir yere çıkma, o herifler buradan biraz önce geçtiler, İvanço da aralarındaydı, dedi. “Öyle mi?” dedim. Arabaya atlayarak atlara birer kamçı vurup, peşlerine düştüm. Baksana şu atlara, kuşu tutacaklar. Bir yerde insan karartıları belirdi, bazıları atları tutmaya saldırdı. Martini kaldırdım, tetiğe basacaktım… Biri: “Baba, benim!” diye haykırdı.
– Kim İvanço mu? diye sordu Şterü dede.
– İvanço’ydu, tanıdım. Gözümü kırpmadan ateş ettim. Doğrudan kalbine…
– Öldürdün mü?
– Öldürdüm sanıyorum.
Şterü dede hayretle Pavli’ye baktı. İkisi de sustu.
– Olamaz, diye mırıldandı Şterü dede. Öldürmüş olsaydın orada kalırdı. Oraya gittin mi?
– Gittim elbe
– Eee?
– Bir şey yok, ne kan, ne de insan.
– Gördün mü? Sana öyle gelmiş! dedi Şterü dede.
Sevindiği sesinden de belliydi.
Senebirli başını salladı. Öyle uslu salladı ki sanki, Şterü dedenin karşısında Senebirli Pavli değil de, bambaşka mütevazı bir insan vardı.
– Hani senin dediğin gibi olsaydı, Şterü, hani… Sana doğrusunu söyleyeyim, ateş ettim ama, kalbim paramparça oldu, öz evlât bu sana! Ne olduğunu ben de bilemiyorum, belki de öldürmemişimdir! Öyle ya, ne kan var ortada, nede başka bir şey var. Ama, bir de düşünüyorum, onun o haymana arkadaşları bir de onu götürüp bir yere gömdülerse?..
– Aklına öyle kötü düşünce koyma sen, Pavli.
– Bilmem. Şimdi onu ölü diri bulmalıyım.
Senebirli doğruldu. Şterü dede karşısında yine evvelki o kaba ve baş eğmez Senebirliyi gördü.
–Ne büyük kuraklık! dedi Senebirli. Ağabeyim Petır’ın öldüğü yıl da böyle kuraklık çökmüştü ortalığa. Öyle büyük kuraklıktı ki evimizin önündeki ağaçlardan biri kuruyuverdi…
Epey daha konuştular ve ortalık kararmaya başladığı bir sırada Senebirli arabasına atladı ve kır atları dört nala kaldırarak oradan ayrıldı…
Şterü dede, yel değirmeninin merdiveninden bu kır atlı arabanın çeşitli yollarda nasıl dolaştığını birkaç gün hep öyle seyretti. Araba uzaklaşıp gözden kayboluyor, bir neden sonra yine başka bir yerde görünüyordu. Ortasında iki karaağacın yükseldiği kurumuş düz ovada dönüp dolaşıyordu.
Bir akşam değirmen önünde çocuk sesine benzer temiz bir genç sesi duyuldu. Şterü dede dışarı fırladı. Bir de ne görsün; karşısında Senebirlinin kaybettiği oğlu İvanço dikiliyordu. Şterü dede onu içeriye aldı. Oğlan sanki dünyanın öbür ucundan geliyordu; üstü başı paramparçaydı, yorgun ve argındı. Kurt gibi açtı. Şterü dede ilk önce onu doyurup suladı. Oğlan babasından af dilemeye geldiğini söyledikten sonra uyudu.
Kuşluk vaktinde uyandı. Şterü dede onu uyandırmaya kıyamıyordu. Oğlana baktı baktı: “Varsın uyusun, ben varıp babasına haber vereyim de sevinsin” dedi içinden. Ve Senebire yollandı.
Köye öğle üstü vardı. Senebirlinin harman makinesi durmuştu. Herhâlde işçiler bir gölgede yemek yiyiyorlardı. Bir ara batozun üstünde Senebirli Pavli göründü. Yüzü kapkara kesilmiş, ökeliydi, belindeki fişekliği parlıyordu.
– Daha mı yiyeceksiniz be, diye haykırdı. Haydi kalkın, kafamı kızdırmayın! Makinist, derhal makineyi çalıştır!
Motor fısıldayarak buhar saldı, tekerlek ilk önce boş döndü, sonra kayışı takılınca, batoz da vahşi bir hayvan gibi böğürmeye başladı. Senebirli hep böyle öfkeli, haznenin karşısına geçerek onu doldurmaya başladı. Hem hazneyi dolduruyor, hem de işçilere bağırıyordu.
– Ne de nalet adam, insanlara rahatla yemek de yidirmiyor, diye düşündü Şterü dede.
O yığınların hizasına gelinceye kadar, makine gözlerinden kayboldu. Batoz bir ara boğuk boğuk bağırdı, durakladı, sonra yine boş dönmeye başladı. Ortalığa büyük bir gürültü yayıldı. Bir kadın acı acı bağırmaya başladı. Motor göğüs geçirir gibi yeğnildi ve durdu. Şterü dede:
– Bir şey oldu galiba, diyerek adımlarını sıklaştırdı. Yığınları geçince, Senebirlinin evi dolayında karınca öbeğini andıran insan kalabalığı gördü. Bazıları haykırıyor, bazıları da ağıt yakıyordu. İşçilerden biri Şterü dededen yana koşarak korkak bir tavırla:
– Çorbacı, bay Pavli öldü, makine onu paramparça etti! dedi…
Şterü dede yerinde donup kaldı. Sonra başını kaldırarak karaağaca baktı. Ağacın tepe yaprakları sararmış, dalları kurumaya yüz tutmuştu. Şterü dede sanki bir şeye inanmak istercesine etrafına bakındı; toprak kurumuş, dilim dilim ayrılmıştı, ortalık fırın gibi kızgındı. Gerçekten bu yıl da kuraklıktı ama, acaba Halil Hoca’nın söyledikleri gerçekleşmemiş miydi? Karaağaç hiçbir şey olmamış gibi hâlâ yerinde dimdik duruyordu, fakat artık ölmüştü.

ANTON STRAŞİMİROV


27 Haziran 1872’de Varna’da doğdu, 7 Aralık 1937’de tedavi gördüğü Viyana’da vefat etti. Küçük yaşta yetim kalmış, Razgrat’ta öğretmenlik yapan ağabeyi Dimitır’ın himayesinde yetişmiştir. Burada orta okulu bitirdikten sonra Şumen’in (Şumnu) Sadovo Ziraat Okulu’nda öğrenimine devam etmiştir. Daha sonra Bern Üniversitesinde (İsviçre) coğrafya, edebiyat ve psikoloji dersleri almış, ancak öğrenimini tamamlayamadan ülkesine dönmüştür.
“Göçebe ruhlu” denecek kadar farklı yerler görmeyi, farklı insanlarla bir arada olmayı seven A.Straşimirov ülkesinin birçok köy ve kentinde öğretmenlik yaptı. Hayata bu tür yaklaşımı ufkunun genişlemesine yardımcı oldu. Konu ve sanat yönünden Bulgar hikâyeciliğini ve romanını yüksek seviyeye ulaştırdı. Demokrat kişiliğine yaraşır şekilde emeği sömürülen, özgürlükleri kısıtlanan kitlelerin saflarında yer aldı. 1926’da yayınladığı “Horo” adlı romanıyla ülke içinde ve ülke dışında üne kavuştu. Zmey (Ejder), Krıstopat (Dörtyol Ağzı), Svekırva (Kaynana), Vampir (Hortlak), Vihır (Kasırga) en çok okunan eserleridir.

