Hayatımızın Kış Ayları
Yakup İsmail
İsmail Yakup
Hayatımızın Kış AylarıPara
-1-
Makine teknisyeni Hasan yüksek boylu ve yakışıklı bir gençti. Kışladan döner dönmez evlendi ve bir yıl sonra baba oldu. Eşini de seviyordu, çalıştığı işi de. Sekiz yıldn beri tarım kooperatifi tamirhanesinde çalışıyordu ve herkes onu çalışkan ve daima güleç yüzlü bir kimse gibi tanıyordu.
Bu yaz akşamı eve döndüğünde çehresi her vakitki gibi yine güleçti, fakat eşi Leyla ondaki değişikliği daha avlu kapısında belirir belirmez sezdi.
“Geldin mi Hasan?” dedi, ona göz ucuyle baktı ve getirdiği havlı elinde, yanıbaşına dikildi.
“Geldim Aşkım!” diye cevap verdi Hasan. Çeşme başına geçerek soğuk su ile hem yüzünü yıkadı, hem sordu:
“İş günün nasıl geçti Aşkım?”
“Her günkü gibi. Bu gün de Patronun istediği kadar elbise dikebildik. Ya senin günün nasıl geçti?”
“Normalde.”
“Bayağı yorulmuşsun gibime geliyor?”
“Her günkü gibi Leyla hanım. Her günkü gibi.”
“Yalan söyleme Hasan. Çehrenden belli ki, sakin değilsin.”
Havlı ile yüzünü silerekten çeşme üzerinde asılı duran aynaya baktı:
“ Ne varmış yüzümde?”
“Başka akşamlara bakarak bir değişiklik görüyorum.”
“Yok. Sana öyle gelmiş.”
“Var!”
Havlıyı hep daha elinden bırakmamıştı ki, Leyla önüne dikildi:
“Söylemiyecek misin?”
“Söyleyeceğim!”
“Söyle bakayım!”
“Bu günden sonra işsizim!”
“Bunun için mi üzülüyorsun? Sen sağol! Elimiz, kolumuz tuttukça şimdiye kadar olduğu gibi gelecekte de geçinmenin bir yolunu buluruz!”
“Ben de öyle diyorum.”
Eğildi ve eşinin dudaklarını aradı.
İş yerinde olan bitenleri akşam yemeğine oturduklarında anlattı.
…Öğle dinlencesi sona eriyordu ki, kooperatif başkanı geldi. İş yokluğundan, yahut tamirden ihtiyacı olduğu için yatıp duran makinelerinin etrafında sessiz sessiz bir kaç dakka gezindi ve tamirhane şefinin odasına girdi. Ne konuştular, ne konuşmadılar, fakat üç dakka geçer geçmez tamirhane şefi kararmış çehreyle kapıda belirdi ve haykırdı:
“hepiniz odama gelin!”
Gittiler. Oturmaya yer bulan oturdu, bulamayan pencere boyuna dikildi. Odaya çöken süküt içinde başkan bir-iki öksürdü ve alçak sesle konuştu:
“Bildiğiniz gibi tarım kooperatifinin faaliyeti daraldıkça daralıyor. Makinelerin bazılarını satmak zorunda kaldık. Çok geçmeyecek daha birkaçından kurtulmamız gerekecek. Makinelerin sayısı azalınca sizin de… bazılarınız fazladan gelmeye başladı. Yönetim Kurulu bu sabah bazı sorunları gözden geçirdi. Son kararlardan birine göre yarından itibaren aranızdan iki kişi işi terketmesi gerekiyor…”
Oda içindeki sessizlik daha da derinleşti. ‘Kimler gidecek?’ diye bari soran olsaydı! Başkan ne edeceğini bilemiyordu. Nihayet içlerinden biri:
“Başkan, biz bunu biliyoruz,” dedi. Bu gün ben, yarın başkası. Gün gelecek burada kimse kalmayacak. Söyleyin, sıra kimde?”
“Hepiniz iyi çalışıyorsunuz… Hepiniz becerikli, hepinizden memnunum. Kimseyle kötülükle ayrılmak istemiyorum.”
“Anladık.” Dedi başka biri. “Yani siz kimin gitmesi gerektiğini karar alamadınız. Siz alamadıysanız, biz nasıl karar alabiliriz?”
“Tamirhane şefi söylesin.” Dedi içlerinden biri. Tamirhane şefi zaten dargındı, bunu işitince bayağı sert sesle konuştu:
“Ben neden söyleyecekmişim!? Ben de hepinizden memnunum. Yönetim kurulu iki kişinin gitmesini karar aldıysa, isimlerini de belli etmeliydi. Orada oturanlar yükü kendilerinden sıyırıp başkasına atmaya çalışmasınlar....”
“Haklısın usta!” dedi diğer bir Tamirci. “Onlar kimleri işten serbest bırakmalarını bir karara bağlayamadılarsa bizim kabahatımız ne?”
Hemen hemen hepsi sigaraları dumanlatmışlardı artık.
“Aranızda işi gönüllü olarak bırakmayı aklından geçiren yok mu?” Diye sordu pek sabit olmayan bir sesle başkan.
Cevap veren olmadı. Hasan daha fazla sabredemedi:
“Bu iş böyle susmakla, durmakla olmaz. Bugüne kadar arkadaşça geçindik, arkadaşça çalıştık. Madem tarım kooperatifinin ömrü sona eriyor, birer ikişer burasını hepimiz terkedeceğiz. Yarın birbirimize komşu köpeği gibi bakmaktansa, arkadaşça ayrılalım. Yönetmenler kararın yarısını almışlar, ikinci yarısını almaya cesaret edememişler. Ne günlere kaldık hey, önderler bizim karar almamızı beklemeye başladılar… Ben kura çekmemizi teklif ediyorum. İki kağıda “gidiyorsun,” diğerlerine “kalıyorsun” diye yazılsın. Ne diyeceksiniz?”
Tamirciler kooperatif başkanından çok daha sakindiler. Hasan’ın teklifini doğru gördüler. Başusta gereken kağıtları hazırladı ve bir şapka içine koyarak karıştırdı. Sonra her birinin yanından birer birer geçti. Hasan’ın aldığı kağıtta “gidiyorsun” diye yazıyordu…
“İşte böyle oldu Aşkım!” dedi Hasan sakin sakin dinleyen eşine. “On iki kişinin içinde kısmet benim ve aşağıki mahalleden Mehmet’inmiş. İkimiz bugünden itibaren işte değiliz.”
“Sen sağ ol adam! Elin kolun sapasağlam ve bileğinde o altın bilezik varken aç kalmayız!”
“Hakikaten de aç kalmayız. Lakin dokuz yıl tek bir gün bile işsiz durmadım. İki yıl kışlaya gidince çalıştım, oradan döner dönmez bir gün aylak durmadan yine aynı işe devam ettim. Hem sevdiğim bir iş…”
“Sen sağ ol!” Diye tekrarladı eşi. “Ben işteyim değil mi? Birkaç gün dinlen. O zamana kadar ille de başka, hem de daha iyi bir iş bulursun!”
“Daha bir yıl bari çalışmış olsaydım evin inşaatına başlayabilecektik…”
“Sokakta mı kaldık yoksa? Sizinkilerin ayırdığı bu iki oda ve mutfak bizi şimdilik tatmin ediyor. Kızımız Ece daha beş yaşında. O büyüyüyene ve bu odalar bize dar gelmeye başlayıncaya kadar evimize çoktan girmiş olacağız! Arsamız var ya, ona bak sen!”
“Var canım…”
“Gereken malzemenin yarısını alacak kadar paramız da var.”
“Var… Aylaklığa alışmam lazım…”
“Sen sağ ol dedim ya! Dinlen, her gün şehir merkezine kadar in, ve arkadaşlarınla karşılaş. Hem gezin ve dinlen, hem kendine iş ara.”
Hasan yatağa sokulduğunda bu gün içine yerleşmiş olan gerginlik üzerinden sıyrılır gibi olmuştu. İlk anlarda şu kura meselesi onu bir türlü rahata bırakmamıştı. Eşi, ”Neden teklif ettin, teklif etmeseydin belki seni işte bırakırlar ve başkası giderdi eve” diyecek gibisine geliyordu. O ise öyle sakinleştirici bir şekilde konuştu ki! Yatakta da teselli vermeye devam etti:
“Üzülme Aşkım! Kura bu gün sana düşmemiş olsaydı ne olacaktı? En çok daha bir ay kalacaktın işletmede. Neymiş o bir ay!.. Bence şimdi daha iyi oldu. Diğerleri sıra onlara ne zaman gelecek diye titrerken sen kendine başka, belki de daha iyi bir iş bulacaksın. Bir an daha erken yerleşeceksin yeni işine.”
O, Leylayı seviyordu, Leyla da onu çok seviyordu yani! Bak, işsiz kaldığına üzülmemesi için ona nekadar çok cesaret veriyordu!
-2-
İşler hiç de Leyla ile Hasan’ın düşündüğü gibi olmadı. Bir hafta değil, bir ay geçmesine rağmen Hasan hep öyle aylak duruyordu. Hemen hemen her gün şehir merkezine iniyor, kahveden kahveye gezip duruyordu. Bu zaman zarfinda çok kişilerle karşılaştı, az tanıdığı kimseleri daha iyi tanıdı. İş için sormadığı işletme kalmadı. Lakin hiç bir yerde yeni işçi kabul etmiyorlardı. Her yerde üretim kısıtlanıyordu ve onun gibi işsizlerin sayısı azalmak şöyle dursun, gün geçtikçe çoğalıyordu. Kent içindeki kahvehaneler ve lokantalar onun gibileriyle doluydu. Her gün saatlerce oturuyorlar, kahve, çay içiyorlar ve vakitlerini boş lakırtılarla geçiriyorlardı. Hasan’ın canı daha fazla işte buna sıkılıyordu. Elini kolunu sallayarak gezmek, sandalye üzerinde bacak sallamak hiç te tercih edilecek bir şey değildi onun için.
Bir gün yine böyle anacaddedeki kahvehanelerden birinin önüne oturmuşlar, havadan sudan dem vuruyorlardı. İkinci kahveleri içtikten sonra masasındaki son arkadaşı da kalkıp gitti. Tam o da kalkmaya hazırlanıyordu ki, yanına yakın bir köyde yaşayan meslekdaşı Aydın geldi, oturdu:
“Merhaba Hasan! Kahve mi içiyorsun?”
“Avuçlarım gidişmeye başladı artık, ama iş yok, başka ne yapabilirim?”
“Bir kahve de benden iç.” Dedi Aydın ve kahveciye hemen seslendi:
“Bize iki büyük kahve!”
İkisi meslekleriyle ilgili karşılaştıkları, birbirilerine akıl danıştıkları vardı. Aydın kahveler gelir gelmez üzüntülü sesle sordu:
“Meslektaş, hep böyle aylak mı duracağız?”
“Ne yapalım?” diye sordu Hasan. “İşsizlik aldı yürüdü. Tamirhaneden azledildiğimde birkaç gün hem dinlenirim ve ev etrafında bazı ufak tefek işleri hallederim, hem de iş ararım demiştim kendi kendime. Lakin düşündüğüm gibi olmadı. Bir aydır iş için bir yerden bir sinyal yok.”
“Hele gene akşamları evde ‘bu gün ne yaptın?’ sorusuyle karşılanırsan…”
“Bana ‘bu gün ne yaptın?’ diye hep daha sorulmadı, ama ay sonunda maaş almak başka, elindeki hazır parayı harcamak yine başka. İşsiz durmak kötü şeymiş. Hele gene önümde tek bir umut ışığı görünmeyince....”