UTANÇ
İhtişamlı bir sessizlik vardı. Uçsuz bucaksız bir bahçedeydim. Gözlerimi kamaştıran çiçeklerle dikili tarlalar arasında patikalar belirsizleşip, kayboluyordu. Fıskiyelerin püskürdüğü su tanecikleri arasında yıldızlar da, göz kırpıyordu. Mehtaplı gecede hayatın, böyle gittiğini ve böyle gideceğini hissederek ben de mutlu adımlarla yürüyordum. Ve tarlalarda bakışlarım da uzanıp gidiyordu. Çiçeklerin kokuları içimi ve etrafımdaki her şeyi sarıyordu. Aralarından en güzelini kopardım ve dudaklarımın arasına aldım.
Ve yürüyordum.
Bahçenin sonu yoktu. Ayın ışıltılı gecesi de bitmiyordu. Mutluluğum sonsuzdu, tabii sevincim de. Dudaklarımın arasına aldığım en güzel çiçeğin kokusu genizlerimi doldurmuştu. Ben bahtiyardım, fakat çiçeğin kokusu bana mı geçti, yoksa benim kokum çiçeğe mi, bilmiyordum. Bunu hissettikten sonra beni sonsuz bir mutluluk, yeni bir sevinç sardı.
Ve o koku içime sindi.
Ve yürüyordum.
Fakat ay batışa geçti, şark da kızıla boyandı. Çiçekli tarlaların arasında şaşırıp kaldım. Çok kötü oldum. Dudaklarımın arasındaki çiçeğin kokusunu kendi kokumda aradım, bulamadım. Ve çok kötü oldum.
Tarlaları şaşkınlıkla süzüyor ve bahçenin, bütün bahçenin kokusunu hissetmek istiyordum.
Hilal battı. Kaybolan gecenin şehvetiyle kendimden geçmiştim. Şark ağarıyordu. Yeni günün parıltısında ışınların titreşimlerini nefesimde hissedebilseydim!…
Fakat olmadı… Aklım başımdan gitti. Dudaklarımın arasına aldığım en güzel çiçeği ısırdım.
Uçurum.
Dudaklarımda zehirli karıncalar. Ve hiçbir koku yok. Tarlaların arasında yürüyor ve sıradan çiçekleri koparıyorum. Hiçbir koku alamıyorum. Onları çiğniyorum – ve dudaklarımda yine zehirli karıncalar.
Uçurum !
………………………………………………………...........
Her fundanın altını ve mercan kayalıklarını çilekler, kaplamış. Gökyüzü gülümsüyor. Ağzım tatlımsı. Bayılıyorum. Yürüyorum, ağaçların yaprakları gözlerimi siliyor. Orak zamanı. Olgunlaşmış ekin demeti düşmüştür; uzaklardan orakçı kadınların şarkısı gelmektedir.
–Eh işte, küçük çorak arpa ve darı tarlası. Dermansız ayaklarım kesiliyor ve beni oraya, saklı döşeğime çekiyorlar: güneş gözlerimden kaybolacak. Ben de gecemin karanlığında eriyip gideceğim.
Küçük, verimsiz arpa ve darı tarlasında adımlıyorum Sükûnet ve rahatlık. Hayır, öyle değil işte iki göz; siyah böğürtlen! Ve yine, her taraf çilek. Ah, gökyüzü gülümsüyor, dilim damağımda, ağzım tatlımsı, bayılıyorum. Yürüyorum; olgunlaşmış başaklar alnıma çarpıyor.
–Dur!
Tarlanın çökmüş sınırında, iki kafa görünüyor. Yaklaşıyorum: orakçı kadın ve erkek. Sarhoş gibi güçsüz kuvvetsiz kalmış, orak biçmişler. Bitkin, ter kan içinde kalıncaya kadar. Güneşin altında istirahat ediyorlar. Sarhoş güçsüzlüğü ile bana bakıyorlar, dermansız, suçlular gibi.
Rüzgâr esiyor. Uzaklardaki iş dünyasında gökyüzü gezinti yapıyor. Genç vücutların altında tarlanın sınırı hafifçe çökmüş: altlarında çilekler, içlerinde çilekler-çilek…
Dalgalanıyor küçük arpa ve darı tarlası. Gördüğüm manzara beni uzaklara sürüklüyor.. Ağzımda tatlımsı bir acı. Üzerimdeki gökyüzü gülümsüyor; eriyip gidiyorum gecemin içinde.
………………………………………………………...........
Etrafımdaki gün söndü, ama kalbimdeki gün parlıyor. Senin gözlerinde onun yansımasını gördüm.
Hey, bebeğim, yeni günü ve onun içinde senin gibi güzel olmayı hayal ettim. Görmeme izin ver! Tan yerinin ergüvani rengi bizi örtecektir. Beni korku ve de utanç saracak. Kalbimdeki sevinci dehşet donduracaktır. Sen uyanmadan önce dudaklarına dudaklarımı dokunduracağım. Korkumu sezmemen için.
Ve benim utancım…
Hey, bebeğim görmeme izin ver. En büyük isteğim bu olacak, yani bana vereceğin umut! . Çünkü ben senin kadar güzel değilim… Gücüm tükeniyor, kalbim kuruyor. Güzel işler senin kadar güzel değildir. Sensiz olamıyorum, çünkü yalnız seninle senin kadar güzel olabiliyorum.
Bebeğim, seni görmeme izin ver! Çünkü ben artık bir hayale daldım. İnzivaya çekilen kalbimin bütün gücü ile istiyorum, arıyorum ve senin gibi güzel olacağıma inanıyorum.
Senin gözlerindeki gündüzler benim kalbime aksedecek ve ölümün yüzünü mersin ağacının dalları ile süsleyecekler, çünkü hayat senin gibi güzel olacaktır.
………………………………………………………...........
Törensel bir sukûnet. Uçsuz bucaksız bir bahçedeyim. Çiçekli tarlalar arasında uzayıp giden patikalar. Onlar gözlerimi kamaştırıyordu. Fıskiyelerin püskürdüğü sularda yıldızlar oynaşıyordu.
Ve o gün aramıza geldi, yaşayanlar ve ölüler için en korkuncu. Gökyüzü başımızın üzerinde yarıldı. Yaşayanların ve ölülerin üzerine ateş ve kurşun yağdı. Ayaklarımızın altındaki toprak ikiye ayrıldı; bütün toprak! Sayısız kardeş mezarların derin uçurumlarını açığa çıkardı.
Ey, dehşet ayanlığı! Ey, utanç! Bütün neşemizin dayanılmaz utancı!
Titreyerek yatmıştık, ama sağdık çarpan yüreklerle, alev alev gözlerle.
Ve ölü uyandık, Uçsuz bucaksız kırlara dağılmış öbek öbek isimsiz ölüler…
Ve ufuklar, anaların ve kız kardeşlerin, kadınların ve çocukların çığlıklarıyla çınlıyordu. Bütün yeryüzünde.
Evet! Ama bundan sonra yine gece olacaktır! Cehennem kapıları açılacak, bütün ışınları yutacak ve yine destekten mahrum Allahsız bir gece basacaktır bebeğim! Fakat bizim umudumuz nerden fışkırıyordu? Biz neye inanıyorduk? Ve sevincimiz sadece utancımız değimliydi? O ebedi ve yenilmez utancımız!
………………………………………………………...........
Bağışla beni, bağışla! Seni tanıyamıyorum. Ve hiç kimseyi tanımıyorum. Ama seni biliyorum. Senden nefret ediyorum. Hepinizden nefret ediyorum. Oysa, seni seviyorum. Hepinizi seviyorum;– senin arkandakini ve herkesin arkasındakini.
Ah, ebedi ve yenilmez gecenin utancı!..
………………………………………………………...........
Arkanda ve önünde, solunda ve sağında yüksek duvarlar. Gökyüzüne kadar. Ve kanlar ile sulanmışlar. Kaçıyorum, Ama çok dar, mezar gibi daracık. Ölüm bu kadar korkunç olamaz! Çocukları uzaklaştırın! Onların sorgulayan bakışlarından beni kurtarın! O, ebedi ve yenilmez utançtan beni kurtarın! Onun içinde yanıyorum, ama yanamıyorum…
Allah’ım gözlerimi kim kapatacak!..
………………………………………………………...........
Kestiler gözlerimin önünde! Bütün köyleri, zincire vurulmuş öğrencileri, kadınları da kestiler…
İsyana kalkışmışlardı… Dağlar ve nehirlerin arkasında göklere kadar yükselen mezarlıklar bırakarak. Gecelerinde ümitsiz… Kalplerinde umutsuz… Yüreklerinde çaresiz…
–Isyana kalkın ey, insanlar! Binler, milyonlar İsyana! Ay çiçeği saplarıyla silahlı olsanız da. İsyana!
–Ha babam, ha…
………………………………………………………...........
Evet, ben anlıyorum, bağlantıyı kaybediyorum, bir şeyler kaçırıyorum gözümden. Katilleri? Hayır, canilerin sürüleri aynıdır; her ülkede ve her zaman!
Ey, Allah’ım! Bu olanlardan acaba hangisi aklımdan çıkıyor! Bu yenilemeyen utancın fışkıran kızgın dalgaları kalbimin hangi köşesinde saklanmaktadır. Çünkü bu utanç aklımı köreltmekte ve göz yaşlarımı da kurutmaktadır…
Bilmiyorum.
Ve de bilemiyorum.
Ama açıktır, ölümcül ağrılar gibi açıktır: kimi şeyler vardır, yaşanmaları gerekmez. Yaşanmamalıdır. Çünkü varoluşumuzun sebebini aşmaktadır. Bütün kanunlar terk edilmekte, inanışlar çiğnenmekte, ışıklar sönmektedir. İntiharın karanlığı!
………………………………………………………...........
Soğudum gökyüzünden. Kendi kendimden de… Gücüm tükendi. Yattım. Senelerden beri.
Her güneşin batışından önce soğuk bir yorgunluk bastırıyor, beni.
–Acaba, yine gelecek mi çığlıklarla dolu o gece?
Her sabahın kızıllığında kalbime kızgın iğneler saplanıyor:
–Nehirler günleri yine kanlı olarak mı karşılayacaklar?
Çünkü onlar yine yürüyecekler. Çaresizler: kesinlikle yürüyeceklerdir! Yine yürüyecekler sürülerle, binlercesi sürülerle; aç, perişan, çıplak ayaklarla… Ama herhalde yine ay çiçeği saplarıyla silâhlı olarak.
Allah’ım, Allah’ım… Ve onlar yine sürüklenecekler; gece ve gündüz, aylar ve senelerce. Yüzleri yanmış analar, kız kardeşler, kadınlar, inleyerek zincirler halinde sürükleneceklerdir. Ve onların ardından evsiz bırakılanlar, bir lokmaya muhtaç olanlar, yetimler bağırıp çağıracaklardır…
Sayısız küçük dilenci, titreyen ellerini bana, size, canilere uzatacaklardır.
E, e! Ve o zaman… Ben yine öfkelenecek miyim acaba? Daha ağlayacak mıyım? Ve bunları tekrar mı yaşayacağım?
………………………………………………………...........
Ey utanç! Beni takip eden ölçüsüz, öldürücü utanç! Beni mezara ve mezarın ötesine kadar takip edecek olan utanç…

ANGEL KARALİYÇEV


Bulgar edebiyatının ünlü yazarı Angel Karaliyçev 1902’de Veliko Tırnovo’nun Strajitsa köyünde doğdu ve 1972’de Sofya’da öldü. Yetişkenlere hitap eden eserlerinden daha çok çocuklar için yazdığı kitaplarıyla ünlendi. Ayrıca onlarca halk hikâyesini bedii bir dille kaleme aldı. Bunu yaparken de sanat ustalığını edebiyat çevrelerine kabul ettirdi. Birçok Rus halk masalını da aynı şekilde Bulgar okuyucularıyla buluşturdu. “Beliyat Gılab-Beyaz Güvercin”, “Nakovalnya ili Çuk-Örs veya Çekiç”, “Trimata Yunatsi-Üç Yiğit”, “Toplata Rıkavitsa- Sıcak Eldiven” ve daha onlarca kitabın yazarıdır.
Bazı eserleri Türkiye’de de yayınlanmıştır.

TEMBEL ADAM
Vaktin birinde tembel bir adam varmış. Hiçbir iş yapmaz bütün gün gölgede yatarmış. Çocukları ise ev ev gezip dilenirler, sefalet içinde yaşarlarmış. Bu tembel adamın yanından geçen köylüler, durup onu azarlarlarmış.
– Çocukların zavallı ve perişan halde gezip dolaşıyor. İnsanlar canla başla çalışırken sen ise yan gelip yatıyorsun. Hiç utanmıyor musun? Kalk da işe git!
Tembel adam ise:
– İş mi dediniz? İşi bana methetmeyin! diyor ve öbür yanına dönüyormuş.
Bir gün bu tembel adam yattığı yerden kalkmış, kiliseye, köy papazının yanına gitmiş.
– Peder demiş, bana bir dua oku, köydeşlerimi de çağır, beni diri diri gömsünler.
Papaz hayretle sormuş:
– Niçin canım?
– Çünkü insanların takazası canıma yetti. Niçin çalışmıyormuşum diye beni bir türlü rahat bırakmıyorlar. Öteki dünyaya gideyim de, orada bari rahat yatayım.
Papaz razı olmuş:
–Pekalâ deyip duasını okumuş. İki kişi daha çağırarak tembeli tabuta koymuşlar ve mezarlığın yolunu tutmuşlar. Papaz elinde kandil önde yürüyor, cemaat da arkadan geliyormuş.
Yolda bunlara İşbaşaran rastlamış:
–Bu adamı nereye götürüyorsunuz böyle? diye sormuş.
– Mezarlığa… Gömeceğiz de…
– Durun canım, adam diri diri mezara gömülür mü? Söyleyin niçin gömeceksiniz adamı?
Tabutu taşıyanlar işin aslını astarını anlatmışlar. Onları dikkatle dinleyen İşbaşaran biraz düşünmüş, sonra tabutta yatan tembele demiş ki:
– Dinle beni! Kalk şu tabuttan da gel bize kadar. Sana bir şinik buğday vereyim de kazanmaya başlayıncaya dek yersin.
–-Tembel, tabutun içinden doğrularak:
– Ama buğdayı öğütülmüş mü vereceksin? diye sormuş.
– Öğütülmedik vereceğim.
O zaman tembel adam tabutu taşıyanlara dönerek:
– Mademki öyle, götürün beni mezarlığa, demiş. Bana buğday lâzım değil. Buğdayı değirmene götüreceğim, öğüteceğim, tekrar eve getireceğim, hamur karacağım, sonrada pişirip yiyeceğim! Bu uzun ve cefalı bir iş. Benim hâlim mezarda daha iyi olacak.
Tembeli mezara götürüp diri diri gömmüşler. Sadece nefes alabilmesi için dışarıya bir boru uzatmışlar. Papaz duasını okumuş, elindeki kandili birkaç defa sallayarak mezarcılarla birlikte oradan ayrılmış.
Gece yarısı İşbaşaran kendi kendine düşünmüş:”Varıp gideyim de, mezarda diri diri yatan şu adamı tembellikten kurtarayım” demiş. Bir kat siyah elbise giymiş ve mezarın başına varmış:
–Kalk! diye onu dürtmüş.
Tembel irkilerek:
–Sen kimsin? diye sormuş.
İşbaşaran:
– Ben şeytanım demiş. Bu gün ölülerin ruhlarını aramızda paylaştırdık da, seninki bana düştü. Senin amirin benim. Her ne buyurursam yapacaksın. Yoksa, seni katran kazanında kaynatırım.
Tembel korkudan titremeye başlamış:
– Bana göre ne iş var? diye sormuş.
– İşte mezarlığın orada, alt tarafında büyük bir taş yığını var. Bu taşları mezarlığın üst tarafına taşıyacaksın. Haydi iş başına! Şafak sökünceye kadar taşların orada olmasını isterim.
Tembel, kollarını sıvamış, ağır taşları birer birer taşmaya başlamış. Taşırken hızlı hızlı soluyormuş. Arada bir tökezliyor, yeniden kalkıp yürüyormuş.
Tembel adam taşları taşıdıktan sonra dinlenmek için oturmuş. Kıyafet değiştiren adam gene yanına gelmiş, elindeki kamçıyı savurarak:
– Gel bakalım, şimdi sana emeğinin karşılığını vereyim, demiş.
Tembeli bir ağaca bağlamış, avucuna tükürmüş ve kamçılamaya başlamış.
Güzelce bir dayak attıktan sonra, Tembel adam mezara girmiş. Cehennem bekçisi, üstüne birkaç kürek toprak atmış ve çekip gitmiş.
Sabah olmuş. Kendine gelen tembel, yattığı yerde bir iki defa kımıldamış. Üstündeki toprağın az olduğunu anlayınca yerinden kalkmış, silkinip mezardan çıkmış ve köyüne doğru koşmuş. Soluk soluğa eve varmış. Hemen baltayı alarak ormana gitmiş ve odun kesmeye başlamış. Yanından geçen bir köylü ona selâm vermiş:
–Hayır ola, ahretlik! Öbür dünyadan ne haber?..
Tembel cevap vermiş:
–Anlatılacak gibi değil. Bütün gece insana taş taşıtıyorlar. Üstelik bir de eşek sudan gelinceyedek dövüyorlar.
– Akşam yine mezarlığa dönecek misin?
– Senin sorduğun da soru mu!?.. Şu ormanı keser bitiririm, fakat şeytana çıraklık etmem!