“Hasan, ben ne düşünüyorum biliyor musun?”
“Bilmiyorum. Ne düşünüyorsun?.”
“Dört gün evelsi bir dostumdan mektup aldım. Bir buçuk… belki iki yıl öncesi Hollanda’ya gittiydi. Oradan Almanya’ya geçmiş. Belki tanırsın. Adı Mümün. Çalıköyden…”
“Evet, tanıyorum. Tornacı. Bizim okuldan benden iki yıl önce mezun olmuştu. Yakın dostluğumuz yok, ama tanıdık gibi merhabamız vardı.”
“Tanıyorsun yani. Makine üreten bir fabrikada çalışıyormuş. Hakikaten oranın en ağır işlerinden birini icra ediyormuş, ama maaşı buradakinden on-on iki defa daha yüksekmiş.”
“İyi etmiş işte. Burada bizim gibi kahvehanelerde sandalye eskiteceğine…”
“Sen de gel. Bir yıla kadar cebinde paran da olacak, altında otomobilin de, diye yazıyor.”
“Batı için anlatılanların hepsine inanmak olmaz. Lakin burada aylak durmaktansa… Yani ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Evde bazı işleri halleder etmez yola çıkmak niyetindeyim. Ben bilmediğim yere kolaycacık gitmem, ama madem beni orada karşılayacak ve iş bulmak için yardım edecek bir kimse var, neden gitmeyeyim?”
“Git. Hiç olmazsa işsiz güçsüz durarak evdekilere ağırlık etmezsin.”
“Sen bu işe biraz karamsar bakıyorsun. Lakin ben kararlıyım. Mümün’ün yazdığı gibi oradaki maaş buradakinden on defa değil, beşı defa daha büyük olsun, yine yeter. Hem ikinci elden olan otomobiller orada çok ucuzmuş. İki ayda kazandığın para ile iş yapacak bir araç…”
“Mümün okadar çok abartıcı bir kimse olduğunu bilmiyordum.”
“Almanlar bir aracı dört-beş yıldan fazla ellerinde tutmuyorlarmış. Bizim gibi yirmi yıl değil. Bunu bari işitmedin mi?”
“İşittim…”
“İşittin, ama inanmıyorsun değil mi?”
“Neyse. Ne zaman yola çıkmak niyetindesin?”
“Hep daha tamamiyle belli etmedim…”
“Aşağı yukarı?”
“Gelecek haftanın sonuna doğru. Sen gelmek istemiyor musun? Üç arkadaş bir arada çalışırız. Birbirimize arka dayak oluruz. Ne diyeceksin?”
“Şimdiye kadar bu konu üzerine akıl yormamıştım…”
“Düşün taşın. Niyet edersen haber et, birlikte yolculuk ederiz.”
Hasan arkadaşının teklifini hiç de kafasına takmadı. Evin yolunu tuttuğunda Aydın ile kahvehanede konuşulanları hatta unutmuştu bile.
-3-
Akşam yemeğine oturduklarında Leyla üzüntülü sesle konuştu:
“Bizim terzi kooperatifinde de işler azalmaya başlıyacak artık.”
“Kimden öğrendin?” Diye sordu Hasan.
“Bugün ustalardan biri söyledi. Bu ayın sonuna kadar yeterince iş varmış, ama gelecek ay için siparişler hiç de yeterli değilmiş.”
“İşsizlik gittikçe derinleşiyor.” Dedi Hasan ve hafifçe göğüs geçirdi.
“Gereken sipariş sağlanamazsa gelecek ayın başında ilkin bu yıl hep daha ödenir izin almamış olanları izine çıkarmaya mecbur kalacaklarmış. Bu da yetmezse bazı kimseleri işten azletmeleri gerekecekmiş.”
Leyla, kızları Ece’yi uyuttuktan sonra televizyon seyretmekte olan kocasının yanına sokuldu. Her akşam izledikleri film bu defa ona okadar ilginç gelmiyordu. Öksürdü ve alçak sesle sordu:
“Hasan, ne yapacağız? Ben de işsiz kalırsam…”
Hasan gözlerini televizyondan ayırmadan cevap verdi:
“Hiç aklım ermiyor Leyla. İşi terkederken aylaklık bukadar çok uzayacak diye aklıma gelmezdi. O ise…”
“Bir şeyler düşünmemiz gerekiyor.”
“Kafamı her gün yoruyorum, lakin şimdiye kadar bir karara varamadım.”
“En nihayet köye bizimkilerin yanına giderek biz de tütün yetiştireceğiz....”
“Ya toprak? Bizim tarlamız mı var?”
“Babamın sözlerine bakarsan tarım kooperatifinden yirmi dekar toprak iade edeceklermiş. Onlar onun yarısını bile işleyemeyecekler.”
“Gerekirse tütün de yetiştireceğiz. Fakat bu gelecek yıl olacak. O zamana kadar ne yapacağım… Hep böyle elimi kolumu sallayarak gezecek miyim? Aylak durmak canıma tak demeye başladı artık.”
Sustular. Çok geçmedi Leyla yine konuştu:
“Bir yıl evelsi yanımızda işe başlayan Hayriye’yi hatırlıyor musun?”
“Evet hatırlıyorum. Alçak boylu değil mi?”
“Evet. İşte onun kocası da işsizmiş ve Batıya gitmeye karar vermiş. Hollanda’ya mı, yoksa Almanya’ya mı, tam olarak anlayamadım.”
“Ne yapacakmış orada?”
“Çalışacakmış.”
“Kocasının adı Aydın değil miydi canım?”
“Evet.”
“Bugün onunla birlikte kahve içtik. Bir dostu iki yıldan beri Batıdaymış. Orada işlerini bayağı yoluna koymuş ve şimdi Aydın’ı yanına davet ediyormuş. O da karar almış ve gidecekmiş… Sınırdışı yolculuklar kolaylaşınca bayağı kişiler Batıya gitmeye heveslendiler… Lakin şu dil meselesi yok mu. Öğrenciyken Batı dili mi okuduk. Sadece bir yıl fransızca dersimiz vardı, ama öğretmenimiz de bizimle birlikte öğrenmeye çalışıyordu o dili… Dil bilmedikten sonra gideceğin yeri nasıl bulursun, kimi aradığını, niçin aradığını nasıl izah edersin… Derdini nasıl anlatabilirsin…”
“Ben de ona şaşıyorum Hasan. Gidenlerin herhalde orada yardım edecek kimseleri var. Aydın’ı da orada karşılayacak bir kimse olduktan sonra…”
“.......................”
“… Hasan, sen de gitmek istiyor musun yoksa?”
“Leyla, şimdiye kadar aklımdan böyle bir şey geçmedi. Doğruyu söylemek lazımsa işsiz durmak, kahvehanelerde saatlerce, günlerce oturmaktan....”
“Aşkım, şimdiye kadar ayrılık denilen şey başımıza gelmedi. Herhalde iyi bir şey değil… Ama aylak durmaktansa git ve o yerleri sen de gör. Anlattıkları gibi değilse, dönersin. Orada her ne pahasına olursa olsun durmaya mecbur değilsin ya. Başka iş bulamazsan ve ben de işsiz kalırsam, son çare tütün olacak. O bari elimizden geliyor…”
“Bir işe başlamam lazım. Aylak gezmekle olmayacak.”
Ertesi sabah uyandığında Hasan artık kati karar almıştı. Meslektaşı Aydın’a haber edecek ve onunla birlikte o da Batıya iş aramaya gidecek.
-4-
Aydın ile Hasan yola çıktıkları vakit Temmuz sıcakları artık başlamıştı. Trakya ovalarında ekinler iyice sararmış, biçerdöverlerin gelmesini bekliyordu.
Otuz saatten fazla süren yolculuktan sonra otobüs Almanya’nın Frankfurt am Mayn şehrine girdi. Yabancı şehir, mimarisi bizimkilerden farklı binalar, değişik sokaklardaki pankartlar… Yol boyunda olduğu gibi şehir içinde de her şey Hasan için çok ilginçti, lakin bu anda zihnini başka bir sorun zorluyordu: Nerede inecekler, nereye gidecekler, Mümün onları karşılamaya hakikaten de gelecek mi… Hangi otogarda, hangi saatte… Sabredemedi ve sordu:
“Yola çıkacağımızı Mümün’e mektupla mı bildirdin, telegramla mı?”
“Mektupla.”
“Kaç gün oldu göndereli? Almamış olabilir mi?”
“Telaşlanma. Sokakta bırakmaz bizi! Mümün sözüne ciddi bir kimsedir.”
Nasıl sakin olabilir ki? Yabancı yer. Almanca tek bir söz bilmiyorlar. Kime neyi ve nasıl soracaklar? Bir yudum su rica etmeyi beceremeyacekler…
Sağa ve sola bakınırken otobüs büyük bir otogara girip durdu. Kaptan son durak olduğunu ilan ediyordu ki, Aydın gülümsedi:
“Sakinleş! Mümün burada! Sokakta kalmamız için tehlike yok yani!”
Hasan heyecanla sormaktan kendini alamadı:
“Nerede?”
Hem sordu, hem de pencere önünde el sallamakta olan kişiyi gördü. Görünce de gülümsedi ve Aydın’a fısıldadı:
“Evet! Hakikaten de gelmiş!”
İndiler. Sarmaş dolaş olur olmaz Mümün emreder gibi konuştu:
“Kavrayın bavullarınızı ve gelin arkamdan!”
Otogardan çıkar çıkmaz bir otoparka girdiler.
“İşte şu araca bineceğiz!”
Aydın ilgiyle sordu:
“Bir yıl içinde otomobil de mi aldın Mümün?”
“Otomobil almaya daha vakit var!.. Bu araçı çalıştığım yerdeki ustabaşından sizi karşılamak için aldım. Durmayın, binin!.”
Hemen yola koyuldular. Mümün hem insanla, hem de taşıt araçlarıyle dolup taşan sokaklarda otomobili maharetle sürüyordu. Trafiği gerektiği gibi koruyabilmek için gözlerini dört açaraktan anlatmaya çalıştı:
“İşten yalnız bir saat için çıktım. Sizi yaşadığım yere götürüp bırakacağım. Banyo alın ve yatıp dinlenin. Akşama işten döndüğümde uzun uzun sohbet edeceğiz. Memlekette ne var ne yok?”
“İyilik. Bütün tanıdıklardan selam getiriyoruz. Lakin en çok eşinden ve annenden. Hepsi iyidirler.” Dedi Aydın.
“Bu geçtiğimiz sokak Frankfurt şehrinin ana sokaklarından biri. Şimdi sağ tarafa kıracağız ve şehiri terkedeceğiz…”
“Trafik burada çok yoğun, ama herkes dikkatle sürüyor,” dedi Hasan. Mümün gülümsedi:
“Yani bizim memlekette olduğu gibi değil demek istiyorsun!”
“Tam öyle. Olur olmaz sebeple kornaya basmıyorlar.”
“Yayalılar da olur olmaz yerden geçmiyorlar. Başka farklar da göreceksiniz. Bazıları iyi, bazıları kötü…”
“Yaya yolcular arasında kaideleri ihlal eden hiç mi yok canım?” dedi Hasan.
“Var. Olmasın olur mu. Kim canına kıymaya karar aldıysa… Yaya giden yolcu kaideyi ihlal ederse sürücünün kabahatı ne?”