GEORGİ KARASLAVOV


Hikâye, roman ve oyun yazarı G. Karaslavov, 1904’te Pırvomay’ın Debır köyünde doğdu. Dedesi Kırklarelilidir. İlk, orta okul ve liseyi bitirdikten sonra Kızanlık’ta Pedogoji Okulundan mezun oldu ve bir süre öğretmenlik yaptı. Daha sonra Sofya Üniversitesinde ziraat mühendisliği okudu, ancak 1928’de öğrenci grevlerine katıldığı için ihraç edildi. Prag’ta (eski Çekoslovakya) öğrenimine devam ettiyse de bitiremedi ve buranın inşaatlarında çalıştı. Çek işçi sınıfının hayatını ve mücadelesini ele alan “Sporjilov” adlı ilk romanını da burada yazdı.
Ülkesine dönünce farklı gazete ve dergilerde çalıştı. Sosyalist devriminden sonra Başkent Halk Tiyatrosu Müdürü (1947-1949), Septemvri dergisinin Baş redaktörü(1950-1957), Bulgar Yazarlar Birliği Genel Sekreteri(1958-1962) görevlerinde bulundu.
Kırkı aşan eserlerinden bazıları şunlardır: Serseriler (Hikâyeler), Cehennem Ucubeleri (Hikâyeler), Bizim İşimiz Bitti (Mizah Hikâyeleri), Tatul, Gelin, Basbayağı Adamlar-6 cilt, Köyde adlı romanları, Baberovlar, Bataktaki Kaya, Halkın Sesi adlı oyunları vb.
Eserlerinden 15’ten fazlası yabancı dillere çevrildi. 1961’de Bulgar Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi. Gerçekçi bir yaklaşımla konuları işledi. Hep demokrasiyi savundu, halk kitlelerinin acılarını, sevinçlerini ve yaşam mücadelelerini geniş bir perspektifle anlattı.

HAYATA DOĞRU
Üç gündür iş aramıyorum. Yoruldum artık. Oturup düşünüyorum, çare bulamıyorum. Bilincimi ele geçirip beynimin bir duvarını delmeye çalışan bir şey var, ama onu önlemeye çalışıyorum. Aylak oturdukça garip düşüncelere dalıyorum. İrademin günden güne kırıldığını hissetmekteyim. Bunca gündür beni derinden ve korkunç bir şekilde ürküten şeytana en sonunda bir çıkış izni verip bir karar alıyorum: “Bu sefil hayattan, bu rezil dünyadan kurtulmak için intihar etmeliyim!” diye düşünüyorum. Böyle düşününce başka bir şey oluyor; az önce buna benzer belli belirsiz bir düşünceyle bir yaprak misali titrerken, şimdi keyfimce hâlâ elde bulundurduğum o şeyi kendi elimden almağa azılı bir katilin soğukkanlılığıyla karar veriyorum. Sonra birilerini heyecanlandırmak için bu gerekli midir? Hısım-akraba mı? Kimdir bunlar ve nerededirler? Zaten benzer düşüncelere kapılmam da gereksiz. Başkalarını düşünen, kendini de düşünür. Ben kendimi de unutmak için kimseyi düşünmeyeceğim. Tereddütsüz, kesin olarak izleyeceğim bir amacım var artık. Kendimizi asmak bedenimizin acılarını arttırmak demektir. Dilencilik yapamam, ama hırsızlığın alâsını yapabilirdim! Nesi var, mal-mülk sahipleri bunun önceden önlemini almışlar; her yerde tetikte duran polisler ve jandarmalar kendilerine atılan ekmek kırıntılarına karşın, insanı bir et parçası gibi dilimlemeye hazırdırlar.
Buruşuk bir sigara kutusunun düzgün kalan bölümünü kesip üstüne şunları yazdım:
“Açlık ve sefaletten bunalan şu kanlı yeryüzünde daha fazla yaşamak istemiyorum.”
Dışarı çıktım ve sokak boyunca yürüdüm. Lülin Dağı’nın yeşile bürünmüş etekleri güneşi yutuyordu. Pek yakında erguvan ve menekşe rengi karışığı son ışın, bir son nefes gibi kopup gidecek, benim son günüm de sönüp tükenecekti. Ancak, bu düşünceyle ölümün soğuk terleri vücudumu dondurdu. Demek ki son günüm! Kendi gözlerime ölüme bakıp onu selâmlamak, bize cömertçe verilen tek şey: tozlu havaya vücudunu son kez koyuvermenin saatını bilmek, gözlerini ebedi olarak yumacağın yeri kendin tayin etmek korkunç bir şey! Gençliğin sesini boğdum, ölümüm nasıl olur? diye düşünüyorum artık.
Ölüm ağır olacak, çünkü hayat verici hava akımını keseceğim küçük şal kalın ve kabadır. Ama benim için hepsi bir. Boynum zaten pek fazla incelmiştir. Ufak, şık bir sicim olsaydı büyük mutluluk duyardım. Hani bilseydim, imkânlarımın elverdiği sırada kuruş kuruş para biriktirir, çarşı pazardan bembeyaz, dümdüz bir sicim satın alırdım.
Yürümeye devam ediyorum, sallanır gibiyim, fakat açlık duymuyorum. En ufak düşüncelerden bol bol doğan o son izlenimlerimle meşgulüm. Yüksek inşası yeni tamamlanmış bir binaya bakıyorum: örümcekler gibi, bir takım kül rengi insan suretleri inip çıkıyor birkaç gün idare edecek kadar para kazanmak için. Tabi, onları kıskanmıyorum, fakat bu sarayın sahiplerince vücudumdan emilmiş ter damlasının özellikle hangi tuğlada soğumuş olduğunu kendi kedimde soruyorum; bir sürü öğretmen, papaz, gazeteci bunun böyle olduğunu, sonsuza dek, böyle sürüp gideceğini temin ediyorlar. Ben bir dilim ekmek, bir ekmek kabuğu bulamazken bunca ekmeğin neden fırında durduğuna şaşıp kalıyorum. Bunun bana bir lütuf olarak değil de kendi emeğimin karşılığı olarak verilmesi gerekirken?
Tıpkı bir gölge gibi yavaş ve hafif adımlarla yürürken kendi kendime soruyorum: Soğuk, vakitsiz bir mezara çıkan bu parke ve asfalt yollar benim neme gerek? Bunun yerine ben tozlu bir köy yolunda fabrika ya da tarlaya sevinçle koşmak isterdim. Orada geniş omuzlu, güleç gözlü neşeli arkadaşlar beni bekler durur. Şurada serin, konforlu bir restoranda şişman bir bayan köpeğine pişmiş bir et siparişi vermektedir. Heeey, ben size tükürüyorum, her şeyinize tükürüyorum, anlıyor musunuz?.. Gerçekten, sessiz, fakat derin bir öksürüğe tutuluyor, boğuluyor, yayalar kaldırımına tükürüyorum. Çantası sırtında bir genç adam dönüp bana bakıyor. Vereme yakalandığımı, doktora gittiğimi sanıyordur.
Otomobiller, motosikletler yanımdan vızıldayarak süratle geçip gidiyorlar. Trafik polisi yön gösteriyor. Hey, polis efendi, ben bir suç işleyeceğim. Seni alaya alıyorum, çünkü sen bunu bilmiyor, nahoş bir haberden toplumu kurtarıcı tedbir almıyorsun; işsiz güçsüz gezen adamın biri kendini asmış…keyif için. Yarın sen kurulu düzeni bozduğum için bana ceza yazacaksın. Tabi, cebimde para bulamayacaksın. Heeey! Pürüzsüz kınapla örülmüş küçücük bir sicim alacak kadar param olsaydı,ne kadar memnun olurdum!..
Köprüyü geçip çam korusuna doğru yöneliyorum. Akşam, ateşli gök musluklardan fışkırıp gürültülü şehre dalgalar halinde akıyor. Elektrik hattı bulvarın bitiminde, aşağılarda kayboluyor. Bugün iş günü, yukarı tarafta canlılık yok. Orman sakin. Belki de kötü mezarlarında barınak arayan, mutluluk ve hiçlikten sarhoş bir aşık çifti ürkütebilirim. Yavaş yavaş yukarı çıkıyorum, çünkü ayaklarımın gücü büsbütün kesildi. Dönüp bakıyorum. Şehir kıpır kıpır. Yola devam ederek hayatıma son vermek üzere sapacağım noktayı karanlıkta arıyorum. Yeter artık. Bir tesadüf olarak bana engel olabilecek herkesten epey uzaktayım. Hafifçe titremeye başlıyorum. Belki de bunlar, büyük yaşam susuzluğunun son çırpınışlarıdır. Hayata doyamadığım hâlde işi oluruna bıraktım artık. Başka çıkar yol bulamadığım için intihar edeceğim. Son defa dönüp şehre, hayatımı emen bu deve bakıyorum. Senin suratına tükürüyorum ey canavar! Senin ikiyüzlü ahlâkından, senin batakhanelerinden tiksiniyorum. Oralarda satılmış kız kardeşlerimizin önünde edepsiz, müreffeh sakinlerin şampanyaya dönüşmüş kanımızı içerler!..Ruhumda derin bir esefin teli titreşiyor.
Kendi zulmünün harabeleri altında çöktüğün günü, insafsızca ikiyüzlülüğünün maskesi altında acı çeken kardeşlerim ve kız kardeşlerim için iyilik ve mutluluk çiçeklerinin açtığı günü göremeyeceğim. Bu akşam hayatıma son vereceğim. Yarın senin efendilerin çeşitli partilerin yayın organlarından haberi duyacaklar, satılmış gazeteciler şöyle yazacak:
“Bu yıl intiharlar çoğaldı… Dün gece X. adında bir delikanlı…” Tam olarak ne yazacakları hiç önemli değil. Ama ben nefis bir un ya da birinci kalite emsali bulunmayan bir çikolata reklâmının yerini alacak ya da yayınlanmasını geciktirecektim. Ben… bir reklâmın yerini tutacağım, sizin sarı gazetelerinizde… Ancak hayatta benim kaderim bu mu olacaktı?.. Küçük bir gazetecilik sansasyonu yaratmak için!
Arkadaşlarımın kahvaltılık birer simit alabilecekleri son kuruşlarını ellerinden almak ha! Satılmış gazetecilerin keselerini doldurmak ha!..
Bu beklenmedik düşünce heyecanı ile şaşkın, geri çekildim. Tatlı bir ses bana hayatın kanlı masalını fısıldadı. Bacaklarım istemeyerek bükülüyor, bir ceset gibi yere yıkılıyorum, ilkyazın nefesimi bilinmez bir sezgi ile duyuyorum. Gece, günün sıcak dalgalarını savuruyor. Ağaçlar hışırdıyor, orman bir hayat türküsü çağırıyor.
Bütün vücudum titriyor. Gizli bir ifşa, bilincimi ele geçirip dinleştiriyor. Her şeyi açıkça, basitçe görüyorum. Geri dönüş mü? Asla!
Hayat yalnız orada mı? İnsanlar yalnız orada mı yalancıl, açgözlü, kötü insanlar… Kurtuluş yalnız darağacında mı? Başka bir dünya daha var; sessiz, sakin, karanlığa ve sefalete gömülmüş, fakat samimi! Orada, onun göğsünde lekelenmemiş değerlerle henüz kendini göstermemiş, uyandırılmamış güçler uyumaktadır. Oraya gidip köleleşmiş, namuslu emeğin acılarını ve sevinçlerini paylaşmak isteyeceğim. Daha sonra onun rüyasının basit sırrını açıklayacağım, soylu sıcacık yüreğine cesaret ve inanç aşılayacağım. Bu arada kendi hayatımın acılı masalını anlatacak, göz kamaştırıcı ışık ve yaldız altında aç ve yalınayak, serserice dolaşan, saraylar yaptıkları hâlde açık havada, toprak üstünde yatıp uyuyan şehirdeki kardeşlerimin yaşamını hikâye edeceğim. Onlara kader ve talihimizin, yolumuzun hep bir olduğunu söyleyecek, onları ters yola, doğruluk ve yenileşme yoluna götüreceğim.
Geleceğe umut ile günümüzün yarınına derin inanç, vücuduma yepyeni güçler katıyor. Hoşça kal! Hayatımın anlam ve amacını sezmek için, ölümün kıyıcığından geçtim ben…

EMİLİYAN STANEV


Hikâye ve roman yazarıdır. 1907’de V.Tırnovo’da doğdu. Memur ailesinde yetişti. 1922 yılında ailesiyle birlikte aynı ilin Elena kasabasına yerleşti. Daha sonra Vratsa (Vraça) Lisesin’den mezun oldu. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu, ancak kendi isteğiyle öğrenimini yarıda bıraktı. Gençlik yıllarını daha fazla Batı ve Dünya edebiyatını okumakla geçirdi. Geniş tarih, felsefe, sosyoloji bilgileriyle donandı. 1932’de Sofya’ya yerleşince kısa hikâyeler yazmaya başladı. İlk hikâyesi olan Vina’yı 1938’de yayınladı. Takip eden yıllarda Bulgar edebiyatına “Legenda za Sibin” (Sibin Efsanesi), Tırnovska Kralitsa ( Tırnova Kraliçesi), “Kradetsıt na Praskovi” (Şeftali Hırsızı), “Vılkıt” (Bir Kurt), “İvan Kondarev” gibi ölümsüz eserler kazandırdı. Ölümünden (1979) beş yıl önce kendisine Akedemisyen ünvanı verildi.