Geniş bir yola çıktılar ve az sonra otobana girdiler.
“Nereye gidiyoruz? Şehir arkamızda kaldı!” diye sordu Aydın.
“Şurada, çok yakında bulunan Darmştat şehirine götüreceğim sizi.”
Yarım saat sonra otobandan ayrıldılar ve Mümün’ün dediği şehre girdiler. Sağa, sola derken araç durdu.
“Geldik!” dedi Mümün ve önündeki binayı gösterdi. ”Ben burada yaşıyorum. Şimdilik siz de burada, benim yanımda yatıp kalkacaksınız.”
Mısafirleri açtığı kapıdan içeri aldı ve bir daha tekrarladı:
“Ben işimin başına dönüyorum. Dinlenmekten başka yapacağınız bir şey yok. Daha fazla akşama konuşacağız. Buz dolabında ne bulursanız yeyin.”
Mümün aceleden kaybolduğu gibi akşam üstü de kapıdan acele acele içeriye daldı. Hep daha bu sabah otoparkta onları karşıladığı heyecanla yaşıyordu. Konuşmayı hiç kesmemişler gibi devam etti:
“Dinlendiniz değil mi? Sizi azacık beklettim. Canınız iyice sıkılmıştır.”
“Niye sıkılsın ki?” dedi Hasan.
“İşten geç çıktığım ve eve geçiktiğim için.”
“Geçikme her vakit vuku bulabilir. Trafik yoğun olur, yolculuk ettiğin otobüs yahut tramvay geçikmeyle hareket eder…”
“Trafik kırkta bir seksende iki yoğun oluyor. İş saatini korumak en büyük kanun. İşten yetmiş iki dakka daha geç çıktığım gibi…”
“Neden?” Diye sordu Aydın.
“Burada günde sekiz saat değil, dörtyüz seksen dakka çalışılıyor.”
“Hep ayni değil mi?!”
“Değil. Sizi karşılamaya gittiğim için işe yetmiş iki dakka geç başladım.”
”Bir saat için de hesap mı tutuyor senin patronların?”
Bunu soran ise Hasan’dı. Mümün gülümsedi:
“Bir saat değil, yetmiş iki dakka dedim. İşe kaç dakka geç gittiysem o kadar da geç çıkmam gerekiyor. Ama şimdi bu konuyu kapayalım. Böyle şeyleri konuşmak için çok fırsatlarımız olacak. Koşukavak’ta başka ne var ne yok?”
Sohbet çabucak derinleşti. Hele gene Rodopların havasını hatırlattıran içki şişesi masa üzerinde belirince… Mümün’ün sorduğu kişileri de andılar, sormadığı kişileri de. Masa başında geç vakitlere kadar oturdular. Gece yarısına doğru Hasan rahatsızlığını artık gizleyemez oldu. Sorulanlara tek bir kelimeyle cevap veriyor, yerinde sakince oturamıyordu. Nihayet Mümün sabredemedi ve bıyık altından gülümseyerek sordu:
“Ne var Hasan? Uykun mu geldi, yoksa başka bir rahatsızlığın mı var?”
“Ben uykusuzluğa ve yorgunluğa dayanabilen bir kimseyim. Çok şeyler konuştuk, çok kişileri andık. Lakin bizi buraya getiren konuya hiç değinmedik. İş sorununu nasıl halledeceğiz? Burada iş bulabilecek miyiz?”
Mümün her ikisine de baktı kaldı:
“Ama siz buraya çalışmak için mi geldiniz? Ben ise bana yalnız mısafirliğe geldiniz diye düşünüyordum!”
Hasan ve Aydın birbirilerine bakıp kaldılar. Çehreleri değişiverdi. Yalnız bir mısafirlik için bukadar masraf yapmak ve bukadar yol döğmek olur mu!? Hasan Aydın’a baktı:
“Sen mektubunda buraya niçin geleceğimizi Mümün’e izah etmedin mi?”
“İzah ettim…”
Mümün daha fazla sabredemedi ve gülümsedi:
“Sakin olun. Daha yarın sabah benim yanımda işe başlıyorsunuz.”
Her ikisinin de çehreleri ışıyıverdi. Aydın sevincini gizleyemedi:
“Bunun üzerine daha bir kadeh içki hemen içerim!”
“İçersin elbet, ama işiniz neden ibaret olacak diye sormayacak mısınız?”
“Biz her verilen işi icra etmeye hazırız. Madem konuyu açtın, söyle, daha şimdiden bilelim.” Dedi Hasan heyecan dolu sesle.
“Bilmelisiniz ki, burada yabancılar yerli işçilerin beğenmedikleri en ağır işlere alınıyor. Benim çalıştığım ve sizinde çalışacağınız yer bayağı gürültülü ve toz içinde.... İşimiz orta gerginlikte ve bizim memlekete bakarak çok daha iyi ödeniyor. Çalışacağım diyen ve birkaç para biriktirmeye niyeti olan kimse bunu başarabilir ve eve boş elle dönmez.”
Aydın daha fazla sabredemedi ve onun sözlerini kesti:
“İşimiz neden ibaret, sen bize en nihayet onu söyle!”
“Fabrikada yol inşaatında çalıştırılan değişik makinelerin en hacımlı kısımları üretiliyor. Biz canavar dedikleri cila makinesiyle çalışacağız ve kaynakçıların bıraktıkları pürüzleri defedeceğiz. Ne diyeceksiniz?”
“Sorun yok!” dedi Hasan.
“Sormaya gerek mi var!” diye ilave etti Aydın.
Nihayet Mümün ayağa kalktı:
“Bu akşam Koşukavak yöresinde bayağı kimselerin kulakları çınlamıştır. Ama tatlı sohbete doyum olmaz arkadaşlar. Yarın akşam yine devam ederiz. Beş saat sonra iş başında olmamız lazım. Artık yatalım. Ne diyeceksiniz?”
Ne diyebilirlerdi, hemen yattılar. Lakin heyecandan gözlerine uyku gelmek bilmiyordu. İş sorunu çabuk halledildi, yatacak yerleri var.. Diğer taraftan ise yarın sabah tanımadıkları kimselerle birlikte çalışacaklar. İş ellerinden geliyor, lakin dili bilmiyorlar ve her şeyi tercüme etsin diye Mümün’ün gözlerine sık sık bakıp duracaklar. Bu dil sorunu hele Hasanı çok düşündürüyordu. Uykuya dalmazdan önce sordu:
“Almancayı az çok anlamaya ve konuşmaya başladın mı Mümün?”
“Hasan, ne diyeyim, bizim insanların bir lafı var, sopa yiyecek kadar becerebiliyorum işte!”
Gülüştüler.
Aydın da, Hasan da, yatak içinde sağa ve sola bayağı dönüp durdular. Nihayet uyku üstün geldi ve sakince nefes almaya başladılar.
-5-
Fabrika kapısından girdiklerinde her ikisi de heyecanlıydılar. Gözlerine çarpan ilk şey etraftaki temizlikti. Aydın etrafına bakınarak sordu:
“Bu gün Almanya’nın milli bayramı mı var, yoksa fabrikaya yüksek yerden mısafirler mi gelecek?”
“Bugün bayram yok, lakin fabrikaya hakikaten de çok mühim mısafirler geliyor.Nasıl anladın?”
“Etrafta çok büyük bir temizlik var. Her yer silip süpürülmüş.”
“Bizim memlekette olduğu gibi yani?”
“Evet. Ziyarete kimler gelecekmiş?”
“Bulgaristandan iki şahıs.”
“Öyle mi?! Adlarını biliyor musun?”
“Hasan ve Aydın. Fabrika bugün onları karşılıyor!”
Mümün bunu öyle ciddi bir sesle söyledi ki, alayı ilk anda ikisi de sezemediler. Nihayet Aydın yerinde mıhlandı kaldı:
“Yabancı yerde acemi ve korkak korkak davrandığımızı gördün ve bizimle her adımda alay etmeye başladın değil mi?”
Mümün gülümseyerek izah etti: ”Burada temizliğe her zaman dikkat edilir, yani fabrika içi daima temiz tutulur… Karşımızdaki kişi bizim ustabaşı. Buyurun, onun yanına gidelim.”
Gittiler.
“Guten morgen! Sie sind die neuen Arbeitern!”[1 - Günaydın. İşte yeni işçiler] dedi Mümün.
“Guten Morgen!” diye cevap verdi karşılarındaki. Sonra ilave etti: “Wilkommen Sie! İch bin Hans!”[2 - Hoş geldiniz! Benim adım Hans.]
“Er ist Hasan und er ist Aydın.”[3 - Bu Hasan. Bu ise Aydın]
“Danke!”[4 - Teşekkür ederim.]
Ustabaşı bir daha tekrarladı:
“Wilkommen Sie!”
“Hoş geldiniz!” diyor” diye izah etti Mümün. “Dan-ke!” diye cevap verin”
“Danke! Danke!” diye tekrarladılar hep bir ağızdan Aydın ile Hasan.
“Wie geht es İhnen?”
“Nasılsınız’ diye soruyor. “Danke, Gut!” deyin bu defa.
“Danke, Gut!” dedi Hasan. Ardından Aydın da aynisini tekrarladı.
“Olmayacak sözler söylettirmeyesin bize hey!” dedi Aydın Mümün’e. “Sonra rezil oluruz!”
“Was sagt er?”[5 - Ne diyor?] diye sordu ustabaşı Mümün’e. O, sözü değiştirmeye çalıştı:
“Nerede çalışacaklarını soruyor.”
Ustabaşı daha birşeyler dedi ve yürüdü. Mümün hemen tercüme etti:
“Yürüyün ardımdan!”
Yürüdüler. Az sonra:
“Şurada bekleyin!”dedi ve bir kapı ardında kayboldu. Çok geçmedi, iki kat iş elbisesiyle döndü.
“Giyin şunları.”
Verilen iş elbiselerini giydiler.
Ustabaşı iki metal cilalama aletiyle geldi ve onları tekrar ardına takarak fabrikanın cila bölümüne götürdü. Elindeki aletle nasıl çalışılması gerektiğini uzun uzun izah etti ve pratik şekilde gösterdi. Nihayet aleti Hasan’ın eline tutuşturdu ve çalışmasını dikkatle izledi. İki dakka sonra Mümün’e döndü:
“Aleti eline sefte almıyor. Şimdiye kadar gözlük ve eldiven kullanmasını küçümsemiş. Acele etmesin, hele gene gözlüklere alışıncaya kadar!”
Aydın’la da aynı şekilde hareket etti. Birkaç dakka sonra aletlerin çıkardığı gürültüyü bastırabilmek için Mümün’ün kulağına haykırdı:
“Acele etmesinler! İşlerini yakından izle! Az sonra yine geleceğim!”
Yarım saat sonra hakikaten de geldi. Aletleri durdurmalarını işaret etti ve cilaladıkları kısımları dikkatle gözden geçirdi. Nihayet Mümün’e döndü:
“İkisine de izah et, acele etmesinler. Orada burada pürüzler kalmış. Dikkat etsinler. Daha iyi cilalamaları gerekiyor.”
Mümün başustanın sözlerine biraz da kendinden ilave etti:
“Bulgaristan’da olduğu gibi çalışmanızı istemiyor. Dikkatle çalışın, kaliteye büyük dikkat ayırın. Usta, her geçtiğiniz yer cam gibi yalabık olsun diyor!”