OBUR AYICIK
Yavrularını doğurma zamanı yaklaşınca, yaşlı ayı dağın doruğunu aşarak, onun kuzey eteklerine indi. Burada ormanlar sık ve yalçındı; birçok yerde de kayalıklara rastlanırdı.
Uzun sonbahar gezintilerinden sonra çok defa dinlendiği sakin ve güvenilir yeri hatırladı.
Bu yer, mavimsi yamaçlarında sabah ve akşam sisler içindeki sarp bir vadinin yakasında bulunuyordu. Orada, yabani ıtır ve eğrelti otlarıyla kaplı kavaklıkların arasında küçük bir mağara vardı.
Ayı, mağaraya girerken mart güneşi batıyor ve ışınları kahverengi ormanları kızıla boyuyordu.
Üç gün sonra, rüzgârlı bir gecede ayı, kıllı göğsüne yaslanan iki yavrusuyla hareketsiz ve mutlu mutlu mağarada yatıyordu. Ayıcıklar tarla sıçanı büyüklüğünde var yoktu. Henüz gözleri açılmamış ve onun göğsünü kaplayan sık kılları arasında âdeta kayboluyorlardı.
Anneleri, karnını doyurmak için dışarıya çıkıyor, onları birkaç saatliğine yalnız bırakıyor ve çabucak mağaraya dönüyordu. Daha sonraları, onlar gözlerini açıp gelişince, ayı onların kocaman göğsünde güreşmelerine müsaade ediyordu. Onlar böyle oynaşırken, yaşlı ayı dikkatle etrafı dinliyor; endişeli fakat her an vahşice savaşmaya hazır olduğu da alev alev yanan gözlerinden anlaşılıyordu.
Bahar gelip karlar eriyince, iri dağ karıncalarının yuvaları göründü. Ayı da yavrularını karınca yemeğe alıştırmak için onları beraberinde götürmeye başladı.
Ayı, karınca yuvasını bozuyor ve pençesini yuvasının içine sokuyor ve öfkeli karıncaların ayağına tırmanmalarını bekliyordu. İşte o zaman, pürtüklü diliyle ayağını yalamaya başlıyordu. Ayıcıklar da acemice onu taklit ediyordu. Kimi zaman yuvanın içine düşüyorlar ve kızgın karıncalar onları acımasızca ısırıyor, bazen de yalayacakları yerde oburluktan kendi ayacıklarını ısırıyorlardı.
Arada bir annesi onları köpüklü dağ deresi civarına götürüyordu. Orada sular temiz ve derindi. İhtiyar ayı, yavrularını derede yıkıyor ve yüzmeyi öğretiyordu. O, suyu da, yengeç avlamasını da çok seviyordu. Hele de geceleri yengeçlerin sahile çıktıkları zamanı çok kollardı. Kanını doyurunca, aile mağaranın yolunu tutuyordu. Yolda yürürken yaşlı ayı, rastladığı her taşı ve ağaç kütüğünü alt üst ediyor, fare arıyordu. Ayıcıklar, karınlarının körük gibi şişmesine aldırmayarak büyük bir iştahla fareleri yiyorlardı.
İhtiyar ayı bir akşamüstü, bal peteklerini yüksek bir ıhlamur ağacının kovuğuna yaptığı bir arı kümesi buldu. Balın güzel kokusuna dayanamayan ayı ailesi ağacın altında yalanmağa başladı; anneleri ise arka ayakları üstüne doğrularak ıhlamur ağacına çıkmayı denedi. Bal peteği yüksekteydi; ağaç ise düzgün ve budaksızdı, anne ayı, kırık tırnakları ve yaşlı vücudunun ağırlığıyla tırmanamayacağını anlayınca niyetinden vazgeçti.
Öfkeyle homurdandı. Ayıcıklardan en oburu ise annesine aldırmadan tırmanmaya çalıştı ve çevik hareketleriyle kolayca ıhlamura çıktı. Annesi kızdı ve pençeleriyle ağacı itip kakarak onu inmeye zorladı. Fakat balın kokusunu alan minik ayı, annesinin ihtarını duymak bile istemiyordu. Pençesini kovuğun içine soktu ve korkunç bir sesle avaz avaz bağırdı. Öfkeli arıların vızıltısı bir anda ormanın akşam sesliğini bozdu.
Arılar kovuktan çıkarak küçük canavara acımasızca saldırdılar. On kadarı ayıcığın küçük burnuna yapıştılar ve ip ince iğnelerini batırdılar. Diğerleri de üşüşerek, büyük tüy kalpağı misali kafasını kapladılar. Ayıcık ağrılarından ulumaya ve kıvranmaya başladı. Aşağıda ise annesi pençeleriyle ıhlamur ağacını itip kakıyor ve ona çabucak ağaçtan inmesini istiyordu. Fakat ayıcık hiçbir şey duymuyor; ulumaya ve çırpınmaya devam ediyordu. Nihayet dallardan yere sıyrıldı.
Bu defa arı ailesi tüm gücüyle ayı ailesine saldırdı. İhtiyar ayı korkmuyordu. Gözlerini korumak için kocaman başını öne eğdi, arıların soktuğu ayıcığı kavradı ve korkunç bir homurtu ile dere doğru koştu. Ayıcığı derenin en derin yerine attı; kardeşini de onun yanına itti. Arkadan da kendisi suya daldı..
Sırtlarına, yüzlerine gözlerine yapışan arılar şimdi su üstünde yüzüyordu. Soğuk su, küçük ayıyı kendine getirdi ve ağrılarını hafifletti. Fakat kafası öylesine ağırlaşmış ve şişmişti ki, gözleri güçlükle fark ediliyordu.
Arıların kovuğa döndüklerini görünce, ayı ailesi de dereden çıktı ve mağaraya doğru yola koyuldu. Yaşlı ayı önde yürüyor ve öfkeli öfkeli mırıldanıyordu. Canı yanan ayıcık da aksayarak ve uluyarak peşinden gidiyordu.
Bir soyka ağaçtan ağaca uçuyor, çığlıklar atıyor ve sanki gülüyordu. Her şeye tanıklık eden ağaçkakan ise şiddetli bir sesle uzun zaman:”Ha,ha, ha, ha, ha haaa!”diye yaygara koparıyordu.

PAVEL VEJİNOV


9 Kasım 1914’te Sofya’da doğdu. Yine doğduğu kentte yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Septemvri ve Plamık gibi ülkenin en itibarlı dergilerinde redaktör olarak çalıştı. Bir süre de, edebiyatta ve sanatta kuram konularını işleyen “Sıvremennik” adlı derginin Genel Yayın Müdürü görevini yürüttü. 1970’li yıllarda Bulgar Sinematografya Genel Müdür Yardımcısı ve kurum nezdindeki sanat konseyinin başkanlığını yaptı.
Fevkalâde hikâyeleri ve romanlarıyla Bulgar edebiyatının usta yazarları arasında yer aldı. Birçok eseri sinemaya aktarıldı. Bulgar bilim – kurgu edebiyatının da temellerini atan yazarın “Zvezdite Nad Nas“ (Üstümüzdeki Yıldızlar), “Vtora Rota” (İkinci Tabur), “Noştem s Belite Kone” (Beyaz Atlarla Gece Yolculuğu), “Sinite Peperudi” (Mavi Kelebekler) adlı eserleri büyük bir beğeniyle okunmaktadır.1983 yılında vefat eden Pavel Vejinov’un yapıtları Rusça, İngilizce, Çekçe, Macarca gibi birçok yabancı dile çevrilmiştir. Filmleştirilmiş eserleri de bulunmaktadır.

ŞOSEDE BİR SONBAHAR GÜNÜ
Beyaz iskemlenin arkalığı yoktu, bütün sırtımı uyuşmuş hissediyordum. Bir saatten fazla burada oturuyordum. O ise, daracık yatağında bu zaman zarfında hiç kıpırdamadı. Belki de bunun için çarşafları bu kadar pürüzsüzdü; sanki onların içinde insan yatmıyor, bir ceset yatıyordu. Yorgunca bir sesle:
– Anlamı yok! Bütün bu hikâyede hiçbir anlam yok… diye söylendi.
Ona itiraz etmek istedim, ama kendimde bu gücü bulamadım. Biraz sustu, sonra hiç ilgisizce devam etti:
– Bütün subjektif dediğimiz hayat, esas itibarı ile gerçek dışıdır. Sakin bir gölde bulutların yansıması gibi. Eğer göl dalgalanıp da yansımalar kaybolursa, bu demek değildir ki bulutlar da kaybolmuştur. Onun yüzeyinde vuku bulan her şey anlamsız bir ölümdür…
– Yine de yaşamak lâzım! diyerek anlamsızca cevap verdim.
– Niye?
– Çünkü böylesi doğaldır.
– Tereddütte herhâlde haklısın! dedi ve devam etti. Tabii, fakat… Hiçten varoluyorsun, yaşıyorsun, yeniden hiçe dönüyorsun… Senin düşüncenin gerçekleşmesi bir hedefe ulaşacaksa, o başka bir meseledir…
Ben sustum. Beyaz oda yavaşça karanlığa büründü, uzaklardan bir uğultu duyuldu… Yalnız onun yüzü, hep öyle beyaz, yanakları temiz, pürüzsüzce traşlı, göz kapakları karıncalaşmış titreyerek donup kaldı. Pencereye bakarak, sessizce:
– Fırtına geliyor, gitmen gerek… dedi.
– Yok bir şey! dedim. Arabaylayım.
– Hayır, hayır sen git! Yol kayganlaşacak, yolculuk tehlikeli olur…
Hakikaten burada daha fazla kalmanın hiçbir anlamı yoktu. Kalktım ve cesaretle elimi uzattım; gülümsedi ama elini uzatmadı.
–Git,sen git!…, dedi.
Doktor Veselinov, muayenesinde röntgen filmlerinin üzerine eğilmiş inceliyordu. Elindeki film anlayamadığım bir şekilde bana çok uzaklarda karanlık içinde dağılmış bir galaksiyi andırıyordu.
– İlerleme var mı? diye sordu.
– Tereddütle: Başını kaldırmadan var diye düşünüyordum! diye cevap verdim.
– Velhasıl onu ikna etmeniz lâzım dedi. Cerrahi müdahale olmadan hayatını garanti edemem…
– Evet, biliyorum! dedim.
Ancak bundan sonra o biraz doğruldu ve acayip zeytin renkli gözleri ile bana baktı.
Hasta kokuları ve endişe ile ağırlaşan yüreğimle dışarı çıktım.
Daha önce dikkatimi çekmediği geçidin üstünde hakikaten kara yağmur bulutları dolaşıyordu. Betonla kaplı avlunun içinde arabamı toz duman sarıyor. Kısa, sert rüzgâr dans ediyordu. Tam yola çıktığım sırada kurşun gibi kocaman ve iri damlalar düşmeye başladı. Lâstiklerimin aşınmış oldukları o zaman aklıma geldi. Bu ağır konuşmanın ardından kendimi zayıf ve ezik hissediyordum, ama yine de telaşlı değildim. Arabayı geri çektim ve yavaşça sürerek yokuşu tırmanmaya başladım.
Daha ilk kilometrede fırtına beni yakaladı. Gürültülü Eylül fırtınası biraz geç kalmıştı. Arabanın ön camına vuran sudan yol görünmez oldu; durmaya mecbur kaldım. Arabayı dikkatlice bankete çektim ve stop ettim. Yağmur aynı şiddetle şapırdıyor, bulutların gümbürtüsü devam ediyordu. İskar geçidi’ndeki ıslık çalan bu fırtınaları tanıyordum; bir zamanlar onları seviyordum da. Asfalt yolun üzerinde biriken su dere gibi akıyor, ara sıra şimşeklerin ölü yansımaları ile parlıyordu. Yolun öte yanında hiçbir korkuluğu olmayan, buhar kokan dibi görünmeyen korkunç bir uçurum başlıyordu.
Yan camı açtım, yağmur ıslatmasın diye direksiyondan birazcık sağa kaydım. O an mide bulantısı hissediyor, ölüm düşüncesi beni takip ediyordu. En korkuncu o bunu kabullenmişti. Ölümü kabullenmek, bunu hiç anlamıyordum ve bu duyguyu hissedemiyordum. Elbiselerime sinen sanatoryumun o iğrenç kokusu hâlâ midemi bulandırııyordu. Acaba ne olurdu doğrudan uçuruma doğru yürüsem? Herkes bunu delilik zannederdi. O zaman niye hayatta bütün yaptıklarımız delilik olmasın ki? Belki de arkadaşımın kalbinde olan duygu da budur.
En sonunda fırtına biraz diner gibi oldu. Yine de rüzgârla gelen, bulanık ve hafif kurşuni yağmur yağmaya devam ediyordu. Motoru yine çalıştırdım.
Herhâlde uzaklarda, batıda koyu bulutların içinde küçücük bir pencere açılmıştı ki, asfalt pembeleşmişti. Motoru çalıştırarak yokuşu tırmanmaya başladım. Pembeleşme daha da belirginleşti, dağın eteklerindeki akçaağaç ormanları kırmızımsıya bürünüyordu.
İki kilometre yol ya aldım ya da almadım, gözüme uzaklarda bir insan göründü. Tek başına yolun solunda yürüyordu. Arkasından gördüğüm kadarıyla yaşlı bir adama benziyordu. Sıska endamlı ve omuzları sarkıktı. Cılız boynunda yaşlı bir öküzün arabayı bir tarafa çeken gerginliği hissediliyordu. Daha fazla yaklaştığımda üzerinde eski, kaba bir pantolon ve çadır bezinden dikilmiş bir parka olduğunu gördüm. Onu geçmiştim ki, gayriihtiyari bir şekilde durdum. Ani fren yaptığımdan arabanın hafifçe kaydığını hissettim, fakat yine de umursamadım. Kapıyı açıp arkamda yürüyen ihtiyara baktım. Oysa pek de yaşlı değilmiş. Yüzü zayıf, derin kırışıklı,kaba, ve her mevsim bu ormanlarda dolaşarak mantar toplayan ihtiyarlara benziyordu. Adam hafifçe bana baktı, onun için durmadığımı düşünerek yoluna devam etti.
– Binebilirsiniz! dedim…
– Çamurlu ayakkabılarına üzgün üzgün bakarak:
– Kirletirim…
– Yok bir şey, binin…
Adam tereddütle arabaya yaklaştı. Döndüm ve arka kapıyı açtım. Yavaşça:
– Teşekkür ederim, dedi ve arka koltuğa oturdu.
– Mantarları arabada unutacağından korktuğundan mıdır ne, sırt çantasını indirmediği dikkatimi çekmişti. Belki de arabaya hiç binmemiş ve böyle bir alışkanlık edinmemiş de olabilirdi.
– Lâf olsun diye nereye gittiğini sordum.
– Fark etmez! diye cevap verdi. Rüzgârın götürdüğü yere…
Bu kelimeler basitti, ama sesi beni şaşırttı. Böyle işlek ve kültürlü sesin en az eski bir lise öğretmenine ait olması gerekirdi. Ona kısaca yolculuğumun Vlado Triçkov’a kadar olacağını söyledim.
– Evet, biliyorum, dedi. Sizin orada yazlığınız var…
– Afedersiniz, acaba tanışıyor muyuz?… Ben simaları pek belleyemem de!
– Yoo, hayır! Siz beni hiç görmemişsinizdir. Fakat ben sizi bir defa pompalı tüfeğinizle gördüm…
Bu hoşuma gitmedi. Hakikaten iki yıl önce oğlum için böyle bir tüfek satın almıştım. Etraftaki bütün serçe kuşlarını temizlemeden içim rahat etmedi. Bu hatıranın yükünü üzerimde hissediyordum. Ne kadar zaman geçse de kendimi baskı altında hissediyordum. Gayri memnun bir tavırla:
– Evet, doğru! O zamanlar beni bir delilik tutmuştu.
Yol arkadaşım sakince bir sesle:
– Galiba ihtiras insanları en son terk edecek olan tutku olacaktır, dedi.