O bunları söylerken Aydın derin derin pufladı, ceplerini karıştırdı ve sigara kutusunu çıkardı. Mümün hemen ihtarda bulundu:
“Kutuyu hemen cebine sok! Burada her yerde ve her zaman sigara içilmiyor. Bu, yalnız dinlenme zamanında ve hususi ayrılmış yerlerde oluyor!”
Aydın isteksizce kutuyu cebine çevirdi ve burnu altından hımırdandı:
“Gözlerim kararmaya başladı artık. Nezaman gelecek bu sigara vakti?”
O anda Hasan da ceplerini karıştırıyordu. Aydın’ın ne yaptığını görünce sigara kutusunu çıkarmaktan vazgeçti. Mümün saate baktı:
“Gelecek… Sigara zamanı da gelecek. Kırk üç dakka sonra zil çalacak.”
Aydın gevezeliğine devam etmekten kendini alamadı:
“Gözlerim iyice kararacak o zamana kadar! Hem kırk dakka değil, elli dakka değil. Tam kırk üç dakka sonra! Bu kadar da tam hesap tutmak…”
“Korkma. Ne gözlerin kararır, ne gene başka bir şey olur…”
“Hem ‘zil çalacak’ dedin. Yahu, biz okulda öğrenci miyiz yoksa!”
“Fazla söz değirmende yakışır! Başustanın dediği gibi, geri dönün ve şimdiye kadar geçtiğiniz yerleri bir daha güzelce cilalayın.”
“Böyle yavaş çalışırsak normları hiç bir zaman dolduramayız!”
“Burada norm yok, lakin durmak da yok. Kalite ve sekiz saat iş var. Belli bir zaman öğrenci gibi çalışacaksınız. Yani emeğiniz öğrenci gibi ödenecek. Bu süre içinde sizden makinelerle çalışmayı öğrenmeniz, kaliteli iş vermeye alışmanız isteniyor. Öyle ki, dikkat edin, işinizi beğendirmeye çalışın.”
Az daha çalıştıktan sonra Mümün ikisini de omuzlarından dürterek işi durdurmalarını işaret etti. Aydın’ın yine canı sıkılmıştı:
“Ne var, yine mi yanlışlık kaçırdık işimizde?”
“Zil çaldı! Mola istiyordun ya! Gidelim, hem kahve içelim, hem de sigaralarınızı dumanlatın! Kararmış olan gözleriniz belki açılır!”
“Oh be! En nihayet!” diye haykırdı sevinçle Aydın ve aleti hemen bıraktı. Sigara içilen yerde sigarasını tatlı tatlı dumanlataraktan konuştu lakırtıya devam etti, durdu:
“Burada okul öğrencilerinden beteriz. Sinyalle işe başlamak, sinyalle dinlence, herhalde öğle yemeğine gitmek de sinyal verilmeden olmuyor.”
Mümün gülümsedi:
“Tam öyle! Yemeğe de sinyal verildikten sonra gideceğiz… Sen yemeğe kim ne zaman isterse ozaman gidiyor diye mi düşünüyordun?.. Nasıl, işi beğendiniz mi? Çok yoruldunuz mu?”
Hasan çok sakindi. Dudak bükerek cevap verdi:
“Yorucu değil. Gürültü çok. Bakıyorum, bizden başka daha sekiz kişi aynı işi icra ediyor. Hepimiz birden canavarları çalıştırınca çok büyük gürültü kalkıyor. Kulaklıkları takmasak sağır olmak işten değil.”
“Akşam söyledim, işimiz hem yorucu, hem gürültülü, hem de etrafımızda fazlaca toz kalkıyor. Lakin böyle olmasa bu iş bize değmezdi.”
Hasan ve Aydın ikinci sigaraları yakmışlardı ki, zil yine çalmaya başladı. Mümün hemen hatırlattı:
“Haydi iş başına! Atın sigaraları!”
Aydın tekrar gevezelenmeye başladı:
“Tam şimdi yaktım be Mümün! Daha yarı olmadı. Sigaranın ise sonu en datlı. Sabret, bitireyim. Ondan sonra çok daha büyük hamleyle çalışırım.”
“At!”
“Şu mereti sadece iki defa asılabildim! Tam en tatlı yerine varmıştım…”
“At, dedim!”
İsteksiz isteksiz sigaraları attılar ve canavarları tekrar kavradılar.
İs günü sona erip eve döndüklerinde Aydın üzerinde çok ağır bir şey varmış gibi ikide bir kollarını silkip duruyordu. Aynısını Hasan da tekrarlıyordu, ama daha seyrek.
Mümün sordu:
“E, ne diyeceksiniz? İşe alışabilecek misiniz?”
“Telaşlanacak bir şey yok,” diye cevap verdi her ikisi de.
“Kollarınızı neden öyle sık sık silkip duruyorsunuz?”
“O canavar mereti bukadar ağır olduğunu bilmiyordum.” Dedi Hasan ve gülümsedi. Aydın’ın ise hiç de gülümseyecek hali yoktu:
“Hakikaten de ağır. Hep daha ellerimde bulunuyor ve kulaklarımda uğuldayıp duruyor gibi hissediyorum.”
“Canavarla işlemeye de alışacağız, disiplini korumaya da. Öğrencilerin okulda geçirdikleri saatler gibi.” diye hımırdandı Hasan
“Daha beter!” dedi Aydın. ”Daha beter! Asker usulü!”
Mümün ikisini de sakinleştirdi:
“Burada nizam ve intizam var. Bizde olduğu gibi iş zamanında sohbet etmek ve sigara içmek yok.Bunları hiç bir vakit unutmayın.”
Hasan bir dakka sonra sigara kutusunu kavradı ve kendini yatak üzerine attı:
“Şimdi artık sakince ve istediğim kadar sigara içebilirim!”
“Tam öyle!” diye ilave etti Aydın. Mümün gülümsedi:
“İçin içebildiğiniz kadar. Lakin yatak üzerinde değil, taraçada!”
“Sen galiba bize mangabaşı tayin edilmişsin. Lakin bu vazifeye iş saatinden sonra da mı devam etmek istiyorsun?” diye hımırdandı Aydın.
“Mangabaşı değilim, ama sizi yaşam ve çalışma kaideleriyle, nizam ve intizamla tanıştırmakla görevliyim. Günde yirmi dört saat emrime amadesiniz. Örneğin, biraz dinlendikten sonra, sizi şehrin merkeziyle tanıştırmam gerekiyor. Arzu etmiyor musunuz yoksa?”
“Cevap veremiyeceğim. Şimdi dinlenmek zamanı!” dedi Aydın ve sigara elinde taraçaya çıktı.
Şehirin merkezinde bayağı gezindiler. Merkez meydanı ve etraftaki binaları büyük bir ilgiyle seyrettiler. Eve dönerek yataklara uzandıklarında Hasan’ın aklına ilk gelen şey ona her akşam kızı Ece’nin “Yiğin geceler, tatlı rüyalar babacığım!” demesiydi. Artık üçüncü akşam oluyor, beş yaşındaki Ece’nin sesi çınlamıyordu kulağında. Gülümsedi ve kendi kendine fısıldadı:
”Bir süre böyle olacak kızım. Gereken parayı biriktirir biriktirmez annenle ikinizin yanına döneceğim. Arzu ettiğimiz gibi bir ev yükselteceğiz. Sonra bir otomobil alarak taksicilik mi yapacağım, yoksa başka bir işle mi meşgul olacağım, ama sizden bir gün bile uzak kalmamaya bakacağım....”
Böyle sayıklarken uykuya daldı gitti.
Uyandığında etraf iyice aydınlanmış, güneş doğmak üzereydi. Saate baktı. Bakarken de Aydın’ın sesi duyuldu:
“Uyandın mı Hasan?”
“Uyandım.”
Saat kaça vardı acaba?”
“Altı oluyor.”
Üçüncü yataktan Mümün’ün sesi geldi:
“Saatlerinizi ayarlayın. Beş olması gerekiyor. Burada vakit Bulgaristan’a bakarak bir saat geri. Yani uyku için daha altmış dakka vaktimiz var.”
“Ben artık uyuyamam.” dedi Hasan ve akşam gece lambasının yanında bıraktığı sigara kutusunu el yordamıyle aradı. Bu defa Mümün’den daha evvel Aydın sesini çıkardı:
“Sigara içeceksen, taraçaya! Ben de sigaracıyım, ama yattığım odanın acı tütüne kokmasından hiç hazetmem!”
“Taraçaya sigara içmeye karısından korkan kimseler gidermiş.”
“Sen korkmadığın için mi karından af dileyip duruyordun az öncesi?”
“Aydın, boşuna lakırdayıp durma!”
“Hiç de lakırtı değil. Uyanmazdan önce rüya mı gördün, yoksa sayıklıyor muydun bilmem, ama karına seni af etmesi için yalvarıp duruyordun. İyi ki seni hemen uyandırdım. Başka türlü kimbilir daha neler konuşacaktın.”
“Uydurup durmasan ya Aydın!”
“Ne uydurması. Düşün bakayım, rüya görmedin mi?”
“Gördüm, ama karımla değil, kızımla konuştum.”
“Yalan söyleme. Mümün de işitti ne dediğini!”
“Ben hiç bir şey işitmedim! Rica ederim, susun, ben az daha uyumak istiyorum!” dedi Mümün, battaniyeye sarılarak diğer tarafına döndü.
Ustabaşı birinci gün olduğu gibi ikinci sabah da iş saati başlar başlamaz yanlarına geldi ve çalışmalarını birkaç dakka seyretti. Sonra Mümün’e bir şeyler söyledi ve uzaklaştı. O gitti, on dakka sonra bir başkası geldi. O da iş elbiseleriyle ve korunma gözlükleri boynunda asılıydı. Beş-altı adım uzakta durdu ve çalışmalarını bir hayli seyretti. Sonra Mümün’ü omuzundan dürttü ve ardından gelmesini işaret etti. İlkin Aydın’ın yanına gittiler. Yeni gelen kişi makineyi onun elinden aldı ve maharetle cilalamaya başladı. Sonra yine Aydın’a iade etti ve bir şeyler dedi. Mümün tercüme etti:
“Makineyi işte böyle, benim gibi kullanacaksın,” diyor. “Başla! Şimdi nasıl çalışacağını görmek istiyor!”
Aydın makineyi tekrar çalıştırdı. Gelen az sonra Hasan’ın yanına geçti, onun çalışmasını da bir kaç dakka izledi ve diğer işçilerin yanına geçti.
Tanımadıkları o kimse uzaklaşır uzaklaşmaz Aydın yüksek sesle sordu:
“O ne istiyor? O da mı ustabaşı yoksa?”
“Hayır! Daha büyük!”
“Daha büyük mü? Ne yani?”
“Müdür! Şimdi çalış! Sonra konuşacağız!”
Mola zamanı gelip sigara yerine doğru giderken Aydın gücenik sesle Mümün’e hımırdandı:
“Bizimle alay etmeye devam edip duruyorsun!”
“Nasıl yani?”
“Az önce yanımıza geleni müdür ilan ettin ya…”
“O hakikaten de müdür!”
Bu defa Aydın elini salladı:
“Haydi, yeter artık!”
“Nesini beğenmedin adamın?”
“Müdür böyle mi olurmuş!?”
“Ya nasıl olur?”
“Memlekette hiç müdür görmedik değil mi…”
“Müdür yanımıza ak entariyle ve kıravatla gelmesini mi bekliyordun? Burada müdür, her işi başkalarından daha iyi icra edebilen oluyor. Anlamazsa çalışanları nasıl kontrol edebilir? Bu adam bizim gibi işçiymiş, sonra başusta olmuş. Üç yıl öncesi ise müdür olmuş. Her gün her işçinin yanına en az bir defa gitmeden olmuyor. Bu günkü gibi. Müdür böyle olur işte!”
Eve döndüklerinde Hasan ile Aydın tekrar yataklara uzandılar. Mümün mutfağa kahve hazırlamaya gitti. Döndüğünde onların uykuya dalmış olduklarını görünce gülümsedi ve fincanını alarak taraçaya çıktı. ‘Yabancılar İçin Almanca’ ders kitabını önüne açtı. Bir aydan beri elinden düşürmüyordu onu. Yalnız dün akşam misafirleri yüzünden bu işi suistimal etmişti.
Hasan uyandığında Aydın’ı uyandırmamak için ayak uçlarına basarak taraçaya çıktı ve onun karşısına oturdu.
“Ne okuyorsun?”
Mümün kitabın kabını gösterdi.
“Harfler latince, ama sözlerden bir şey anlamadım.” Dedi Hasan.
“Yabancılar İçin Almanca Ders Kitabı.”
“Sen Almanca biliyorsun ya. Ustabaşı ile çatır çatır konuşuyorsun işte.”
“Benim Almancam kahvehanelerde öğrendiğim yarım yamalak bir şey.”
“Yani?”
“Yani bu dili daha iyi öğrenmek niyetindeyim. Okumayı ustabaşının yardımıyle öğrendim. Bir aydan beri de bu kitapla meşgul oluyorum.”
“Bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedebildin mi?”
“Zaman gösterecek… Bir kulüpte yabancılar için dil kursları var. Benim gibi acemiler için kurs bir buçuk ay sonra başlayacak. Gittim ve yazıldım.”
“Boş iş.” Dedi Hasan ve elini salladı.
“Neden?”
“Yabancı dil öğrenmek kolay iş mi? Öğrenciyken altıncı ve yedinci sınıfta Fransız’ca okuduk. Kaç söz öğrenebildim, biliyor musun?”
“Nereden bileyim? Sen söyle, kaç söz öğrenebildin?”
“İki yılda tam dört söz kalmış aklımda: “Jurnal mural”– duvar gazetesi demekmiş. Bir de “La kloş zon”– zil çaldı demekmiş. Bu hesapla burada altı ay kalırsam bir söz kalacak aklımda. On iki ayda ise iki söz.”
“Bunu da zaman gösterecek.”
Aydın da çıktı taraçaya, yanlarına oturdu ve sordu:
“Hımır hımır konuşurken uyandırdınız beni. Ne yapacağız şimdi?”
“Ne yapalım?” diye soruya soruyle cevap verdi Mümün.
“Ben acıkır gibi oldum.”
“Şimdi oturur hem birer bira içeriz, hem bir şeyler yeriz.”
“İşe hep daha alışamadık. Eve geldiğimizde kendimizi bayağı yorgun hissediyoruz. Lakin hafta sonunda bir lokantaya gitsek kötü olmaz diyorum.”
“Olur.” Diye cevap verdi Mümün ve esrarengiz bir şekilde gülümsedi.
Akşam yemeğine oturduklarında Hasan konuşmayı Mümün’ün dil kurslarına yazılmasına yöneltti. Aydın hemen kestirip attı:
“Beni öyle bir sorun ilgilendirmez. Niyetim burada altı ay çalışarak ikinci el bir araba almak ve iki-üç bin Mark kuru para biriktirebilmek.”
“Sonra?” diye sordu Mümün.
“Eve döneceğim ve taksici olacağım. Bizde şimdiki taksiler rus malı. Eski ve hantal. Ben Batı arabasıyle piyasada çabucak ad yapacağım.”
“Ondan sonra?”
“Sonrası ne?”
“İkinci el bir araç taksi işine en çok iki yıl dayanacak. Ondan sonra?”
“O zamana kadar yenisi için para biriktirmiş olacağım.”
“Başarabilirsen, ne ala! Hasan, ya sen ne düşünüyorsun?”
“Bir yıl öncesi ev inşaat etmek fikrine girdim. Arsa ve proje hazır. Tuğla için param var. İlkin inşaat için gereken parayı biriktirmem gerekiyor.”
“Memlekette enflasyon var diyorlar. O parayı neden elinde tutuyorsun?”
“Ne yapayım?”
“Derhal malzemeye dönüştür. O para ile bugün on bin tuğla alabileceksen bir ay sonra beş bin alırsın. Dört ay sonra ise okadarını da alamazsın.”
“Beni korkutmaya mı çalışıyorsun?”
“Sen söylediklerimden değil, enflasyondan kork.”
Hasan gece yarısından sonra yatağa sokulduğunda Mümün’ün sözlerini bir türlü zihninden çıkaramadı. Ertesi gün çalışırken bile hep şu tuğla meselesiydi aklında. Öyle düşünürken bir defasında cilaladığı makine kısmının başında gereğinden çok daha fazla oyalandı. Öğleyin Mümün onun kulağına fısıldadı:
“Ustabaşının dikkatini çekmiş, bu gün işlerken dalgınlık göstermişsin. ‘Hasan’a söyle, dikkatli olsun. Bir bela olursa ne yaparız!’ dedi.”
“Anladım,” dedi Hasan alçak sesle ve iş günü sonuna kadar bu enflasyon konusuna dönmemeye çalıştı. Eve döner dönmez kağıt ve kalem alarak masa başına geçti. Leyla ile bugüne kadar da ayrı düşmemişlerdi ve birbirilerine mektup yazmak icabetmemişti. Nasıl başlasın, ona nasıl hitap etsin diye bayağı bir düşündü. Bir çeşit başladı, olmadı. Kağıdı yırtıp attı, başkasını aldı. Birkaç satır sonra onu da yırttı. Üçüncüde en nihayet gereken sözleri bulmuştu herhalde ki, kağıt üzerine bayağı bir şeyler döktü.
Mektubu tam bitiriyordu ki, Aydın uyandı ve gözleriye ötekileri aradı. Mümün’ü yine kitap üzerine düşmüş, Hasan’ı ise köy muhtarlığındaki katip gibi tükenmez elinde durmadan yazıp çizerken görünce narayı bastı:
“Ohoo!. Memleketten dışarı çıkar çıkmaz öğrenci oldunuz gittiniz! Ne bu yazıp çizmekler yahu! Doktor mu olacaksınız yoksa!”
Hasan kağıttan başını kaldırmadığını görünce dırıltısına az daha devam etti:
“Ne o, dargınlık mı var yoksa?”
Hasan yazmasını yarıda bırakmayınca Aydın meraktan patlayacak oldu. Usulcacık kalktı, arkasına geçti ve kağıda bir göz attı. Hemen sonra da yine yaygarayı bastı:
“O-hoo, daha dün geldik ve bugün hemen mektup yazmaya koyulduk!”
Hasan mektubun son noktasını koydu, kağıdı dörde katlayarak bir zarf içine soktu ve ta ozaman sakince konuştu:
“Azıcık bari kültürlü olan bir kimse başkasının işine burnunu sokmamaya çalışır. Hele gene karı koca mektuplarına hiç göz atmaz. Öyle değil mi? Mümün, mektubu memlekete adreslemek için bana yardım edecek misin?”
Mümün zarfı aldı, üzerine “Für Bulgarische Repüblik”[6 - Bulgaristan Cumhuriyetine gidecek.] diye yazdı. Sonra zarfı gene Hasan’a çevirdi.
“Burdan ötesini Bulgaristan’da yazdığın gibi yaz.”
Aydın kabahatlı kabahatlı oturuyor, gözleriyle Hasan’ı izliyor ve sahiden gücenip gücenmediğini anlamaya çalışıyordu. Nihayet dayanamadı:
“Afedersin Hasan. Sen de Almanca öğrenmeye başladın diye düşündüm ve onun için önündeki kağıda bakmış oldum. Buraya yetişeli daha üç gün oldu, mektup için hep daha erkendir diye düşünmüştüm.”
“Evde acele bir iş varsa mektup geç bile kalmış demektir.”
Aydın başını önüne eğdi:
“Bir daha af dilerim. İstemeden küstahlık ettim.”
Mümün hırdı zırdının önünü kesmek için hemen araya girdi:
“Aydın, sen de bugün olmazsa yarın eve mektup yazsan iyi olur. Evdekiler nerede bulunduğunu, işe başlayıp başlamadığını öğrensinler ve sakinleşsinler. Başa gelmesin, acele bir sorun yüzünden seni aramaları gerekirse hangi adrese baş vuracaklarını bilsinler. Haklı değil miyim?”
“Haklısın… Daha şimdi yazacağım. Bizimkiler Hasan’dan mektup geldiğini öğrenince ben neden yazmadım acaba diye telaşa düşmesinler.”
Yarım saat sonra hep birlikte postane yolunu tuttular.
“Buraya kadar gelmişken bir lokantaya girsek iyi olur. Size birer içki söylemek geliyor aklıma.” Diye konuştu Aydın.
“Lokantaya başka defa gideriz. Bu akşam şurada bira içmekle yetinelim.” Dedi Mümün.
“Dedim ya, size birer içki söylemek geliyor içimden!”
Mümün durdu ve sakin sesle izah etti.
“Buradaki lokantalarda fiyatlar çok yüksek. Ben buraya geleli artık bir buçuk yıl oluyor, lokantaya yalnız bir defa girdim.”
“Biz okadar mı fakiriz canım?”
Mümün birkaç adım ilerlemişti. Yine durdu, yine izah etmeye çalıştı:
“Senin kadar maaş alan bir Alman işçisi lokantaya yılda bir, en çok iki defa giriyor, o da mühim bir hadise varsa. Örneğin bayram, doğum günü, herhangi bir jübile… Lokantaya uğrayanlar çoğunlukla iş adamları. Daha fazla herhangi bir sorun üzerine konuşmak için oturuyorlar. Hem bu elbiselerle lokantaya girdiğimizde oradakiler bize hayretle bakacaklar! Yürüyün ardımdan!”
Yürüdüler. Yüz adım sonra dar bir sokağa kırdılar. Daha on adım gittiler gitmediler, Mümün bir kapıyı açtı:
“Girin!”
Girdiler. Bayağı genişçe bir salon, uzun uzun masalar…
“Oturun!” Dedi Mümün, onlara bir masa gösterdi ve uzaklaştı. Büfeye gitti ve üç kadeh bira ve kızartılmış patates ile dolu üç tabakla döndü.
“Şerefimize!” dedi ve kadehini kaldırdı.
“Şerefimize!” diye tekrarladılar diğerleri. Aydın sabredemedi:
“İyi bir lokanta işte. İçerdekilerin elbiseleri de bizimkilerden pek farklı değil. Neden olmayacak şeyler konuştun bize az önce, anlamıyorum.”
“Anlamıyacak ne var? Burası lokanta değil, birhane!”
“Farkı ne?”
“Fark fiyatlarda ve hizmette. Müşterilerin çoğu ayakta içiyor içkisini.”
“Neden?”
“Neden olacak, sandalyelere oturup garson bekleyen müşterilerin içkileri ayakta olanlara kıyasen üç defa daha pahalı.”
“Nasıl olur?”diye sordu Hasan.
“Neden olmasın?”
“Büfede çalışanın kaç birayı alçak fiyattan, kaçını yüksek fiyattan verdiğini nasıl hesap tutabilirsin?”
“Buna ne gerek var ki?”
“Hepsini alçak fiyattan harcadım diyerek farkı cebine indiremaz mi?”
“Ya büfede duran kişi birhanenin sahibiyse?”
“…Haklısın. Biz hep bizim memleketteki gibi büfelerin devlet malı olduğu düşüncesiyle yaşıyoruz… Burada daha çok farklı şeyler göreceğiz.”
-6-
Hasan ve Aydın haftanın sona ermesine en çok sevindiler. Her ikisi de çalıştıkları bu dört gün içinde hiç bir defa terlemediler. Buna rağmen yine de kendilerini bayağı yorgun hissediyorlardı. Cila makinesiyle günde sekiz saat çalışmak hiç de kolay değilmiş meğer! Kendilerini okadar çok saldılar ki, Cumartesi öğleye kadar yataklarda tekerlenip durdular.
“Haydi kalkın!” diye haykırdı en nihayet Mümün, “Öğle oldu artık! Akşama nasıl uyuyacaksınız!”
İlkin Hasan açtı gözlerini. Hep daha uykusu var gibiydi, ama kalktı, taraçaya doğru giderek hımırdandı:
“Evde olsaydık dinlence gününde böyle eşek gibi yatmayacaktık. Tütünle boğuşan ihtiyarlara yardım etmek için hemen köye koşacaktık.”
“Haklısın.” Diye cevap verdi Aydın ve esneyerekten sordu:
“Ne yapacağız? Vaktimizi taraçada oturup sigara içmekle mi geçireceğiz?”
“Benim teklifim hazır.” Dedi Mümün.
İkisi de soru dolu bakışlarla ona doğru baktılar.
“Bizim fabrikanın işçi kulübü yakında bir yerde bulunuyor. Canı sıkılan oraya koşuyor. İsteyen iskambil oynuyor, isteyen televizyon seyrediyor. Bazen başka fabrikalarda çalışanlar da geliyor. Oraya gidelim. Bazı soydaşlarla karşılaşır ve tanışırsınız.”
Ötekiler ne demek istediğini anlayamamışlardı. Mümün izah etti:
“Burada yabancı yalnız biz miyiz? Başka fabrikalar var, onlarda çalışan Bulgaristan’dan, Türkiye’den ve başka devletlerden gelenler var.”
“Bu aklımıza gelmemişti!” dedi Aydın. “Kalkın, gidelim!”
Yarım saat sonra kulübün kapısından girdiklerinde Mümün sağa ve sola bakındı, bir boş masa gösterdi:
“Oturalım. Memeleketten kimseyi görmüyorum. Yakında gelirler.”
Aydın dayanamadı. Büfeyi görür görmez gidip üç çay aldı.
Mümün etrafı tekrar gözden geçirdi ve izah etti:
“Duvar boyunda, televizyonun sağındaki masada iskambil oynayanlar bizim Kuzey Bulgaristan’dan. Temizlikçi şirketinde çalışıyorlar.”
“Yani sokak süpürgecisi demek istiyorsun.” Dedi Aydın alayımsı bir sesle ve gülümsedi. Mümün çok ciddi bir sesle devam etti:
“Biz onların emeğini doğru şekilde değerlendirmiyoruz. Çünkü bizde bu işle hiç bir ihtisası olmayanlar, hiç bir yerde iş bulamayanlar meşgul oluyor. Burada ise temizlikte çalışanların emeği çok iyi ödeniyor.”
“Ne kadar çok alıyorlar canım!?”
“Benim aldığım maaşın iki katından daha fazlasını. Kötü mü?”
“…Hiç de kötü değil,” dedi Hasan.
Aydın teslim olmak istemiyordu:
“Nesi kötü değil Hasan? Sokak süpürgecisi işte. Maaşlarının yüksek olmasına rağmen gidip onların yanında çalışmaya hazır mısın?”
“Bu anda sana ‘evet’ cevabı veremem. Bir gün gelir, belki ben de gider ve o şirkette çalışırım?”
“Yani kendine ‘sokak süpürgecisi’ dedirtmeye razısın?!”
“Yavaş yavaş işte buna alışmam lazım. Biz umumiyetle bu işi çok küçümsüyoruz. İnsanı elbisesine göre karşılıyoruz, lakin aklına göre uğurlamıyoruz! Sokakları temizleyenler olmasa, çöpler her gün toplanmasa, o şehir neye benzeyecek? Orada yaşayanların durumu ne olacak?”
“Ne olacağını düşünmek bana mı kalmış? Bunları düşünmek ve halletmek için maaş alan sorumlu kimseler var. Hiç bir iş bulamasam, yine de o şirkette çalışmam. Kendime sokak süpürgecisi dedirtmem. Burada öyle bir işte çalıştığımı öğrenen tanıdıklar ‘Aydın okadar beceriksiz ki, koskoca Almanya’da başka iş bulamamış ve gitmiş, sokak süpürgecisi olmuş’ demeyecekler mi?”
“Aydın, büyük lokma yut, büyük söz söyleme!”
“Bütün yıl işsiz dursam, yine de o şirkette çalışmam!”
“Bu sözlerinden bir gün gelir de utanırsın.” Dedi Hasan.
“Hiç bir zaman!”
“Yine konuşacağız. Biz beş günden beri buradayız, ama bu beş gün içinde süpürgeyle sokak süpüren görmedim. Fakat sokakları süpüren araç gördüm.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sen temizlik işlerinde çalışanları o kadar çok küçümsüyorsun ki, bu anda düşünemez duruma düşmüşsün… Anladığıma göre sokakların temizlik işleri için adamlar teknik araçlar kullanıyorlar. Yani Temizlik Şirketi’nde çalışanlar işlerin daha fazlasını makinelerle icra ediyorlar. Sadece makinenin sokulamadığı yerlere bir-iki süpürge vuruyorlar. Yalnız bizim memlekette temizlikçiler ellerine birer kocaman süpürge alarak bütün gün sokaklarda göklere kadar toz kaldırıyorlar, çöp dolu çuvalları yüzlerce metre uzaklara taşıyorlar. Kış mevsiminde ise günlerce kar kürüyorlar… Demek istiyorum ki Aydın, Batı bazı işlerde bizden çok ileri gitmiş.”
Aydın artık teslim olmaya hazır gibiydi, ama hep daha inatlığından vazgeçemiyordu. Kati olmayan bir sesle konuştu:
“Hasan, sen de ben gibi dün sefte çıktın memleketten dışarı, ama Batı’da yıllarca yaşamış gibi konuşuyorsun. Fantazin de çalışıyor galiba…”
“Fantazimi işletmiyorum, etrafıma bakınıyorum ve gazeteleri izliyorum.”
Mümün Aydın’ı dürttü:
“Teslim ol artık. Hasan haklı.”
“Öyle konuşma Mümün. Sen olsan sokak temizlikçisi olur musun?”
“Bu sorunun cevabını Hasan sana çoktan verdi.”
Aydın en nihayet sustu. Soğumaya yüz tutmuş çaydan bir yudum aldı. Sonra etrafına bakınarak hımırdandı:
“Daha bir kişi olsa da biz de iskambil oynasak.”
Cevap veren olmadığını görünce yerinden kalktı:
“Ben karşıki masada oynayanları seyretmeye gidiyorum.”
Mümün, Aydın’ın ne yapmak istediğini anlayamadı ve soru dolu gözlerle Hasan’a baktı. O, ‘bilmiyorum’ der gibi omuzlarını kıst ve gülümsedi:
“Madem oynayanlar var, seyirci de olması gerek. Her spor yarışmasında olduğu gibi. Bazı kimseler oynamaktan zevk duyar, diğerleri seyretmekten.”
Mümün dudak büktü kaldı.
On dakka geçti geçmedi Aydın geri döndü. Sandalyesine çöktüğünde çehresi bayağı allanmış gibiydi.
“Ne oldu, oynayanları mı beğenmedin, yoksa oyunlarını mı?” diye sordu Hasan. Aydın önüne baktı:
“Hiç.”
“Niçin okadar çabuk döndün? Bu gün sol tarafına mı kalktın, ne yaptın bilmem, ama rahatsızsın gibime geliyor. Az önceki sohbetimiz hoşuna gitmedi ve masadan kalktın. Şimdiyse iskambilcilerin oyununu beğenmedin, öyle mi?”
“Beğenmedim.”
“Acemicesine mi oynuyorlar?”
“Başımı ağartıp durmasan ya Hasan! Dibine darı ekecekmiş gibi sorup duruyorsun! Madem bilmek istiyorsun, söyleyeyim: Beni yanlarından kovdular! Seyirci istemezlermiş! Bu cevap yeterli mi?”
“Kovduklarını nasıl anladın? Türkçe mi konuşuyorlar?”
“Bulgarcaya benziyor, ama çok bozuk. Ne konuştuklarını anlamadığımı düşünerek içlerinden biri benim için olmayacak bir şey dedi. Hemen kafasını eziverecektim, lakin sabrettim. Çünkü onlar çoğunluk. Ama o konuşanın suratını belledim. Bir akşam bir köşede elbette ki yalnız kıstıracağım onu!”
“Sırp olmalılar. Oyunlarına karışacak oldun değil mi?” diye sordu Mümün.
“Hayır…”
“İyi ki karışmamışsın. Sakın bunu yapma! Hiç bir zaman! Burası bizim kent değil. Durup dururken aralarında kavga çıkarırlar, lakin anlayıp dinleyinceye kadar birleşirler ve onları ayırmaya gelenlere adamakıllı bir sopa atarlar. Az öncesi ne yapmak istediğini anlasaydım, oynayanların yanına sokulma diyecektim. Kart oynayanlar etraflarında seyirci olmasını istemezler.”
Aydın onlara hakikati söylememişti. Oynayanların birine “o kartı değil, diğerini at!” demişti alçak sesle ve bul-garca, lakin hepsi işitmişti. Oynayanlardan biri ağız dolusu küfretmiş ve cebinden bir bıçak çıkararak masa üzerine bırakmıştı. Aydın da derhal oradan uzaklaşmaya mecbur kalmıştı.
Kulübün giriş kapısında büyük bir grup belirdi. Bayağı şendiler.
“İşte size Bulgaristanlı bir grup!” Dedi Mümün.
“Nasıl anladın?”
“Yüksek konuşmalarından… Oho, Şumnulu’nun grupu!”
Kapıdan girenler Mümün’ü görünce yanına geldiler ve onunla eski dost gibi tokalaştılar. İçlerinden biri Aydın’a ve Hasan’a dikkatle baktıktan sonra sordu:
“Bunlar kimler oluyor Mümün? Bizden mi?”
“İkisi de Rodoplardan. Yeni geldiler. Tanışın! Hasan ve Aydın.”
Onlarla da tokalaştılar. Kim oldukarını sormuş olan izah etti:
“Bana Şumnulu derler! Bunlar da dostlarım: Deli Veli, Yavaş Sabri, Çakıldak Ahmet!”
Masaya yerleştiler ve sohbet derinleşti, çaylar bir kaç defa tekrarlandı. Ayrı ayrı yörelerden olsalar da, şimdi vatandan uzak bir yerde oldukları için kendilerini çok yakın hissediyorlardı. Geç vakitlere kadar oturdular. Nihayet ertesi akşam yine buluşmak dileğiyle kalkarken Şumnulu yine izahta bulundu:
“Bunların adları yerinde olduğunu derhal anladınız değil mi? Sabri ağzını açıp şap veya şeker deyinceye kadar mağazalar kapanıyor. Ahmet konuşmaya başladığında kimse durduramıyor. Çok geçmez Veli de ıspatlar adını.”
Ertesi gün Aydın daha öğle yemeğindeyken ‘kulüp’ sözünü sayıklamaya başladı. Eve geldiğinde de kulübe gitmek için diğerlerinin kafalarını şişirmeye başladı. Mümün ise Almanca kitabı elinde yine taraçaya atmıştı kendini.
“Sabırlı ol!” Dedi en nihayet. “Şurada yarım saatlik işim kaldı. Daha beş-altı alıştırmanın da cevaplarını yazdıktan sonra kalkıyorum.”
Lakin Aydın bir türlü durduğu yerde duramıyordu. Üç-dört defa kapıdan başını uzatarak Mümün çalışmayı hep daha bitirmedi mi diye baktı durdu.
Mümün de en nihayet önündeki kitabı kapadı ve ayağa kalktı:
“Hasan, kalk. Beklerken Aydın’ın canı çıktı. Taraça kapısından başını sık sık uzatmasına ben yoruldum, o yorulmadı.”
Şumnulular kulübe çoktan yerleşmişlerdi. İçlerinden biri elini salladı ve:
“Haydi be Rodoplular! Çok geç kaldınız!” diye narayı bastı. Elbette ki Çakıldak Ahmet’ti. Mümün gülerek Hasan’ın kulağına fısıldadı:
“Bir yerde yüksek sesle konuşanlara rasgeldiğinde bilmelisin ki, ya Sırbiya’dan, yahut gene bizim diyardan. Biz Balkanlıların kalabalık olduğumuz yere yerliler sokulmak istemiyorlar. Yüksek konuştuğumuza daima kavga ediyoruz gibilerine geliyor adamların.”
Çağırıldıkları masaya gittiler. Çok geçmedi, Şumnululardan biri sordu:
“Aranızda İskambil meraklısı yok mu?” hasan cevap verdi:
“Ben sohbeti yarıda bırakmak istemiyorum. Aydın’ı davet edin.”
Aydın’ın ise kulakları çoktan kabarmıştı. Hemen ayağa fırladı:
“…Dördüncü insan ararsanız ben hazırım!”
Üç Şumnulu ve Aydın başka bir masaya değiştiler.
Birinci masada Şumnulu konuşuyor, diğerleri dikkatle dinliyorlardı:
“…Burada daha bir yıl kalmayı düşünüyorum. Kısmetse dört yılı tamamlamaya bakacağım. Kardeşim, geçen gün yola çıktı. Yakında aldığımız minibüsle otomobil tamirhanesine lazım olan aletlerin yarısını götürdü. Geri kalanı da hazır, yani elimizin altında bulunuyor. Onları ve en lüzumlu makineleri bir yıl sonra memlekete dönerken ben kendim götüreceğim. Tamirhaneyi kardeşle ikimiz yolunca yordamınca çalıştırırız.”
“Dört yıl içinde bütün bu anlattıklarını alabilecek kadar para kazanabildiniz yani?” diye sordu Hasan.
“Her şeyi mağazalardan, yani acar yeni almaya ne gerek var Hasan? Biliyor musun hurda depolarında ne kadar sağlam makine, alet ve edevat var! Sadece oralarını ziyaret etmen gerekiyor. Burada bir tamirhane sahibi onu kapamak, yahut gene donatımı yenilemek istediğinde, eskileri çok evhen bir fiyatla satıyor. Alma da göreyim seni.”
“Makineleri sınırdan geçirme işini nasıl hallediyorsun? Yani elinde dokuman olması gerekmiyor mu? Bu aleti nerden aldın diye soran olmayor mu? Gümrük masrafı yüksek değil mi?”
“Ne gümrüğü? Kullanılmış makine ve aletler için sana gümrükçü ne diyecek? Dokuman için problem yok. Satan kişi gereken dokumanı veriyor ve üzerine hurda için olduğunu da kaydediyor.”
“Anladım. Bir şey daha öğrenmek istiyorum. İkinci elden otomobillerin fiyatları ne seviyede? Bazı kimseler çok ucuz diyorlar, bir diğerleri ise inanma, hepsi yalan diye konuşuyorlar.”
“Oromobil almaya acele etme. Batılılar aldıkları aracı ellerinde dört-beş yıldan fazla tutmuyorlar. İkinci elden arabaların fiyatı çok düşük. Buraya yalnız araç için geldiysen daha yarın al ve git. Çalışmaya, para biriktirmeye ve sonra bir iş için yatırım yapmaya düşünüyorsan, acele etme. Çalış, ilgilen, ta memlekete dönme zamanı yakınlaştığında karar ver ve gönlüne yatan aracı al. Ama ne diyeyim, buradasın ya, kısa zamanda çok şeyler öğreneceksin.”
”Anladım.”
“Memleketteyken neyle meşgul oluyordun?”
Hasan çalıştığı işi anlattı.
“Çok iyi. Bana sorarsan, ileri doğru herhangi bir tamirhanede iş bulmaya bak. Orada dikkatle çalışırsan ve gözlerini dört açarsan her hususta bilgini arttırabilirsin.”
Tam susmuşlardı ki, Mümün etrafına bakındı kaldı.
“Kimi aradın?” diye sordu Şumnulu.
“Aydın ne yapıyor diye baktım… Şumnulu, sizin çocuklar bazen bu iskambili kumara çeviriyorlar. Bizim Aydın ise kart hastası, ama buranın kaidelerini hep daha bilmiyor. Yeni geldi, cebindeki para ay sonuna kadar zor yetecek. Acemiliğinden istifade ederek seninkiler onu çabuk elden soyup soğana çevirmesinler.”
Şumnulu’nun verdiği işareti kimse anlayamadı, ama az sonra oyun dağıldı ve yine bir araya toplanarak çay sohbetini koyulttular.
-7-
İkinci hafta daha sakin geçti. Ustabaşı Hasan’ın ve Aydın’ın çalışmalarını hep öyle yakından izledi. Her söyleneni gerektiği gibi icra ettiklerini görünce bir gün memnuniyet ifade eden bir sesle:
“Gut!” Dedi. Sonra da “Förwertz!” diye ilave etti.
Hasan Mümüne baktı ve işaretle sordu:
“Ne diyor?”
“İyi! “İleri’! Devam edin!”
Ustabaşı aynı sözleri iki gün sonra yine tekrarladı. Onlar da övülmesine sevinen çocuklar gibi daha büyük bir çaba ile çalışmaya devam ettiler. Cuma günü yatak odasına döndüklerinde onlara Mümün de cesaret vermeye çalıştı:
“Kendinizi ustabaşına beğendirmeye başladınız. O, herkese kolaycacık iyi kıymet vermeye acele etmiyor. Yeni gelenleri en azından üç ay çırak gibi çalıştırıyor. Sizi ise daha bu ay sonunda çıraklıktan çıkaracak galiba.”
“Bunları o mu söyledi?” diye sordu Hasan.
“Bir şey söylemedi. Tutumundan öyle anlıyorum. Başkalarına haftada bir defa bile “Gut!” dediği yok, size ise bu sözü iki günde bir tekrarlayıp duruyor.”
Hasan’ın ve Aydın’ın yatağa uzandıklarını görünce devam etti:
“Yatın ve dinlenin. Ben de kitapla meşgul olayım, zira kursun başlamasına çok az kaldı. İki saat sonra çıkarız ve kulübe kadar gideriz.”
Hasan yatağa daha iyi yerleşmeye çalışaraktan sordu:
“Yakın bir yerde sinema yok mu? Bizi bir defa sinemaya götürsen ya.”
“Olur. Lakin dili bilmediğinizden birçok şeyleri anlamayacaksınız. Burada bilet umumiyetle önceden alınıyor. Ayni gün için bilet bulmak çok güç. Yalnız bir kimse mühim bir sebepten son anda biletini geri çevirirse…”
“Birkaç stotinka için sinema binasına bilet çevirmeye gidenler de mi var?”
”Kaç stotinka olursa olsun burada kimse parayı boşuna atmıyor. Onu kazanabilmek için az çok emek harcamış değil mi?”
Hasan dudak büktü ve çok geçmeden uykuya daldı.
Aydın’ın ise uyumaya hiç niyeti yoktu. Azıcık dinlendikten sonra kalktı ve ayakkabılarını giydi. Onu gören Mümün “ne var?” der gibi başıyle işaret etti.
“Kulübe gidiyorum.”
“Git…”
İki saat sonra Hasan ile ikisi kulüp kapısından girdiklerinde Aydın, daha üç kişiyle birlikte bir masada habire kart dövüyordu. Mümün:
“Aydın bu iskambile kendini adamakıllı aldırmış!” Diye hımırdandı.
“Herkesin bir hastalığı var.”
Çay içtiler, televizyonda futbol karşılaşması varmış, onu izlediler.
Futbol karşılaşması sona erdiği sırada Aydın nihayet yanlarına geldi. Sessiz durması Mümün’ün dikkatini çabucak çekti. Çehresine bakarak sordu:
“Yorgun görünüyorsun?”
“Hayır.”
“Moralin yerinde değil mi yoksa?”
“Yok öyle bir şey.”
Hasan dayanamadı ve söze karıştı:
“Mümün, sorma. İskambil oynadılar ya, oyunu kaybetmiştir. Kazanmış olsaydı bayağı şen olur, övünürken ağzı kulaklarına varırdı.”
Aydın yine ses çıkarmadı. Diğerleri de daha fazla üstelemediler.
Ertesi akşam yine karşılaştıklarında Şumnulu Mümün’e gizlice sordu:
“ Aydın kardeşin mi, yoksa akraban mı?”
“Dostum. Neden sordun?”
“Dün akşam bizimkilere paraya karşılık belot oynamalarını teklif etmiş. Onlar da zaten bunu bekliyorlar, üçü bir olarak ondan bayağı para sıyırmışlar.”
Mümün susmakla cevap verdi. Eve döndüklerinde de bu konuya değinmedi. Lakin Aydın’ın tutumunu yakından izlemeye çalıştı.
Aydın’da hakikaten de bir değişiklik vardı. Bir hafta devamınca kulübü ziyaret etmek şöyle dursun, sözünü bile etmedi. Yorgunum diyerek akşamları evde kaldı. Lakin ilk maaşı alır almaz kulübü yine boyladı. Gece yarısı eve döndüğünde çehresine kar yağıyordu sanki. Bunu görünce Mümün doğrudan doğruya sordu:
“İskambil oyununda bu akşam ne kadar kaybettin?”
“Az değil,”
“Ne kadar?”
“Maaşın yarısını.”
Gitti, bu defa onun karşısına oturdu ve gözlerinin içine bakarak konuştu:
“Aydın, çocuk değilsin. Sana nasihat vermek olmaz. Yalnız şunu söyleyeceğim. Kumar oynamakla kimse zengin olmamış. Zengin olmayı bırak, hane geçindiren bile yok. Dünyanın en büyük kumarcısı gün gelmiş parasız pulsuz, sokağa çıkamayacak kadar elbisesiz kalmış… Bu işten vaktinde vazgeçersen iyi edersin. Buraya kazandığını saçmaya geldiysen, devam et!”
“Benden aldıkları parayı onlardan kat kat çıkaracağım!”
“Bir şey bile yapamıyacaksın. Aksine, daha çok kaybedeceksin!”
“Dedim sana, benden aldıklarını kat kat geri alacağım!”
“Bunu nasıl başarabileceksin? Sana eşlik eden kişi de sana karşı oynadığını anlamıyor musun? Paralarını alıp duracaklar. Bir gün işi kavgaya vardırırsan daha da kötü olacak. Kendini adamakıllı dövdüreceksin. Yani para kaybettiğinle ve sopa yediğinle kalacaksın. Bunları dostum olduğun için söylüyorum. Yoksa münasebet almaya hakkım olmadığını çok iyi biliyorum.”
Aydın hiç bir şey demedi.
-8-
Dil kursunun başlamasına çok az kalmıştı ve Mümün “Deutsch für Auslander” kitabının üzerine daha sağlam düştü.
Bu akşam yine taraçaya çıktı, kitap önünde, bir saatten fazla okudu ve yazdı. Nihayet kahve hazırlamak için kalkacaktı ki, kapıda Hasan belirdi:
“Biz hazırız.”
“Bu akşam kulübe bensiz gidin,” dedi Mümün.
“Neden?”
“Dil kurslarının başlamasına çok az kaldı. O zamana kadar kitaptaki bütün dersleri bir defa bari geçmek istiyorum.”
Hasan onun karşısına oturdu:
“Sen hakikaten de bu dili gerektiği gibi öğrenebileceğine inanıyorsun yani?”
“Neden inanmıyayım? Yabancı dil öğrenenler insan değil mi?”
“Öyle canım. Lakin okulda iki yıl fransızca okuduk, altı yıl rus dili ders kitapları elimizden düşmedi. Neticede ne öğrenebildik?”
“Bir defa cabalayacağım. Sen bu dili öğrenmeyi hiç mi arzu etmiyorsun?”
“Arzu etsem de bir şey olmayacağını çok iyi biliyorum.”
“Bir defa uğraşsan kötü olmaz. Birlikte gider geliriz, birlikte hazırlanırız, aramızda konuşmaya çalışarak ben sana, sen bana yardım etmiş oluruz.”
“Bırak şu işi holan. Üç haftadır buradayım, üç söz öğrenebildim mi?”
“Öğrenemedin mi? ‘Guten morgen,’ ‘Danke,’ ‘Aufwiedersehen’ sözleri ne ifade ettiğini biliyorsun artık değil mi?”
“Okadar biliyorum canım.”
“Bu dört sözün yanı sıra daha dört söz kalmıştır aklında. O da hiç çabalamadan. Çabalarsan daha çok öğreneceksin.”
“Ne bileyim…”
“Düşün taşın. Ödeyeceğin ücret her akşam çaya ve kahveye verdiğimizden daha fazla değil. Bu işe haftada üç akşam ikişer saat ayırabilirsin. Kulübün kapısını her akşam haftada dört akşam açacağız. Bunu bir kayıp hesapediyorsan…”
Sokaktan Aydın’ın sesi geldi:
“Haydi hey! Nerede kaldınız!”
“Düşün taşın,” diye tekrarladı Mümün Hasan’ın ardından.
Hasan Mümün’ün sözlerini hiç kulak asmadı, lakin kulüpten dönerken her nedense kurs işi yine aklına geldi. Elini salladı “geç!” der gibi. Yatağa sokulduğunda kurs sorununu yine hatırladı. Sanki arzu eder gibiydi…
“Ne yapsam?” diye sordu kendi kendine. Lakin sonra: “Aylak mı kaldın Hasan? Bozma rahatını!” diye fısıldadı kendi kendine ve diğer tarafına döndü. Koşukavak’ta arkadaşları geldi gözleri önüne. Laf arasında “Altı ayda altı söz de mi öğrenemedin Hasan?” diye sorarlarsa ne diyecekti?
“Bir şey demeyeceğim!” dedi içinden.
“Hasan, uyumıyor musun?” diye sordu Mümün odanın diğer ucundan.
“Uyuyamıyorum. Niçin sordun?”
“Kendi kendine konuşuyorsun gibime geldi.”
Cevap vermedi. Bu kurs işi bir türlü aklından çıkmıyordu işte. Nihayet kestirip attı:
“Sabah ola hayır ola. Son kararı yarın sabah alacağım!”
Gözleri küçülür gibi oldu ve az sonra uyudu gitti.
Sabah uyandığında çok sakindi. Bunun sebebi ne acaba diye kendi kendine sordu kaldı. Lakin cevabını veremedi. Yataktan doğrulurken Aydın’ın da, Mümün’ün de uyanık olduklarını bilirmiş gibi:
“Geleli beri bu gece sefte hiç deliksiz uyudum. İyice dinlenmişim,” dedi.
“Yolculuk ve iş bulma sorunlarının yarattığı gerginlik sona ermiş yani.” diye izah etmeye çalıştı Mümün.
“ Evden mektup aldığımızda daha da sakinleşeceğiz, değil mi Aydın?”
“I-hı…”
“Uyanmadın mı hep daha?”
“I-hı…”
“Bırak, uyusun. Onun deliksiz uykuları çok daha erken başladı.” Dedi Mümün, kalktı ve sabah çayını hazırlamak için mutfağa gitti.
Fabrika kapısından giriyorlardı ki, Hasan Mümün’e sordu:
“Dil kurslarına yazılmak nerede ve nasıl oluyor?”
“Demek kendinde cesaret buldun en nihayet?”
“Kısmetimi bir defa denemek istiyorum. Sen de yardım edersen. Sonra…”
“…Sonrası ne?”
Yutkundu ve dilinin ucunda olanı gizledi ve:
“…Sonrası gidip yazılmak!” diye hımırdandı.
Bu gece uykusu hepten onun dediği kadar deliksiz değildi. Küçümencik kızı girmişti rüyasına. Birinci sınıf öğrencisi olmuş, harfleri öğrenmiş ve şimdi eline geçen her kağıt parçasında gördüğü yazıları heceliyor. Eline yine bir kağıt almış, koşarak babasının yanına geliyor ve soruyor:
“Baba, bu kağıtta olanları okuyamıyorum. Harfleri de değişik, sözleri de.”
Hasan kağıda bir göz atıyor ve izah ediyor:
“Bunlar senin bildiğin harflerden değil kızım.”
“Nasıl değilmiş? Burada yazılı olan harflerin hepsini biliyorum ve okuyorum, ama sözleri anlıyamıyorum.”
“Çünkü onlar başka dilde yazılı.”
“Başka dilde mi? Hangi dilde?”
“Almanca.”
“Sen Almanya’da çalışıyorsun ya, bu yazıyı okuyabileceksin yani?”
Kızcağızına ne diyeceğini bilemediği için ıkınıp sıkınıyor… Derken uyanıverdi. İşte o zaman artık kati karar aldı: Dil kurslarına Mümün ile birlikte o da gidecek!.. Bunun için fabrika kapısından girirken Mümün’e ‘İşte ondan sonra kızımın elindeki kağıtta yazılı olanları sakince tercüme edebileceğim!’ diyecekti, ama ‘sonra’ dedi ve ötesini getirmedi.
“Tamam. İşten çıktıktan sonra çaresine bakarız. Balay sayı dolmuş olmasın.” Diye cevap verdi Mümün.
“Öyle bir tehlike olabilir mi?”
“Olabilir. Alman dilini öğrenmek isteyenler yalnız biz değiliz. Burada kimse işini son ana bırakmıyor. Bunu size anlattığım var değil mi?”
Hasan kendi kendine mırıldandı:
“Ben şap şeker deyinceye kadar mağazalar kapanıyor desen ya!”
İş saatinden sonra Mümün elini yüzünü yıkarken Hasan’a seslendi:
“Haydi, gidiyoruz!”
“Nereye?”
“Nasıl nereye? Kursa yazılmak istiyordun ya!”
“Sayı belki dolmuştur demedin mi?”
“Bu sabah ustabaşına andım. O da bir yolunu bularak seni yazdırmış. Şimdi gidip dilekçeyi dolduracağız ve ücreti ödeyeceğiz.”
Tam kapıdan çıkıyorlardı ki, Aydın arkalarından seslendi;
“Bekleyin! Ben de hazırım!”
Aydın onlara erdi ve birlikte yürüdüler. Kırk-elli adım sonra kulübe doğru gitmediklerini anlayınca Aydın sordu:
“Bu akşam kulübe gitmeyecek miyiz?”
“Biz başka yere gidiyoruz.”
“Gittiğiniz yer benden gizli mi canım?”
“Gizli olur mu yahu! Dil kursları için dilekçe vermeye gidiyoruz.” Diye izah etti Mümün.
“Ne? Ama sen de mi Hasan?”
“Evet. Sen yazılmak istemiyor musun?”
“Ben?! Siz ikiniz de aklınızı yitirmişsiniz!”
Mümün ile Hasan’ın ardından dudaklarını bükerek baktı ve elini sallayarak kulübün bulunduğu sokağı tuttu.
-9-
Hasan ikinci maaşı da aldıktan sonra düşündü kaldı.
Elinde dört bin Mark kadar bir para birikmişti. Onları hep cebinde mi gezdirecekti? Şimdiye kadar öyle bir alışkanlığı yoktu. Bu paranın bir kısmını eşine nasıl yollayabilirdi, acaba? Bunun bir çaresini bulmalıydı… Eve dönerken Mümün’e sordu:
“Bu iş pek kolay değil.” dedi o. “Ben evvelsi memlekete gidenlerden, yani elden gönderiyordum. Üç aydan beri bir bankada hesabım var. Böyle bir hesap açmak için şimdilik sen açamayacaksın. Yakında memlekete gidecek güvenceli bir kimse bulman gerekecek.”
“Kimi tanıyorum, kime güvenebilirim ki?”
“…Birkaç gün sabret. Belki memlekete gidecek bir kimse buluruz.”
Eve dönünce yine kitapları kavradılar. Hasan taraçaya çıkarken Aydın’a doğru bakmış oldu. İşten geldiği elbiselerle yatağa yan gelmişti. Ayakkabılarını bile çıkarmamıştı. Kalkıp bir yere gidecekmiş gibi bir tutumu vardı.
“Neden gerektiği gibi yatıp dinlenmiyorsun Aydın?” diye sordu.
“İşte dinleniyorum ya.” Dedi Aydın kısık sesle.
“Üzerindeki albiselere bakınca her an sokağa fırlamaya hazır durumdasın gibime geliyor. Onun için sordum.”
Aydın cevap vermedi. Ellerini başı altına koydu ve gözlerini kapadı.
Beş-altı dakka geçti geçmedi kalktı, o da çıktı taraçaya. Gitti ve Mümün’ün karşısına oturdu. Bir sigara dumanlattı. Sonra da laf olsun diye:
“Kursa mı hazırlanıyorsun?” dedi.
Mümün elindeki tükenmezi bıraktı, kitabı ve defteri yanıbaşına dürttü.
“Evet.”
O da yaktı bir sigara ve göz ucuyle Aydın’ı süzdü. Başını önüne eğmiş susuyotrdu. Nihayet pek kati olmayan bir sesle konuştu:
“Memlekete dönmeyi düşünüyorum.”
Mümün hayret dolu sesle sordu:
“O ne demek? Geleli iki ay oldu olmadı. Hani bir laf var, yolculuktan toplanan toz hep daha ayakkabılarının üzerinden silinmedi. Buraya gelmek için yaptığın masrafı karşılayacak kadar bile para kazandın kazanmadın. Bütün maaş bu gün sefte aldın.”
“Aldım, ama… az.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yakup-ismail/hayatimizin-kis-aylari-69499705/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Günaydın. İşte yeni işçiler
2
Hoş geldiniz! Benim adım Hans.
3
Bu Hasan. Bu ise Aydın
4
Teşekkür ederim.
5
Ne diyor?
6
Bulgaristan Cumhuriyetine gidecek.