– Hangi ihtiras?
– Şu öldürme tutkusu…
–Buna cinayet demek biraz fazlaya kaçmıyor mu? Esas itibariyle bu bir avlanmaktır.
– Evet, avlanmak! diyerek kabul etti. Fakat ekledi: Sonuçta canlı bir varlık yok oluyor…
Döndüm ve ona baktım. Daha fazla kederli ve hüzünlü görünüyordu. Gözleri anlamsızca camdan dışarı bakıyordu.
– Siz vejeteryansınız galiba? diye ahmakça soruverdim.
– Değilim. Seneler önce atlar her şeyimizdi. Memleket atlarla doluydu. Şimdi onları traktörlerle değiştirdik… Bundan atlar ne kazandı. Tabii ki hiçbir şey… Belki de gelecekte atları sadece hayvanat bahçelerinde göreceğiz. diye cevap verdi.
Üzülerek:
– Galiba öyle olacak! dedim.
– Hakikaten acıklı bir durum… Tabiattaki iyi bir şeyi tanımlamak zor bir olaydır… Böyle basit bir insandan bu gibi kelimeler duymayı beklemezdim. Bu civarda oturduğunu sanarak mekânını sordum.
– Tanımadığım bu adam :
– Pek yakında değil,diye cevap verdi.
– Bana öyle geldi ki, sanki yakınlardaki bir evden çıkıp geldiniz.
– O oo, hayır! Niye öyle sandınız ki?
– Çünkü karşılaştığımızda üzerinizdeki elbiseler hemen hemen kupkuruydular.
Yarı şaka ile:
– Evet, tamamen unutmuşum. Siz cinayetli olaylarla da ilgileniyorsunuz, dedi.
Söyledikleri beni şaşırtmıştı. Arkaya dönüp yüzüne baktım. O an bana öyle geldi ki, sanki böyle sakin ve keskin bakış şimdiye kadar görmemiştim. Birdenbire gözlerinde bir ürperti sezinledim.
– Dikkat edin! diye bağırdı.
Sesinde korku yoktu , ben de hiç irkilmedim. Ancak biraz sonra arabanın kaydığını hissettim. Hemen önüme dönüverdim. Virajlarda kaybolan uzun ve epey dik yokuştan henüz iniyordum. Şimdi araba hiç kontrolsüz var gücüyle aşağıya doğru uçuyordu. Hiç kımıldayamadım. Daha önce de böyle donakalmış anlar başıma gelmişti. Direksiyonun arkasında duruyordum ve kendimde değildim: Korku, düşünce, önsezi-bende hiçbir şey yoktu. Fakat arabanın yoldan çıktığını ve uçuruma yuvarlandığını anlamıştım. Korkunç darbeyi beklerken, gözlerimi dahi kapatamadığımı hatırlıyorum. Arabam önünü yukarı doğru kaldırdı ve kuş gibi uçurumun üzerinden süzülüverdi. Ben yalnız direksiyonu tutuyordum, araba hafifçe döndü, şose tarafına doğruldu, yavaşça, hiç hissedilmeden lâstikler yolun asfaltına yapışıverdiler. Bir an hareketsizce donakaldım. İlk düşüncem elbette rüya gördüğümü sandım. Yok. Bu hiçbir şekilde rüyaya benzemiyordu. Ben her şeyi hatırlıyordum. Kirlenen asfaltı, dökülen yaprakları, yarılmış yamaçlardan akan suları görüyordum. Telefon tellerine konan kuşları da gördüm, boğazdan geçen trenin uzaklardan gelen düdüğünün sesini de duydum. Fakat her şeyden daha çok belirgin olarak uçurumu ve sağ tarafımda bulanık akan nehrin sularını görüyordum. Rüya gördüğümü sandım; belki de halüsinasyondu?
O an arkamdaki adamı tamamen unutmuştum. Birden onun her zamanki sakin ve alçak sesini duydum:
– Hayır, ürkmenize gerek yok… Ne olduysa her şey normal ve hakikatti…
İrkildim ve dönüverdim. O sakince yerinde oturuyordu, sanki hiçbir şey olmamıştı.
–Nasıl hakikat olabilir ki?..
Ciddi bir sesle:
–Tamamen hakikat! diye cevap verdi.
– Siz kültürlü insansınız, bu olayın ne olduğunu bilmiyor musunuz?
– İşin aslı o ki, böyle bir olay yoktur. Hiç olmazsa yaşayan insan bunu görememiştir.
– Kendinizden o kadar emin olmayınız… Levitasyonun[1 - Levitasyon-bilimsel olarak kanıtlanmamış olan cisimlerin güçlü bir iradeyle yerlerinden oynatılması ve yerlerinin değiştirilmesi.] ne olduğunu hiç duydunuz mu?
–Evet, elbette, bu bir Hint hokkabazı düzenbazlığıdır… Ama bunu binek otomobillerle yapabilecekleri sanmıyorum…
Tanımadığım adam gülümsedi:
– Evet, arabayla daha da zordur. Fakat prensip olarak aynıdır…
– Demek yerçekimine karşı olan güçleri biliyorsunuz!
–Evet, buna benzer…
Çekingence mırıldanarak:
– Ama bunun için herhâlde çok büyük miktarlarda enerji gerekiyordur, dedim.
–Enerjiler insanların onlar haklarında bildikleriyle tükenmezler.
İnsanların bildikleri! Bu sözler ile ne demek istemişti? O da insan değil miydi?
Hakikatler ortada dururken bütün kelimelerin ne anlamı olabilirdi. Uçurumun kenarında bile arabanın çamurlu izleri hâlâ gözlerimin önünde. Benim, uçurumdan aşağıda parçalara dağılmış olmam gerekirken, yolda, bu korkunç yerin birkaç metre ötesinde sakince duruyordum. Batıl inançlı değildim, gözlerimle eğer görsem şeytanın var olduğuna dahi inanabilirim.
Fakat arkamdaki insan her şeye benziyor, fakat şeytana benzemiyordu.
–Benim için mi yaptınız bunu? diye yeniden sordum.
–Tam olarak değil… Ama siz benim yüzümden kaydınız. Eğer arabanıza binmemiş olsaydım, belki de bu olay olmamış olabilirdi… Arkaya döndü ve ekledi:
– Gidelim!
Ben sessizce motoru çalıştırdım. O zaman fark ettim ki ben arabayı hiç durdurmamışım. Sonra vitese geçtim ve yavaşça yürüdüm. Ellerim hâlâ hafifçe titriyordu. Yüz metre kadar geçince tekrar sordum:
–Yer yüzündeki her insan, az veya çok mucizelere inanır… Taa şimdi anladım sebebini. Bu, onun ölümü kabullenmeyişinden ötürüdür…
–Bu öyle anlı şanlı bir mucize değildir ki, diye cevapladı. Özel bir nimet de değildir. Bilincin ölümsüzlüğü var olan ve mümkün olan doğada problem değildir. Problem başka yerdedir…
–Bilhassa nerededir?
Şakayla karışık:
–Çok bilmek istiyorsanız! Problemin var olmasının ta kendisindedir, dedi.
– Siz dünyalı mısınız?
– Bu mesele hakkında sizin düşüncelerinizi duymak ilgi çekici olabilir.
– Bu bana hepten imkânsız gibi görünüyor, dedim. Bu yaptıklarınızı insanlar, herhâlde yüzyıllar sonra yapabileceklerdir.
– İyimserlik iyi bir şeydir, – Yine de bu kadar erken olabileceğine inanmıyorum.
– O zaman, siz dünya dışı bir medeniyetin elçisi gibi gözüküyorsunuz.
– Böyle düşünmeniz mantıklıdır, diye cevapladı.
– Doğru değil mi?
– Peki niye olmasın, kendi mantığınıza güvenin…
– Doğrudan neden cevap vermiyorsunuz?
– Çok basit, dedi. Formalite icabı da olsa bana verilen talimatlara uymaya çalışıyorum.
– Evet anlaşıldı, diye başımı salladım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/sicak-taslar-69499714/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Levitasyon-bilimsel olarak kanıtlanmamış olan cisimlerin güçlü bir iradeyle yerlerinden oynatılması ve yerlerinin değiştirilmesi.
Sıcak Taşlar Анонимный автор
Sıcak Taşlar

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sıcak Taşlar, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв